Hasret Masalı

 Hasret Masalı

Şehrin birinde kimsesiz çocukların kaldığı bir yurt varmış. Yurtta kalan çocukların pek çoğunun ailesi yokmuş. Bazı aileler de çeşitli sebeplerden dolayı çocuklarına bakamadıkları için onları yurda bırakmak zorunda kalmışlar. Yurtta çocuklarla öğretmenler ve bakıcı ablalar ilgileniyormuş.
Bu yurtta Hasret adında bir kız çocuğu varmış. Hasret ailesini hiç tanımamış. Onu daha bebekken yurdun kapısına bırakmışlar. Anne kucağı nedir hiç bilmemiş, hep sevgiye hasret büyümüş.
Hasret yurdun en yaramaz çocuklarından biriymiş. Çocukların çoğu ondan korkup çekinirmiş. Hasret hiçbir tehlikeden sakınmaz her türlü yaramazlığı yaparmış. Öğretmenleri sürekli onu uyarırlarmış. Büyük yaramazlıklar yaptığı zaman ona ceza verirlermiş ama o yine bildiğini yaparmış.
Hasret yurdun kurallarına hiç uymazmış. Onu kurallara uyması için uyaran, yaptığı davranışa kızan biri olduğunda da “Hiç kimse beni sevmiyor” diye düşünür, üzülürmüş. Sabahları saçlarını banyo yerine dinlenme odasında tararmış. Banyo kalabalık olduğu için sıra beklemesi gerekiyormuş çünkü. Dinlenme odası sabahları boş oluyormuş. Bu odanın duvarında çerçeveleri ahşaptan yapılmış eski büyük bir ayna varmış. Hasret bu aynanın karşısına geçer, uzun uzun saçlarını tararmış. Mutsuz gözlerle aynaya bakar sonra da her sabah aynı soruyu sorarmış.
“Ayna ayna söyle bana, var mı bu dünya da benden daha mutsuz biri?”
Hasret bildiği bir masalda ki gibi aynanın bir gün ona cevap vereceğine inanıyormuş. Fakat ayna ona hiç cevap vermiyormuş. Hasret’in tek ümidi bir gün bir sihirli bir değnek bulmakmış. Ayna bir konuşsa ona sihirli değneğin yerini soracakmış. Sihirli değneğe değdiğinde değneğin onu güzel bir prensese çevireceğine inanıyormuş.
Bir sabah Hasret, dinlenme odasındaki aynanın karşısında saçlarını taramış. Yine her sabah olduğu gibi sorusunu sormuş:
-Ayna ayna söyle bana, var mı bu dünya da benden daha mutsuz biri?
Gözlerini aynaya dikmiş cevap bekliyormuş. O gün ayna ona cevap vermiş:
-Var, demiş. Senden daha mutsuz olan benim.
Hasret şaşırmış,
-Sen neden mutsuzsun? diye sormuş.
Ayna:
-Her sabah senin mutsuz yüzünü gördüğüm için, ben de çok mutsuz oluyorum, demiş.
Hasret:
-Ben de mutsuz olmak istemiyorum ama sihirli değneğin yerini bilmiyorum. Bir sihirli değneğim olsa, kendi sarayımda dünyalar güzeli mutlu bir prenses olarak yaşamak isterdim. Sihirli değneğin yerini sen bilirsin, değil mi? Ne olur bana söyle.
Ayna:
-Üzgünüm ama gerçek hayatta sihir diye bir şey yok, demiş.. İyi ki de yok. Düşünsene, sihir diye bir şey olsa herkes her istediğini sihirle yapsa, dünya ne korkunç bir hale gelirdi.
Hasret:
-Neden korkunç olsun ki çok güzel olurdu, demiş.
Ayna:
-Sen öyle zannet, demiş. Düşünsene arkadaşın sana kızınca seni kabağa çevirdi. Sonra da kimse senin kabak, kabağın da sen olduğunu fark etmedi. Böyle bir durumda ne olur?
Hasret gülmüş.
-Kabak yemeği olurdum herhalde, ama sihir diye bir şey var, ben duydum, demiş.
Ayna, sihir konusunda ısrar eden Hasret’e biraz daha açıklama yapmış.
-Sihir denilen şey olsa olsa tembellerin oturduğu yerde uydurdukları bir şey olabilir. Oh ne güzel çalışmadan, emek vermeden parmağını şıklat, her şey kendiliğinden oluversin.
Hasret’in canı sıkılmış.
-O zaman ben hiçbir zaman mutlu olamayacağım. Sihirli değnek de yokmuş.
Ayna:
-Geçmiş olsun, demiş.
Hasret:
-Ben hasta değilim ki, demiş.
Ayna:
-Hastasın ama farkında değilsin, demiş. Vücudunda bir hastalık olmasa da düşüncelerin hasta. Düşüncelerdeki hastalık vücudundaki hastalıktan daha önemlidir. Mutlu olamayacağına düşündüğün sürece mutlu olamazsın.
Hasret:
-Sihirli değnek beni buradan kurtarmazsa, bu yurdun içinde nasıl mutlu olabilirim ki? diye sormuş.
Ayna:
-Mutlu olmak için sihirli değneğe ihtiyaç yok ki, mutluluk insanın kendi elindedir, demiş.
Hasret aynanın ne demek istediğini anlamamış.
-Hiç de öyle değil. Benim annem babam olsa mutlu olurdum, demiş.
Ayna:
-Annesi babası olduğu halde kıymetini bilmeyen, mutsuz olan bir sürü çocuk var. Mutluluk başkalarının elinde olan bir şey değildir, demiş.
Hasret, saçlarını iki yana savurmuş.
-Çok güzel bir kız olsam mutlu olurdum değil mi? diye sormuş.
Ayna cevap vermiş:
-Kesinlikle hayır. Saatlerce karşımda duran ne güzeller bilirim. ‘Ay keşke burnum biraz daha küçük, ağzım biraz daha büyük olsaydı’ diyerek bütün gününü kendine zehir eden o kadar güzel kişi gördüm ki.
Hasret, kendinden emin bir şekilde,
-Ama zengin olsam kesin mutlu olurdum değil mi? demiş.
Ayna yine:
-Hayır, demiş. Parama biraz daha para katayım derdinden ne yapacağını şaşırmış ne zenginler var. Parayı düşünmekten paranın keyfini çıkaramıyorlar. Bir türlü mutlu olamıyorlar.
Hasret:
-Mutlu olmanın yolu yok öyle mi? diye sormuş umutsuzca.
Ayna gülmüş.
-Ben sana yolu yok demedim ki, demiş. Sadece söylediğin şeyler mutlu olmak için yetmez dedim. Saydığın her şey aslında senin içinde var. Onları ortaya çıkarırsan mutlu olabilirsin.
Hasret şaşırmış.
-Anlamadım ne var benim içimde? diye sormuş.
Ayna cevap vermiş:
-Güzellik ve gerçek zenginlik.
Hasret hemen sormuş:
-Nasıl çıkaracağım onu dışarıya? Ben herkes beni sevsin diye çok güzel olmak istiyorum.
Ayna:
-İnsanın güzelliği gülümsemesindedir, demiş. Bir insan ne kadar çok gülümserse o kadar çok güzeldir. Güzel olana hayran olunur ama sadece güzel olduğu için sevilmez. Güzel gülümseyen ise kendini çabucak sevdirir.
Hasret:
-Peki gerçek zenginlik nedir? diye sormuş.
Ayna:
-Her insanın içinde büyük bir güç vardır, demiş. İşte o güç gerçek zenginliktir. O güç insanın beynindedir. Beynini ne kadar iyi kullanırsan, o kadar zenginsin. Tabi o kadar da mutlu olursun.
Hasret:
-Peki beynimi nasıl kullanacağım? diye sormuş merak içinde.
Ayna memnuniyetle cevaplıyormuş sorularını.
-Bak iyi dinle. Beyin küçüktür ama içinde milyonlarca minik kapılar vardır. Her kapıyı açan tek anahtar vardır. O anahtarla istediğin kapıyı açabilirsin.
Hasret heyecan içinde,
-Nedir o anahtar, demiş.
Ayna:
-Tekrar anahtarıdır, demiş.
Hasret:
-Anlamadım, demiş.
Ayna:
-Bu hazır bir anahtar değil, demiş. Neyi çok tekrar edersen o anahtar oluşur, istediğin kapıyı açarsın. Söylediğin iyi bir şeyse güzel ve faydalı kapılar açılır; kötü bir şeyse kötü kapılar açılır. Yani çok söylediğin şeye inanır ve öyle olursun.
Hasret:
-Biraz daha açıklar mısın? demiş.
Ayna konuyu onun daha kolay anlayacağı şekilde anlatmış.
-Bak şimdi, sen sürekli kendine ‘ben sevilmeyen, inat, sinirli, yaramaz bir çocuğum’ dersen gerçekten öyle bir çocuk olursun. Sürekli ‘ben mutsuzum’ dersen, mutsuz bir çocuk olursun.
Hasret:
-Ama ben hep öyle diyorum, demiş.
Ayna:
-Artık böyle söyleme, demiş. Mutlu olduğunu, kendini ve başkalarını sevdiğini söyle. Sen kendini seversen başkaları da seni sever. Başarılı bir çocuk olduğunu söyle. Ama defalarca söylemelisin ki kapıları açan tekrar anahtarını oluşturabilesin.
Hasret:
-Bana yardım eder misin? demiş.
Ayna:
-Seve seve yardım ederim, demiş. Öncelikle güzel olmak için işe gülümseme çalışmalarıyla başlayalım. Her sabah gel karşımda uzun uzun gülümse. En güzel gülümsemeyi bulalım sana. Yüzün gülümsemeye alışsın. Güne gülümseyerek başla.
Hasret:
-Tamam, demiş.
Ayna devam etmiş:
-Sonra da tekrar anahtarı oluşturalım. Her sabah yüz kere istediğin bir cümleyi tekrar et.
Hasret:
-Ben kendimi hiç sevmiyorum, demiş. Hep başkaları gelsin beni sevsin diye bekliyorum. Başıma gelen her kötü şey için kendimi suçluyorum. Hatalarım yüzünden kötü şeyler oluyor diye düşünüyorum. Öncelikle kendimi seviyorum demek istiyorum.
Ayna:
-Sonra sürekli ‘ben mutluyum’ de, demiş. Mutluyum dedikçe hayatında mutlu olacak şeyleri fark edersin. Kendini mutlu edecek bir sürü şey bulabilirsin. Mutluluk küçük şeylerdedir. Küçük şeylerle mutlu olabilen insan, mutlu olmayı bilen insandır. Aman büyük bir şey olsa da mutlu olsam diye bekleyen insan çok bekler.
Hasret:
-Benim gibi, demiş.
Ayna sözlerine devam etmiş.
-Sahip olduklarının kıymetini bilmeyenler, sahip olacaklarının da kıymetini bilmeyecektir. Bu yüzden hiçbir zaman gerçekten mutlu olamazlar.
Hasret aynaya teşekkür etmiş.
-Benimle konuştuğun için teşekkür ederim. Keşke bütün aynalar insanlarla konuşsa, demiş.
Ayna:
-Ben özel bir aynayım, demiş. Benden başka hiçbir ayna konuşamaz. Ama konuşabilselerdi her sabah asık yüzle karşısına geçen insanlara ‘Lütfen gülümseyin. Güne böyle başlamayın. Sahip olduklarınız için şükrederek güne başlayın ve mutlaka gülümseyin’ demek isterlerdi eminim ki.
O günden sonra Hasret, her sabah aynanın karşısına koşmuş. Uzun uzun gülümseme çalışmaları yapmış. Her gün olumlu sözcüklerden kendine tekrar anahtarları oluşturmuş. Kendini değiştirmek için günlerce uğraşmış, gayret etmiş. Hasret, her gün biraz daha değişmiş biraz daha kendini geliştirmiş, yüzü hep gülmeye başlamış. Öğretmenleri ve arkadaşları tarafından sevilen bir çocuk olmuş.

Prensin Hatası Masalı

 Prensin Hatası Masalı

Ülkenin birinde bir kral yaşarmış. Bu kralın tek bir çocuğu varmış. Kralın ölünce tahtına oturacak biricik oğlundan başka kimsesi yokmuş. Kral oğlunu çok sever, ona bir şey olacak diye çok korkarmış. Prensi yüz asker korurmuş. Prens sıkılmaması için askerler bir yerlere saklanıp onu uzaktan gözetlerlermiş. Bir koruma ise yanından hiç ayrılmazmış. En ufak bir şey olsa hemen prensi korurmuş. Sivrisinekler o korumadan çok çekerlermiş. Prensin yanına bile yaklaşamazlarmış.
Prens babasının ve saraydakilerin aşırı ilgisinden dolayı çok şımarmış. Babasından hiç olmadık şeyler istermiş. Babası istediklerinin hepsini yerine getirmeye çalışırmış.
Sarayın mutfağında prens için her gün kırk çeşit yemek pişirilirmiş. Prens en çok hamur işleri ve kızartmaları severmiş. Sürekli börek, çörek, kızartma, çikolatalı pasta yediği için de oldukça kiloluymuş. Hele şekere bayılırmış. Odasında kocaman cam bir fıçının içi rengarenk şekerlerle doluymuş. Sürekli o şekerlerden yermiş.
Prens için her akşam yemeğinden sonra doğum günü partisi yapılırmış. Partiye katılan saray halkı “İyi ki doğdun sevgili prensimiz” diye şarkı söylermiş. Prens de oturduğu yerden kasım kasım kasılırmış.
Sıcak bir yaz günü öğle yemeğini tıka basa yiyen prens masadan kalkarken bayılmış. Koruması onu kucakladığı gibi sarayın doktoruna götürmüş. Kral oğlu hastalanınca telaşlanmış, çok üzülmüş. Doktor prensi muayene etmiş. Sonra üzülerek ve korka korka kötü haberi vermiş.
-Üzgünüm kralım. Prensin durumu ciddi, ama ümitsiz değil. Bazı damarlarında tıkanıklık var. İyi bir tedavi uygularsak iyileşebilir. Aksi halde hastalığı ilerler, sonuçları kötü olur.
Kral üzüntüden koltuğun üzerine yığılmış.
-Ne gerekiyorsa yapın, tedaviye hemen başlayın, demiş.
Prensi götürüp kendi odasına yatırmışlar. Doktor ona durumu anlatmış.
-Sevgili prensim. Bugün dinlenin ama sürekli yatmanızı gerektirecek bir hastalığınız yok. Hemen tedaviye başlıyoruz. Sabah akşam içmeniz gereken şurubunuz, bir de yutmanız gereken hapınız var.
Prens yüzünü ekşitmiş.
-Öööğ, demiş. Ben ilaç içmekten nefret ederim.
Doktor:
-Mecburen içeceksiniz, demiş. Yoksa hastalığınız ilerler. Bir de tedavi süresince asla ekmek, börek, pasta ve şekerli şeyler yememelisiniz.
Prens sinirlenmiş.
-Anladım sen beni açlıktan öldürmek istiyorsun, demiş.
Doktor:
-Olur mu öyle şey prensim, demiş. Ben sadece iyileşmenizi istiyorum. Hem niye açlıktan ölesiniz ki! Sebze yemeklerinden istediğiniz kadar yiyebilirsiniz.
Prens:
-Ben sebze yemeklerinden nefret ederim, demiş. Aç kalırım ondan daha iyi.
Prens doktoru babasına şikayet etmiş. Babası hastalığın ciddiyetini bildiği için oğluna haksız olduğunu söylemiş. Kral:
-Üzgünüm oğlum, demiş. Sana bir şey olmasını istemiyorum. O yüzden doktorun tedavisine uymak zorundayız. Aşçıya söyledim. Bundan sonra senin için her gün kırk çeşit sebze yemeği yapılacak.
Prens ağlamış, yalvarmış ama babasını ikna edememiş. Ertesi sabah kahvaltıda prense bir parça kepekli ekmekle zeytin ve peynir vermişler.
Prens annesine yalvarmış:
-Anneciğim ne olur börek istiyorum, tamam on çeşit olmazsa bir çeşit olsun razıyım. Reçel istiyorum. Yirmi çeşit olmazsa üç çeşit olsun bari. Bal istiyorum, yağ istiyorum, salam istiyorum, sosis istiyorum. Ben bu kahvaltıyla doymam.
Prens annesini de ikna edememiş.
Annesi:
-Senin iyiliğin için dikkat etmemiz gerekiyor yavrum, demiş.
Sofrada oturan anneannesi:
-Yazık çocuğa ya... O kadar da olmaz ki. İyileştirelim derken açlıktan öldüreceksiniz, demiş.
Kral:
-Hayır iyileşene kadar asla istediklerinden yemeyecek, diyerek kesin konuşmuş.
Prensin canı sıkılmış ve hiçbir şey yemeden odasına gidip yatmış. Öğle yemeğinde de açlıktan kıvrandığı halde sebze yemeklerinden yemeden odasına dönüp yatmış. Prens sevdiği yemekleri yasaklayan doktora sanki hasta olmasının sebebi oymuş gibi düşman olmuş. Kovduracağım onu saraydan diye kafasına koymuş. Bu arada ilacını vermek için gelen doktora her türlü terbiyesizliği yapıyormuş.
Akşam yemeği zamanı geldiğinde artık açlığına dayanamaz olmuş. Sebze yemekleri bile gözünde tüter olmuş. Artık sebze mebze demeyip yiyeceğim diye karar vermiş. O sırada odaya anneannesi girmiş prensin korumasına odadan çıkmasını söylemiş. Sonra elindeki süslü çantanın içinden kocaman bir ekmek çıkarmış. Ekmeğin içine de prensin sevdiği yiyeceklerden doldurmuş.
Prens çok sevinmiş. Ekmeği ve içindekileri çabucak yemiş.
Boynuna sarılıp teşekkür etmiş anneannesine.
Anneannesi:
-Yeter ki sen üzülme yavrum, demiş. Ben sana her öğünde sevdiğin yiyeceklerden getiririm. Sakın sana yiyecek getirdiğimi ağzından kaçırma.
Prens:
-Hiç ağzımdan kaçırır mıyım, sen merak etme anneanne, demiş.
Anneannesi her öğünde gizli gizli yemek getirmeye devam etmiş. Prens sebze yemediği belli olmasın diye yemek zamanı sofraya gitmiyormuş. Yemekleri odasına istiyormuş. “Hastayım, odamda yiyeceğim” diyormuş. Odasına gelen yemekleri de anneannesiyle çöpe gönderiyormuş.
Prensin sağlık durumunun iyiye gitmediğini gören doktor şaşırıyormuş. Bu arada prens bir daha bayılmış. Fırsattan istifade hemen doktoru babasına şikayet etmiş:
-Bak baba, bu iyi bir doktor değil işte. Beni iyileştiremiyor. Verdiği ilaçları yutuyorum. Sabah akşam sebze yemekten neredeyse saçlarım yeşillenecek. Ben başka bir doktor istiyorum.
Oğlunu haklı gören kral, doktorun işine son vermiş. Yerine başka bir ülkeden ünlü bir doktor davet etmiş. Yeni gelen doktor da diğer doktor gibi onun aynı yiyecekleri yemesini yasaklamış. Prens bu doktora da kızmış. O hem istediği yiyecekleri yiyebilmeyi, hem de iyileşebilmeyi istiyormuş. Bu arada anneannesi yemekleri getirmeye devam ediyormuş. Doktor sebzeyle beslenen prensin bir gram bile kilo vermemesine hayret ediyormuş. Prens bu arada yataktan hiç çıkmadan yatıyormuş.
Doktor:
-Prensim, bu kadar yatmayın, demiş. Vücudunuz hareketsiz kalıyor. Bakın çok az yediğiniz halde zayıflayamıyorsunuz. Biraz hareket edin, kalkın dolaşın.
Fakat prens doktoru hiç dinlemiyormuş. Yattığı yerden anneannesinin getirdiği yemekleri, çikolataları, şekerleri yiyormuş.
Doktor prensin gizli gizli yemek yediğinden şüphelenmiş. Kral bütün görevlileri sorguya çekmiş fakat hiç kimse prense yiyecek verdiğini kabul etmemiş. Kral prense sormuş prens ise gizli gizli yasak yiyecekler yediğini kabul etmemiş.
Prens:
-Bu doktor hiçbir şey bilmiyor baba, demiş. Bilgisizliğini örtmek için, cahilliğinin suçunu bana atmaya çalışıyor. Bana başka bir doktor getir.
Kral bu doktoru da göndermiş başka bir doktor getirmiş. Yeni gelen doktor da diğer iki doktor gibi aynı yiyecekleri yasaklamış. Prens doktora bağırmış:
-Sen iyi bir doktor değilsin. İyi bir doktor olsan yasaklar olmadan da beni iyileştirirsin. Ben sevdiğim yiyecekleri yiyerek iyileşmek istiyorum.
Doktor:
-Böyle bir şey mümkün değil, demiş. Bu istediğinizi dünyanın hiçbir doktoru yapamaz. Doktorlar sihirbaz değildir. Sen hamur doldurduğun kavanozdan altın çıkarmamı istiyorsun. Bu mümkün değil, yapamam.
Prens:
-Git seni istemiyorum, demiş.
Doktor gidecekmiş ama kralın ricası üzerine kalmış. Bu doktor da onun gizli gizli yemek yediğinden şüphelenmiş. Kraldan prensin odasına giren çıkanları sıkı bir takibe almasını istemiş. Ama anneanneyi yakalayamadan prens felç geçirmiş, bacaklarını ve kollarını hareket ettiremez olmuş.
Prens o zaman yaptığı hatayı anlamış. Doktora yalvarmış:
-Ne olur beni iyileştir. Yürümek ve koşmak istiyorum. Söz veriyorum artık anneannemin getirdiği yemekleri yemeyeceğim. Siz ne ye derseniz onu yiyeceğim. İlaçlarımı da sizi üzmeden içeceğim.
Prens doktorların onun iyiliği için uğraştığını anlamış ama iş işten geçmiş. Anneannesi de yaptıklarına çok pişman olmuş. Torununa iyilik yapayım derken en büyük kötülüğü yapmış. Çok üzülmüş, çok ağlamış.
Doktor, prensi iyileştirmek için çok uğraşmış. Prens bir daha doktorun sözünden çıkmamış. Bir gün yeniden yürümüş ama aradan yıllar geçmiş. Çocukken yattığı yataktan kalktığında genç bir delikanlı olmuş. Hastalık şımarık prensi olgunlaştırmış, akıllı bir genç yapmış. Yatağa mahkum olduğu zamanları okuyarak geçirmiş. Bilgili iyi bir insan olmuş. Her zaman doktorlara saygı duymuş, değer vermiş.

Mız Mız Ahtapot Masalı

 Mız Mız Ahtapot Masalı

Güzellikler ve zenginliklerle dolu denizler aleminde pek çok canlı yaşarmış. Balıklar, denizanaları, deniz yılanları, midyeler, ahtapotlar... Sekiz kolu, bir başı olan Mızmız Ahtapot da bunlardan biriymiş. Onun adı neden mi Mızmız’mış? Çünkü Mızmız hiçbir şeyden memnun olmaz, her şeyden şikayet edermiş. Bütün gün oturur etrafındaki balıkları, deniz hayvanlarını seyreder, onlara imrenirmiş. En çok söylediği kelime “ah keşke” imiş. Her şeye imrenir “Ah keşke benim de olsaydı” dermiş. Köpek balığı gibi kocaman dişlerinin, midye gibi incilerinin olmasını; yunus balığı gibi de zeki ve sevimli olmayı istermiş. İstermiş de istermiş…
Bir gün Mızmız, kolunun birini sert bir şekilde kayaya çarpmış. Kolu çok kötü yaralanmış. Mızmız, kalan yedi kolunu yüzüne kapatıp bağıra bağıra ağlamaya başlamış. Mızmız’ın sesini duyan hayvanlar hemen gelmişler. Denizanası Mızmız’ın yaralı kolunu yosunlarla sarmış. Hamsi:
-Geçmiş olsun Mızmız, demiş.
Mızmız:
-Geçmiş olsun demek kolay tabi, demiş. Öyle hemen geçmiyor ki hâlâ ağrıyor. Tabi sen kol ağrısının nasıl zor olduğunu nerden bileceksin. Senin kolun yok, ah keşke benim de kolum olmasaydı. Senin gibi küçücük olsaydım. Hiç olmazsa çarpacak yerim olmazdı.
Hamsi:
-Ben de geçen gün kuyruğumu kayaya çarpmıştım, demiş.
Fener balığı:
-Geçmiş olsun Mızmız, demiş.
Mızmız:
-Geçmiş olsun deyince hemen geçmiyor ki, canım acıyor, demiş. Tabi sen ne bileceksin kol ağrısını. Ah keşke benim de kollarım olacağına senin gibi ışıklarım olsaydı. Gece pırıl pırıl ne güzel parlıyorsun.
Kirpi balığı:
-Geçmiş olsun Mızmız, demiş.
Mızmız:
-Hâlâ geçmedi, kolum ağrıyor, demiş. Sen de bilmezsin kol ağrısını. Ne güzel senin kolların yok, dikenlerin var. Keşke benim de dikenlerim olsaydı, düşmanlarıma batırırdım.
Kirpi balığı:
-Bence senin kolların çok güzel, neden diken istiyorsun anlayamadım? demiş.
Mızmız cevap vermiş:
-Çünkü sen kendini bir balon gibi şişirebiliyorsun. Dikenlerini de açınca çok güzel oluyorsun. Ben bir balon gibi bile şişemiyorum.”
Berber balığı:
-Sana geçmiş olsun demiyorum Mızmız, demiş. Çünkü geçmiş olsun diyenlere teşekkür edilir. Sen ise iyi dileklerini ifade edenlere kızıyorsun.
Mızmız:
-Sana öyle demek kolay tabi, demiş. Senin tuzun yaş. Hiçbir hayvandan korkun yok. Onların üzerindeki börtü böceği alıyorsun, dişlerindeki artıkları temizliyorsun diye hiçbiri sana zarar vermiyor. Ya ben öyle miyim? Kolumun birini köpek balığının ağzına uzatsam hart diye koparır. Sana konuşmak kolay gelir tabi. Ah keşke ben de berber balığı olsaydım.
Berber balığı iyice kızmış:
-Yeter artık Mızmız, demiş. Her zaman böylesin, hep başkalarına imreniyorsun. Hastalandın, iyice mızmız oldun. Bu kadar da olmaz ki canım.
Mızmız yeniden ağlamaya başlamış:
-Zaten kimse beni sevmiyor, demiş.
Kirpi balığı:
-Seni seviyoruz, demiş. Sevdiğimiz için seni ziyarete geldik. Biz seni çok seviyoruz ama sen kendini hiç sevmiyorsun.
Mızmız şaşırmış.
-Kendini sevmekte ne demek? diye sormuş.
Kirpi balığı açıklamış:
-Kendini olduğun gibi kabul edip sevmelisin. Bak ben kimseye özenmiyorum. Dikenlerimi bile seviyorum ve mutluyum. Sen kendini sevmezsen mutlu olamazsın ki.
Berber balığı:
-Evet, benim de yüzümde kocaman bir ben var ama ben bunu kafama takmıyorum, demiş. Onun varlığını kabul ettim, onunla barışığım. Sen ise sekiz kolunu kusur olarak görüyorsun. Sahip olmadıklarını düşünüp üzülüyorsun. Neden sahip olduklarını düşünüp mutlu olmuyorsun?
Mızmız:
-Ama benim mutlu olacak neyim var ki, sekiz kolum ve bir başımdan başka. Sizler gibi endamlı bir vücudum bile yok, demiş.
Hamsi ince ve tiz sesiyle konuşmuş:
-Neden öyle söylüyorsun, demiş. Sekiz kolunla yapabileceğin şeyleri bir düşünsene.
Mızmız:
-Karnımı doyurmak için avlanmaktan başka bir işe yaramıyor, onu da siz ağzınızla yapıyorsunuz, demiş.
Berber balığı:
-O zaman düşünelim bakalım, Mızmız sekiz koluyla neler yapabilir? demiş.
Hamsi saymaya başlamış:
“Sekiz işi aynı anda yapabilir. Bir koluyla yemeğini yerken, ikinci koluyla arkadaşına el sallayabilir.”
Fener balığı devam etmiş:
-Üçüncü koluyla avlanabilir. Dördüncü koluyla yazı yazabilir.
Kirpi balığı:
-Beşinci ve altıncı koluyla örgü örebilir. Yedinci koluyla deniz gülü toplarken, sekizinci koluyla başka bir arkadaşına sarılabilir.
Berber balığı:
-Sekizini aynı anda kullanarak aktör olabilir, pek çok hayvanı taklit edebiliyor, demiş.
Hamsi:
“Daha pek çok şey de yapabilirsin, demiş.
Mızmız düşünmüş ve arkadaşlarına hak vermiş. O günden sonra sekiz kolundan hiç şikayet etmemiş. Kendini olduğu gibi kabul edip sevmiş. Farklı olmanın kötü olmadığını anlamış. Kollarını en güzel şekilde kullanmış. Başkalarına da imrenmeyi bırakmış. Hayatı boyunca mutlu yaşamış.

Gülenay Masalı

 Gülenay Masalı

Gülenay adında yüzü ay kadar parlak, güler yüzlü bir kız varmış. Gülenay etrafındaki diğer çocuklardan biraz farklıymış. O diğerleri gibi gözleriyle değil, elleriyle görebiliyormuş. Çünkü Gülenay’ın gözleri doğuştan görmüyormuş. O hayatında hiçbir rengi görmemiş. Sarı, yeşil, mavi, kırmızı arasındaki renk farkını hiç bilmemiş.
O ancak elleriyle dokunarak çevresini ve eşyaları tanıyormuş.
Gülenay ailesi ile birlikte köyde oturuyormuş. Ailesi Gülenay’ı görmeyenlerin okuduğu bir okulda okutmak için şehre taşınmaya karar vermiş.
Gülenay arkadaşlarından ayrılacağı için köyden ayrılmayı istememiş. Fakat okula gitmeyi çok istediği için şikayet de etmemiş. Köyden ayrılırken arkadaşı:
-Gülenay, çok şanslısın şehre gidiyorsun. Ben hayatımda hiç şehir görmedim, demiş.
Gülenay:
-Üzülme, gidiyorum ama ben de görmeyeceğim, demiş gülümseyerek.
Gülenay görmediğini kendine dert etmezmiş. Gören çocukların yapabildiği pek çok şeyi yapabiliyormuş. Köyde eşeğin üzerine binerek gezer, arkadaşlarıyla ip atlar, top oynar, derede yüzermiş. O yüzden de kendini diğer çocuklardan çok farklı hissetmezmiş.
Şehre geldiklerinde insanların ona acıdıklarını fark etmiş. Canı sıkılmış. “Aaa bakın! Yazık çocuğun gözü görmüyor” diyorlarmış. Oysa köyde ona acıyan olmadığı gibi arkadaşlarından imrenen bile olurmuş. İp atlarken en uzun süre o atlar, kolay kolay yanmazmış. Gözleri görmediği için seslere dikkatini daha fazla toplayabiliyormuş. Yani kulakları gözlerinin işinin bir kısmını üstlenmiş. Etrafındakiler dikkatini dağıtmadığı için hisleri daha kuvvetliymiş. Tehlikeyi daha gelmeden sezermiş.
Şehirdekilerin neden ona acıdıklarını bir türlü anlayamıyormuş. Oturdukları binada kendi yaşında Elmas adında bir kız varmış.
Elmas’la Gülenay arkadaş olmuşlar. Elmas’ın bir de muhabbet kuşu Dilbaz varmış. Dilbaz da onlarla birlikte oyun oynuyormuş. Gülenay Dilbaz’ı, Dilbaz’da onu çok sevmiş.
Elmas, gözleri görmediği için Gülenay’a çok acıyormuş. Oyun oynarken Gülenay’ın oynamak istediği oyuncağı hemen bulup eline veriyormuş. Bazı oyunlarda kazanacağı halde Gülenay mutlu olsun diye kaybediyormuş.
Gülenay Elmas’ın davranışlarından rahatsız olmuş. Oyun oynamaktan zevk almamaya başlamış. Arkadaşını öyle davranmaması için uyarmış.
-Ben aradığım oyuncağı kendim bulmak isterim, demiş. Bütün oyuncaklara dokunmam gerekse bile. Çünkü ellerim benim gözlerim. Sen nasıl görünce mutlu oluyorsan, ben de dokununca mutlu oluyorum.
Elmas:
-Ama ben sana yardımcı olmak istiyorum, demiş.
Gülenay:
-Ben okulda parmaklarımla dokunduğum kabartma harflerle okumayı öğreniyorum, demiş. Lütfen benim parmağımdaki gözlerimi kullanmama izin ver. Bana acıma, benim acınacak bir durumum yok. Sadece senden farklıyım bunu kabul et.
Demiş demesine de Elmas yine aynı şekilde davranmaya devam etmiş. Gülenay bebeğimizle oynayalım der demez Elmas bebeği onun eline tutuşturuyormuş. Oyunlarda bilerek hata yapıp kaybetmek için elinden geleni yapıyormuş. Arkadaşının oyuncakları toplamasına izin vermiyormuş. Oyun biter bitmez Elmas oyuncakları sepete dolduruveriyormuş. Gülenay arkadaşının davranışları değişmeyince ona küsmüş.
Elmas arkadaşı ona küsünce çok üzülmüş. Günlerce odasında oturup kara kara düşünmüş. Onu güldürmek için uğraşan Dilbaz’ın yüzüne bile bakmamış. Ben ona iyilik yaptım o neden böyle yaptı diye düşündükçe canı sıkılıyormuş. Yine odasında oturup kara kara düşünürken Dilbaz:
-Yaptığın hatayı hâlâ anlayamadın değil mi? demiş.
Elmas:
-Ben kötü bir şey yapmadım. Ona iyilik yaptım o bana küstü, demiş .
Dilbaz itiraz etmiş:
-Sen ona iyilik yapmadın ki, demiş. Yardıma ihtiyacı olduğunda zaten yardım istiyordu. Geçen gün bakkala giderken ‘Birlikte gidelim karşıdan karşıya geçmeme yardım edersin.’dedi. Bazen senden kitap okumanı istiyor. Sen ona sadece istediği zaman yardım etmeliydin.”
Elmas yine kendini savunmuş:
-Belki her zaman yardım istemeye utanır diye düşündüm. Onu mutlu etmek için öyle davrandım.
Dilbaz:
-O kendisi yapabildiği, başarabildiği zaman mutlu oluyor, demiş. Onun yapabildiklerini sen yapmaya çalışırsan onu mutsuz edersin. Hem Gülenay mutsuz bir çocuk değil. Her zaman yüzü gülüyor. Hatta senden daha fazla mutlu olduğunu söyleyebilirim.
Elmas şaşırmış.
-Ne yani ben asık yüzlü müyüm? diye sormuş.
Dilbaz:
-Biraz öyle, demiş. Her şeyi kendine dert ediyorsun. İstediklerin olmayınca mutsuz oluyorsun. Mutlu olmak için görmek değil, bakmak önemli. Göz görür ama hayata bakan yürektir.
Elmas iyice şaşırmış,
-Anlamadım, demiş.
Dilbaz:
-Görenlerin çoğu maalesef hep eksikleri görür, demiş. Bakmayı bilenler ise elde ettikleriyle mutlu olurlar. Sen iyi görebiliyorsun ama Gülenay da iyi bakabiliyor. Bence ona acıyacağına kendine acı.
Elmas Dilbaz’ın söylediklerini biraz düşününce ona hak vermiş.
-Doğru söylüyorsun ben yanlış davrandım, demiş.
Dilbaz:
-Ondaki eksikleri görmek yerine sahip olduklarına bak, demiş. Görerek dikkati dağılmadığı için o çok iyi bir dinleyici, her şeyi hızlı anlıyor. Kulakları senden daha iyi duyuyor ve sesleri senden daha iyi ayırt edebiliyor.
Elmas:
-Ellerini de benden iyi kullanıyor, demiş.
Dilbaz anlatmaya devam etmiş:
-Bazı şeyleri yapması zor olduğu için yapabildiği zamanlarda başarmanın mutluluğunu yaşıyor. Mutlu olmanın iki göze bağlı olmadığını biliyor. Bence senin ondan öğreneceğin çok şey var.
Elmas Dilbaz’la konuştuktan sonra hemen gidip Gülenay’dan özür dilemiş.
O günden sonra birlikte çok güzel oyunlar oynamışlar. Elmas, arkadaşı için bol bol kitap okumuş. Birlikte büyümüşler. Gülenay, cesareti ve öğrenme azmiyle başarılı bir insan olmuş. Elmas, her zaman arkadaşının başarılarıyla gurur duymuş. Gülenay’ın o gülen yüzü hiç solmamış, zorluklar onu daha da güçlendirmiş. Mutlu mutlu yaşamışlar.

Lambidik Leylek Masalı

 Lambidik Leylek Masalı

Güzel bir bahçe içinde bulunan büyük bir evin çatısında bir leylek ailesi yaşarmış. Bu ailenin Lambidik adında bir de yavruları varmış. Lambidik evini çok severmiş. Evin bahçesinde oynayan çocukları seyretmeye bayılırmış. Kendi de yakın yerlerde yaşayan yavru leyleklerle buluşur, oyunlar oynarmış. Annesi yiyecek bulmak için gittiğinde o da evinden uzaklaşmadan çaça böceklerini yakalamaya gidermiş. Çaça böcekleri, ağaçların yaprakları üzerinde yaşayan minicik böceklermiş. Lambidik, çaça böceklerinin tadına bayılırmış.
Lambidik bir gün arkadaşlarıyla saklambaç oynarken çok dar bir ağaç kovuğuna zorla girmiş. Sonra da ebeyi sobeleyeyim diye kovuktan alelacele çıkmaya çalışmış. Kanadının biri kovuğun içindeki aralığa sıkışmış. Hemen arkadaşlarını çağırmış. Arkadaşları Lambidik’i çıkartmak için hep birlikte kuvvetlice aynı anda çekmişler. Lambidik büyük bir çığlık atarak oradan çıkmış ama kanadı kopmuş.
Lambidik’in kanadı hem kanıyor hem de çok ağrıyormuş. Lambidik “kanadım kanadım” diye bağıra bağıra ağlamaya başlamış. Arkadaşları onu teselli etmeye çalışıyorlarmış. Lambidik’in sesini doktor fil duymuş. Hemen gelmiş, kırılan kanadı kovuktan çıkarmış Lambidik’i hortumuyla aldığı gibi orman hastanesine götürmüş. Kırılan kanadı yerine dikmiş. Lambidik birkaç gün hastanede kaldıktan sonra yuvasına babasının sırtında dönebilmiş. Çünkü kanadının biri kırık olduğu için uzun süre uçamayacakmış. İyileşene kadar da doktor filin verdiği ilaçları içmek zorundaymış.
Lambidik ilaç içmeyi hiç sevmezmiş.
-Ben ilaç içmek istemiyorum, diye yalvarmış annesine.
Annesi bu isteğini kabul etmemiş. Babasına yalvarmış o da kabul etmemiş.
Babası:
-İyileşmek için içmek zorundasın, demiş.
Lambidik düşünmüş taşınmış ve ilacı içermiş gibi yapıp annesini kandırmaya karar vermiş. Annesi ilacı ağzına verince yutuyor gibi yapıyor sonra da ilacı göstermeden çıkarıp atıyormuş. Annesi ilacı attığını fark etmiyormuş. Fakat bu arada Lambidik kanadının ağrısından hiç uyuyamıyormuş. Kanadım kanadım diye ağlıyormuş. Babası gidip doktor file sormuş. Fil gelip onu muayene etmiş.
Lambidik’e:
-Sen ilaçları yutuyor musun? diye sormuş.
Lambidik itiraf etmek zorunda kalmış. Fil ilaçları yutması gerektiğini söyleyip gitmiş.
Lambidik ilaçları yutmaya başlamış ama her ilaç saatinde annesini çok üzüyormuş. Annesi ilacı içirebilmek için ona uzun süre yalvarıyormuş. Lambidik “şunu yaparsan içerim, bunu yaparsan içerim” diyerek annesine nazlanıyormuş. Annesi de istediklerini yerine getirmeye çalışıyormuş. Lambidik bir şey fark etmiş. Hastayken annesine istediğini yaptırabiliyormuş. Annesi o hasta diye ne istese yapmak için koşturuyormuş.
Lambidik annesinin iyi niyetini kullanmaya başlamış. Şımardıkça şımarmış, annesinden olur olmaz şeyler isteyip duruyormuş. Annesi onun isteklerini yerine getirmek için uğraşmaktan yorgun düşüyormuş. Babası evlerine yiyecek getirmek için gittiğinden bütün iş annesine kalıyormuş.
Annesi onun hangi isteğine koşacağını şaşıyormuş. Lambidik iki de bir:
“Çaça canım istiyor anne. Ne olur bana çaça getir,” diyormuş.
Annesi gidip yaprakların üzerinden çaça topluyormuş. Çaça toplamak çok kolay bir iş değilmiş. Çaça böcekleri çok minik olduğu için annesi uzun gagasıyla toplarken zorlanıyormuş. Annesi çaça getiriyormuş, Lambidik onları hemencecik yiyormuş. Biraz sonra yeniden çaça istiyormuş. Annesi şimdi toplayamam derse gagasını kocaman açıp:
“Çaçaaaaa, çaçaaaaaa! Canım çaça istiyor,” diye bağıra bağıra ağlıyormuş.
Anneciği o üzülmesin diye çaça toplamaya gittiğinde Lambidik uyuyormuş. Gündüz uykusunu alan Lambidik’in gece uykusu gelmiyormuş. Gündüz çok yorulan annesi gece uyumak ve dinlenmek istiyormuş ama ne mümkün. Lambidik kendi uyuyamadığı için annesini de uyutmuyormuş. Babası akşamları çok yorgun olduğu için çoğu zaman onun sesini bile duymuyormuş. Lambidik annesinden sürekli bir şeyler istiyormuş.
“Anne bana masal anlat, anne karnım acıktı, anne susadım, anne hadi seninle oyun oynayalım...” gibi istekleri hiç bitmiyormuş.
Annesi Lambidik’in yaptıklarına dayanmaya çalışıyormuş ama etrafta yaşayan diğer hayvanlar onun sesinden bıkmışlar.
Bahçedeki ağaçta yaşayan serçe ailesi artık buna dayanamaz olmuşlar.
Baba serçe:
-Yeter artık Lambidik, demiş. Kanadın kırıldığı günden beri hepimizi rahatsız ediyorsun. Hastasın diye sesimizi çıkarmadık ama artık dayanamıyoruz. Bizi rahatsız etmeye hakkın yok.
Anne leylek komşuları rahatsız olunca iyice üzülmüş. Fakat Lambidik kimsenin sözüne aldırış etmiyormuş.
Bir sabah Lambidik yine çaça diye tutturmuş. Babası erkenden gitmiş, annesi de bütün gece uykusuz olduğu için biraz uyumak istemiş. Fakat Lambidik “çaça da çaça” deyip durmuş. Annesi çaça toplamak için gitmiş. Lambidik annesinin dönmesini beklerken uyuyakalmış. Uyandığında öğlen olmuş ama annesi hâlâ dönmemiş.
Lambidik:
-Anne, anne, diye bağırmış.
Annesinden hiç ses seda yokmuş. Bu sefer daha yüksek sesle:
-Anne, anne, diye bağırmış.
Yine annesinden bir cevap gelmemiş. Komşuları Güvercin:
-Ne oldu Lambidik? diye sormuş.
Lambidik ona durumu anlatmış.
Güvercin:
-Yazık arkadaşıma, acaba bir yerde bayılıp mı kaldı? demiş. Günlerdir senin şımarıklıkların yüzünden yorgunluktan kanadını çırpacak hâli yoktu. Hiç anneni düşünmedin.
Lambidik:
-Ama ben hastayım, demiş.
Güvercin:
-Hasta olduğun için düşüncesizce davranmak zorunda değilsin, demiş. Sen hastasın ama sürekli yattığın için dinlenebiliyorsun. Oysa sana hizmet etmekten annenin dinlenmeye fırsatı olmuyor. Hiç olmazsa geceleri uyumasına fırsat versen, biraz dinlenir.
Güvercin Lambidik’in annesini aramak için gitmiş. Bir süre sonra geri dönmüş.
-Bulamadım, her zaman gittiği yerlerde yoktu, demiş.
İşte o zaman Lambidik korkmaya başlamış. Benim yüzümden annem hastalandı mı, başına bir şey mi geldi diye kara kara düşünmeye başlamış. Yaptıklarını düşündükçe kendinden utanmış. Annesini çok yorduğunu fark etmiş. Annesi hem ona bakıyormuş hem yuvalarının temizliğini sağlıyormuş. Bu arada geçmiş olsun demek için gelenlerle ilgileniyormuş. Azıcık bir dinlenme fırsatı çıktığında Lambidik’in ısrarı yüzünden çaça toplamaya gidiyormuş. Geceleri de Lambidik uyumadığı için ona masallar anlatıyor sabaha kadar birlikte oyunlar oynuyorlarmış.
Lambidik kara kara düşünmeye başlamış. Annem gelsin onu bir daha üzmeyeceğim diye kendi kendine söz vermiş. Akşam üstü annesi gelmiş. Lambidik merak içinde:
-Anneciğim neredeydin, seni çok merak ettim, demiş.
Annesi:
-Kötü bir şey yok yavrum, demiş. Çaça toplarken ağacın dalında uyuyup kalmışım. Bir gözümü açtım akşam olmuş. Nasıl bu kadar uzun ve derin uyumuşum ben de anlayamadım.
Lambidik:
-Çünkü çok yorgun ve uykusuzsun anneciğim, demiş. Uyuduğun iyi olmuş, biraz dinlenmişsindir.
Annesi:
-Ama sana çaça toplayamadım, demiş. Vaktin geç olduğunu görünce sen merak edersin diye hemen geldim.
Lambidik annesine sarılmış.
-Çaça önemli değil anneciğim, sen geldin ya önemli olan o, demiş.
Annesi Lambidik’in sözlerine şaşırmış.
Lambidik o günden sonra hiç düşüncesizlik yapmamış. Kendinden başkalarını da düşünmüş. Ailesiyle birlikte mutlu yaşamış.

Sütlaç İle Pekmez Masalı

 Sütlaç İle Pekmez Masalı

Şehrin birinde Sütlaç ve Pekmez adında iki kız kardeş yaşarmış. Kardeşlermiş ama birbirlerine hiç ama hiç benzemezlermiş. Sütlaç bir süt kadar beyaz, Pekmez ise bir pekmez kadar karaymış. Bu iki küçük kız kardeş birbirleriyle çok iyi anlaşırlarmış. Tabi arada bir kavga ettikleri de olurmuş. Fakat birbirlerine küsmezler az sonra oyunlarına devam ederlermiş.
Bir gün iki kardeş anneleriyle birlikte bir akrabalarının evine ziyarete gitmişler. Anneler otururlarken kızlar bahçeye çıkıp oyun oynamışlar. Bir ara susamışlar. Su içmek için mutfağa gitmişler fakat boyları bardak almaya yetişmemiş. Sütlaç o sırada yerde bir şişe sarı su görmüş.
-Pekmez, bak orada meyve suyu var, benim canım ondan istedi, demiş.
Pekmez:
-Benim de canım meyve suyu istedi, su yerine onu içelim bari, demiş.
Sütlaç şişeyi kafasına dikmiş daha ilk yudumda bırakmış.
-Boğazım yandı, bunun tadı çok kötü, demiş zoraki çıkan sesiyle.
Pekmez:
-Bakayım tadı nasıl? diyerek bir yudum da o almış.
Almasıyla birlikte bağırması bir olmuş. Sütlaç ağlamaya başlamış. Boğazı yanıyor hatta kavruluyormuş. Kızların sesine annesiyle ev sahibi koşmuş. Pekmez’in elindeki şişeyi gören ev sahibi:
-O elinizdeki şişenin içindekini mi içtiniz? diye sormuş.
Kızlar ağlayarak başlarını sallamışlar.
Kızların meyve suyu diye içtikleri şey, aslında bir temizlik maddesiymiş. Annesi hemen onları kusturmuş. Kızlar kusunca daha kötü olmuşlar. Nefes almakta bile zorlanmaya başlamışlar. Annesi hemen onları hastaneye götürmüş. Doktorlar kızları hemen ameliyata almış. Annelerinin faydalı olur zannederek onları kusturması aslında büyük bir hataymış. Kusarken ikinci kez zehir boğazlarından geçtiği için çocukların nefes borusu ve yemek borusu daha fazla yanmış. Kusmasalarmış tedavileri daha kolay olabilirmiş. Anneleri çok üzülmüş.
Sütlaç ve Pekmez için zor günler başlamış. Yemek boruları yandığı için uzun süre hiçbir şey yiyememişler. İlaçla beslenmişler. Peş peşe gelen ameliyatlar nedeniyle günlerce aç kalmışlar.
Hastanede yan yana iki yatakta yatıyorlarmış. İkisi de konuşamıyormuş. Birbirleriyle bakışarak anlaşıyorlarmış. Biraz iyileşince elleri de katılmış konuşmaya. Bazen ellerinin birine ilaç bağlanıyormuş, o zaman da ayaklarını kullanıyorlarmış.
Sütlaç ve Pekmez el, ayak, baş ve gözleriyle çeşit çeşit oyunlar oynuyorlarmış. Kendilerine bebek bile bulmuşlar. Kollarına bağlanan kocaman şişedeki ilaçları bebekleri yapıyorlarmış. Şişedeki ilacın durumuna göre bebekleri yeni doğmuş oluyormuş. Bebekleri bazen acıkıyor, bazen ağlıyor, bazen gülüyormuş. İlaç bittiğinde bebeklerinin uykuya yattığını düşünüyorlarmış. Onlar da oyunlarına devam ediyorlarmış.
İki kardeşin bu sessiz oyununu odada yatan diğer hasta çocuklar film izler gibi izliyorlarmış. Onlar da izlerken eğleniyorlarmış. Pekmez ve Sütlaç onları da katmışlar oyunlarına. Diğer çocukların da konuşmaları yasakmış oyunda. Sessizce oynuyorlarmış oyunlarını. Çok eğleniyorlarmış. O güne kadar bir şey anlatmak için pek kullanmadıkları gözlerini, burunlarını, dudaklarını kullanmayı öğrenmişler. Yüz ifadeleriyle sessizce konuşabiliyorlarmış artık.
Bu oyun çocukların olduğu kadar büyüklerin de hoşuna gitmiş. Çocukların yakınları da oyunları dikkatle izliyorlarmış. Ne anlattıklarını anlamaya çalışıyorlarmış. Sessiz oynandığı için kimse rahatsız olmuyormuş. Oyun, uyumak isteyen çocukların dinlenmesini de engellemiyormuş.
Sütlaç ve Pekmez zamanla iyileşmişler. Önce konuşmaya başlamışlar. Bir süre sonra da yavaş yavaş yemek yemeye başlamışlar. İyileşmeye başlayınca doktorlar Sütlaç ile Pekmez’in evlerine gidebileceklerini söylemişler. Çocuklar evlerine döndükten sonra sessiz oyunlarını oynamaya devam etmişler.
Sütlaç ile Pekmez odalarında oyun oynadıkları bir gün Sütlaç susamış. Masanın üzerinde bardağın içinde su varmış. Sütlaç bardağı almış, tam suyu içecekmiş ki bardaktan bir ses gelmiş:
-Bu kadar da olmaz ki canım, demiş ince ve tiz bir ses.
Sütlaç korkmuş, bardağı hemen masanın üzerine bırakmış.
-Pekmez, bardak konuştu duydun mu? diye bağırmış.
Pekmez daha bir şey söylemeye kalmadan yine bir ses gelmiş.
-O kadar da değil, demiş sahibi görünmeyen ses.
Kızlar iyice şaşırmışlar.
Pekmez:
-Kim konuşuyor o zaman? diye sormuş.
-Mikrobunuz konuşuyor canım, diye cevap gelmiş sesten.
İkisi de gözlerini bardağa dikmiş dikkatli bir şekilde bakıyorlarmış. Fakat hiçbir şey göremiyorlarmış.
Sütlaç:
-Biz seni göremiyoruz, demiş.
Mikrop:
-Görünmediğim için zaten mikrop olarak yaşıyorum, demiş. Görünseydim, siz insanlar beni yaşatır mıydınız? Bardağın tam kenarındayım ama görmeniz mümkün değil. Neyse konuya dönelim. Siz hiç akıllanmadınız mı, hastaneden daha yeni çıktınız.
Sütlaç:
-Ne oldu, ne yaptık ki? diye sormuş.
Mikrop cevap vermiş:
-Uyarmasam az daha bardaktaki suyu içiyordun.
Sütlaç:
-Zehir değil ya, su içecektim. Ne var bunda? diye sormuş.
Mikrop:
-Bu su ne zamandır burada duruyor? diye sormuş.
Kızlar biraz düşünmüşler. Pekmez hatırlamış.
-Dün sabah ben getirmiştim bu suyu. Kahvaltıdan sonra susamıştım, biraz içtim kalanı da masanın üzerine bırakmıştım. Niye sordun ki?
Mikrop:
-Bu su dünden beri ağzı açık bir şekilde masanın üzerinde duruyor. Biz mikroplar doğum günü bile yaptık bu suda. Siz şurada oyun oynarken biz ne eğlenceler düzenledik.
Sütlaç:
-Ay özür dilerim az daha içiyordum hepinizi, demiş. Ama benim suçum yok ki, sizi görmedim, çok susamıştım.
Mikrop:
-Yok canım bizim için önemli değil, demiş. İçsen de bize bir şey olmaz. Biz senin vücudunun içinde müsait bir yer bulur, yerleşirdik.
Pekmez merakla sormuş:
-Hep içimizde mi kalırsınız siz, bir daha dışarı çıkmaz mısınız?
Mikrop onun bu saf sorusu karşısında gülmüş:
-Olur mu canım öyle şey, çıkarız tabi ki. Bir gün bir hastalık olarak çıkarız ortaya. Ben size acıdım, daha hastaneden yeni çıktınız diye uyarmak istedim. Yeniden hastalanmanızı istemedim.
Sütlaç:
-Ayyy teşekkür ederim çok iyisin, demiş.
Mikrop:
-Suda bir tek biz olsak zararı yok, demiş. Biraz önce suya dev bir böcek düşüp öldü.
Dev bir böcek deyince ikisi de eğilip suya bakmışlar. Dikkatlice bakınca suyun içinde minicik bir böcek ölüsü görmüşler.
Pekmez hayret içinde sormuş:
-Dev böcek dediğin bu mu?
Mikrop:
-Eee... Benim cüsseme göre dev sayılır, demiş. Hem ayrıca boy pos önemli değil ki. Minnacık diye küçümsediğin o böcek ölüsü, seni hasta etmeye yeter. Uyarmasam az daha yutuyordun.
Sütlaç hemen kendini savunmuş.
-Ama çok küçük göremedim ki, demiş.
Mikrop ona bir soru sormuş:
-Ağzı açık kaplarda beklemiş yiyecek ve içeceklerin siz insanlar için zararlı olduğunu duymadın mı?
Sütlaç utanmış.
-Duymuştum ama suyu içeceğim zaman aklıma gelmedi, demiş.
Mikrop konuşmasına devam etmiş:
-O böcek olmasa da biz sizi hasta etmeye yeteriz. Nerede açıkta yiyecek ya da içecek varsa biz mikroplar üzerine çullanırız. Bardağın üzerini örtseydin, su temiz kalır biz de giremezdik.
Pekmez:
-Bundan sonra dikkat ederiz, bizi uyardığın için teşekkür ederiz, demiş.
Mikrop:
-Bir şey değil, demiş. Şimdi beni götürün lavaboya dökün de oradan gidip biraz büyüklerimi ziyaret edeyim.
Pekmez üzülmüş mikroptan ayrılırken.
-Seninle tekrar nasıl görüşebiliriz? diye sormuş.
Mikrop:
-Sizin iyiliğiniz için görüşmesek daha iyi ama ben yine de görüşme imkanlarımızı anlatayım, demiş. Yemekten önce ve sonra ellerinizi sabunlamazsanız çabuk buluşabiliriz. Kirli ellerinizle birlikte çabucak ağzınıza girerim, ancak hastalık olarak karşılaşabiliriz. Onu tavsiye etmem. Ayrıca tuvaletten çıkınca ellerinizi sabunlamazsanız sadece ben değil koca bir mikrop ordusuyla görüşürsünüz. Onu hiç tavsiye etmem, sizin için hiç iyi olmaz.
Sütlaç:
-Ama sen tek olsan bize zarar vermezsin değil mi? diye sormuş.
Mikrop safça sorulmuş bu soruya da gülmüş.
-Hiç güvenmeyin kızlar, demiş. Mikrop her zaman mikropluğunu yapar. Ben sizi uyardım çünkü o suda böcek ölmüştü. Böcekli suda oluşan mikroplarla aram hiç iyi değildir. Onlarla sizin vücudunuzda birlikte olmak istemedim.
Pekmez:
-Yani bizim için değil kendi keyfin için bizi uyardın o zaman, demiş. Ben de ne iyi mikropmuş diye düşünüyordum. Artık sana acımadan suyu lavaboya dökebilirim.
Mikrop:
-Dök dök, demiş. Ama belki suyla birlikte gidemem bardağın kenarında kalabilirim. Onun için sakın bardağı deterjanlı suyla yıkamayın tamam mı! Deterjana karşı alerjim var.
Sütlaç:
-Üzgünüm, biz affetsek annem affetmez, hadi artık hoşçakal, demiş.
Pekmez bardağı mutfağa götürüp suyu lavaboya dökmüş. Bardağı da bulaşık yıkayan annesine vermiş. O günden sonra Sütlaç ve Pekmez temizliğe çok dikkat etmişler. Ne olduğunu bilmedikleri yiyecek ve içecekleri büyüklerine sormadan ağızlarına götürmemişler. Açıkta beklemiş yiyecekleri yememişler.
Sağlıklarını korumak için dikkat etmişler.
Arkadaşlarını da temizlik konusunda dikkatli olmaları için uyarmışlar. Hastanede buldukları sessiz oyunla mikrobun hayatını oynamışlar. Anlatmak istediklerini oyunla daha iyi ifade edebilmişler. Mikroptan ve hastalıktan gereken dersi almışlar. Artık ders almak için oyun ve masalları tercih etmişler.

Hayal Kuşu Masalı

 Hayal Kuşu Masalı

Ülkenin birinde Şahane adında akıllı, iyi bir prenses yaşarmış. Prenses Şahane, kralın üç çocuğundan biriymiş. Kralın danışmanının kızı olan Harika dışında sarayda yaşayan herkes Şahane’yi çok severmiş. Harika, Şahane’yi çok kıskanırmış. “Kralın kızı o değil, ben olmalıydım. Ondan daha güzel ve daha zekiyim,” diye düşünüyormuş.
Harika, ismi gibi güzel bir kızmış. Bırakın sarayı ülkede onun gibi güzel bir kız yokmuş. Çok da zekiymiş. Küçük yaşına rağmen üç dil öğrenmiş. Prensesle yaşları aynıymış. Prenses ondan bir hafta büyükmüş. Harika, “Kralın kızı belki de bendim. Yanlışlıklı bizi karıştırdılar mı acaba?” diye bile düşünüyormuş. Kendini prenses olmaya layık görüyormuş. Zaten sarayın içinde giyinip öyle bir dolaşıyormuş ki tanımayanlar onu kralın kızı zannederlermiş.
Harika, Şahane’nin çok sevilmesine sinir oluyormuş. “Ben daha güzelim, daha zekiyim, neden beni daha çok sevmiyorlar?” diye düşünerek canı sıkılıyormuş. “Prenses olduğu için onu çok seviyorlar herhalde” diyerek kendini avutuyormuş. Oysa herkes güzel huyundan dolayı Şahane’yi çok seviyormuş. Şahane, herkese saygılı, yardımsever, iyi bir çocukmuş.
Günlerden bir gün Şahane hastalanmış. Doktorlar onun ağır bir hastalık geçirdiğini, uzun bir süre yatması gerektiğini söylemişler. Ayrıca mikrop kapmasın diye odasına ziyaretçi girmesini de yasaklamışlar.
Şahane’nin hastalığına Harika dışında herkes çok üzülmüş. Aradan bir ay geçmiş. Harika, Şahane’yi görmeyi çok istiyormuş. Onu hasta ve mutsuz görmek onu mutlu edecekmiş.
Harika gidip önce padişahla, sonra doktorlarla konuşmuş. Şahane’yi çok özlediğini söylemiş. Doktorlar çok kısa bir süre onu görebileceğini söylemişler. Harika doğru Şahane’nin odasına koşmuş. Odaya girdiğinde Şahane kitap okuyormuş. Harika’yı görünce yüzüne ağzını ve yüzünü kapatan bir maske takmış. Harika tedirgin olmuş, ondan biraz uzakta durmuş,
-Hastalığın bulaşıcı mı, onun için mi taktın o maskeyi? diye sormuş.
Şahane:
-Hayır bulaşıcı değil, korkma, demiş. Ben bu maskeyi kendimi korumak için taktım. Hasta olduğum için dışardan gelebilecek mikroplara karşı kendimi korumam gerekiyor.
Harika rahatlamış. Yanına yaklaşıp yatağın yanında ki sandalyeye oturmuş.
-Sen bu maskeyle dışarı çıkmaya utandığın için mi hiç odadan çıkmıyorsun, diye sormuş.
Şahane başını sallamış.
-Hayır, demiş. Neden utanayım ki. Şu anda doktorlar izin vermiyor. Onlar izin verdiği zaman iyileşene kadar maskemi takıp çıkacağım.
Harika şaşırmış,
-Ama herkes sana tuhaf tuhaf bakar, demiş.
Şahane,
-Hiç kimsenin bakışı beni ilgilendirmez, demiş. Ben sağlığımı korumak için ne gerekiyorsa onu yaparım.
Harika onun eskisi gibi güler yüzlü olmasından rahatsız olmuş.
-Senin için çok üzülüyorum, biraz zayıflamışsın, demiş.
Şahane:
-Üzülme, demiş. Ben iyileşeceğime inanıyorum.
Harika:
-Hasta olduğun için çok üzülüyorsun değil mi? diye sormuş.
Şahane:
-Hasta olduğumu ilk öğrendiğimde çok üzülmüştüm. Tabi ki hasta olmak istemezdim. Bir gün doktorum dedi ki “Üzüntü minik bir böcek gibidir. İnsanın beynini kemirir. İyileşmene izin vermeyeceği gibi başka hastalıklara da sebep olur.”
Harika;
-Üzüntü böceğimi? diye hayretle sormuş.
Şahane:
-Evet, demiş. Üzüntü böceğini kendinden uzak tuttuğun sürece her hastalığı yenebilirsin dedi doktorum. O yüzden artık durumumu kabullendim, üzülmüyorum.
Harika onu üzmeye çalışıyormuş.
-Ama kafeste ki bir kuş gibi bu odaya mahkumsun. Hiçbir yere gidemiyorsun. Ben olsam çok üzülürdüm.
Şahane gülümsemiş.
-Sen benim hiçbir yere çıkmıyorum dediğime bakma. Hiç kimsenin görmediği yerlerde geziyorum ben, demiş.
Harika:
-Geziyor musun? diye sormuş şaşkınlık içinde.
Şahane:
-Evet benim bir kuşum var. Beraber uçup gidiyoruz. Birlikte her yeri geziyoruz.
Harika bunu duyar da yerinde durur mu? O gezmeleri senin elinden alayım da gör diye düşünmüş. Hemen yerinden fırlamış.
-Benim bir işim vardı onu hatırladım, deyip çıkmış odadan.
Doğruca kralın yanına gitmiş. Odada yattığını zannettiği kızının bir kuşun üzerine binip gezdiğini anlatmış.
Kral’da pek şaşırmış bu işe. Şahane’nin yanına gidip konuşmuş. Daha sonra Şahane Harika’yı odasına çağırtmış. Harika biraz korkmuş. Babasına kuşla gezdiğini haber verdiği için Şahane’nin kendisine kızacağını zannetmiş. Oysa Şahane’nin hiç de kızgın bir hâli yokmuş.
Şahane:
-Gel Harika. Sözümün devamını dinlemediğin için söylediklerimi yanlış anlamışsın, demiş.
Harika:
-Hiç de yanlış anlamadım, demiş. Gezdiğini söyledin, ben de senin iyiliğin için gidip babana haber verdim. Gezersen iyileşemezsin ki. Senin iyileşmek için yatıp dinlenmen gerekiyor. Ben senin iyiliğin için yaptım.
Şahane:
-Teşekkür ederim arkadaşım ama yanlış anlamışsın. Evet geziyorum ama yattığım yerden geziyorum, demiş.
Harika şaşırmış.
-Kuş çok mu büyük, üzerinde karyola mı var? diye sormuş hayretle.
Şahane gülmüş.
-O gerçek bir kuş değil ki, demiş. O benim hayal kuşum. Yatağımda uzanırken gözlerimi kapatıyorum, o zaman yanıma geliyor ve birlikte geziyoruz. Geçmişe gidiyoruz, geleceğe gidiyoruz… Masallar kuruyoruz. Ben değişik değişik masallarda kahraman oluyorum. Bazen yemyeşil bir ormana gidiyorum, etrafımda pek çok hayvan oluyor. Onlarla oyunlar oynuyorum. Bazen fakirlere yiyecek götürüyorum. Yalnız kalmış üzgün insanlara arkadaş oluyorum. Bazen sarayın bahçesine iniyorum. Sizlerle oyunlar oynuyorum. Yani hayal kuşumla istediğim her şeyi yapıyorum.
Harika’nın canı sıkılmış.
-Bu hayal kuşunun gelmesine engel olacak, onu kaçıracak bir şey yok mu? diye sormuş umutsuzca.
Şahane:
-Maalesef var, demiş.
Harika heyecanla sormuş.
-Hayal kuşunu ne kaçırıyor?
Şahane:
-Üzüntü böceği, demiş. Hayal kuşuyla, üzüntü böceği birbirini hiç sevmiyor. Biri gelince diğeri mutlaka kaçıyor. O yüzden hiçbir şeye üzülmemeye çalışıyorum ki hayal kuşum kaçmasın. Üzüntü böceği beynimi kemirmesin. Ne zaman hayal kuşuma binersem işte o zaman üzüntü böceği arkasına bakmadan kaçıyor.
Harika:
-Amaaan, demiş ayağa kalkarken. Ben gidiyorum, ne hâlin varsa gör.
Harika, kıskançlık duygularıyla çıkmış odadan. Şahane ise gözlerini kapatmış hayal kuşuyla birlikte tatlı bir gezintiye çıkmış.

Etiketler

Neşe Doktoru Masalı

Neşe Doktoru Masalı

Şehrin birinde akıllı, çalışkan bir vali varmış. Bu vali ileri görüşlü, yenilikler yapmayı seven biriymiş. Her sabah kalktığında bugün, dünden farklı, iyi bir şey yapabilir miyim diye düşünürmüş. Yardımcılarına danışırmış, bazen de sokağa çıkar halka sorarmış. Beğendiği bir fikir olduğunda hemen uygulamaya koyarmış. Sonra bir süre kimseden uygulanabilir yeni fikirler gelmemiş. Valinin canı çok sıkılmış bu duruma.
Hemen bir ilan yaptırmış:
“İnsanlığın iyiliği için işe yarayacak yeni bir fikir arıyorum. Değişik fikri olanlar valiliğe gelip söylesin. Beğenilmeyen fikirler bir altınla, beğenilen fikirler on altınla ödüllendirilecektir.”
Vali beğenmeyeceği fikirlere de ödül koymuş ki yeter ki halk kafasını çalıştırıp düşünsün. Düşüncelerini söyleme cesareti göstersin. “Benim fikrimi ne yapacaklar?” şeklinde düşünüp tembellik etmesinler diye öyle yapmış.
İlan daha yapılır yapılmaz halk doluşmuş valiliğe. Ne fikirler gelmiş, ne fikirler… Vali yardımcılarıyla birlikte hepsini tek tek dinlemiş. Kimini dinlerken gülmemek için kendilerini zor tutmuşlar. Kimini ise şaşkınlıktan ağızları açık bir şekilde dinlemişler. İşe yarar bazı fikirler de gelmiş bu arada. Güler yüzlü bir gencin söyledikleri valiye ilginç gelmiş.
Genç demiş ki:
-Vali Bey, ben her hastane de birkaç tane neşe doktoru olması gerektiğini düşünüyorum.
Vali:
-Neşe doktoru mu? diye hayretle sormuş.
Genç:
-Evet, demiş. Özellikle hasta çocuklar için. Geçen kış kardeşim hastalanmıştı. Bir süre hastane de onun yanında ben kaldım. Orada hasta çocukların bazılarının mutsuz olduklarını gördüm. Bazıları da hastanede çok sıkılıyorlardı. Ben onlara masallar anlattım, oyunlar oynattım. Onlara sürpriz şakalar hazırladım, çok eğlendiler. Benim adımı neşe doktoru koydular. Çok güzel zaman geçirdik.
Vali:
-Çocukları sevindirmek güzel olur, demiş.
Bu fikir valinin kafasına yatmış. Genci on altınla ödüllendirmiş ve onu neşe doktoru olarak işe almış. Çocukları seven, masallar ve oyunlar bilen başka kişileri de neşe doktoru olarak görevlendirmiş. Her hastaneye birkaç tane neşe doktoru göndermiş.
Neşe doktorları, hasta çocuklar tarafından çok sevilmiş. Valiye teşekkür üstüne teşekkür gelmiş. Çocuklar mutlu olunca daha çabuk iyileşmişler.
Vali bir gün palyaço gibi giyinmiş, başına bir şapka takmış. Sırtına da üstü rengarenk iplerle süslü, kocaman, içi dolu bir çuval almış. Çuvalın içinde oyuncaktan tutun da defter ve kaleme kadar her şey varmış. Vali bir hastaneye gitmiş, doktorlara durumu anlatmış. Çocukların olduğu kata çıkmış. Onu o kıyafetler içinde kimse tanımamış. Sırtında çuvalla odaya girince bütün çocuklar şaşırmışlar.
Çocuklardan biri:
-Sen de kimsin? diye sormuş.
Vali:
-Ben neşe doktoruyum, demiş.
Çocuklar gülüşmüşler, daha önce gelen neşe doktoruyla çok eğlenmişler. Çocuklardan en büyüğü:
-Hadi o zaman önce bize bir şaka yap, demiş.
Vali:
-Ben bu şehrin valisiyim, demiş.
Çocuklar çok gülmüşler bu söze. Odada ki en büyük çocuk:
-İyi şakaydı. Vali de duysa gülerdi, demiş.
Çocuklar ondan masal anlatmasını istemişler. Vali onlara masal anlatmış. Sonra hediyeleri dağıtmış. Daha sonra da birlikte oyunlar oynamışlar. Mutlu bir akşam geçirmişler. Vali oradan ayrılırken çocuklar:
-Yarın yine gel neşe doktoru, demişler.
Vali düşünmüş taşınmış onlara iyi bir teklif sunmuş.
-Ben tekrar gelemem ama içinizden birini yarınki neşe doktoru olarak seçeyim. O da yarına kadar hazırlansın. Yeni masallar, fıkralar öğrensin. Güldürücü tatlı şakalar hazırlasın.
-Tamam, demiş çocuklar.
Vali içlerinden birini seçmiş.
-Yarın ki neşe doktoru sensin, demiş.
Çocuk:
-Tamam yaparım,” demiş. “Ben masal da biliyorum, değişik oyunlar da biliyorum. Onları oynatırım.
Vali:
-Sonra kura çekin ve her akşam biriniz neşe doktoru olun, demiş.
Zayıf, ufak tefek bir çocuk,
-Ben yapamam, demiş.
Vali,
-Yaparsın, demiş. Ben her çocuğun içinde bir neşe doktoru olduğuna inanıyorum. Onu mutlaka ortaya çıkarmalısınız. Hayata gülümseyerek bakarsanız, çabuk iyileşirsiniz. Siz içinizdeki neşe doktorunu ortaya çıkarın ki sizi tedavi eden doktorların da işi kolaylaşsın. Onlar hastalıklarınızı tedavi ederken neşe doktorunuz da üzüntülerinizi tedavi etsin.
-Tamam, demiş çocuklar.
O günden sonra her akşam bir çocuk neşe doktoru olmuş. Hem kendi eğlenmiş, hem de diğer çocukları eğlendirmiş. Zaten en büyük mutluluk da başkalarıyla paylaşılan mutlulukmuş.
Gökten üç elma düşmüş. Üç kişinin kafası yarılmış. O günden sonra gökte elma gören çocuklar kaçışmışlar. Şaka şaka... Gökten sadece üç karpuz düşmüş...

Çaydanlık Olmak İsteyen Prens Masalı

Çaydanlık Olmak İsteyen Prens Masalı

Bir varmış bir yokmuş, iki varmış, üç yokmuş...
Ülkenin birinde, kendi halinde bir prens yaşarmış. Kendi halinde diyoruz ama sahiden öyleymiş bizim prens. Kimsenin işine karışmak istemez, devlet yönetimiyle ilgilenmez, hep gezsin, eğlensin istermiş.
Babası ve bütün ülke halkı bu işe çok üzülüyorlarmış, çünkü prens kraldan sonra ülkeyi yönetecek kişiymiş ve o, bu görevleri yapmaktan kaçıyormuş. Annesi yalvarmış, babası bağırmış, çağırmış , ülkedeki bütün alimler, bilginler çağırılmış ama nafile... Bizim ki olmaz da olmaz diye tutturuyor.Artık yapacak bir şey bulamamışlar...
Günlerden bir gün daha kötü bir şey olmuş, bizim prens eline bir çaydanlık almış çaydanlığın üzerinde kendi resmine bakıp bakıp, ağlamaya başlamış. Anne ve babası ne olduğunu sorduklarında,
- Hiiiçç ben büyüyünce çaydanlık olmaya karar verdim “ demiş. Prensin çaydanlık olmak istediği birkaç saat içinde bütün ülkede duyulmuş. Ülke halkı sokaklara dökülmüş. “Olur mu canım, bir insan nasıl çaydanlık olabilir ki ?” diye konuşmaya başlamışlar. Ama prens anlamamış hiç birini, elindeki çaydanlığı hiç bırakmamış, hayran hayran çaydanlığı izler olmuş. Kral ve kraliçe ne kadar alim varsa toplamışlar saraya . Baba çıkmış ortaya ve konuşmuş onlarla.
- Sevgili prensimiz çaydanlık olmak istiyor. Haydi bir çözüm bulun buna , demiş. Siz çözüm buldunuz , buldunuz bulamadınız çıkıp üstünde tepineceğim, görecek çaydanlık olmak ne demek ? diye eklemiş.
Alimlerden biri çıkmış hemen:
- Ülkedeki bütün çaydanlıkları attıralım, demiş.
Kral bu fikri beğenmiş, emir vermiş, bütün çaydanlıklar yok edilmiş birkaç saat içinde. Ama prens nereden bulduysa bulmuş yine bir çaydanlık almış eline. Bu bir çözüm olmamış yani. Kralın siniri daha da artmış:
- Yeter yahu , bunca alim bir çözüm bulamadınız mı bu işe ? diye bağırmış. Alimlerden biri yerinden kalkmış;
- Siz konuştunuz mu hiç prensimizle ? diye sormuş.
Kral önce şaşırmış, sonra “ Ne konuşacağım ben onunla”diye kükremiş... O kadar çok bağırıyormuş ki, kendi sesinden kendi bile korkmuş. Alim :
- Efendimiz, siz sevgili prensimizle de böyle bağırarak konuşuyorsunuz, bazen o kadar çok korkuyor ki, sizi duymamak için kulaklarını kapatıyor, demiş. Kral durmuş, düşünmüş bu işte doğruluk payı var diye de aklından geçirmiş. Prensi yanına çağırmışlar :
- Oğulcuğum, yavrucuğum niye üzüyorsun bizi ? Bak biz senin için ne güzel şeyler düşünüyoruz”
diye konuşmaya başlamış. Sesi o kadar yumuşakmış ki, kendisi bile şaşırmış buna. Prens de çok şaşırmış. Babasının yanına oturmuş, elindeki çaydanlığı atmış:
- Babacığım işte ben de hep bunu bekliyordum” demiş. Bir gün beni sevdiğini anlarsam, işte o zaman ülkeyi yönetmek için senin yerine geçeceğim diye düşünüyordum.
Bizim kral ve Prens o günden sonra o kadar mutlu yaşamışlar ki, baba bir daha oğluna hiç kötü söz söylememiş, prens de çaydanlık olmak istememiş.

Etiketler

Titrek Tavşan Masalı

Titrek Tavşan Masalı

Titrek Tavşan Ormanda her gün kurulmakta olan tavşanlar pazarı havanın kararmasıyla birlikte dağılıyordu. Sergisini toplayan tavşan pazar yerini terk edip gidiyordu. Vakit geç olup da pazar yerinde tavşan kalmayınca bir tavşan pazara gelirdi. Sırtında boş çuvalıyla ve bu boş çuval tezgah altlarında kalmış, kıyıya köşeye atılmış, satılmamış havuçlarla ve bazı yiyeceklerle dolacaktı. Daima gölgelerden, acaba bir gören olur mu korkusuyla, yorgun ve titrek adımlarla. İşte bu tavşan yoksul, yetim, garip bir tavşandı. Adı Titrek Tavşan’dı. O, böylesine bir düşkünlük içinde olmanın çıkar yol olmadığını biliyordu. Fakat çaresizdi. Bir yuvası vardı, bu yuvada iki de oda. Bu odalardan birinde çok sevdiği Pembe Tavşan ve iki yavrusuyla birlikte kalıyordu. Diğer odada ise havuç yetiştiriyordu. Artık ne kadar havuç yetiştirebilir bunu tahmin etmek zor olmasa gerek.Havuçlar olgunlaşınca Titrek Tavşan bunları satacak ve ailesinin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışacaktı. Bir gün Titrek Tavşan ormanın karşısındaki tepeye doğru yürüyüşe çıkmıştı.Tepenin gerisinde deniz görünüyordu. Sahil yakındaydı. Birden kumların üzerinde bir martı dikkatini çekti. Bu martı kanadı kırık, yaralı bir martıydı. Uçamıyordu. Oldukça zor durumdaydı. Çünkü çevresi sekiz tane yengeç tarafından kuşatılmıştı. Kanadı kırık, yaralı martı, yengeçlerle amansız bir ölüm kalım savaşına girmişti. Kurtulmak için ileri atıldıkça önü bir yengeç tarafından kesiliyor ve yengeç korkunç kıskacıyla martıyı yakalamak istiyor, fakat martı canhıraş feryatlarla karşı koyuyor, gitgide tükenmekte olan gücüyle hayatını savunuyordu. Titrek Tavşan bu durumu görmezden gelemezdi. Tüm cesaretini toplayıp martının yardımına koştu.Yengeçler daha ne olduğunun farkına varamadan martıyı kucağına aldığı gibi, bir keklik gibi sekerek, onların aralarından sıyrıldı. Hızla koşarak olayı ilk gördüğü tepeye çıkan Titrek Tavşan, kucağındaki martının bayılmış olduğunu fark edince onun iyi bir bakıcıya ihtiyacı olduğunu düşünerek balıkçı Ziya Kaptan’ın yaşadığı deniz kıyısındaki kulübeye geldi. Martıyı Ziya Kaptan’a teslim eden Titrek Tavşan yuvasına geri döndü. Aradan bir ay geçti. Geçen zamanla birlikte havuçlar olgunlaşmıştı. Titrek Tavşan havuçları pazarda sattı. Kendine, Pembe Tavşan’a ve yavrularına elbise aldı. Ne zamandır hep aynı elbiseleri giymekten bıkmıştı, rengi solmuş, yamalı elbiseleri…Yoksulluk ömür boyu mu sürecekti? Hep böyle yoksul mu kalacaklardı? Yoksulluğun bir çaresi yok muydu? Eğer varsa bu çare neydi? Hani Titrek Tavşan yuvasının bir odasında havuç yetiştiriyordu ya şimdi o odada havuç kalmamıştı. Çünkü havuçlar satılmıştı. Titrek Tavşan buradaki toprağı şöyle bir alt-üst etti. Havuç tohumu attı. Suladı. Artık iş zamana kalmıştı. Nasılsa zaman geçecekti.Elbet bir gün gelir bu havuçlar da olgunlaşırdı. Titrek Tavşan bir sabah havuç yetiştirdiği odaya girince hayretler içinde kaldı. Gördüklerine inanamıyordu. Toprağın üstündeki olgun havuç yaprağıydı. Ama nasıl olurdu daha tohum atalı on gün bile olmamıştı. Bu kadar kısa sürede havuç yetişmesi olanaksızdı. Yaprak olgunlaşmıştı tamam da bakalım toprağın içinde havuç var mıydı? Orayı eşeledi, burayı eşeledi.Aldı havucun birini dişledi, aldı bir başka havucu daha dişledi, tuttu bu iki havucu yedi bitirdi. Enfesti havuçlar, tatlıydı. Titrek Tavşan bu havuçları da pazarda sattı. Memnundu yuvasına dönerken, çünkü iyi kazanmıştı. Daha sonraki günler de birbirinin tıpatıp benzeri şekilde geçti. Titrek Tavşan havuçları pazarda satıyor, ertesi gün, yine oda havuç dolu oluyordu. Bir akşamüstü Titrek Tavşan’ın kafası bu konuya takıldı. Nasıl oluyordu da tohum atmadığı halde toprakta havuç bitiyordu ve bu havuçlar bir gecede olgunlaşıyordu? Bu soruların bir açıklaması olmalıydı ve ne oluyorsa gece oluyordu. Demek ki geceleri bir şeyler dönüyordu havuç yetiştirdiği odada. Titrek Tavşan hemen kararını verdi. O gece odada sabaha kadar bekleyecek ve ne olup bittiğini anlayacaktı. Akşam yemeğini yedikten sonra havuç yetiştirdiği odaya geçti. Kapıyı kapadı. Kapının yan tarafına koyduğu sandığın içine girdi. Sandığın tahtaları arasındaki deliklerden odanın her tarafı rahatça görünüyordu. Titrek Tavşan dikkatini tam karşıdaki pencereye verdi. Yerden oldukça yüksekte olan bu küçük pencere odanın havalandırılması için kullanılıyordu. Vakit gece yarısı olmuştu. Aniden dışarıdan kanat sesleri duyuldu. Bir martı pencereden odaya girdi.Ayaklarının arasında küçük bir torba vardı. Martı bu torbadaki havuç tohumlarını toprağa serpiştirdi.İşini bitirdikten sonra pencereden uçup, gitti. Zamana karşı şartlandırılmış tohumları toprak hemen kabul edecek ve her geçecek bir saatte bu tohumlar on gün geçirmiş olacaktı. Titrek Tavşan vefakar martıyı hemen tanıdı. Bu martı, birkaç ay önce, yengeçlerin parçalamak istedikleri kanadı kırık, yaralı martıydı. Demek ki Ziya Kaptan yaralı martıyı iyileştirmiş ve kurtarıcısının kim olduğunu söylemişti. Martının Titrek Tavşan’a can borcu vardı ve bu borcunu cana can katarak ödüyordu. Titrek Tavşan birkaç gün sonra bir kamyonet satın aldı ve yetiştirdiği havuçları bu kamyonetle pazara götürmeye başladı. İki yavrusu da zamanla büyümüşler, genç birer tavşan olmuşlardı. Onlar da babaları Titrek Tavşan’la birlikte pazara gidiyorlardı. Titrek Tavşan yol boyunca şu şarkıyı söylüyordu: “ Benim adım Titrek Tavşan Ben pazarda havuç satarım İşte yanımda şimdi yavrularım Ben onlarla gurur duyarım Her gün pazara gideriz biz Tavşanlara havuç satarız..” Bazı günler kamyonetin peşi sıra bir martıyı uçarken görüyordu ve yavaşlıyordu. Az sonra, kamyonetle martı bir hizaya geliyor ve martı ile Titrek Tavşan selamlaşıyordu. Daha sonra martı hızını arttırıyor ve ileri doğru uçup gidiyordu. Titrek Tavşan ile martı böyle uzaktan uzağa bir birlikteliği uzun süre sürdürdüler. Fakat bir kez olsun bir araya gelip konuşamadılar. Bunun nedenini biz bilemeyiz. Belki de böylesi daha iyi oluyordu. Onlar gönüllerince mutluydular, huzur doluydular. Onların mutluluğunu engellemek bize yakışık almaz.

Etiketler

İki Kurbağa Masalı

 İki Kurbağa Masalı

Biri beyaz, diğeri siyah renkteki kurbağanın huy ve mizacı tıpkı renkleri gibi zıtmış. Ak kurbağa ne kadar iyimserse Karakurbağa o kadar kötümsermiş. Ak kurbağa bir şeye “ak” mı dedi; o hemen atılıp “kara” dermiş. Her şeyin olumsuz tarafını görmeye o kadar alışmış ki, gördüğü her şeyi eleştirmeyi neredeyse meslek haline getirmiş. Yağmur yağsa, Karakurbağa:

“Offff! Olacak şey mi şimdi bu?” diye şikayete başlarmış. “Yağmurda ne derenin tadı olur, ne de ortalıkta avlayacak sinek bulunur. Nefret ediyorum yağmurdan!”

Arkadaşının aksine her şeyin güzel tarafını görmeyi seven Akkurbağa cevap vermeden edemezmiş:

“Haksızlık etme lütfen! Sırf senin keyfin bozuldu diye güzelim yağmura niye düşman oluyorsun ki? Hem söylesene, yağmur yağmasa bizim evimiz-yurdumuz olan dereler, sazlıklar, bataklıklar kalır mı ortada?”

Elbette o, bu sözlerini tamamlayamadan Karakurbağa atılırmış:

“Tamam tamam, bay çok bilmiş kurbağa! Biliyor musun, sen tam da insanların sözünü ettiği şu Polyanna’ya benziyorsun. Mutluluk rolü oynayacağım diye saçma sapan sözler ediyorsun. Hani, uçurumdan aşağı düşsen, ‘bak ne güzel uçuyorum’ diyeceksin neredeyse. Azıcık gerçekçi olsana canım!”

Akkurbağa genelde bu tür tartışmaları uzatmak istemez ve şöyle dermiş:

“Gerçeği görmek için asıl kendi kötümser bakışını terk etmelisin.”

İşte böyle iki zıt kutupmuş bu iki kurbağa…

Günlerden birgün canları sıkılınca derenin yakınındaki köye doğru gitmeye karar vermişler. Akkurbağa:

“İstersen fazla yaklaşmayalım, biliyorsun yaramaz çocuklar bizi görürse canımızı acıtabilirler” dediyse de, Karakurbağa ısrar etmiş:

“Akşamın bu karanlığında çocuklar bizi nereden görecek Allah aşkına! Şu en yakındaki evin oraya kadar gidelim, sonra geri döneriz. Korkaklığı bırak şimdi.”

Akkurbağa, korkaklıkla suçlanmaktan çekindiğinden, çaresiz kabul etmiş. Köye girmişler ve evin yanına gelmişler. Akkurbağa sıkıntılı bir vıraklama ile “Hadi, artık dönelim, içimde kötü duygular var!” demiş demesine, ama Karakurbağa heyecanla atılmış:

“Gel bir oyun oynayıp öyle dönelim. Şuradaki yüksek kovayı görüyor musun? İkimiz aynı anda üstünden zıplayacağız. Bakalım yarışmayı kim kazanacak?”

“Akşamın bu vaktinde bırak böyle çocuklukları lütfen!” diye itiraz edecek olmuş Akkurbağa, ancak yaramaz arkadaşı bir türlü fikrinden vazgeçmemiş. Hatta “Dediğimi yapmazsan, seninle artık arkadaş olmam!” diye tehdit bile savurmuş. Bunca yıllık arkadaşını kaybetmek istemeyen Akkurbağa bu teklifi de istemeye istemeye kabul etmiş.

İki kurbağa hızla koşup zıplamışlar. Ama ne olduysa o zaman olmuş ve tam kova dedikleri şeyin üzerinde çarpışıp içine düşmüşler! Acı gerçeği o zaman anlamışlar: üzerinden atlamaya çalıştıkları o şey, yarısına kadar dolu kocaman bir süt güğümü değil miymiş meğer!
Yorulana kadar giriştikleri denemelerin sonucunda başka bir gerçeği daha anlamışlar: Güğümün kenarları zıplayıp çıkmalarına imkân vermeyecek kadar yüksekmiş. Karakurbağa ümitsizlik içinde haykırmış:

“Mahvolduk! Buradan çıkmamız mümkün değil! Bu güğümün içinde ölüp gideceğiz.”

“O kadar kolay pes etme bakalım” diye karşılık vermiş Akkurbağa. “Çıkmadık candan ümit kesilmez. Kim bilir, hiç ummadığımız bir anda imdadımıza yardımsever bir el yetişir belki de.”
Karakurbağa acı bir kahkaha attıktan sonra şöyle demiş:

“Benim kurbağa Polyannam! Neler sayıklıyorsun sen? Bari böylesi bir haldeyken hayal görmekten vazgeç.”

“Ben hayal filan görmüyorum. Nasıl bilmiyorum, ama buradan kurtulacakmışız gibi bir his var içimde. Kendini koyuverme sakın!”

Ne yazık ki, Karakurbağa’nın ümitsizliği her geçen dakika bütün kalbini daha çok kaplamış ve ümitsizliği arttıkça bacaklarındaki güç ve kuvvet de azaldıkça azalmış. Ve en sonunda:

“Bacaklarımda derman kalmamış. Hakkını helal et kardeşim!” deyip sütte yüzmekten vazgeçmiş. Bir-iki dakika sonra da son nefesini vermiş…

Akkurbağa arkadaşının bu kadar kolay vazgeçip ölmesine çok üzülmüş, fakat ümidini hiç yitirmemiş. Sürekli şu şekilde yalvarmış Allah’a:

“Darda kalanların sesini ancak Sen duyar, onların imdadına ancak Sen koşarsın! Senin rahmet ve şefkatin süt güğümüne düşmüş zavallı bir kurbağaya da yetişir elbet! Kurtar beni Allahım!”

Akkurbağa bu şekilde yalvarırken, bir taraftan da sebebini bilmeden sütün içinde var gücüyle çırpınmış. Karanlıkta, yapayalnız, çaresiz, ama hiç ümitsizliğe düşmeden… çırpınmış, çırpınmış… Bu hal dakikalarca devam etmiş. Bir ara arka tarafından ayağına birşey çarpmış. Dönüp baktığında bunun irice bir tereyağı topağı olduğunu görmüş. Oraya nereden geldiğini düşününce, bu tereyağının farkında olmadan kendi çırpınışlarıyla meydana geldiğini anlamış. Gözleri sevinçle parlamış, çünkü bu onun kurtuluş vesilesi olabilirmiş!

Azalmaya yüz tutan gücü, ummadığı kadar artmış. Bu defa niçin yaptığını bilerek bacaklarını yine çırpıp durmuş. Bir saat kadar sonra tere yağ topağı o kadar büyümüş ki, onun üstüne basıp zıpladığı gibi güğümün dışına atlamış ve ilk sözü şu olmuş:

“Rahmetinden ümidimi kestirmediğin ve imdadıma yetiştiğin için Sana şükürler olsun Allah’ım!”

Perrault Masalları >> Parmak Kız Masalı

> Parmak Kız Masalı

Bir zamanlar, çocuklara çok düşkün bir kadın varmış. Çocukları bu kadar çok sevdiği halde, bir türlü çocuğu olmuyormuş. Bir gün, ihtiyar bir büyücüye gidip:

- Ben, küçük bir çocuk sahibi olmak istiyorum. Böyle bir çocuğum olup olmayacağını söyler misin? Demiş.

Büyücü:

- Buna üzülme, çaresi var. Al sana bir arpa tanesi. Bu arpayı, ne köylü tarlasına eker, ne de tavuklar yer. Verdiğim arpayı evinde bir saksıya ek, sonra da bekle, ne olacağını görürsün.

Kadın teşekkür ederek, büyücünün bu iyiliği karşısında, ona biraz para vermiş. Sonra, doğruca evine giderek, arpa tanesini saksıya ekmiş. Sabırla saksının başında beklemeye başlamış. Çok geçmeden saksıda, laleye benzeyen, iri bir çiçek açmış. Lalenin taç yaprakları, sanki olgunlaşmamış gibi sımsıkı kapalı duruyormuş.

Saksıdaki bu çiçeği, hayran hayran seyreden kadın, dayanamayıp öpüp koklamaya başlamış. O an içinden, ne güzel çiçek diye düşünmüş. Kadın böyle düşünür düşünmez, aniden çiçeğin . yaprakları açılıvermiş. Bu, kadının hayatında gördüğü en güzel ve büyük laleymiş. Lalenin çanağının bir köşesine büzülüp oturmuş parmak boyunda bir çocuk varmış. Çocuğu görür görmez, kadın hemen adını “Parmak kız” koymuş. Kadın, Parmak Kız’ın beşiğini cilalı ceviz kabuğundan, yatağını menekşe yaprağından, yorganını da gül yaprağından yapmış.

Parmak kız, yeni hayatına kolayca alışmış. Geceleri kendinse yapılan yatakta uyur, gündüzleri masanın üstünde oynarmış. Kadın, masanın üzerine içi su dolu, etrafında çiçek süsleri olan tabağını koyarmış. Parmak kız da suya bir lale yaprağı atarak üstüne oturur, iki beyaz at kılını, kürek gibi kullanıp tabağın bir başından bir başına geçermiş. Onun bu hali, göze o kadar hoş görünürmüş ki, seyrine doyum olmazmış. Üstelik, parmak kız o kadar içten, o kadar güzel şarkı söylermiş ki, böylesi, bugüne kadar ne duyulmuş, ne de işitilmiş…

Bir gece Parmak Kız mışıl mışıl beşiğinde uyurken, pencerenin kırığından içeriye çirkin bir kurbağa girmiş. Bu patlak gözlü çirkin hayvan, küçük kızın uyuduğu masaya sıçramış. Küçük kızın yorganın altında mışıl mışıl uyuduğunu görünce:

- Ne kadar güzel bir kız, oğluma çok güzel bir eş olur, diyerek, Parmak Kız’ın uyuduğu ceviz kabuğundan beşiği kaptığı gibi, girdiği yerden bahçeye çıkmış.

Evin yakınında, bataklık bir arsanın yanında geniş bir dere akmaktaymış. Çirkin kurbağa ile oğlunun evleri, bu bataklıktaymış. çirkin kurbağanın oğlu da kendisi gibi pis ve çirkinmiş. Babasının getirdiği ceviz kabuğundaki küçük güzel kızı görünce, “Viraaaak… Viraaaak….” Diye bir çığlık atmış.

Baba kurbağa:

- Çok yüksek sesle konuşuyorsun, şimdi uyandıracaksın. Kuğu tüyü gibi hafif, uyanırsa korkudan uçup gidiverir sonra, demiş.

Baba ile oğul kurbağa, Parmak Kız’a kalacak bir yer yapmaya karar vermişler. Bu arada baba kurbağanın aklına çok güzel bir fikir gelmiş:

- Derede yetişen nilüfer yapraklarından birisinin içine oturtalım. Orada bir adadaymış gibi olur ve kaçamaz. Bu arada . biz de, bataklığın dibindeki büyük odayı güzelce derler, toplarız. Sizin yatak odanız olur, diyerek düşüncesini açıklamış.

Derenin ortasında gerçekten de, suyun üstünde açılmış nilüferler ile yeşil yassı yaprakların yüzdüğü görülmekteymiş. Uzaklarda çok iri bir yaprak varmış. Baba kurbağa, Parmak Kız’ı alarak o yaprağa doğru gitmiş. Parmak kız’ı, ceviz . kabuğundan beşiği ile birlikte oraya bırakmış.

Sabah güneşin ilk ışıklarıyla birlikte Parmak Kız da uyanmış. Önce nerede olduğunu anlayamamış. Zavallı Parmak Kız , bir an sonra nerede, nasıl bir yerde olduğunu görmüş. Üstünde durduğu koca yaprağın etrafının su ile çevrili olduğunu anlayıp da yere inemeyeceğini düşününce ağlamaya başlamış.

O anda ihtiyar kurbağa da, bataklığın dibindeki odayı oğlu ile Parmak Kız’a hazırlamak için uğraşıyor, renkleri sararmış su bitkilerinin yapraklarıyla süpürüyormuş. Amacı, güzel geline layık bir oda hazırlamakmış. İşini bitirdikten sonra çirkin oğluyla beraber oda hazırlamakmış. İşini bitirdikten sonra çirkin oğluyla beraber küçük kızın yatağını alıp, gelin odasını hazırlamak için işe koyulmuşlar.

Baba kurbağa ve oğlu, Parmak Kız’ı almak için yanına gittiklerinde, suya dalıp çıkmışlar. Baba kurbağa:

- Güzel kız, işte kocan olacak oğlum bu. Bataklığın dibinde size eşsiz bir ev hazırlıyorum, demiş.

Çirkin oğlanın ağzından, “Vıraaak, vıraaak” diye sürekli aynı ses çıkıyormuş. Baba ile oğul, kızın yattığı ceviz kabuğundan, zarif yatağı almış, kızın yatağın üzerinde yalnız bırakıp, yüzerek evlerine dönmüşler. Parmak Kız, baba kurbağa kadar çirkin bir yaratığın yanında oturacağını, bir de onun oğluna eş olacağını düşündükçe, gözünden seller gibi yaşlar akıyormuş. O sırada derede yüzen kırmızı balıklar, ihtiyar kurbağanın söylediklerini duymuş, Parmak kız’ı görür görmez o kadar güzel bulmuşlar ki, çirkin bir bataklık kurbağasının bu kadar güzel bir kızı alıp, onu üzmesine gönülleri razı olmamış. Hep beraber, kızı kurtarmak için çalışmaya başlamışlar. Önce, kızın üzerinde oturduğu yaprağın etrafına toplanıp, iyice dişleyerek yaprağı koparmışlar. Böylece serbest kalan yaprak, akıntıya kapılarak çirkin . baba oğul kurbağalarının yetişemeyecekleri kadar uzaklara sürüklenmiş.

Parmak kız, bu şekilde yeşil yaprağın üzerinde yol alırken, onu gören kuşlar:

Oh! Ne kadar güzel ve nazlı kız! Diye öterek, hayranlıklarını gizleyemiyorlarmış. Akıntı ile durmadan yol alan Parmak Kız, çok geçmeden ülkesinin sınırlarını geçmiş.

Bu yolculuk esnasında, Parmak Kız’a güzel bir beyaz kelebek arkadaşlık etmiş. O da yaprağın üzerine konmuş, yanındaki beyaz kelebekle birlikte üstelik kurbağaların kendisine yetişemeyeceklerinden dolayı Parmak Kız çok mutluymuş. Sular güneşin gönderdiği ışınlarla saf altınlar gibi parıldıyor, Parmak Kız bu güzellikleri seyretmeye doyamıyormuş. Daha hızlı yol alabilmek için, kemerinin bir ucunu kelebeğe, bir ucunu da yaprağa bağlamış. Kelebeğin gücüyle şimdi daha hızlı yol alıyorlarmış. Onlar, bu şekilde son hızla yol alırken, oradan geçmekte olan büyükçe bir mayıs böceği, Parmak Kız’ı görmüş. Küçük vücudunu ayakları ile sararak, birlikte uçup bir ağaca konmuş. Yeşil yapraklar ise, kelebekle birlikte akıntıya kapılıp gitmiş. Bir anda kendisini küçük vir ağacın üzerinde bulan Parmak Kız, büyük bir korkuya kapılmış. Fakat onu en fazla üzen, beyaz kelebek olmuş. Çünkü, küçük, beyaz kelebeği, kemeri ile yaprağa bağlamıştı. Kelebek bu yüzden, açlıktan ölebilir, sulara boğulabilirdi.

Mayıs böceği ise Parmak Kız2ın derdini sormak şöyle dursun, onu ağacın en iri yaprağına oturttuktan sonra, ağaçtaki çiçek suları ile karnını doyurup başının çaresine bakmasını söylemiş. Sonra da Parmak Kız ‘ın gönlünü almak için:

- Her ne kadar mayıs böcekleri gibi güzel değilsen de, pek çirkin de sayılmazsın, demiş.

O ağaçta oturan diğer mayıs böcekleri biraz sonra, Parmak Kız’ı görmek için misafirliğe gelmişler. Dişi mayıs böcekleri, Parmak Kız’a yüksekten bakıp küçümseyen bir sesle:

- Ne kadar gülünç bir yaratık, yalnızca iki bacağı var, diyerek gülmeye başlamışlar.

Diğer mayıs böcekleri konuşmayı sürdürmüşler:

- Ne kadar da cılız öyle, kanatları bile yok.

Deha başkaları:

- Ay, ne kadar çirkin, yüzüne bakılır gibi değil, demişler.

Hepimiz biliyoruz ki, Parmak Kız, onların söyledikleri gibi çirkin değil, aksine seyrine doyum olacak kadar güzelmiş. Onu kaçıran ve ilk bakışta güzel bulan mayıs böceği de diğerlerinin söylediklerine inanmaya başlamış. Bu nedenle Parmak Kız’ı daha fazla yanında alıkoymak istememiş. Parmak Kıza, gönlünün dilediği yere girmekte serbest olduğunu söylemiş.

Mayıs böcekleri, onu alıp bir papatyaya oturtmuşlar. Çok güzel olduğu halde, kendisini çirkin bulan mayıs böceklerine içerleyen Parmak Kız, ağlamaya başlamış.

Parmak Kız, o yaz tek başına yaşamış. Açlığını ve susuzluğunun çiçeklerin öz sularını . içerek gidermeye çalışmış.

Parmak kız, yaz ve sonbahar mevsimlerini böyle geçirmiş. Kış olunca, ona şarkıları eşlik eden kuşlar bile bir bir gitmeye, ağaçlar yapraklarını dökmeye başlamış. Altında barındığı yapraklar bile sararıp kurumuşlar.

Parmak Kız’ın giysileri de zamanla eskiyip lime lime olduğundan, soğuktan etkileniyormuş. Kış mevsimi iyice . bastırınca, lapa lapa kar yağmaya başlamış. Her kar tanesi onun ufacık vücudunu bir kürek toprak gibi örtüyormuş. Üşümemek için kuru yapraklara sarınmış ama, yapraklar onu battaniye gibi ısıtamadığından tir tir titriyormuş.

Parmak Kız’ın sığındığı ormanın yakınında sürülmüş, büyükçe bir tarla varmış. Tarlanın üzeri samanla örtülüymüş. Parmak Kız oraya gidebilmek için, ormanı bir baştan bir başa katetmek zorundaymış. Tüm gücünü sarf etmiş ve son bir gayretle tarlaya ulaşmış. Samanların altında bir tarla faresinin yuvasını bulmayı başarmış. Tarla faresinin yuvası tıka basa yiyeceklerle dolu, dayalı döşeli yatak odası, mutfağı ve kileri ile çok rahat bir yuvaymış. Farenin de keyfi pek yerindeymiş. Açlıktan ve soğuktan ölmek üzere olan Parmak Kız, bir lokma yiyecek bulma umidiyle, evin kapısını bir dilenci gibi çalıp, bir arpa tanesi rica etmiş.

Bu yuvada yaşayan dişi tarla faresi, aslında çok iyi yürekliymiş. Dilenci olmadığını anladığından, Parmak Kız’a:

- İçeriye gir bakalım, sıcacık bir odam ve pek çok yiyeceğim var. Benimle birlikte karnını doyurursun, diyerek onu yuvasına davet etmiş.

Parmak Kız’ı çok beğendiği için ona şu teklifte bulunmuş:

- Benimle burada kışı geçirebilirsin. Yalnız, bazı şartlarım var. Burada yaşadığın sürece odanı temiz tutacaksın. Ben masal dinlemeye bayılırım. Bana her gün . bir masal anlatacaksın..

Parmak Kız, bu teklifi ve şartları memnuniyetle kabul etmiş. Aradan birkaç gün geçtikten sonra tarla faresi, Parmak Kız’a şunları söylemiş:

- Bugün konuğumuz gelecek. Komşum, haftada bir defa gelmeyi adet edinmiştir. Onun hali vakti benden daha iyidir. Evi çok geniş ve salonu mobilyalıdır. . Üstelik, sırtında siyah kadife kürkü var. Eğer onun yanına gidebilsen çok rahat edersin ama, o burnunun ucunu bile göremez. Bildiğin en güzel masalları anlatıp, onu ömür boyu oyalaman gerekecek.

Tarla faresinin komşum dediği köstebekten başkası değilmiş. Parmak Kız, böyle birisinin yanında yaşamaya hiç de niyetli değilmiş.

Biraz sonra, sırtında kadife kürkü ile köstebek, faresinin anlattığına bakılırsa, çok zenginmiş. Evi, tarla faresinin yirmi katı kadarmış. Köstebek,

Çiçekleri ve güneşi hiç görmemiş ama, yine de seviyormuş.

Parmak Kız, evlerine gelen konuğu ağırlamak için şarkı söylemeye başlamış. Parmak Kız’ın söylediği şarkılar “uç böceğim uç” ile “Papaz tarlaya gelince” imiş.

Parmak Kız’ın sesini ve şarkılarını çok beğenen köstebek, şefkatle kızın üzerine doğru atılmış. Fakat, Parmak Kız çok sessiz olduğundan ağzını açıp bir şey söylememiş.

Köstebek, biraz önce kendi evi ile fareninki arasında bir yer altı koridoru yaparak buraya geldiğini anlatmış. Komşusu fareye ve yabancı kıza isterlerse orada gezinebileceklerini söylemiş. “Tabii geçitteki bir kuş ölüsüne aldırmazsanız.” Diye de eklemiş. Koridordaki kuş öleli aslında çok olmamıştı. Buraya da, köstebek koridoru kazdığı sıralarda düşmüş olmalıydı.

Köstebek, dişlerinin arasına, karanlıkta parlayan ve etrafa ışık saçarak aydınlatan bir çöp alır koridor boyunca hanımlara yol göstermiş. . Koridora ölü kuşun yanına yaklaştığında, toprağı burnuyla eşeleyerek ışığın aydınlatabileceği bir delik açmış. İşte o zaman, yerde yatan bir kırlangıç görmüşler. Kanatları yanına düşmüş, başı ve ayakları tüylerinin arasına sokulmuş, zavallıcık herhalde soğuktan ölmüştü…

Ormanda etrafında uçuşup cıvıl cıvıl ötüşen kuşlara karşı, gönlünde sonsuz bir sevgi bulunan Parmak Kız , gördüğü bu manzara karşısında çok üzülmüş. Fakat köstebek, kırlangıcı ayağı ile iterek:

- Artık ötmüyor. Dünyada kuş doğmak gibi bir felaket var mı? Allah’a çok şükür çocuklarımdan hiçbirinin başına böyle bir dert gelmedi. Varı yoğu ötüşünden ibaret bir kuş tez zamanda yoksulluğa düşer, kış gelince de ölür demiş.

Tarla faresi:

- Evet komşucuğum, pek akıllıca konuştunuz. “Kiviit” diye ötmek neye yarar? Ancak yoksulluk içinde ölmek için birebirdir. Gene de öttükleri için tavus kuşu gibi kurulanlar bile var, demiş.

Parmak Kız, bu konuşmalara katılmamış. Ama sırtları kuşa doğru döndüğünde, kırlangıcın başındaki . tüyleri kaldırıp bir öpücük kondurmuş. İçinden de:

“Belki bu da, yaz aylarında benim için neşeli neşeli ötenlerden biridir. Şayet öyleyse ona ne sevinçler, ne mutluluklar borçluyum.” Demiş.

Köstebek, ışığın girmesi için açtığı deliği tıkadıktan sonra, hanımları evlerine kadar uğurlamış. Fakat, gece Parmak Kız uyuyamamış. Kalkmış, saman çöplerinden bir hasır örmüş ve koridora gidip kırlangıcın üzerine örtmüş. Toprağın soğuğundan koruyabilmek için de ayrıca, farenin evinde bulduğu pamuklarla iyice sarmış:

- Allah’a ısmarladık, şirin küçük kuşcağız. Ağaçlar yaprakla örtülüyken, güneş bizi ısıtırken, yaz boyunca neşeli şarkılarını dinledim, demiş. Sonra da başını kuşun göğsüne dayamış. Fakat, korku ile doğrulması bir olmuş.

Çok heyecanlanan Parmak Kız, önce ürkmüş. Kendisi, bir baş parmak büyüklüğünde olduğundan, kuş yanında dev gibi duruyormuş. Yine de gayretle kırlangıcın iki yanındaki pamukları iyice sarmış, yorgan olarak kullandığı nane yaprağını da getirip kırlangıcın başına koymuş.

Ertesi gece, Parmak kız sürünerek kırlangıca bakmaya gitmiş ve onu hayatta bulmuş. Zavallı kırlangıç çok bitkin ve hasta olduğundan, küçük kıza bakmak için gözlerini zorlukla aralayabilmiş.

Koridor çok karanlık olduğu için Parmak Kız, elinde ışıltılı bir çöp tutmaktaymış.

Hasta kırlangıç:

- Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum, küçüğüm. Beni öyle ısıttın . ki, yakında hiçbir eyim kalmayacak. Tamamen iyileştiğim zaman ben de güneşi çok olan ülkelere gideceğim demiş.

Parmak Kız , kırlangıcın başını okşamış ve:

- Dışarısı çok soğuk… O kadar çok kar var ki.. Her taraf buz tutmuş. Sıcacık yatağında yatıp bir an önce iyileşmelisin. Senin için elimden geleni yapacağım, demiş.

Parmak Kız bunları söyledikten sonra, çiçek yaprağıyla su getirip kırlangıca içirmiş. Sonra da onun kanadını bir çalıya çarparak nasıl yaralandığını dinlemiş. Bu nedenle kırlangıç, arkadaşları kadar hızlı uçamamış. O , sıcak ülkelere doğru zaman kaybetmeden yollarına devam ederlerken o, daha fazla dayanamamış, yorgunluktan ve halsizlikten yere düşmüş. Kendinden geçmiş. Nasıl olup da buralara geldiğini hatırlayamıyormuş.

Zavallı kırlangıç, bütün kış mevsimini orada geçirmiş. Parmak Kız, tarla faresi ile köstebeğe sezdirmeden kırlangıca yardım ediyormuş. Çünkü onların, birtakım nedenlerle bu yardımları engellemelerinden korkuyormuş.

Yavaş yavaş güneş toprağı ısıtmaya, ilkbahar tüm güzelliğiyle kendini göstermeye başlamış. Kırlangıç, artık Parmak Kız’a veda etme zamanın geldiğini biliyormuş. Ondan, köstebeğin açıp kapattığı deliği yeniden açmasını istemiş. Sırtına binip, yakındaki ormana gelip gelmeyeceğini sormuş. Ordan ayrılmasının arkadaşı tarla faresini çok üzeceğini bilen Parmak Kız:

- Seninle gelebilmeyi çok isterdim, fakat olmaz, diye cevap vermiş.

Kırlangıç, . güneşli yerlere doğru uçarken:

- O halde, hoşça kal benim nazlı, küçük çocuğum. Senin yaptıklarını asla unutmayacağım. Allaha ısmarladık! Demiş.

Parmak Kız, gözleri yaşlarla dolu, kırlangıcın gidişini izliyormuş. Bu ayrılığa nasıl dayanacağını düşünmeye başlamış. Çünkü, kırlangıca yürekten bağlanmış. Kırlangıç son bir defa: “Kiviit! Kiviiit!” diye öterek gözden kaybolmuş.

Parmak Kız’ın derdi, yaz mevsimin gelmesiyle birlikte artmaya başlamış. Güneşe çıkıp ısınması imkansızlaşmış. Tarla faresinin evinin üzerindeki buğdaylar büyümüş, parmak boyundaki bir kız için, geçilmesi zor bir orman haline gelmiş.

Tarla faresi:

- Artık yaz geldi. O can sıkıcı, kadife kürklü köstebek, mutlaka seninle evlenmek istediğine göre, çeyizini hazırlamalısın. Sonra en güzel çeyizler gerek. Köstebek karısının hemen hemen hiç eksiği olmamalı.

Tarla faresi, bu amaçla dört çıkrık kiralamış. Parmak Kız iplik eğiriyor, gece gündüz demeden çalışıyormuş. Durmaksızın kumaş dokusunlar diye gündelikle dört tane örümcek tutmuş. Köstebek, hemen her akşam misafirliğe geldikçe, toprağı ısıtıp, dayanılmaz hale getiren güneşi kötülemekteymiş. Bu yüzden düğün mevsim sonuna kalmış. Hele düğün günü gele dursun. Parmak Kız her gün, güneşin doğuşu ve batışında kapıya çıkıp, rüzgarda sallanan buğday başaklarının arasından, gökyüzünün mavisini, doğanın güzelliklerini seyredip, sevgili kırlangıcını düşünüyormuş. Fakat kırlangıç, uzaklara gittiğinden belki hiç dönmeyeceğini düşünerek . üzülüyormuş.

Sonbahar yaklaşırken, Parmak Kız’ın çeyizi tamamlanmış.

İhtiyar fare:

- dört hafta sonra düğün yapılacak, demiş.

Fakat, Parmak Kız ağlayarak, çirkin köstebekle evlenmek istemediğini söylemiş.

Fare:

- Yoo… Yoo… İnatçılık yok, rica ediyorum senden. Yoksa beyaz dişlerimin tadını . tadarsın haa… Üstelik, böyle yakışıklı bir erkekle evlendiğin için ne mutlu sana. Kürkün böylesi krallarda bile yoktur. Mutfağı, kileri tıklım tıklım dolu. Karşına böyle kısmet çıktığı için sevinmelisin, demiş.

Düğün günü gelip çatmış. Köstebek, Parmak kız’ı toprağın çok derinliklerindeki evine götürmek üzere gelmiş. Köstebek güneşi sevmediği için, artık o da bir daha güneşin parlak ışıklarının girmeyeceğini düşünüyormuş. Tarla faresinin evinde hiç olmazsa, gidip kapıdan dışarıya bakabiliyormuş.

Parmak Kız, küçük kollarını kaldırarak:

- Allah’a ısmarladık güneş! Allah’a ısmarladık. Senin ışıklarının girmediği bu iç karartıcı yerde yaşamaya mahkumum artık ben, diye seslenmiş.

Tarladaki buğdaylar . biçilmiş, yerde yalnızca samanlar klamış. Bu nedenle, Parmak Kız farenin evinin önünde birkaç adım ilerlemiş. Kırmızı bir çiçeği elini değdirmiş. Ona dönerek:

- Allah’a ısmarladık. Eğer, benim kırlangıç dostumu görürsen, selamımı söyle, demiş.

Tam içeriye gireceği anda, başının üzerinde, “ Kiviiit!.. Kiviiit!” diye bir ses duymuş. Başını kaldırıp da baktığında, çok sevdiği kırlangıcını görmüş. Kırlangıç da kızı gördüğü için çok sevinçliymiş. Parmak Kız, kırlangıca, köstebekle zorla evlendirileceğini, güneş girmeyen bir yer altı evinde oturmaya mahkum olacağını anlatmış. Bunları anlatırken de gözlerinden yağmur gibi yaşlar dökülüyormuş.

Tüm bunları dinleyen kırlangıç:

- Artık kış . yaklaşıyor. Sıcak ülkelere gitmeye hazırlanıyoruz. Birlikte gelmek ister misin? Seni bir kuşakla sırtıma iyice bağlarım. Birbirimizden hiç ayrılmayız. Uzaklara, çirkin köstebekle güneş girmeyen karanlık evinden çok uzaklara kaçarız. Böylece güneşin her gün görüldüğü, göz kamaştırıcı çiçeklerin açtığı sıcak ülkelere varmak için birlikte dağlar aşarız, gel, ne olursun. Seni bu halde . bırakamam. Ben yerde yarı donmuş, baygın yatarken beni ölümden kurtardın, sevgili küçük, benimle gel.

Parmak Kız:

- Seninle elbette gelirim, demiş:

En sağlam tüylerden birine kuşağına bağlamış. Böylece kırlangıçla Parmak Kız ormanların, denizlerin, karla örtülü dağların üzerinden uçup gitmişler. Böyle rüzgara ve soğuğa alışkın olmayan Parmak Kız, kırlangıcın tüyleri arasına iyice büzülmüş. Yalnızca aşağıdaki seyrine doyum olmaz güzellikleri seyredebilmek amacıyla başını çıkartıyormuş.

Sonra iki dost, sıcak ülkelere gelmişler. Buralar öyle güzel yerlermiş ki, sanki güneşi daha parlak, gökyüzü pırıl pırılmış. Bahçelerde, bağ ve kayalıklarda sarılı, kırmızı güzel asmalar kendiliğinden yetişiyor, ormandaki ağaçlardan limonlar, elmalar sarkıyormuş. Belki de dünyanın en güzel çocukları yollarda, kırlarda binbir renkli kelebeklerle oynuyorlarmış.

Kırlangıç yol aldıkça, gördüğü bu güzelliklere, yeni güzellikler ekleniyormuş. Etrafı yemyeşil ağaçlarla çevrili, mavi bir bir gölün ortasında, bembeyaz mermerden bir saray görünmüş. Bu sarayın uzun sutünlarına asmalar sarılmış. İşte bu sutünların tepesinde birçok kırlangıç yuvası varmış. Tabii Parmak Kız2ı taşıyan kırlangıcındaki de oradaymış.

Kırlangıç:

- İşte evime geldik. Ama birlikte kalmamız yakışık almaz. Zaten seni ağırlamak durumunda değilim. Sen en güzel çiçeklerden birini seç. Seni orada rahat ettirebilmek için elimden geleni yapmaya çalışacağım, demiş.

Parmak Kız . ellerini çırparak:

- Çok güzel ne mutlu bana! Diye cevap vermiş.

Aşağıda, büyük bir mermer sütun üçe bölünmüş halde, yere uzanıyormuş. Aralarında çok güzel çiçekler varmış. Kırlangıç, Parmak Kız’ı yaprakların birisinin üzerine oturtmuş. Bu güzellikler içinde Parmak Kız çok mutluymuş.

Yaprağında oturduğu çiçeğin içine baktığında, birden haryretler içinde kalakalmış. Çiçeğin içinde cam gibi pırıl pırıl, bembeyaz ve küçük bir adam oturuyormuş. Adamın boyu bir parmak kadarmış. Omuzlarında parlak kanatları, başında ise altın tacı varmış. Bu görkemli adam, o çiçeğin perisiymiş. Oradaki her çiçek, bir küçük erkekle kadına saray olmuş. kendisi de tüm bu ulusa hükmediyormuş.

Parmak Kız, kırlangıcın kulağına eğilerek:

- Aman, ne güzel, demiş.

Koskoca, dev gibi kırlangıcı görünce, çiçekler kralı biraz korkmuş. Fakat yanındaki kıza gözü ilişince, hem korkudan sıyrılmış, hem de çok sevinmiş. Hayatında bu kadar güzel bir kıza ilk kez rastlıyormuş. Önce ismini sormuş. Sonra da başındaki tacı çıkararak, Parmak Kız’ın başına koymuş. Ardından da kendisiyle evlenmek istediğini söylemiş. Razı olursa, tüm çiçeklerin kraliçesi olacağını da sözlerine eklemeyi ihmal etmemiş.

Karşısına çıkan bu şansın, ne kurbağanın oğluna, ne de siyah kadife kürklü köstebeğe benzediğini düşünen Parmak Kız, “Evet!” demekte, teredüt etmemiş. Kral ve kraliçeye armağanlar vermek üzere, her çiçekten erkekli kadınlı seçkin bir kalabalık ortaya çıkmış. Verilen armağanların içinde, omzuna iliştirilen ve çiçekten uçmasına yarayan bir çift kanat kadar hoşuna giden olmamış.

Parmak Kız böyle ağırlanıyor, kırlangıç da yuvasında olabildiğine hüzünlü ötüyormuş. Çünkü Parmak Kız’ı çok sevmiş ve ondan hiçbir . zaman ayrılmak istemiyormuş. İşte bu nedenle çok üzgünmüş.

Çiçekler kralı, Parmak Kız’a

- Bundan sonra senin adın Parmak Kız olmasın. Senin gibi güzel bir kıza yakışmayan, çirkin bir ad bu. Bugünden sonra biz sana Maia diyeceğiz, demiş.

Kırlangıç, üzüntü içinde uzaklara doğru uçarken:

- Allah’a ısmarladık! Allah’a ısmarladık! Diyormuş.

Kırlangıç, gittiği ülkede, Parmak Kız’ın masalını yazan yazarın penceresinin üstündeki yuvasına yerleşmiş. Yazarda dört gözle onun dönüşünü bekliyormuş. Kırlangıç, “Kiviiit!.. Kiviiit!” diyerek ona olan biteni anlatmış. Yazar, bu serüveni böylece öğrenmiş ve çocuklar okusun diye yazmış.

Perrault Masalları >> Parmak Çocuk Masalı

Parmak Çocuk Masalı

Vaktiyle yoksul bir oduncu varmış. Karısı ve yedi çocuğuyla bir kulübede otururmuş. Çocukların en sonuncusu minicikmiş. Ona `Parmak Çocuk` adını takmışlar.

Günün birinde parasızlıktan yiyeceksiz kalmışlar. Ne yapacağını şaşıran anne ile baba çocukları ormana bırakmaya karar vermişler belki zengin bir avcı onları alır götürür diye.

Parmak Çocuk onların konuşmalarını duyup ceplerini beyaz çakıl taşlarıyla doldurmuş. Onları birer birer yere atmış. Bu taşları izleyen çocuklar evlerine dönebilmişler.

Anne ile baba çocukları yine ormana götürüp bırakmışlar. Ama Parmak Çocuk bu kez yola ekmek kırıntısı atmış. Ne yazık! Kuşlar kırıntıları yemiş.

Çocuklar korkudan ağlamaya başlamışlar. Parmak Çocuk ağaca tırmanmış. Uzaktan ışığı yanan bir ev görmüş. Gidip kapıyı çalmışlar.

Kapıyı açan kadın `Burası devin evidir. O çocuk yer ` demiş. Sonra çocukları yatağın altına saklamış.

Dev eve gelince çocukları bulmuş.

- `Şimdi karnım tok. Yarın hepinizi yerim` demiş.

Dev ile karısının yedi tane kızları varmış. Başlarında altın taçları, geniş bir yatakta uyuyorlarmış.

Parmak Çocuk kardeşlerinin takkelerini almış, küçük dev kızların taçlarıyla değiştirmiş.

Sabah olunca dev, takkeli çocukların boyunlarını kesmiş.

Anne kendi kızlarının boyunlarını kesik görünce bayılmış. Dev ise öyle öfkelenmiş ki hırsından uçurumdan yuvarlanıp ölmüş.

Parmak Çocuk ile kardeşleri de kurtulmuşlar.

Etiketler

Perrault Masalları >> Kül Kedisi Masalı

 Kül Kedisi Masalı

Bir zamanlar güzeller güzeli bir kız varmış. Annesi ölünce babası yeniden evlenmiş. Üvey annesi de ilk evliliğinden olan iki kızıyla birlikte gelip eve yerleşmiş.
Bu iki kız, yeni kız kardeşlerinden hiç hoşlanmamış. Odasında ne var ne yoksa tavan arasına fırlatıp atmışlar. Ona bir kardeş gibi davranmak şöyle dursun, bütün ev işlerini üzerine yıkmışlar.
Ev işleri bittikten sonra bile kızın onlarla oturmasına izin verilmiyormuş. Akşamları, mutfakta, sönmekte olan ocağın önünde duruyormuş tek başına, ellerini küllere doğru tutup ısınmaya çalışarak. Bu yüzden üvey kız kardeşleri ona “Külkedisi” adını takmışla.
Bir gün iki kız kardeşe sarayda verilecek bir balo için davetiye gelmiş. İkisi de heyecandan deliye dönmüşler. Herkes Prens’in evlenmek istediğini biliyormuş. ‘Bakarsın ikimizden birini seçer, belli mi olur?’ diye düşünmüşler.
İki kız kardeş de kendilerini mümkün olduğunca güzelleştirmek için hemen kolları sıvamışlar. Fakat maalesef bu biraz zormuş, çünkü Külkedisi’nin aksine bayağı çirkinmiş her ikisi de!
Balo akşamı, üvey kardeşleri gittikten sonra Külkedisi mutfakta oturmuş ve içn için ağlamaya başlamış. “Neyin var, neden ağlıyorsun Külkedisi?” diye sormuş bir kadın sesi.
“Ben de baloya gitmek istiyordum,” demiş hıçkırarak Külkedisi.
“Gideceksin öyleyse,” demiş ses. Külkedisi duyduğu sese doğru dönüp bakmış, şaşkınlıktan donakalmış.
Güzel bir kadın duruyormuş yanıbaşında.
“Ben senin peri annenim,” demiş kadın. “Şimdi kaybedecek zamanımız yok! Bana bir balkabağı getir hemen!”
Külkedisi bir balkabağı getirmiş. Peri annesi sihirli değneğiyle dokununca, balkabağı birdenbire altından bir fayton oluvermiş.
“Şimdi de altı fare...” Külkedisi altı fare bulup getirmiş, peri annesi onları hemen ata dönüştürmüş.
“Bir sıçan...” Onu da arabacı yapmış.
“Ve altı kertenkele...” Onları da faytonun arkasında koşacak altı uşağa çevirivermiş.
Nihayet Külkedisi’ne gelmiş sıra. Peri değneğiyle bir dokununca Külkedisi’nin yırtık, pırtık giysileri nefesleri kesecek harika bir elbiseye dönmüşmüş. Ayaklarında bir çift camdan ayakkabı pırıl pırıl parlıyormuş.
“Bir şey var yalnız,” demiş Peri. “Gece yarısına kadar eve dönmelisin. Saat on ikide elbisen tekrar eski giysilerine, faytonun balkabağına, atların fareye dönüşecek. Prens’in bunu görmesini istemezsin herhalde? Şimdi git, dilediğince eğlen.”
O gece Külkedisi balonun yıldızı olmuş. Baloya katılan hanımlar (özellikle de iki üvey kız kardeşi) onun elbisesini çok beğenmişler ve terzisinin adını öğrenmek için ona yalvarmışlar. Beyefendilerin hepsi onunla dans etmek için birbirleriyle yarışmışlar.
Prens ise götür görmez ona âşık olmuş! Ve o andan sonra hiç kimseye bu kızla dans etmek için izin verilmemiş.
Saatler saatleri, dakikalar dakikaları kovalamış ve Külkedisi saat tam on ikiyi vuracağı sırada evde olması gerektiğini hatırlamış.
“Gitme!” diye seslenmiş Prens arkasından, ama Külkedisi bir an bile durmadan koşup oradan uzaklaşmış. Sokağa çaktığında elbisesi tekrar eski elbiselerine dönüşmüş. Geriye kala kala camdan ayakkabıların bir teki kalmış. Diğer tekini nerede kaybettiğini bilmiyormuş.
O gece Külkedisi uyuyana kadar ağlamış. Hayatının bir daha asla o geceki kadar harika olamayacağını düşünüyormuş.
Ama bu doğru değilmiş. Ayakkabının diğer tekini sarayın merdivenlerinde bulmuşlar. Ertesi sabah Prens ev ev dolaşıp ayakkabıyı tek tek bütün genç kızlara denetmiş. “Bu ayakkabının dün gece karşılaştığım güzel sahibini bulamazsam yaşayamam,” demiş.
Derken Külkedisi’nin evine gelmiş. Üvey kardeşleri ayakkabıyı denemişler. Olmamış. Ayaklarına girmemiş bile.
Prens çok üzgünmüş, çünkü uğramadığı sadece birkaç ev kalmış. Tam oradan ayrılacakken evin hizmetçisi dikkatini çekmiş.
“Hanımefendi,” demiş Prens Külkedisi’ne, “bir de siz deneseniz?”
“O mu deneyecek? Ne münasebet!” diye haykırmış üvey kardeşler.
Fakat Prens ısrar etmiş. Külkedisi’nin ne kadar güzel bir kız olduğu gözünden kaçmamış. Tabii ayakkabı Külkedisi’nin ayağına kalıp gibi oturmuş. Prens diz çöküp Külkedisi’ne evlenme teklif ederken iki üvey kardeşe de öfke ve kıskançlıkla olanları seyretmek kalmış. Külkedisi Prens’in teklifini tabii ki kabul etmiş.

Etiketler

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...