Miami

  
  Saffeeet Himmeeet Gayreeet! Bahın hele bacınız Miami'ye gitmiş!
  14 saatlik bir araba yolculuğu. Allah'tan yollar dümdüz ve doğa harikası da ona bak, buna bak derken geçiverdi zaman. 




  Canobibiş de bizleydi. Kedi ile seyahat ayrı bir yazı konusu ama ben böyle sabırlı ve sorunsuz bir hayvan görmedim. Yol boyu kucağımda uyudu. Arada dolaştı, ayaklarını açtı, geldi yine uyudu. Gerçi dönüşte son bir saat sesi durmadı ama çok görmüyorum, biz de çok yorulduk. (Kahve içmekten, sakız çiğnemekten heder olduk) 



    Yol boyu pek çok kumsal var. Bunlardan biri de Cocoa Beach.



   Miami palmiye cenneti. Havası hâlâ sıcak. Benim yaşadığım eyalete göre yüksek binaları daha çok, özellikle sahil tarafında.  Bunun dışında sanki Amerika değil. Kulağıma bir kez İngilizce kelime çarpmadı. Meksikalılar basmış. Trafikte korna da var.    Evler pek Amerikan tarzı değil, Türkiye'deki evler gibi. Müstakil evlerin pencerelerinde parmaklıklar var. Bizim burda görmediğimiz sahneler. 
   (Ayy yerleşmiş de kıyaslama yapıyör)




   Sahili muhteşem, beyaz kumlar, turkuaz rengi tertemiz deniz. (Bilgisayarlardaki arka plan resimleri var ya, hah oralar buralar işte) 






   Türkiye'deyken görüştüğümüz, Bollywood konuşup kahve içtiğimiz arkadaşımla da buluştuk Miami'de. Çok özleşmişiz, uyku dışında aralıksız muhabbet ettik galiba. Dünya küçücük ve Allah çok büyük azizim.





    Velhasıl anacım yorucu ama bir o kadden de fevkalâdenin fevkinde bir gezi oldu.

Amerika, seviyorum seni kız ❤ 


Daha çok macerağğ içün Instagram'da 

@eminebektasi 









İç Ses - 28 (Yara)

Yaralanmak anı bir an olduğu için pek anlaşılmaz. Yani insan öyle çok fark etmez yaralandığını o an, yaralanma yara olarak gözükür olduğunda fark edilmiş olur. Düşeceğini bilmeden pat diye düşersin mesela. Düştüğün için dizin yaralanır. Yaralandıktan sonra yaralanma anını fark etmiş olursun.
                                                                       ******
Küçükken çok sık düşmezdim ben. Sıkıcı ve sakin bir çocuktum. Bacaklarım yara bere içinde olmazdı yani. Ama çocuktum ben de tabi üç beş düştüm koştururken. Yaranın kabuk bağlamasını bekleyip sonra da hevesle o kabukları soydum ben de. Annem kızardı soyma o kendi iyileşir diye. Ben dinlemez koparırdım kabuğu,hem kendi acı eşiğimi ölçerdim hem de yani ne gerek vardı ki madem soyabiliyoruz o zaman soyalım mantığındaydım. Tabi çocukluk bitip, kendimi, çocukluğumu, etrafımdakileri ve hayatı anlamak için bitimsiz bir debelenme dönemi gelince değişti benim kabuk soyma şeklim.
İnsanların göremediği ama benim içimde yerini bildiğim yaralarımı fark ettim.
Bazılarıyla meselem çok uzun sürdü. Ben yoldum o yine kanadı, yine yoldum yine kanadı.
Bazıları da öyle kendi kendine iyileşti ne izi kaldı ne hissi.
Bazıları da hala bir yerlerde bazen değiyorum, değince bir yanma, bir sızı ama işte tam olarak nerede bilemiyorum.
Ki zaten insanın bedeni dışındaki yaralarını tanıması bir ömürlük mesele. Yaşla, yolla, ruhla ilgili…
Hayatı bütünüyle çakmak için daha çok yol var biliyorum ama yarayı, yarası olanı fark edecek kadar nefes aldım sanırım. Yaranın kıymetini bilecek kadar kelimem oldu.
O yüzden orada burada sıkça birbirini yarasından öpen aşıklar mizansenini görünce bir içim bulandı.
Bir yaraya dokunmak, bir kadını/adamı yarasından öpmek falan büyük mevzular yani.
Öyle buluşmaya giderken çiçek alma, elinde kalp tutan peluş hediye etme klişesine benzemez.
Yapma beceremeyeceksen kıymet vermeyi hiç elleme bile.
Yok say sen karşındakinin yarasını yola devam et.


Organ-izing against biological chaos: an advantage of multicellularity

The complex nature of most biological functions is curious.  Why would a cell ever pal up with other cells rather than slog through life alone?  Why did we big, clumsy, slow-reproducing organisms evolve in the first place?  Being stuck with other cells means (1) being larger but having lower mobility when it comes to choosing how to go about your business, (2) having to get along with the other cells, which could be a drag on your own survival, and (3) being restricted in what you do, having less flexibility.  That these issues can in fact be detriments can be seen in the likelihood that bacteria will dance on all our multicellular graves.

We usually think that bacteria are out there on their own.  But they, like other single-celled species, can aggregate and act as a single organism under some circumstances (bacterial biofilms and slime molds, sponges and others are examples).  Interestingly, the cells that make up the aggregate body are not necessarily those that shed to form another organism, such as sperm or eggs in mammals: even in a sponge, there can be separate 'body' and 'germ' cells.  The body cells reproduce within the body but, like worker bees, are evolutionarily subordinate to the queens--the few reproductively active cells. Presumably, aggregation can at least have a collective advantage even if individual cells go their own way most of the time, and there is no evidence that I know of, other than chance, that determines which of the sponge's founding cell lines will end up as reproducing cells.


Dictyostelium: Wikiwand


Cells in 'true' multicellular organisms, like humans, don't have any option of going it alone.  We begin life as one cell, and develop into a differentiated organism with many types of specialized cells (organs in animals, roots and leaves in plants).  Most of these don't reproduce, but the cells that do reproduce are genetically very closely related, so other cells aren't total evolutionary dead-ends.  Even a super-organism like a bee or ant colony has only a subset of organisms that directly reproduce, creating representative descendants of the whole group.

Not only do we have specialized organs, but they are typically comprised of a great number of cells of different types. Bacterial species can specialize in many different ways, but the cells in multicellular organisms generally specialize only in one: they are intestinal lining producers, or muscle cells, or cells of the neocortex.  That's a kind of cooperation within an organ analogous to the cooperation among organs that make the organism.

But there is a danger.  Each cell division introduces mutations that will be carried by the cell and its daughter cells for the future life of the organism. The organ in which the mutation occurs is stuck for life with the mutant cells.  The mutations are usually silent, or individually minor in their effects on the cell's behavior, but with millions or billions of cells in an organ, that has to work for a long time, at least some mutations may well have an effect, and some of those will be harmful.

A combination of such somatic mutations (SoMu) occurring over time may lead to a single cell lineage within the organ that no longer behaves properly, and in particular if it divides without the typical restraint for cell's tissue context in that organ, the changes can overwhelm the organ and that can threaten not only the whole organ but the whole individual.  Cancer is the classic example in animals.

Given this, then why would organisms with mandatory multicellularity ever have evolved?  Why not get together only when needed, as do the bacteria and slime molds of the world?

Safety in Numbers:  Protection from mutational danger.
The cells in an organism do share a common genome, the one in the founding cell of the organism (fertilized egg, or seed).  So an organism of varying specialized cells is a gang of likes, a differentiated, cooperating society of cellular kinship, which by aggregating can perhaps advance the cause of their group, their particular genotype, in a kind of Size Matters way: they can do things like exploit resources, just as bees and ants do, that an individual cell couldn't.  Specialization, and size do make a difference.  But the cost is that of the rogue members in the cellular society, whose SoMu number and sub-lineages increase with body size and age.  When one organ fails, the whole organism fails.

One aspect of the protection of multicellularity is that SoMus will have various effects, from none to organ failure and death.  Even if one cell lineage doesn't work efficiently, the organ itself is made of many other properly acting cells and even if an SoMu kills the cell, this may have no effect on the organ or the individual, with their countless normally behaving cells.  A herd can withstand the bad behavior of a few of its members.

The risks that being a multicellular organism entail are offset by the average behavior of the aggregates of cells, and it usually takes time before any rogue sub-lineage would be life-threatening to the organ or its organism, as for example cancer is.  Meanwhile, the organism can go about its business and take advantage of being a big, cooperative collective of organ functions, doing many things--travel, browse, hunt, mate and reproduce--in ways a single-celled organism can't do.

Mutations in parents, those arising in their genome and transmitted to their offspring, will either be selected against during development or will force the offspring to compete with its fellow organisms in the usual Darwinian way (see our series on the many other forms adaptation can take).

Since single-celled species, or those that spend most of their time as independents, are clearly doing very well and have done so for nearly the entire history of life (fossils of bacterial biofilms around 4 billion years old have been found).  So multicellularity was never an overwhelming advantage, even if it opened different ways of life for some--and these relative exceptions are the most visible species.

The safety-in-numbers aspect of multicellular organisms seems to be a good way that being big can be successful even in the ever-present face of mutations, most of which are harmful.  Safety in numbers may have allowed multicellular organisms to evolve in the first place.

Hampton Şöleni

⭐ 

   Amerika'da bütün eğlence ve önemli kutlamalar hemen hemen yıl sonunda anacım. Zaten rahat bir millet oldukları için ışığın, sesin dibine vuruyorlar valla. 

   Halloween, yani Cadılar bayramı iki hafta önceydi. Gece olduğu için fotoğraflarım pek iyi çıkmadı, ama çok keyifliydi. Yollarda kostümlü çocuklar ve yetişkinler evleri geziyorlar. Evin ışıkları yanıyorsa bu bize gelebilirsiniz demek. Çocuklar kapıyı çalıp "Şeker mi verirsin yoksa seni korkutayım mı?" diyorlar. 
    Şükran Günü ise, bu perşembe. Kristof Kolomb Amerika'yı keşfettiğinde Kızılderililer hoşgeldin deyip hindi ikram ediyorlar. Thanksgiving olarak kutlanıyor. 
    Black Friday ise bildiğiniz gibi milletin ucuz alışveriş yapacağım diye tükan önlerinde sabahladığı, kapıların kırıldığı çılgın bir gün. O da kasım sonu. 
    Yılbaşı ise malum aralık sonu. 

  Hampton'da cumartesi günü harika bir geçit töreni oldu. Birkaç video ve bol fotoğraf çektim. Bize çok eyi geldi, izleyin, size de iyi gelecüh...


























Çocuklara Masal ve Asya Mavi'nin Öğüdü



Cumartesi sabahı, Asya Mavi sabaha karşı yanıma gelmiş. Günün ilk saatlerini birbirimize sarılıp uyuyarak karşılamışız. Uyandığımda kızım kafasını karnıma koymuştu, gözümü açar açmaz bana dedi ki "masal anlatıcısıyım demene gerek yok, çünkü insanlar masal dinlemeye gelmişlerse senin masal anlatıcısı olduğunu bilirler."

İlk anda ne dediğini anlamadım çünkü tam uyanamamıştım, sonra anladım. Dün masal dinlemeye gelmişti Asya Mavi benimle birlikte. Nazım Kültür'de masal anlatmıştım çocuklara. Çocuklara masal anlattığım zaman, "Ben masal anlatıcısıyım bu benim işim. Büyüklere, küçüklere, dedelere, ninelere, ablalara, abilere masal anlatırım." diye başlıyorum. Çocukların dünyada yapılacak ne kadar değişik iş olduğunu anlasınlar diye bunu söylemek hoşuma gidiyor.  Ninelere masal anlatıyorum diyince de yüzlerindeki şaşkınlık çok hoşuma gidiyor. Ancak kızım bana böyle söyleyince, durup bir düşündüm. Ona haklısın anneciğim dedim, teşekkür ederim. Bir yandan o kadar hoşuma gitti ki, beni izleyip sonrasında da yaptığım şey hakkında yorum yapması.  Bir yandan da bu düşünce sürekli kafamda dolaştı. Çocuklar, ne kadar da dolaysız diye düşündüm. Bir şey yaparken sürekli yaptığın şeyi açıklamak bir yetişkin hastalığı olmalı. Sonra bunun aslında kendimin de yaptığım işi duymaya ihtiyacım olduğu için yapabileceğimi düşündüm.  Okuldan mezun olduktan sonra, ne iş yapıyorsun dediklerinde oyunculuk okudum derdim. Oyuncuyum demeye dilim varmazdı, ne çok kalıplaşmıştı oyuncuyum demek. Hele sanatla uğraşıyorum ya da sanatçıyım demek  bu dünyadaki en kibirli şey gibi gelirdi bana. Öyle öğretilmişti. Masal anlatmaya başladığımda da aynı şey oldu. Masal anlatıcısı - töbe haşa- "aslında" oyunculuk bölümü mezunuyum "ama" masal anlatmaya başladım.  Ne iş yaptığımı bir türlü anlatamıyorum çünkü sadece masal da anlatmıyorum. Başka şeyler de yapıyorum "iş" adı altında. Bir dönem, aslında çalışmadığımı düşündüm, bir dönemse çok çalıştığımı. Kızım bana, yaptığın işi söylemek zorunda değilsin dediğinde, çok rahatladım. Çünkü ben sadece yaptığım iş değilim. Pek çok farklı zamanda pek çok farklı şey yapıyorum. Bunların iş olup olmaması da önemli değil. Ben benim, sıla.
Cuma gecesinde dönecek olursak, o gün çok heyecanlıydım. Sabah uyandığımda çocuk istismarları ile ilgili haberler dolaşıyordu ortada. Dünyayı düşündüm, dünya hakkında gerçekçi yaklaşmamız gerektiği kanısındayım. Evet kötü şeyler oluyor ama oturup ağlamak bir işe yaramaz, elinden ne geliyorsa yap. O gün benim elimden masal anlatmak gelecekti. Dünya çocuklarını düşünüp içimden derin bir ah çıktı ve dedim ki "Bu akşam Nazım Kültür Merkezi'nde çocuklara masal anlatacağım. Nefesim yettiğince masal anlatacağım, bu düzenin böyle gitmeyeceğini, hakkın yerini bulacağını, yapılan kötülüklerin kimsenin yanına kalmayacağını anlatacağım. Her şeye rağmen dünyanın güzel ve yaşanılır bir yer olduğunu anlatacağım. Onların kötü hikayelerinin yerine, güzel masalları koyacağım çocukların kalplerine, nefesim yettiğince..."
O akşam orada 10 çocuk vardı, onlara bir şey öğretmeye çalışmadım, onlarla bir masal paylaştım. Çocuklarla olduğumda "performans kaygısı"  saçma bir uğraş oluyor. Çocukların yanında sadece onlarla bir şey paylaşmak istersem durabiliyorum, beni sadece o zaman dinliyorlar. Büyük hareketler, mutlaka komiklik hiç bir işe yaramıyor. Kalpten kalbe bağ kurabilirsem duruyorlar orada. Dolaysızlar çünkü, beğenmediklerinde giderler, sıkıldıklarında kalkarlar. Ben de dolaysız olabilirsem durabiliyorum orada, yanlarında.
Çocuklar için elimden şimdi gelen bu. Önce kendi çocuğumu istismar etmeden, çevremdeki çocuklara şiddet uygulamadan, duygu sömürüsü yapmadan, onlara bilmişlik taslamadan yanlarında durabilirsem o zaman bir şeyler değişebilir. Önce, çevremizdeki çocuklardan, bize en yakın olanlardan başlayalım sevmeye. O zaman her şey gerçekten değişir.




İç Ses - 27

 Uzun zamandır hayal kurmuyormuşum. Öyle dediler bugün. Bir taraftan belirli bir düzende hayal kuruyormuşum demek ki diye geçirdim aklımdan hoşuma gitti. Diğer taraftandan da uzun zamandır hayal kurmamışım diye üzüldüm. Daha doğrusu hüzünlendim. Yani üzülmek kadar baskın değil ama ince bir hüzün işte. Sonra unuttum. Gün koşturmacası kafamın içindeki başka bir takım gerilimler derken unuttum gitti. Uzun bir iş gününün ardından aslında işten çok kendimle bir gün geçirdiğimi fark ettim. Kafamda dolanan bir sürü kelime bir yerlere çarpa çarpa zihnimi bulandırınca belki de yazmam lazımdır diye düşünüp şu iç seslerimi kelimelere dönüştüreyim dedim. Bilgisayarın mekanik beyazı bana parlar parlamaz da zihnime uzun zamandır böyle hayaller kurmuyordun bize denildiği an geldi. Galiba kendimi ruhumu en çok kendim duvardan duvara vurduğum için, bitmez tükenmez bir huzursuzluğa, gerginliğe hep bir sorgulama içinde kendi kendimi kemirmeye teşne olduğum için bulduğum bir yöntem bu.Hayal. Kendin boz kendin yap sistemi. Hayatın içindeki somut kazançları kendime yettiremediğim için, hep gönlümde, hayalimde olanın peşinde sayılamaz, dokunulamaz mutluluk ve mutsuzlukların derdinde olduğumdan bağlıyım bu hayal dediğim naneye. Bilmiyorum belki de hayal işte sadece.
   He bir de inandığım bir şeyin içinde olma halimi keşfediyorum bir de bu aralar. İçimde başka bir manyak daha varmış. Kendimle uğraşamayacak kadar yoğun olduğum zamanlar içimdeki manyakla tanışmam için bir çeşit vesile olduğunu çaktım çoktan. Öğrenme haline açıklığımı, yanlış yapmaya değil de yanlış olmamaya dair hassasiyetimi keşfediyorum.
Böyle şeyler işte...

    İçimde sesler, yürüyorum. Belki hayale, belki hikayeye …



Sınır Koymanın Dayanılmaz Hafifliği




Kendimizle aramıza koyduğumuz duvarları aşarsak çevremizdeki kişilere karşı sınırlarımızı daha belirgin çizmiş oluruz. Sınır koyma işini ilk düşündüğüm zamanlar, kızım Asya Mavi'in doğumundan sonra başlıyor. Ben sınır koymayı ve sınır koymanın iyi bir şey olduğunu anne olduktan sonra öğrendim. Sonrasında da bir çok ilişkimde bunun önemini deneyimledim. Bir gruba uzun süre ders vereceksem, onlarla tanıştığım ilk zamanda beni ve davranışlarımı yokladıklarını farkettim. Bu insan olarak hepimizin yaptığı bir şey. Merak ediyorlardı, bu kadın neleri seviyor nelerden hoşlanmıyor. Ne kadar ileri gidebilirim ve bence asıl merak edilen de tüm bunlar olduktan sonra da beni sevecek mi?
Bir insanın sınırlarını anlayabilirsek kendimizi daha güvenli hissediyoruz. Bu da bebeklikten başlıyor. Çocuklarımızı koşulsuzca seviyoruz, aynı şekilde anne ve babalarımızı da koşulsuzca seviyoruz. Ancak öğrenmemiz lazım hayatı. Çünkü çevremizdeki herkes bizim anne ve babamız değil. İlişki biçimlerini öğrenmemiz gerekiyor. Çocuklarımıza verebileceklerimizin bir sonu var, daha fazlasını vererek onları kendilerine yeter bireyler yapmıyoruz. Aksine daha da aldıkça sıradakini merak eden ve asla elindekiyle yetinmeyen bireyler yetiştiriyoruz. Kuralları koymak ve koyduğumuz kurallara uymak bizim elimizde. Burada sert bir yapıdan söz etmiyorum, çelişkili davranıştan söz ediyorum. Ben kızıma yarım saat çizgi film izleme zamanı koymuşsam ve sırf o ağladığı, dövündüğü için bu süreyi bir saate uzatmışsam sorunlara davetiye çıkarıyorum. O zaman ben kolay kandırılan, sözünü yerine getirmeyen ve belki de onun iyiliğini önemsemeyen biri oluyorum. Bu karşı taraftakine gerçek sevgi ve saygıyı iletmiyor. Ona iyilik yapıyor gibi görünüp öz değerini küçültmüş oluyorum.
Aynı şey bu noktada kendim için de geçerli. Eğer kendime saygı duyuyorsam bana yapılmasını istemediğim davranışlara göz yummamalıyım. Yapabileceklerimin bir sınırı var. Çalışma saatlerimin, okuma zamanlarımın, arkadaşlarıma ayırabileceğim vaktin, aileme ayırdığım vaktin, temizlik zamanının, kendime ayırcağım zamanın. Bunlar elbette takvimimde işaretli değil, zamanlarını da kağıt kalemle belirlemedim. Ancak hissediyorum. Bir yerde dengesizlik olduğunda, sınırımın aşıldığı bir durum olduğunda kendimi kötü hissediyorum. Diğer alanlardan enerji almaya ve yine tüm benliğimi oraya aktarmaya çalışıyorum. Sonrasında ise ya bir öfke patlaması, ağlama ya da ağır bir hastalık olarak ortaya çıkıyor. Sınır ihlali.
Durup kendime neden diye sormam gerekiyor? Neden sınırlarımı zorladım? Kendimi kanıtlama ihtiyacından mı? Sevilme arzusundan mı? Hayır diyemediğim için mi? Bir şeyleri unutmak için mi? Bunu bulduğumda ise iş değişiyor. Önce bu durumu açık bir şekilde ifade ediyorum.(ki bunu çok zor öğrendiğimi söyleyebilirim) sonra da kendime “neye ihtiyacım var?” diye soruyorum. Dinlenmek, çalışmak, kızımla zaman geçirmek, film izlemek, yazmak. Bir kere kendimle bağlantı kurunca işler kolaylaşıyor. Bir süre bu denge hali devam ediyor, yeni bir sınır ihlaline kadar. Sonra o ihlalden de bir şey öğreniyorum. Hayat böyle sürüp gidiyor.
Sınır koymanın katı duvarları yoktur, o geçirgen bir yapıdadır. Sanki çevremde yoğun bir ışık gibi. Paylaşmak için o yoğunluğun içine kalmalıyım ki kendimle bağlantım kopmasın. Tıpkı masal anlatırken olduğu gibi. Önümdeki sınır kalın değil, seyircilerin gözlerinin içine bakıyorum, mekanı görüyorum, olan şeyi olduğu gibi kabul ediyorum. Ama önümdeki ışıktan sınır olmazsa kendimle bağlantı kuramam, masalla bağlantı kuramam o zaman da anlatacağım bir şey olmaz. Önümdeki sınırlarım çok katı ise bu sefer anlatacağım kimse olmaz. Bu her zaman tam dengede değildir, değişkendir. Değişken olmasaydı çok sıkıcı olurdu, kim mükemmel bir masalcı dinlemek ister? Kim hiç hata yapmayan birini görmek ister? Öyle biri yoktur bu yüzden gördüğümüz her mükemmel anlatıcının rol yaptığını biliriz. İçindeki kusura dokunabilme cesareti, bana anlatıcılığı sevdirdi ve anlamamı sağladı, ancak sınırlarımı bildiğimde sınırsız olabilirim.


Kitap: Posta Kutusundaki Mızıka

⭐ 

"    Sevgili Dost,
Bu sabah kuş sesleriyle uyandım. Ne güzel değil mi? Hayır, güzel değil! 
Açık penceremden ok gibi dalıp yastığıma saplanan, karga sesleriydi. 
  Kuş sesleri dediğimde aklına asla karganın gelmediğini biliyorum. Bu, karganın da bir kuş türü olduğunu bilmeyişinden değil, karganın türünün en önemli özelliği olan güzel bir ötüşten mahrum oluşundan elbette. 
   Yüzümü yıkarken acaba diyordum; acaba türümüzün en önemli özelliklerini taşıyor muyuz? Hareketlerimiz ve sözlerimiz nerelere saplanıyor? Acaba 'insan' denince hatırlanıyor muyuz?..  " 






    Sizi bilemiyorum azizim ama ben kitap okurken içeriğine göre kendimi farklı mevsimlerde hissediyorum.
 Posta Kutusundaki Mızıka dökülen yaprakları, uğultulu rüzgarları hatırlattı bana. Yani sonbaharı... 

  Hep roman okumaya alışınca, deneme türü kitaplar zor gelir ya hani. İşte bu kitap zor gelmeyenlerden. Çünkü karşınızda yazar değil, bir dostunuz var ve size mektuplarla içini döküvermiş.




  Özlem duyduğum, yakındığım, şikayet ettiğim ne varsa, aynılarını bir dosttan duymak, bunu şimdilerin kısa mesajlarına sığıştırılmış derinliği az ifadelerin yerine, sıcacık samimi mektuplarla elimde tutmak kendimi çok iyi hissettirdi.






  Benim çok arkadaşlarım, çok mektuplarım oldu. Özlediğim o dünyanın bir anahtarı gibi bu kitap. Siz de özlüyorsanız mutlaka okumalısınız. Yok, eğer pek mektubunuz olmadıysa yine mutlaka okumalısınız.   

   Çünkü şimdilerde hepimizin ruhundaki bir parça yalnızlığın buna ihtiyacı var azizim...





Hint Dizisi: Geet Hui Sabse Parayi



  Kanal 7'yi vatana millete yaptığı büyük hizmetinden dolayı tekrardan kutluyorum. 

  Niyçün? 

  Evlilikle alakası olmayan localı çaylı cazgır programlara ve batıdan araklanmış, şu eve birkaç kişi toplayalım da tiyatro çevirsinler tarzı programlara, masum aşk dizileriyle hoş bir alternatif getirdiği içün. 

  Bence akşam 10'dan sonra gündüzün tekrarı olmalı. Milletimizin selameti adına bazı adamlar acık romantizm görse fena mı olur? Kanal geçişlerinde bile rastlasa, odunluğunun farkına varır diye düşünüyorum naçizane.
(Anam biraz ağır oldu galiba.) 


   Gelelim dizimize...

  Tam adı: Geet Hui Sabse Parayi.
Ama internette Maan Geet adıyla nam salmış. 
  470 bölümden oluşuyor. Bölümler 20 dk. Ben hintfilmcenneti sitesinden izledim 220'lere kadar. 
 Sonra telaşeden ara verdim, henüz bitiremedim diziyi. Hepsi çevrilmemişti zaten. Siz başlayın anacım, yarısına kadar bile olsa izleseniz hoşlar ötesi olur.

  Iss Pyaar yani Bir Garip Aşk dizisini bilenler vardır. Onu bu diziden esinlenerek yapmışlar. Kıyaslamak gerekirse Iss Pyaar kadar olaylar zinciri yok ama duygu yoğunluğu fazla.


   Kızımız Geet neşeli, cıvıl cıvıl çağında nasıl oluyorsa birkaç gün içinde bir şekilde ailenin ve Geet'in güvenini kazanan Dev isimli Kanada'ya gidecek bir adamla evleniyor, evlendiriliyor. Adamdan hamile kalıp, bir de üstüne havaalanında terk edilince köle izavra misali çileli günleri başlıyor. 
  Kızın dedesine mi sinir olacaksınız, abisine mi, onca eziyete ses çıkarmayan babasına mı, tercih size kalmış. (Bu nasıl aile piiiii...) 

  Tüm bunlar olurken esas oğlan Maan nerde? Zenginlikten kendini çayıra böcüğe vermiş, arazilerde dolaşıyor, çadır kuruyor, kamp yapıyor. Dizide hemen çıkmıyor, birkaç bölüm sonra görüyoruz. Arnav gibi sert, kibirli, aşka inanmıyor.


  Bir şekilde yolları kesişiyor Maan ve Geet'in. Kızı ailesinin elinden kurtarıyor, zira öldürecekler hamile olduğu ve ortada kaldığı için. 
  Devamında herkes kendi yoluna gidiyor, ta ki Geet başka bir şehre yerleşip her şeyden habersiz Maan'ın şirketinde işe başlayana kadar.

  Demiştim ya, Iss Pyaar kadar olay yok ama duygu yoğunluğu fazla diye. Zira ben diziyi ilk izlediğim zamanlar, bu bakışmalardan bir dizi daha çıkar demiştim. Hint dizileri gerçek olamayacak kadar romantik diyoruz ya, işte bu onlardan bir kat daha fazla.


 İzlerken içinizden geçmiyor değil, ya arkadaş sizin hayat telaşeniz, ne bileyim fatura derdiniz, ay sonunu getirememe korkunuz yok mu? Uzuuun uzuuuun bakışıyorlar ve dünya duruveriyor. Ben sıkılmadım, çok sevdim.

  Müzikleri de muhteşem. Hele bir Maahi var ki, onlar bakışsın, müzik çalsın sabaha kadar. 

  Özetle, Hindustani meşk dizileriyle mest olmuş güzide insanlar, listeye bu diziyi de alın derim... ❤ 




Bayıldım bu yazıya diyorsanız, şunlara bayılmanız da garanti kapsamında...






Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...