hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

İç Ses - 25

Ben küçükken masallara inanırdım. Hatta çok uzun bir süre inandım. Üstelik öyle tütülü eteklerini giyip ayna karşısında kendini izleyen prenses bir kız çocuğu da olmama rağmen inanıyordum.  Masalım kendi içinde pembe panjurlara çıkan biraz yeşilçam etkisinde kalmış bir mutluluk haliydi. Sahiden bir şeyler olduğunda, zamanı geldiğinde birden pat diye masalın içine düşeceğimi sanıyordum. Ama diğer taraftan da her şeyin akıl yoluyla kavranabilir olduğuna dair zerre şüphem de yoktu. Masallardaki kusursuz mutluluğa karşı şüphe duymayan çok bilmiş aklım hayatın aksaklıklarına parmak sallayıp ‘’Yoo çok mantıksız ‘’ , ‘’Saçmalama tabi ki öyle şey olmaz, olamaz ‘’ gibi bugünden baktığımda komik bulduğum cümleler kurmaktan hiç sıkılmıyordu. İşte meşhur zaman benim içinde geçti pek tabi. Yakından baktığım için kocaman görünen pek çok şey  akan zamanla beraber uzaklaştıkları için de zamanla küçüldüler hatta bazıları görünmez  bile oldu.  Ben içime kendime daha yakından bakmayı öğrendim. Yakınında olmadığım için iyice gör(e)mediğim hatta varlığından bile habersiz olduğum birçok şeyinse farkına vardım. Yıllarca farkına varmadığım o uyduruk akılla çözebileceğimi sandığım tüm sorunları kalbimden geçirerek çözebildiğimi keşfettiğimde yetişkinliğe hazırlanıyordum. Yetişmeye çalıştığım şeyin farkında olarak girdim kapıdan. Kalbimden geçmeyen hiçbir şeyin benimle ilişkisi olmadığını çaktım. Aklımın kaygıları içinde içim kıpır kıpır olarak üzerine gittiğim her durum bir şekilde umut olup döndü hikayeme.  
   Ama bugünlerde kocaman bir umutsuzluğun içinde yaşıyoruz. Bizim dönemimize düşen tuhaf bir uyuşukluk hali. Yaşadığımızı bireysel mutluluklardan değil, bir çok şeyin berbat olduğu bu yerde kişisel mutsuzluklarımıza dertlendiğimizde anımsıyoruz. Ulan bu yangın yerinde hala böyle uyduruk bir sebeple üzülüyorsam yaşıyorum galiba diyoruz.  Elimizde olan tek şey kalbimizin içindeki iyi insanlara sarılmak. Tanıdığımız ve tanımadığımız ‘’bizimkilere’’.
Benim aklıma başka hiçbir şey gelmiyor.  Masallar çocukluğun deniz kokusunda kaldı ama hikaye devam ediyor. Bir şekilde etmeli, birbirimize ha gayret demek için , yazmalı, konuşmalı, sevmeliyiz becerebildiğimiz kadar.
Akıl tükendi, kalbe nefes lazım.
Nefessiz kaldığımız her an dönüp ‘’bizimkilerin’’ varlığına şükretmek lazım.

Çünkü akıl -çoktan- tükendi, kalbe nefes lazım.


KIRMIZI ÇİÇEKLİ PENYE GECELİK

Hayat olağan ve mükemmel akışında bütün muhteşem kalp ritimlerinin tezatlarını da barındırıyor içinde.
 Mutluluktan kalbinin çatlayacağını hissettiğin o duyguyu hak ettiğince yaşayabilmek için bir zaman hayatın bir yerinde kalbin mutsuzluğunda boğulacak ve sanki bir daha tek tık bile atamayacakmış gibi hissetmiş olmalı mesela.
  Bir şeyin yoksunluğunu tek tek bütün hücrelerinle yaşamalı ki insan, o yokluk zaman içinde varlık haline geldiğinde var olana karşı şükranın hiç kaybolmasın.
 Bunlar gibi bir çok duygu ve durum sayabilirim. Birini bilmeden diğerini hakkıyla yaşayamayacağın.
   
  Hatırlamak da o duygulardan biriymiş meğer.
 Anneannemin kırmızı çiçekleri olan bir geceliği vardı. Aslında öyle gecelik giyen sabahları uyandığında saçını tarayan bir kadın değildi anneannem sağlığında da. Ama işte evinde gecelikleri vardı. Bu kırmızı çiçekli beyaz penye geceliği de bütün kış çekmecede durur, yazı bekler, yaz geldiğinde üç aylık yaşam temposu yükselen o küçük evde hayatıma dahil olurdu.
Sıradan penye bir gecelikti.
Birkaç gündür aklıma geliyor ne oldu acaba o geceliğe.
Birine mi verildi ?
Çöpe mi atıldı ?
Orada bir yerlerde anneannemin unuttuğu birçok şey gibi o da kocaman anı dağında mı ?
 Basit bir penye geceliğin kırmızı çiçeklerinde neler neler saklıymış meğer.
Unuttuğumu sandığım ne çok fotoğraf karesi.
Anneannemin kalabalığı, pişirdiği pirinç pilavı, yaptığı meşhur patlıcan yemeği, yer sofrası, turşu kurduğu küçük mutfağı, hiç kuşkusuz inandığı ve çok ama çok sevdiği oğulları, mahallenin çocukları, çekirdek yenilen kapı önü sohbetleri, denize gittiğimizde ayaklarını kuma gömmesi, gittiğimiz düğünlerde insanlarla sohbet edişi, büyük dayımsız yemeğe oturmak istemeyişi, bizim için biriktirdiği karne harçlıkları, pişirdiği hamur kızartmaları,hastalığının ilk zamanlarında onlarca kilo vermiş hali…..
 
Şimdi anneannem artık kendi anılarına sahip değil, ama hala hikayeleri var onun.
Gerçekle hayalin karıştığı.
Anneannemin özgürce yazdığı oynadığı.
Her geçen gün biraz daha uzaklaşırken anneannem bugünden, biz de süratle yarına gidiyoruz.
Anneannem her sabah bir gün öncesine uyanırken bizim için her günaydın  yeni bir gün.
Anneannemin hafızası hızla silerken bütün anıları, bizim zihnimiz her anı hızla bir anıya dönüştürüyor.
Unutmak ve hatırlamak  hikayemizin en kederli ve en sevinçli parçalarını oluşturuyor.

Çok susamış ağzın kurumuş artık takatin kalmamış gibi hissettiğin o an biri bir bardak su uzatır ya , o su dünyanın en değerli ve en lezzetli suyudur. Bazen hatırlamanın artık insan zihnini kup kuru yaptığı bir an anneannemin unuttukları bir bardak su oluyor zihnimize.
 Unutmanın ve hatırlamanın yeniden şekillendiği bir dönemden geçiyoruz hep birlikte.
Onun unuttuğu her şey benim hafızamın en şahane ve en kederli anıları olmaya devam ediyor.
Unutmanın her halini tanıdıkça hatırlamanın şahaneliği ve karanlığı en saf haliyle yeniden şekilleniyor.

Hayat olağan ve mükemmel akışında ilerlerken bütün hayati duygular birbirinin içinden geçerek değerleniyor.
 Kaybetmeden kazanmanın , hatırlamadan unutmanın değerini bilemiyor insan.
  

Sahi ne oldu acaba benim anneannemin kırmızı çiçekleri olan beyaz penye geceliğine ...   

  

Kitap: Satranç


    Yazarı bu kitabı yazdıktan birkaç ay sonra intihar etmiş olduğundan mıdır bilinmez, okurken ruhsal bir gerilim yaşıyorsunuz. Ama  bırakamıyorsunuz da... 
    Stefan Zweig, intihar ettin ettin, zevcenin aklını niye çeldin be adam? O da intihar etmiş...

 

   
Kitabın konusu mu? 
    
    Savaş ve Nazi karşıtı yazar, bir bakıma Dr. B. karakterinde kendini, Czentovic karakterinde küçük bir Hitler modelini anlatıyor. 

   Rastlantı sonucu eline geçirdiği bir kitapla satrancın inceliklerini öğrenen, bunu tutkuya dönüştüren ve bu yüzden beyin hummasına yakalanan bir adamın öyküsü bu. Ya hu hem satranç öğren, hem zihninde tek başına hayali biriyle oyna, hem de hamleleri her yönüyle hesap et. Tabi beyin oluyor humma kuşu.

   Karakteri takdir etmemek elde değil, zira onun durumundaki biri için akıl sağlığını korumanın bir yolu bu. 
(Ayrıntıya girmiyorum, okuyunca hak vereceksiniz) 



   Satrançla pek ilgili değilim, buna rağmen heyecan ve merakla okudum. Satranç bilen ya da bilmeyen herkesin faydalanacağı bir kitap. İnsanın, yoğunlaştığında zekasını ne kadar verimli kullanabildiğini, amaçsız yaşayamayacağını ve özgürlüğün ne denli önemli olduğunu anlıyorsunuz.

⭐⭐⭐ 

  Velhasıl kitabı mutlaka okuyun, yoksa yazar boşu boşuna intihar etmiş olacak...

Kitap: Bânû Cihan






  Binbir Gece Masalları tadında, iç içe geçmiş hikayelerden oluşuyor Kâmilu'l Kelâm ve Bânû Cihan. 
Şarkın esrarengiz dünyasında, akşam başlayıp sabaha kadar devam ediyor bu hikayeler. 
  
   Kâmil, gâh aşktan perperişan  yiğitlere yol gösteriyor, gâh kararsız kalanlara şu hikayeyi de anlatayım da gene sen bilirsin diyor, gâh vefasızlıktan sinir küpü olmuş şehzadelere dur hele bütün kadınlar öyle değil nevinden tesellilerde bulunuyor. 
   Bu hikayeler anlatılırken siz de aradan bir yerlerden bakıp, aa valla doğru söylüyor, ee sonra nolmuş... diyerek kendinizi olayların, sarayların içinde buluyorsunuz. 



  Siz de benim gibi okumaya başlamadan önce minik hazırlıklar yapıyorsanız, akşam loş ışıkta, kahve eşliğinde  okumanızı tavsiye ederim. (Kahve değil de bu kitaba Osmanlı şerbeti lazım aslında)
Hatta mum da ekleyin ki yanıbaşınızda titreyen ışık, bu masalsı aşk yolculuğuna sıcaklık katıversin.



  Ha, sadece kör bir aşktan bahsetmiyor kitap. Öyle hoş nasihatler veriyor ki. Ama en çok da sabır, acele etmek, haset konuları üzerinde duruyor. 

  ...Ve arka kapaktan bir alıntı: Sözlerin olgununu, olgun insanlar söyler. Elinizdeki eser de olgun sözlerden oluşan bir demet... 




♥ Keyifli okumalar ♥ 

İç Ses - 18

Üç sene önce yine başka bir ülkede, hisleri benimkilerden çok farklı insanlarla bir aradaydım.  Dünyanın yalnızca Amerika’dan ibaret olduğunu zanneden o insanların arasından bakmıştım, kendime, ülkeme, hislerime, zamana, mesafeye, geçmişe, geleceğe…
 Orada beş kız bir evde kalıyorduk. Çalıştığımız tatil parkının içinde, amaca hizmet eden, pratik bir prefabrik evdi.
Biz -bahar.mu ile birlikteydim- sonra gidenler olduğumuz için en küçük odaya geçmiştik. Üç aya yakın bir süre orada, kapısından baktığında yemyeşil bahçenin ve mavi gökyüzünün görüldüğü o evde yaşadık. Bahçeden ceylanlar, tavşanlar geçerdi zaman zaman. Daha ikinci sınıf öğrencisiydim -üniversitede tabi- ilk defa yurt dışına gidiyordum. Büyük çabalar sonucu gerçekleşmiş bir fırsattı. Birbirinin aynısı gibi geçen onca günün ardından benim için imkansızmış gibi görünen şehirleri, sokakları gezdim.On günlük seyyahlık kısmının ardından, sanırım 21 Eylül’dü -Suzikonun doğum günüydü - İstanbul’a döndük.

Bugün bu hikayenin üstünden üç sene geçmişken ben yeni bir hikayenin içinde yuvarlanıyorum.
 Yine ucunda, başladığı yerde  büyük fedakarların olduğu bir hikaye.Bu sefer aslında aileme, yaşadığım dünyama, arkadaşlarıma, hayatıma çok da uzak olmayan, sokaklarında sıklıkla ana dilimi duyabildiğim ıslak bir Avrupa şehrindeyim. Küçücük bir odam var. Odamın penceresinden komşularımın pencereleri bir alıcı direği ; sisli, gri ve ruhsuz bir gök var. Üniversite öğrencilerinin katıldığı kültürel ve akademik değişimi ve paylaşımı hedefleyen bir programla geldim. Başkalarının ne hissettiklerini anlayacak kadar çok yaşamaya sabrım yok ama belki başka insanların ne düşündüğünü anlayabilecek kadar öğrenirim ortak dili diye düşünerek geldim.
  Beni en az ben kadar düşündüğüne emin olduğum insanlar sayesinde de kaldım bu ıslak şehrin ıslak sokaklarında.
   Şimdi küçük bir odam, tam karşı evimde kocasını dışarı uğurlarken dudaklarından öpen yaşlı bir komşum, bıraktığı kaosunu özleyen bir gönlüm ve her şeye rağmen sabretmemi ve kulaklarımı hikayeden yana açmamı söyleyen bir zihnim var.
Bir de hiç dinmeyen huysuz bir yağmur...
     
 
   17/10/2015

Islak bir cumartesi sabahı  




Eksik Kalmış Bir ''Sütçü Hikayesi ''


   Kulakları sağır edecek bir gök gürültüsü ile başlayıp bardaktan boşalırcasına yağan yağmurla devam etseydi gün kendimi bir filmin içinde hissedebilirdim.
   Ama öyle olmadı o sabah da üst komşumun matkap sesiyle uyandım o sabah da bugün ne giysem diye düşündüm o sabah da otobüsü kaçırırsam diye bilindik acelemle çıktım evden.
   Sokağın köşesine geldiğimde beyaz küçük bir arabanın arkasında dizdiği beş litrelik plastik su şişeleri ile kilosu iki liraya süt satan sütçüyü gördüm. Bu her sabah gördüğüm bir manzara değildi ama şaşırmadım nedense. Aklıma ilk gelen şey insanların nasıl olup da sütü sevebildikleri oldu. Ben sütü düşündüğümde hep yaptığım gibi yüzümü buruşturdum ve içimden aman kek falan yapıyorlardır dedim başka insanların da süt sevmediğine ikna olmalıydım çünkü, oldum da . Sonra küçükken kapıya gelen sütçüyü hatırladım uzun zayıf ve siyah saçlı bir adamdı.Apartmanın en üst katında otururduk ve sütçü elinde süt dolu güğüm ile dört katı çıkardı ve ben bunu pek tabi o sabaha kadar fark edememiştim . İçimde büyük bir saygı uyandı çocukken bize süt getiren sütçüye ekmeğini taştan çıkarıyor sayılırdı kim bilir ne kadar yoruluyordur.
     

  * Neden yarım kaldı acaba, neden yazmaya başladım, neden vazgeçtim. Nasıl tamamlamam gerekirdi ? Tamamlanmaması gerekiyordu belki de. Evet evet bu hikaye  yarım kalmak  üzerine demek ki. Demek ki tamamlanmaması gereken bir hikayenin  unutulmuş süsü verilen bir kaydı bu. O zaman süte ve sütçüye ve de hikayeye saygıyla deyip susmak gerekir. Yarım kalmayı seçmiş bir hikaye karşısında başka ne yapılabilir ki ?  









HİÇ

 Hiç olmaya yakın bir noktada dünyayla tanışıyoruz.
 Kendimizden habersiz, aidiyetsizken birilerine tutunmalar hep biri olmak için, hiçlikten bir var oluş yaratmak için çabalayıp duruyoruz. Hiç olmayalım diye ,var olalım diye okumak ,konuşmak, pişirmek ,paylaşmak, dağıtmak ,dağılmak hep biri olalım diye

 Sonra bir an geliyor ya da bir adam belki de bir kadın , bir kitap ,bir çocuğun sorusu, bir domatesin hafif ekşi kırmızısı, bir gök … Bütün ağırlığıyla hatta evrendeki  bütün ağırlığı takıp peşine geçiyor üstünden sen eziliyorsun ama ölmüyorsun , etrafında var olabilmiş birileri savaşıyor ve o savaş daha varlığını tanımamışları öldürüyor.  Sen var olmaya çabaladıkça insanların ve dünyanın sana biçtiği oluş biçimleri ağır gelmeye başlıyor başın daha sık ağrıyor kalp çarpıntıların artıyor . üstelik aşk zannettiğinin bir başka ruhun tatmini için sergilediği ihtişamlı oyunun basit bir figürasyonu olduğunu da öğreniyorsun ve  galiba kalbin en bakir noktası sevmek olduğundan kirlenmesin istediğinden kirli sevgilerle var olacak bir kalptense hiç olabilmiş bir kalp istiyorsun … 

 Hep aynı mevzu  canına yandığım.. neyse bak dinle 
Yeşilcam filmlerini bilirsin ; yakışıklı bir adam olur mesala Orhan baba ya da Kadir İnanır  … Yakışıklı adam yollu bir kızla tanışır gönül ya bu  aşık olur ! ilk soru budur senin soru yani ; cevabında da şöyle yapış yapışından bir hikaye çıkar . Hani esas kız olacak ya bizim orospu onu masum bir geçmişin içine atıverirler ,ak pak olsun diye önemli olan esas oğlana layık olmasıdır,o yüzden bizim kız helal süt emmiş ama felek vurmuş kader kurbanı oluverir gönüllerde; girdiği yataklar, kirli odalar, nefessiz soluklar hop atılır bir kenara. Halbuki  kimse gerçekten sormaz bize,… Gelir  satın aldığını bildiği zamanı ve bedeni en iyi şekilde değerlendirmek için cevabını dinlemediği bir iki soru, baştan çıkarması gerekmediğini bildiğinden yalandan iki dokunuş sonrası ... Yani kimse bize gerçekten dokunmaz, gerçekten sevmez, hiçizdir çünkü . Adsız,ruhsuz,nefessiz,bedensiz ... Bize biçilen ömür boyunca bekaretini bozmadan taşırız hiçliğimizi.
Bana gelince ben çoktan vazgeçtim, her şeyden önce ruhumdan , ruhsuz kaldım, vazgeçmeseydim ne olurdu diye de düşünmedim , düşünmeyeceğim de ;olmuş olanlar her neyse onlar olmamış olsaydı ben şu an ki ben olamayacağıma göre şu an ki ben olarak o günleri düşünmem ,  düşünemem , bugünümle geçmişimi değiştiremem , geçmişin yolunda tekrar yürüyüp bugün istediğim yere varamam. olmaz ,olmaz ... su aktı bir kere değişti her şey herkes …
 İşte gördüğün kadarım  ne eksik ve fazla; 
 yani güzelim benden sana ekmek çıkmaz aradığın ıslak hikayeyi ben de bulamazsın haa dersen ki abla iki kadeh içelim buyur devam edelim sen meyhanedeki taze ol ben de sokaktaki orospu
 isimsiz sorusuz ama; 
fazlası çıkmaz benden …

HENZEL İLE GRETEL

HENZEL İLE GRETEL



Büyük bir ormanın yakınında bir oduncuyla karısı ve iki çocuğu oturuyorlarmış. Oğlanın adı Henzel, kızınki Gretel'miş. Oduncunun kazancı pek azmış. Günün birinde ülkede kıtlık başgösterince artık kuru ekmeği bile bulup getiremez olmuş.

Bir akşam yatağına uzanıp kendi kendine düşünceye daldığı, üzüntüsünden dolayı yatağın içinde dönüp durduğu sırada içini çekip karısına demiş ki:

- Ne yapacağız? Kendimize bir şey bulamazken bu zavallı yavrularımızı nasıl besleyeceğiz?

Kadın yanıt vermiş:

- Biliyor musun ne yaparız? Yarın sabah erkenden çocukları ormanın en sık yerine götürürüz. Önlerine bir ateş yakarız, ellerine birer parça ekmek veririz. Sonra işimize gideriz; onları yalnız başlarına bırakırız. Çocuklar kendiliklerinden evin yolunu bulamazlar. Böylelikle onları başımızdan savmış oluruz.



Adam:

- Hayır demiş, ben bunu yapamam. Çocuklarımı ormanda yalnız bırakmaya içim nasıl dayansın? Çok geçmeden yabanıl hayvanlar onları paramparça ediverirler.

Kadın kocasına:

- Hadi ordan budala, deli, böyle yapmazsak dördümüz de açlıktan öleceğiz. Sen biçtiğin tahtaları o zaman bize tabut yapmakta kullanırsın... Önerisini kabul ettirinceye kadar ona rahat vermemiş.

Adamcağız:

- Fakat zavallı yavrulara acıyorum! demiş.

Açlık yüzünden çocukların gözlerine de uyku girmemiş; üvey annelerinin, babalarına söylediği sözleri duymuşlarmış. Gretel acı acı ağlıyor; Henzel'e şöyle diyormuş:

- Şimdi bize olanlar oldu! Henzel:

- Sus Gretel, demiş, kederlenme öyle! Ben yapacağımı bilirim.

Büyükler uykuya dalar dalmaz, Henzel ceketini giymiş, yavaşça kapının alt kanadını açmış, dışarı sıvışmış. Parlak bir ay aydınlığı varmış. Evin önündeki çakıl taşları pırıl pırıl parıldıyorlarmış. Henzel eğilmiş, ceketinin cebini bu taşlarla tıka basa doldurmuş. Sonra eve dönmüş. Gretel'e:

- Üzülme sevgili kardeşim, rahat rahat uyu... Tanrı bizi yalnız bırakmaz, demiş; yatağına uzanmış.

Sabahleyin ortalık ağarmaya başlarken kadın gelmiş, çocukları uyandırmış:

- Kalkın bakalım miskinler, demiş, ormana gidip odun getireceğiz. Sonra ellerine birer dilim ekmek vermiş:

- İşte öğleyin yiyeceğiniz ekmek... Vakti gelmeden bunları yiyip bitirirseniz karışmam. Sonra akşama kadar aç dolaşırsınız! demiş.

Gretel ekmekleri göğüslüğünün altına saklamış. Çünkü Henzel'in cepleri taşla doluymuş. Ondan sonra hep birlikte ormana doğru yollanmışlar. Bir süre gittikten sonra Henzel durmaya, başını arkaya çevirerek evlerine bakmaya başlamış. Bunu gören babası:

- Ne diye durup durup arkana bakıyorsun Henzel? Dikkat et, taşlara takılıp düşeceksin, demiş.

Henzel:

- Beyaz kedime bakıyorum babacığım, demiş, damın üstüne oturmuş bana "güle güle" diyor da.

Kadın bunu duyunca:

- Budala demiş, o gördüğün kedi değil; doğan güneştir, bacanın arkasından görünüyor. Aslına bakılırsa Henzel de kediye bakmıyormuş. Cebindeki parlak çakıl taşlarını birer birer yola bırakıyormuş.

Ormana girdikleri zaman baba:

- Haydi bakalım çocuklar demiş, odun toplayın. Üşümeyin diye size ateş yakayım! Henzel ile Gretel çalı çırpı toplayıp getirmişler; bunlardan kocaman bir yığın yapmışlar. Çalılara ateş verilmiş. Alevler yükselmeye başlayınca kadın çocuklara demiş ki:

- Haydi ateşin başına oturun da dinlenin bakayım çocuklar! Biz ormana gidip odun keseceğiz. İşimiz bitince gelir, sizleri alıp götürürüz.

Henzel ile Gretel ateşin karşısına oturmuşlar. Öğle vakti olunca ekmeklerini yemişler. Ormandan gelen balta seslerini işittikleri için babalarının yakın bir yerde olduğunu sanmışlar.

Oysa duydukları bu ses balta sesi değilmiş. Bu bir dalmış. Babaları bu dalı kuru bir ağaca bağlamışmış. Rüzgâr estikçe dal sallanıyor, ağaca çarptıkça "tak, tak" diye sesler çıkarıyormuş. Çocuklar uzun süre oturdukları için uykuları gelmiş, yorgunluktan gözleri kapanmış. İkisi de derin bir uykuya dalmışlar.

Uyandıkları zaman ortalık kapkaranlıkmış. Gece olmuş. Gretel ağlamaya:

- Şimdi ne yapacağız; ormandan nasıl çıkacağız? demeye başlamış. Fakat Henzel onu yatıştırmaya çalışıyor:

- Ay doğuncaya kadar bekle.. Ondan sonra yolumuzu buluruz diyormuş. Testekerlek ay gökte yükselince Henzel küçük kızkardeşinin elinden tutmuş; çakıl taşlarına baka baka yürümeye başlamış. Bunlar, yeni basılmış paralar gibi parıldıyorlar, çocuklara yolu gösteriyorlarmış.

Çocuklar bütün gece yürümüşler. Ortalık ağarırken evlerine varmışlar. Kapıyı çalmışlar. Kadın kapıyı açıp da karşısında Henzel ile Gretel'i görünce:

- Sizi yezit çocuklar sizi, demiş, bu vakte kadar ormanda işiniz neydi bakayım?... Artık sizi dönmeyecek sanmıştık.

Fakat babaları çok sevinmiş. Çünkü onları yalnız bıraktığına pek üzülmüşmüş.

Aradan çok zaman geçmemiş. Her yanda yeniden yoksulluk başgöstermiş. Çocuklar bir gece annelerinin babalarına şöyle dediğini duymuşlar:

- Yine kıtlık başladı. Evde yarım ekmekten başka bir şey kalmadı. Çoğa varmaz, hepimiz açlıktan öleceğiz. Bu çocuklar başımızdan savılmalıdır. Onları bu kez ormanın daha kuytu yerine götürelim. O zaman yolu bulamazlar. Başka türlü kurtuluş çaremiz kalmadı.

Bu sözler adamın içini sızlatmış. Kendi kendine:

- Son lokmanı çocuklarınla paylaşsan daha iyi olur! diye düşünmüş. Fakat kadın dediğinden dönmüyor, adamı durmadan zorluyormuş. Mademki birinci defasında kadının dediğini yapmış, çocukları ormanda yalnız bırakıp dönmüş. Bunu ikinci kez de yapması gerekiyormuş.

Çocuklar henüz uyanıkmışlar. Konuşulanları dinlemişlermiş. Büyükler uykuya dalınca Henzel yine yataktan kalkmış. Önceki gibi dışarı giderek çakıl taşları toplamak istiyormuş. Fakat kadın kapıyı kilitlemişmiş.

Henzel dışarı çıkamamış, ama kızkardeşini avutmaktan da geri durmuyormuş:

- Ağlama Gretel diyormuş, rahat uyu, Tanrı bize yardım eder!

Sabahleyin erkenden kadın gelmiş, çocukları yataktan kaldırmış. Ellerine birer parça

ekmek vermiş ama bu seferki ekmekler öncekilerden daha azmış. Ormana giden yolda Henzel cebindeki ekmeği ufalamış. Sık sık durarak kırıntılarını geçtiği yerlere dökmeye başlamış.

Babası:

- Henzel demiş, yollarda niçin duruyorsun? Yürüsene! Henzel:

- Güvercinime bakıyorum demiş, damın üstüne oturmuş; bana "güle güle" diyor da... Kadın söze karışmış:

- Budala demiş, o gördüğün güvercin değil; doğan güneş!.. Bacanın üstünden görünüyor... Fakat Henzel ekmek kırıntılarını yola serpmeyi sürdürmüş.

Kadın çocukları ormanın daha içlerine götürmüş. Bugüne kadar buralara hiç gelmemişlermiş. Sonra büyük bir ateş yakılmış. Anne:

- Burada oturacaksınız çocuklar demiş. Yorulursanız bir parça uyuyabilirsiniz. Biz ormandan odun keseceğiz. Akşam üzeri gelir, sizi alıp götürürüz!

Öğle vakti Gretel ekmeğini ortasından bölmüş, kardeşine vermiş. Bir parçasını da kendisi yemiş. Çünkü Henzel kendi payını ufalayarak yollara serpmişmiş. Sonra uykuya dalmışlar...

Akşam olup geçmiş ama zavallıların yanına kimseler gelmemiş. Çocuklar ancak ortalık karardıktan sonra uyanmışlar. Henzel küçük kız kardeşini avutmaya çalışıyor:

- Ay doğuncaya kadar bekle Gretel diyormuş, o zaman serptiğim ekmek kırıntılarını görürüz. Bunlar bize evimizin yolunu gösterirler.

Ay doğunca çocuklar ayağa kalkmışlar, fakat ekmek kırıntılarını bulamamışlar. Çünkü ormanlarda, kırlarda dolaşan binlerce kuş bunları toplayıp yemişlermiş.

Bunun üzerine Henzel Gretel'e:

- Korkma, nasıl olsa yolumuzu bulacağız demiş; ama bu yolu bir türlü bulamamışlar. Bütün gece, ertesi gün sabahtan akşama kadar gitmişler; ormandan dışarı çıkamamışlar. Karınları da çok acıkmışmış. Yerde duran birkaç yemiş tanesinden başka yiyecek bir şeyleri yokmuş. Çok yorgun oldukları için yürüyecek güçleri de kalmamışmış. Bir ağacın altına uzanmışlar, uykuya dalmışlar.

Çocuklar baba evinden ayrılalı üç gün olmuş. Yine yürümeye başlamışlar. Fakat gittikçe ormanın daha derin, daha kuytu yanlarına varıyorlarmış. Tez vakitte kendilerine yardım eden bulunmazsa yok olacaklarmış. Öyle vakti bir dal üzerine konmuş güzel, apak bir kuş görmüşler. Bu kuş o kadar güzel ötüyormuş ki, çocuklar oldukları yerde kalmışlar. Onu dinlemişler. Kuş ötmesi bitince kanatlarını çırpmış; önlerinden geçmiş. Çocuklar kuşun peşinden gitmişler. Sonunda kuş küçük bir evin önüne varmış, damına konmuş. Çocuklar eve yaklaşınca, bunun ekmeklerden yapılmış olduğunu, çöreklerle örtülü bulunduğunu görmüşler. Evin pencerelerinde cam yerine akide şekerleri varmış. Henzel:

- Haydi içeriye girelim de karnımızı doyuralım! demiş. Ben saçağın bir parçasını yiyeceğim, Gretel, istersen pencerelerden birini de sen ye!..

Henzel uzanmış; tadına bakmak üzere, saçaktan bir parça koparmış. Gretel ise pencereye yaklaşarak camını kırmaya başlamış.

Onlar böyle uğraşırken içerden ince bir ses duyulmuş;

- Kim karıştırıyor? Bu tıkırtı ne? Çocuklar:

- Rüzgâr... Rüzgâr... demişler. Ellerindeki parçaları telaşa düşmeden yemeyi sürdürmüşler. Saçaktan aldığı parça çok hoşuna gittiği için Henzel iri bir dilim daha koparmış. Gretel de pencereden ikinci bir parça daha sökmüş. Yere oturmuş, yemeğe başlamış.

Bu sırada kapı birdenbire açılmış; Çok yaşlı bir kadın koltuk değneklerine dayana dayana dışarı çıkmış. Henzel ile Gretel o kadar korkmuşlar ki, ellerindekiler yere düşmüş. Kocakarı başını sallayarak:

- Aman ne sevimli çocuklar! demiş. Sizi buraya kim getirdi bakayım?.. Haydi gelin içeriye; yanımda kalın... Size benden hiçbir zarar gelmez, korkmayın! Sonra ikisini de ellerinden tutmuş, içeriye almış. Evde onlara güzel yemekler çıkarmış: süt, şekerli çörekler, elmalar, cevizler... Sonra bembeyaz örtülü iki güzel yatak sermiş. Henzel ile Gretel içine girmişler. Burası o kadar rahatmış ki, çocuklar kendilerini cennette sanmışlar.

Kocakarı kendini çocuklara iyi yürekli bir insan olarak göstermiş ama aslında kötülük yapmayı sever bir cadıymış. Çocukları aldatarak eline geçirirmiş. Bu ekmekten kulübeyi de, onları avlamak için yaptırmışmış. Eline bir çocuk geçti mi onu öldürür, sonra pişirip yermiş. Böyle günlerde sevincinden bayram yaparmış. Cadıların gözleri kırmızı olur, uzakları göremezler. Fakat duyuları hayvanlar gibi güçlü olur, bir insanın yaklaştığını sezerler.

Henzel ile Gretel de eve yaklaştıkları zaman cadı kötü kötü gülmüş:

- Bunlar elime geçti demektir. Artık kurtulamazlar!.. demiş.



O sabah erkenden, daha çocuklar uyanmadan yataktan kalkmış. Çocukların mışıl mışıl uyuyuşlarını, al al olmuş tombul yanaklarını seyretmiş. Kendi kendine mırıldanmış:

- Bunlar tam dişime göre birer lokma olacaklar!..

Sonra Henzel'i kuru elleriyle yakalamış; küçük bir kümese götürmüş, kümesin parmaklıklı kapısını kapamış. Artık istediği kadar bağırıp çağırsın, kaç para eder bakalım?.. Daha

sonra Gretel'e gitmiş; kızcağızı tartaklayarak uyandırmış:

- Kalk bakayım miskin! diye bağırmış, kalk da eve su taşı! Dışarda kümesin içinde kapalı olan kardeşine bir şeyler pişir de biraz semirsin... İyice yağlandıktan sonra onu yiyeceğim. Bunları duyan Gretel acı acı ağlamaya başlamış. Fakat ne yapsa yararsız! Kötü yürekli cadı ne derse yapmak zorundaymış.

Zavallı Henzel'e en güzel yemekler pişiriliyormuş. Fakat cadı Gretel'e yengeç kabuklarından başka bir şey vermiyormuş. Her sabah cadı kümesin yanına sokuluyor:

- Henzel, parmağını dışarı çıkar bakayım; semirdin mi, semirmedin mi? diye sesleniyormuş.

Fakat Henzel kümesin deliğinden bir kemik parçası uzatıyor, gözleri bulanık gören kocakarı bunu Henzel'in parmağı sanıyormuş. Çocuğun bir türlü yağlanmadığını görerek şaşıyormuş.

Aradan dört hafta geçtiği halde Henzel kendisini hâlâ zayıf gösterince cadının sabrı tükenmiş. Artık daha fazla beklemek istemiyormuş. Bir sabah kıza seslenmiş:

- Gretel, çabuk ol, su taşı... Henzel ister zayıf olsun, ister semiz. Yarın onu kesip pişireceğim.

Zavallı kızcağız suyu taşıdıkça içi parça parça oluyormuş. Gözlerinden yaşlar boşanıyor, bu göz yaşları yanaklarından aşağı dökülüyormuş:

- Tanrım bize yardım et, diye yakarıyormuş. Ne olurdu bizi ormandaki yabancı hayvanlar yeseydiler de kardeşimle bir arada ölmüş olsaydık!..

Cadı bunları duymuş:

- Boşuna soluğunu tüketme, diye bağırmış, sana kimse yardım edemez!

Ertesi sabah erkenden Gretel dışarı çıkarak su dolu kazanı yerine koyacak, ateşi yakacakmış. Kocakarı:

- Önce ekmek pişirelim. Ben fırını kızdırmıştım, hamuru da yuğurmuştum! demiş. Zavallı

Gretel'i fırına doğru itmiş. Fırının ağzından alevler çıkıyormuş. Cadı kadın:

- Gir içeri bakalım demiş, fırın iyice ısınmış mı? Ekmekleri sürebilir miyiz?

Amacı, Gretel fırının içine girince kapısını örtmek, kızcağızı kızartmakmış. Bugün onu da yemek istiyormuş.

Fakat Gretel cadının niyetini sezmiş:

- Fırına nasıl girileceğini bilmiyorum ki!.. demiş. Kocakarı:

- Aptal kaz, diye bağırmış. Fırının ağzı o kadar kocaman ki ben bile içeri girebilirim, işte bak!.. diye fırına yaklaşarak kafasını içeri sokmuş. Bunu üzerine Gretel birden bire kadının arkasına bir tekme yerleştirmiş, cadıyı fırının içine tıkmış, demirden kapağını kapayıp sürgülemiş. Kadın içerden acı acı bağırmaya başlamış ama Gretel buna kulak asmamış. Koşa koşa oradan uzaklaşmış. Kötü yürekli cadı cayır cayır yansın da görsün gününü!.. Gretel hemen Henzel'in yanına gitmiş. Kümesin kapısını açıp bağırmış:

- Henzel, kurtulduk... Yaşlı cadı geberdi... Henzel, kapısı açılan kafesten kurtulan bir kuş gibi, hemen dışarı fırlamış. Çocuklar sevinçten çılgına dönmüşler. Birbirlerinin boynuna atılmışlar, öpüşmüşler, öpüşmüşler... Artık hiçbir şeyden korkuları kalmamış. Cadının evine girmişler. Evin her köşesinde incilerle, değerli taşlarla dolu sandıklar duruyormuş. Henzel:

- Bunlar çakıl taşlarından daha iyi demiş. Ceplerini tıklım tıklım doldurmuş. Gretel:

- Ben de biraz alıp eve götüreceğim demiş. Önlüğünü doldurmuş. Henzel:

- Ama şimdi buradan gitmeliyiz; bu cadılar ormanından çıkmalıyız, demiş. Birkaç saat yol aldıktan sonra büyük bir suyun yanına varmışlar. Henzel:

- Karşıya geçemeyiz ki demiş. Ne bir köprü, ne de bir geçit görüyorum. Burda mini mini bir gemi de yok!.. Gretel:

- Ama bak şurada beyaz bir ördek yüzüyor... kendisinden rica edersek bizi karşıya geçiriverir... demiş, ördeğe seslenmiş:

- Kuzum ördek, canım ördek... Bak Henzel ile Gretel buradalar. Ne köprü var, ne de geçit... Bizi beyaz sırtına al...

Ördek yanlarına gelmiş. Henzel hayvanın sırtına binmiş. Kız kardeşini kendi omuzlarına oturtmak istemiş. Gretel:

- Hayır, demiş, ördek ikimizi birden taşıyamaz... en iyisi bizi teker teker karşıya geçirsin! İyi yürekli hayvancık bunu yapmış. İkisi de sağ ve esen karşıya geçip bir süre yürüdükten sonra, ormanda geçtikleri yerleri gitgide tanımaya başlamışlar. Sonunda uzaktan babalarının evini görmüşler.

Bunun üzerine koşmaya başlamışlar. Eve girince hemen babalarının boynuna atılmışlar. Zavallı adam, çocuklarını ormanda bırakıp döndüğü günden beri hiç rahat yüzü görmemişmiş. Bu aralık karısı da ölmüşmüş.

Gretel önlüğünü yere silkelemiş; incilerle değerli taşlar odanın ortasına yayılmışlar. Henzel de cebindekileri avuç avuç boşaltmış.

O günden sonra bütün üzüntüleri, bütün sıkıntıları sona ermiş. Babayla çocukları büyük bir neşe içinde bir arada yaşayıp gitmişler.

KÜL KEDİSİ

KÜL KEDİSİ



Zengin bir adamın karısı hastalanmış. Kadın ömrünün sona erdiğini anlayınca biricik kızını yatağının yanına çağırmış:

- Yavrum, demiş, iyi yürekli, uslu olursan Tanrı hep seninle birlikte olacaktır. Ben seni cennetten seyredeceğim, seni koruyacağım!

Bunları söyledikten sonra da gözlerini kapamış, ölmüş.

Kız her gün annesinin mezarına gider, gözyaşı döker; iyi yürekli, uslu bir kız olmaya çalışırmış.

Kış gelince kar mezarın üzerine beyaz bir örtü örtmüş. İlkyazda güneş bu kardan örtüyü sıyırıp kaldırdığı sırada adam bir başka kadın almış.

Kadın eve iki kızını da birlikte getirmiş. Kızlar görünüşte güzel, beyaz şeylermiş ama yürekleri hem kötü, hem de karaymış. Artık zavallı üvey kız için kötü günler başlamış. Kızlar aralarında şöyle konuşurlarmış:

- Bu aptal kız hep yanımızda mı oturacak böyle?.. İnsan yediği ekmeği hak etmeli!.. Cehennem olsun buradan şu hizmetçi kılıklı şey...

Kızın güzel giysilerini üzerinden soyup almışlar. Soluk, eski bir entari giydirmişler. Ayaklarına birer takunya geçirmişler:

- Aman şu kurumlu prensese bakın! Ne de süslenmiş!

diye alay etmişler. Kızı mutfağa yollamışlar.

Kızcağız burada sabahtan akşama kadar en ağır işleri görmeye başlamış. Gün doğmadan kalkar, su taşır, ateşi yakar, yemek pişirir, kirlileri yıkarmış. Üstelik kızkardeşler ona türlü muziplikler yaparlar, onunla eğlenirler, küllerin içine bezelyeleri, mercimekleri dökerler; kız oturup bunları ayıklarmış. Akşamları yorgun düşünce de ona bir lokma ekmek vermezlermiş. Zavallı kız ocağın başında küllerin yanına uzanıp yatarmış. Bu yüzden üstü başı her zaman tozlu, kirli olduğu için ona "kül kedisi" adını takmışlar.

Gel zaman, git zaman... Bir gün babaları panayıra gitmek istemiş. Üvey kızlarına "size ne getireyim?" diye sormuş. Biri:

- Süslü giysiler! demiş. Öbürü:

- İnciler, elmaslar!.. demiş.

- Ya sen ne istersin kül kedisi?

- Babacığım, eve dönerken şapkanıza dokunacak ilk dal parçasını bana getiriniz!

Adam iki üvey kızına süslü giysiler, inciler, elmaslar almış. Dönüşte yeşil bir korudan atla geçerken şapkasına bir fındık dalı dokunmuş. Bu dalı kırmış, yanına almış. Eve gelince üvey kızlarına istedikleri şeyleri vermiş. Kül kedisine de fındıklıktan kopardığı dalı vermiş. Kül kedisi teşekkür etmiş, doğru annesinin mezarına gitmiş, bu dalı mezarın üstüne dikmiş. Sonra gözyaşlarıyla onu sulamış. Dal tutmuş, güzel bir ağaç olmuş. Kül kedisi günde üç kez bu ağacın altına gider, göz yaşlarını akıtarak yakarırmış. Her defasında da bir ak kuş gelip dallara konarmış. Kız bir şey istedi mi, kuş oradan aşağı bunu atarmış.

Günün birinde kral üç gün, üç gece süren bir eğlenti hazırlamış. Bu eğlentiye ülkenin bütün güzel kızları çağrılıymış. Kralın oğlu bu kızlar arasından bir nişanlı seçecekmiş de ondan... İki kızkardeş, bu törende bulunacaklarını duyunca sevinmişler. Hemen kül kedisini çağırmışlar:

- Saçlarımızı tara... Pabuçlarımızı fırçala... Tokalarımızı ilikle... Kralın sarayındaki eğlentiye gidiyoruz! demişler.

Kül kedisi dediklerini yapmış ama ağlaya ağlaya... Çünkü o da bu eğlentiye gitmek istiyormuş. Üvey annesine gidip yalvarmış, izin istemiş. Kadın:

- Hay kül kedisi hay, demiş. Şu kirin pasınla düğüne de mi gideceksin? Ne giysin var, ne de pabucun... Bir de dans etmek mi istiyorsun?

Kız durmadan yalvarıp yakarınca:

- Bak, bir tencere dolusu bezelyeyi küle döktüm... İki saat içinde bunları ayıklayıp toplarsan eğlentiye gidebilirsin! demiş.

Kız arka kapıdan bahçeye çıkmış:

- Sevgili güvercinler... Kumrular... Gökyüzünün bütün kuşları... gelin, bana yardım edin de şunları ayıklayalım. İyileri şu kaba... Kötüleri kursağa!.. diye bağırmış...

Bunun üzerine mutfağın penceresinden içeriye önce iki beyaz güvercin girmiş; arkalarından kumrular, onlardan sonra da gökteki bütün kuşlar pır pır uçarak gelmişler, külün çevresine dizilmişler. Güvercinler küçücük kafalarını eğerek tık tık tık tık diye işe koyulmuşlar. Öbür kuşlar da tık tık tık tık diye iyi bezelye tanelerini ayıklayıp tencereye doldurmuşlar. Daha bir saat bile geçmeden iş bitmiş, kuşlar uçup gitmişler. Kız tencereyi üvey annesine götürmüş. Artık düğüne gidebileceğini umarak seviniyormuş. Fakat kadın:

- Hayır, kül kedisi, demiş, giysin yok.. Dans edemezsin. Herkes seninle alay eder.



Kız ağlayınca:

- İki tencere dolusu bezelyeyi bir saat içinde küllerin içinden ayıklayabilirsen gidersin!

demiş.

Kadın bunu söylerken içinden "nasıl olsa yapamaz!" diye düşünürmüş. Kadın iki tencere bezelyeyi küllerin içine boşaltmış. Kız yine arka kapıdan bahçeye çıkmış:

- Sevgili güvercinler... Kumrular... Gökyüzünün bütün kuşları!.. Gelin, bana yardım edin de şunları ayıklayalım! İyileri şu kaba... Kötüleri kursağa!

Bunun üzerine mutfağın penceresinden içeriye önce iki beyaz güvercin girmiş. Arkalarından kumrular, onlardan sonra da gökteki bütün kuşlar pır pır uçarak gelmişler, külün çevresine dizilmişler. Güvercinler küçücük kafalarını eğerek tık tık tık tık diye işe koyulmuşlar. Öbür kuşlar da tık tık tık tık diye iyi bezelye tanelerini ayıklayıp tencerelere doldurmuşlar. Daha yarım saat bile geçmeden iş bitmiş, kuşlar uçup gitmişler. Sonra kız tencereleri üvey annesine götürmüş. Artık eğlentiye gidebileceğini umarak seviniyormuş. Fakat kadın:

- Bunların hiçbirinin yararı yok. Gidemezsin... Çünkü giysin yok, dans edemezsin. Yanımızdayken senden utanırız! demiş.

Sonra kıza arkasını dönmüş; iki kibirli kızıyla birlikte acele acele çıkıp gitmiş.

Evde kimseler kalmayınca, kül kedisi, annesinin mezarına, fındık ağacının altına gitmiş:



"Sallan, silkin minik ağaç!" "Üstüme altın gümüş saç!"



diye seslenmiş. Kuş ağaçtan aşağı sırma ve kılaptan işlemeli bir giysiyle gümüşlü lameden bir iskarpin atmış. Kız çabucak bunları giymiş, eğlentiye gitmiş. Ne kızkardeşleri, ne de üvey annesi onu tanıyamamış. Bunun yabancı bir prenses olduğunu sanmışlar. Altın sırmalı giysiler içinde kız o kadar güzel görünüyormuş ki... Hiçbiri kül kedisini aklına getirmiyor; evde kir pas içinde oturduğunu, küller içinden bezelye taneleri ayıkladığını sanıyorlarmış. Prens kıza doğru gelmiş, elinden tutmuş, onunla dans etmiş. Bir daha da kızın elini elinden ayırmamış. Artık kimseyle dans etmek de istememiş. Bir başkası gelip

de onu dansa kaldırmak isterse: "benim dans arkadaşım bu!" dermiş. Kız akşama kadar dans etmiş. Sonra eve dönmek istemiş. Fakat Prens:

- Seninle birlikte geleceğim! demiş.

Anlaşılan, kimin kızı olduğunu öğrenmek istiyormuş. Kız bir kolayını bulup oradan sıvışmış, güvercinliğe girmiş. Prens beklemiş durmuş. Babası gelince yabancı bir kızın güvercinliğe girdiğini söylemiş. Yaşlı adam içinden "sakın bu kız kül kedisi olmasın?" demiş. Güvercinliği yıkmak için kazmayla balta getirmiş ama içinde kimseyi bulamamışlar.

Kadınla kızları eve döndükleri zaman kül kedisini kirli giysileriyle küller içinde yatar bulmuşlar. Bacanın içinde donuk ışıklı bir yağ lambası yanıyormuş. Kül kedisi güvercinliğin arkasından atlayıp kaçmış. Koşa koşa doğru fındık ağacına gitmişmiş. Orada güzel giysileri çıkarmış, mezarın üzerine koymuş. Kuş da bunları alıp götürmüş. Sonra soluk renkli entarisini giymiş, mutfağa girip küllerin yanına oturmuş.

Ertesi gün eğlenti yeniden başlayıp da evdekiler gidince, kül kedisi yine fındık ağacına koşmuş:



"Sallan, silkin minik ağaç!" "Üstüme altın gümüş saç!"



demiş. Bunun üzerine kuş, dünkünden daha gösterişli bir giysi atmış. Kız bu giysiyi giyip eğlenti yerinde görününce herkes güzelliğine parmak ısırmış. Prens de o gelinceye kadar beklemişmiş. Hemen elinden tutmuş. Yalnızca onunla dans etmiş. Başkaları gelip de ona dans önerdikleri zaman: "benim dans arkadaşım bu!" demiş.

Akşam olunca kız gitmek istemiş. Prens peşine takılmış. Hangi eve girdiğini görmek istiyormuş. Fakat kız yine sıvışmış; evin arkasındaki bahçeye girivermiş. Bahçede güzel, iri bir ağaç varmış. Üzerinde nefis armutlar sallanıyormuş. Kız, tıpkı dallar arasındaki bir sincap gibi, ağaca tırmanmış. Prens onun nereye gittiğini anlayamamış ama babası gelinceye kadar beklemiş:

- Yabancı kız sıvışıp gitti. Galiba armut ağacının tepesine çıktı! demiş.

Babası içinden: "Bu kül kedisi olmasın sakın!" demiş. Balta getirtmiş, ağacı devirmiş ama üzerinde kimse yokmuş. Mutfağa girdikleri zaman kül kedisini orada, her zamanki gibi, küllerin yanında yatar görmüşler. Çünkü kız ağacın öbür yanından inmiş, fındık ağacındaki kuşa gidip güzel giysileri teslim etmiş, kendi soluk renkli entarisini giymişmiş. Üçüncü gün üvey annesi, babası, kızkardeşleri evden çıkar çıkmaz, kül kedisi yine annesinin mezarına gitmiş, ağaca seslenmiş:



"Silkin, sallan minik ağaç!" "Üstüme altın gümüş saç!"



Bunun üzerine kuş kıza öyle bir giysi atmış ki, o güne kadar böyle süslü, böyle göz kamaştırıcı bir giysi kimsenin sırtında görülmemişmiş. Pabuçlar da som altından işlemeliymiş. Kız bu giysileri giyerek eğlenti yerine varınca, herkes şaşkınlıktan ne diyeceğini bilememiş. Prens yine yalnızca onunla dans etmiş. Biri gelip ona dans önerse: "benim dans arkadaşım bu!" dermiş.

Akşam olunca kül kedisi gitmek istemiş. Prens de onu evine kadar götürmeye kalkmış. Fakat kız öyle bir koşmaya başlamış ki, oğlan peşinden yetişememiş.

Gel gelelim, prens bu kez bir kurnazlık düşünmüş: Bütün merdivenlere zift sıvatmış. Kız koşa koşa inerken sol ayağının pabucu bunlara yapışıp kalmış. Prens eğilip bu tek pabucu almış. Mini mini, cici bici, som altınla işlenmiş bir pabuç...

Ertesi sabah bu pabuçla birlikte adama gitmiş:

- Ayağına bu pabuç uyan kızdan başkasıyla evlenemem! demiş.

Bu sözleri işitince kızkardeşlerin ikisi de sevinmişler. Çünkü bunların ayakları pek güzelmiş. Büyük kız pabuçla birlikte odaya gitmiş, ayağına giymek istemiş. Annesi de yanındaymış. Fakat kızın baş parmağı bir türlü pabuca sığmamış. Bunun üzerine annesi kızına bir bıçak vermiş:

- Parmağını kes! demiş, kraliçe olunca zaten yaya yürümene gerek kalmayacak!

Kız parmağını kesmiş. Ayağını zorla pabuca sokmuş. Acıdan dişlerini sıka sıka dışarı çıkmış. Prense görünmüş. Bunun üzerine oğlan kıza nişanlısı gözüyle bakmış. Onu atına bindirmiş. Birlikte çıkıp gitmişler. Yolları mezarın yanından geçiyormuş. Oradaki fındık ağacının üstünde duran iki güvercin seslenmişler:



Pabuç çok dar, içi kanlı

Evde bekler öz nişanlı!



Oğlan kızın ayağına bakmış, kanlar aktığını görmüş. Atın başını çevirmiş... Bu uydurma nişanlıyı evine götürüp bırakmış. Asıl nişanlının bu kız olmadığını söylemiş.

Bu sefer öbür kızkardeşe pabucu giydirmek istemişler. Kız odaya girmiş. Parmakları rahatça pabuca girmiş ama topuğu fazla gelmiş. Bunun üzerine annesi bir bıçak vermiş:

- Topuğundan bir parçasını kes... Kraliçe olunca yaya yürümene gerek kalmayacak zaten!

demiş.

Kız topuğundan bir parça kesmiş. Ayağını zorla pabuca sokmuş. Dişlerini sıka sıka dışarı çıkmış, prense görünmüş. Oğlan kıza nişanlısı gözüyle bakmış. Onu atına bindirmiş. Birlikte çıkıp gitmişler. Fındık ağacının önünden geçerlerken, dallardaki iki güvercin seslenmiş:

Pabuç çok dar, içi kanlı

Evde bekler öz nişanlı!



Oğlan kızın ayağına bakmış, pabuçtan kanlar aktığını, beyaz çorabı kıpkızıl boyadığını görmüş. Atının başını çevirmiş... Bu uydurma nişanlıyı da evine götürüp bırakmış: "Bu da asıl nişanlı değil; başka kızınız yok mu?" demiş. Adam:

- Hayır demiş, yalnızca ölen karımdan kalan küçük, kılıksız bir kül kedisi var şurda... Ama o size nişanlı olamaz ki...

Prens bu kızı da yukarı yollamasını istemiş: Fakat anne:

- Hayır, hayır, demiş üstü başı pek kirli... Bu kılıkla görünmesi doğru değil!

Fakat oğlan kızı kesinlikle görmek istemiş. Bunun üzerine kül kedisini çağırmışlar. Kız önce ellerini, yüzünü yıkamış, temizlenmiş. Sonra içeri girmiş. Yerlere kadar eğilerek prensi selamlamış. Oğlan kıza sırmalı pabucu uzatmış. Kız bir iskemleye oturmuş. Ayağındaki kaba takunyaları çıkarmış, pabucu giymiş, pabuç ayağına tıpa tıp gelmiş. Kız doğrulup da prens yüzüne bakınca, bunun, dans ettiği kız olduğunu anlamış:

- İşte asıl nişanlım! demiş.

Üvey anneyle iki kızkardeş korkmuşlar, Öfkeden sapsarı olmuşlar. Oğlan kül kedisini atına bindirmiş. Birlikte çıkıp gitmişler. Fındık ağacının önünden geçerlerken iki beyaz güvercin seslenmiş:



Pabuç uygun, içi kansız, Nişanlındır işte bu kız!"



Kuşlar bunu söyler söylemez, uçup gitmişler. Kül kedisinin omuzlarına konmuşlar. Sanki

kızın mutluluğuna katılmak istiyorlarmış. Genç nişanlılar kiliseye giderlerken, üvey kızkardeşlerden büyüğü sağda, küçüğü solda yürüyormuş. Güvercinler bunların birer gözlerini gagalayıp oymuşlar. Dönüşte büyük kız solda, küçük kız sağda yürüyormuş. Bu kez de güvercinler öbür gözlerini gagalayıp oymuşlar. Böylece kızlar kötülüklerinin, ahlaksızlıklarının cezasını ömürlerinin sonuna kadar kör olarak çekip durmuşlar.

KURBAĞA KRAL YAHUT DEMİRDEN HEINRICH

KURBAĞA KRAL YAHUT DEMİRDEN HEINRICH



Evvel zaman içinde bir kral varmış. Bu kralın kızları pek güzelmişler. Ama en küçüğü o kadar güzelmiş ki çok şeyler görmüş olan güneş bile, ne vakit bu kıza rasgelse hayran olurmuş. Kralın sarayına yakın bir yerde büyük, karanlık bir orman bulunuyormuş. Bu ormanda yaşlı bir ıhlamur ağacının altında bir kuyu varmış. Pek sıcak günlerde prenses ormana gider; bu serin kuyunun başında otururmuş. Can sıkıntısını gidermek için de yanına bir altın top alır, havaya atıp tutarmış. Bu, kızın en sevdiği oyunmuş.

Gel zaman, git zaman... Günün birinde prensesin, havaya attığı altın topu eline düşmemiş, yere çarpmış, yuvarlana yuvarlara dosdoğru suya dalmış. Prenses topun arkasından baka kalmış. Top gözden kaybolmuş. Kuyu o kadar derin, o kadar derinmiş ki, dibi görünmezmiş. Bunun üzerine kız ağlamaya başlamış. Ağladıkça ağlıyor, bir türlü üzüntüsü yatışmıyormuş. Kız böyle hıçkırıp dururken biri kendisine seslenmiş:

- Neyin var, prenses? Öyle acı acı bağırıyorİçinden de şunları geçirmiş: "Ahmak kurbağanın saçmalarına da bak! Suda kendi gibilerin arasında oturup kuvak kuvak eder durur. Kurbağadan insana dost mu olurmuş?"

Kurbağa, kızın verdiği sözü duyunca, kafasını suya çekmiş, dibe dalmış. Bir süre sonra ağzında topla yüze yüze yukarı çıkmış, topu çayıra fırlatmış.

Prenses, en sevdiği oyuncağını yeniden görünce pek sevinmiş. Topu yerden almış, fırlamış gitmiş.

Kurbağa arkasından bağırırmış:

- Bekle, beni de birlikte götür... Ben senin gibi koşamam ki...

Fakat onun, gücü yettiği kadar kuvak kuvak diye bar bar bağırması ne işe yarar ki? Kız buna kulak bile asmamış, eve koşmuş. Zavallı kurbağayı unutuvermiş. Kurbağacık da yine kuyunun dibine inmiş.

Ertesi sabah, kız kralla, bütün saray adamlarıyla birlikte sofrada oturup altın tabağından yemeğini yerken mermer merdivenlerden şırıp şırap, şırıp şırap diye birinin çıktığını duymuşlar. Az sonra, bu gelen kapıyı vurmuş:

- Küçük prenses, kapıyı aç! diye seslenmiş.

Kız koşmuş, dışardakinin kim olduğunu görmek istemiş. Kapıyı açar açmaz karşısında kurbağayı bulmuş. Kapıyı hızla kapamış, sofraya dönüp yerine oturmuş ama korkudan da bitmiş. Kral, kızın yüreğini güm güm çarpar görünce:

- Neden korktun kızım, demiş, yoksa kapının önünde bir dev mi var, seni alıp götürmek mi istiyor?

Kız:

- Hayır, demiş, dev değil; pis kurbağa!

- Kurbağa senden ne istiyor?

- Ah babacığım... Dün ormanda kuyunun başında oturmuş oynuyordum. Altın topum suya düştü. Çok ağladım. Bu kurbağa onu çıkarıp bana getirdi. Üzerime çok düştüğü için ben de kendisini dost edineceğime söz verdim. Onun sudan çıkabileceğini hiç ummamıştım. İşte şimdi dışarda... İçeri girmek istiyor.

Bu arada kurbağa ikinci kez kapıyı çalıp seslenmiş: Kralın küçük kızı, aç kapıyı gireyim,

Dün kuyunun başında, serin suyun yanında

Bana verdiğin sözü tuttuğunu göreyim.

Kralın küçük kızı, aç kapıyı gireyim! Bunun üzerine kral:

- Verdiğin sözü tutmalısın, demiş, git, ona kapıyı aç!

Kız gitmiş, kapıyı açmış. Kurbağa hoplayarak içeri dalmış. Kızın peşinden sandalyesinin yanına kadar gelmiş; orada oturmuş:

- Kaldır beni, yanına al! diye seslenmiş. Kral buyuruncaya kadar kız aldırmamış.

Kurbağa sandalyeye çıktıktan sonra sofranın üstüne de alınmak istemiş. Sonunda sofraya çıkınca kıza:

- Altın tabağını yanaştır, birlikte yiyelim demiş.

Kız bunu da yapmış ama, seve seve yapmadığı görülüyormuş. Kurbağa şapur şupur yemeği yemiş. Fakat lokmalar kızın boğazına dizilmiş. Sonunda kurbağa demiş ki:

- Karnımı tıka basa doyurdum, yorgunum. Haydi beni odana götür... İpek yatağını düzelt de yatıp uyuyalım.

Prenses ağlamaya başlamış. Soğuk kanlı kurbağadan tiksiniyormuş. Ona dokunmaya cesaret edemiyormuş. Nasıl olup da güzel, temiz yatağında yatacakmış.

Fakat kral öfkelenmiş:

- Sıkıntılı zamanında sana yardım edenden tiksinmemelisin!

demiş.

Bunun üzerine kız kurbağayı iki parmağıyla yakalamış, yukarı götürmüş, bir köşeye bırakmış. Fakat kız yatağa girince kurbağa sürüne sürüne gelmiş:

- Yorgunum, demiş, ben de senin gibi rahat rahat uyumak isterim. Beni al, yoksa gidip babana söylerim.

O zaman kız fena halde Öfkelenmiş, kurbağayı tutup kaldırmış, olanca gücüyle duvara fırlatmış:

- Al sana rahatlık bakalım... Seni mundar kurbağa seni! demiş.

Fakat kurbağa yere düşer düşmez kurbağalıktan çıkmış; güzel gözlerinin içi gülen, bir prens olmuş. Babasının isteği üzerine de kızın sevgili dostu, kocası olmuş. O zaman, kötü yürekli bir cadının onu büyüleyerek bu kılığa soktuğunu kıza anlatmış. Ondan başka kimsenin kendisini kuyudan kurtaramayacağını söylemiş. Sabahleyin ikisi birlikte oğlanın ülkesine gitmeye karar vermişler. Sonra uyumuşlar.

Ertesi sabah, güneş onları uyandırdığı sırada sekiz kır at koşulu bir araba gelmiş. Atların başlarında beyaz devekuşu tüyleri varmış. Altın zincirlerle arabaya bağlıymışlar. Arkada genç kralın uşağı sadık Heinrich duruyormuş. Efendisi, bir kurbağa kılığına girdiğinden beri sadık Heinrich'in kalbi o kadar üzüntü içindeymiş ki, yüreği acıdan, kederden çatlayıp dağılmasın diye, kalbinin çevresine demirden üç çember koydurmuşmuş.

Araba genç kralı alıp ülkesine götürmek için gelmişmiş. Sadık Heinrich ikisini de kucaklayıp arabaya yerleştirmiş. Kendisi de arkadaki yerine oturmuş. Bu kurtuluştan dolayı çok seviniyormuş.

Bir parça yol aldıkları sırada Prens arkasında bir çatırtı duymuş; sanki bir şey parçalanmış gibiymiş. Bunun üzerine arkasına dönüp seslenmiş:

- Heinrich, araba mı kırıldı? Bir baksana!

- Merak etme hiç prens, korku gelmesin sana! Kuyunun dibinde bir iğrenç kurbağayken siz, Onulmaz acılarla kıvranırken kalbimiz Yüreğime sardığım çemberlerden biri bu!

Yolda bu çatırtı bir daha, bir daha olmuş. Her defasında prens araba kırıldı sanmış. Oysa bunlar, sadık Heinrich'in yüreğindeki çemberlerin kopup parçalanışıymış. Çünkü efendisi kurtulmuş, mutlu olmuşmuş.

KURTLA YEDİ OĞLAK

KURTLA YEDİ OĞLAK



Evvel zaman içinde yaşlı bir keçinin yedi yavrusu varmış. Bir anne çocuklarını nasıl severse o da yavrularını öyle severmiş. Günün birinde keçi, yavrularına yiyecek bulup getirmek için ormana giderken onları çevresinde toplamış:

- Sevgili çocuklarım demiş; ben ormana gidiyorum. Kendinizi kurttan sakının. Eğer kurt evimize girerse hepinizi kıtır kıtır yer. Bu alçak çok kez türlü kılıklara girer, ama kaba sesinden, kapkara ayaklarından onu hemen tanıyabilirsiniz!

Küçük oğlaklar:

- Sevgili annemiz, demişler, gözün arkada kalmasın... Güle güle git, güle güle gel... Biz kendimizi koruruz.

Keçi melemiş, iç rahatlığıyla yola çıkmış.

Aradan çok zaman geçmemiş. Evin kapısını biri çalmış:

- Sevgili çocuklar diye seslenmiş, kapıyı açın bakayım. Anneniz geldi, hepinize bir şeyler getirdi.

Fakat oğlaklar kurdun kalın sesini tanımışlar; içerden seslenmişler:

- Sen annemiz değilsin... Onun sesi hem ince, hem de tatlıdır. Senin sesin kalın. Sen kurtsun!

Bunun üzerine kurt bir dükkâna gitmiş, iri bir tebeşir parçası satın almış, bunu yemiş, sesini inceltmiş. Sonra geri dönerek yine kapıyı çalmış:

- Sevgili çocuklar, kapıyı açın bakayım, demiş; anneniz geldi, hepinize ormandan bir şeyler getirdi.

Kurt kapkara ayaklarını pencereye dayamışmış. Oğlaklar bunu görünce yine bağırmışlar:

- Sana kapıyı açmayız. Annemizin ayakları seninkiler gibi kara değil. Sen kurtsun! Kurt yine geri dönmüş, bir fırıncıya gitmiş:

- Ayağımı bir taşa çarptım demiş; üzerine biraz hamur sürer misin ?

Fırıncı kurdun ayaklarına hamuru sürmüş. Kurt bu kez değirmenciye koşmuş:

- Ayaklarıma bir parça un serp demiş. Değirmenci kendi kendine:

- Kurt yine birini aldatmak istiyor demiş, un vermek istememiş. Fakat kurt:

- Dediğimi yapmazsan seni yerim! diye bağırınca değirmenci korkmuş, hemen bir avuç un alarak kurdun ayaklarına serpmiş. İnsanlar böyledir zaten!

Bunun üzerine alçak hayvan üçüncü kez eve gitmiş, kapıyı çalmış:

- Sevgili çocuklar, kapıyı açın bakayım demiş; anneniz geldi, hepinize ormandan bir şeyler getirdi.

Oğlaklar bağrışmışlar:

- Önce ayaklarını göster de anneciğimiz olup olmadığını anlayalım! demişler.

Kurt ayaklarını pencereye dayamış. Oğlaklar bunların beyaz olduğunu görünce kurdun sözlerine inanmışlar... Kapıyı açmışlar. Bir de ne görsünler?.. Bu giren kurt değil mi? Oğlaklar ne yapacaklarını şaşırmışlar, saklanacak yer aramışlar. Biri masanın altına kaçmış. İkincisi yatağa sokulmuş. Üçüncüsü sobanın içine girmiş. Dördüncüsü mutfağa saklanmış. Beşincisi dolaba girmiş. Altıncısı çamaşır sepetinin altına sokulmuş. Yedincisi de duvar saatinin içine girmiş. Fakat kurt vakit yitirmeden birer birer hepsini yakalayıp tutmaya başlamış. Yalnızca saatin içindeki yedinciyi bulamamış. Karnı da oldukça doyduğu için onu aramaktan vazgeçmiş, çıkıp gitmiş.

Evin önünde geniş bir çimenlik varmış. Orada bir ağacın altına sırt üstü yatmış, uyumaya

başlamış.

Aradan çok zaman geçmeden keçi anne eve dönmüş. Aman Tanrım! Bir de ne görsün? Evin kapısı ardına kadar açık. Masa, sandalyeler devrilmiş. Çamaşır sepeti paramparça olmuş, yatıyor. Yastıklarla yorganlar yerlere atılmış... Keçi anne yavrularını aramış; hiçbir yerde bulamamış. Birer birer adlarını çağırmaya başlamış. Hiçbirinden karşılık alamamış. Sonunda sıra sonuncunun adına gelmiş. O zaman ince bir ses duyulmuş:

- Duvar saatinin içindeyim, anneciğim!

Keçi, yavrusunu oradan çıkarmış. Küçük oğlak kurdun gelişini, öbür kardeşlerinin hepsini yediğini anlatmış. Keçi annenin, zavallı yavruları için ne kadar gözyaşı döktüğünü kestirebilirsiniz. Sonunda bu acıyla dışarı çıkmış. Küçücük oğlak da birlikteymiş.

Çayırlığa vardıkları zaman kurdu bir ağacın altında yatar bulmuşlar. Öyle horluyormuş

ki, ağacın dalları titriyormuş. Keçi anne kurdu uzun uzun seyretmiş. Karnında bir şeylerin kıpırdadığını, oradan oraya gidip geldiğini görmüş. İçinden:

- Aman Tanrım, demiş, yoksa kurdun akşam yemeği yaptığı yavrularım hâlâ sağ mı? Bunun üzerine küçük oğlak eve kadar koşa koşa giderek makası, iğne-ipliği getirmiş. Keçi anne canavarın karnını yarmış. Daha küçük bir yarık açılır açılmaz oğlaklardan biri kafasını dışarı çıkarmış. Bir parça daha yarınca altısı da arka arkaya fırlayıp çıkmışlar. Hepsi dipdiri sapsağlammışlar. Meğer kurt aç gözlülüğü yüzünden bunları çiğnemeden yutmuşmuş. O andaki sevinci bir düşünün! Hepsi sevgili annelerinin boynuna sarılmışlar. Hoplayıp, sıçramaya başlamışlar. Keçi anne demiş ki:

- Haydi bakalım, şimdi gidip, taş toplayıp getirin... Uyanmadan şu dinsiz imansızın karnına dolduralım.

Yedi oğlak çabucak taşları bulup getirmişler; kurdun karnını tıklım tıklım doldurmuşlar. Sonra keçi anne çabucak derisini dikmiş. Bu arada kurt bir şey sezmemiş, yerinden bile kıpırdamamış.

Kurt uykusunu alınca ayağa kalkmış. Karnı taşla dolu olduğu için pek susamışmış. Bir pınarın başına gidip su içmek istemiş. Yürürken oraya buraya kımıldadıkça karnındaki taşlar çarpışmaya, takırdamaya başlamış. Bunun üzerine kurt:



Şu acayip işe bak!

Karnım bir şeyle dolmuş; Yuttuğum altı oğlak

Sanki birer taş olmuş!

demiş. Pınar başına varınca suya doğru eğilip içmek istemiş. Gel gelelim, karnındaki taşlar yüzünden suya yuvarlanmış. Bağıra bağıra boğulup gitmiş.

Yedi oğlak bunu görünce koşa koşa gelmişler:

- Kurt öldü! Kurt öldü! diye bağrışmışlar. Anneleriyle birlikte pınarın çevresinde hoplayıp dönmüşler.

HOLLE KADIN

HOLLE KADIN



Dul bir kadının iki kızı varmış. Biri hem güzel, hem de çalışkanmış. Öteki ise hem çirkin, hem de tembelmiş; ama kendi öz kızı olduğu için kadın bunu daha çok severmiş. Evde her işi güzel kıza gördürürmüş. Zavallı kızcağız her gün sokakta bir kuyunun başında oturup bez dokurmuş. Hem de o kadar çok çalışırmış ki, parmaklarından kan fışkırırmış.

Günün birinde iplik sardığı makara kan içinde kalmış. Bunun üzerine kız kuyuya eğilerek makarayı yıkamak istemiş. fakat makara elinden kayıp kuyuya düşmüş. Kızcağız ağlaya ağlaya üvey annesine koşmuş. Başına gelen kazayı anlatmış. Kadın çocuğu adamakıllı azarlamış, sonra da çocuğa hiç acımadan:

- Makarayı kuyuya nasıl düşürdünse öyle alıp getireceksin. Sonra karışmam ha... diye bağırmış.

Bunun üzerine kız kuyunun başına dönmüş ama ne yapacağını bilmiyormuş. Makarayı almak için "ne olursa olsun" diye kuyuya atlamış. Atlamış ama aklı başında değilmiş. Az sonra uyandığında, kendini güzel bir çayırlıkta bulmuş.

Güneş parıldıyor, çevrede binlerce çiçek görünüyormuş. Yolda karşısına bir fırın çıkmış. Fırının içi ekmekle doluymuş. Ekmek kıza seslenmiş:

- Ne olursun beni fırından çıkar, beni fırından çıkar; yoksa yanacağım, çoktan piştim ben... Kız fırına yaklaşmış, ekmeklerin hepsini kürekle birer birer dışarı çıkarmış. Sonra yoluna gitmiş. Karşısına bir ağaç çıkmış; ağacın üzerinde pıtrak gibi elmalar sallanıyormuş, ağaç kıza seslenmiş:

- Beni silkele, beni silkele... Biz elmalar hep olduk!..

Kız ağacı sallamış, elmalar, yağmur taneleri gibi yere dökülmüşler. Kız ağacın üzerinde hiç elma kalmayıncaya kadar silkelemiş. Elmaları bir araya toplayarak koca bir yığın yapmış, sonra yine yola koyulmuş..

Sonunda küçük bir eve varmış. Penceresinden bir kocakarı bakıyormuş. Kadının dişleri pek iriymiş. Bunları görünce kızın içine korku girmiş. Oradan kaçmak istemiş. Fakat yaşlı kadın arkasından seslenmiş:

- Sevgili çocuk, neden korkuyorsun? Gel burda kal; evin bütün işlerini güzelce yaparsan sana bir kötülüğüm dokunmaz. En çok dikkat edeceğin şey yatağımı güzel düzeltmek, iyice silkelemektir. Bunu yapınca yatağın içindeki kuş tüyleri uçar. İşte o zaman yeryüzüne kar yağar. Benim adım Holle Kadın'dır.

Kocakarı böyle tatlı tatlı konuşunca kızın içi ferahlamış; orada kalmaya karar vermiş. İçeri girerek işine başlamış. Evin her işini seve seve yapıyormuş, yatağı her zaman o kadar güçlü silkeliyormuş ki, tüyler kar parçaları gibi uçuyorlarmış. Bu yüzden kadının evinde rahat bir yaşam geçiriyor, kötü söz işitmiyor, her gün kızartmalar, kebaplar yiyormuş. Küçük kız uzun zaman Holle Kadın'ın yanında kalmış; fakat içinde hep bir üzüntü duyuyor, bunun nedenini kendisi de bilmiyormuş. Sonunda bunun farkına varmış; yurdunu özlemişmiş. Her ne kadar buradaki yaşamı kendi evindekinden bin kat daha iyi geçiyormuşsa da, o yine evine dönmek istiyormuş. Bir gün dayanamamış, Kocakarı'ya demiş ki:

- Evimi çok göreceğim geldi. Bu ayrılık acısına dayanamıyorum. Burada, yerin altında geçen yaşamım çok iyi ama artık daha fazla kalamayacağım. Yine yukarıya dönmek istiyorum.

Holle Kadın:

- Evine dönmek isteyişin hoşuma gitti. Bugüne kadar bana çok iyi hizmet ettiğin için, seni

ben kendi elimle yukarı çıkaracağım, demiş.

Kızı elinden tutmuş; büyük bir kapıya doğru götürmüş. Kapı açılmış. Kız tam kapının altına geldiği zaman güçlü bir altın yağmuru başlamış. Durduğu yerle annesinin evi arasında çok az aralık varmış. Kız evin bahçesine girdiği zaman horoz kuyunun üzerine çıkmış, ötmeye başlamış.

- Ö ö rö ö, altından küçük bayanımız yine geldi!

Kız eve girmiş, annesinin yanına gitmiş. Her yanı altınla kaplı olduğu için kendisini hem annesi, hem üvey kız kardeşi güleryüzle karşılamışlar.



Kız başına gelenleri bir bir anlatmış. Annesi, bu altınların nasıl elde edildiğini öğrenince çirkin, tembel kızına da bunları kazandırmak istemiş. bu kızını da kuyunun başına oturtarak bez dokutmaya başlamış. Makarasının kana bulanması için kız parmağına iğne batırmış. Elini dikenli çitlere vurmuş. Sonra makarayı kuyuya atmış. Arkasından da kendisi atlamış. Öbür kız gibi kendini bir çayırda bulmuş. Aynı yoldan yürümeye başlamış. Fırına vardığı zaman ekmek yine bağırmış:

- Ne olursun beni dışarı çıkar, beni dışarı çıkar, yoksa yanacağım. Çoktan piştim ben!.. Fakat tembel kız:

- Doğrusu üstümü başımı kirletmeye vaktim yok!.. demiş yoluna gitmiş. Az sonra elma ağacının yanına varmış. Ağaç seslenmiş:

- Ne olursun, beni silkele, kuzum beni silkele... Biz elmalar hep olduk! Kız:

- Ya... çok bilmişsin... seni silkeleyim de kafama elmalar düşsün değil mi? demiş; geçip gitmiş.

Holle Kadın'ın evine vardığı zaman hiç korkmamış. Çünkü onun koca dişlerini önceden duymuşmuş. Hemen kadının hizmetine girmiş. İlk gün çok çalışmış. Holle Kadın'ın her dediğini yapmış. Kocakarının kendisine vereceği altınları düşünüyormuş. Fakat ikinci gün tembelliğe, işleri başından savmaya başlamış. Üçüncü gün bu tembellik bir kat daha artmış. Sabah bir türlü yatağından kalkmak istemiyormuş. Tembel kız Holle Kadın'ın yatağını da yapmıyormuş. Bu yüzden tüyler de uçuşmuyormuş. Çok geçmeden bu durum Holle Kadın'ı kızdırmış. Kızı işinden çıkarmış.

Tembel kız buna seviniyormuş. Altın yağmurunun yağacağını umuyormuş. Holle Kadın onu da büyük kapıya kadar götürmüş. Fakat kız kapının altına gelince altın yerine kocaman bir kazan dolusu zift başından aşağı boşalmış.

Holle Kadın:

İşte bu da senin hizmetlerinin ödülü!... demiş. Kapıyı kapamış. Tembel kız eve dönmüş. Her yanı zifte bulanıkmış. Yine kuyunun başında duran horoz kızı görünce:

- Ö ö rö ö, pasaklı küçük bayanımız yine geldi diye ötmeye başlamış. Kıza bulaşan bu zift ömrü oldukça üzerinde kalmış.

YEDİ KARGALAR

YEDİ KARGALAR



Bir adamın yedi oğlu varmış. O kadar istermiş de bir kızı olmazmış. Günün birinde karısı ona müjde vermiş: Gebe olduğunu söylemiş. Çocuk dünyaya gelmiş. Bu seferki kızmış. Buna çok sevinmişler ama, çocuk pek cılız, pek ufacık bir şeymiş. Bu yüzden de evde vaftiz edilmesi gerekmiş.

Vaftiz suyu getirsin diye babası, oğullarından birini kuyuya yollamış. Öbür altı oğlan da onun peşinden gitmişler. Hepsi de suyu önce kendisi doldurmak istiyormuş. Bu yüzden testi kuyuya düşmüş. Oğlanlar oldukları yerde kala kalmışlar; ne yapacaklarını şaşırmışlar. Hiçbiri eve dönmeye cesaret edememiş.

Çocukların hâlâ dönmediklerini gören baba:

- Yezit oğlanlar kesin oyuna daldılar! demiş.

Kızın vaftizsiz öleceğinden korkuyormuş. Canı çık sıkılmış:

- İnşallah hepiniz karga olursunuz!

diye ilenmiş. Daha sözünü bitirmeden başının üstünde bir hışırtı işitmiş. Havaya bakmış;

kömür gibi kara yedi tane karganın uçup gittiğini görmüş.

Anne baba bu ilenci bir daha geri alamamışlar. Oğullarının yedisini de elden kaçırdıklarına çok üzülmüşler. Bütün sevgilerini biricik kızlarına vermişler, onunla bir parça olsun avunmuşlar.

Kız çok geçmeden kendini toplamış, gün geçtik güzelleşmiş ama, başka kardeşleri bulunduğundan uzun zaman haberi olmamış. Ana-babası bunu duyurmamaya çalışmışlar.

Sonunda günün birinde ahalinin kendisinden söz ettiklerini işitmiş. Diyorlarmış ki:

- Kız güzel ama, yedi ağabeysinin başlarına gelen yıkım onun yüzünden oldu. Bunları duyunca kız çok üzülmüş. Annesine, babasına gidip sormuş:

- Ağabeylerim var mıydı benim? Onlara ne oldu? demiş.

Bunun üzerine ana-babası bu gizi daha fazla saklamak istememişler. Tanrının böyle istediğini, yoksa doğumunun buna neden olmadığını anlatmışlar. Ama kızcağızın içine kurt düşmüş. Kardeşlerini kurtarmayı kafasına koymuş. Bir yerlerde durup dinlenemez olmuş. Sonunda bir gün gizlice yola çıkmış. Ağabeylerinin izini bulmaya, ne pahasına olursa olsun onları kurtarmaya karar vermiş.

Evden çıkarken ana-babamı anarım diye bir yüzük, karnım acıkırsa yerim diye bir dilim ekmek, susarsam içerim diye bir testi su, yorulursam otururum diye de bir iskemle almışmış.

Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş... Sonunda dünyanın öbür ucuna, güneşin yanına varmış ama güneş çok sıcakmış, korkunç bir şeymiş. Hem de küçük çocukları yermiş. Kız hemen buradan kaçmış; doğru aya gitmiş. Ay da pek soğukmuş. Hem de kötü huyluymuş. Çocuğun orada olduğunu anlayınca:

- Burnuma insan kokusu geliyor! diye bağırmaya başlamış.

Kız oradan da çabucak kaçmış; yıldızlara gitmiş. Bunlar ona güler yüz göstermişler. Her yıldız ayrı bir sandalyede oturuyormuş. İçlerinden sabah yıldızı ayağa kalkmış; ona bir aşık kemiği vermiş:

- Yanında bu kemik olmazsa sırça sarayı açamazsın. Oysa kardeşlerin orada... demiş.

Kız bu küçük kemiği almış. Bir mendilin içine sarmış, yola çıkmış. Gide gide sırça saraya varmış. Büyük kapı kilitliymiş. Kız aşık kemiğini çıkarmak için mendili açmış. Bir de ne

görsün? Mendil bomboş değil mi? Meğerse kız iyi yürekli yıldızın armağanını yitirmişmiş. Şimdi ne yapacak? Kızcağız ağabeylerini kurtarmak istiyormuş. Oysa sırça sarayın anahtarını yitirmiş. Bunun üzerine bir bıçak almış. Küçük parmağını kesmiş. Kapıya bunu sokmuş. Bereket versin kapı açılıvermiş.

Kız içeri girince karşısına bir cüce çıkmış:

- Yavrum, demiş, ne arıyorsun burada? Kız:

- Ağabeylerimi... Yedi kargaları arıyorum! Cüce:

- Bay kargalar evde değiller. Onlar dönünceye kadar bekleyeceksen gir içeriye!

Bunun üzerine cüce yedi tabak, yedi bardak içinde kargaların yemeklerini içeri getirmiş. Küçük kız her tabaktan birer lokma yemiş, her bardaktan birer yudum içmiş. Sonuncu bardağın içine de yüzüğü koymuş.

Birden bire havada bir hışırtı, bır kanat hışırtısı duymuş. Cüce:

- Bay kargalar eve geliyor! demiş.

Kargalar gelmiş; yiyip içmek istemişler. Tabaklarını, bardaklarını görünce arka arkaya söylenmeye başlamışlar:

- Tabağımdan kim yemiş?

- Bardağımdan kim içmiş?

- Buna bir insan ağzı değmiş!

Yedinci karga bardağı dikip içerken ağzına yüzük gelmiş. Bakmış. Anne-babasının yüzüğünü tanımış:

- İnşallah kız kardeşimiz buraya gelmiştir... Öyleyse kurtulduk sayılır! demiş.

Kapının arkasında durup bu sözleri işiten kız ortaya çıkmış. Bunun üzerine kargaların hepsi yeniden insan kılığına dönmüşler. Sarmaş dolaş olmuşlar. Hep birlikte evin yolunu tutmuşlar.

BREMEN KENTİ ÇALGICILARI

BREMEN KENTİ ÇALGICILARI



Vaktiyle bir adamın bir eşeği varmış. Bu eşek çuvalları bıkmadan usanmadan yıllarca değirmene götürmüş. Fakat artık gücü kalmamış, işe yaramaz bir duruma düşmüş. Sahibi onu boş yere beslemek istemiyormuş. Eşek de işlerin yolunda olmadığını sezmiş, başını alıp çıkmış, Bremen yolunu tutmuş. Orada kent çalgıcısı olabileceğini sanıyormuş.

Eşek böylece az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş; yolda boylu boyunca yatan bir av köpeğiyle karşılaşmış. Hayvan, koşmaktan yorulmuş köpekler gibi soluyup duruyormuş. Eşek sormuş:

- Ne soluyup duruyorsun böyle bakayım, bekçi baba? Köpek:

- Sorma, demiş, yaşlandım. Günden güne güçten düşüyorum. Avda koşamıyorum diye sahibim beni öldürmek istedi... Ben de kaçıp kurtuldum. Bundan sonra karnımı nasıl doyuracağım bilmem!

Eşek:

- Sana bir şey söyleyeyim mi, demiş, ben Bremen'e gidiyorum... Kent çalgıcısı olacağım... Benimle gel, sen de bandoya gir! Ben lavta çalarım, sen de davul...

Bu öneri köpeğin hoşuna gitmiş. İkisi birlikte yola çıkmışlar. Aradan uzun zaman geçmemiş. Yolun kıyısında bir kedi görmüşler. kedinin suratından düşen bin parça oluyormuş.

Eşek:

- Ne o? İşin sarpa mı sardı yoksa, yaşlı palabıyık? demiş.

- İnsanın başında ateşler yanarken nasıl neşeli olur? Artık yaşım ilerledi. Dişlerim kütleşti... Farelerin peşinde koşacağıma sobanın arkasında oturup pinekliyorum. Bu yüzden hanımım beni suya atıp boğmak istedi. Ben kaçıp kurtuldum ama son pişmanlığın yararı olmuyor. Şimdi nereye gideyim?

- Bizimle birlikte gel. Müzikten anladığın bilinir. Oraya varınca kent mızıkacısı olursun! Kedi bu sözü hoş karşılamış, onlarla birlikte yola çıkmış.

Bu üç yurt kaçağı bir çiftliğin önünden geçerken selamlık kapısının üstünde cıyak cıyak öten bir horoz görmüşler; eşek:

- Sesin insanın iliğine kemiğine işliyor... Neyin var kuzum? demiş. Horoz:

- Havanın güzel olacağını haber verdim. Bugün bizim sevgili hanımımızın günüdür. "Kristkind"ciğin gömleğini yıkamıştı. Onu kurutmak istiyor. Ama yarın pazar, konuklar gelecek. Onun için hanım hiç acımadan aşçı kadına söyledi. Yarın benim çorbamı yiyecekmiş. Nasıl olsa bu akşam kellem uçacak. Bari ben de gırtlağım yırtılıncaya kadar bağırayım dedim.

Eşek:

- Zavallı albaş, demiş, öyleyse bizimle gel daha iyi. Biz Bremen'e gidiyoruz. Nerede olsan ölümden daha iyisini bulabilirsin. Sesin güzel... Hepimiz bir arada şarkı söylersek hoş bir şey olacak kesin.

Horoz bu öneriyi beğenmiş. Dördü birlikte yola çıkmışlar.

Bunlar bir günde Bremen'e varamamışlar. Akşam olunca bir ormana gelmişler; burada geceleyelim demişler. Eşekle köpek büyük bir ağacın altına uzanmışlar. Kediyle horoz da dallara çıkmışlar, ama horoz en tepedeki dalları daha güvenli bulmuş, oraya uçup

tünemiş. Horoz uykuya dalmadan önce bir kez daha çevresine bakınmış. Uzakta küçük bir

ışık görür gibi olmuş, arkadaşlarına seslenmiş: "Işık görünüyor, yakınlarda bir ev olsa gerek!" demiş.

Eşek:

- Öyleyse kalkalım, hemen oraya gidelim. Burada rahat edilmiyor demiş.

Köpek orada birkaç parça kemik, biraz et bulursa pek hoşuna gideceğini düşünmüş. Bunun üzerine ışığın bulunduğu yana doğru yola koyulmuşlar. Yaklaştıkça ışığın parıltısı artmış. Sonunda haydutların barındığı eve gelmişler.

İçlerinde en irisi eşek olduğu için pencereye o yaklaşmış, içeriye bakmış. Horoz sormuş:

- Neler görüyorsun, babacan? Eşek:

- Neler mi görüyorum? demiş. Kurulmuş bir sofra... Üstünde her türlü yiyeek, içecek var... Haydutlar oturmuş, keyif çatıyorlar.

Horoz:

- Tam bize göre bir iş, demiş. Eşek:

- Ah sorma kardeş demiş, şu sofranın başında biz olsak ne olurdu sanki?

Haydutları buradan nasıl kaçıralım? diye her kafadan bir ses çıkmış. Sonunda bir çare bulmuşlar: Eşek ön ayaklarını kaldırıp pencereye dayayacak. Köpek eşeğin sırtına çıkacak. Kedi köpeğin üstüne tırmanacak. Horoz da uçacak, köpeğin tepesine konacak!

Dedikleri gibi yapmışlar. Sonra biri işaret verince hep bir ağızdan şarkı söylemeye başlamışlar: Eşek anırmış, köpek havlamış, kedi miyavlamış, horoz da ötmüş. Sonra şangur şungur pencereden içeri dalıvermişler!

Haydutlar bu korkunç bağırışmayı duyunca oldukları yerde havaya fırlamışlar. İçeriye herhalde bir hortlak girdi sanmışlar. Evden çıkıp ormana doğru kaçmaya başlamışlar. O zaman dört ahbap sofranın başına kurulmuşlar, haydutların artıklarına saldırmışlar. Sanki kırk yıldan beri açmış gibi, yemekleri atıştırmışlar.

Dört çalgıcı işlerini bitirine ışığı söndürmüşler. Herkes kendi keyfine göre rahat edebileceği bir yer aramış: Eşek gübrelerin üzerine uzanmış, köpek kapı arkasına, kedi ocakta sıcak külün yanına, horoz da bir tüneğin üstüne...

Yol yorgunu oldukları için az sonra da hepsi uykuya dalmış.

Vakit gece yarısını geçmiş. Haydutlar uzaktan bakmışlar, artık evde ışık yanmıyor, her yan da sessiz. Elebaşıları:

- Boş yere mantara basmamalıydık ama oldu! demiş.



İçlerinden birini oraya yollamış, eve baktırmış. Gönderilen adam her yanı sessiz bulmuş, mutfağa girmiş. Lamba yakmak istemiş. Kedinin parıldayan gözlerini yanık ateş sanmış, kükürtlü bir çöp almış, bunu ateşte tutuşturmak istemiş. Ama kedi şakadan anlar mı? Hemen adamın suratına atılmış, tırmık içinde bırakmış.

Haydudun korkudan ödü patlamış, arka kapıdan fırlayıp kaçmak istemiş ama oracıkta yatan köpek üstüne saldırmış, bacağını ısırmış. Adam avludan, gübrelere basıp kaçarken eşek de arka bacaklarıyla hatırı sayılır bir çifte savurmuş. Bu gürültülere uyanan horoz da:





- Ö ö rö ö... diye avazı çıktığı kadar ötmeye başlamış.

Haydut alabildiğine koşarak soluk soluğa elebaşının yanına gelmiş:

- Sormayın demiş, evde korkunç bir cadı oturuyor. Suratıma doğru tısladı, uzun tırnaklarıyla yüzümü gözümü tırmaladı. Kapının önünde bir herif duruyor. Elinde bir kama var. Bacağıma sapladı. Avluda bir karakoncoloz yatıyor. Beni meşe sopasıyla patakladı. Damda da yargıç oturuyor: "Getirin şu keratayı bana!" diye bar bar bağırıyordu.

Zor kaçıp kurtuldum ellerinden...

O günden sonra haydutlar bir daha eve girme gözüpekliğini gösterememişler ama burası dört Bremen çalgıcısının pek hoşuna gitmiş. Artık buradan çıkıp gitmek istememişler.

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...