Anne Kırlangıç Masalı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Anne Kırlangıç Masalı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

ODUNCU




Bir varmış, bir yokmuş Allah’ın kulu çokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde uzak bir ormanda, bir oduncu ve karısı yaşarlarmış. Oduncu gündüz ormanda ağaç keser, akşamüzeri odunları satar. Eline geçen paralarla bakkaldan bir şeyler alır ev,ne getirirmiş. Sonra da birlikte eğlenip dururlarmış.

Onlar böyle geçinedursunlar, padişah geceleri mum yakılmasını yasaklamış. Bu yasağa herkes uymuş ama bizim odunca gece mum yakmaktan, çalıp oynamaktan vazgeçmez.

Bir gece padişah çıkıp mahalleleri, evleri dolaşmaya başlar. Geze geze oduncunun evine kadar gelir, bakar ki, bir gürültü bi tıngırtı, çalgı gırla gidiyor.

Padişah bir süre pencerenin aralığından onları seyreder, pek hoşuna gider ve oduncunun evini unutmamak için kapısına bir işaret koyup uzaklaşır.

Ertesi gün adamlarına oduncunun evine gitmelerini bir at ve elbise götürmelerini söyler. Onlar söyleneni yaparlar ama oduncunun karısı “ kocam evde yok, odun kesmek için ormana gitti” der. Onlarda oduncuyu ormanda bulurlar. Padişahın gönderdiği urbaları giydirip, ata bindirerek yola çıkarırlar. Yolda giderlerken oduncuyu gören dilenciler oduncudan para istemişler. Oduncu elini cebine sokar ve para olmadığını görünce,”dönüşte , dönüşte” diye bağırır. Bu arada padişahın yanına getirirler. Padişah bu oduncudan çok hoşlanır ve ona kapıcıbaşı ünvanını verir ve güzel bir kılıcıda eline vrdirir.

Oduncu evine dönerken yolda yine o dilencilerle karşılaşır, dilenciler yine para isterler, ellerini cebine atar, para yoktur”Siz dede yok, bende de yok” diye diye evine kadar gider.

Eve geldiğinde karısı kapıyı açar. Oduncu içeri girer. Oturup konuşmaya başlarlar.. Adam o gün başından geçenleri anlatır. Bu arada akşam karanlığı basar, karınları acıkır. Adam “bu iyi olmadı” der. Para pul ve yiyecekleri yoktur.

Kadın” Hadi git şu padişahın verdiği kılıcı sat yiyecek bir şeyler al” der.

Adam kılıcı alır bakkala gider, yiyecek bir şeyler alır, karısıyla birlikte yer, içer eğlenirler.Padişahın adamlarından biri kılıcı bakkala bıraktıklarını görüp, padişaha anlatır. Bu arada oduncu da kendine tahtadan bir kılıç yapar. O zamanlarda bu şekilde kılıç verilen kişiler aynı zamanda padişahın korunmasından da sorumlu olurlarmış Padişah oduncuyu yanına çağırıp, hadi kurtar beni diye bağırmış. Oduncu tahta kılıcına sarılıp”Allah Allah” diye saldırmış karşısındaki askerlere. O tahta kılıçla öyle şeyler yapmış ki, hepsi şaşırmışlar.

Padişah ona yeni bir kılıç ve altın verdirmiş. Oduncuya bir de konak vermiş. Oduncu ve karısı ömürlerinin sonuna kadar o konakta mutlu mesut yaşamışlar.

Yiğit İle Babası

Bir zamanlar yaşlı bir adamcağızın bir tek oğlu varmış. Bu oğlan yiğit mi yiğitmiş. Gözü hiçbir şeyden yılmazmış. Ava çıkmayı da çok severmiş.

Günlerden bir gün delikanlı ormana avlanmaya gitmiş. Gitmiş ama yaşlı babasının içine bir ateştir düşmüş. Bütün gün "Ya aslanın biri oğlumu parçalarsa?" diye düşünmüş durmuş.

Akşam olmuş; genç yiğit avdan dönmüş. Yaşlı adam kuşkularını oğluna anlatmış.

- Seni arslan parçalayacak diye çok korkuyorum. Ava çıkmanı istemiyorum, demiş.

Delikanlı ne kadar karşı çıksa da yaşlı adam büyük bir ev yaptırıp oğlunu oraya kapamış. Oğlan ne bir daha dışarı çıkabilmiş, ne de ava gidebilmiş.

Adam oğlunun canı sıkılmasın diye evin bütün duvarlarını hayvan resimleriyle donatmış.

Zavallı delikanlı çaresiz, bu resimlere bakar avunurmuş.

Bir gün arslan resminin önünde durmuş; eski günleri düşünmüş. Arslan resmine bakıp "Senin yüzünden eve kapatıldım. Hiçbir yere çıkamıyorum. Ne yapsam da senden öcümü alsam?" demiş. Aynı anda da arslanın gözüne bir yumruk atmış.

Ama duvardaki bir çivi eline batmış; canı çok acımış.

Ertesi gün delikanlının eli şişmiş. Ateşlenip yataklara düşmüş. Zavallı o günden sonra bir türlü iyi olamamış. Sonunda da ölmüş.

Babası yaptığı hatayı anlamış.

- Ne yaptım da kadere karşı çıktım? Oğlumu gerçek arslandan korudum; bir arslan resmine yenik düştüm, demiş.

Demiş ama iş işten geçmiş.

FAKİR BALIK

FAKİR BALIK

Denizde bir balık varmış. Çok fakirmiş. İş arar bulamaz, avare gezermiş. Günlerden bir gün bu balık sahile uğramış. Demişler ki: “ Bak fakir balık, karşıki tepecikte varlık havuzu var. Oraya ulaşırsan zengin olursun. Fakir balık sahile çıkmış. Kumun üstünde takla atmış, debelenmiş, sonunda varlık havuzuna ulaşıp, suya atlamış. Havuza gelinceye kadar gösterdiği gayreti izleyen zengin balıklar fakir balığı coşkuyla karşılayıp çeşitli hediyeler vermişler. Bu hediyeler öyle çokmuş ki, artık fakir balık, zengin balık olmuş. Zengin balık ertesi günden itibaren gözlerini denize dikip bir fakir balığın havuza gelmesini beklemeye başlamış.

Zengin balıklar isteseler ve yardım etseler dünyada bir tane fakir balık kalmaz. Bunun için tepecikteki havuzdan çıkıp denize ulaşmaları gerekir. Ama bunu hiç istemezler, çünkü fakir balıklardan gereksiz yere korkarlar. Bu korkuyu yendikleri takdirde mutlulukla kucaklaşacaklardır. Vakit henüz geç değildir. Zengin balıkların tepecikten ayrılıp denize doğru geldiklerini ve denizdeki fakir balıkların onları alkışladıklarını görür gibi oluyorum.

Yazan : Serdar Yıldırım

DÖRT TAVŞANINI PAZARDA SATAN ÇOCUK

DÖRT TAVŞANINI PAZARDA SATAN ÇOCUK

Hasan geçen yıl dokuz yaşındaydı. Bir gün evlerinin arkasındaki bahçede bir tavşan gördü. Tavşan kaçmadı Hasan’dan. Hasan tavşanı sevdi, tutup kaldırmak istedi. Tavşan çok ağırdı, hem karnı şişti. Belli ki yakında yavrulayacaktı. Babası yoktu Hasan’ın. Beş yıl olmuştu, aralarından ayrılıp bu dünyada onları yalnız bırakışı. Anası evlere temizliğe gidiyor, öyle geçiniyorlardı.

Aradan on beş gün geçti ki tavşan dört tane yavruladı. Bir ay sonra anne tavşan ortadan kayboldu. Hasan bir süre sonra anne tavşanı unuttu ve bütün sevgisini yavru tavşanlara verdi. Günler günleri, aylar ayları kovaladı. Artık yavru tavşanlar büyümüş, kocaman birer tavşan olmuşlardı.

Günlerden bir gün Hasan’ın annesi Hacer hanım şiddetli bir gribe yakalandı. Evde yorgan-döşek yatıyor, devamlı olarak doktor, ilaç diye sayıklıyordu. Doktor paraya gelirdi, ilaç parayla alınırdı. Kıyıda-köşede biraz paraları olsaydı, ama hiç paraları yoktu. Hasan sağa-sola bakındı. Sandalye, masa,vazo, tabak, halı gibi eşyaları satsaydı, satsaydı ama eşyaların çoğu eskiydi, hem kim para verip alırdı. Nitekim yoldan geçen bir eskiciye masayla sandalyeyi satmaya kalkmış ama eskici para etmez onlar demişti.

Annesinin hastalığının beşinci gününün gecesi, Hasan rüyasında kendisini evin bahçesinde otururken görüyordu. Tavşanlar da kafesteydi. Birden kafesin kapısı açıldı ve tavşanlar koşarak Hasan’ın yanına gelip, Hasan bizi sat, annen kurtulsun, dediler ve koşarak uzaklaşıp geri dönerek Hasan’ın yanına gelip, Hasan bizi sat annen kurtulsun, dediler. Bu böyle birkaç dakika devam etti. Daha sonra uyanan Hasan sabaha kadar ağladı. Erkenden kalkan Hasan yüzünü yıkadı, elbiselerini giydi. Baktı öbür odada annesi hasta yatağında uyuyordu. Baygın gibiydi. Hasan omuzlarını arkaya doğru gerdi, göğsünü kabarttı, başı dimdikti. Odasındaki büyükçe karton kutuyu aldı. Bahçeye çıktı. Kafesteki tavşanları kutuya koydu. Yolda yürürken hiç ağlamıyordu, Hasan ağlayamıyordu. O gece saatlerce ağladığı için göz pınarları kurumuştu.

Hasan pazar yerinde bir köşeye içinde dört tavşanın bulunduğu karton kutuyu bıraktı. Vakit erken diye ortalık tenhaydı. Geçen saatlerle birlikte tavşanlara müşteri çıkardı. Akşamüstü olmuştu, artık hava kararıyordu. Hasan mecbur kaldığı için çok ucuza tavşanları bir adama sattı. Annesi evde ölümcül hastaydı, ilaç içmesi lazımdı. Hasan en yakın eczaneden, eczacıya durumu anlatıp, birkaç tane grip ilacı aldı. Parası kalmamıştı, doktor çağıramıyordu. Hasan hızlı adımlarla eve doğru yöneldi. Eve vardığında annesinin soğumuş cesediyle karşılaştı.

Yazan. Serdar Yıldırım

CİCİ KUŞ

CİCİ KUŞ

Ormanda yaşamakta olan binlerce bülbül ve kanarya aralarında çıkan tartışmalara bir türlü engel olamayarak yollarını ayırmışlar, ormanın bir tarafında bülbüller, diğer tarafında kanaryalar yaşamaya başlamıştı. Sadece bir bülbül yuvasını terk etmemiş, kanaryalar arasında kalmıştı. İşte, bu bülbül cici kuştu.

Yavru bir kanarya bülbüller tarafına geçince yakalandı ve kafese kapatıldı. Olayı öğrenen kanaryalar elçi göndererek, özür dileyip, yavru kanaryayı geri isteyeceklerdi. Fakat hiçbir kanarya bu işe gönüllü değildi. Sonunda, kanaryalar cici kuşa gittiler ve yavru kanaryayı kurtarmasını rica ettiler. Cici kuş teklifi kabul edip yola çıktı.

Cici kuş bülbüller tarafından sevinçle karşılandı. Baş köşeye oturtuldu. O da bir bülbüldü ve kanaryalar arasında daha fazla kalamayarak hemcinslerinin yanına dönmüştü. Bu kanaryalarla bir arada yaşanmazdı zaten. Ertesi gün cici kuş geliş nedenini açıklayınca ortalık karıştı. Yoksa cici kuş bir hain miydi? Bülbüller, buna fazla kafa yormadılar ve cici kuşu da bir kafese kapattılar.

Cici kuş kendini ve yavru kanaryayı kurtarabilmek için akla karayı seçti. Kötü bir niyetinin olmadığını, yalnızca yavru kanaryayı kurtarmak için geldiğini tekrar tekrar anlattı. Günler sonra yavru kanaryayla birlikte kanaryalar tarafına geçerken, ilk aklına gelen fikre doğrudur deyip başka hiçbir fikri önemsemeyen basmakalıpçılara laf anlatmanın deveye hendek atlatmaktan daha zor olduğunu düşünüyordu cici kuş.

Yazan: Serdar Yıldırım ( 15-1-1993 ) - Bursa

AYLA İLE CADI MEMORY

AYLA İLE CADI MEMORY

Ülkenin birinde Ayla adında güzel bir genç kız yaşıyordu. Ayla okul sıralarında fizik dersine büyük ilgi duyuyor ve bilim adamlarının teorilerini dikkatle okuyordu. Acaba bilim adamlarının aklına bu teoriler nasıl geliyordu? Hiçbir somut kanıta, elle tutulur, gözle görülür hiçbir dayanağa bağlı kalınmadan üretilen teoriler, bazen aynı bilim adamı tarafından, bazen başka bir bilim adamı tarafından fikir ve düşünce sistemleri en üst düzeylere çıkarılarak somutlaştırılıp insanlığa yararlı hale getiriliyordu. Örneğin, Jules Verne “ Aya Yolculuk “ adında bir roman yazacak ve insanlar bu romandaki teorilerin izinden giderek, Ay’a ilk yolculuğu gerçekleştirecekti.

Ayla’nın kafasına Albert Einstein’ın “ İzafiyet Teorisi “ takılıyordu. Bir cisim Dünya’nın dönüş istikametinin ters yönünde Dünya’nın dönüş hızından daha hızlı giderse geçmişe dönmek mümkün olur. Aynı cisim aynı yönde daha hızlı giderse geleceğe gidilir.

Ayla geçmişe dönmek ve bir prenses olmak istiyordu. Bunun için bir zaman makinesi yapması lazımdı. Çeşitli kitaplar okudu, türlü aletler, araçlar aldı. Planlar yaptı, şekiller çizdi. Aylarca uğraştı ve pek çok denemeden sonra zaman makinesini çalışır hale getirdi. Ayla daha sonra zaman makinesinin bilgisayarını 400 yıl öncesinin Avrupa’sına programladı. Bilgisayara tarihle ilgili bilgilerin girişi yapıldığı için, amaca uygun bir ülkeye ışınlandı.

Ayla bilgisayarın seçtiği ülkede ilgiyle karşılandı. Kısa sürede adı herkes tarafından duyuldu. Gelecekten geldiğini söylemiş, başından geçenleri anlatmıştı. Olamaz gibiydi ama olmuş olmuştu. Hem genç kız arabalardan, uçaklardan, gemilerden bahsediyordu. Medeniyetin hayali bile güzeldi. Güzel olan bir şeye güzel değil diyemezdin. Güzellikle çirkinlik on kere yarışsalar dokuzunu güzellik kazanırdı. Kalan bir yarış berabere biterdi.

Ayla penslerle arkadaş olmuştu. Genç adamlar onun etrafında birer pervaneydi. Prenslerin ilerici fikirleri destek görüyordu. Ayla 1997 yılından gelmiş, yaşadığı zamanı anlatıyordu ama prensler sonraki yıllara da fikir çubuklarını uzatıyorlar ve 2000’li, 3000’li yılları tahmin etmeye çalışıyorlardı.

Prensleri sihirli aynasında devamlı olarak takip eden ve beş prense de aşık Cadı Memory, Ayla’dan hiç hoşlanmamıştı. Prensler, Cadı Memory’nin kendilerine aşık olduğunu biliyorlardı. O zaman, bu nasıl küstahlıktı. Cadı Memory, prensleri birer alabalık haline getirip, Ayla ile birlikte, geldiği zamana gönderdi. Ayla evine geri döndü. Beş alabalık ise, bahçeli bir çayhanenin kapalı kısmındaki havuzda yüzüp duruyordu.

Yazan: Serdar Yıldırım

Benekli Kelebeğin Bayramlığı

Benekli Kelebeğin Bayramlığı

Akşamdı. Kaybolan güneşle beraber insanlar evlerine, kuşlar uzaklara, böcekler yuvalarına gidiyordu. Tüm bunların arasında bir kelebek telaşla gezip duruyordu. Siyah benekleri vardı. Açık yeşil kanatları… Bir de çok mühim bir derdi vardı.

Bir kelebeğin derdi ne olabilir ki…

Yarın bayramdı. Ama bizim benekli kelebek, bir bayramlık alamamıştı hâlâ. Ne yapsa ne etseydi. Düşünüyor, düşünüyor ama aklına bir çıkar yol gelmiyordu.

Hafifçe kararan gökyüzüne baktı. Biraz erken olsa gidip onun renginden isteyebilirdi. Şöyle açık mavi bir kıyafet hiç de fena olmazdı hani. Ama gökyüzü artık gece elbiselerini giymişti ve bu renk bir kelebeğin bayramlığı için uygun bir renk değildi. Ağaçların yeşili olabilirdi aslında. Ama bu karanlıkta onlar da birer hayalet gibi olmuşlardı. Bulutlar yoktu, oysa beyaz bir gelinlik isteyebilirdi onlardan. Sapsarı bir elbise de iyi olurdu sanki ama güneş de yoktu ki… Hepsi de gitmişti işte. Kendini çok yalnız hissetmeye başlamıştı. N’apacaktı şimdi…

Böyle küskün küskün dolaşırken ilginç bir şey oldu. İçine bir umut doğdu benekli kelebeğin. Zor zamanda yetişen umutlar da bir başka güzel olur, bilirsiniz.

Gördüğü yere doğru uçtu hemen. Hem de bir helikopter gibi hızlıca… Beneklinin koştuğu yer, ışıkları yanan bir balkondu. Balkonda bir çocuk vardı. Ve masasına eğilmiş, bir şeyler yapıyordu. Kimdi bu çocuk, benekli onu nasıl görmüştü bilinmez. Aceleyle çırpıyordu kanatlarını.

Gideceği yerin yolu, heyecandan o kadar uzamıştı ki, benekli kelebek bir başka ülkeye gittiğini sandı. Sanki kocaman yollar, ormanlar ve denizler geçiyordu.

Kanatları güçsüz kalmıştı iyice.

Nihayet ışıklı balkona geldi. Ve çocuğun tam önüne kondu. Konduğu yer, çocuğun resim yaptığı beyaz kâğıttı.

Onu görünce sevinçle el çırptı çocuk. Nazikçe eline aldı. Benekli, heyecandan az kalsın ölecekti. Sesini toparlayıp:

- Merhaba, dedi.

Neşeyle gülümsedi çocuk.

- Merhaba cici kelebek, dedi. Kelebek devam etti sonra:

- Biliyor musun ben yalnız bir kelebeğim. Yarın bayram. Ama benim hâlâ bir bayramlığım yok!

- Üzüldüğün şeye bak, dedi çocuk. Ben hemen bir bayramlık hazırlarım sana.

- Sahi mi?, diye sordu kelebek. Bunu yaparsan çok sevinirim.

Çocuk hemen boyalarını çıkardı. Çabucak bir kelebek çizdi ve boyamaya başladı. Açık yeşil kanatlı, siyah benekli bir kelebekti çizdiği. Resmini bitirince kelebeğe gösterdi.

- Ooov, dedi kelebek. Tam bir bayramlık bu. Ne kadar da güzel oldu.

Muzipçe güldü çocuk:

- Biliyor musun, dedi sonra. Bu resmi senin kanatlarına bakarak çizdim. Senin kanatlarından daha güzel bir şey olabilir mi? Bence bayrama böyle girmelisin.

- Bir bayramlık kadar güzel mi sence?, diye sordu kelebek.

- Tabii ki güzel, dedi çocuk.

Gülümsedi kelebek. Şöyle bir baktı kanatlarına. Gerçekten de çok güzeldi kanatları. Biraz düşünüp:

- Sen beğendiysen, artık bayramlık aramayayım o zaman, dedi.

Sonra vedalaşıp kanatlarını açtı. Çocuk, kelebeğin arkasından küçük bir siyah benek olana kadar el salladı.

Bayramlıklar hep güzel olurdu. Ama en güzeli elimizdekiyle yetinmeyi bilmekti. Benekli kelebek, bu bayrama bunu öğrenmiş olarak girdi.

Anne Kırlangıç Masalı





Havaların serinlemeye başlamasıyla birlikte kışın geleceğini anlayarak göç eden kuşların arasında küçük bir kırlangıç ailesi de varmış. Birbirlerini çok seven, mutlu ve huzurlu bir yaşantı süren bu aile, havalar ısındığı zaman dönmek üzere yuvalarına veda etmişler.

Birkaç ay süren ayrılıktan sonra bütün göçmen kuşlar asıl yuvalarına dönmeye başlamış. Küçük . kırlangıç ailesi de yorucu bir yolculuktan sonra yuvalarına dönmüş. Deniz kenarında, etrafı dağlarla ve yemyeşil ağaçlarla çevrili bu küçük sahil kasabası, genç kırlangıç ailesinin asıl yurduymuş ve onlar her kış göç etmek zorunda kalsalar da asıl yuvalarından asla vazgeçmezlermiş. Kırlangıçlar günler boyunca, çetin geçen kışın büyük ölçüde tahrip ettiği yuvalarını . onarmaya çalışmışlar. Bu çalışmalarının neticesinde eskisinden çok daha güzel bir yuvaya sahip olmuşlar. Sıra anne kırlangıcın yeni

yavrular için kuluçkaya yatmasına gelmiş. Anne kırlangıç yumurtaların üzerine yatıp yeni yavrularının olacağı günü sabırla beklemeye başlamış.

Bazen anne kırlangıç sürekli yumurtaların üzerinde yatmaktan yoruluyor, o zamanlarda baba kırlangıç annenin yerini alıp yumurtaların üzerine yatıyormuş. Bu sayede anne kırlangıç uçup kendisine yiyecek bulabiliyor ve bir süre gezebiliyormuş. Anne ve baba kırlangıçların ortaklaşa beklemeleri sayesinde nihayet yavruların yumurtadan çıkma günü çabucak gelip çatmış. Tam altı tane yavruları olmuş. Her ikisinin de sevincine diyecek yokmuş. Yavruları, her türlü tehlikeden canları pahasına koruyor, onların üzerine titriyorlarmış.

Anne ve baba kırlangıç tıpkı kuluçka zamanında olduğu gibi yine ortaklaşa yavrularına yiyecek bulup onları besliyorlarmış. Bir gün yuvalarında kendilerine ait olmayan yaralı bir yavru kırlangıç olduğunu görmüşler. Emin olmak için yavrularını sayıyor ve her seferinde yedi yavru olduğunu görüyorlarmış. Bu yaralı yavru muhtemelen bir insan . tarafından onlara ait olduğu düşünülerek yuvalarına bırakılmış. Anne kırlangıç bu yabancı yavrunun kendi yavrularına zarar verebileceğini düşündüğü için bu yavru kırlangıcın yaralı olmasına aldırmadan onu itekleyerek yuvadan aşağı atmış. Düşmenin etkisiyle zaten yaralı olan yavru iyice kötü duruma gelerek acı içinde çırpınmaya başlamış. Onu yuvadan atan anne kırlangıç bu halini görünce büyük bir suçluluk hissetmiş. Hemen yanına gidip yardım etmek istemiş, ama bunun için artık çok geçmiş. Yavru ölmek üzereymiş.

O sırada başka bir anne kırlangıç deli gibi sağa sola uçup duruyor bir şeyler arıyormuş. Her hâlinden bu yaralı yavrunun annesi olduğu ve kaybolan yavrusunu aradığı belliymiş. Çok geçmeden yavrusunu can çekişir bir hâlde bulmuş. Yavrusunun yanına doğru hızla kanat çırpmış. Onu kurtarabilmek için elinden geleni yapmış, ama çabası boşunaymış.

Yavrusunu kurtaramamış. Zavallı anne kırlangıcın gözlerinden yaşlar boşalmış.

Başını yukarı kaldırıp da kırlangıç yuvasını görünce olanları tahmin etmiş. Bir an

hissettiği acının büyüklüğü ile bu kırlangıç yuvasını dağıtıp içindeki yavruları öldürmek istemiş. Çünkü o bir anneymiş ve başka bir annenin merhametsizliği yüzünden yavrusunu kaybetmiş. O bu şekilde düşünüyormuş ama diğer anne kırlangıcın yavrularını korumak için bunu yaptığından ve sonra da çok pişman olduğundan tamamen habersizmiş. Yinede yapamamış. O bir anlık öfkeyle merhametsizlik yapabilecek bir kırlangıç değilmiş ve yavrusunun ölümüne neden olan anne kırlangıç gibi olamazmış. Öfkesine yenilseymiş o da merhametsiz anne kırlangıçtan farksız olacakmış. Öyle olmamak için acısı kalbini gömerek yuvasına geri dönmüş. Yuvadaki diğer yavruları ile ilgilenmeye başlamış.

Aradan günler geçmiş. Zavallı anne kırlangıç, acısını unutmuyor, diğer yavruları ile teselli bulmaya çalışıyormuş. Bir gün yavrularına yiyecek bulmak için yuvadan ayrıldığı zaman şahit olduğu bir olay onu şaşkına çevirmiş. Yavrusunu yuvasından atıp ölümüne sebep olan anne kırlangıcın yuvasına bir kedi saldırmış. Kedi yuvayı dağıtmış, yavrulardan birkaçını ve baba kırlangıcı öldürmüş, anne kırlangıcı da öldürmek üzereymiş. Bir anda bu anne kırlangıca olan bütün öfkesini unutmuş ve hızla uçup kedinin önünden geçerek dikkatini

dağıtmış. Son anlarını yaşadığını düşünen kırlangıç, merhamet sahibi anne kırlangıç sayesinde hem kendisi hem de hayatta kalan iki yavrusunu kurtarmayı başarmış. Merhametli kırlangıç iki yavruyu ve yaralı annelerini kendi yuvalarına taşımış. Hepsiyle yakından ilgilenerek yaralarını iyileştirmiş. Yaralı anne iyileşene kadar da onun iki yavrusuna sanki kendi yavrularıymış gibi bakmış. Yaraları iyileşen kırlangıç bu merhametli kırlangıç

karşısında kendini çok suçlu hissediyormuş ki; utancından merhametli kırlangıcın yüzüne bile bakamıyormuş. Bir gün dayanamayarak hissettiklerini söylemeye karar vermiş ve:

- Merhamet sahibi, iyi kalpli kırlangıç size karşı öyle suçluyum ki, çok utanıyorum. Ben her ne kadar kendi yavrularımı korumak için yapmış olsam da vicdansız bir şekilde hareket ettim ve sizin yavrunuzu yuvamdan atarak ölümüne sebep oldum. Sonrasında çok pişmanlık duydum ama pişman olmak için bile çok geç kalmıştım. Bir anne için evlâdı her şeyden değerlidir. Ben sizi evlâdınızdan ettim. Siz ise buna rağmen benim ve iki yavrumun hayatını kurtardınız. Benim yaralarımı iyileştirmek için elinizden geleni yaptınız. Yavrularıma da sanki kendi yavrularınızmış gibi bakıyorsunuz. İçimdeki suçluluk duygusu beni öldürecek. Ben affedilmeyi hak etmiyorum ama yine de sizin merhametinize güvenerek beni affetmenizi istiyorum. Siz beni affetseniz bile ben kendimi asla affetmeyeceğim demiş. .

Merhametli anne kırlangıç:

- Pişmanlığınıza inanıyorum. Keşke bu acılar hiç yaşanmasaydı. Ama yaşandı.

Biz artık hiçbir şeyi değiştiremeyiz. Sizi tabiî ki affediyorum. İlk zamanlar çok kızgındım ve sizi affetmemeye kararlıydım. Ama kini sürdürmek kimseye fayda getirmez. Ayrıca siz benimkinden daha büyük bir acı yaşadınız. Hem kötülükten kimseye fayda gelmez. Artık sizin de buna inandığınıza ve kalbinizi iyilikle donattığınıza inanıyorum. Affetmek en güzel özelliktir. Ben de sizi affediyorum ve size dostluğumu teklif ediyorum, demiş.

Anne kırlangıcın pişmanlık ve utancından yüzü kızarmış. Bu kadar iyiliği hak

etmediğini düşünüyormuş. Yine de bu kadar iyi bir . kırlangıçla dost olma fırsatını kaçırmak istemiyormuş. Bu iyi kalpli kırlangıcın dostluk teklifini memnuniyetle kabul etmiş.

O günden sonra iyiliğine ve merhametine hayranlık duyduğu bu kırlangıcı kendisine örnek alarak onun kadar iyi bir kırlangıç olmaya çalışmış. Bunu başarmış da. Zamanla en az merhametli kırlangıç kadar iyi bir kırlangıç olmuş. Bu . büyük dostluktan sonra her yıl göç zamanı dostuyla birlikte yola çıkıyor ve yine dostuyla yuvalarına geri dönüyorlarmış. Merhametli anne kırlangıçtan çok şey öğrenen ve iyi kalpli olmayı başaran anne kırlangıç bir gün en az kendisi kadar iyi kalpli bir eş bulup yeni bir yuva kurmuş. Bu iki kırlangıç ailesi hayatları . boyunca çok iyi dost olarak yaşayıp gitmişler...

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...