masal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
masal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Masal Anlatıcılığı Nedir? Masal Anlatıcısı Kimdir?

Masal Anlatıcılığı Nedir?



Masal anlatıcılığı kadim zamanlardan beridir süregelir ve dünyanın her yerinde karşımıza çıkar. Kültürden kültüre farklılıklar gösterir. Bunlar; anlatım tarzları, anlattıkları hikâyeler, toplum içindeki görevleri gibi öğeler olabilir. Masal anlatıcılığının kökleri şamanizme dayanır ve o zamanlardan bu yana insanları iyileştirmek, varoluşlarını hatırlatmak, ortak bir zaman ve alan yaratmak için anlatılır. Burada Mircea Eliade'den bir alıntı yapmak istiyorum;


“ Topluluk için önemli olan olaylar sırasında – bol bir hasat, seçkin bir üyenin ölümü, vb – bir tören evi (marapu) yapılır, bu nedenle de anlatıcılar Yaratılış'ın ve Atalar'ın öyküsünü anlatırlar. Bütün bu olaylar dolayısıyla, anlatıcılar büyük bir saygı ve sevgiyle “başlangıçlar'ı, yani sahip olunan şeylerin en değerlisi olarak korunması gereken kültürün kendi ilkelerinin oluştuğu an'ı anımsatırlar.”

Masal anlatıcısı kabilelerde çok önemli bir yere sahiptir, genelde masal anlatıcısı bir hastalık, büyük bir kaza, bir düş sonrası anlatıcı olur ve masal anlatmaktan başka çaresi yoktur. Masal anlatıcılığı hem çok saygı gören bir iştir hem de zor koşullarından dolayı korkulan bir de tarafı vardır. Eski Türk geleneklerinde masalcılar bir işte ya da tarlada çalışmazlar sadece masal anlatıp kişilerin verdiği yiyeceklerle yaşamlarını sürdürürlermiş.

Bu noktada “masal” ve “mit” ayırımına da değinmek isterim. Kabile geleneklerinde masal, ateş başında tüm topluluğa anlatılır, ancak mitler sadece kabilede erginlenme töreninden geçenlere anlatılır. Çünkü mitler, kutsal sözlerdir. Onları anlatmanın kuralları vardır, örnek vermek gerekirse gündüz mit anlatılmaz, mutlaka gece anlatmak gerekir, anlatım kesinlikle yarım bırakılmaz gibi.

Ben bu yazıda “masal anlatıcısı” diye ortak bir terim kullanacağım. Bu noktada masal anlatıcısı; mit, masal, hikâye, mesel, fıkra, anı, destan, dinsel öyküler, kahramanlık hikâyeleri, efsane gibi türlerde anlatım yapabilir. Bunlar farklı isimlerle adlandırılıyor bizim geleneğimizde. Bazılarından kısaca bahsetmek isterim.

Meddahlık, kültürümüzde ve geleneksel sanatlarımızda çok önemli bir yere sahip olan bir masal anlatıcısıdır. Meddahlar, genellikle büyük şehirlerde, kahvehanelerde, köşe başlarında, berber dükkanlarının önünde hikâyelerini anlatılarmış. Meddahların en önemli özellikleri çok iyi bir taklit yeteneğine sahip olmaları. Bir meddah anlatımında her karakteri ustalıkla ve birebir taklit etme yeteneğine sahipmiş. Öyle ki dinleyiciler, bazı meddahların sırf o taklidini görebilmek için koşup onu dinlemeye gelirlermiş.

Dengbejler, kürt masal anlatıcısıdır. “Kılam” adında deyişler söylerler ve destanlar anlatırlar. Anlatımları hem şarkı hem söz içerir. Gırtlaklarını çok iyi kullanılar ve seslerinin formlarını değiştirerek dinleyiciler üzerinde derin etkiler bırakırlar.

Âşıklar, yâr elinden bade içenler ve badesizler diye ikiye ayrılır. Yâr elinden bade içenler ya rüyalarında ya bir hastalık sırasında bir güzel görürler bu yaşlı bir derviş de olabilir ve o kişi onlara bir yiyecek verir ya da bade içirir sonrasında kişi âşık olur ve başlar elinde sazla anlatmaya, türkü söylemeye, badesizler de onların yanlarında yetişen çıraklarıdır.

Masal anaları ve masal ataları köylerde olurlar, onlar akşamları genelde kendi evlerinde çevrelerine insanları toplayıp masallar anlatırlar. Gezgin masalcılar da köyden köye dolaşıp her kaldıkları köyde konaklayıp ve halkın verdiği yiyeceklerle yaşamını sürdüren masal anlatıcılarıdır.

Bir masal anlatıcısı neden masal anlatır?
Temel olarak baktığımızda masallar, geleneği aktarmak için çok güçlü birer araçtır. Kökleri hatırlamak, kutsal olanla bağlantıyı korumak için anlatılır masallar. Bir yandan da toplumsal kuralları aktarmak, toplum yaşayışını ayakta tutmak için, adaleti anlatabilmek ve hissettirmek için anlatılırlar. Eski zamanlarda avcılar, ava çıktıklarında onlara bir de masalcı eşlik edermiş. Masalcı masallarını anlatarak, Tanrıları onurlandır ve Tanrılar da o avda acılara iyi avlar sunarlarmış. Aynı zamanda masal anlatıcıları masalları, keyifli vakit geçirmek için, neşelenmek için, bir arada olmanın mutluluğunu yaşamak için anlatır. 
Söyleyecek bir sözün olması, anlatacak bir hikâyenin olması masal anlatıcısı olmak için güzel ve güçlü bir sebeptir. Kadim zamanlardaki gibi "hayatta kalmak" için anlatır masal anlatıcısı ama bugünün "hayatta kalma" durumu daha farklı. Ben bir masal anlatıcısı olarak ruhumu kurtarmak için masal anlatmaya başladım. Sadece modern dünyanın kurallarına uyarak, yaşamak için yaşamak yerine daha zengin olmak ve bu zenginliğimi paylaşmak için masallar anlatmaya başladım. 

Günümüz masal anlatıcılığı...
Ülkemiz ve dünyada son yıllarda çok güzel bir şey oluyor. Masal anlatıcılığı yeniden doğuşun içinde. Aslına bakılırsa, masal anlatıcılığı hiç ölmedi. O zaman bu yeniden doğan nedir?
Şehirlerde, birbirinden farklı topluluklara masal anlatan kişiler “Modern Masalcılar” Geleneksel olarak bakıldığında bir köyde, belli bir topluluğa masal anlatmaktan, ibadet için masal anlatmaktan, iyi bir av için masal anlatmaktan ya da “yâr elinden bade içmiş olmak”tan daha farklı bir yerde modern masal anlatıcılığı.
Masal anlatıcısı, masal performansları düzenliyor ancak bunlara tam anlamıyla performans sanatı diyebilir miyiz? Masal anlatıcısı, kendi sözlerini de performans sırasında söylediği, seyirci ile birebir temas halinde olduğu, her anının doğaçlama geliştiği bir performans yapıyor. Bu noktada  masal anlatıcılığını çağdaş bir performanstan ayıran şey temelde “masal”. Performans sanatının “köksüz” olmasının aksine masal köklere bağlanıyor.
Masal, anlatıcıyı geleneğe bağlıyor ama tek bir geleneğe değil. Geleneksel masalcılar gibi sözlü kültürün içinde yetişmemiştir modern masal anlatıcısı. Yazılı kültürün içine doğmuş durumda, bu bakımdan her gelenekten masala kolayca ulaşıp, kendi değer yargıları ile sentezleyip o şekilde aktarıyor. Şehirlerde, her masal anlatımına gelen farklı insanlara anlatıyor ve ortak bir dil yaratmaya çalışıyor. Hayallerin, rüyaların, sıra dışı hayatın dili. Bu dilin unutulmaya başlandığı, bu çağda hayal ettiklerini seyircilere gördürmek için yola çıkıyor.
Masal anlatıcılığı, paylaşacak bir hikâyenin olması durumudur. Masal anlatıcısı “düş zamanını” - her şeyin bir olduğu, zamanın döngüsel olduğu dünya- hatırlamamıza yardımcı olur. Masal anlatıcısı, köklerimizle ve ruhumuzla yeniden bağlanmamıza vesile olur. Adalet kavramını hatırlamamızı ve onu hissetmemizi sağlar.
Modern masalcı, yazgılı olduğu yazılı kültür ile özlemini çektiği sözlü kültüre açılan kapıyı önce kendi içinde bulur, sonra diğerlerine yolu gösterir. 

İzmir'de Masal Kapısı Masal Anlatıcılığı Atölyesi




Masal anlatıcılığının kapılarını aralamak isteyenler için İzmir'de “Masal Kapısı Masal Anlatıcılığı Atölyesi” eğitimi başlangıç oluşturacak temel bir eğitimdir. İlhamdan performansa kadar olan süreçte masalcı neler yapar? Anlatımına duyularını ve duygularını nasıl katar? Beden ve sesin anlatıcılıktaki önemi nedir? Performans hazırlamanın ve anlatma tutkusunu daimi tutmanın sırrı nedir? 
Yer yaştan ve her meslek grubundan yetişkin katılımcı için yapılacak olan “Masal Kapısı” anlatıcılık eğitimi masal anlatıcısı olmak, öğrencilerine masal anlatmak, çocuklarına masal anlatmak, içindeki çocukla bağlantı kurmak, yaratıcılık ve ilhamı açığa çıkartmak isteyen herkes için bu eğitim uygundur. 



1.Ders
Hayaller, İlham ve Yaratıcılık
Masal anlatmak, hayal kurmakla mümkündür. Masalcı doğru masalı bulduğunda onu görmeye de başlar. Bu derste hayal kurmanın önemi üzerine çalışacağız, yaratıcılığı geliştirmek, sonsuz kaynağımızla bağlantı kurmak için egzersizler yapacağız ve ilhamla dolacağız.


2.Ders
Duygular ve Duyular
Masalcı kendi duygularıyla bağlantıda olmazsa, masaldaki duyguların da farkında olamaz. Onları aktarabilmek için duygularımızın derinine inmeliyiz. Kelimeler ve duygularımız arasındaki ilişkiye yakından bakacağız. Duygularımızı ifade ederken kullandığımız bir diğer şey de duyularımızdır. Duyusal algımızı zenginleştirerek, onları yaşayan bir hale getireceğiz.

3.Ders
Beden ve Ses Kullanımı
Bedeni masalcının enstrumanıdır. İyi kullanılmayan bir enstruman amaca hizmet etmez. Bu derste bedenimizi ve sesimizi rahatlatmayı, nefesimizi doğru kullanmayı öğreneceğiz. Bir masalcı konuşamasaydı tüm masalı bedeniyle nasıl yaratırdı?

4.Ders
İfade ve Tutku
Dinleyen birileri olmadıktan sonra masal anlatmak neye yarar? Masalı hayal ettik, duyularımızı ve duygularımızı kattık, bedenimiz hazır peki bunu bir performans haline nasıl getireceğiz? Bir bütün olarak nasıl ifade edeceğiz? Bu derste kendimizi ifade etmeyi, performans hazırlamayı ve eğer içimizde yanan masalcı ateşi varsa bunu sonsuz hale getirmeyi deneyimleyeceğiz.


Salı- Perşembe 19:30- 21:30
Toplam 4 ders (İki hafta)
Toplam ücret: 400 TL
Yer: Kadim Lisan - Üçkuyular- Fahrettin Altay / İzmir
Bilgi ve Kayıt için arayınız
05327623658





Sıla Topçam Kimdir?

1986 yılında İzmir'de doğdu. Tiyatro eğitimini Süleyman Demirel Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları, Oyunculuk Bölümü’nde tamamladı. Aldığı drama eğitimine kendi özgün çalışmalarını katarak çocuklar ve gençler için atölyeler düzenledi. 8 yıl boyunca Ege Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi’nde yaratıcı drama liderliği ve oyunculuk eğitmenliği yaptı. İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü’nde yüksek lisans programında, “Masal Anlatıcılığı Eğitimi” üst başlığıyla tez çalışmalarına devam etmektedir.
Kızı Asya Mavi'nin doğmasıyla başlayan annelik sürecinde masallarla iletişim kurdu. Okumanın ötesine geçerek anlatmaya karar verdi ve Judith Liberman'ın masal kampına katıldı. Nazlı Çevik Azazi, Şeyda Çevik, Ayşe Senem Donatan'ın kurucuları olduğu Seiba Uluslararası Hikâye Anlatılıcılığı Merkezi'nde “Anlatıcının Yolu” sertifikalı programına katıldı. Bu eğitim kapsamında bir çok ülkeden masal anlatıcısı ile çalışma fırsatı buldu. Sue Hollingsworth'un “Biyografik Hikâye Anlatıcılığı” eğitimine katıldı. Kitabevlerinde, kişisel gelişim merkezlerinde, yoga kamplarında, sanat atölyelerinde, tiyatro sahnelerinde, cezaevlerinde, hastanelerde, okullarda ve uluslararası festivallerde ve yüreğinin çağırdığı her yerde masalların tohumlarını ekti.
Kadim anlatıcılık geleneğinin köklerini araştırmak ve anlamak için “Şamanın Kozmik Dünyası” isimli kitabın yazarı Maya Şamanı Ayşe Nilgün Arıt'tan Temel Şaman Eğitimini aldı.
Efe Elmas ile masalların ve mitlerin simge ve arketipleri üzerine çalıştı. Ruhun Yolculuğu başlığı altında “Masal ve Arketip” , “Şifalı Masallar” atölyeleri ve “Kabilenin Yolculuğu” masal kampları düzenlediler. Bu düzenledikleri kamplar ve eğitimlerde masal ve mitolojilerin kadim dilini, sözlü geleneğin sembolizmle aktarılışını anlamak ve imge çalışmaları ile masalların daha derinine inmeyi kolaylaştırmak için kendi yöntemlerini paylaştılar. Farklı bir sembolizm ve anlatım doğası olan Binbir Gece Masalları üzerine araştırma ve çalışmalar düzenlediler. Ayrıca Binbir Gece Masallarını, masal performansı olarak sergilemektedir.
“Çocuğuma Nasıl Kitap Okurum, Masal Anlatırım?” atölyesi ile ebeveynlerle ve öğretmenlerle masalların doğasını anlamak üzere çalışmalar yapmaktadır.
Sıla Topçam tiyatro geçmişiyle, masal anlatıcılığını harmanlamış ve kendine özgü eğitim biçimini oluşturmuştur.

Ninemden masallar


Bir varmış bir yok muş evvel zaman için de kalbur saman için de, çook  çook uzak ülkelerden birin de  yaşlı bir kadın ve oğlu yaşarmış... yaşlı kadın her gün oğluna evlenmesi için ısrar edermiş. Oğlan  artık annesinin ısrarlarından bıkıp tamam anne  bana bir kız bul da evleneyim demiş... Anne köy ,kasaba demeden  evinde  evlenecek çağa gelmiş kızı olan her aileye misafir olmuş... Ama kimseler kızını vermek istememiş, çünkü çok fakirmişler sadece bir tarlaları ve bir çift öküzleri varmış. Anne tam vazgeçecekken  bir komşuları karşı köyde bir kız var ama çok tembel  hiç bir iş yapmaz  isterseniz onu size verirler  demiş. Anne hemen oğlunu da yanına alıp, gidip kızı oğullarına istemiş . Kızın ailesi kızı veririz ama bizim kızımız hiç bir iş bilmez wc bile gitmez  ona lazımlık getiririz , biz her şeyi ayağına
getiririz,yemeğini ağzına besleriz ,kucağımızda yatağına götürürüz demişler. Anne bunu duyunca kızı gelin mi alacağım yoksa  ben ona bakıcı mı olacağım deyip vazgeçmiş. Ancak oğlan kızı ,kızda oğlanı beğenmiş annesini ikna etmiş ve düğün yapmışlar.  Oğlan annesine anneciğim bir ay boyunca hanımıma lazımlık getir ama  wc nin yerini her gün hatırlat. Her gün ağzına besle ama yemekleri yanında  yap suyu nereden aldığını anlat. Yaşlı annecik  kendim istedim  evlenmesini  ah ah kendime yatdımcı alacağımı sanarken hizmetçi oldum diye söylene söylene razı olmuş. Her gün oğlunun dediklerini yapmış .  Bir ay dolunca annesine hemen evden  bir akrabaya  git ve bir süre gelme demiş anne biraz dinlenirim bari deyip kız kardeşine gitmiş giderken de oğlunun tembihi üzerine evdeki tüm yemekleri ,ekmekleri almış. Sabah olunca oğlan  tarlaya gitmiş   evde tek başına kalan gelin   öğleye doğru acıkmış ,susamış tuvaleti gelmiş yinede kalkmamış eşini beklemiş  .  Eşi eve gelip onu beslemiş tuvaletini yaptırmış  yatağına yatırmış . Ertesi gün eşi  tarlaya gitmiş ama akşam olmuş gelmemiş gelinin tuvaleti o kadar çok gelmiş ki hemen oraya yapmış. Bakmış gelen giden yok altı ıslanmış karnı acıkmış hemen kalkmış evde biraz un bulmuş  annesinin nasıl yaptığını aklına getirmiş biraz ekmek yapmış bakmış ki 8dun yok hemen  dışarı çıkıp odun toplamış. Üstü ıslak olunca üşümüş  banyo yapıp temiz kıtafetler giymiş  . Evde olan lahanalardan yemek yapmış . Oğlan meğerse annesini almış   evin karşısındaki kulubeye saklanmış gelinin  sobayı yaktığını  bacadan duman çıkınca anlayıp hemen eve gelmişler. Gelin onları görünce çok şaşırmış . Annede gelinin iş yaptığını görünce çok şaşırmış meğerse oğlan her şeyi planlamış   yap dese yapmayacak oda  böyle bir yol bulmuş . İnsan mecbur kalınca her şeyi başarabileceğini anlamış gelin de. O günden sonra kimseye yük olmamış . Mutlu mesut yaşamışlar. Bir de çocukları olmuş ... burada da masal bitmiş...

 Not: orjinaline sadık kaldım ...😄

Piperku

Masal...


Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde , ninem dedemin beşiğini tıngır mıngır sallarken dedem düştü beşikten ninem kaçtı eşikten , dedem kaptı küreği döndürdü nineme binbir köşeyi derken çoook eski zamanların birinde , Ülkenin birinde yaşlı bir nineyle bir dede yaşarmış ninenin adı Babu Dedenin adıda dadu'ymuş...


Babu ve Dadu çok mutluymuşlar birbirlerini çok sever, sayar arada  tartışsalarda hemen barışırlarmış, çünkü başka kimseleri yokmuş  iki inek ,iki öküz bir kaç tavuktan başka...
 Dadu bir gün pencerenin önüne oturmuş derin derin düşünmeye başlamış Babu gelmiş , neyin var senin   demiş Dadu  baksana  yaşlanıyoruz hiç kimsemizde yok  yarın bir gün elimiz ayağımız tutmayınca bize kim bakacak demiş , ikiside ağlamaya başlamış...
 O sırada yoldan gecen  biri seslerini duymuş ve gelip neden ağladıklarını sormuş , onlarda anlatmış  ben size bir  susak vereceğim o susağın içine ikinizde kırk gün boyunca  dua edip üfleyeceksiniz kırk birinci gün susağı açacaksınız...



 Tamam demişler ve dediği gibi uygulamaya çalışmışlar  kırk gün sonra susağı bir açsınlar ki ne görsünler bir sürü parmak çocuk evin dört bir köşesine koşturuyor,  Babuyla Dadu eyvah! bu çocuklar bizi yer bitirir deyip hemen biri süpürgeyi kapmış biri küreği kovaya doldurup hepsini koşa koşa dereye götürüp dökmüşler..
 eve gelince eyvah! biz ne yaptık neden hepsini attık birini bıraksaydık bari  şimdi kim bakacak bizi diye yine ağlamaya başlamışlar..
 Süpürgenin arasından bir tane parmak çocuk  ağlamayın ben buradayım demiş... Babu ve Dadu çok sevinmişler, bu erkek bir parmak çocukmuş , isminide piperku koymuşlar günler geçmiş aylar geçmiş bir birlerine iyice alışmışlar...
 Dadu bir gün öküzleri alıp tarlaya gitmiş Babuda evde börek yapmış öğlen vakti gelince Babu , piperkuya demiş ki
- Hadi oğlum kalk  ta babana börek pişirdim onu götür..
 Tamam demiş Piperku  almış annesinin hazırladığı çıkıyı, türkü söyle söyleye gitmiş tarlanın başına gelince durmuş.
Babasına seslenmiş 
Babaaa nereden geleyim
kenardan oğlum kenardan
Çıkıyı açıp tepside ki böreğin kenarını yemiş
tekrar seslenmiş baba nereden geleyim 
ortasından oğlum ortasından
 piperku böreğin ortasından yemiş
tekrar seslenmiş babasına babaa nereden geleyim 
bittisinden gel oğlum bittisinden 
piperku böreği bitirip babasının yanına gitmiş
babası merakla oğlum nerede benim böreğim demiş?
 Babacığım kenarından gel dedin kenarını yedim ortasından gel dedin ortasını yedim bittisinden gel dedin bitirdim...
 Dadu yinede kızmamış şevkatle piperkunun başını okşayıp sen şu öküzlerin başında durda ben gidip evde yiyeyim demiş.


 Piperku uslu durur mu hiç zaten parmak kadar hemen öküzlerden birinin kulağının kenarına girip yatmış öküzler tarlayı kendi başlarına sürüyormuş, ormanın içinden iki hırsız  geçerken öküzleri sahipsiz sanıp bir birlerini dürtmüş iki arkadaş..
 Hemen öküzlerin yanına gidip öküzleri çalmışlar, piperku her şeyden habersiz uyuyormuş öküzün kulağında..
 Öküzler önde hırsızlar arkada ilerlemişler ormanın derinliklerine doğru  derken birden yağmur başlamış o ara seslere uyanan Piperku hırsızları görünce korkudan bağırıp imdat istemeye başlamış bunu duyan hırsızlar öküzleri perili sanıp oracıkta bırakıp kaçmışlar nerede olduğunu bilmeyen Piperku öküzün kulağından çıkmış o ara yağmur başlayınca bir labada yaprağının altına girmiş , öküzde görmeden labada yaprağıyla birlikte onu yutuvermiş...
 Öküzler  hava kararmaya başlayınca  evin yolunu hatırladıklarından yavaş yavaş eve gitmişler...

 Babu ve Dadu şaşkın Piperkuyu her yerde aramış ama bulamamış üzülmüşler yarın tekrar ararız deyip yatmışlar.
 Sabah olunca Babu   inekleri sağmaya gitmiş  Babuyu sesinden tanıyan Piperku başlamış dalga geçmeye nasılsa öküzün içinde onu görmüyor...
 Babunun donu yırtılmış 
babunun donu yırtılmışş  kıkır kıkırda gülüyormuş   bu sesi duyan Babu çok korkmuş hemen Daduyu çağırmış   Piperku yine  söyleniyormuş Dadunun donu yırtılmışş , hemen öküzü alıp  kurtların olduğu bir bölgeye götürüp bırakıp evlerine dönmüşler...
 Çok uzun süre geçmeden kurtlar öküzü yemiş tabi karnındaki Piperkuyu da yutmuş
 Kurt ne zaman bir ağıla gitse kurtun karnından piperku başlıyormuş çoban yetiş diye haykırmaya bütün köylü bir olup kurta bir güzel sopa çekiyormuş neredeyse canından olacak.. 


Bir iki derken kurt canından bezmiş masal bu ya  bilge bir kurt varmış ona gitmiş derdini anlatmış , bilge kurt demiş ki sen deniz kenarına git ye kumu iç suyu ye kumu iç suyu sonra bir tepeye çık oradan kendini aşağı yuvarla ,kurt çaresiz başına geleceklerden habersiz yemiş kumu içmiş suyu ,yemiş kumu içmiş suyu gitmiş yüksek bir tepeden  salmış kendini  yuvarlanırken boooooom diye patlamış , Piperkuda içinden çıkmış kurtulmuş burada da masal bitmiş::)))....
Not : bu masal yüzünden lakabım piperku kaldı:)  büyük küçük herkese anlatırım herkes çok sever , ya siz?

Canı Sıkılan Fil

CANI SIKILAN FİL



“ Karşı yoldan bir insan geliyor. Ama ne hızlı. Koşuyor mu? Hayır koşmuyor. Dur bakayım, bir şeye binmiş. Acaba o şeyin adı ne? Biraz hızlanıp yetişeyim şuna. “



“ Hey, insan nasılsın? “



“ İyiyim, sağ ol fil. Sen nasılsın? “



“ Ben de iyiyim. Sen neyin üstündesin şimdi? “



“ Bu mu? Bisiklet canım. İki tekerlekli bisiklet. “



“ İki tekerlekli bisiklet mi? “



“ Evet. “



“ Hayatımda ilk defa görüyorum böyle bir şey. Her neyse. Ben sana ne soracaktım ya. Hah buldum. Canım çok sıkılıyor, ne yapayım? “



“ Canın mı sıkılıyor? O zaman bisiklete bin, rahatlarsın. “



“ Bisiklete mi bineyim? Beni taşımaz ki bisiklet. “



“ Sen de taşıyanını bul. “



“ Nerden bulayım? “



“ Bul bir yerden. “



“ Bulamazsam. “



“ Bulamazsan, seni taşıyacak kocaman bir bisiklet yap. İşim acele, haydi, bana müsaade. “



Adam bisikletle giderken, fil de, koşar adım ters yöne gitmeye başladı. Ama fil arada bir durup adamın arkasından baktı. Düşündü.



“ İnsana canım sıkılıyor dedim, bisiklete bin dedi. Rahatlarmışım. Acaba canı sıkıldığı

Sponsorlu Bağlantılar



için mi bisiklete biniyor? Tüh, keşke sorsaydım. Şuna bak, ne hızlı gidiyor. Sahi iki tekerleğin üstünde nasıl dengede duruyor, düşmüyor, hayret! ”



Fil bisikletli adama yetişti:



“ Şey, canın sıkıldığı için mi bisiklete biniyorsun? “



“ Peşimden geleceğini anlamıştım. Sen çok meraklı bir filsin. Evet, canım sıkıldı, şöyle bir tur atayım dedim. Bisiklete binmek can sıkıntısına iyi gelir. Sana boşuna mı öğüt verdim? “



“ Peki, iki tekerleğin üstünde nasıl dengede duruyorsun? “



“ Alışkanlık meselesi. Bine-ine alışıyor insan. Öğrenirken biraz zorlandım ama sonra alıştım. Şimdi basit geliyor. “



“ Ben de alışabilir miyim dersin bisiklete binmeye? “



“ Sen önce bir bisiklet sahibi ol, daha sonra bana o soruyu sor. “



“ Bisiklet su üstünde gider mi? “



“ Hayır, ne üstünde, ne altında gitmez. “



“ Uçar mı? “



“ Hayır uçmaz. “



“ O zaman ne yapar? “



“ Kaçar. “



“ Nasıl? “



“ İşte bak böyle. Sakın peşimden gelme.”



Bisikletli adam, hızını artırıp uzaklaşıp giderken, fil, adamın arkasından bakakaldı.





SON

Kitap: Bânû Cihan






  Binbir Gece Masalları tadında, iç içe geçmiş hikayelerden oluşuyor Kâmilu'l Kelâm ve Bânû Cihan. 
Şarkın esrarengiz dünyasında, akşam başlayıp sabaha kadar devam ediyor bu hikayeler. 
  
   Kâmil, gâh aşktan perperişan  yiğitlere yol gösteriyor, gâh kararsız kalanlara şu hikayeyi de anlatayım da gene sen bilirsin diyor, gâh vefasızlıktan sinir küpü olmuş şehzadelere dur hele bütün kadınlar öyle değil nevinden tesellilerde bulunuyor. 
   Bu hikayeler anlatılırken siz de aradan bir yerlerden bakıp, aa valla doğru söylüyor, ee sonra nolmuş... diyerek kendinizi olayların, sarayların içinde buluyorsunuz. 



  Siz de benim gibi okumaya başlamadan önce minik hazırlıklar yapıyorsanız, akşam loş ışıkta, kahve eşliğinde  okumanızı tavsiye ederim. (Kahve değil de bu kitaba Osmanlı şerbeti lazım aslında)
Hatta mum da ekleyin ki yanıbaşınızda titreyen ışık, bu masalsı aşk yolculuğuna sıcaklık katıversin.



  Ha, sadece kör bir aşktan bahsetmiyor kitap. Öyle hoş nasihatler veriyor ki. Ama en çok da sabır, acele etmek, haset konuları üzerinde duruyor. 

  ...Ve arka kapaktan bir alıntı: Sözlerin olgununu, olgun insanlar söyler. Elinizdeki eser de olgun sözlerden oluşan bir demet... 




♥ Keyifli okumalar ♥ 

HADİ BİR HAYAL KURALIM

‘’Hadi bir hayal kur? ‘’ ya da ‘’ Hadi bir hayal kuralım? ‘’
Hiç böyle bir cümleniz oldu mu sizin?
Hiç gözlerinizi kapatıp, kendinizi hop diye içine attığınız, bütün sevdiklerinizi de paldır küldür hayalinize çektiğiniz üç beş dakikanız oldu mu?
 
*******
Dünyanın en naif ve en sakinleştirici cümlesidir bu cümle.
Hayali çok olanların, hayallerin kıymetini bilenlerin, yine sadece hayale değenlerle paylaştıkları bir ayin cümlesi gibidir.
Ya da kadehin dibinde kalan son yudumu içip, kadehi masaya vurup, o an o seste ''Ulan ben bu gece dünyayı kurtarırım be '' hissini yaratan bir sarhoşluktur.
 Gözlerini sıkı sıkı yumup, gözünün önüne gelen o bahçeyi bir daha hiç unutmamak için bir an önce uyumayı isteten bir akıl oyunudur.
 Dünya bok gibi bir yer olduğu için ve her şeye rağmen insan soyu yaşamaya devam etmek zorunda olduğu için küçücük mucizevi anlar yaratma telaşıdır.
 Şarkı söylemek, şiir yazmak, kitap okumak, film çekmek, çocuk doğurmak, doğmuş çocuğu büyütmektir.
Gerçeklerden kaçmak için değil gerçeklere rağmen dünya dönebilsin diye bir şeyler yapabilecek takati bulabilmektir.
Aşktır.
Direnmektir.
Öpüşmektir.
İnce şeylere zaman ayırabilecek kadar hayattan vazgeçmemiş olmaktır.
Bir sahil kasabasında bembeyaz elbiseleri uçuş uçuş sahilde koşturan iki yeni yetmedir.
Masa başında bir hikayeyi film yapmaya çalışan iki genç kadındır.
 Torunlarını büyüten ananelerdir.
Vazgeçmemektir.
Titanik’teki iki küçük çocuğun hiç bir zaman ölmemiş olmasıdır.
Seçmektir , seçilmektir.
Gerçeğin paldır küldür sorgusuzca altına alıp ezdiği zorunlu birlikteliklerden farklıdır.
Seçtiğine doğru akar hayal.  

Masaldır.

Dünyanın en naif ve en kıymetli cümlesidir.
Tıpkı masal gibi.
Nasıl ki masallar herkes için yazılmaz, rast gele her önüne gelen anlatılmazsa hayal de öyle gelişi güzel saçılmaz.
Yani demem o ki hem çok ufacık hem de kalbe sığmayacak kadar derindir.
  
Göğe bakmak,
       vapura binmek, ve
                 bir çocuk sevmek gibidir.
 Çok kıymetlidir, çok ...

‘’Ne Zaman Büyüdüğünde Olmak İstediği Kişi Olamayacağını Anlayacak ‘’


Dünyanın en zor şeyi sizce ne ?
Ben benim listemi yazmayacağım ama siz kendi listenizi bir gözden geçirin.
Galiba dünyanın en zor şeyi ‘’umut etmek ‘’
Yaşı ya da yaşanmışlıkları belli bir standarda ulaştığında hepimizin kavradığı gibi dünya aslında mutluklarla ve şen kahkahalarla dolu bir yer değil.
Alice’in harikalar diyarına çıkaracak beyaz tavşan da yok ormanlarında bu dünyanın.
Dünya tepeden tırnağa mutsuzluğa bulanmışlarla ve o mutsuzluk içinde üç beş mutlu an yaratmaya çabalayanlarla dolu.
Listelerle,
yapılacaklarla,
yanlışlarla,
kararlarla,
zalimlikle .. dolu.
Kötü filmlerin senaryolarındaki tamamen kötü yan karakterin evin küçük kızının bebeğinin kafasını koparması gibi, tamamen zalim  düzen umutlarımızın kafasını koparıp
‘’ Tamam artık tamamen mutsuz olmaya hazırsın, geride kaldı o mutlu olmaya dair içinde umut barındırdığın günler. Sen artık bir yetişkinsin.’’ diyor.
Elinde kafası kopmuş bebeği ile kalan onlarca umudu kırık yaşlı  çocuk…
Kalplerinde tüm vazgeçmişliklerinin, mutsuzlukların hıncı, gözlerinde bir yetişkin kadar umutsuz kalmış olmanın ahmak gururu, ellerinde doğrular ve yanlışlar çetelesi ile yetişkinler çetesi.
Havada uçuşan öneriler,yargılar,kararlar ….
Kanında dolaşan sıradanlığı,korkaklığı kendinden olana miras bırakmaya nasıl da niyetliler…
Olur da içlerinden bazıları devam ederse, vazgeçmezse, kaybetmekten korkmadan , korkusuna yenilmeden başlamaya cesaret ederse dillerinde, gözlerinde, ruhlarında amalı,zatenli cümleleri...
 
 Dünyanın en büyük hakareti gibi bilgisayarımın ekranında beliren dünyanın en acımasız repliği ;
  ‘’’Ne zaman büyüdüğünde olmak istediği kişi olamayacağını anlayacak bu kız ‘’


Dünya sahiden de  mutluluklarla ve şen kahkahalarla dolu bir yer değil
                  ve
Alice’in harikalar diyarına çıkaracak beyaz tavşan da yok bu dünyanın ormanlarında.
Keşke dünyanın bütün köşe başlarına üstünde ’’Yol açın, deneyecek, yanılacak, yaşayacak var ‘’ yazan bir tabela asabilseydik.
  Belki o zaman içimizin gereksiz kalabalıklarını aşmak daha kolay olurdu, kızlar ve erkekler birilerini büyüdüğünde olmak istedikleri kişi olacağına ikna etmek yerine, büyüdüğünde olmak istediği kişi olabilmek için uğraşmaya daha çok vakit ve enerji bulurdu.
Keşke asabilseydik o tabelayı dünyanın bütün köşe başlarına..
 Çekilin yaşayacak var !!!



HADİ HEP BİRLİKTE

'' Sesler ve koku olmasaydı hissetmelere ne olurdu ?
   İnsan neyle yaşar , bir düğün alayından gelen neşesi ritminde o sesle mi, fırından yeni çıkmış ekmeğin el yakan kokusunda mı ?
İnsan ne ile yaşar ?
  Gökyüzünde kocaman  fincanımdaki dört duvarı telve haneme doğamayan bir ay.
Sesini duyabileceğim mesafede bir düğün kurulmuş . 

  Düğünden dönen hepsi kadın bir grup geçti biraz önce bütün balkonlarımın  altından. 
  Yüzlerini görmediğim komşular sol çaprazdaki evin önünde çekirdek çitliyor. 
  Çıt, çit, çıt ...
  Duyguların kokusu mu var sesi mi acaba ?
  Tam şu an yanmış ekmek kokusu mu hissettiğim ?
   Detone mi oluyor ruhum ?
   Peki sonuç olarak

      insan ne ile yaşar ?  ''


diye sormuştum bir  Ağustos akşamı. Eylülden haberim yoktu, olacaklardan, acı çekmekten, dert edinmekten utanacak kadar kapkara bir kederin içine düşeceğimizden haberim yoktu. Aklımın tamamen durduğunu hissedeceğimden, kalbimin sadece endişeyle atacağından haberim yoktu. Oysa kişisel kederlerimizden utanacağımız kafi miktarda neslimize ''miras keder''imiz vardı. Ama dahası olamaz ki tesellisine kapılmıştım bende hepimiz kadar. 
 140 karaktere sığacak bir haberin içindeki dehşetin yüz binlerce insana yetecek ağırlığına tanıklık ediyoruz şimdi. 
       Kendi kişisel dertlerimden utandığım bir sabahta okuduğum kısa bir yazı yeniden yeniden yeniden diye bangır bangır bağırıyordu. Yeniden dönecek dünya, unutarak değil, mücadele ederek devam ederek vazgeçmeyerek başaracağız. 
      Ben de size o yazı eşliğinde  çok severek, çok okuyarak ve çok çalışarak başaracağız demek istiyorum. 
     Hadi hep birlikte...
     Yeniden ..
     Unutarak değil mücadele ederek 
     Çok çalışarak 
     Hadi hep birlikte ...



* Bu bir tenis kortu. Daha doğrusu, tenis kortunun duvarı.Sırbistan 90’lar. O zaman hâlâ Yugoslavya var. Ama ülke dağılıyor, Müslüman-Hıristiyan birbirine girmiş, Avrupa tarihinin İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en kanlı savaşı, en büyük toplu katliamları gerçekleşiyor. Sırplar, Hırvatlar, Boşnaklar birbirinin kanını içiyor adeta. Evler basılıyor, sniper’lar masum kadınları vuruyor, gece gündüz ağır bombardıman altında kentler var. Kim haklı kim değil’e girmem. Savaşta kazanan yok. Haklı haksız da yok. Savaş savaştır ve herkes için yıkımdır. Benim lafım başka.Yıl 1993. Küçük bir çocuk o dönem işte bu kortta tenis oynuyor. Etraf yıkılıyor, herkes can derdinde… Ama bu çocuk ve bir sürü arkadaşı bu korttalar. Hocaları onları çalıştırıyor. Anne babaları onları bu korta getiriyor. Her gün bombalar iniyor ama hayat devam ediyor.Kortun duvarındaki silah izlerine bakın. Gece bombardıman, gündüz tenis. Hayat buydu.Eminim o zaman bir sürü insan şöyle diyordu: “Biz burada can derdindeyiz, siz orada tenis oynuyorsunuz, vay duyarsızlar…” “Burada kan akarken, siz orada tenis oynuyorsunuz ha… En kolayı vazgeçmek böyle durumlarda. Mücadele edeceğine vazgeç, kapıl rüzgâra, oh ne rahat. Anne babalar vazgeçebilirdi ama geçmediler. Hocalar bırakıp gidebilirdi, gitmediler.O günlerde o kortta oynayan yetenekli bir çocuk vardı. Savaş devam ederken 1993 yazında altı yaşındayken keşfedilmişti. Yeteneği o zamandan belliydi ve çalışması gerekiyordu. Savaş başladığında “Hayat dursun, tenis de neymiş” demediler. Aile aylar boyunca geceyi evlerinin bodrumundaki sığınakta geçiriyor, gündüz hayata devam etmeye çalışıyordu. 14 yaşında uluslararası kariyerine başladı. Bugün dünyanın bir numaralı tenisçisi kendisi. Adı Novak Djokovic o çocuğun.Savaşlar, terör, krizler geçiyor gidiyor, peki sonra geriye ne kalıyor? İnsan. Biz geleceğimizi, barış ve mutluluk günlerimizi inşa etmeye çalışmak yerine bütün gün bilgisayar başında çemkiren, kısır gündemin esiri bir ulus olduk. Bir şey yapmalı, artık bu böyle olmaz diyenlere sözüm İşinizi yapın. Ve iyi yapın. İşinize dört elle sarılın. İşinizi sevin. En iyi olun.Taşla sopayla değil, parayla pulla değil, bilgiyle, eğitimle, sevgiyle, tutkuyla! #mehmettez


* kaynak, instagram.com/neslihanyesilyurt/




İç Ses - 17

 Beklemek... 
 Yeryüzü laneti...
 Öyle bir lanetki sinsice ; bekleyenin tüm dünyasına yayılan, onu hayatın dışına atan, andan uzaklaştıran ... 
  Beklemek umut etmenin aksine insanı takatsiz ve yalnız  bırakan bir kabus. 
  Hayatın herşeye rağmen devam etmeye kurulu düzeninin içinde bekleme hali bekleyenini bir kenara itip şimdi sen bir dur diyor; hayat akacak, insanlar bir yerlere gidecek, yeni şeyler başlayacak, herkes için hayat devam edecek ama sen BEKLE. 
    Orta yerde , ne sağa bir adım ne sola...
     Ne başlayabil,  ne de vazgeç...
     Sadece bekle.  
      Bekle
        Bekle
           B.... 
            
                      ******
     Bu lanetin içine düşmüş, yavaşlayıp, yalnızlaşan ruhun elinde kalan tek şey gökyüzü oluyor bu durumda. 
Yeryüzünün insan eliyle oluşmuş zaman algısına yenilmek madem beklemek, sen de göğe bak yeniden. 
    Çünkü hayat bulutu umut geçiyor gökyüzünde. 
    Sen en iyisi göğe bak yeniden. 



KÖK KADIN

  Kadınlardan bahsetmeye önce ondan başlamam gerektiğini düşündüm bu yüzden. Benim kadınlığıma karışan kadınlığını ömrümce anlatamam herhalde ama onun kadınlığı çalışmaktı. En çok çalışmak. Hayatındaki erkeklerin yüklerini rahminde, omuzunda, gönlünde taşımış çalışkan bir kadın.
Rahminden çıkan başka bir kadına o kadından da bana bulaşan özün sahibi bir kadın. Ömrümce hikayesi yoluma karışacak olan kadın ... Belki de hikayenin kendisi olan bir kadın ...

       
 Büyüyünce anlarsın …

Çok sık duyardım duyarım duyuyorum.
oysa anlamanın büyümekle bir alakası yokmuş , insanın hayatı aklı ile kavrayabileceği sanrısı ,sayılabilen bir birim olan zamanla, günle ayla yılla büyüyebileceği yanılgısı kurduruyor böyle saçma cümleleri. İnsan büyüyünce anlamıyor , hissedince anlıyor , anlayınca büyüyor. Sayılamayan bir birim yaşamımızı şekillendiriyor. Adı belki zaman ama hesaplanamaz dokunulamaz.
   Anlamak insanın içindeki sokakları sislere boğuyor zaman zaman , ateşin yaktığını yanmadan hissedemiyor insan yanacağını anlayacak kadar büyümüş olduğunda çoktan yanmış oluyor.
  Yaşamı içinden geçerken değil de kenarında köşesindeyken fark edebilmemiz bu yüzden belki . O an yaşadığın şey kalbine nasıl değiyorsa o kalp çarpıntısının ritmiyle kavrıyorsun ama yaşarken değil yaşam üstünden geçip gittiğinde .
  Ben yıllarca anneannemin evine gittim her yaz ,özlemle ,sıkılarak ,heyecanla ,korkuyla birçok farklı duyguyla çaldım merdivenli sokaktaki o evin kapısını. Sabahları erkenden kalıp merdivenli sokağın merdivenlerini süpürürdü anneannem. Anlayamazdım neden sokağını süpürdüğünü. Her sene süpürdüğü basamak sayısı azaldı anneannemin. Anneannem her sene bir kaç merdiven basamağı kadar yaşlandı, yani yaşlanmış ben anlamadım küçüktüm. O evin küçük penceresinde çicekli kumaş perdeleri vardı anneannemin perdenin hemen altındaki çekyatta uyurken hiç anlamadım ben bir evin çiçekli perdelerinin olması ne demek.  Zaman geçerken dönüştürmez değiştirmez sanırdım o zamanlar , meğer resmen şekil verirmiş zaman insana. Öyle kaşına gözüne kırışıklar çizerek değil gönlüne çiçek desenli tabaklar ekleyerek.
    Sadece evini değil kendi sokağını da süpüren bir kadın benim anneannem.
    Hasteyken onu saatlerce bekleten hemşireye inat serumunu çat diye kendi çıkarmış bir kadın.
    Büyük cümleleri olmayan , büyük bir cümle gibi yaşayan bir kadın.
     Yıllarca yalnız yaşayabilmiş ama evinin içi dolsun sofrası kalabalık olsun diye heyecan durmuş bir kadın.
     Hayatındaki hiçbir erkeğe yük olmamış hepsinin gönlünden yük almaya çalışmış bir kadın .
     Hayatındaki tüm erkekler tarafından terk edilmiş bir kadın …
    

Eksik Kalmış Bir ''Sütçü Hikayesi ''


   Kulakları sağır edecek bir gök gürültüsü ile başlayıp bardaktan boşalırcasına yağan yağmurla devam etseydi gün kendimi bir filmin içinde hissedebilirdim.
   Ama öyle olmadı o sabah da üst komşumun matkap sesiyle uyandım o sabah da bugün ne giysem diye düşündüm o sabah da otobüsü kaçırırsam diye bilindik acelemle çıktım evden.
   Sokağın köşesine geldiğimde beyaz küçük bir arabanın arkasında dizdiği beş litrelik plastik su şişeleri ile kilosu iki liraya süt satan sütçüyü gördüm. Bu her sabah gördüğüm bir manzara değildi ama şaşırmadım nedense. Aklıma ilk gelen şey insanların nasıl olup da sütü sevebildikleri oldu. Ben sütü düşündüğümde hep yaptığım gibi yüzümü buruşturdum ve içimden aman kek falan yapıyorlardır dedim başka insanların da süt sevmediğine ikna olmalıydım çünkü, oldum da . Sonra küçükken kapıya gelen sütçüyü hatırladım uzun zayıf ve siyah saçlı bir adamdı.Apartmanın en üst katında otururduk ve sütçü elinde süt dolu güğüm ile dört katı çıkardı ve ben bunu pek tabi o sabaha kadar fark edememiştim . İçimde büyük bir saygı uyandı çocukken bize süt getiren sütçüye ekmeğini taştan çıkarıyor sayılırdı kim bilir ne kadar yoruluyordur.
     

  * Neden yarım kaldı acaba, neden yazmaya başladım, neden vazgeçtim. Nasıl tamamlamam gerekirdi ? Tamamlanmaması gerekiyordu belki de. Evet evet bu hikaye  yarım kalmak  üzerine demek ki. Demek ki tamamlanmaması gereken bir hikayenin  unutulmuş süsü verilen bir kaydı bu. O zaman süte ve sütçüye ve de hikayeye saygıyla deyip susmak gerekir. Yarım kalmayı seçmiş bir hikaye karşısında başka ne yapılabilir ki ?  









İç Ses - 12

 
Yan apartmandaki komşu balkonunu yıkıyor.
 
Köpürte köpürte deterjanlarla hem de;  bu önemli bir iş çünkü bütün kış boyunca açılmamış balkon kapısı açılacak, artık balkonlarda yenecek yemek sonrası  karpuzları ve kahveler balkonlarda içilecek.
  
Komşunun balkonunu yıkayışını izlerken aklıma tam beş yıl önceki bir mayıs akşamı geldi. Annem ve babam balkonda oturuyordu kahvelerini içmişlerdi, kim bilir neler konuşuyorlardı muhtemelen bize bağlı planlar yapıyorlardı. Ben de odamda test çözüyordum üniversite sınavına hazırlanıyordum çünkü ; ara verdim sanırım ki annemlerin yanına geldim bir tabure aldım oturdum masanın yanına. Ne konuştuk ne kadar konuştuk daha sonra odama gidip ders çalışmaya devam ettim mi yoksa uyudum mu hiç hatırlamıyorum. Sadece karanlık gök yüzündeki bir kuşu hatırlıyorum martı olabilir emin değilim. Kafamı kaldırdım kuşa baktım ve ‘’ Allahım şu kuş gibi özgür olacağım günler gelecek mi ‘’’dedim. O anı , o duyguyu ,o kuşu ve gökyüzünün o siyahını hiç unutmuyorum. Alelade bir an gibiydi oysa meğerse değilmiş.
   
Üniversite sınavı bitti, hazırlık, birinci yıl, ikinci yıl  derken işte son yıl geldi. Geçen beş yıl içinde kuş gibi özgür hissettiğim de oldu, kırk kilitli zindanlarda tutsak hissettiğim de . Bir sürü şey öğrendim, defalarca hayal kırıklığına, umutsuzluğa kapıldım. Korktum. Umutlandım. Yaşadım işte herkes gibi herkes kadar.  
    
 Komşum yıkadı balkonunu mis gibi oldu belki bu akşam yemeği balkonda yerler.
      
Belki bu yaz herkes yemeklerini balkonlarında şenlikle yer.
      Belki bu yaz başka  kuşlar  geçer tepemden göğün rengarenk olduğu bir vakitte .
      Belki bu yaz da …  




KURNAZ T İ LK İ

1. KURNAZ TİLKİ

Bir varmış bir yokmuş tilkiyle ayı varmış. Tilki;

“Hadi bağa gidelim üzüm yiyelim” demiş.

“Burnumuzdan gelene kadar üzüm yiyeceğiz” diye de gitmeden anlaşmışlar.

Gitmişler bağa yemişler yemişler. Tilki burun deliklerine iki üzüm sokuvermiş;

“Benim burnumdan geldi” demiş. Ayının burnundan gelmemiş ayı kaba

bizim gibi. Karnı davul gibi olmuş yiye yiye. Oradan bağın sahibi çıkıvermiş elinde

tüfekle. Tilki önden hemen koşmuş bağa girdikleri geçitten çıkıvermiş dışarı. Ayı

şişmiş karnıyla çıkamamış. Tilki’ye;

“Beni kandırdın” demiş ama faydası yok gari.

Tilki oradan giderken giderken yolda balıkçı gidiyormuş. Onu görmüş. Ölü

gibi yatıvermiş yolun üstüne boylu boyunca.

“Bunun kürkü para eder” demiş balıkçı almış da arabanın üstüne atıvermiş.

Tilki de arkadan hep balıkları atmış sonra kendi de atlamış götürmüş balıkları evinin

tavanına dizmiş. Balıkçı varmış köye balıkları satacak bir bakmış balıklar yok.

“Eyvah! N’oldu benim balıklar?” Tilkinin yaptığını anlamış tabi.

“Gideyim o tilkiyi bulayım öldüreyim!” demiş. Gitmiş o tilkiyi aramaya.

Bulmuş tilkiyi;

“Nasıl ettin sen bunu sen ölüydün ya!” demiş.

“Ben seni aldattım balıkları da tavana dizdim” demiş. “Ama istersen demiş

gidelim şuradan benim kuyruğuma sepet bağlayalım senin kuyruğuna testi

bağlayalım şurdan nehirden geçen balıkları avlayıvereyim sana” demiş.

Balıkçı da;

“Tamam” demiş.

135

Adamın kuyruğuna testi bağlanınca kalkar mı? Dolmuş testi adam

kalkamamış suyun içinde kalmış; “kırk kırk” etmiş boğulmuş. Tilkinin kuyruğundaki

sepetten su akmış geçmiş. Tilki;

“Gitti kırk tane balık bulamadı orada kaldı” demiş. Kurnaz Tilki ya herkesi

aldatmış.

Hatice AZAK, Paşaköy

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...