TAVŞANLARIN KUYRUKLARI NEDEN UFACIKTIR?




Tavşanların kuyruklarının ufak olduğunu sanıyorsanız yanılıyorsunuz demektir.Bir zamanlar tavşanlarında tilkiler gibi uzun,tüylü ve süslü kuyrukları varmış.Ama meraklı ve maceracı yapıları nedeniyle güzel kuyruklarını kaybetmişler.İşte bu masal bunu anlatıyor.

Tavşan bir zamanlar denizin ortasındaki adaların birinde yaşarmış.Çepecevre denizle kaplı olan bu adanın uzaklarında anakara varmış.Tavşansa kendi küçük dünyası olan bu adasında aslında pek de mutlu değilmiş.Karaya çıkmak,oradaki hayatl atanışmak istermiş.Oraya nasıl varacağını ise bilemezmiş.Yüzme bilmiyormuş ve adadan ayrılabilmesini mümkün kılan başka bir yöntemde bilmiyordmuş.

Adanın etrafında çok sayıda timsah yaşarmış.Bu timsahlarla konuşan tavşan bir oyun düşünmüş:
"Sizce bu dünyada sizinkilerin mi yoksa bizimkilerinmi sayısı daha fazla demiş?"

"Elbette timsahların sayısı fazladır!"

"Ben ise tavşanların timsahlara göre çok daha fazla olduğunu düşünüyorum"demiş tavşan."İstersen bunu sayabiliriz.Sen bütün timsahlara habet ver.Buradan şu uzaktaki karaya doğru yan yana dizilsinler.Ben onları tek tek sayayım.Sonra geri dönüp tavşanların bilançosunu yapar ve karşılaştırırız."

"Neden olmasın!"demiş timsah ve bütün timsahları tavşanın dediği gibi ada ile kara arasında yan yana sırayla dizmiş.

Tavşan da timsahların üzerinde4,birinden diğerine atlayarak bir,iki,üç,beş,onbeş,elli,yüz diye sayarak karaya doğru ilerlemeye başlamış.Artık sontimsaha sıra gelmiş ki,tavşan geriye dönerek bağırmış:

"Akılsız hayvanlar!Beyinsiz kertenkeleden ne farkınız var?Ben artık karaya vardım.Tavşanlarıda siz sayın zahmet olmazsa!"

Ama timsahları kandırdığını sanan tavşan biraz erken sevinmiş.Çünkü bu sözleri duyan son timsah
başını çevirdiği gibi,karaya doğru atlayan tavşanın kuyruğunu çenesiyle yakalamış.

Tavşan bu defa kurtulmuş,kurtulmuş olmasına rağmen kuyruğunu yitirmiş.İşte o gün bugündür tavşanlar adadan kurtulmanın bedeli olarak ufak kuyruklarını taşırlar.

FARECİK VE KIRMIZI ELBİSE



Köylerden birinde ihtiyae bir adam yaşarmış.Bu yaşlı adamın kapkara bir köpeği varmış.Fakat köpek okadar küçükmüşkiiyaşlı adam köpeğine "FARECİK" adını takmış.

Farecik ormanda avlanmayı çok severmiş.Sahibiyle ormana gittiğinde oradan oraya koşar,mutluluk için çalıların diplerini koklar,deliklere başını sokar bakarmış.Hep küçük bir tavşan yakalamak istermiş.

Soğuk kış günlerindenbirinde,yaşlı adam ve köpeği yine ormana gitmişler.Farecik dört bir yana koştururken,birden çok tuhaf bir koku duymuş.Heyecanla kokunun geldiği çalılığa doğru atılmış.Orada çalıların dibinde bir delik görmüş ve içeri girmiş.Bu delik,aşağılara doğru gidenbir dehlizin çıkışıymış. Küçük köpekçik,sürüne sürüne dehlizden aşağıya doğru ilerlemiş.Derken ansızın karşısına uzun kulaklı,burnunuoynatan bir tavşan çıkıvermiş.Farecik cırtlak sesiyle avazı çıktığı kadar havlamaya başlamış.

"Hav ,hav,hav..."

Ama tavşan kaçmıyor,burnunu kıpırdatarak,kulaklarını bir o yana ,bir bu yana eğerek köpeğe bakıyormuş.

"Neden kaçmıyorsun?"diye sormuş Farecik."Sen kaçmazsan,ben seni nasıl kovalar ve yakalarım?"

"Beni niye yakalamak istiyorsun?"diye sormuş tavşan.

"Onu tam bilemiyorum.Ama tavşanların köpeklerin önünden kaçtıklarını,köpeklerinde onları yakalamak için koştuklarını iyi biliyorum!Benden korkmuyormusun?"

"Senden korktuğumu pek sanmıyorum.Sen öylesine küçüksünki ne kadar bağırıp çağırsan beni korkutamazsın.Ayrıca kes havlamayı.Bak yavrularım da burada ,onları sevebilirsin."

Anne tavşan,dehlizden dönüp yuvaya doğru ilerlemiş.Farecik de peşi sıra gitmiş.Yuvada beş tane minicik yavru tavşan oyun oynuyormuş.

"Bak artık yuvamızı da biliyorsun.Seni her zaman bekleriz."demiş anne tavşan.

Ertesi gün mevsimin ilk karı yağmış.Yaşlı adam,köpeği üşümesin diye Farecik'e kenarları kırmızı güzel bir elbise giydirmiş.Farecik ise bu durumdan hiç hoşlanmamış.Elibiseye alışık olmadığı için sırtını gıdıklıyor,koltuk altlarını gıdıklıyormuş.Çıkarmaya çalışmış ama ne mümkün.Yaşlı adam romatizmalı bacaklarını ısıtmak içinateşin başına oturduğunda,Farecik koşa koşa tavşanların yuvasına gitmiş.Bir yandan havlıyor,bir yandan da kuyruğunu hırsla sağa sola sallıyormuş.

Anne tavşan,Farecik'i görünce iki elini birbirine çarpmış:

"Aman Tanrım"demiş."Ne kadar güzel bir buz pateni elbisen var!"

"O buz pateni elbisesi değil"demiş öfkeyle Farecik."Bu kenarları kırmızı şeritli,sıradan ve sıkı bir elbise ve beni fena halde kaşındırıyor.Lütfen çıkarmama yardım et tavşancık!Yavrularına yorgan olarak kullanabilirsin."

Anne tavşan yavaşça elbiseyi çıkarıp,uyuyan yavruların üzerine örtmüş.

"Ne güzel yavrularım var değilmi?"demiş."Sende çok iyi kalpli bir köpeksiz.Lütfen bize başka zamanda gel."

Farecik mutluluktan uçarak eve koşmuş.Her zamanki gibi yine havlıyormuş elbette,ama bu defa mutluluktan havlıyormuş.Yaşlı adam,köpeğin ne dediğini ve neye sevindiğini anlamıyormuş.Onun bu işten anladığı tek şey,sevgili köpeğinin kırmızı elbisesini ormanda kaybetiği olmuş....

KIRLANGIÇLAR



Sıcak yatağımda uyurken babam heyecanla odaya girdi:"Hadi bakalım tembel tavuklar!Kalkın pencereleri açın,bakın kimler var.Gece misafirlerimiz geldi ve sizi selamlıyorlar.Dinleyin."

Çatının altındaki pervazlardan cıvıl cıvıl kuş sesi geliyordu:

cikcirikcik cikciri
girme sakın içeri
bir kemik kaldık bir deri
işte sana bir böcek
şuna bir bak ne iri
cikcirikcik cikciri

Kırlangıçlar gelmilşlerdi demek!İki kardeş yataktan fırladık.Camlara koştuk.Bir kırlangıç ailesi,çatının saçaklarının altında kendilerine yuva yapmaya hazırlanıyordu.Kış soğuğundan kaçıp,uzun yolculuğun ardından gelmişlerdi.Sıcakların başlamasıyla yine bizimleydiler.

Çmur topluyor ağızlarında onu ıslatıp damla damla yuvalarını örüyorlardı.Herbiri bir duvarcı ustasının becerisiyle çalışıyor,her hareketiyle bir şeyleri ifade ediyordu.Davranışlarının diğerleri için mutlaka bir anlamı oluyordu.

"Çamur varmı daha?"
"Evet,getiriyorum!"
"Biraz daha uzat."
"İşte burada al."
"Biraz çerçöp de lazım."
"Yorulduk,yemeğe ne var?"
"Ne istersin?"
"Böcek,tırtıl ne güzel olur."
"Kırlangıçlar haydi yemeğe."

Hepsi pır diye uçuverdi.Bahçenin yeni kazılmış sıcak toprağına,bir ziyafet sofrasında yerini alır gibi neşeyle yayıldılar.Her adımda önlerine çıkan lezzetli,şişman kurtları,börtü böcekleri toplayarak karınlarını iyice doyurdular.

Bir hafta içinde bir yandan yuvalarını yaptılar,diğer yandanbahçedeki kurtları ve tarim için zararlı böcekleri yediler.Toprak artık tam kıvamındaydı.Sebzeler dikilebilirdi.

Kırlangıçlar evimize uğur getirmişti.Bahçemiz bu sene kırmızı domates,taze biber ve taze fasulye ile dolacaktı...

KARTAL VE TAVUKLAR




Bir bahar günü köy evinin ardındaki tavuk kümeslerinin olduğu bölge alışkın olduğu günlük hayatı yaşamaya devam ediyormuş.Küçük paytak ördek yavruları su birikintisinin içinde oynaşıyıyor,civcivler birbirlerini kovalıyor,horoz yavruları babalarını taklit ederek ötmeye çalışıyor seslerini deniyorlarmış.

Kümeslerden birinin tepesine konan bir serçe ise aşağıda kendisine bakan üç tavukla sohbet ediyormuş.

"Benim yükseğe uçabileceğimi biliyorsunuz.Beni çok kezde uçarken gördünüz.Fakat kartal varya kartal,öyle yükseğe uçuyorki buradan göremezsiniz."

Hayatlarında hiç kartal görmeyen tavuklar hayret etmiş."Keşke demiş kartal olabilseydim"bir tanesi hayranlıkla."Ben kartal olsam şimşeklerin üstünde uçardım"demiş ikincisi."Ne yazıkki ben hiç kartal görmedim daha"demiş beneklisi.

Tam o sırada gökyüzünden hışımlabir şey inmiş,kümeslerden birinin tepesine konmuş.Serçe bunun kartal olduğunu hemen anlamış.Tavuklara şöyle demiş:

"Siz hiç kartal görmediğinizden yakınıyordunuz ya işte kartal huzurunuzda.Arkanızdaki kümesin tepesinde duruyor."

Tavuklar dönerken kartal da yandaki kümesin üstüne sıçramış."Ünlü kartal bumu!"diye dudak bükmüş birinci.

"Buda uçmak mı ben bundan daha iyisini yaparım."diye dudak bükmüş ikincisi."Onunda iki kanadı var bizimde!Onun da iki ayağı var bizimde!Bizden nesi fazla anlayamadım!"demiş üçüncü yani benekli tavuk.

Kartal bu konuşulanlara kulak misafiri olmuş."Demek sen küçük benekli,benim sizden farkım olmadığımı düşünüyorsun.Ben eğer canım isterse gökyüzünden iner,bir kümesten ötekine uçarım,ama sizin hayatınız bir kümesten ötekine uçmakla sınırlı.Gökyüzüne uçmayı denesene bir!"

Sonra da görkemli kanatlarını açtığı gibi bir saniye içinde gökyüzünün derinliklerinde kaybolmuş.Tavukların da ağzı açık kalmış bu durum karşısında.

KUŞ OLMAK İSTEYEN AYI YAVRUSU



Bir zamanlar küçük bir ayı yavrusu varmış.Bu ayının isteği kuş olabilmekmiş.Sonunda birgün ormanda dolaşıp,ağaçların dallarında şakıyan kuşlara seslenmiş:

"Günaydın kuşlar,bende bir kuşum işte!"Kuşlar kahkaha ile gülmüşler:

"Sen kuş değilsinki!Kuşların gagaları olur."

Ayıcık kendine ormanda bir gaga aramaya başlamış.Gagaya benzer bir tahta parçasını çam reçinesiyle burnuna yapıştırmış.Kuşların yanına geri dönmüş:

"Bende kuşum artık!Bakın gagam bile var."

"Olurmu canım kuşlar şarkı söylemesini bilirler."

Ayıcık buk ez ümidini kaybetmek üzereymiş.Çünkü şarkı söylemesini hiç bilmezmiş.Ama ormanın ucunda.şarkı söylemesini öğrenebileceği ötücü kuş arkadaşı aklın agelmiş.Hemen onun yanına gitmiş:

"Canım arkadaşım.Ne olur ban aşarkı söylemesini öğret!"

"Bilmwm öğrenebilirmisin?Aslında şarkı konusunda ayıların yeteneği yoktur.Ama istersen deneyebiliriz.Benim söylediklerimi tekrar et bakalım:do,re,mi fa,sol,la,si,do..."

Küçük ayı günlerce şarkı söylemeyi öğreten kuşun dediklerini tekrarlamış durmuş.Öğretmeni çalışkan olduğu için onu övmüş.Sonunda şarkıyı öğrenmiş ve kuşların yanına gitmiş şarkısını söylemiş:

"Do,re,mi,fa,sol,la,si do..."

"Hayır,hayır"demiş kuşlar."Gagan olsada,ötmesini bilsende sen kuş değilsin.Çünkü sen uçamıyorsun."

Küçük ayı yavrusu uçmayı d aöğrenmeye karar vermiş.Ayakları üzerinde zıplayıpöne doğru atılmış,ama bu uzun atlama gibi bişey olmuş.Uçmakla ilgisi yokmuş.

"Şimdi beni dikkatle izleyin kuşlar"demiş.Yüksek bir kayanın tepesine çıkarak oradan kendini aşağıya bırakmış.Kollarını kuşların kanatları gibi yana sallıyormuş,elbetteki bu hareket onun uçmasını sağlamıyormuş.Yukardan yuvarlanan bir taş gibi hızla yere çakılmış.Her tarafı acı içinde kalmış,Tahtadan yapıp reçineyleyapıştırdığı gagası da yerinden kopmuş.Zorlukla düştüğü yerden doğrulurken,kuşlar da bu kadar eğlenceyi yeterli bulup ayı yavrusunun yanından ayrılmışlar.

Ayı yavrusu ise acıyan yerlerini ovarak ormana doğru ilerlemiş.Ağaçların sıklaştığı bir yerde oturup biraz kendine gelmek isterken burnun aböğürtlen kokusu gelmiş.Gerçekten de aradaki böğürtlen çalılığı olgun kırmızı böğürtlenlerle doluymuş.Gidip bir güzel karnını doyurmuş.Olgun böğürtlenleri,yaban ballarını,çeşit çeşit meyveleri,taze balıkları yemek ve ormanın tadını çıkarmak,yanidünyada bir ayı gibi yaşamak varken başkalarına özenmek delilik diye düşünmüş ayıcık.Ondan sonra daha ayı olarak dünyaya geldiği için üzülmemiş.

KÜÇÜK ÇOCUK VE OYUN ARKADAŞLARI




Bir zamanlar yoksul bir çocuk tanımıştım.Ailesi o kadar yoksul,o kadar yoksulduki,çocuklara birtek oyuncak bile alamıyorlardı.Bu zavallı çocuğun oynayacağı hiç oyuncağı olmamıştı.Ama bu çocuğun her şeye rağmen oynadığı güzel oyunları vardı:

Kendi gözleri,ağzı,kulakları,burnu,saçları,boynu,iki kolu,iki eli,iki ayağı onun oyunlarıydı.Saçı rüzgarda uçuşur,oynaşırdı.Kulakları cıvıl cıvıl kuşların neşeli şarkılarıyla,şarıl şarıl akan derelerin sesiyle dolu olurdu.Burnunda çiçeklerin kokusu,kırlardaki taze meyelerin,annesinin tabağına koyduğu cana can katan çorbanın kokusu uçuşurdu.İki eli kıpır kıpır oynaşırdı.İki ayağı bütün gün koşuşur.Mutlulukla hoplar zıplardı.İki kocaman gözü bütün gün eşyaların üzerinde dolaşır,minik sevimli ağızı sürekli sorular sorardı.Böylesine neşelei ve mutluydu bu çocuğun yaşamı.

Sonra akşam olduğunda yıldızlar ve ay çıktığında dünya sessizleşirdi.Küçük çocuğun sürekli soran ağzı sakinleşir,kulakları artık dünyanın cıvıltılarına karşı ilgisizleşir,başı sağa sola dönmez,elleri ile ayakları kıpır kıpr oynamazdı.Ellerini yorganının üzerine yerleştirir,sırma saçları yastığın üzerinde dağılır,ayaklarını bir iki oynatır sonra...

Ve sonra küçük gözlerini yavaş yavaş kapatırdı.Küçük çocuğun bütün oyuncakları,gözleri,ağzı,burnu,kulakları,saçları,boyunu,kulakları,elleri ve ayakları da hep birlikte uykuya dalardı.Sabah ise yeni güne birlikte hepsi oyunlarına yeniden başlarlardı.

HARİKA KABAK



Dul annesiyle bir hayat süren oğlancık varmış.Annesinin çevresindeki evlerde temizlikten,çamaşırdan para kazandığı üç beş kuruşla geçinmeye çalışırlarmış.Ama akşam bir çorba ekmekten başka yemek çıkmazmış sofralarına.

Bir gün oğlancık eve gelirken yolda bir kabak görmüş.Kocaman balkabağını zar zor eve taşımış.Annesi kabağı görünce çok sevinmiş.

"Akşama pişirir tatlı yaparım evlamdıma"demiş.

Kabak dile geldiğinde anneyle oğlu şaşkına dönmüş.

"Olmaz!Sen beni pişirme!"

"Ya ne yapalım peki?"demiş küçük oğlan.

"İçimi oy,bıçakla ban agöz,ağız yap.İçime bir mum dik,mumu yak.Sonra beni ayakkabılarının üzerine koy.Yanıma da iki eldiven bırak.Sonrasına da karışma."

Çocuk kabağın dediklerini yapmış.Kabak birden hareketlenmiş,kapıdan çıkıp gözden kaybolmuş.Kadınla oğlu da çok üzülmüş.Kabak yiyemedikleri gibi,giden ayakkabı ve eldivenlere de üzülmüşler.Bir süre sonra kapı çalınmış:

"Bumbumbumbumbum...."

Çocukkapıyı açtığında,hayretle kabağın geri geldiğini görmüş.Kabağın yanından sarkan eldivenler kocaman bir ekmek tutuyormuş.

Kabak ekmeği bırakıp,içinde yanan mum alevlerini pır prı ışıldatarak yine gözden kaybolmuş.Biraz sonra kapı yine çalınmış:

"Bumbumbumbumbum..."

Kabak bu seferde kocaman bir sucuk getirmiş.Sucuk o kadar büyükmüş ki,eldivenler zor taşıyabiliyormuş.Sucuğı bırakan kabak,neşeli alevini parıldatarak yine geceninkaranlığına koşmuş.

"Bumbumbumbumbum..."diye kapı çalınmış tekrar.Bu seferde bal getirmiş.Kabak sabaha kadar gidip gelmiş:Elbiseler,ayakkabılar,etler,sütler,şekerler taşımış.yoksul evin yoksul kileri ağzına kadar dolmuş.Sabaha karşı kabak eve son gelişinde artık çok yavaş hareket edebiliyormuş:

"Kabakçık yoruldunmu?"

"Evet" demiş kabak."Artık yorgunum."

Sözlerini bitirir bitirmez de yığılıp kalmış.Eldivenler iki yanına düşmüş.Ayakkablılar cansız kalmış.Kabağın içindeki mum sönmüş.

Çocuk çok üzülmüş.Kabağın çekirdeklerini temizlemiş.Bahara onları ekmiş.Belkide çekirdeklerden yeni harika kabaklar çıkar diye beklemiş.Belkide hala bekliyordur küçük çocuk.

Bu Kadın Neden Ağlıyor Anne?!




Gözlerimde çapaklar birikmiş bir şekilde yataktan miskince kalkıp güzelce kahvaltımı ettim. Kahvaltı dediğime bakmayın, sadece bir dilim çok tahıllı ekmek ve beyaz peynir! :) Sabahları pek kahvaltı edemiyorum da! Şaşı bak- Şaşır edasında kadın programlarını açmış bir halde; "Kim kiminle nereye kaçmış?" ve "Bu kadın neden ağlıyor anne?" serzenişleriyle ayılmaya çalıştım. Ahhh! Sonbahar sen nelere kadirsin?! :) Kışın doğan ve kıştan nefret eden bir insan olarak, en sevdiğim mevsim Sonbahar! :) Kendine özgü karamsarlığı içinde insana garip bir romantizm ve güç veren haline bayılıyorum sevgili okuyucularım! Bende, daha Yaz mevsiminin miskinliğinden çıkamamış halime sinirlenip bugün kalktıp iki çeşit cici yaptım! Ohhhhh! Ferahlatıcı bu his, nasılda iyi hissettiriyor kendimi! :) Öncelikle Süt, Su, Mısır Nişastası, Un ve Şekerden oluşan Su Muhallebisi yaptım. Su Muhallebisi nedir derseniz, Saray Muhallebicisindeki onlara özgü muhallebinin aynısı oluyor çocuğum! Çok şekerli değil yaklaşık iki kaşık kadar toz şeker var içinde fakat üstüne yaptığım Çikolata Sosunu döktüğümüz anda işler değişti ve ağız sulandırıcı bir hal aldı. Düşünün babam, babaannem ve Serra, resmen bayıldırlar! İşin öteki yönünden düşünürseniz, rejimdeki bayan arkadaşlar için mükemmel bir lezzet! Serra, doğal olarak yedi tabi ki! :))) Normalde Su Muhallebisinin buzdolabında 1 gece beklemesi gerekiyordu ama biz gördüğünüz gibi beklemedik! Kim bekler ki yahu?! :) Muhallebiciği yaptıktan sonra son gaz yerimde durmayıp, sessiz günün tadını çıkartırken, Boşnak Talısı yapmaya karar verdim. Söylemem gerekiyor ki, kökenlerim Makedon olduğu için bunu yapmak pek alışık olmadığım bir şey! İkisi aynı şey demeyin, çünkü değiller! Yemek türleri neredeyse birbirinin aynısı olsa da, lezzet ve yapılışları arasında küçük farklar var sevgili okuyucularım. Ben yine de elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım. Boşnak Tatlısı, Şekerpare kıvamında fakat içinde sevmediğim şey olan Ceviz, Hindistan Cevizi ve Tarçın bulunuyor. Yadsı bir biçimde şekil veriyorsunuz. Fırında piştikten sonra da güzelce Şerbetini üstüne döküyorsunuz. Misss Mübarek missss! Aynı zamanda da, Ramazan Ayı içinde hem hafif hemde lezzetli bi cici kendisi. Hoşşş! Babaannem hala aldığım Güllaçları ne zaman yapacağımı soruyor bana ama yapma zamanı sanırım bir dahaki sene olacak! :))) Boşnak Tatlısı, göçmen çocuğum da mideye höpürdeterek afiyetle indirildikten sonra herkes üstüne bir güzel soda içti! :)))
İnsanın canı gece gece tatlı çeker mi yahu? Kadın olmak çok zor kardeşim! :) Ehh! Bu kadın neden ağlamasın anneeee? :))
Bon Appetit!

Ben mi? Nasıl Yani Yaa? Neee? Hadi Canım!!

Eğer blogumu okuyorsanız, benim için şafak 26 olduğunu mutlaka biliyorsunuzdur sevgili okuyucularım. Geriye sayım; okulumun başlamasıyla bitiyor! :) Ahhh! Bu nasıl bir heyecandır ve nasıl bir cümbüştür? Hatta şenlik edasıyla pır pır eden yüreğim nasıl dizginlenir bilemiyorum! :) Eğer yolunu biliyorsanız, lütfen benim gibi heyecanlı bir kişiliğe bunu açıklamaya çalışın! :) Bu blogu yazmaya başladığımdan beri birkaç ay geçti ve ben gün geçtikçe B noktama yaklaşıyorum! Evet! Sizde buna şahit oluyorsunuz! Düşüncelerin somutlaştığının küçük bir kanıtıyım ben! Bu işe başladığımda benimle alay eden çok kişi oldu. Nasıl olur da bir kişi, bir hayalini hiçbir şeye dayanmayarak yapabilirdi değil mi? İsteyerek ve inanarak, nasıl bir şeyi elde edebileceğimi anlayamadı çoğu kişi. Ben bu işe başladığımda, öyle sandığınız gibi bilgim ve ya pratiğim yoktu. Didindim, uğraştım, panikledim, çılgınlar gibi çalıştım ve tabi ki her kadın gibi sızlandım! Offf.. Hemde nasıl! :) Fakat bir an olsun bile yapamayacağıma inanmadım! Bir an bile.. Herşey yetenek ve çok çalışmakta gizliydi sadece.. Amacımı tekrar hatırlatmam gerekiyorsa, ben bir hayal kurdum ve bunun olabileceğine inandım! Elimde ne param vardı ne imkanım! Çalıştığı iş yeri kapatılmış ve ortada kalmış biriydim. Abuk subuk işler yaptım. Bakmayın, kolay şeylerden bahsetmiyorum. Ağladığım çok zaman oldu. Ben ne yaptım? Hayalimin peşinden gittim. Kolay oldu mu? Kesinlikle hayır!!! Milyon tane beni gaza getirici kitap okudum. Dedim size, pek hırslı bir insan değilimdir. Ailemin ve arkadaşlarımın tam zamanlı bir iş bulmam için yaptıkları psikolojik baskılara kaplan gibi sert bir şekilde karşı çıktım. Elimde koskocaman bir HİÇ ile başladım küçük serüvenime! Salonumda duran kara tahta da hala "Mucizeler mümkündür!" yazıyor mesela. Her gece yatmadan önce ona bakıp gülümsüyorum. Hayatın bütün karamsarlığına rağmen optimistik düşünce yapımı hiç bozmadım. Her gün hayalime bir adım daha yaklaşacağımı biliyordum. Gün geçtikçe daha başarılı oldum. Başarılı oldukça siparişler gelmeye başladı. Duyuldukça duyruldu daha çok sipariş aldım. Sonunda okulun önkayıt parasını biriktirmiştim! Diyorum size sevgili okuyucularım, elimde bir kuruş bile yoktu! O kadar parayı nasıl ödeyecektim! Ardından daha çok sipariş ve tatammmm!!!! Hadi mucizelere inanmayın bakalım! Eh! Örneğim işte! Bundan daha iyi kanıt olur mu?! :) 20 Eylül itibariyle Mutfak Sanatları Akedemisi, Uluslararası Profesyonel Pastacılık ve Ekmekçilik Eğitimi (MSA) öğrencisiyim! İlk B noktam tamamlanıyor. Herşeyden önce bunun için heyecanlıyım! O yol bir şekilde açılıyor sevgili okuyucularım. Siz bile şaşırıyorsunuz..
Çoğu arkadaşım, çeşitli kurslara gidip Butik Pastacı oldu. Ya kendi dükkanlarını açtılar ya da bir yere girip çalışmaya başladılar bile. İnanmayacaksınız, son zamanlarda duyduğum herkes pastacı!!! Babam bana, ben kendi dükkanımı açana kadar çoktan herkesin açacağını söyledi bu akşam. :) Sizde böyle bir durumda kalsaydınız ne yapardınız? Eskiden olsa ben, sinirlenip hayata küserdim! Oysa simdi, hepsini gönülden tebrik ediyorum! Hatta gurur duyuyorum! !Özellikle Semacığımı gönülden tebrik ediyorum! Beyaz Fırında çok başarılı işler çıkartıyor. Herkes istediği ve sevdiği şeyi yapıyor. Bundan daha güzel ne olsun! Herkesin yolu farklı sevgili okuyucularım ve herkes ne iş olursa olsun, kendi nasibini yiyiyor! Nitekim bende öyle olacağım. Kendime daha değişik bir proses belirledim. Okuldan mezun oldum, hemen bir yer açayım gibi bir düşüncem yok! Herşeyden önce mutfaklarda pişip Pastry şef olmam gerekiyor! Gerekiyorsa, ayaklarım kanasın yorgunluktan! Benim baş koyduğum yol bu! Nokta! Tamam..Tamamm.. Bazen panikliyorum!! İnsanım yani! Daha mutant olmadım! :)) Nasıl olacak? Ne yapacağım? gibi düşünce öbekleri beynimde yankılanıyor! Ne yapıyorum biliyor musunuz? Kendime güzel bir Türk Kahvesi yapıp güzel bir müzik açıyorum. Gözlerimi kapatıp gülümsüyorum. Marie Curie teyze ne demiş: "Korkulacak hiçbir şey yoktur. Anlaşılması gereken şeyler vardır!" Olay sadece, her B noktasına geldiğinizde yeni bir B noktası belirlemek. Sonra bırakın kendinizi ve olayların oluşmasına izin verin. Eğer ben hayalimi gerçekleştirebiliyorsam, siz neden yapamayasanız?! Hadi söyleyin, hala mucizelere inanmıyor musunuz? Hala mı??!!
Bon Appetit!

Bir "Cathering" Hikayesi



Pazar gününü değişik geçirelim diye Ümraniye IKEA'ya gittik. Şunu çok net anladık ki, haftasonları kesinlikle dışarı çıkılmaması gerekiyormuş! Biraz dolaştıktan sonra ağız tadıyla kahve içelim dedik ve sevdiğimiz bir mekana oturduk. Şans bu ya, canım arkadaşım Ceren'i gördük. Pazartesi günü, yani bugün, bir toplantılarının olacağını ve benim yapıp yapamayacağımı sordu. Son gün ve gece saat 22:00'de bunun haberini alsanız ve ertesi gün öğlen 12:00'ye yetiştirmeniz gerektiğini bilseniz ne yapardınız? Ama ben Yapmaz mıyım?! Uyumam yine yaparım! Eve gidene kadar ne yapıcam ve ne yapsam diye kafa ütüledim tabi ki! Evin kapısını açmamla üstümü değiştirip mutfağa girmem bir oldu diyebilirim sevgili okuyucularım! :) Fındıklı Ay Şekilli Kurabiyelerimin hemen hamurunu tuttum. Ama o kadar akıllıyım ki, yanlış un kullanmışım o panikle! :) Yani annemi ne diye dinliyorsam artık! Git bildiğin özel ununu kullan yani değil mi?! :) Halim perperişandı dün gece!!! Ağladım ve deli gibi zırladım hatta bir ara hayattan nefret bile ettim diyebiliriz! :))) Sonra "kesseler acımaz" diyerek yola devam! Hayatımda başladığım hiçbir işi tam anlamıyla yapmadan bitirmedim. Sabah 7:00'e saati kurdum. Uyanır uyanmaz, fırına gidip yeni mis gibi un aldım. Sonra marketten eksikler giderildi. Tam teşhizatlı bir biçimde mutfakta savaş bayraklarımı çektim ve güzel bir müzik açtım. Ohhhh! En iyi rahatlama methodum! :) Sonra ver elini Damla Çikolatalı Kurabiyeler, Ay Şekilli Kurabiyeler, Peynirli Tartaletler, Milföy hamurundan çeşitli ciciler, Kanepeler, Brownie'ler ve Elma Topları!! Toplam 10 çeşit bir yiyecek grubuyla hazırdım ki, sevgili arkadaşım toplantının 31 Ağustos'a ertelendiğini söylemek için beni aradı!!!! :)) Tam benlik bir olay!! Nitekim ben herşeye gülebilen bir yapıya sahip olduğum için bu durum içinde ,yine gülme krizine tutulma için, bir neden daha buldum! Hakikatten harikuladeyim sevgili okuyucularım! :) Telefonu daha kapatırken, babam, annem ve Arzu çoktan durumu anlayıp tartaletlere ve kurabiyelere gömülmüşlerdi bile! :))) Bugün de öğle yemeğini atlattık diyelim. :))) İşin olumlu tarafından bakmak lazım, toplantının olacağı günü şimdiden biliyorum ve hazırlıklarımı ona göre yapacağım. Hem aklımdaki şeyleri daha rahat yapabilirim. Mesela, italyan kırması kızlarım; Macaronlar! :)))) Voila!!! :))
Mutfaktaki kirli yığınını toplarken, her zamanki gibi müthiş sakarlığımla kafamı ahşap rafın köşesine vurdum mu? Vurdum!!! Çığlıklarrrr, göz yaşı fırlamaları ve kesik çığlıklar eşliğinde mükemmel bir senfoni orkestrası edasındaydım! :)))
Slogan yarışmasında birinci olan slogana kadar Bon Appetit! yazmaya devam edeceğim sevgili okuyucular.. Şimdi gidip 1 saat yürüyüş yapmam lazım. Okula az kaldı ve form tutmam lazım! Onca saat ayakta kalıcam yahu! Hmmppfhhhh.. :/
Bon Appetit!


Sızlanmak Normaldir!!!



Havaya endeksli yaşayan biri olarak, geçen akşam arkadaşlarımızla Yeşilköyde gittiğimiz bir Balıkçı sonrası dehşet bir vicdan azabı duydum! Neden mi? Sizinde fark ettiğiniz gibi bir süredir öyle kendimi tatmin edecek ciciler yapmadım ve bu beni inanılmaz rahatsız etti. Tabi dilime de vurdu! :) "Bir şeyler yapmalıyım!" diye sızlanan ve suratı asılan bir kız oldum çıktım! Tamammm, bende her kız gibi sızlanıyorum! Ne de olsa DNA'larımda alışveriş manyaklığı, alınma ve olayların en ince ayrıntılarını irdeleme gibi etkenlerin var olduğunu düşünürsek, gayet normal değil mi?! :))) Sonuç: Sızlanmak normaldir!! :)) Onca homurdandıktan sonra eve gelip saatlerce yemek kitaplarımdan ders çalıştım, itiraf ediyorum! :) Malzemelere bakıldı ve neler neyle yapılıyormuş öğrenildi ve ertesi gün yapılacak cicilerin listesi çıkarıldı. Az kalsın, masamda kitapların arasında uyuya kalıyordum ki, yatağa yatmanın çok mantıklı bir karar olduğuna kanaat getirdim. Sabah uyanır uyanmaz da listemin en başındaki Mısır Ekmeğini yapmaya koyuldum! Oh La Laaaaa! :) Yaptığım Mısır Ekmeği, binlerce şükür ki, normalde gırtalağınıza oturan türden olmadı. Kırıntıda Scrambled Eggs'in yanına koyduklarının aynısı oldu! Bu durum, beni inanılmaz mutlu etti sevgili okuyucularım. Sadece, bir daha ki sefer yaptığımda şekerini biraz daha az koymam gerekiyor! :) Sabah kahvaltısında ağızları sulandıracak türden oldu, üstüme afiyet! :))) Her ne kadar babaaannem, mısır ekmeğinin böyle olmayacağını savunsa da, bence gayet güzel oldu! Ehh! Herkesin bir stili var değil mi? :) Mısır ekmeği, benim için yeterli mi sizce?! Non, non, noooo! :) Ekmecik soğurken, bende kıpraşmalarıma yenik düşüp kara kızım olan Brownie yaptım! Bu sefer, ortalığa biraz daha harmoni kattım ve içine Beyaz Damla Çikolata koydum! Voila!!! Brownie, konusunda git gide uzmanlaşmaya başladım diyebiliriz, aynı Turta ve CheeseCakelerde olduğu gibi! Şahaser mubarek! :) Vicdan azabının yarattğı bu gazla, ay'a bile giderim herhalde!! :))) Beni durdurabilene aşk olsun! :) Bitti mi sanıyorsunuz?! Yoookkkkkk! Biter mi hiççç?! :) Üstüne iyice gerilip Un Helvası olayına giriştim! Sizinde bildiğiniz gibi , ya da bilmiyorsanız artık bileceksiniz, Un Helvası konsepti biraz zor! Olay, tamamen kavurmayla ve bilekle alakalı. En azından annem öyle söylüyor ki anneler hep haklıdır, çoğu zaman biz bunu ısrarla reddetsekte! :) 15 dakika da olacağını düşündüğüm yavrucak, kavuruldukça kavuruldu ve yarım saat sonra, sonunda benim tam istediğim rengini aldı. Ohhhhhh..! O koku var ya size anlatamam yani!! :) Kavrulduktan sonra üstüne Su, Süt ve Şeker üçlüsüyle yapılan şerbetini döktüm. Çoğu kişi süt koymuyor ama bence sütle daha güzel! :) Kaşıkla da şekil verdikten sonra , süs olsun diye, üstüne biraz Tarçın serpiştirdim. %30 insanın Tarçın sevmediğini düşünürsek, fena bir risk değil! :) Tarçın, sevilmez mi ya?! :) Bugün, o cicilerde eser kaldı mı derseniz, bir lokma bile kalmadığını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim sevgili okuyucularım! :)
İnsanın sevdiği ve hatta tutkunu olduğu bir şeyi yapması ne kadar güzel bir şeydir! Bazen, geçmişte yaptığım milyonlarca şeye bakıyorum da nefret ettiğim bir cümle olan "keşke"yi kullanmamaya çalışıyorum inanın! Eninde sonunda hayatımız boyunca yaşadığımız ve yaptığımız herşey, bizim şimdiki halimizi oluşturuyor! Onlar olmasaydı, şu anda biz olamazdık! Dr. Francisco Bucio demiş ki, " Hepimiz, yaşamımızda şu ya da bu biçimde engellerle karşılaşırız. Ancak derin bir tutkuyu motor gibi kullanırsanız yanlış geldiğiniz yoldan geri dönebilir ve düşlerinize giden yolda ilerleyebilirsiniz." Bunu bir düşünün..
Bon Appetit! 

Rainbow Cake Vol.2

Buhran dolu geçen günlerin ardından neyseki bugün yağmur boy gösterdi. Sabah çok güzel bir şekilde uyandım ve ister istemez ayakalrım beni mutfağa götürdü. Almayadan gelen babaannem benden Pandispanya yapmamı istemişti ama pasta şekline sokmadıktan sonra benim için pek anlam ifade etmiyor. Onu kıracak mıyım? Tabi ki, Hayır! Bugün Pandispanya yerine onun ve babamın seveceği tarzda kek yapmaya karar verdim. Askerlerim tezgahta yerlerini aldılar. Yumurtalar, PudraŞekeri, Un, Limon Kabuğu Rendesi, Vanilya Esansı, Kabartma Tozu ve Tereyağ olmak üzere gözlerimin içine melül melül baktı yavrucaklar. İtiraf ediyorum, bugün ortalığı biraz pislettim! Hatta terliğimin içine bile biraz un girmiş olabilir! :) Homojen yapıdaki kekim yağlanmış kek kalıbına RainBow Cake olacak şekilde kondu ve 170 derece fırına 1 saat pişmek üzere kondu. Bu sefer 2 renk yapmak istedim. Pembe ve yeşili birbirine çok yakıştırdığım içi bu renkleri kullanmaya karar verdim. Bu yapıdaki kekte en güzel kısım ise, kestiğiniz zaman içinden fosforlu renklerin fışkırması! Tadı zaten güzel ve renklerden muhteşem olunca "yeme de yanında yat" mottosunu gütmek zorunda kalıyorsunuz sevgili okuyucularım. Öğle yemeği olarak kek mi yediniz? dediğinizi duyar gibiyim. Cevabım: Evet! :)) Yanında da Arzu'nun yaptığı muhteşem meyve suyu ağızlarımızda şenlik yarattı resmen! 2 renk güzel ama ben cıvıl cıvıl rengarenk sevdiğim için bir dahaki sefer yine çoklu renk sistemini kullanacağım. Kendimi yememek için ansıl zor tutuyorum bir bilseniz.. Hayır! Hayır! Mutfağa gitmek yok! :)
Bu arada rüyamda kocaman bir pasta yapıyordum. Yan tarafımda da Wüsthoff Şef Çantası duruyordu. Ahhhhh! Ahhhhhh..! Yürek dayanır mııııııı?! Bir yerlerden bulmalıyım! Bir yerlerden bulmalıyım! Bir yerlerden bulmalıyım! :)
Bon Appetit!

Ağustos Mu Dedin?! Bol Çikolatalı Fındıklı Pasta mı???

Havaların inanılmaz bunaltıcı olmasından dolayı, insan ellerini kaldıramayacak duruma gelmiyor değil! Sıcakları geçtim ama şu nem yok mu?! Yok yani.. Yapılan herşey pörsüyor!  Global ısınma gelmedi diyordu çoğu arkadaşım, alın size global ısınma! Hala farkına varmadıysanız eğer tabi.. Sıcakların gün be gün bizi yapış yapış yaptığını varsayarsak, ben yine ve yeniden kolları sıvadım ve doğum günü çocukları Arzu, Arzu'nun eşi Gökhan ve mükemmel babam için bir pasta yapayım dedim. Butik pasta kavramından çıkıp normal bildiğimiz pastane pastası türünü yapmayı tercih ettim. Hedefim, Bol Çikolatalı Fındıklı Pasta yapmak! Tamam.. Tamam... Bu sıcaklarda çok tehlikeli bir seçim olduğunu bende biliyorum! Daha önce yapmadığım bir şey olmalıydı ne yapayım! :) Ahhh! Bırakın beni mutfakta yaşayayım! İleride kesinlikle kendi evimde açık mutfak olmalı yoksa herhalde kimseyi göremem. :) Daha merak ettiğim ise, "Acaba çok kilo alacak mıyım?" sorusunu da geri planda bırakıyorum farkına vardıysanız! :)) Sessizce mutfağa girdim. Mis kokulu Tereyağ, Bitter Çikolata, Kakao, Pudra Şekeri, Yumurtalar, Rondoda da ince çekilmiş fındıklar veeeee babamın koleksiyonundan Metaxa Konyak, pasta olmak için hazırlandılar. Askerlerim kenarda beklerlerken, ben her zamanki gibi önceden fırınımı 180 dereceye ayarlayıp ısıttım. Ben Marie tarzında ( içi su dolu bir tencerenin üstüne kaseyi koyun ve ne eritmek istiyorsanız eritin) çikolata ve tereyağını erttim ve soğuması için kenara bıraktım. Ayrı bir mayonez kasesine ise, kakaoyı eledim ve üstüne PudraŞekeri ve Yumurtaları koydum. Mixerle güzelce çırpıp baş döndüren erimiş çikolatalı karışıma ilave ettim. Konyakta içine bir güzel koyuldu. Ohhhhhh!! Başınız döndü değil mi? Fındıkları ilave etmeyi unutmadım tabi ki sevgili okuyucularım. Yuvarlak bir kalıba koydum ve içine 2 parmak kadar su koyduğum tepsinin içine kalıbı koyup 45 dakika kadar pişirdim çocuğumu. Fırından çıktıktan soora yaklaşık 5 saat kadar buzdolabında beklettim. Daha fazla bekleseydi aroması daha güzel karışırdı ama kendisini akşam yemeğine yetiştirmeliydim. Üzeri sosu için ise, yine Ben Marie usülü Çikolata, Tereyağ, Süt ve Vanilyayı erittim ve buzdolabında uzunca süre bekleyen cicimin üzerine döktüm. Pastacığımın kenarlarını süslemek için ise, kalan fındıkları spatula yardımıyla ( ki biraz elde kullandım) yapıştırdım. Üzerine aslında daha başka süslemelerde yapılabilirdi. Şahsen, sade olan şeyleri daha çok seviyorum! :) Voilaaaaaa! Pastamız hazır olduuu!!!  Güzelce akşam yemeği yedikten sonra, kırmızı şaraplar açıldı. Pasta mumlarıyla masaya kondu. Serrayla ikimiz pastanın tadına hasta olduk! Özellikle bayanların muayyen günlerinde veya sevgilileriyle kavga ettikleri günlerde yemelerini tavsiye ederim! İnanılmaz seratonin yuvası kendisi! Gerisi hikaye benden söylemesi! :)) Babamlara biraz ağır geldi. Ehhh! Saçlara ak düşünce böyle oluyor! Bunu duysa beni kıtır kıtır keser herhalde! :)) Marketten alınma Meyveli Pasta ile güzelim pastamı aldattılar o ayrı! Hala çok kırgınım! :)  Ertesi gün tartılmamak üzere, biz afiyetle yedik! Ohhhhh! Canımıza değsinn!!!! :))))
Bon Appetit!

Japonyadan Gelen Akışkan Tatlı ve Yola Devam



Sevgili okuyucularım, Japonya'ya devamlı giden kuzenim Umut, sağ olsun benim değişik tatlar sevdiğimi bildiği için oraya has bir tat getirmiş! Yeşil çaydan yapılan bu tatlıyı annemler hiç sevmedi ama ben bayıldım. Kutuyu açtığınızda iki çeşit tatlı çıkıyor. Eğer yumuşacık şeylere dokunamıyorsanız, kesinlikle size göre değil! Elde akışkan bir yapıya bürünüyor kendisi.Tadı mı.. hmmm.. Hafif plastikimsi hafif tatlı ve hafif tuzlu diyebilirim. Sizinle aylardır mutfaktaki maceralarımı paylaşıyorum ve paylaşmaya da devam edeceğim. Eğer bir gün iyi bir şef olmak istiyorsam, her türlü lezzeti bilmek istiyorum ki kendimin en iyisi olabileyim. Eğer benim gibi sizinde imkanlarınız sınırlıysa, görüyor olmalısınız ki, imkansız diye bir şey yok! Bugün izlediğim bir filmde şöyle diyordu; "Başarı, çok çalışmak ve yetenekten gelir.. Şanstan değil.." Karşılaştığım neredeyse herkes bana ileri de çalıştığım mutfakta çok çekeceğimi söylüyor. Evde yapmak gibi değilmiş. Sanki farkında değilim de ben bunun! Kapalı bir kutu içinde yaşıyorum zannediyorsanız çok yanılıyorsunuz sevgili okuyucularım. Ben sadece inanılan bir şeyin gerçekleşebildiğini, kendime de ve tanık olarak size de kanıtlamak istiyorum! Zor mu? Evet! Zor yanları var! Bir yerleri kesmeler, ağlamalar veya zırlamalar gibi. Bazen kitlendiğim anlarım bile oluyor, ki buna siz de şahit oluyorsunuz. Sonra derin bir nefes alıp yoluma devam ediyorum. Çakıl taşlarının ayaklarımı kanatmasına izin vermiyorum. Çünkü sadece inandığım şeyi ben başarabilirim. Sadece vazgeçmeyin.. İnanmaya devam edin ve çok çalışın.. Şu kıvrım kıvrım duran yeşil şeylerden şu anda da afiyetle mideye indiriyorum , evet! Ben inanırsam, herkes inanır. Ben inanırsam, istediğim şey olur. Bunu asla unutmayın! Kendinize sizde benim gibi söyleyin..! Hadi! Ne duruyorsunuz!
Bon Appetit!

Bir Güzeldir Çeşme..



Merhabalar sevgili okuyucularım! Çeşmede harikulade bir tatil geçirdik Serrayla. İlk önce normal bir tatil gibi başlayan yolculuğumuz ilk akşam Tuvalde inanılmaz bir yemek yedikten sonra Gurme Trip olarak adlandırdığımız bir serüvene dönüştü. Tuvalde fiyatlar gittiğimiz her yerden yüksekti fakat balıkların lezzeti gerçekten inanılmazdı. Üstüne Damla Sakızlı Muhallebi de yemeği ihmal etmedik tabi ki. Verdiğimiz paraya değdi mi? Değdi! Ama sanırım bütün yolculuğumuz boyunca en fenası El Beso adlı restauranttı! Ah! O müthiş Gelatolardan yiyelim diye gittiğimiz mekan adeta tıklım tıkış! Masada oturuyorsunuz ve yan masadaki 1 karış ötenizde! Bir şey konuşabilmek imkansız! Yemeklerden bahsetmeye dilim varmıyor inanın! Tamam! Gurme değilim ve hatta olmam içinde bir ömür gerekir fakat ağız tadımda var yani! Serra, normal bir Funghi Pizza söyledi kendisine bende Paella söyledim. Şu kadarını söyleyeyim, ben evde bin kat daha güzel Paella yapıyorum!!! Heyyyy gidi Mezzalunammmm!!! Ama şunu da söylemeden edemeyeceğim, garsonları özellikle seçmişler! Onlar bir harikaydı! Özellikle erkekler kız garsonlara ağızları açık bakıyorlardı diyebilirim! :)) Yemekleri yiyip apar topar oradan kalkıp Damla Sakız Kikörü meşhur Orta Kahve'ye gittik. Orta Kahve, tam meydanda insanları rahatlıkla izleyebileceğiniz bir mekan. Garsonları suratsız. Serrayla Türk Kahvesi içelim dedik.İçtikte..! Fakat inanın bir Türk Kahvesine 8TL vermek bana koydu. Sanırım bütün tatil boyunca bir tek ona verdiğimiz para koydu bize diyebilirim. Hemen seri ve kıvrak bir şekilde oradan kalkıp Lavanta'ya gittik. Lavanta en sevdiğim çiçektir bu arada. İsmine bile dayanamam! :)  İstanbul, Ortaköyde de bir lokasyonu bulunan, Lavanta neredeyse her akşam gidip birkaç kadeh kırmızı şarap içtiğimiz bir mekan haline birle geldi! Huzurlu, sakin ve seçkin bir mekan olarak nitelendiriyorum orayı ben.. Yemek sonrası bizim gibi sakin ve rehabilitasyon kıvamında bir tatil geçirmek istiyorsanız, mutlaka oraya gitmelisiniz! Ertesi akşam da Yaya adlı mekana gittik. Yaya, dekorasyon bakımında beyaz ağırlıklı ve yalın fakat rahat rahat yemek yiyebileceğiniz bir yer. Orada Tavuk Külbastı ve Yaya Kebap yedik. Başlangıç olarak verilen yemekler en güzel Yayadaydı. Özellikle önce verilen yağ-ekmekler ve Risotto Topları şahaneydi! Yaya Kebap dışında başka şeylerde yenilebilir. Öyle ahım şahım bir yemek değil bu arada. Yayadan kalkıp Alaçatı sokaklarını turlarken canımız tatlı çekti. Alaçatıda her yer Damla Sakızı! Artık, öööggghhhh! diyorsunuz! Değişik bir şey tadalım dedik ve İstanbulda Kanyonda da olan FunFöndüden birer kap yedik! Nasıl ağır geldi anlatamam size! Gece ikimizde uyuyamadık! :)) Keşke Bitter Çikolatalı versiyonuda olsaydı ama sütlü çikolata ve beyaz çikolatalı hali mevcut orada. Yazlık bir mekanda bence uygulanan bir strateji hatası! İnsan mide spazmı geçirebiliryor, nitekim biz yaşadık! :) Gelelim en güzel yemeğimizeeeeeee sevgili okuyucularım! Kesinlikle Kalamata! Yeni oteli de açılan Kalamata tam anlamıyla ziyafet çekebileceğiniz bir mekan. Çalışanlar güleryüzlü ve ilgili. Dekorasyonu otantik ve size sanki Yunanistandaymışssınız hissini uyandırıyor. Müzikler ise ortamla uyumlu. Diğer mekanlarda ispanyolca ile başlayıp Serdar Ortaç müziklerine dönüyordu. Biz tam bir yemek almak yerine ortaya bir sürü başlangıç söyledik. Ahtapot'un tadı insanın damağında kalıyor. Balık böreği, jumbo karidesler ve kalamarlar havada uçuştur :)) Ama yemeğin en güzel kısmı sonundaki tatlıydı. Balıkçılarda genelde bulabileceğiniz Fırında Tahin Helvası ina-nıl-mazdı!!!! Tadı kıvamı tam yerindeydi. Nefes almadan yedik resmen! Özellikle sevgilinizle gitmenizi tavsiye ederim! Ortam sizi romantik olmaya zorluyor! Hatta zorlamıyor ister istemez oluyorsunuz! :) Alaçatı sokaklarında her yerde İmren Pastanesini görebilirsiniz. Bizim uğrak yerimiz oldu. Damla Sakızlı Kurabiyeleri ve yine alıp hediye olarak götürebileceğiniz kendi yapımları Damla Sakızlı Türk Kahvesi insanı kendinden geçirtiyor. Ayrıca, oturup kahve içerken insanları seyretmek istiyorsanız, Köşe Kahve'ye veya 15 Eylül Kıraathanesine oturabilirsiniz. Neredeyse herkes 15 Eylük Kıraathanesine oturuyor. İçki içip ayrıca yemekleri yüzünden yiyemediğimiz El Beso'nun Gelatolarını da orada tadabildik. Karamelli italyan dondurmasının mavi renkte olması ilgi çekici ama yerken ne yediğinizi unutuyorsunuz. Acaba vanilyalı mıydı diye kendimize sormadık değil! :) Bütün tatil boyunca yediğimiz en güzel ikinci yemek ise, Şişerka'daydı! Mezeleri şahane! Özellikle Muhammara'yı yemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Kömürde yapılan Tavuk veya Kırmızı Et Saç Kavurmaları ağızda dağılıyor. Tek kötü yanı etrafta uçuşan kara sineklerin ayaklarınızı ısırması! Ama buna da çare bulmuşlar! Garsonlar direk sinek kovucu spreylerden getiriyor! Ve unutmadan, oraya gittiğinizde, eğer içki içiyorsanız, kesinlikle Testi Şarabından içmelisiniz sevgili okuyucularım! Son akşamımızda ise, artık nerede yesek diye düşünürken, yolun üstünde VeriaHan diye bir yer gördük ve hemen oturduk. Aynı zamanda Butik Otelde olan bur mekanın sahibi Avusturyalı bir beydi. Yemeklerde doğal olarak o amntıkla yapılıyor. Fiyat olarak yüksek değil. İsmini unuttuğum Avusturyalı Bey'le yemekler hakkında bayağı sohbet etme şansına sahip olduk. Özellikle Schnitzel'i meşhurmuş. Ehhhhhh yani! :) Tattık mı? Tattık! :) Hoş aklım Serra'nın yediği İspanyol uslü Badem Soslu Tavukta kalmadı değil. :) Benim yediğim, Saç Kavurması ise, fena değildi. Tatlı menüsü harika gözüküyordu fakat akşama kadar tatlı menüsünden sadece Çikolatalı Sufle kalmıştı. Afiyetle yedik! :)
Çeşme tatili bir harikaydı ama dönüş daha güzeldi.. :)
Bon Appetit!

SİHİRLİ YAKUT



Vaktiyle bir nehir kenarındaki mermerden yapılmış bır şatoda çok güzel bir prenses oturuyormuş. Bu çok zenginmiş. Nehrin geçtiği bütün yerler onunmuş. Bu kızla kim evlenmek istediyse kız herkes tarafından geri çevrilmiş. Çünkü prenses evleneceği kimsenin büyük bir kahraman olmasını arzu ediyormuş.

Bir gece şatosunun balkonunda otururken çok uzaklarda bulunan bir dağın tepesindeki yıkık bir binanın, birden bire aydınlandığını görerek hayret etmiş ve hizmetçilerden birini çağırmış.

Prenses :

- O harabe aydınlandı, acaba içinde oturanlar mı var? diye sormuş.

Hizmetçi :

- Her sene paskalyadan bir gece evvel, orası aydınlanır. Birçok cüce gelip, toprakları kazarlar, orada gömülü olan yakut taşını ararlar, demiş.

Prenses de bu taşı aratmak istediğini söylemiş. Hizmetçi bu cücelerin hainliğinden uzun uzadıya söz etmişse de prensesi kararından caydıramamış. Bunun üzerine her tarafa prensesin evlenmek arzusunda olduğu duyurulmuş. Bu nedenle yabancı ülkelerden birçok ve birçok zengin aile çocuğu oraya gelmişler. Prenses onlara sihirli yakutu kim getirirse onunla evleneceğini söylemiş. Taliplerden kimi bu işi göze alamayıp geri dönmüşler. Paskalya'da bir gün evvel, silahlı ve yakışıklı bir genç gelip bu işe gönüllü olduğunu söylemiş. Bu gence karşı kalbinde bir sevgi uyanan prenses sevinçle ona :

- Oraya gitmenin ne kadar tehlikeli olduğunu biliyor musunuz? diye sordu.

Genç :

- Biliyorum ama arzunuzu yerine getirmek için bu tehlikeye hazırım, demiş.

Bunun üzerine prenses :

- Şartımdan vazgeçtim, zira benim yüzümden tehlikeye atılmanıza razı değilim, der.

Genç :

- İltifatınıza teşekür ederim, ama oraya gitmezsem size hayat arkadaşı olmaya layık olamam, der.

Cesur genç atıyla hemen yola çıkıp aydınlanmış harabelerin önüne gelmiş. Birdenbire cüceler onu kuşatmışlar. Bunlar ellerinde sivri kazmalar olduğu halde pire gibi sıçrıyorlarmış. Cüceler bu genci tutup içeriye götürerek, şeflerinin huzuruna çıkarmışlar.

Şef, gence :

- Burada ne arıyorsun? Hiç işitmedin mi ki buraya gelen sağ çıkmaz, fakat korkma ben yiğitlerden hoşlanırım. Burada uzun araştırmalardan sonra, bu defa bulabildiğiniz fevkalade bir yakutu sana göstereyim :

- Şu bardağı da al, içinde buradaki kaynaktan alınan saf bir su var; bunu içersen dostumuz olursun, der.

Cesur genç :

- Taşı iyice göreyim, suyu sonra içeyim, der.

lerin şefi yakutu vermiş, sonra bardağı uzatmış. Genç suyu içeceği zaman kulağına :

- Bu zehirdir, sakın içme ve hemen buradan uzaklaş, diye bir ses gelmiş.

Bu söz üzerine genç hemen bardağı atıp, atına bir kamçı indirmiş ve kuş gibi uçup prensesin yanına giderek, yakutu ona vermiş. Biraz sonra şatoya bir kaç cücenin geldiğini haber vermişler. Prensesle cesur genç onları görmek için kuleye çıktıklarında, cücelerden biri onlara :

-u verin yoksa size büyük bir kötülük yaparız, diye bağırmış.

Prenses de ona :

- Yakutu bana kahraman bir şovalye vermiştir, diye cevap vermiş.

Bu sözler söylenir söylenmez, yakuttaki sihir kuvvetiyle harabenin kayaları şiddetle sarsılarak bütün harebe nehre yuvarlanmış ve içindekilerin bir kısmı taşların altında ezilerek, bir kısmı da nehirde boğularak ölmüşler.

Prenses bu yakutu gerdanına takmış ve bu cesur gençle de evlenerek mesut ve bahtiyar olmuş

TEMBEL KADIN İLE KURNAZ DİLENCİ



Evvel zaman içinde fakir ve iyi kalpli bir oduncu ile, onun akılsız, aksi bir karısı varmış. Bu kadın o kadar huysuzmuş ki, karşılarında bulunan büyük konağın zengin hanımı gibi olmadığından, daima oduncu ile kavga eder ve :

- Zengin olaydın ben de iş görmez, akşama kadar yatar uyurdum, der ve sonra da hıçkıra hıçkıra ağlarmış.

Zavallı oduncu bu kavgadan bıkarak, bir gün pazardan besili bir tavuk alıp karısına getirmiş. Kadın buna çok sevinmiş ama karşılarındaki hanım gibi olmak istediğinden :

- Zengin hanım yemek pişirmediği için ben de pişirmem, demiş.

Zavallı oduncu ne yapsın kendisi pişirmeye razı olmuş. Tavuğu yolmuş, temizlemiş, ocağı yakmış, tencereyi koymuş ve işine gitmiş.

Bir iki saat sonra kapıya bir dilenci gelmiş. Kadın, '' Hanım oldum. '' diye aşağı inip kapıyı açmamış. Yukardan kapının anahtarını atmış. Ekmeğin yerini de tarif etmiş. Dilenci kapıyı açmış, ekmeğin hepsini almış. Ocakta tencereyi görünce, hemen içindeki tavuğu almış, torbasına sokmuş. Ayağındaki çarıkları da alay olsun diye tencerenin içine koyup, dışarı çıkmış. Kadın pencereden bakıyormuş. Ondan oynayıp, şarkı söylemesini istemiş. Dilenci de şu şarkıyı söylemiş :

'' Sizin tavuk benim torba içinde

Benim çarık sizin kazan içinde

Sen dayağı yersin yorgan içinde

Ben tavuğu yerim orman içinde ''

Bu şarkı kadının hoşuna gitmiş, birkaç kere daha söyleterek, kendisi de ezberlemiş.

Akşam olunca oduncu gelmiş. Kadın o gün olanları kocasına anlatarak şarkıyı da söyleyince, oducu çok sinirlenmiş. Kadını, bir daha böyle huysuzluklar yapmayacağına tövbe ettirene kadar iyice dövmüş.

Dilenci de ormana giderek, büyük bir sevinç içinde tavuğu afiyetle yemiş

YEDİ BAŞLI EJDERHA




Evvel zamanda bir ülkeyi yöneten bir padişah varmış. Bu padişahın kırk oğlu olup en küçüğü on üç on dört yaşlarındaymış. Bu çocukların işleri, her ava gitmek, kuş avlamak, gezinmek eğlenmek gibi şeylermiş.

Günlerden bir gün padişah, kendi kendine, şu oğullarımı evlendireyim, diye düşünürken onları çağırır, bu düşüncesini kendilerine söyler.

Onlar da :

- Biz evleniriz, ama kendimiz gibi bir babadan bir anadan olma kızlar isteriz, derler.

Padişah da adamlar gönderip bir anadan olma kırk kız aratır. Adamlar her yeri gezip ararlar otuz dokuz kız bulur, fakat kırk kızı bulamazlar.

Padişah oğullarına :

- Ey, çocuklarım sizin istediğiniz gibi aynı anadan olma kırk kız bulunamıyor. Biri de başka ana babadan olsun, dese de bunlar razı olmazlar.

- Biz gider, kendimiz arar buluruz, bize izin ver, derler.

Bunun üzerine padişah :

- Varın gidin, ama size söyleyecek üç sözüm var, der.

- Nedir? diye sorarlar.

Padişah :

- Buradan çıkıp yolda giderken bir çeşmeye varacaksınız; orada sakın yatmayın. Bir de daha ilerde bir hana varacaksınız; orada da yatmayın. Ondan sonra bir kıra vardığınızda orada da yatmayın da başka her nerde yatarsanız yatın, der.

Oğlanlar :

- Peki baba, deyip atlarına binip giderler.

Yükte hafif, pahada ağır biraz öte beri alıp yola koyulurlar. O gün, akşama kadar yol giderler. Gide gide babalarının sözünü ettiği o çeşmeye varırlar. Akşam olur, hava kararır. Bunlar :

- Adam sende, kırk kişiyiz, burada ne olcak? Haydi, yatıverelim, geceleyin başka nereye gidebiliriz ki? deyip orada kalırlar. Atlarından inerler, yerler içerler. Yatar uyurlar ama küçük oğlan uyumaz...

Gece yarısı bir ses gelir. Oğlan hemen kalkar, kılcını çeker, kimseyi uyandırmadan doğruca o sesin geldiği tarafa gider. Gide gide görür ki yedi başlı bir ejderha geliyor.

Oğlanla ejderha birbirlerine iyice yaklaşırlar. Ejderha, oğlana saldırır. Ama hiçbir şey yapamaz. Böylece üç defa saldırıp alt edemeyince bu sefer oğlan :

- Ey koca ejderha, şimdi sıra bana geldi, diyerek kılıcını çeker, ejderhanın bir vuruşta altı başını birden keser, uçurur.

Ejderha :

- Er isen bir daha vur, der.

Oğlan da :

- Ben anamdan bir defa doğdum, iki defa değil deyince ejdarhanın bir kafası yuvarlana yuvarlana bir kuyu başına gider.

- Benim canımı yiyen, malımı da yesin, der kendini kuyuya atar.

Oğlan yanında bulundurduğu bir ipin ucunu bir kayaya bağlar, bir ipe sarılır kuyunun içine iner. Bir de bakar ki bir demir kapı. Kapıyı kırar, içeri girer; içeride büyük bir saray görür. Bakar ki sarayın kırk tane odası var. Hepsini birer birer açar, bakar. Görür ki hapsinin içi türlü türlü elmaslarla altınlarla dolu. Bir kapıyı daha açar, içeri girer ki kırk tane kız oturmuş gergef işliyorlar.

Bu kızlar, oğlanı görünce kalkarlar.

- Aman, in misin, cin misin sen buraya nereden geldin? derler.

Oğlan da :

- Ejderhanın başı '' Benim canımı yiyen, malımı da yesin. '' deyip kendini buraya atınca bende arkasından indim, der.

Meğer bu kızlar bir ananın bir babanın çocuklarıymış. Ejderha bu kızların ana babalarını öldürüp bunları da buraya koymuş.

Kızlar, ejdehanın öldüğünü işitince çok sevinirler. Oğlanın boynuna sarılırlar :

- Aman kardeşimiz, bizi sen kurtardın, Allah da senin işini rast getirsin, derler.

Oğlan, kızlara :

- Ben şimdi gideceğim, yukarıda benim kardeşlerim var; onları alayım, sonra sizi de alırım, der. Çıkar, gider; kardeşlerinin yanına varır, yatar.

- İşte. Ne oldum? Burada yattık da başımıza ne geldi? diyerek yine hazırlanır, yola çıkarlar.

Gide gide akşam olur, bir hana varırlar. Ortalık iyice kararır. Bunlar :

- Haydi yatalım, çeşmede yattık ne oldu ki burada ne olsun? diyerek atlardan inerler.

Küçük oğlan :

- Aman kardeşlerim, babamız bize buralarda yatmayın dedi. Elbet, onun bildiği bir şey var ki böyle söyledi, derse de bu oğlan onların en küçüğü olduğu için :

- Haydi, sen karışma, diye onu azarlarlar o da bir daha sesini çıkarmaz.

Bunlar, yine yerler içerler, uyku vakti gelince yatar, uyurlar. Küçük oğlan, belki bir şey olur diye uyumaz. Gece yarısı olunca karşıdan bir gürültü kopar. Oğlan, sessizce kalkar, kılcını alır, o gürültüye doğru gider. Bakar ki öncekinden daha büyük bir yedi başlı ejderha daha geliyor. Hemen buna karşı durur. Bu ejderha da oğlana ardı ardına üç kez saldırır ama bir şey yapamaz.

Sıranın kendine gelmesiyle kılıcını çeken oğlan ejderhaya bir kere vurunca ejderhanın altı başı birden kopup gider. Bir baş, yerinde kalır. O zaman ejderha :

- Er isen bir daha vur, diye bağırır.

O da :

- Ben dünyaya bir kere geldim, iki ker değil, deyince o baş yuvarlana yuvarlana gider, '' Benim canımı yiyen, malımı da yesin. '' diyerek kendini kuyuya atar.

Oğlan, bu başın ardından kuyuya iner. Bakar ki koca bir saray; içinde, dünyada olmayan şeyler var. Sonra, oradan çıkar, gelir, yatağa gider.

Sabah olur, hepsi uykudan uyanırlar :

- Işte, burada yattık ne oldu? Diyerek yine atlarına binerler. O gün, akşama kadar giderler. En sonunda bir kıra varırlar. O gece orada kalır; yerler, içerler, bir de yatma vakti gelince bakarlar ki, karşıdan bir inilti, bir gürültü geliyor. Hem de dağları devire devire...

Bu gürültüyü işitince hepsinin aklı başından gider. Hemen atlarına binerler, bir de görürler ki bir ejderha :

- Benim kardeşlerimi öldüren kimdir? Deyip bağırarak çağırarak geliyorlar.

O zaman, bunlar birbirlerine :

- Aman, ne yapsak, bunun elinden nereye kaçsak? demeye başlarlar.

Küçük oğlan da :

- Ya, ben size demedim mi, babamız da bize söylemedi mi? Ama siz dinlemediniz. Haydi bakayım, şimdi varın da derdinizi ejderhaya anlatın, deyince, ötekiler :

- Aman kardeş, bir şeydi başımıza geldi, sen bilirsin, bir şeyler yapalım da bu bela başımızdan gitsin, derler.

Oğlan bakar ki bunların hepsi korkuyor :

- Haydi, geri dönün; şu anahtarı da alın, geldiğimiz yerde bir kuyu vardır; o kuyunun içinde çok değerli mallar vardır. Onları alın ondan önceki kuyuya gidin o kuyuda birçok para ile kırk tane kız vardır. Onları da alın doğruca memlekete dönün. Bende bu ejderhayı öldürür, gelirim, der.

Onlar da geri döner, giderler. O kuyulardaki malları, paraları, kızları alırlar; doğru memleketlerine döner ve babalarına, başlarına geleni anlatırlar.

Biz gelelim, küçük oğlana...

Oğlan, ejderhe ile dövüşür, ama ne oğlan ejderhayı, ne de ejderha oğlanı alt edebilir. Bunun üzerine ejderha oğlana :

- Gel yiğit, benim bir işim var, o işimi görebilirsen, seni koyuveririm, der.

Oğlan da :

- Nedir işin? deyince :

- Ben, padişahının kızına aşığım. Kaç yıldır padişah ile o kız için kavga ediyoruz. Ama bir türlü kızı alamadım. Eğer, o kızı bana getirebilirsen, sana hiçbir şey yapmam, der.

Oğlan, başını kurtarmak için :

- Peki, getiririm, demek zorunda kalır.

Adına Çampalak denen bu ejderha, oğlana bir dizgin verir.

- Al bunu, filan çeşmeye git; oraya sabahleyin aygırlar gelir, hemen birinin başına bu dizgini geçir; üzerine bin. sana '' Emret! '' der; sen de '' Beni Çinimaçine götür. '' dersin. Aygır alır, seni oraya götürür, der.

Oğlan, dizgini alır, o çeşmeye gider bakar ki su içmek için birçok aygır geliyor. Hemen, dizgini bunlardan birinin başına geçirir; sırtına biner. Aygır da: '' Emret! '' deyince o da kendisini Çinimaçin'e götürmesini söyler.

Aygır, '' Kapa gözünü, aç gözünü. '' deyince oğlan bakar ki Çinimaçin'e gelmiş bile. Aygırdan iner, dizgini alır, aygır gider...

Oğlan kente gider, orayı burayı gezip dolaşırken bir kocakarı ona :

- Oğlum nerelerden gelip nereye gidiyorsun? diye sorar.

O da :

- Aman anne, bana bir yatacak yer bulunmaz mı? der.

Kocakarı :

- Gel oğul, seni evime götüreyim, bende konuk ol, diye yanıt verince, oğlan kocakarı ile döner, o gece orada kalır.

Geceleyin otururlarken, kocakarı ona :

- Aman oğul, sen buraya nereden geldin? Bu yerlere hiç kimse gelmezdi. Niçin dersen, bu padişahın kızına bir ejderha aşık oldu tam sekiz yıldır padişahla, o kızı almak için kavga ediyor. Bu yüzden de o ejderha, buralara kuş uçurtmayıp, kervan geçirtmiyor. Sen nasıl geldin? der.

Oğlan da :

- Aman, anne, o kız nerede oturur? diye sorar.

Kocakarı :

- Padişahın bahçesinde bir köşk vardır; orada oturur, hiçbir yer çıkmaz, diye yanıtlar.

Sabah olunca oğlan sokağa çıkar; doğru, sarayın bahçe kapısına gider; bakar ki sarayın kapısında bir ihtiyar bahçıvan oturuyor. Onun yanına gider :

- Aman bahçıvan, beni yanına çırak alır mısın? diye ricada bulunur.

Ihtiyar bahçıvan :

- Aman oğul, benim adamım var, seni ne yapayım? der.

Oğlan :

- Ama baba çok yoksulum beni de al, ben de geçineyim, filan diyerek bahçıvanı kandırır; bahçeye girer, ötede beride hizmet görür.

Bir gün bahçede çiçekleri sularken, padişahın kızı da pencereden bakar ve bu oğlanı görür. Oğlan pek yakışıklı olduğundan kız onu görür görmez aşık olur, oğlanı yanına çağırır, buraya nereden geldiğini sorar. Oğlan da kızı düşünde görerek aşık olduğunu, onu almak için geldiğini, kendisinin de bir padişah oğlu olduğunu söyler.

Kız, bu sefer :

- Aman, sen beni ülke dışında nereye götürürsen götür. Ben hem sana aşık oldum hem de beni almak isteyen ejderhadan kurtulayım, der.

Oğlan da :

- Peki, olur, deyip kızla sözleşir, bir gece kızla birlikte kentten çıkar, giderler.

Epeyce yol gidip, ejderhanın olduğu yere yaklaşırlar.

Oğlan, kıza :

- Ben seni Çampalak adlı ejderhaya götürüyorum, der.

Kız :

- Eyvah! Ben ondan kaçarken, sonunda onun eline mi düşeceğim? diye ağlayıp sızlamaya başlar.

Oğlan da :

- Canım ben seni ejderhaya götürüyorum, ama onun elinden sen de kurtulursun ben de kurtulurum. Bir yolunu bulup, onu öldürürüz. Sonra da ben seni alırım diyerek kızı aldatır.

Bunlar giderler, ejderha kızı görünce :

- Vay cananım, hoş geldin, diyerek kızı karşılar. Kız da başını kurtarmak için :

- Hoş bulduk, derse de her gün ağlar, sızlar...

Oğlan da ejderhanın gittiği vakitlerde kızın yanına gelerek der ki :

- Sen ejderhaya burada canının sıkıldığını söyle. Ona, tılsımının ne olduğunu sor. '' Hiç değilse bununla eğlenir, vakit geçiririm. '' dersin. Tılsımını öğrenince ejderhayı öldürmek kolay olur.

Oğlan, kızın yanından ayrılır, az sonrada ejderha gelir. Kız başlar ağlamaya... Ejderha, kızı çok sevdiği için, aklı başından gider.

- Aman sevdiğim, niçin ağlıyorsun? diye sorar.

Kız da :

- Sen gündüzleri gidiyorsun; benim, yalnızlıktan canım sıkılıyor. Senin tılsımın yok mu, söyle de bari onunla eğleneyim, der.

- Elmasım, benim tılsımım çok uzaklardadır, diye yanıt verir.

Kız da :

- Nerededir? diye sorunca :

- Uzak bir ülkede bir görkemli saray vardır, o sarayın içindedir. Kimse gidip onu alamaz. Kim giderse orada ölüp kalır, diye yanıt verir.

Kız da :

- Ben ne yapayım, öyle tılsımı, der ve işi fazla uzatmaz.

Sabah olunca ejderha gider. Kızın yanına oğlan gelir, tılsımı alıp almadığını sorar. Kız da ejderhanın söylediklerini oğlana aktarır.

Oğlan, ejderhanın vermiş olduğu at dizginini eline alır, deniz kıyısına gider. Dizgini denize vurur, bir deniz aygırı çıkıverir.

Oğlan :

- Beni falan ülkeye götür, deyince, gözünü kapayıp açıncaya kadar geçen bir süre içinde kendini o ülkenin bir sarayında bulur.

Aygır, oğlana :

- Işte senin gideceğin yer, şu karşıki dağın başında gördğün saraydır, der. Ama sen beni götürür, o sarayın kapısının halkasına dizginimden bağlarsın; ben de kişneyerek kapının halkalarını birbirine vururum; demeye kalmaz, kapı açılır; o açılan kapı, içerde bulunan aslanın ağzıdır...

Eğer kılıcınla o açılan kapıyı bir vuruşta ikiye bölebilirsen, kendini kurtarırsın, yoksa aslan, seni öldürür, diye açıklama yapar.

Oğlan, aygırla dosdoğru sarayın kapısona gider. Aygırın söylediği gibi, onu dizgininden kapıya bağlar. Aygır da bir kere kişner. Kapının halkaları çıngır çıngır birbirine vururunca, içerden çirkin bir ses duyulur ve kapı açılır.

Oğlan, hemen kılıcını çeker, bir vuruşta kapıyı ikiye biçer. Bir de bakar ki kapı meğer koskoca bir aslanmış! Aslanın iki parça olduğunu görünce karnını yarar, içinden bir kafes çıkar. O kafesin içinde de üç güvercin var, ama böyleleri dünyada hiç görülmemiş!

Oğlan, aman, şunların birini tutayım da biraz seveyim, diyerek birini kafesten çıkarır. Gel gör ki sevip okşarken elinden kaçırır... Güvercin, uçup gider, aygır da peşinden gider... Gide gide o kadar giderler ki aygır, havada kaybolur. Oğlan da başlar ağlamaya...

En sonunda aygır, güvercine ulaşır, onu tutar, aşağıya indirir. Oğlan, güvercinin başını kopardıktan sonra aygırın sırtına biner. Kafesi eline alır, yine göz kapayıp açıncaya kadar, ejderhanın olduğu yere kadar gelirler.

Oğlan, hemen güvercinin birini daha öldürüp öbürünü alarak ejderhanın evine gider. Bir de bakar ki ejderha yatmış, yerinden kalkamıyor...

Ejderha, oğlanın elindeki güvercini görünce :

- Nasıl olsa öleceğim, o nedenle şu güvercini verin de biraz seveyim bari, diye yalvarmaya başlar.

Oğlan, ejderhanın yalvarmasına dayanamayıp, güvercini vermek için kafesten çıkarır, ejderhaya uzatır. Tam o sırada kız :

- Aman sevdiğim, ne yapıyorsun? diye koşar, güvercini oğlanın elinden kaptığı gibi, güvercinin başını koparıverir, ejderha da ölüp gider.

Kız, ejderhanın öldüğüne çok sevinir; gönlünü, bütün bütün oğlana verir.

Oğlanla kız, atlarına binerler; ejderhanın, pahada ağır, yükte hafif eşyalarını da alırlar, dosdoğru, kızın ülkesine giderler.

Meğerse babası, kızın kaçtığı günden beri arıyormuş. Kızının geldiğini görünce, sevincinden ağlar, boynuna sarılıp özlem giderir. Şimdiye kadar nerelerde olduğunu sorar. Kız da başına gelenleri, bir bir anlatır.

Babası, ejderhanın öldüğüne çok sevinir. Kızını oğlanla evlendirir. Kırk gün kırk gece düğün yapılır. Her gün çalıp oynamakla günlerini geçirseler de, günlerden birgün, oğlanın; anası ile babası aklına gelerek kıza :

- Benim de ülkemde anam ile babam var; ben onların yanına gideceğim, ne dersin? diye sorar.

- Kız, ben de gelirim, deyince bunlar işi kızın babasına açarlar. Kızın babası razı olur, onlara gitmeleri için izin verir. Bir alay askerle birlikte yola çıkarlar.

Az giderler, uz giderler dere tepe düz giderler, sonunda oğlanın ülkesine varırlar.

Babası oğlunu görünce :

- Vay oğlum benim, seni öldü sandım; meğerse sağ imişsin! diye sevincinden ne yapacağını şaşırır...

Oğlana şimdiye kadar nerelerde olduğunu neler yapıp nasıl geçindiğini sorar. Oğlan da kardeşlerinden ayrıldıktan sonra başına neler geldiğini, bunları nasıl göğüsleyip bu günlere ulaştığını bir bir anlatır.

Sonunda da Çinimaçın padişahının kızını aldığını söyler.

Babası bu işe daha da sevinir. Yeniden kırk gün kırk gece düğün yaptırır. Hep birlikte ömürlerinin sonuna kadar mutlu yaşarlar.

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine

UÇAR LEYLİ



Bir varmış bir yokmuş, bir padişahın çok sevdiği bir atı varmış. Bir gün bu at hastalanmış, bütün doktorlar gelmişler, bunu muayene etmişler ama derdine hiçbir çare bulamamışlar. Nihayet bir doktor, '' Bütün memleketteki ahalinin hepsi eteklerine birer avuç ot doldursunlar, at kalkıp da hangisinin eteğinden ot yerse o aşık olmuş demektir. '' demiş. Bütün memleketin ahalisi sıra sıra gelmişler hepsi eteklerindeki otu ata yedirmek istemişler. At hiçbirinden ot yememiş. Artık kimse kalmamış, yalnızca sarayda padişahın üç tane kızı varmış. Üçüde sırayla bu ata ot getirmişler. En küçük kızı görünce at, ayağa kalkıp kızın eteğindeki otu yemeye başlamış. Bu iş onura dokunan padişah, kızıma bir at aşık oldu diye kızmış ve '' Kızımı atın yanına ahıra koyun. '' diye emir vermiş. O gece zavallı kız oracıkta otururken birdenbire at silkinerek, ayın on dördü gibi bir civan olmuş ve kıza, '' Ben peri padişahının oğluyum, sana aşık oldum. '' demiş. Kız da buna memnun olmuş ve ahırda atla yani '' '' ile yaşamaya başlamış.

Günün birinde padişahın at koşusu olacakmış. Uçar Leyli o akşam kıza, ''Yarın ben de koşuya geleceğim, al elbise giyeceğim ve al ata bineceğim, sakın pencereden baktığın zaman benim sırrımı meydana vermeyesin. '' demiş. Ertesi gün kız ablalarının yanına çıkarak, onlarla birlikte pencereden koşuyu seyretmiş. En büyük ablası, '' Ne olsa olsa da al atlı al urbalı delikanlı benim olsa. '' demiş. Ortanca ablası da, '' O seni ne yapsın, asıl o benim olacak. '' demiş. Küçük kız ise hiç sesini çıkarmadan ahıra gitmiş. Uçar Leyli gelince, '' Aferin sana, hiç sesini çıkarmadın, yarın yine koşuya gideceğim, yeşil ata bineceğim, yeşil urba giyeceğim, sakın sesini çıkarmayasın.'' demiş. Ertesi günü kız yine ablarının yanına çıkarak yarışı seyretmiş. Büyük ablası, '' Şu yeşil atlı, yeşil urbalı delikanlı benim olsa. '' deyince ortanca ablası '' O delikanlı seni ne yapsın, o asıl benim olacak. '' demiş. Küçük ise sesini çıkarmadan ahıra gitmiş. Üçüncü günü Uçar Leyli bu sefer beyaz ata binip, beyaz elbiseler giymiş. Kıza da, '' Sakın bir şey söylemeyesin, bugün üçüncü işte bitiyor. '' demiş ve koşuya gitmiş. Kız tekrar ablalarının yanına çıkarak, pencereden koşuyu seyretmeye başlamış.Büyük kız, '' Ne olsa olsa da şu beyazlı benim olsa. '' deyince, ortancası, '' O seni ne yapsın, asıl o benim olacak. '' demiş. En küçük kız ise artık dayanamamış ve '' O ne senin ne ötekinindir, o asıl benimdir. '' demiş. Koşu bitip kız ahıra gelince Uçar Leyli de gelmiş ve '' Ne yaptım keşke söylemeseydin şimdi beni ya sedef dağında, ya gümüş dağında yahutta altın dağında ara da bul. '' demiş ve pır diye uçup gitmiş. Kız ağlayarak padişah babasına hal ve keyfiyeti anlatmış. '' Bana bir demir çarık, demir bir değnek ver, ben gidip Uçar Leyli'yi arayıp bulacağım. '' demiş ve ertesi günüde yola revan olmuş.

Sedef Dağı nerede diye diye Sedef Dağını aramış bulmuş ve Sedef Dağındaki çeşmenin başına oturmuş. Bu sırada sedef nalınlar giymiş, eline sedef tas almış çeşmeden su almaya gelen bir kız görmüş ve ona, '' Kız ver o maşrapadan bir su içeyim. '' demiş. Kız da, '' Yedi senede bir Uçar Leyli buraya gelir, bu onun maşrapasıdır veremem. '' demiş. Sultan kızı, bu kızın suratına bir tokat vurarak, elindeki maşrapayı alıp suyu içmiş. Kız ağlayarak Sedef Sarayına gitmiş ve hanımına, '' Çeşme başında bir kız var, bana tokat vurdu, elimden tası aldı ve içti. '' demiş. O sırada saraydaki Uçar Leyli ise, ''Şimdi gelsin beni Gümüş Dağında arasın. '' demiş ve pır diye uçup gitmiş. Kız bu sefer, Gümüş Dağına gitmiş ve orada bir çeşmenin başına oturmuş. Yine gümüş tasla, bir hizmetçi kız çeşmeye gelmiş. Sultan kızı bu kıza, ''Elinde gümüş tas tutan kız ver o maşrapandan bir su içeyim. '' demiş. Kız, ''Yedi senede bir defa Uçar Leyli ortanca teyzesine geldi, bu tas onundur veremem. '' demiş. Sultan kızı bir tokat vurmuş tası alıp suyu içmiş. O sırada Uçar Leyli ise, '' Gelsin beni Altın Dağında arasın. '' demiş ve pır diye uçup gitmiş. Sultan kızı bu sefer demir çizme, demir çarıkla Altın Dağına doğru yola koyulmuş. Orada bir çeşmenin başında altın maşrapalı bir kız görmüş. hizmetçi kıza, '' Benim hanımım evden kovdu, hanıma söyle de beni hizmetçi olarak alsın. '' demiş ve hizmetçi olarak o eve girmiş. Bu evde Uçar Leyli annesiyle beraber oturmaktaymış. Bir peri olan annesi oğlu Uçar Leyli'yi evlendirmeye kalkmış. Düğün gecesi, Uçar Leyli'nin annesi bu yeni hizmetçi kızın on parmağına on çıra yaktırmış ve '' Sabaha kadar bu çırayla oğlumla gelinimi aydınlat. '' demiş. Zavallı sultan kızı sabaha kadar kapının arkasında ağlayarak beklemiş. Sabaha karşı Uçar Leyli sultan kızının ızdırabına dayanamamış ve elindeki çıraları atarak, '' Bin sırtıma. '' demiş ve kızı sırtına alarak pencereden uçup gitmişler. Gelin derhal kaynanasına haber vermiş. Kaynanası da uçarak onların peşine düşmüş ama yakalayamamış.

Kaynana önce kardeşlerinin gümüş ve sedef dağlarına giderek, '' Uçar Leyli buraya geldi mi? '' diye sormuş. Kardeşi yani Uçar Leyli'nin teyzesi, ''Dur ben gideyim onları aramaya. '' demiş ve kanatlarını takıp aramaya başlamış. O sırada uçmakta olan Uçar Leyli, sırtındaki kıza, '' Bak bakalım arkana kim geliyor? '' demiş. Kız, '' Yağmurlar yağıyor, şimşekler çakıyor . '' deyince '' Öyleyse korkma teyzem geliyor. '' demiş ve kıza bir tokat vurarak, onu dere yapmış, kendisi de içinde bir ördek olmuş. Teyzesi onların önünden kaybolduğunu görünce dönüp evine gitmiş. Uçar Leyli'nin annesi kardeşine, ''Bulamadın mı? '' diye sorunca kardeşi, '' Önümden kaçtılar. Orada bir dere vardı, içinde de bir ördek vardı, başka bir şey görmedim. '' demiş. Uçar Leyli'nin annesi, '' İnip de o dereyi çiğneseydin, kızı dere yapmıştır, kendisi de ördek olmuştur. '' demiş. Bunun üzerine en küçük teyzesi, '' Ben gideyim. '' demiş ve arkalarından koşmuş. Bu sırada Uçar Leyli sırtındaki kıza, '' Bak bakalım arkanda ne görüyorsun? '' deyince, kız, '' Bir toz duman görüyorum. '' demiş. Uçar Leyli, '' Korkma öyleyse küçük teyzem geliyor. '' demiş ve kıza bir tokat vurarak onu bir bostan yapmış, kendisi de içinde bahçivan olmuş. Teyzesi bostanın önüne gelip bakmış, ama bir şey görememiş. Sonra da, '' Bahçivan '' diye seslenmiş, '' Buradan bir kızla oğlan geçti mi? '' . Uçar Leyli sağır taklidi yaparak, '' Lahana da var pırasa da var. '' demiş. Bir daha seslenince de, '' Salata da var turp da var. '' demiş. Kadın, ''Bu bahçivan da sağırmış galiba. '' diyerek canı sıkılıp eve dönmüş. Gidip olanları ablasına anlatmış. Ablası da, '' O kızı bostan yapmıştır, kendisi de bahçivan olmuştur, keşke çiğneseydin. '' demiş ve '' Ben gideyim bari '' diyerek, kalkıp arkalarından gitmiş.

Uçar Leyli sırtındaki kıza, '' Bak bakalım kim geliyor? '' deyince, kız, ''Dolu yağıyor. '' demiş. Bunu duyan Uçar Leyli, '' Eyvah annem! '' diyerek kıza bir tokat vurup onu incecik bir selvi ağacı yapmış, kendisi de yedi başlı bir yılan olup, ağacı iyice sarmış ve ağacın dibine de başını koymuş.Annesi gelip, '' Ah evladım, iğne topuzu kadar yer bıraksaydın da o kahbenin kemiklerini kırsaydım, buraya vursam kolların, buraya vursam arkan, kıyamam bir yerine vurmaya! Hadi artık kız senin olsun. '' deyip evine dönmüş. Uçar Leyli ile kız da beraber, kızın babasının sarayına dönmüşler, kırk gün kırk gece düğün yapmışlar.

Onlar ermiş muradına, biz de erelim ..

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...