Kalbi Kırık Hüsniye



         Kalbi Kırık Hüsniye, güvendiği dağlara kar yağan kişidir. Kişi, Kalbi Kırık Hüsniye durumuna geçtiğinde göğsünün ortasında derin bir acı duyar, hiç bir zaman dinmeyecek sonsuz bir acı. Yaşamdaki tüm acılar toplanmış da onun vücudunu istila etmiş gibidir. Yolda amaçsızca yürür, hiç kimse, hiç bir şey artık onun yüzünü güldüremez. Bu haldeyken akıl çalışmaz, aslında kalp de çalışmaz -çünkü kırılmıştır- beden de çalışmaz. Ne çalışır acaba?

       Gözyaşı çalışırsa Kalbi Kırık Hüsniye biraz rahatlar, ama o da yoksa tıkanmışlık ve sıkışmışlık onu sarar. Zamanın içinde yok olur. Birisi onu oraya çivilemiştir. Bu durumda uzun süre kalırsa kişi ölebilir bence. Kalbi Kırık Hüsniye durumuna geçtiğinizde acıdan ölünebileceğini düşünürsünüz. Diplerde bir durumdur. Genelde çok uzun sürmez, bir arkadaşla dertleşmek, durumla yüzleşmek, yürümek iyi gelir. İlk bir kaç saati atlatmak mühimdir. Bu gibi durumlarda daha önceki Kalbi Kırık Hüsniye durumu düşünülmeli, ölünmediği, halen hayatta olunduğu kendini çimdikleyerek hatırlatılmalıdır. Çemkirilecekse çemkirilmeli, ağlanacaksa ağlanmalı, dertleşilecekse dertleşilmeli ve bir sonraki aşamaya geçilmelidir. Derin nefesler almak da kişiyi rahatlatabilir. Kişi, Kalbi Kırık Hüsniye durumunda kalmak isteyebilir, bunun artık Kurban Zihniye olduğu fark edilmelidir. Kurban Zihniye durumuna geçtiğinizde artık kalpten çıkmış, zihinde sıkışmış olursunuz. Bunu da uzun sürede atlatamazsınız. Aman ha! Bu durumda kalmak kolaydır; bir kaç hüzünlü parça, sosyal medyayı damardan almak Kurban Zihniye'de kalmanın en iyi yoludur.

        Kalbi Kırık Hüsniye'den çıkmak için bir sonraki aşama, hareket aşamasıdır. Önce bakışlar kendine çevrilmeli bunun bir duygu olduğu, bir nehir gibi içinde durduğunda gelip geçeceği anlaşılmalıdır. İşte kişi, o zaman kendine gelir. Bir kere kendine gelindiğindeyse o canım, güzelim kalbin sevmek için olduğu, o güzel kalp kırılırsa yaşamaktan zevk alınmayacağı hatırlanır. Kişi kendini omzundan bir kaç kere öpmelidir bu aşamada, kollarını kendine kenet yapmalıdır, “Hüsniye'ciğim hüznü bırak, çok haklısın, güzelim kalbin acı içinde kaldı ama bak işte geçti ben seni çok seviyorum.” demek gerekir. İşte beden çözülmeye başladı, kalp yine kırmızı kırmızı aşkla atmaya devam ediyor. Bakışlar rahatladı. Yola devam etme zamanı.


     Önemli olan bir diğer nokta da; Kalbi Kırık Hüsniye'yi çikolata, alışveriş, yemek, yeni bir sevgili, görüşmekten haz etmediğin arkadaşlarla takılma gibi yöntemlerle daha da fazla kırmamanız. Böyle olduğunda onun güzel kalbini daha çok kırarsınız. En iyisi tek başına biraz kalıp kendini toplamasına izin vermek. Kalbin içinden acı gelip geçtiğinde sonunda tarifi imkânsız bir huzurla kalıyorsunuz. Hayata güvenmenin huzuru. Seni seviyorum Kalbi Kırık Hüsniye, bana bir kalbim olduğunu hatırlatıyorsun.  

Güneşin Gökkuşağına Verdiği Ders Masalı

 Güneşin Gökkuşağına Verdiği Ders Masalı

Evel zaman içinde kalbur saman içinde bir güneş ile gökkuşağı varmış. Gökkuşağı hep güneşe hahaha atarmış

Dermiş benim renklerim çok güzel senin tek sarı rengin var dermiş.
Güneş o renkleri sana ben verdim dermiş.
Ama gökkuşağı aldırmazmış onlar benim rengim dermiş.
Bir gün güneş ortalıktan kaybolmuş ve tabi gökkuşağıda kaybolmuş ve gökkuşağı cezasını almış.
Aman çocuklar siz daima kendiniz olun başkalarına hava atmayın.

Ay İle NYAK Masalı

 Ay İle NYAK Masalı

Gece yirmi saniye sürüyordu, NYAK da yirmi saniye. Yirmi saniye boyunca, kara bulutlara bürünmüş gökyüzü, büyümekte olan altın sarısı Ay`ın, ele gelmeyen bir ayla ile vurgulanmış ayçası, sonra, ne kadar çok bakılırsa, göz alıcı küçüklükleri o kadar irileşip sonunda Samanyolu`nun tozlarına dönüşen yıldızlar görülüyordu, bütün bunlar hızlı hızlı görülüyordu, üzerinde durulmak istenen her ayrıntı, bütünün yitip giden bir bölümü oluyordu, çünkü yirmi saniye hemen bitiyor, Nyak başlıyordu.

NYAK, karşı damdaki SPAAK-KONYAK reklamının yazısıydı,yirmi saniye yanıyor, yirmi saniye sönüyordu, yandığında da başka hiçbir şey görülmüyordu. Ay birden soluyor, gökyüzünün her tarafı kararıp düzleşiyor, yıldızlar parlaklıklarını yitiriyorlardı, on saniyedir, sürekli sevişme miyavlamaları çıkartarak, damların tepelerinde, oluklarında ağır ağır dolaşıp birbirlerini arayan dişi kedilerle, erkek kediler, şimdi NYAK`la kiremitlerin üzerinde fosfor neon ışığı altında, tüyleri dimdik, büzülüyorlardı.

Oturduğu tavan arasının pencerelerinden bakan Marcovaldo ailesinde karşıt düşünceler kol geziyordu. geceydi, artık büyük bir kız olan Isolina ay ışığının kendisini kapıp götürdüğünü duyumsuyor, yüreği çözülüyor, binanın alt katlarından ulaşan en cılız radyo sesi bile bir seranadın ezgileri gibi geliyordu ona. NYAK yanınca, radyo sanki başka bir havaya ,caza dönüşüyor, Isolina da ışıklar içindeki dans salonlarını, en üst kattaki tek başınalığını düşünüyordu. Pietruccio ile Michelino gecenin karanlığında gözlerini faltaşı gibi açıyor, haydut dolu bir ormanın orta yerinde olmanın sımsıcak, yumuşacık korkusunun içlerini kaplamasını bekliyorlardı; sonra NYAK! olunca, başparmaklarını havaya kaldırıp, işaret parmaklarını ileri uzatarak birbirlerine ,`Eller yukarı!Nembo Kid geldi!` diye saldırıyorlardı. Anneleri Domitilla, gece ışığın her sönüşünde, `Artık çocukları almalı, bu hava çarpar. Hele Isolina`nın bu saatte pencerede olması doğru değil!` diye düşünüyordu. Ama sonra herşey , dışarısı içerisi de yeniden aydınlanıyordu, Domitilla kendini bir zengin evinde ziyaretçi gibi hissediyordu.

İçine kapalı küçük delikanlı Fiordaligi ise, NYAK her söndüğünde ke`nin bezeme kıvrımı içindeki soluk ışıklı bir pencerenin camının ardında ay rengi, neon rengi, gece ışığı rengi bir kız yüzü, kendisi gülümser gülümsemez, görülemeyecek bir biçimde açılan, sanki bir gülümsemeye dönüşen, daha çocuk sayılır bir kız ağzı görüyordu, karanlığın içinden, birden NYAK`ın insafsız ke`si çıkıp gelince, yüz sınır çizgilerini yitiriyor, tükenmiş, soluk bir gölgeye dönüşüyordu; çocuksu ağzın, gülümsemesine karşılık verip vermediği bilinemiyordu artık.

Bu tutkular fırtınası içinde Marcovaldo çocuklarına gök cisimlerinin konumlarını öğretmeye çalışıyordu.

`Şu Büyükayı , bir, iki, üç,dört, orası da kuyruğu, şu da Küçükayı, Kutup Yıldızı da kuzeyi gösterir.`

`Peki bu nereyi gösteriyor?`

`Ke harfi o, yıldız değil. KONYAK sözcüğünün son harfi. Yıldızlar ana yönleri gösterirler. Kuzeyi, güneyi, doğuyu, batıyı. Ay`ın hörgücü batıda.. Hörgüç doğuda olursa Ay küçülür.`

`Peki baba konyak küçülüyor mu? Ke`nin hörgücü doğuda!`

`Büyüyüp küçülmez, Spaak şirketinin koyduğu yazı o.`

`Ay`ı hangi şirket koymuş?`

`Hiçbir şirket. Ay bir uydu, hep vardı.`

`Hep varsa, hörgücü niye değişiyor?`

`Dördünler yüzünden. Yalnız bir bölümü görülüyor.`

`KONYAK`ın da hep bir bölümü görülüyor.`

`Pierbernardi binasının damı daha yüksek de ondan.`

`Ay`dan da mı yüksek?`

Böylece, NYAK`ın her yanışında, Marcovaldo`nun yıldızları, yeryüzünün işleriyle iç içe giriyor, Isolina mırıldandığı bir mambo`yu inildemeye dönüştürüyor, çatı penceresindeki kız, göz kamaştırıcı, soğuk halka içinde yok oluyor, Fiordaligi`nin sonunda parmaklarının ucuyla göndermek cesaretini bulduğu öpücüğe karşılığını gizliyordu.

Filippetto ile Michelino ise, yirmi saniye sonra sönen ışıklı yazıya, yumrukları yüzlerinin önünde `Ta-ta-ta-ta...` diye makineli tüfek ateşi açıyorlardı havadan.

`Ta-ta-ta...Gördün mü baba, bir ateşte söndürdüm,` dedi Filippetto, ama neon ışığı söner sönmez savaş tutkusu da geçmiş, gözleri uykudan kapanmaya başlamıştı bile.

`Keşke paramparça olsa!` dedi Marcovaldo yukarıdaki sözler üzerine. `Size Aslan`ı, İkizler`i gösterirdim...`

`Aslan mı? Michelino birden heyecanlanmıştı. Dur! Aklına bir fikir gelmişti. Sapanını aldı, cebinden eksik etmediği yedek taşları yerleştirdi, olanca gücüyle asılıp KONYAK`ı çakıl yağmuruna tuttu.

Çakılların karşı damın kiremitlerine, olukların çinkolarına düşerken çıkarttıkları sesler, kırılan bir pencere camının çatırtısı, aşağıyı boylayan bir taşın bir lamba çanağını çıtlatması duyuldu, sokaktan bir ses yükseldi: `Taş yağıyor! Hey, yukarıdakiler!, Serseriler!` Işıklı yazı, tam atış sırasında yirmi saniye dolduğu için sönmüştü. Tavan arasındakiler içlerinden yirmiye kadar saymaya başladılar: bir, iki,üç, on, on bir. On dokuz dediler, soluk aldılar ,yirmi dediler, çok çabuk saymış olabiliriz korkusuyla yirmi bir, yirmi iki dediler, ama hiçbir şey olmuyordu. Nyak yanmıyordu yeniden, çardaktaki asmalar gibi kendisini tutan kasaya dolanmış, zor okunur kara bir bezeme kalmıştı geriye.`Aaa!` diye bağırdı hepsi, gökyüzü sayılamaz yıldızlarıyla tepelerinde yükseliyordu.

Michelino`nun kafasının arkasına bir tokat atmak için kaldırdığı eli havada kalan Marcovaldo, uzayda korunurmuş duygusuna kapıldı. Şimdi damlara egemen olan karanlık, sanki görülmez bir engel oluşturarak, sarı, yeşil, kırmızı hiyerogliflerin, göz kırpan trafik lambalarının, ışıkları yanık yol alan boş tramvayların, farların, ışık hunisini önlerinde sürüyen otomobillerin kaynaşmayı sürdürdükleri aşağıdaki dünyayı dışlıyordu.

Bu dünyadan yukarıya yalnızca bir duman gibi belirsiz, yaygın bir fosfor ışığı çıkıyordu. Artık kamaşmayan gözlerini gökyüzüne kaldırdığında uzamların görünümü uzanıyor, takım yıldızlar derinliğine yayılıyorlardı, gök kubbe dört bir yana dönüyordu, her şeyi içeren ,hiç bir sınırın içine girmeyen bu yuvarın dokusunun bir uzantısı, bir çentik gibi Venüs`e doğru açılıyor, onun, fışkırarak bir noktada yoğunlaşan hüzünlü ışığıyla, Dünyanın çatısı üzerinde tek başına belirmesini sağlıyordu.

Bu gökyüzüne asılı yeni Ay,soyut yarım ay görünüşünü gösterecek yerde, çevresi, Dünyanın yitirdiği bir güneşin düşey ışınlarıyla aydınlanmış ama yalnızca kimi ilkyaz gecelerinde görüldüğü gibi-yine de sıcak ısısını koruyan, donuk yuvar özelliğini açığa vuruyordu.

Marcovaldo, gölgelerle ışıklar arasında bölünmüş bu daracık Ay kıyısına baktıkça, sanki gece bir mucizeyle güneşe boğulmuş bir deniz kıyısına ulaşmanın özlemiyle doluyordu.

Çocuklar da, eylemlerinin umulmadık sonucundan korkmuş, neredeyse kendinden geçmiş Isolina, çatı penceresinin cılız ışığını, sonra da kızın aysıl gülümsemesini seçebilen Fiordaligi, tavan arasının penceresine yapışıp kalmışlardı. Annelerinin sesi duyuldu:

`Hadi gece artık, ne işiniz var pencerede? Ayışığında hastalanacaksınız!`

Michelino sapanını havaya kaldırdı:

`Ay`ı söndürüyorum!` deyip yorganın altına girdi.

Böylece o gecenin geri kalan bölümünde olsun, ertesi gece boyunca olsun karşı damdaki ışıklı ilan yalnızca SPAAK-KO yazdı ve Marcovaldo` nun evinden gökyüzü görüldü. Fiordaligi ile aysıl kız parmaklarıyla birbirlerine öpücükler gönderdiler, belki de dilsizler gibi konuşarak, buluşmak için sözleştiler.

Ama ikinci günün sabahı, damda, ışıklı yazının kasnağının arasında , kabloları, kordonları inceleyen, tulumlu iki elektrikçinin görüntüsü görüldü. Marcovaldo havanın nasıl olacağını anlamak isteyen yaşlılar gibi , burnunu dışarı çıkartıp; `Bu gece yine NYAK`lı bir gece olacak,` dedi.

Kapı çalınıyordu. Açtılar. Gözlüklü biriydi. `Rahatsız ediyorum,pencerenizden dışarı bakmama izin verir misiniz? Sağ olun,` Sonra da kendini tanıttı: `Doktor Godifredo, ışıklı reklam uzmanı.`

`Yandık! Zararı bize ödetecekler!` diye düşündü Marcovaldo, gökbilim keyfini unutup öfkeli gözlerle çocuklarına baktı.`Pencereden bakınca, siz de taşların buradan atılmamış olduğunu anlayacaksınız.` Ellerini öne uzatmayı denedi. ` Çocuklar bazan serçelere taş atıyorlar, ama Spaak`ın ilanı nasıl bozuldu anlayamadım. Ceza verdim hepsine, hem de öyle bir ceza ki! Bir daha yinelenmeyecek, içiniz rahat etsin.`

Doktor Godifredo`nun yüzü ciddileşti:

`Benim SPAAK ile ilgim yok. `Tomawak Konyak` için çalışıyorum.Bu dama ışıklı bir reklam yerleştirme olanağını incelemeye gelmiştim. Ama siz anlatın yine de, anlattıklarınız ilginç geldi bana.`

Böylece Marcovaldo, yarım saat sonra, `Spaak`ın başlıca rakibi `Tomawak Konyak` ile anlaşmaya varmış oldu. NYAK yazısının her yeniden yanışında çocuklar sapanla taş atacaklardı.

`Bardağı taşıran son damla olacak bu,` dedi Doktor Godifredo. Yanılmıyordu; aşırı tanıtım giderleri nedeniyle iflasın eşiğine gelmiş olan `Spaak` en güzel ışıklı ilanının sürekli olarak bozulmasını, kötüye işaret saydı. Kimi kez KOGAK, kimi kez KONAK, kimi kez KONK diye okunan yazı müşteriler arasında, firmanın para sıkıntısı çektiği düşüncesinin yayılmasına yol açtı; bir süre sonra, ilancılık ajansı, eski borçlar ödenmedikçe onarım yapmama kararı aldı; sönen yazı alacaklıların telaşını arttırdı; SPAK iflas etti.

Marcovaldo gökyüzünde ayın olanca parlaklığıyla yuvarlaklaştığını gördü.

Elektrikçiler yeniden karşı dama tırmandıklarında son dördündü. O gece eskisinin iki katı yükseklikte ve büyüklükte ışıklı harflerle KONYAK TOMAWAK yazıyordu, artık ne Ay ne gökkubbe ne gökyüzü ne gece vardı, iki saniyede bir yanıp sönen KONYAK TOMAWAK, KONYAK TOMAWAK, KONYAK TOMAWAK vardı yalnızca.

İçlerinde en çok zarar gören Fiordaligi oldu; aysıl kızın penceresi, kocaman, içine girilemez bir çifte ve`nin gerisinde yitip gitmişti.

Şaşkın Tavşan Ve Aydede Masalı

Şaşkın Tavşan Ve Aydede Masalı

Şaşkın tavşan zıplaya zıplaya, etrafı seyrederek giderken, Birdenbire bir çukura düştü. Kendi kendine, `Eyvah` dedi, `Tuzağa düştüm` Tam osırada çukurun etrafındaki küçük taşlar da düşerek tavşanın canını acıttılar. Şaşkın tavşan acının verdiği korkuyla sıçrayarak çukurdan çıktı ve bağırarak koşmaya başladı. `Canavarlar saldırıyor, canavarlar saldırıyor` diye çığlık atıyordu. `aydedeyi bulup, bunu ona anlatmalıyım` diye düşündü. Koştura koştura giderken yolda ceylana rastladı. Ceylan şaşırarak, `Ne oluyor şaşkın tavşan bu acele ne` diye sordu. Tavşan, `Senin daha haberin yok mu?` dedi. `En az on canavar hepimize tuzaklar kurmuşlar. Tuzaklarına düşünce kafama taş yağdırdılar. Az daha ölüyordum. Aydedeye haber vermeye gidiyorum` dedi. Ceylan heyecanla, `Sen dur, yüksek tepeye daha çok yol var. Hem sen yorulmuşsun, ben daha çabuk giderim` dedi ve koşmaya başladı. Ceylan yolda aslana rastladı. Aslan şaşkınlıkla sordu, `hey ceylan kardeş bu ne acele, bu ne heyecan. Böyle hızlı hızlı nereye koşuyorsun?` Ceylan, `Oooo` dedi, `Senin daha haberin yok mu? Canavarlar bize tuzak kurmuşlar. Taş atarak saldırıyorlar. En az yüz tane varlar, Aydedeye haber vermeye gidiyorum` Aslan heyecanla, `küçük ceylan sen yorulmuşsun, bu çok önemli bir haber. Ben daha hızlı giderim` deyip koşmaya başlamış. Dereleri, vadileri geçmiş. Kayalıkların içinden geçerken kartala rastlamış. Kartal aslanın bu haline hem şaşırmış hem de heyecanlanmış. `Hey aslan kardeş, böyle kan ter içinde nereye gidiyorsun?` demiş. Aslan, `Senin haberin yok mu?` demiş, `Ormanı canavarlar bastı, en az bin canavar vardı. Tuzak kurup koca koca kayalarla bize saldırdılar. Aydedeye haber vermeye gidiyorum` demiş. Kartal çok korkmuş, `Aslan kardeş, sen dur, Ben uçarak Aydedeye daha çabuk haber veririm` demiş ve gökyüzüne doğru uçmaya başlamış. Aydede, uzaktan soluk soluğa, heyecanla kendisine doğru uçan kartalı görmüş. Ve ona, `hey kartal neyin var, niçin bu kadar acele ediyorsun` demiş. Kartal, `Aydede, Aydede canavarlar ormanı basmış, en az on bin tane varmış. Tuzaklar kurup, kayalarla saldırıyorlarmış` demiş soluk soluğa. Aydede daha önce hiç canavar görmemiş ve canavar diye bir şeyin olmadığını biliyormuş. `Bu işte bir terslik var Kartal, canavarları sen gördün mü?` diye sormuş. Kartal, `Ben görmedim ama aslan görmüş` diye cevaplamış. Aydedeyle kartal aslanın yanına gitmişler. Kayalıklarda bekleyen aslana Aydede sormuş, `Aslan kardeş sen canavarları sen gördün mü?` Aslan, `Ben görmedim ama ceylan görmüş` demiş. Sonra hep beraber ceylanın yanına gitmişler. Aydede ceylana, `Sen canavarları gördün mü?` demiş. Ceylan, `Ben görmedim ama şaşkın tavşan görmüş` demiş.Bu sefer de toplanıp şaşkın tavşanı bulmaya gitmişler. Onu gizlendiği yerde bulmuşlar. Aydede sormuş, `Şaşkın tavşan, sen canavarları gördün mü?` Şaşkın tavşan biraz utanarak, `Görmedim ama onların tuzağına düştüm ve üstüme taşlar attılar` demiş. Aydede şaşkın tavşanın anlattıklarına şaşırmış ama inanamamış. `Şu tuzakları bize bir göster bakalım` demiş. Şaşkın tavşan önde, diğerleri arkada gele gele küçük bir çukurun başına gelmişler. Aydede, `tuzak bu mu?` diye sormuş. Tavşan iyice utanarak, `Evet bu galiba` diye sessizce yanıtlamış. Tam o sırada tekrar ayağı kaymış ve yine çukura düşmüş, etraftaki küçük taşlar başına doğru yuvarlanınca, tavşan yine korkuyla sıçrayarak çukurdan çıkmış ve koşmaya başlamış. `ben size demiştim, canavarlar saldırıyor işte` diye bağırıyormuş. Bütün hayvanlar ve Aydede kahkahalarla gülmeye başlamışlar. Aydede bütün hayvanlara dönüp, `Bir daha da gözünüzle görmediğiniz hiçbir şeye inanmayın` demiş.

Aydede Ve Flüt Çalan Çocuk Masalı

Aydede Ve Flüt Çalan Çocuk Masalı

Aydede gökyüzünde keyifle dolaşırken, birden bire kulakları sağır eden bir ses duydu. Ses o kadar güçlü ve o kadar rahatsız ediciydi ki, elleriyle kulaklarını kapadı. Sonra sesin geldiği yöne, aşağılara doğru süzüldü. Bir de ne görsün! Ormandaki bütün ağaçlar kulaklarını kapatmış kaçmaya çalışıyor ama kökleri toprağa bağlı olduğu için kaçamıyorlardı. Tavşanlar, köpekler, kediler, tilkiler, kargalar, serçeler ise bir o tarafa bir bu tarafa koşturup duruyorlardı. Aydede, yavru bir tavşanın yanına yaklaştı ve `Hey arkadaş neler oluyor böyle` diye sordu. Yavru tavşan bir yandan kaçarken, bir yandan da bağırarak, `Duymuyor musun Aydede, küçük bir çocuk, ormanda flüt çalıyor. Daha doğrusu çalmıyor da öttürüyor. Gürültü hepimizi serseme çevirdi` diyerek kaçmaya devam etti. Aydede, elleri kulaklarında, çocuğun olduğu yere yaklaştı Bir de ne görsün? Küçük bir çocuk, elinde flüt, var gücüyle üflüyor. Aydede sonunda daha fazla dayanamayıp çocuğun yanına yaklaştı ve `Merhaba` dedi. Çocuk Aydede`yi görünce önce sevindi fakat sevinci fazla uzun sürmedi, üzüntüyle cevap verdi, `Merhaba Aydede` dedi. Aydede, `Neden böyle üzgünsün?` diye sordu. Çocuk elindeki flütü göstererek, `Dedem bana flüt verdi ama çalamıyorum. O kadar kötü sesler çıkarıyorum ki, beni evden dışarı gönderdiler. Ama hala çalamıyorum, üstelik ben çaldıkça hayvanlar da kaçmaya başladılar. Beni kimse dinlemek istemiyor.` dedi. Çocuk gerçekten de çok üzgün görünüyordu. Aydede, `Peki, biraz daha yavaş çalamaz mısın?` diye sordu. Çocuk, `Ama Aydede, hep aynı ses çıkıyor, farklı ses çıkmayınca ben de kızıp daha hızlı üflüyorum` dedi. Aydede, `Bak` dedi çocuğa, `benim bir fikrim var. İleride kayalıklar tepesi var. Seni oraya götüreyim, istediğin kadar çal. Eminim ki biraz çalsan ve sakinleşsen daha güzel çalacaksın` dedi. Çocuk sevinçle kabul etti, Aydede çocuğu kayalık tepesine götürdü ve, `Sen çalmaya başla ben gidip anne ve babana haber vereyim` dedi ve oradan ayrıldı. Çocuğun anne ve babası bu haberi duyunca çok sevindiler. Aydede`ye, `Çok teşekkür ederiz Aydede, bütün gün hiç durmadan flüt çaldı durdu. Kafamız davul gibi oldu` dediler. Çocuğun dedesi, `Böyle olacağını bilseydim almazdım o flütü` dedi. Aydede hepsine, `Sakin olun, her işin bir acemiliği vardır, o da yanlış çala çala öğrenecek doğrusunu` dedi ve geri dönüp, çocuğu uzaktan izlemeye başladı. Bütün kaya ve taş parçaları kulaklarını kapamış, çocuğun çıkardığı seslerden titriyorlardı. Sonunda çocuk yoruldu ve üzüntüyle flütü yanına koydu. Hala çalamıyordu ve hala kimse onu dinlemek istemiyordu. Flütü yavaşça eline aldı, sanki bir sırrı çözmeye çalışıyormuş gibi onu uzun uzun inceledi. Flütün üstündeki delikleri yeni fark etmişti. Tekrar dudaklarına götürdü. O kadar yorgundu ki, ancak yavaşça üfleyebildi, delikleri parmaklarıyla açıp kapamaya ve tekrar üzüntüyle üflemeye başladı. Birdenbire güzel sesler çıkmaya başlamıştı. Çocuk şaşkınlık ve sevinç içerisinde aynı şekilde çalmaya devam etti. O kadar güzel çalmaya başlamıştı ki, bütün hayvanlar, kayalar ve taşlar, ağaçlar ve bitkiler onu dinlemek için kulaklarını açmaya başladılar. Aynı şaşkınlık onlarda da vardı. Ağaçlar ve çiçekler müziğin etkisiyle salınmaya, hayvanlar çocuğun etrafında toplanarak dansetmeye başlamışlardı. Çocuk, `Sonunda başardım` dedi kendi kendine. Tüm orman halkı çocuğu alkışlamaya başladılar. Çocuk ayağa kalktı ve gülerek onları selamladı. Aydede de çocuğun yanına gelerek onu alkışladı, `Demek ki` dedi, `sakin olursan, yavaş olursan, denemekten ve çalışmaktan yılmazsan başarabiliyormuşsun` dedi. Çocuk aydede`nin boynuna sarıldı ve onu yanaklarından öptü. Aydede, `Hadi atla sırtıma seni biraz gezdireyim` dedi. Çocuk sevinçle Aydede`nin sırtına atladı. Ama Aydede, daha yeni havalanmaya başlamıştı ki, çocuk yorgunluktan uyuya kaldı. Aydede çocuğu evine götürdü, yavaşça yatağına yatırdı ve kulağına, `Aferin sana, sen güçlü ve sabırlı bir çocuksun` dedi ve sonra tekrar gökyüzüne yükseldi. Çocuk rüyasında kendisini bulutların üzerinde flüt çalarken gördü.

Aydede Renkli Şehirde Masalı

Aydede Renkli Şehirde Masalı

Dağların arasındaki vadinin en derin yerinde geniş bir düzlük vardı. Bu düzlükte hayvanların hep bir arada yaşadığı büyük bir kasaba vardı. Hayvanlar buraya Renkli Şehir ismini vermişlerdi. Çünkü bu büyük kasabada her şeyin bir çok rengi vardı. Çiçekler çok renkliydiler, ağaçlar da öyle. Çimenler çok renkliydiler, hayvanların kendileri bile çok renkliydiler. Her renkten, her sesten canlı burada huzur içinde yaşarlardı. Renkli Şehir`de hastalanan ya da yaralanan hayvanlar için rengarenk bir hastane vardı. Sonra hayvanların ihtiyaçlarını karşılamak için rengarenk bir market ve bir de dondurmacı vardı. Her hayvanın evi başka bir biçimde ve başka bir renkteydi. Rengarenk oyuncakları olan renkli bir lunapark vardı. Bütün hayvanlar burada eğlenir, oyunlar oynarlardı. Renkli hayvan şehrine hiçbir insan gelmezdi. Çünkü bu dağların arasındaki derin vadinin dibine kadar hiç kimse inemezdi. Dağların içinden geçen gizli yolu da kimse bilmezdi. Renkli şehre sadece Aydede, nadiren bir çocuk getirir, çocuk şaşkınlıktan ağzı bir karış açık, şehri gezer, bütün hayvanlarla tanışır, oyunlar oynar, eğlenirdi. Sonra Aydede çocuğu tekrar geri götürürdü.O sabah aydede yine sırtında küçük bir çocukla çıkagelmişti. Ayılar ve kurtlar ırmakta balık avlıyor, aslanlar güneşleniyorlardı. Renkli şehrin en yaşlısı olan Aksakal Aslan, `Hoş geldin Aydede, bu seferki misafirimiz kimmiş bakalım` dedi. Aydede sırtındaki çocuğu yere indirerek, Aksakal aslan`ın yanına oturdu. `Bu çocuk ekin`in erkek kardeşi Oğulcan` diyerek tanıştırdı Oğulcan`ı Aksakal Aslan, `Memnun oldum Oğulcan` diyerek çocuğun suratını yaladı. Oğulcan, `Buranın kralı sen misin?` diye sordu Aksakal Aslan`a. Aslan gülerek, `Hayır, burada kral yoktur, burada bütün hayvanlar barış ve huzur içinde yaşarlar. Kimsenin de kral olma isteğinin olduğunu sanmıyorum` dedi. Aydede, `Oğulcan, her yerde bir kral olduğunu zannediyor ve her zaman da erkeklerin kral olduğunu düşünüyor` dedi ve devam etti, `bu yüzden arkadaşlarıyla sürekli kavga ediyor, ablası ve kız arkadaşlarına hiç saygı göstermiyor` dedi. Aksakal Aslan şaşkınlıkla, `Gerçekten mi?` diye sordu. `Böyle bir şeyi de ilk kez duyuyorum, nereden çıkardı acaba bu düşüncelerini` diye merakla sordu Aydedeye , Aydede çocuğa dönerek, `sen ne diyorsun Oğulcan` dedi. `Bütün filmlerde kral var ve bütün filmlerde erkekler en güçlüdür, ben de bütün kızlardan daha güçlüyüm, ablamdan bile` diye cevap verdi Oğulcan.Aksakal Aslan yine kahkahalar güldü, `Sizin filmlerinizi bilmem ama burada öyle değil Oğulcan` diyerek devam etti, burada birbirimize karşı güce ihtiyacımız yoktur. Renkli şehirde güç, sadece çalışırken ve eğlenirken işimize yarar. Toprağı kazarken,eşyaları taşırken ve koşuştururken ayaklarımız için. `Bu sohbet için teşekkür ederiz aksakal Aslan` dedi Aydede, `Müsaade edersen, Ben Oğulcan`a renkli şehri gezdirmek istiyorum. Oğulcan`da Yaşlı aksakal`a eğilerek selam verirken, `Sizi tanıdığıma çok sevindim Aksakal Amca. Aslan görünce çok korkacağımı sanırdım ama beni hiç korkutmadınız, teşekkür ederim` dedi ve Aydedeyle dolaşmaya çıktı. Dışarıda çok güzel bir güneş tüm renkli şehir halkını ısıtıyordu. Anne ve baba hayvanlar birlikte çalışıyor, birbirlerine yardım ediyorlardı. Erkek ve kız çocuklar anne ve babalarına yardım ediyorlar ya da birbirleriyle neşe içinde oynuyorlardı. Aydede, Oğulcan`a gezdikleri yerlerde çalışan, dinlenen, oynayan renkli hayvanları gösteriyor ve şöyle diyordu, `Görüyor musun, burada kimse kimseye emie vermiyor, zorlayarak bir şey yaptırmaya çalışmıyor. Anneler babalar birbirine yardım ediyor, erkek kardeşler ablalarına yardım ediyor ve onların sözlerini dinliyorlar. Annesine saygısızlık yapan hiçbir çocuk gördün mü? Oysa burada her türden hayvan var değil mi?` Oğulcan hala şaşkınlıkla masal ülkesine benzeyen bu şehri seyrediyordu. Sonra Renkli Şehrin, renkli marketine girdiler. İçeride gezindiler. Renkli Şehrin, renkli hayvanları, dışarıda çalışarak elde ettikleri yiyeceklerin ve eşyaların fazlasını diğer hayvanlara lazım olur diye, getirip görevli kaplumbağalara teslim ediyorlardı. Bazı hayvanlar ise gelip ihtiyaçları olan, yiyecek ve eşyaları soruyorlar, varsa kendilerine yetecek kadar alıp gidiyorlardı. Aydede, Oğulcan`a, `Bak, buradaki çocuklar hiç anne ve babalarına şunu da al, bunu da al, şunu da isterim, bunu da diye baskı yapıyorlar mı?, ağlayıp duruyorlar mı?` Oğulcan utanarak bu soruya cevap vermedi.  Aydede, `Dilerim bundan sonra marketlere, bakkallara girdiğinde ablanı, anneni ve babanı her şeyden almaları için sıkıştırmazsın` dedi. Oğulcan`ın gözleri rengarek şekerlerdeydi. Aydede bunu gördü ve, `İstediğini alabilirsin Oğulcan, ancak sadece bir tane` dedi, `Yoksa hem dişlerin çürür, hem de miden ağrır. Sonra yemek de yiyemez hasta olursun` oğulcan peki anlamında başını salladı. Sonra Aydede Oğulcan`ı sırtına alıp, evine götürmek için şehrin üzerine doğru yükseldi. Oğulcan şehirdeki bütün renkli hayvanlara el sallayarak, `Hoşçakalın` diye bağırdı ve Aydedenin sırtında bulutlara doğru yükseldi.

Aydede Ve Kumdan Kaleler Masalı

 Aydede Ve Kumdan Kaleler Masalı

O gün, güneş erkenden doğmuştu. Ve her yer çok sıcaktı. Büyükler, çocukların bu sıcakta dışarıda oynamasına izin vermemişlerdi, çünkü güneşin altında çok fazla kalırlarsa hasta olabilirlerdi. Fakat evler de çok sıcaktı. Mahallenin bütün çocukları birbirleriyle pencerelerden, balkonlardan haberleşerek denize gitmeye karar verdiler. Bu sıcakta hem eğlenebilecekleri hem de serinleyecekleri tek yer orasıydı. Anne ve babalarını da ikna ettikten sonra, hazırlıklarını yapıp, sevinçle yola koyuldular. Bir tarafı orman olan deniz kıyısına geldiklerinde, bütün çocuklar neşeli çığlıklar atarak denize koştular. Bir süre yüzüp, oynadıktan sonra, kumsala çıkıp, kumdan çeşitli şekiller yapmaya başladılar. Evler, tepeler, dağlar ve hayvanlar yaptılar. Fakat hepsinin birleşip, kumdan yaptıkları bir kale vardı ki, gerçekten de görülmeye değerdi. Çocukların hepsi bu kaleyi yapmak için canla başla çalışmış ve kocaman bir eski zaman kenti yapmışlardı. Akşam olup eve dönme vakti geldiğinde, çocuklar çok üzüldüler, çünkü kalenin surları henüz tamamlanmamıştı. Anne babalarına yalvardılar, `Ne olur gitmeyelim, bu kumdan kenti tamamlayalım` diye. Fakat vakit çok geç olmuş, neredeyse karanlık çökmek üzereydi. Sonunda büyükler ertesi gün tekrar gelmeye söz vererek çocukları ikna ettiler ve toplanıp evlerine döndüler. Artı gece olmuş, Aydede dolaşmaya çıkmıştı. Fakat o da ne. Gökyüzünün her tarafında kara kara bulutlar telaşlı ve üzgün dolaşıyorlardı. Aydede, hayretle bulutlara yaklaştı, `Niçin bu kadar üzgünsünüz, ne oluyor size?` diye sordu. Genç bulutlardan biri, `Bu akşam hava bizim yüzümüzden kapalı` dedi. Aydede anlamamıştı, `Böyle şeyler her zaman olur çocuklar, buna neden üzüldüğünüzü anlamadım` dedi. Başka bir genç bulut, `Ama biz, beyaz bembeyaz bulutlardan değiliz Aydede` diye cevap verdi. Aydede gene anlamamıştı. `Eeeee ne olmuş` dedi. Yine genç bir bulut, `ama Aydede niçin anlamıyorsun? Biz çok doluyuz, bu yüzden de yeryüzüne yağmur bırakacağız` dedi. Aydede, `Üzüldüğünüz şeye bakın, çocuklar yağmuru sever bir kere` diye yanıtladı. Bu sefer çocuk bulut konuştu, `Ama Aydede o kadar doluyuz ki, yağmur bıraktığımız zaman aşağıda seller olacak. Bugün çocuklar deniz kıyısında çok uğraşıp kumdan kaleler yaptılar. Yarın gelip tamamlayacaklardı` dedi ve devam etti, `Eğer biz içimizdeki tüm yağmurlar boşaltırsak, çocukların yaptığı her şer yerle bir olacak`. Aydede, `Haaa, öyle mi` dedi şaşkınlıkla, `Bu gerçekten de ciddi bir durum. Peki ne yapabiliriz?` diye sordu. Çocuk bulut, `Bizde saatlerdir bunu düşünüyoruz, ama bir çözüm bulamadık` dedi. Sonra hep beraber düşünmeye başladılar. Sonunda Aydede, `Buldum` diye bağırdı. `Siz yağarken ben de sizi üflerim. Siz hem yolculuk yapıp, hem de yağarsınız, Böylece çocukların kaleleri de zarar görmez` dedi. Bütün bulutlar bu fikre çok sevindiler. Ama çocuk bulut, `Aydede biz çok kalabalığız, üstelik ağırız. Hepimizi birden nasıl üfleyip, hareket ettireceksin` diye sordu. Aydede, `Sen o işi bana bırak. Ve ne kadar güçlü olduğumu da gör. Ben her sabah bir bardak süt ve yine her akşam bir bardak süt içiyorum. Bu yüzden çok güçlüyüm` dedi. Sonra bulutlar sabaha kadar yağmur yağdırdılar. Aydede hiç durmadan,yorulmadan onları üfledi. Bulutlar sürekli hareket ettiklerinden sadece bir yere yağmadılar. Hepsi de çok yoruldu. O gece bütün çocuklar yataklarında üzüntüyle yağmurun sesini dinlediler. Ertesi sabah büyüklerinin tüm uyarılarına rağmen, onları yine ikna edip deniz kıyısına koştuklarında hepsi çok şaşırdılar. Yaptıkları bütün evler, ağaçlar, hayvanlar ve o kocaman kale yerli yerinde duruyordu. Büyükler bu işe bir anlam veremediler ama çocuklardan biri bağırdı, `Bu Aydede`nin işi. O bizi çok seviyor, bizim için onları korudu` Çocuklar hep bir ağızdan, `Yaşasın Aydede` diye bağırdılar. Aydede, gökyüzünde çocukların neşeli çığlıklarını gülümseyerek dinliyor ve yorgunluğunun tadını çıkarıyordu.

Etiketler

Aydede Ve Küçük Ceylan Masalı

Aydede Ve Küçük Ceylan Masalı

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken;

Aydede gökyüzünde ıslık çala çala geziyormuş. Onun ıslığını duyan iki yıldız kardeş kendi aralarında konuşmaya başlamışlar. `Bak,` demiş Sarı Yıldız, `Aydede yine çocukları, hayvanları ve ağaçları korumak için nöbet tutuyor` Beyaz Yıldız da, `Acaba bugün nereye gidiyor, soralım mı?` demiş ve hemen atılmış `Aydede, Aydede beni duyuyormusun` diye bağırmış. Ama Aydede duymamış. Bu sefer Sarı Yıldız ve Beyaz Yıldız birlikte bağırmaya başlamışlar `Aydede, Aydede, lütfen bizi duy` Bu sefer Aydede onları duymuş. `Merhaba sarı Yıldız, merhaba Beyaz Yıldız, ne yapıyorsunuz bu saatte dışarılarda bakayım` demiş. Sarı Yıldız atılmış hemen, `Aydede biz annemizden dışarıda oynamak için izin aldık` demiş. `Tamam, o zaman` demiş Aydede. Sonra Beyaz Yıldız atılmış ve `Aydede, Aydede bu gece nereye gidiyorsun böyle` demiş. Aydede `dün gece Çiçekli Dağ`ın yamacında küçük bir ceylan kaybolmuştu. Onu bulup annesiyle babasına götürmüştüm. Biraz yaramaz bir ceylana benziyordu. Geçerken ona bir göz atmaya gidiyorum` demiş. `İnşallah, başına bir şey gelmemiştir, Aydede` demiş Sarı Yıldız. `Hadi, biz de artık yatmaya gidelim` demiş Beyaz Yıldız. İkisi birden `iyi geceler, Aydede` demişler. Aydede de `iyi geceler çocuklar, tatlı rüyalar` diye cevaplamış onları ve yoluna devam etmiş. Dağa doğru yaklaştığında ağlama sesine benzer bir takım sesler duyduğunu zannetmiş ama tam emin olamamış. Çünkü dağda, sesler, bazen rüzgarın, bazen de yankının şakacılığı yüzünden kulağı yanıltabiliyormuş. Dağın yamaçına iyice yaklaştığında duyduğu seslerin ağlama sesi olduğuna iyice emin olmuş. Hemen seslerin geldiği yöne doğru alçalmış. Bir de ne görsün? Küçük ceylan Çiçekli Dağ`ın vadiye uzanan yamacında bir uçuruma düşmek üzere çırpınıp duruyormuş.. Küçük Ceylan`ın annesi ve babası da aynı uçurumun kenarında yavrularına bakıp ağlıyorlarmış çünkü ellerinden bir şey gelmiyormuş. Sadece `korkma Küçük Ceylan, korkma` diyorlarmış. Küçük Ceylan da korkudan ağlıyormuş çünkü, çok tehlikeli bir yerden düşmüş. Neyse ki, uçuruma değilde, uçurumun hemen kenarındaki bir yarığa düşerek, küçük bir ağaca tutanabilmiş. Ama hareket edemiyormuş; çünkü, ayakta durduğu yer çok darmış. Aydede hemen gökyüzünden süzülerek aşağılara gelmiş ve Küçük Ceylan`ın karşısında durmuş ve `Acaba kim geldiiii` demiş. Küçük Ceylan şaşkınlıkla bağırarak `Aydede, Aydede, yaşasın` diye bağırmış. Aydede bu sefer kaşlarını çatarak `Söyle bakalım küçük yaramaz, bu sefer ne yaptın da buraya düştün` demiş. Bir taraftan da gözleriyle Küçük Ceylan`ın durduğu yeri kontrol ediyormuş Aydede. `Ama Aydede,` demiş Küçük Ceylan, `bu sefer benim hiç suçum yok.` Aydede, `Peki buraya nasıl düştün, yoksa uykudaydın da burada mı uyandın` demiş. `Ben annemle babama çiçek toplamak için yamaçlara gelmiştim, çok güzel çiçekler topladıktan sonra bir de ne göreyim, en güzel çiçek uçuruma yakın, tehlikeli bir yerde değilmi; ama dikkatli olursam, yavaş hareket edersem ve elimle küçük fidanları tuta tuta gidersem tehlikesiz diye düşündüm. Tam da düşündüğüm gibi oldu. Çok dikkatli hareket ettim, çok yavaş ilerledim, küçük fidanları hiç bırakmadım. Çiçeğin yanına gelince hiç de korktuğum kadar yokmuş diye düşündüm` Aydede merakla, `Eeeeeee ne oldu da düştün o zaman` diye sabırsızlanarak sormuş. `Sabırlı olur musun Aydede anlatıyorum işte` demiş ve devam etmiş Küçük Ceylan, `Çiçeği tam koparacakken rüzgar oyun oynadı benle. Birdenbire bir fırtına çıktı. Kendimi geri çekeyim derken ayağım arkada duran bir taşa çarptı ve dengemi kaybettim. Fırtına da beni savurdu; yuvarlandım. Uçurumdan aşağıya düşerken bu tümsekteki ağaca tutundum ve ayaklarımda tümseğe değdi. Yoksa düşecektim` demiş ve yine korkarak ağlamaya başlamış. Aydede Küçük Ceylan`ı kucağına almış ve `Artık ağlama, geçmiş olsun, çok büyük tehlike atlatmışsın` demiş ` Ama bir daha tehlikeli yerlerde çok güzel şeyler de görsen, annene babana haber vermeden gitmek yok, tamam mı?` diye sormuş. Küçük Ceylan Aydede`ye sarılarak `Tamam Aydedeciğim` demiş ve Aydede Küçük Ceylan`ı annesiyle babasının yanına götürmüş. Küçük Ceylan annesiyle babasına sarılırken `Özür dilerim, bir daha size sormadan tehlikeli şeyler yapmayacağım` demiş. Annesiyle babası çok sevinmişler ve Aydede`ye `Çok teşekkür ederiz Aydede, sen olmasaydın ne yapardık` demişler. Aydede de `Önemli değil canım, beni ne zaman çağırırsanız gelirim, merak etmeyin` demiş. `Hadi, bundan sonra hepiniz daha dikkatli olun, lütfen` demiş ve gökyüzüne doğru yükselmiş. Küçük Ceylan, annesi ve babası Aydede`ye el salladıktan sonra eve doğru yürümüşler. Aydede gökyüzünden bağırmış `İyi geceler Küçük Ceylan, tatlı rüyalar.`
Bu masalda burda bitmiş.

Etiketler

Aydede Ve Yangın Çıkaran Volkan Masalı

 Aydede Ve Yangın Çıkaran Volkan Masalı

Akşam olmasına rağmen hava hala sıcak sayılırdı Aydede, her akşam olduğu gibi gökyüzünde geziyordu Ve yeryüzündeki çocukları kontrol ediyordu Bu akşam keyfi yerindeydi Çünkü çocuklar da keyifliydi Kimisi hala dışarıda oynuyordu Kimisi yorgunluktan çoktan uyumuş, kimisi de yemeklerini yiyiyordu. Aydede ıslık çalarak gökyüzünde süzülmeye devam etti Tam o sırada denizin kenarındaki bir kulübeden, yükselen dumanı ve parlayan ateşi gördü Ardından üç dört çocuk, kulübeden dışarı fırlayıp, bağırmaya başladılar Kulübenin arkası ormandı ve tepeye doğru evler vardı Aydede hızla aşağıya doğru süzüldü ve çocukların yanında durdu`Ne oldu çocuklar` dediğinde, bütün çocuklar ancak fark ettiler Aydedeyi Hepsi bir ağızdan, `Aydede, Aydede içeride Volkan kaldı` diye bağırdılar ve ağlamaya başladılar. Aydede oldukça küçük olan kulübeye doğru yaklaştı Çatısından ve kapısından dumanlar çıkıyordu Aydede, bir bezi denizde ıslatarak yüzüne sardı ve kapıdan içeri girdi İçeride göz gözü görmüyordu Sadece oraya buraya koşuşturan bir gölge gördü Bütün duvarlar ve tavan dumandan kapkara is olmuştu. Aydede, gölgeye yaklaşıp, yakaladı, `Hey ne yapıyorsun bakalım` dedi Çocuk arkasını dönüp Aydedeyi görünce, `Aydede nefes alamıyorum, şu ateşi söndürmem lazım` dedi ve bayıldı
Aydede çocuğu dışarı çıkardığında, bütün çocuklar, `Volkan`a ne oldu` diye bağırıştılar Aydede cevap vermeden içeri girdi ve dumanı çıkaran ateşin yanına, elinde su dolu bir kovayla yaklaştı Kovadaki suyu ateşin üstüne boşalttı Daha çok duman çıktı Sonra bir kova daha ve bir kova daha boşalttı Ateş sönmüş, Aydede dışarı çıkmıştı . `Ateş söndü çocuklar, korkmanıza gerek yok` dedi Volkan`da kendine gelmiş, tüm çocuklarla birlikte, ayakta Aydedeye bakıyordu Çocuklar birden gülmeye başladılar Aydede şaşırmıştı, `Sizi yaramazlar sizi` dedi, `hem kulübeyi yaktınız, hem de eğleniyor musunuz?` Çocuklar gülmeye devam ederken, Volkan, `Aydede sana gülüyoruz Çünkü simsiyah olmuşsun` dedi Aydede cebinden bir ayna çıkarıp yüzüne baktı ve kendisi de gülmeye başladı Gerçekten de dumanın çıkardığı isten simsiyah olmuştu `Asıl sen kendine bak` dedi Volkan`a, `sen benden de kara görünüyorsun` Sonra Volkan`ı da alıp denize girdiler ve tüm kirlerini yıkadılar Hiç üşümediler çünkü hem su, hem de hava hala sıcaktı Sonra sahilde kumların üzerine oturdular `Eeee anlatın bakalım, bu iş nasıl oldu böyle` dedi Aydede Burcu , `Aydede Volkan abim hep böyledir Kibritle, çakmakla oynamayı, mum yakmayı sever` dedi Sonra Alaz aldı sözü, `Evet hep ateşle oynuyor, o mum yakmıştı ve biz de sohbet edip, oyun oynuyorduk` dedi Deniz atıldı, `Biz sohbet ederken mum devrilmiş ve yatağı yakmış Ateşi fark ettiğimizde içerisi birdenbire duman olmuştu` Sonra Eren devam etti, `Ateş büyüyünce biz de hemen kaçtık` dedi Volkan utanmış gibi başını öne eğmiş sadece dinliyordu Aydede, `Eeee Volkan, sen ne diyorsun bu anlatılanlara` diye sordu Volkan sessizce, `Ben mumların yanmasını seviyorum Oyun kulübemiz o zaman daha güzel görünüyor`dedi ve devam etti, `ama çok dikkat ettiğim için, bir şey olmaz diye düşündüm`dedi Aydede, `Ama Volkan olur mu hiç` dedi, `Çocukların kibritle, çakmakla, mumla oynamaları doğru değildir, sen bunu bilmiyor musun` dedi ve devam etti, `Ancak büyüklerin yanındayken ve onlardan izin alarak mum yakabilirsiniz O da hemen işiniz bitince söndürmek üzere Şimdi bize bir daha ateşle oynamayacağına dair söz vereceksin` dedi
Volkan herkese söz verdi, `Bir daha ateşle oynamayacağıma söz veriyorum Bu oyun kulübesini çok zor yapmıştık Şimdi ne yapacağız` dedi Aydede, `Haydi bakalım çocuklar iş zamanı` dedi ve hepsi birden kulübeyi temizlemeye başladılar Sabaha doğru külübe eskisi gibi tertemiz olmuştu Volkan bir daha hiç ateşle oynamadı ve tüm çocuklar, o kulübede çok güzel oyunlar oynamaya devam ettile

Rüzgarın Yaramazlığı Masalı

Rüzgarın Yaramazlığı Masalı

Söğütlü köyde herkes rüzgardan şikayetçiydi.
Yaşlı dede, ekmek pişirdiği fırında ateşi söndürdüğü için kızıyordu rüzgara.
Yaşlı nine, sokağa çıkmasına izin vermediği için içerliyordu. Ayakkabıcı ustası, dükkanının pencere pervazları arasındaki deliklerden içeri girip soğuttuğu için sinir oluyordu.
Topal bahçıvan, bahçedeki çiçekleri kırdığı için öfkeleniyordu.
Köyde sadece küçük çocuk seviyordu rüzgarı:
`Anneciğim, gel bak rüzgar ne tatlı esiyor.`
`O tatlı değil yavrucuğum. Hınzırın tekidir rüzgar. Onun insafsızlığından bu yıl hiç ürün vermeyecek bitkiler. Çünkü bitki tozlarını çok uzağa götürüyor. Belki ekmeğimiz bile olmaz bu yıl.`

Ekmek lafı küçük çocuğa rüzgarı unutturmaya yetmişti bile:
`Anneciğim bana yağlı ekmek verir misin?`
Rüzgar ise kimsenin kendisini sevmediği bu köyü terk etti. `Gerçekten de beni sevmemekte haklılar.` diye düşündü.
`Islık çalar gibi eserim, fırtına olur kükrerim.
Benden korkuyorlar, bu doğru. Ama başka nasıl davranılır bilemiyorum. Ne yapabilirim?`
Rüzgar, horozun yanına gitti. Ondan kendisine şarkı söylemeyi öğretmesini istedi. Ama horoz sadece ötmesini biliyordu. Kurbağaya gitti; o da yardım edemedi. Çaresiz kırlarda dolaşırken karşısına bir korkuluk çıktı. Ama bu korkuluk ekinlerin ortasına yerleştirilip, kuşları kaçırması gereken diğer korkuluklar-dan farklıydı.
Güzel bir genç kız gibi giydirilmişti bu korkuluk. Başında zarif bir şapka, ayaklarında ipek eteklik vardı.
Rüzgar bu güzel kıza yaklaşmaktan korktu: Önce hanımeline gitti, ondan güzel kokular aldı. Sonra kıza yaklaştı. Ama o kadar tedirgindi ki acemilikle gerektiğinden fazla esti.
Kızın şapkası uçtu, etekleri havalandı.
Rüzgar çok utandı. Korkup kızla konuşamadan oradan uzaklaştı.
Ağlamaklı oldu, köye dönmeye karar verdi.
Yolda buğday tarlasında küçük çocuğu gördü.
Annesi tarlada çalışıyor, ekin topluyordu. Küçük çocuk için ağaca bir salıncak kurmuştu.
Çocuk salıncakta uyuyordu.
Rüzgar kendisini seven tek insan olan küçük çocuğu görünce çok sevindi. Onu da sevindirmek istedi. Usul usul esmeye başladı.

O kadar tatlı ve uysal esiyordu ki, bütün ekinler başlarını diktiler. Başaklar açıldı. Artık küçük çocuğun annesi daha rahat çalışabilirdi.
Küçük çocuk ise bunlardan habersiz tatlı tatlı uyuyordu. Rüyasında rüzgarla oynuyordu.

Küçük Beyaz Bulut Masalı

> Küçük Beyaz Bulut Masalı

Küçük beyaz bulut dağların üzerinde gülümsedi. Armut ağacının gölgesinde yatmakta olan Hasan, gözlerini küçük beyaz buluttan ayırmadan kardeşi Esma’ya seslendi:

- `Esma bak, buluta bak buluta.`

Esma, buluta baktığında; onun, küçük, tekerlekli bir bisiklete benzediğini şaşarak izledi.

- `Benim de öyle bir bisikletim olacak.` dedi Hasan.

- `Benim de uzun saçlı, kocaman bir bebeğim olur mu?` diye düşündü Esma. Küçük beyaz bulut, o anda upuzun saçlı kocaman bir bebek oluverdi. Esma’nın minicik beyninde büyüdükçe büyüdü, kalbi hızlı hızlı çarpmaya başladı. Alır mıydı babası?

- `Yağmur yağar, iyi ürün alırsak alacağım demişti...` Ama alır mıydı?

Elindeki çapayı cılız pamuk saplarının dibinde birkaç defa gezdiren Cemal doğruldu, belini tutarak. Yüzünü armut ağacına çevirdiğinde; çocuklarının gökyüzünü izlediklerini gözledi. Küçük beyaz bir buluttu gözledikleri. Bu mevsimde bir pamuk yumağı gibi gökyüzünde belirir, sonra yitip giderlerdi. Ne gölge verirler, ne de yağmur olup bereket sunarlardı. Yarı eğildi, çapayı yavaşça kaldırıp, ümitsizce indirdi susuzluktan çatlamış kuru toprağa. Birkaç güne kalmaz bu pamuklar kuruyup giderlerdi...

Hacer, kovanın ipini saldıkça saldı kuyuya. Yetmedi ip, eğilip uzandı kuyunun taşına, kolunu uzatabildiği kadar uzattı. Güç bela doldurabildi kovayı. Nereye gitmişti bu sular? Akarsular kurumuş, kuyularda su bitmişti...

Hasan, tekrar bulutu göstererek:

- `Esma bak, dedi. Şimdi de kamyon oldu.`.

Hafiften gülümsedi çocuklara küçük beyaz bulut, sonra kendisini belli belirsiz esen rüzgara bıraktı. Dede oldu, koyun oldu, uçurtma, tren, umut oldu, umutsuzluk oldu. Kendisine katılmak isteyen su tanecilerinden özenle uzaklaştı. Büyük kara bulutlara hiç yaklaşmadı.

Kaç zaman geçmişti hatırlayamadı, tekrar rastladığında başı öne eğilmiş, gözleri dolmuştu Hasan’ın. Cemal, tarlanın bir köşesinde acı acı çekiyordu sigarasını. İçinde Hasan’a vurduğu tokadın burukluğu...

Küçük beyaz bulut bisiklet oldu, uzun saçlı kocaman bir bebek oldu, kamyon oldu ama ne Hasan’ın, ne de Esma’nın öne eğilmiş başlarını yukarıya kaldıramadı.

İki damla yaş süzüldü Esma’nın gözlerinden, içinde uzun saçlı kocaman bir bebek olan, iki damla yaş ıslattı toprağı.

Küçük beyaz bulut, birden bire karardı, ağladıkça ağladı... Bereket oldu.

Ay Ve Yıldız Masalı

Ay Ve Yıldız Masalı

Pırıl pırıl bir geceydi. Yıldızlar birbirine göz kırparken ay, şâhâne bir gururla hepsinden daha güzel görünüyordu. O sırada parlak bir yıldız, ayı daha yakından görebilmek için yerinden kayıverdi. Fakat ne yazık ki onun hizasına gelemeden toprağa düştü. Bu yıldızlar böyleydiler işte! Hepsi aya âşıktı. Hepsi onu yakından görmek isterdi. Bu arzularına dayanamayıp yerlerini değiştirdiler mi, toprağa düşerlerdi. Düştükleri yerde ise renk renk yıldız çiçekleri açardı.
Gökyüzünün çok uzak bir köşesinde de ufacık bir yıldız ayı görmek istedi. Fakat birdenbire kayarsa toprağa düşeceğini biliyordu. Onun için yavaş yavaş alçalmaya başladı. O kadar yavaş hareket ediyordu ki, aradan seneler geçti. Küçük yıldız yaklaştıkça büyüdü; güzelleşti. Birgün tam onun karşısına geldi ve durdu. Ay, bu çok güzel yıldızı o kadar beğendi ki, bu sefer kendisi ona yaklaşmak istedi. Nihayet bir hilâl vakti, kollarını uzatarak küçük yıldızı kucakladı. Gökyüzü o vakte kadar böylesine güzel bir manzara görmemişti. Yıldızdan ve aydan saçılan ışıklar dünyaya gittiler. Ve bir milleti kendilerine hayran ettiler. O kadar ki bu kahraman millet, bayrağını ay yıldızla süsledi.
Ay, yıldızını kucakladığı anda ondan dünyaya bir ışık düştü. Bu ışık, yapraklar arasından süzüldü. Bir evin penceresi içinden girdi. Yatakta uyuyan ufacık oğlanın kirpiklerinde gezindi. Bu ufacık oğlan o anda bir rüya gördü. Rüyasında çok güzel bir kız vardı. Gözleri yıldızlar gibiydi. Mermer bir sarayda oturuyordu. Sarayın bahçesi kırmızı güllerle doluydu. Tam ortasında da bir havuz vardı. Kız oğlanı yanına çağırdı. Elele tutuştular. Bahçeyi, sarayı gezdiler. Nihayet kız O’na dedi ki;

- Şimdi sen rüya görüyorsun. Fakat ben hakikatte rüya değilim. Bütün bir ömürde olsa beni ara. Beni bulduğun zaman hakiki saadeti bulmuş olacaksın. Yaşın çok ilerlemişte olsa beni bulup elimi tuttuğun vakit gençleşeceksin. Sen de, ben de. Çünkü o zamana kadar ben de ihtiyarlamış olabilirim.

- Peki! Dedi oğlan.

- Ben seni nereden tanıyacağım? Sen de ihtiyarlarsan!

Kız gülümsedi;

- Bu sarayı unutma. Hem bak avucumun içinde yıldız şeklinde bir ben var.

Oğlanın rüyası burada bitti. Heyecanla gözlerini açtı. Dışarıda sıcak bir yaz gecesi ve cırcır böceklerinin sesleri vardı. Tekrar uykuya daldığı zaman rüyasındaki kızı ömrünün sonunda kadar arayacağına karar vermişti…

Ay, yıldızı kucakladığı zaman, yıldızlardan bir ışık düştü, dünyaya. Bu ışık denizler üzerinden yakamozlar bırakarak geçti. Karlı tepelerden beyaz ışıltılar saçarak Kaf Dağı’na geldi. O’nu da aştı. Mermerlerden bir sarayın açık penceresinden içeri girdi. Mışıl mışıl uyuyan küçük bir kızın, şeffaf göz kapaklarında gezindi. Küçük kız o zaman bir rüya gördü. Rüyasında kıvırcık saçlı çok güzel bir oğlanla sarayın bahçelerinde geziyordu. Oğlan O’na dedi ki;

- Ben seni çok seviyorum. Şimdi rüya görüyorsun. Fakat ben gerçekte varım. Ömrümün sonuna kadar olsa da seni arayacağım.

Yaşın çok ilerlemiş de olsa elini tuttuğum zaman birden gençleşeceksin. Ben saadetin kendisiyim. Beni sakın unutma.

Kız tebessüm ederek,

- Seni ömrümün sonuna kadar bekleyeceğim, dedi.

O’nun da rüyası burada bitmişti. Birden uyandı. Dışarıdan bülbül sesleri geliyordu. Küçük kız, tekrar uyuduğu zaman, rüyasındaki oğlanı ve avucunda parlayan ayı unutmayacağına karar vermişti.
Aradan seneler geçti. Küçük oğlan büyümüş, yakışıklı bir delikanlı olmuştu. Artık evlenme çağındaydı. Ayağına demir bir çarık eline demir bir âsâ alıp, rüyasındaki kızı aramaya çıktı.

Az gitti, uz gitti. Yedi memleket, yedi büyük dağ aştı. Yemyeşil bir ovada kurulmuş şirin bir şehre geldi. Temiz sokaklardan bahar havasının verdiği saadet hissiyle yürüdü, geçti. Nihayet bir sarayın önüne geldi. Bahçesi o kadar güzeldi ki, hayranlıkla durup çiçekleri seyretmeye başladı. Birden yan tarafından doğru tatlı bir ses kulağına geldi.

- Güzel delikanlı yabancısın galiba. Bilmez misin ki buralarda durmanın cezası ölümdür!

Delikanlı hayretle baktı. Karşısında simsiyah saçlı, simsiyah gözlü, karanfil dudaklı bir güzel duruyordu. Korkusuzca cevap verdi:

- Sen kimsin? Sadece bir bahçeye bakan masum bir insanın cezası ölüm olur mu?

Karanfil dudaklı kız bir an düşünür gibi durdu, sonra oğlanı yanına çağırdı. Ve onu alıp krala götürdü. Bu kız sarayın yegane prensesi idi. Babası uzun zamandır kızını evlendirmek istiyordu. Fakat bir türlü O’na göre bir eş bulamamıştı.

Prenses krala;

- Baba bakın işte benim evleneceğim adam bu, dedi.

Kral O’nun her istediğini yapan bir baba idi.

Oğlan her ne kadar şaşkın ise de, bu güzel kız hoşuna gitmişti. Hele ilerde böyle bir memleketin hükümdarı olma düşüncesi ise O’na büsbütün zevk vermişti.

Kırk gün kırk gece düğünden sonra evlendiler. Aradan biraz zaman geçince oğlan kralın yerine geçti. Çok adil, çok iyi bir hükümdardı. Halk O’nu seviyordu. Buna rağmen, kraliçenin gitgide artan yersiz hareketleri yüzünden mesut olamamıştı. Hergün O’ndan bütün güzelliğine rağmen biraz daha soğuyordu. Kendini oyalayamaz olmuştu. Birgün iyice kavga ettikten sonra, kral yalnız başına bahçede dolaşmaya çıktı. Çok dertliydi. Bir sıranın üzerine oturup düşünmeye başladı. Aradan ne kadar zaman geçmişti bilmiyordu. Derin bir göğüs geçirdi. Bu sırada bakışları gökyüzünde parlayan mehtaba ilişti. O anda yüreğine bir ateş düştü yerinden kalkarak saraya gitti. Karısını yanına çağırdı.

- Güzel kraliçem, ben artık senden ve bu memleketten ayrılıyorum, dedi.

Kraliçe:

- “Ya öyle mi?” diye cevap verdi. Buna memnun oldum. Zira, sokaktan geçen alelâde bir adamın kral olmasına sebep olmakla, mânasızlık ettim. Güle güle!

Ve böylece delikanlı yeniden yola düştü. Bu sefer, rüyasındaki kızı aramak için, hiç vakit kaybetmeyeceğine azmetmişti. Nasıl olmuştu da beyhude yere bu kadar vakit kaybetmişti. Aldatıcı bir güzelliğin ve şatafatın peşinden koşması O’na nelere mal olmuştu.

Rüyasındaki kızı bulmak için vakti azalıyordu. Az gitti. Uz gitti. Dere tepe düz gitti. Nihayet uzaktan zümrüt gibi görünen bir ormana rastladı. Ağaçlardan çıkan dallar son derece zarif yapraklarla süslüydü. Epey yürüyen ve yorulan oğlan bir çalının dibine oturdu. Yakın bir yerden tatlı bir su şırıltısı geliyordu. Yavaş yavaş bu şırıltıya son derece tatlı bir şarkı karıştı. Biraz sonra şarkıyı söyleyen sesler çoğaldı. Büyüleyen bir musikî idi bu. Ormanda her şey onu dinlemek için susmuş gibiydi. Oğlan meraklandı ve seslerin geldiği yere gitti. Yaban gülleri arasında birbirinden güzel peri kızları su ile oynuyor, dansediyor ve yüzüyordu. Dalga dalga saçları, mermerden yontulmuş gibi vücutları vardı. Oğlan onları görünce hangisine âşık olacağını şaşırdı. Peri kızlarından biri O’nu fark etmişti. Bir çığlık atarak arkadaşlarına haber verdi. Hepsi birden O’nun etrafını sarıverdiler. Beraberce eğlenmeye başladılar. Böylece güneş defalarca doğup, battı.

Bir akşam oğlan etrafındaki peri kızları ile şakalaşırken, zümrüt yapraklı ağaçların üzerinden testekerlek mehtap gülümser gibi yükseldi. Oğlana kızlar ne yaptılar ne söyledilerse gözlerini aydan ayıramadılar. Yüreğine yine ateş düştü. Derin bir pişmanlık hissiyle perilerle vedalaştı. Ormanın derinliklerine daldı gitti. Orman bitti; deniz başladı. Deniz bitti; dağlar sıra sıra önünde uzandı. Onları aştı; bir vadiye geldi. Karnı acıkmıştı. Yorgundu. Kendini suçlu ve hasta hissediyordu. Vadinin yegâne kulübesini çaldı. Kapıyı bir ihtiyar adam açtı. Göbeğine kadar sakalı vardı. Oğlanı içeri aldı, karnını doyurdu. Bir yatağa yatırdı. Hastalığını iyi etti. Pek merhametli ve pek âlimdi. Oğlana kendisi ile kalmasını rica etti. O’na dünyada bilinmesi mümkün olan bütün ilimleri öğretecekti. Oğlan düşündü. Bilmek ve öğrenmek güzel şeydi. Razı oldu. Büyük bir âlim olmayı kim istemezdi ki!...

Böylece yine seneler geçti. Bu defa ihtiyar öldü. Oğlan bütün ilimleri öğrenmişti. Çok büyük bir bilgindi artık. Fakat yapayalnızdı. Bilgisi ile kimseye faydalı olamıyordu. Çünkü vadiler ülkesinde kendinden başka kimse yoktu. Bir akşam kulübesinin önünde otururken, dağların üstünden ay parladı. O anda oğlanın yüreğine ateş düştü. Fakat artık ihtiyarlamıştı. Ancak karşı dağlara kadar yürüyebilirdi. Fazla düşünmeden yürümeye başladı. Dizlerinin dermanı kesilip, kolu kanadı tutmayıncaya kadar, güneş defalarca doğup, battı. Vücudu haraptı. Fakat iradesi O’nu daima zorluyor adeta insanüstü bir kuvvet sarfediyordu. Bir ara gözlerinin artık çok zayıfladığını hissetti. Zorlukla önünü görebiliyordu.

Nihayet beyaz mermerden, havuzları dikenlerle, çalılarla örtülü bir saraya geldi. O kadar bitkindi ki merdivenlerin üzerine yığılıp kaldı. Neden sonra titrek ellerle birisinin kendisine yardım etmeye çalıştığını fark etti. Hayır! Artık son dakikası gelmişti. Yardıma ihtiyacı kalmamıştı. Alnında gezinen eli tuttu ve zorlukla karşısındakini gördü.

Bu bembeyaz saçlı, nur yüzlü bir kadındı. Gözleri yıldızlar gibi parlıyordu. O anda içine öyle bir ateş düştü ki ölümü de, çok ihtiyar olduğunu da unuttu. Sadece o gözlere bakmak, ebediyen onları seyretmek istiyordu. Böylece ne kadar zaman geçti bilinmez. Ama yaşlı kadının avucundaki yıldız, çöken karanlıkta ışıldamaya başlamıştı bile. Nihayet aralarında şöyle konuştular. Oğlan, daha doğrusu ihtiyar adam dedi ki:

- Bütün ömrümde sizi aradım. Çok vakit kaybettim. Beni affedeceksiniz değil mi?

İhtiyar kadın gülümsedi. Ve hafif bir sesle;

- “Elbette.” dedi. “Ben bütün ömür sadece sizi bekledim. Geleceğinizi biliyordum. Ve geldiniz artık.”

O sırada birden gece bastırdı. Gökte şâhâne bir hilâl parlıyordu. Kolları sevgili yıldızını kucaklamıştı. Aydan ve yıldızdan, mermer sarayın merdivenlerine sihirli bir ışık düştü. Mermer merdivenler altın oldu. İhtiyar adam birden gençleşti. Eskisi gibi yakışıklıydı. İhtiyar kadın muhteşem bir prenses oluverdi. Gökteki yıldızlardan daha güzeldi. İkisi de elele tutuştular. Yüzlerini bir kat daha güzelleştiren tebessümleriyle gökyüzüne tırmandılar. Yıldızlar şarkı söyleyerek düğünü kutluyorlardı. Ay ve yıldız çok mesut.

Onlar ermiş muradına…

Yıldız Yağmuru Masalı

Yıldız Yağmuru Masalı

Kış, beyaz ağaçlar yaratır topraktan; bazı insanlardan umutsuzluk yaratır, ama bir sevgi iliştirir bu umutsuzluğa, dünyanın en garip çiçeğini yaratır. Annesi babası ölmüştü kızın, başında bir kukuletası sırtında yırtık bir elbisesi ve tüyleri yağmur yemiş bir paltosu vardı. Böyle bir kızın cebinde olsa olsa bir dilim ekmeği olur ancak, avucunda sıkı sıkı tuttuğu birazcık bozuk parası olur. Ama kış güveni nedense kaybolmamıştır. Kuşlara bakarak ısınmaya çalışır. Titrerken düşünüyordu kız. -Bahar gelecek günün birinde Kar taneleri yerine tomurcuk yağacak gökten sincaplar ılıklığı yukarı taşıyacak. Kış baharın habercisidir, meleklere mektup yazar, gönderilmesini ister baharın bu arada yeryüzünü oyalar. Bunları düşünürken yaşlı bir adam çıktı karşısına. -Param yok, karnım aç, dedi bana para ver biraz, sen küçük bir çocuksun nasılsa doyururlar seni. Hiç düşünmedi bile kız bütün parasını ihtiyara uzattı. Sanki beyaz bir aslan girmişti şehre, alev yerine kar soluyordu şemsiyesi olanların şemsiyesini, düşleri olanların düşlerini parçalıyordu. Ama umutsuzluğa kapılmadı kız, sokakta bir başına yürüdü. Bir kadın belirdi yanı başına. -Güzel çocuk, dedi yiyecek bir şey var mı cebinde? Ağzıma üç gündür lokma koymadım kime başvurduysam geri çevirdi beni... Bir dilim ekmeği vardı ya, onu yesin zavallı kadın, kendisi bir şey yemeyeli iki gün olmuştu daha. -Al teyze, dedi, benim karnım tok, daha demin yemek yedim. İnan bana, daha olsaydı daha verirdim. Sonra küçük bir çocuğa giydirdi paltosunu, gömleğini kendi boyunda bir kıza armağan etti, hava kararmıştı nasıl olsa, kimseler göremezdi kendisini. Ama o bir kedi yavrusunu gördü; soğuktan sesi bile donmuştu kedinin, bıyıklarında buz tutmuştu miyavlaması. dergiciler görseydi, kış resmi olarak dağların değil onun resmini koyarlardı dergi kapaklarına. Başından çıkardığı kukuletaya sardı kediyi. Kış,adımlarını yönetir insanların; kürklü olanları tiyatroya götürür, paltolu olanları sinemaya götürür, ceketli olanları evlerine götürür, çıplak olanları korulara götürür. Derken, kendini bir koruda buldu kız, saçlarının arasına sokup ellerini gökyüzüne baktı. O anda tipi dindi, bulutlar açıldı ve ansızın beliren samanyolundan bir yıldız kaydı, sonra bir yıldız,bir yıldız daha, bütün samanyolu, büyük ayı, küçük ayı, hepsi ayaklarının dibine düştü kızın, sonra çoban yıldızı düştü. Yeryüzü inanılmaz sevinçler yaratır. Eğilip baktı kız, toprağa değdikçe altın oluyordu yıldızlar. Artık gelmemek üzere gidiyordu kış yoksulların, kedilerin yanından; güzel yemekler, kalın kumaşlar alınırdı bu altınlarla. Göğü seven denizcilerin tanıdığı bütün yıldızlar birer birer düştü yere onları gören ay bile çekinmedi havada parçalandı ve dallarına altın birer yaprak olarak kondu ağaçların. Alışverişi seven sincaplar için işte bir sürü altın.

Kırmızı Uçurtma Ve Gökyüzü Masalı

 Kırmızı Uçurtma Ve Gökyüzü Masalı

Kırmızı uçurtmanın,
Bütün hayali uçmak.
Haydi şimdi uçalım,
Gökyüzüne koşalım.

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde yeryüzünde küçücük kırmızı bir uçurtma varmış. Hayatta yapmak istediği tek şey, gökyüzüne çıkıp oralarda yeni birileriyle tanışmakmış. Ama sahibi olan küçük Ali onu unutmuş mu ne ? Uçurtma zamanı geldiği halde bir türlü yerinden çıkartmıyormuş. Kırmızı uçurtma günlerce beklemiş, artık gözyaşı dökmeye başlamış ve gökyüzüne çıkmaktan umudu kesmiş.


Bir gün sabah erkenden daha kırmızı uçurtma uykusundan bile uyanmamışken, bir el hissetmiş kuyruğunda. Heyecanlanmış, şaşırmış, sevinçten zıplayacakmış neredeyse. Ali onu dolabın üzerindeki tozlu raftan indirip, temizlemiş ve rüzgar dolu bir arsaya götürmüş.

Kırmızı uçurtma çok uzun zamandır gökyüzüne çıkmadığı için önce sendelemiş, kuyruğuyla başını bir hizada tutmayı bile başaramamış. Sonra bir rüzgar tutmuş onu kolundan yukarı doğru çekmiş. Uçurtma artık gökyüzünde salınıyormuş. Sonra bizim rüzgar uçurtmayı daha yükseğe çekmeye başlamış, daha daha daha yükseğe çıktıkça, başı dönmeye , midesi bulanmaya başlamış. Güneş olanları fark edince ,” heeeyyy dikkat et biraz uçurtma düşecek “ diye bağırmış. Rüzgar onu biraz daha aşağıya doğru indirmiş.

Kırmızı uçurtma o gün akşama kadar gökyüzünde salınmış durmuş. Akşama doğru kara kara bulutlar gelip onun etrafını sarmışlar. Kırmızı uçurtma çok korkmuş, sağa sola kaçmaya çalışmış ama bulutlardan bir tanesi ona birkaç damla yağmur atmış, kırmızı uçurtma “kurtarın beni” diye bağırmaya başlamış. Bilirsiniz uçurtmalar kağıttan yapılırlar ve kağıtla su bir araya geldiğinde kağıt yırtılır. Ali kırmızı uçurtmanın zor durumda olduğunu anlayınca onu aşağıya doğru çekmeye başlamış, o sırada bulutlardan biri onun peşine takılmış, kırmızı uçurtma bir o yana, bir bu yana uçmuş durmuş. Onun zor durumda olduğunu anlayan güneş, kara bulutların arasından kollarını uzatıp, üzerindeki ıslaklığı kurutmuş bir anda. Islaklık kuruyunca, kırmızı uçurtma daha iyi uçmaya başlamış, Ali!nin de yardımıyla kendini yeryüzüne atmış.

Ali kırmızı uçurtmanın sağlam olup olmadığını kontrol etmiş,sonra onu kolunun altına alıp, çiselemeye başlayan yağmurdan korunmak için koşarak eve gelmiş. Dolabın üstüne koyacakmış ki, son anda vazgeçmiş. Onu sokak kapısını hemen yanına yerleştirmiş ve rüzgarlı günlerde kırmızı uçurtmayı alıp, koşarak evden çıkmış. Ali kırmızı uçurtmasını çok seviyormuş.

Uçak Ve Beyaz Bulut Masalı

Uçak Ve Beyaz Bulut Masalı

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde gökyüzünde kendi halinde uçup duran beyaz bir bulut yaşarmış. Başka bulutlarla anlaşamadığı için hep kendi başına dolaşır, kimseleri beğenmezmiş. Onun burnunun havada olması diğer bulutları çok kızdırırmış. Hatta aralarında konuştuklarına göre beyaz bulut bir gün , burnu havada dolaşırken bir ağaca çarpmış ve günlerce sargılarla dolaşmış.

Günlerden bir gün beyaz bulut yine burnu havada gökyüzünde gezerken, kara bir bulutla karşılaşmış, ona şöyle bir bakıp, “böööö, ne biçim bir bulutsun sen, üstün başın çamur içinde” demiş. Kara bulut, “ama ben yağmur bulutuyum, yağmur bulutları kara olur” diyerek gülmüş geçmiş. Beyaz bulut, bir an önce onun yanından uzaklaşmış, üstüne siyah bir renk bulaşsın istemiyormuş doğrusu.Sonra güneşe doğru gitmiş, güneşin upuzun kolları ona doğru gelince sıcaktan fenalaşmış “aaay uzak dur benden “diye bağırmış. Biraz daha uzaklaştığında, bir de bakmış kocaman bir şey ona doğru geliyor. Kocaman beyaz bir bulutmuş bu, yok yok bulut değil, bu bir kuş diye geçirmiş içinden. Kuşa da benzetememiş sonra, kendini beğenmiş olduğu için kimselere sormayı da uygun görmemiş. Ama az daha merakından çatlayacakmış. Bu kocaman beyaz kuşun etrafında dolaşmaya başlamış. Bir uçakmış bu ve uçak beyaz bulutun ilgisinden pek hoşlanmamış. Çünkü içinde yolcular varmış ve bulut etrafında dolaşınca sağını solunu göremiyormuş
“Hişt çekil oradan bakayım” demiş. Beyaz bulut bir kuğu gibi süzülerek etrafına bakmış. O zamana kadar kimse ona böyle kötü davranmamış. Büyük bir hayranlıkla uçağın peşine takılmış. Uçak beyaz bulutun üzerine doğru dumanını püskürtüvermiş, motorlarının içinden çıkan o siyah duman beyaz bulutu, kapkara yapmış. Beyaz bulut her zaman yanında taşıdığı aynasını çıkarıp haline bir bakmış, az daha ağlayacakmış. Aynası elinden düşmüş ve sağa sola koşturmaya başlamış. “İmdat yardım edin bana, ben karardım” diye bağırıyormuş ama ne fayda , kimse onunla ilgilenmiyormuş. Daha önce kendini beğenmişlik yaptığı için bütün arkadaşlarıyla küsmüş ve şimdi onu gören herkes arkasını dönüp gidiyormuş.

Beyaz bulut, geriye kalan hayatını siyah bulut olarak sürdürmüş. Bakın bakın gökyüzüne, gördünüz mü ? İşte şuradaki siyah bulut o. Ne kadar da üzgün öyle değil mi ?

Güneş Ve Bulut Masalı


Rüzgar bulutu katmış önüne,
Yağmur yağdıracamış,
Güneş olaya el koymuş,
Onlar saklambaca doymuş


Bir varmış, bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş. Var var imiş. Yok yok imiş,güneş gökyüzündeki yerini almış, şöyle bir de yan yatmış, keyfine bakmış. Gökyüzünün maviliğinde kendi kendine yatıp dururken bir rüzgar sesi gelmiş kulağına...

“Püff. Püfff” Gözlerini aralamış, şöyle bir bakmış, küçük bir rüzgar önüne küçük beyaz bir bulutu katmış, sürükleyip duruyor. Zavallı bulut, bir o yana kaçıyor, bir bu yana ama rüzgar peşini bir türlü bırakmıyormuş. Güneş ışıklarını onlara doğru uzatmış “ Hey ne oluyor orada bakayım” demiş. Bulut” bu rüzgar peşime takıldı sayın güneş, beni sabahtan beri bir o tarafa, bir bu tarafa uçurup duruyor” diye sızlanmaya başlamış. Küçük bulut hala “püf püf” diye bağırıp duruyormuş.Güneş ışıklarını rüzgara doğru uzatmış, “heyy rahat bıraksana o bulutu” demiş. Küçük rüzgar “Ama ben yağmur yağdırmak için uğraşıyorum, bu benim görevim” demiş.

Güneş ışık dolu kollarını rüzgara doğru şöyle bir uzatmış, “Bu sıcak yaz günü, ne yağmuru, hiç olur mu ? demiş. Rüzgar çok hevesliymiş “Ben bulutu kovalayacağım, hepsi bir araya gelince ortalık kararacak, ondan sonrada yağmur yağacak” diye anlatmaya başlamış

Bulut, güneşin arkasına saklanmış “iyi ama ben yağmur bulutu değilim ki,sana sabahtan beri söyleyip duruyorum ama sen beni dinlemiyorsun ki” demiş.

Güneş en sonunda olaya el koymuş. Böyle küçücük bir rüzgarla, küçücük bir bulutun yağmur yağdıramayacağını, hele hele gökyüzünde kendisi sıcak sıcak parlarken bunun çok zor olacağını söylemiş. Onlara saklambaç oynamayı öğretmiş, bulut ve rüzgar akşama kadar saklambaç oynayıp durmuşlar. Rüzgar saklambaca bayılmış. Güneş’te onları izleyip durmuş.İşte bakın, gökyüzündeki o küçücük bulut var ya, hala saklambaç oynuyor bizim rüzgarla…

Gökgürültüsü Şimşek Ve Yıldırım Masalı

 Gökgürültüsü Şimşek Ve Yıldırım Masalı

Bulutlar kavga etmiş,
Şimşek ışıklar saçmış,
Gökgürültüsü gürlemiş,
Yıldırım yere çarpmış.

Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde gökyüzü ülkesinde mutlu bulutlar varmış. O kadar iyi geçinirlermiş ki, en ufak bir kavgalarını duyan olmamış, kimse kimsenin hakkını istemez, hepsi birbirlerine yardım ederlermiş. Ancak bu mutlu tablo çok uzun sürmemiş, başka bir ülkeden gelen kara bulut ortalığı karıştırmaya başlamış.

Günlerden bir gün bulutlar yine aralarında kavgaya tutuşmuşlar. Biri, gökyüzünün o köşesinde ben duracağım diyormuş, öbürü olmaz öyle şey orası benim yerim diye diretiyormuş. Bir ara kavga o kadar şiddetlenmiş ki, kocaman parlak bir ışık çıkmış ortaya. Bulutlar bile korkmuşlar bu ışıktan. Bir tanesi hemen geri kaçmış, öbürü de onun arkasına saklanmış. Ortaya çıkan bu ışığın adı şimşekmiş. Şimşek “oley “ diye bağırıyor, hemen arkasından bulutların arasında bir ışık oluşuyormuş. Şimşek böyle kendi kendine eğlenirken çok büyük bir gürültü duyulmuş. Sanki bulutlar ülkesinde dağlardan aşağıya bir şeyler yuvarlanıyor gibiymiş. Bulutlar, birbirlerine sarılmışlar korkuyla. O sırada bu gürültünün aslında bir buluttan geldiğini anlamışlar. Şimdiye kadar kendi ülkelerinde görmedikleri bir bulutmuş bu. Şimşek çakınca, hemen arkasından o geliyor ve kahkahalar atıyormuş. Kahkahaları o kadar yüksekmiş ki, bizimkilerin ödü kopmuş…

Şimşek çakmış, gök gürültüsü gülmüş, şimşek çakmış, gök gürültüsü gülmüş, bizim bulutlar korkudan kaçacak yer arıyorlarmış.Tam o sırada gökgürültüsü ve şimşek birbirleriyle kavgaya tutuşmuşlar. Bu seferde, yeryüzüne doğru kocaman bir ışık uzanmış. Toprağın üstüne düşmüş. Bulutlar böylece yıldırımla da tanışmışlar. Gökgürültüsü kahkahasını kesmiş, şimşek etrafa ışık vermekten vazgeçmiş. Yıldırım ise ortalıktan kaybolmuş.

Mutlu bulutlar neler olduğunu anlamaya çalışırken, kara bulut gelip aralarına girmiş: “Siz kavga ettikçe ben hep burada olacağım, ondan sonra şimşek gelecek, sonra gök gürültüsü gülecek, ondan sonra yıldırım yeryüzüne düşecek demiş. Mutlu bulutlar buna çok üzülmüşler. Her zaman kavga etmeseler de, arada bir kavgaya tutuşuyorlarmış. İşte biz o zamanlarda önce gökyüzündeki ışığı görüyoruz, şimşek çaktı diyoruz, sonra gök gürültüsü kocaman bir kahkaha atıyor, ardından yıldırım yeryüzüne düşüyor.

Duyduğumuza göre mutlu bulutlar birbirleriyle çok iyi geçinmeye çalışıyorlarmış. Arada bir kavgaya tutuştuklarında ise bu kavgayı çok büyütmeden hemen çözüyorlarmış.Mutlu bulut olmanın birinci şartı da buymuş zaten.

Küçük Yıldız Ve Tonton Aydede Masalı

 Küçük Yıldız Ve Tonton Aydede Masalı

Küçük yıldız, ne güzel
Pek de şirin bir şeymiş.
Tonton ay dede ona,
Güzel şeyler öğretmiş.



Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde karanlık bir gecenin tam en tepesinde aydede ve küçük yıldız karşılaşmışlar yine. Küçük yıldız Tonton aydedeye selam vermiş, Tonton aydede küçük yıldıza gülümsemiş sonra ikisi de gökyüzündeki yerlerini almışlar.

Uzun bir gece onları beklerken, küçükyıldız “ Hapşu” diye hapşırıvermiş. Tonton Aydede o tarafa doğru dönüp, “Bu gece ayaz var. Üstünü biraz daha sıkı giyinseydin iyi olurdu “ demiş. Küçük yıldız başını sallamış:” Haklısın aydede ama evden çıkarken montumu almayı unuttum, sonra bir baktım anahtarımı da unutmuşum, o yüzden geri dönüp montumu da alamadım. Okul çantamı da evde unuttuğum için ödevlerimi de yapamayacağım şimdi” demiş. Sahiden de bütün gece gökyüzünde durma görevi onun olduğu için, ödevlerini yapamayacakmış. Çünkü yıldızlar gece olunca gökyüzüne gelirler ve gündüz olana kadar yerlerini terk edemezlermiş.

Aydede kocaman kafasını bir o yana bir bu yana sallamış “Ama küçük yıldız, bir yıldız, bu yaşta bu kadar unutkan olmaz ki, hem zaten topu topu kaç görevin var ? “ demiş. Küçük yıldız biraz utanmış, yanakları kırmızı kırmızı olmuş ama görevlerini saymaya başlamış “Dişlerimi fırçalamak, ödevlerimi yapmak, okula gidip gelmek, evden çıkarken anahtarımı unutmamak.” Durmuş durmuş sayacak başka bir şey bulamamış. Aydede Ona bakıp gülümsemiş. “Birkaç tane görevin var, onunda yarısını yapmayı unutuyorsun bak” demiş. Küçük yıldız cebinden diş macunu ve fırçasını çıkarıp “Ama dişlerimi günde üç kere fırçalamayı hiç unutmuyorum” demiş. Sonra küçük diş fırçasını ve macununu kullanarak dişlerini bir güzel fırçalamış.

Tonton aydede o gece beyaz buluttan rica etmiş, beyaz bulut küçük yıldız’ın bulunduğu yerde birkaç dakika durmuş, o sırada küçük yıldız annesini bulup anahtarı almış, sonrada evden okul çantasını alıp gelmiş. O gece sabaha kadar bütün ödevlerini bitirmiş ve ertesi gece gökyüzündeki nöbetine gelirken, montunu da giymiş. Tonton Aydede’nin en çok sevdiği akıllı yıldızlardan biri olmuş.

Bakın gökyüzünde Tonton aydede ve küçük yıldız bize göz kırpıyorlar yine. Gördünüz mü ?

İki İnatçı Keçi Masalı

 İki İnatçı Keçi Masalı

Birbirinden uzakta yaşayan iki keçi varmış. İkisinin de beyaz ayakları varmış. Bu keçiler çayırlarda güzel güzel otluyorlarmış. Bir gün başka yerlere gitmek için ayrı ayrı yola koyulmuşlar. Yeşilliklerde koşup, ıssız ormanlar, sarp uçurumlar geçmişler. Beyaz ayaklı bu iki keçi farkında olmadan bir derenin iki yakasında karşılaşmışlar. İki kıyı arasında bir sırık varmış yalnızca. Bu sırık köprü olarak kullanılırmış. Köprünün altından akan su çok hızlıymış… En cesurları bile korkutabilirmiş. Ama keçiler inatçı… Bu nedenle tehlikeye aldırmamışlar. Korkusuzca köprüye birer adım atmışlar. Bu şekilde adım adım yaklaşmışlar birbirlerine. Sırığın ortasında burun buruna gelmişler. Keçilerden biri şöyle demiş; “bana baksana sen köprüye adımı ilk ben attım. Bu nedenle geçmek benim hakkım. Yol ver de geçeyim.” Öbürü itiraz etmiş. “Olur mu hiç! hoplaya zıplaya geldiğimi görmedin mi? Ayrıca benim soyum seninkinden üstün” diyerek başlamışlaş kavgaya… Ne birbirlerine üstünlüklerini kabul ettirebilmişler ne de bir adım geri atmışlar. Böylece ikisi de dereyi boylamış.

Kurdun ensesi neden kalindir

Kurdun ensesi neden kalindir

Kurdun ensesi neden kalindir

Cevap: Rejim Yapmadığı İçin

Horozla İnci Masalı

Horozla İnci Masalı

Horoz çelebi bir gün
Bir inci çıkarmış çöplükten.
Hemen kuyumcuya gitmiş:
- İyi bir şeye benziyor, demiş;
Gel al şunu da,
Bir mısır tanesi ver bana.
Cahilin birine babası,
Bir kitap bırakmış ölürken,
Eski bir el yazması.
Hemen gitmiş kitapçıya:
- Bak, demiş,Kapağı meşinden.
Gel al şunu da,
Bir liracık olsun ver bana.

Aslan İle Sinek Masalı

Aslan İle Sinek Masalı

Bir gün aslan bir sineğe kızıp bağırmıştı:
-Defol git, cılız sinek!
Sinek ise hiç altta kalmadan aslana savaş ilan etmişti:
-Sen krallık ünvanınla beni korkutacağını mı sandın? Öküz senden daha iri olduğu halde, benden öyle korkuyor ki Sabahtan akşama kadar kuyruğunu sallayıp benden kurtulmaya çalışıyor ama bir türlü benimle başedemiyor
Sinek bu sözlerinin ardından hemen işbaşı yapıp aslanın vücudunun çeşitli yerlerini ısırmıştı Daha da ileri gidip yelesinin içerilerine kadar girip ormanların kralı olan o heybetli hayvanı çileden çıkarmayı başarmıştı
Hayvanların kralı köpürmüş, sinirinden ne yapacağını bilemez bir hale gelmişti Diğer havyanlar onun bu halinden korkup, kaçacak delik aramaya başlamışlardı
Ancak ormanlar kralı bir sineğin oyuncağı olmuştu Evet ufacık bir sinek onu birçok yerinden ısırarak hırpalamıştı Bu nedenle aslanın kızgınlığı son noktasına varmıştı Nasıl kızgın olmasın ki; küçücük düşman galip gelmiş, kendisiyle gülerek alay etmişti Kendisinin güçlü pençeleri, keskin dişleri, herkesi korkutan heybeti o küçücük hayvan karşısında işe yaramamıştı
Bu durum karşısında aslan öfkeden yırtınmış, kuyruğunu havada sallamış ama birşey yapamamış, öfkesinden yorulmuş, bitkin bir halde çöküp kalmıştı
Sinek ise küçücük cüssesiyle savaşı zaferle bitirmişti Bu zaferi herkese duyurmak istemişti Bunun için de büyük bir heyecanla diğer hayvanların yanına gitmek için öne doğru atılmış ancak bir örümceğin ağına takılıp kalmıştı Zaferden adeta başı dönen sinek de gururlanmanın cezasını böylece hayatıyla ödemişti..

Yarasayla Gelincik Masalı

Yarasayla Gelincik Masalı

Yarasa dediğimiz kuşun ne idüğü
Pek belli değildir bilirsiniz:
Kimine göre faregillerdendir,
Kimine göre kuşgillerdendir bu hemşehrimiz.
Bir yarasa dalmış bir gün, tepesi üstü
Bir gelinciğin yuvasına.
Farelere diş bileyen gelincik
Yürümüş üstüne hemen haklamak için:
— Sen ha, demiş; ne suratla gelirsin evime? Az mı kötülük etti
Seninsoyun sopun benim milletime?
Fare değil misin sen?
Ben de gelincik değilim, sen fare değilsen.
— Aman, rica ederim, demiş yarasacık; Farelerle ne ilişkim var benim?
Ben fare ha? Kim çıkarmış bu dedikoduyu?
Benim yok o taraklarda bezim:
Kuşum ben; gözün kanatlarımı görmüyor mu?
Yaşasın göklerde uçan soyum!
Bu sözlere aklı ermiş gelinciğin:
— Haydi, uç git, demiş yarasaya. İki gün sonra bizim şaşkın
Bir başka gelinciğin yuvasına düşmüş, Ama bu gelincik de kuşlara düşmanmış.
Uzun burunlu Bayan Yarasayı Kıtır kıtır yiyecekken kuş diye, 
— Aman etme, demiş yarasa; Kanatlarıma bakıp beni kuş sanma: 
Fareyim ben, yaşasın . faregiller! Ve kuşların canını alsın Jüpiter! 
Yarasa bu kurnazlığıyla Kurtarmış canını bir kez daha.

Çoklarını gördük böyle,
Tehlike karşısında bayrak değiştiren.
Adamına göre,
Yaşasın kral der kimi zaman,
Kimi zaman da: Yaşasın krala kumpas kuran!

Değirmenci Oğlu İle Eşeği Masalı

Değirmenci Oğlu İle Eşeği Masalı

İki şairimiz, Malherbe ve Racan, Baş başa kalmışlar bir gün. Aralarında açık konuştukları için:
- Sana bir şey soracağım, demiş Racan; Sen görmüş geçirmiş adamsın,
Hayatı benden iyi bilirsin. Benim artık karar verme zamanım. Ben kimim, nem var, ne işe yararım? Bunları senden iyi bilen yoktur.
Ne dersin? Gidip taşrada mı yerleşsem? Orduya yahut saraya mı girsem? Her şeyin acı tatlı tarafları var; Kimi insan savaşta rahat eder de Evinde karısıyla rahatı kaçar. Bıraksalar ne yapacağımı bilirim. Ama dört yanı da memnun etmek lazım: Ailem ne der, saray ne der, halk ne der? Hepsini düşünmek ister.
- Boşuna! demiş Malherbe gülerek, Önce şu hikâyeyi dinle,
Bir yerde okudum geçenlerde: Bir değirmenciyle oğlu varmış. Adam çok yaşlı, oğlu daha çocuk. Çocuk dersem, on beş on altı yaşlarında.
Baba oğul pazara gidiyorlarmış Eşeklerini satıp bir yenisini almaya. Eşek dinç görünsün, para etsin diye Bağlayıp ayaklarından bir direğe Baba oğul sırtlarına almışlar eşeği. İlk gören basmış kahkahayı:
- Bunlar, demiş, eşek şakası yapıyorlar, Ama eşeğin eşeği olmuş kendileri. Değirmenci bakmış, adamın hakkı var: Çözmüş, indirmiş eşeği yere.
Eşek anırıp belli etmişse de Taşınmaktan çok hoşlandığını, Aldırış etmemiş ihtiyar. Bindirmiş oğlunu eşeğe, Deh! diye vurmuş sırtına sopasını. Üç köylüye rastlamışlar yolda, En yaşlısı bağırmış delinkanlıya:
- Yuf be! Utanmak yok mu sende? Ak sakallı baban yaya,
Sen eşeğin sırtında, keyfinde. Onu bindirip sana yürümek düşer. Adamlar haklı, deyip değirmenci, İndirmiş oğlunu kendi binmiş eşeğe. Üç genç kıza rastlamışlar bu sefer;
- Koca moruk! demiş bir tanesi; Yazık değil mi zavallı delikanlıya? Sersem, papa mı sanıyor kendini? Koca öküz eşekte, çocuk yaya!
- Kız, git işine, demiş değirmenci; Öküzlük ne gezer bu yaşta, bende? Ama bakmış içerleyen içerleyene, Almış delikanlıyı terkisine.
Biraz sonra başka yolcular, İkisini birden alaya almışlar:
- Yuf! demişler; insaf yok mu sizde? Zavallı eşek ölecek neredeyse!
Emektar bir hayvana yapılır mı bu? Postunu mu satacaksınız pazarda? Anlamış sonunda değirmenciyle oğlu: Herkesin dediğini yapmak boşuna. Ama, haydi demişler; inat etmeyelim; Bir de bunlarınkini deneyelim. İnmiş eşekten, başlamışlar yürümeye. Bir başkası başlamış alay etmeye:
- Hoppala, demiş; bu da yeni moda: Eşek önde boş, değirmenci arkada. Anlamadık: Kim eşek, kim sahibi? Alın sırtınızda taşıyın bari!
Bir türkü vardır Üç Eşek diye, Tam size göre.
- Doğru, demiş değirmenci; ben bir eşeğim; Eşek olmasam uyar miydin sizlere?
Ama bundan sonra ne derseniz deyin Beni ister beğenin, ister beğenmeyin; Canım nasıl isterse
öyle yaparım. Öyle yapmış, sonunda herkes de beğenmiş.
Bana sorarsan dostum, böyledir bu iş:
İster Mars çeksin seni kendine,
İster Venüs, ister kral!
İster savaş, ister seviş,
İster taşraya git, ister burada kal!
Ne yapsan bir şey söyleyecekler elbet;
Bırak söylesin millet!

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...