Çıt Kırıldım Çilek Masalı

Çıt Kırıldım Çilek Masalı

Küçük kırmızı çilek
Seni nasılda yesek ,
Şekere mi batırsak,
Şerbetemi kattırsak?

Bir şeker bir biber, yani bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde,nerelerde, derelerde kim varmış ki buralarda ? Uzun atlamaya gerek yok, bizim ördek şuralarda. Ördek uzun atlar mı diye sorana cevap evet atlar peki ya bu senin nene gerek...
Topraklar ülkesinde yeşil yaprakların arasında, canı pek bir kıymetli çıtkırıldım çilek varmış. Bütün ailesi gibi toprağın üstünde yaşarmış gerçi o yere bu kadar yakın olmaktan hoşlanmıyor, ha bire söyleniyormuş ya neyse zaten onun gözü yükseklerdeymiş. `` Neden kirazlar ağaçların arasında yaşıyor da, ben yerlerde sürünüyorum, kayısıdan ne eksiğim var benim, ben toprağın üstündeyim ?`` Diye söylenir durur, hayatından hiç memnun olmazmış. Bizimki toprağa dokunmamak için uğraşır, bir rüzgar esse toz gözüne kaçacak diye telaşlanırmış, o yüzdende onu çıtkırıldım çilek diye tanırlarmış.
Günlerden bir gün, yakınlarındaki kiraz ağacının tepesinde iki tane çocuk görmüşler. Çocuklar ağaçtaki kirazları koparıp yiyorlarmış ama ağacın üstünde o kadar çok kiraz varmış ki, yarısını yiyorlar yarısını yerlere atıyorlarmış, bir çok kiraz ziyan oluyormuş ve kirazlar buna çok üzülüyorlarmış. Çilek ailesi, çocuklar onları da farkedecek diye öyle korkmuşlar ki, o küçücük kalpleri güm güm atıyormuş, Çıtkırıldım çilek üstünü kirlettiğini düşünen toprağın altına saklanıyormuş neredeyse.
O sırada çocuklardan biri hoop atlamış ağaçtan ve bizim çileklere doğru koşmaya başlamış. Çıtkırıldım çilek ve bütün aile nefeslerini tutmuşlar adeta, onlara doğru koşan çocuk, üstlerinden atlayıp, koşmaya devam etmiş ve o yaramazlar bizim çilekleri görmemişler, oradan geçip gitmişler. Çocukların uzaklaştıklarını gören Çilek ailesi, derin bir nefes almış ve Çıtkırıldım da toprağın altından çıkmış.O günden sonra mı ? Bizim çıtkırıldım hiç şikayet etmemiş.Evet evet, biz de hayret ettik ama sanırım o dersini çoktan almış ve o gün yaşadığı korku ona yetmiş.

O kadar naz gereksiz,fazla naza ne gerek ,
Gördünüz örneğimiz bizim çıtkırıldım çilek.
Haydi şimdi koşalım, yaramaz çocuklar yok,
Koşalım ve coşalım, güzel çocuklar pek çok.

Portakal Ağacı Masalı

Portakal Ağacı Masalı

Portakalı soydum,
Başucuma koydum.
Portakal çok güzelmiş,
Afiyetle yenirmiş.
Turuncu rengi ile
Vitaminler verirmiş.

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde derler ya, peki bu evvel zaman ne zaman ? Gökyüzünde oynayan cüceler, yeryüzünde koşturan kuşlar aman pek bir hoşlar. Kuşlar niye yeryüzünde, cüceler neden gökyüzünde dersen, ben bilmem onlar öyle yapmışlar .
Ülkenin birinde bir portakal ağacı yaşarmış, öyle bir ağaçmış ki her yerden bu ağacı görmeye gelirlermiş. Dalları gökyüzüne kadar uzanan bu ağaç, aslında sahiden de görülmeye değermiş. Ağacın etrafı mis gibi portakal kokarmış. O ülkedeki bütün çocuklar portakal yemeye bayılırlarmış. O ağaca C vitamini deposu derlermiş.
Günlerden bir gün, uzaklardan bir cücücenin geldiği haberi duyulmuş. Bu parmak kadar bir cüceymiş. Anlatılanlara göre bu cüce, gördüğü portakal ağaçlarını köklerinden tutupyiyor ve içindeki bütün vitaminleri hoop midesine indiriyormuş. Onun köklerinden vitamin içtiği ağaçlar kısa bir süre sonra kuruyup gidiyormuş. Bunu duyan ülke halkı o cücenin portakal ağaçlarına zarar vermesini engellemek için ne yapacaklarını düşünmeye başlamışlar. Tam portakal ağacının yanında büyük bir toplantı düzenlemişler. Toplantıya 7`den 77`ye herkes davetliymiş.
Ülkenin en yaşlıları fikirlerini söylemek için ağacın etrafına toplanmışlar. Kulaklarına gelen haberlere göre cüce ülkelerinin sınırları içine girmiş bile. En yaşlı bilge. ``O cüce portakal ağacımıza hiç bir şey yapamaz , buna izin veremeyiz `` diyerek söze başlamış. Saatlerce konuşmuşlar ama içlerinden bir tanesi bile çare bulamamış. En sonunda kalabalığın arasında fırlayan bir çocuk:

- Bunları o cüceye anlatsak, onunla konuşsak bizi anlamaz mı acaba ? diye sormuş.
Cüceyi bulmadan bunu yapabilmeleri imkansız olduğu için cüceyi aramaya başlamışlar.Her yere haber bırakmışlar. ` Parmak boyunda bir cüce görenlerin onu portakal ağacından uzak tutmaları gereklidir` diye sokaklarda bağırmışlar. Bu arada portakal ağacının yanında beş nöbetçi birden bekliyormuş
Sabah çok erken bir saatte nöbetçilerin bağırışlarıyla herkes sokaklara dökülmüş. Portakal ağacının yanına gelenler, olup bitenleri izlemeye başlamışlar. Parmak boyundaki cüce çıkmış portakal ağacının tepesine oturmuş ve şarkı söylüyor. Küçük çocuklardan biri :
- Bizim portakal ağacımızı yemeyeceksiniz değil mi ? demiş.
Cüce kahkaha atarak gülmüş:
- Hayır tabi ki, hayır, ben portakal ağacı yemem, portakal yerim. Hem niye yiyecekmişim portakal ağacını o kadar güzel görünüyor ve o kadar güzel kokuyor ki. İçindeki c vitamini sayesinde nasıl enerji veriyor baksanıza.Hem ağacı kökünden kurutsam, bir daha portakal bulabilir miyim sizce ?
Ülke halkı o gün cüceye bol bol portakal ikram etmiş. Cüce bir kaç gün onlara misafir olmuş. Bir daha başkaları hakkında söylenen şeyleri iyice araştırmadan karar vermemeye çalışmışlar. Portakal ağacı mı ? Bakın hala yerinde ve c vitamini deposu portakallarını herkesle paylaşmaya devam ediyor.

Portakal ağacındandan , ne güzel koku gelir.
Portakallar etrafa , neşe ve sağlık verir.
Haydi portakal haydi,Vitaminleri taşı,
Bol bol yesin çocuklar, Sen düşünme bu işi.

Rüküş Şeftali Masalı

Rüküş Şeftali Masalı

Şeftali faydalıdır,
Yemem diyen yoktur.
Onu sevenler,
Pek ama pek çoktur.

Bir varmış bir yokmuş, gülen çokmuş ağlayansa pek yokmuş. Uzun yollar aşanlar boyu ayı aşanlar, güzelce konuşanlar her zaman pek bir hoşmuş. Atlar hiç kişnemezmiş, karınca çalışmazmış, ağustos böcekleri hiç şarkı söylemezmiş. böyle olmaz demeyin, peynir ekmek yemeyin, ağustos böceğinden hiç şarkı beklemeyin.
Güzel bir günün sonunda bizim süslü şeftali yine aynanın karşısındaymış. `` Yok bu olmaz, öbür elbisemi giyeyim yok şu olmaz en iyi öbürünü seçeyim`` diye söyleniyor bu arada süslenip duruyormuş. Onun bu süslü hali gerçekten de çok komikmiş, çünkü süsleneyim derken rüküş oluyormuş. Rengarenk giyiniyor, kurdelaları saçlarına bağlıyor, sonra onun üstüne mavi boncuklar takıyormuş.
Onun bu halini gören annesi :`` Evladım, ne yapıyorsun öyle, dikkat etsene komik olmuşsun bak. Tabiki her canlı kendi üstüne başına özen gösternmeli ama senin ki biraz fazla olmamış mı sence ?`
Rüküş, annesinin sözlerini dinlememiş, o haliyle doğru okula gitmiş. Okulda onun bu halini gören arkadaşlarından biri : ` Kafana takacak başka bir şey kalmadı mı acaba şeftali arkadaşım, kafanda bir tek ben eksiğim `` demiş. Diğer çocuklar da buna gülüşmüşler. Okuldan ağlayarak gelen rüküşü annesi teselli etmeye çalışmış ama Rüküş o kadar çok ağlıyormuş ki, annesinin söylediklerini duymuyormuş bile.
Rüküş şeftali ise saçına başına bakıp `Anneciğim, benim halimde ne var ki, bak ne güzelim işte`` diyormuş. Galiba o rüküş olmayı alışkanlık haline getirmiş. Annesi : ``Haydi yavrum haydi güzel kızım, sana aldığım yeni kurdelayı tak, elbiseni de giy, 30 tane toka takınca saçlarının güzelliği görünmüyor` demiş.

Rüküş şeftali , kafasındaki tokaları saymış, sahidende 30`dan fazla toka varmış o bile buna inanamamış. Aynadaki haline bir daha bakmış. ``Ama anne sahiden dediğin gibi galiba`` diyerek gülmeye başlamış. Anne kız bir süre karşılıklı gülüşmüşler...
Bizim Rüküş şeftali, o günden sonra abartısız, sade ve temiz giyinmeye dikkat etmiş.

Giyinmek sade olur,temiz olur, pak olur,
Güzelce giyinenler,herkese örnek olur.
Sen de var mı rüküşlük, bak bakalım aynaya
Haydi ondan sonrada koşalım oynamaya.

Tatlı Kayısı Masalı

Tatlı Kayısı Masalı

Kayısının rengine
Pek bir bayılmış çocuk.
Tadını zaten sevmiş,
Haydi yiyelim çabuk.

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde uzun bir yol peşinde güneşin ta içinde, bir uzun yol bulunmuş. Bu yol pek bir soğukmuş, öyle şey olurmuymuş, güneş çok sıcak ama ben de dedim amcama, dinlemedi beni ya. Haydi güneşe doğru yolumuzu alalım, kayısıların içinde, eşimizi bulalım.
Tatlı bir kayısı varmış ağaçların arasında, herkes çok severmiş onu. Terbiyeli, dürüst, akıllı ve temizmiş. Kayısılar okulunda da parmakla gösterilirmiş. Bizim tatlı kayısı sabah erkenden kalkar, kahvaltısını güzelce yapar, annesini üzmeden okul yoluna çıkarmış. Bütün kayısı anneler, tatlı kayısıyı çocuklarına örnek gösterirlermiş, bu arada bazı çocuklar da onu kıskanır, sırf onu üzmek için canını yakmaya çalışırlarmış.
Günlerden bir gün tatlı kayısı okuldan dönmüş üstünü çıkarmış, elini yüzünü yıkamış, annesinin kayısı yanağına kocaman bir öpücük kondurmuş, bu arada diğer dallarda yaşayan kayısı çocuklardan biri bulduğu bir taşı ona fırlatmamış mı ? Bizim kayısı bulunduğu dala tutunamamış ve ağaçtan aşağı yuvarlanıvermiş. Ağaçtan düşen kayısılar bir daha ağaca çıkamazlarmış ya bulundukları yerde çürüyüp gidecekler yada birilerinin onları bulup yemesi için dua edecekler, o kadar faydalı şey yaptıktan sonra faydasız bir şekilde çürüyüp gideceğini düşünen kayısı çok üzülmüş. Uzun uzun ailesine ve diğer kayısılara bakmış el sallamış...
Tam o sırada yolu o meyve bahçesinden geçen sultan`ın küçük oğlu yerdeki kayısıyı görmüş ve atından inip onu eline almış. Sonrada oradaki çeşmede güzelce yıkayıp, afiyetle yemiş. Bunu gören kayısı ağacı ve tüm kayısılar alkışlamaya başlamışlar,tatlı kayısı tam istediği gibi bir sona ulaşmış,kendisini yiyen kişinin vücuduna verdiği vitaminlerle bir fayda sağlamış ve bu onun istediği en önemli şeylerden biriymiş.
Küçük tatlı kayısının başından geçenleri hala bütün kayısılar konuşurlar, güzel davranışlarının , onu güzele götürdüğünü söylerler,` Ne de tatlı bir kayısıydı` derlermiş.

Bu masalın sonunu kayısılar hep bilirmiş.
Bakın bakın büyük kayısı ne demiş :
`İyi huylu olmak var, kötü huyu kim ister ?`
Bir kötü huy, bütün güzellikleri siler.

Muz Kardeşler Masalı

 Muz Kardeşler Masalı

Sarı kabuğunu soy,
İçinde bal var sanki,
Anamurun muzuna
Benzemez bak hiç biri.

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, yakını ırak eden günler varmış geçmişte. Fareler at olmuşlar, atlarda fare olmuş, bunu gören aslanlar hemen ormana kaçmış. Anneler babalarla birlikte top oynamış, çocuklar işe gitmiş, ekmek parası kazanmış, bu nasıl şey demeyin, masal işte çocuklar, masallar çok güzeldir, bayılır hep çocuklar.
Muzlar toplu halde yaşarlar bilir misiniz ? Genellikle yedi sekiz muz birarada yaşar. Birbirlerine çok bağlı meyvelerdir. O kadar yakın olmaları sebebiyle birbirlerinden kolay kolay kopamazlar. Bizim muz kardeşler de her nasıl olmuşsa olmuş, sadece ikisi yanyana kalmış. Diğer muzlar sabahtan akşama kadar güler eğlenirlermiş. Bizimkiler ise sıkıntıdan ne yapacaklarını şaşırırlarmış. Niye bizim de bu kadar kalabalık bir ailemiz yok, diye sıkılır dururlarmış. İki muz kardeş elim sende, fış fış kayıkçı gibi oyunlar oynar ama hiç mutlu olamazlarmış. Hayattaki tek gayeleri birilerinin onları ağaçtan toplayıp götürmesi ve afiyetle yemesiymiş. Böylece mutlu olacaklarına inanırlarmış.
Günler günleri kovalamış, aylar ayları, ağacın alt dallarındaki muzları çocuklar toplamış yemiş. Bizim iki kardeş, ağacın en üstünde boyunları bükük bakakalmışlar , hatta kardeşlerden bir tanesi kendisini aşağıya bile atmayı denemiş ama diğeri bunun doğru olmadığını söylemiş. Herkes kaderine razı olmalıymış.
Böyle sıkıntılı geçen bir kaç günün sonunda artık birilerine faydalı olmaktan ümidi kesen muz kardeşler, üzerlerinde patlayan flaşlarla uykularından uyanmışlar. Neye uğradıklarını şaşırmış bir halde sağa sola bakınırlarken, genç bir çocuğun ağacın dalları arasında hoplayıp zıplayarak kendilerine doğru geldiğini görmüşler. Bir hamle yapan çocuk, iki muz kardeşi birden hoop diye dallarından kopararak bir kaç adımda aşağıya inmiş. Bizimkiler neye uğradıklarını anlamadan, bir televizyon kamerasının karşısında bulmuşlar kendilerini. Meğer onların sadece ikisinin bir arada yetişmiş olması nadir bir olaymış ve televizyon kameraları bunu farkedince bir anda ünlü oluvermişler.
Bizim muz kardeşler o günün akşamında iki tane çocuğun kendilerini hapur hupur yemesiyle istediklerine kavuşmuşlar. Artık kendilerini hiç yalnız hissetmiyorlarmış o iki küçük çocuğun midesinde o kadar çok eğlenmişler ki.

Muzlar masalı sever,Çocuklar gibi yani.
Masallar bittiğinde,Onlar da gider yani.
Bizim masal da bitti Haydi koşalım şimdi.
Başka başka masallarda,Buluşuruz inan ki.

Kendini Beğenmiş Mandalina Masalı

 Kendini Beğenmiş Mandalina Masalı

Turunçgiller ne güzel,
Olsun afiyet şeker,
Mandalina haydi hopla,
Bak yemesi çok güzel.

Evvel zaman içinde , kalbur saman içinde. Nerede bu çocuklar ? Hepsi kuşun peşinde. O kuş koşmuş yorulmuş, ayran içmiş darılmış, buna kimler inanmış, masal masal masarı, nerde kaldı bizim haşarı masal ambarı ?
Bir mandalina ağacının ortasında, tam manzaralı yerinde bir mandalina yaşarmış kendi halinde. Siz kendi halinde dediğimize bakmayın, bu bizim mandalina aslında biraz değişikmiş. O da bütün mandalinalar gibi turuncu, tatlı ve hoşmuş ama bizimkinin yüreği biraz boşmuş. Kimseleri beğenmez, hiç bir mandalinayla görüşmek istemez,kendini mandalinaların en güzeli sanırmış.
Günlerden bir gün mandalina ağacı uzaktan gelen insanlar olduğunu söylemiş, kollarını yani dallarını yere doğru eğmiş, eğmiş ki herkes bu tatlı, bol vitaminli meyvelerden faydalansın. İnsanlar mandalinaları toplamaya başlamışlar, bizimkiler vedalaşmışlar birbirleriyle ama kendini beğenmiş mandalina hiç oralı olmamış bile, ağacın dalına yapışmış adeta . ``Hiç bir yere gitmem, ben özel bir mandalinayım, beni rahat bırakın`` diye bağırmış durmuş. Onun huysuzluğuyla uğraşmayan insanlar bırakmışlar kendi haline. Ağacın tepesinde tek başına kalakalmış bizim kendini beğenmiş.
Günler haftalar geçmiş, bizim kendini beğenmiş mandalina hala orada bekleyip duruyormuş, ağaç onun bu haline çok üzülüyormuş ama ne yapsın ? Dallarında büyüttüğü bütün mandalinaları çocuklar güzel güzel yemişler, onlar bu güzel çocuklara vitamin olmuşlar, kendini beğenmiş ise orda kuruyup gidecek duruma gelmiş. Ağaç :
- Haydi bak, şurdan çocuklar geçiyor, bırak dalımı da git onların yanına. Seni afiyetle yesinler, demiş. Bakmış ki, mandalina gitmem diye tutturuyor, ağaç daha fazla ısrar etmemiş. Zaten ısrar etsede bir faydası olmazmış. Mandalinanın kendini beğenmişliğini herkes biliyormuş.
Günlerden bir gün bizim mandalina artık dalı tutamaz olmuş, küt diye düşüvermiş ağacın dallarından aşağıya. Ağaç ona üzüntülü üzüntülü bakmış ve o sırada yoldan geçen bir köpek mandalinayı şöyle bir koklamış ve ayağıyla itivermiş. Bizim kendini beğenmiş mandalina öyle yerlerde sürünüp kalmış, hiç kimseye de bir faydası dokunmamış.

Bazı masallar böyle, üzüntülü bitiyor,
Bazen insanlarda böyle yapıyor,
Kendini beğenmişlik, kötü bir huy unutma.
İyi davran herkese, mutluluk asıl burada.

Hızlı Karpuz Masalı

Hızlı Karpuz Masalı

Dışında yeşil elbise,
İçinde kırmızı kese,
Siyah çekirdekleriyle
Karpuz ne güzel bir meyve.

Bir varmış bir yokmuş, Allah`ın kulu çokmuş ne var varmış aslında, ne yok yokmuş, gerisi biraz boşmuş. Masal bu ya, yarışmaları hızlı koşanlar değil , ağır koşanlar kazanırmış. O o tarafa gitmiş, bu bu tarafa, en sona kalan geçmiş başa. Nasıl mı olmuş ? Ben bilmem masal bu ya...
Arkadaşları arasında hızlı karpuz olarak tanınan, birazda her şeye alınan bir karpuz varmış. Hızlı karpuz her şeyin çabucak olup bitmesini ister, bir şey çabuk olmazsa, sinirinden ağlarmış. Onun bu huyunu bilen arkadaşları bazen onu kızdırmak için ona oyunlar oynarlarmış.
Günlerden bir gün hızlı karpuzun yanına giden arkadaşı;
- Bir yarışma yapılacak, bu yarışmaya göre en hızlı olan kazanacak ` demiş. Hızlı karpuz kendisinden daha hızlı bir karpuzun olduğunu düşünmüyormuş ki;
-OOooooo . Benden başka kim kazanabilir ki bu yarışmayı ? Benden daha hızlı karpuz var mı ? diye şarkılar söyleyerek koşuyormuş bir o tarafa, bir bu tarafa... Sonra gidip oturmuş bir kenara. Bütün karpuzların koşuşturmalarını seyrediyormuş. Kendisinden o kadar eminmiş ki, çalışmaya bile gerek duymuyormuş. Karpuzlar gün boyu oradan oraya koşturmuşlar, bizimki dinlenmiş, yan gelip yatmış.Ertesi gün, daha ertesi gün hep aynı şeyleri yaşamışlar, yarışma günü geldiğinde ise iyiden iyiye hantallaşan koca göbeğinin ne kadarda ağır olduğunu farketmiş. Bir kaç gün içinde nasılda kilo aldığına şaşmış.
Bütün karpuzlar başlangıç çizgisine gelmişler, bir, iki ,üç deyince hepsi birden hareket etmişler,öyle bir kargaşa yaşanmış ki, bizim hızlı karpuz çizgiden bile çıkamamış, O yarışmaya başladığında ise diğer karpuzlar neredeyse gözden kaybolmuşlar.
Hızlı karpuz çalışmadığı yan gelip yattığı günler için çok üzülmüş ama yarışmayı kazanamamış. O günden sonra çalışmayı hiç bırakmamış ve rakiplerinide hiç küçümsememiş.

Hızlı olmak yetmiyor,çalışıp durmak gerek,
Çalışmak kazandırır,çalışmak her an gerek.
Hızlıyım ben diyerek, boşa hava atmamak,
En güzeli çalışmak, çalışmak herkese gerek.

Uykucu Kavun Masalı

Uykucu Kavun Masalı

Kim demiş bilmem
Kavunlar uykucudur.
Ama bazıları der,
Uyuyan çabuk büyür.

Bir varmış, bir yokmuş. Allah`ın kulu çokmuş. Uykusuz gece olmaz, gündüz uykusu yokmuş. Tavşanlar hoplamazmış, kurbağalar zıplamazmış, insan uyumak ister ama uyuyamazmış. Günler boş boş geçerken, uzun bir yol görünmüş, tam o yoldan geçerken, devin horultusu duyulmuş.
Bilir misiniz, kavunlar tarlalarda yerde, tam toprağın üstünde yetişir. Toprağın sıcağına sırtını verir, güneşin upuzun kollarına sarılıp uyurlarmış . Aynı bizim uykucu kavun gibi ama bizim uykucu kavun her yerde uyurmuş. Onun için yağmur, kar, rüzgar hiç farketmez, uykusuz bir saniye geçirmeye dayanamazmış.
Günlerden bir gün, kavunların okula gitme zamanları gelmiş. Uykucu :
- Ama benim uykum var okula gidemem ki, diye ağlamaya başlamış. Annesi onu zorla okula götürmüş, okul yolunda uyumuş, okulda uyumuş, ders bitmiş, zil çalmış o hala uyuyormuş. Öğretmeni onu zorla yerinden kaldırıp, biraz hareket etmesini istemiş. Bizim ki kolunun birini kaldırıyor, öbür kolunu kaldıracakken uyuyakalıyormuş en sonun da annesi ve babası onu kucaklarına alıp tarlalarına getirmişler ama ne çare bizim ki hala uyuyor. Annesi ``Arada bir kafasını kaldırsa da baksa, dünyada neler olup bitiyor,farkında bile değil, onun bu haline çok üzülüyorum`` demiş. Babası da onun hiç bir şey öğrenememesine çok üzülüyormuş. `Hiç bir şey öğrenemeyecek, hiç bir şey öğrenemeyince, kendisini yiyen çocuklara doğru dürüst vitamin veremeyecek,faydasız bir kavun olup gidecek` demiş.
Annesi ağlamaya başlamış , ardından babası da ağlamış. O kadar çok ağlıyorlarmış ki, sanki her yeri sel alıp götürecekmiş. Uykucu kavun gözlerini açmış, anne ve babasını bu kadar çok üzdüğü için çok üzülmüş ama sonra bakmış ki, o yüzüne gelen gözyaşları anne ve babasına ait değil,yağmur yağıyor evet gördükleri bir rüyaymış ve kavun bu kadarda uykucu olmadığı için çok sevinmiş. Hem günde 12 saat uyuyan çocuklar çabuk büyürlermiş ve 12 saat uyumak yeterliymiş.

Masal bitti, şimdi uyku zamanı,
Uyu haydi uyu ama unutma şunu ,
Herşeyin fazlası zarar,Ortalaması hep karar.
kavun da anladı bunu, yani buldu doğru yolu.

Emine İle Cemile Masalı

 Emine İle Cemile Masalı

EMİNE İLE CEMİLE
Bekir CANER
(Halime Ninenin Masalları kitabından)
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Üç elmanın birisi, senin olsun irisi. Küçüğü bana yeter, ona yeter, buna yeter, konu komşuya yeter, köye kasabaya yeter. Elma bu! İsterse dünyaya yeter. Sen irisini yiye dur. İstersen masala buyur. Ben anlatmaya başlıyorum. Sanma ki uyduruyorum. Ninemden dinledim, biraz da ben ekledim. Alladım pulladım bu kitaba yolladım. İster oku, istersen okut. Beğenirsen alkışlarsın, beğenmezsen eksiklerini tamamlarsın. Daha da olmadı oturur yeniden yazarsın.
Bir varmış, bir yokmuş. Yok demek suçmuş. Gökten bir turna uçmuş, varmış köylerden birisine kon-muş. Konduğu köyde Mehmet Efendi diye birisi varmış. Kendi hâlinde yaşarmış. Eşi bir kaza sonucu ölünce küçük kızı ile birlikte darıdünyada yapayalnız kalıvermiş. Kızı güzel mi güzel, tatlı mı tatlı, akıllı mı akıllı imiş. Adı da Emine’ymiş.
Yıllar geçmiş. Baba kız kendi hâllerinde yaşarlar-ken konu komşu ve dahi hısım akraba Mehmet Efendi’yi evlendirmeye karar vermişler. Allem etmişler, kallem et-mişler; köyde eşi ölen Durkadın’ı gelin ve dahi üvey anne olarak eve getirivermişler. Durkadın’ın da Emine yaşlarında Cemile adında bir kızı varmış. Mehmet Efendi Cemile’yi de öz kızı gibi bağrına basmış.
Günler günleri, haftalar haftaları ve dahi aylar ay-ları kovalamaya başlamış. Ailenin önceleri tadı tuzu ye-rindeymiş. Önemli bir sorunları yokmuş. Ancak Durkadın ve kızı Cemile yavaş yavaş değişmeye, Emine’yi kıskanmaya başlamışlar. Onlar kıskandıkça Emine güzelleşiyor, Cemile ise daha da çirkinleşiyormuş. O zamanlar güzellik düşünenler, başkalarının iyiliğini iste-yenler, herkesle iyi geçinenler ve dahi kıskanç olmayanlar her zaman güzel olurlar, güzel kalırlarmış. Başkalarını kıskananlar ve onları çekemeyenler, sürekli kötülük dü-şünenler de zamanla çirkinleşirlermiş.
Fesatlık ve kıskançlık Durkadın’ı çatlatmış ve bir gün Mehmet Efendi’nin karşısına geçip:
—Bana bak efendi, demiş. Kızın Emine’den çek-tiklerim yeter! Ne söz dinliyor ne de işe yarıyor. Akşama kadar kızım Cemile ile kavga ediyor. Bana da söyleme-diğini bırakmıyor. Artık kızının yaptıkları canıma tak dedi. Ya o bu evden gidecek ya da biz!
Mehmet Efendi bir anda şaşırıp kalmış.
—Bu sözlerde nereden çıktı hanım, demiş. Emine böyle şeyler yapmaz. Kötü söz söylemez. Belki farkına varmadan kaba davranmıştır. Ben onunla oturur konuşu-rum. Suçu, kabahati neyse öğrenir senden özür diletirim. Ben ne sizden vazgeçerim ne de Emine’den.
Durkadın ellerini beline dayamış da yarım horoz gibi başını dikmiş. Gözleri çakmak çakmakmış.
—Ben onu bunu bilmem, diye bağırmış. Özür mözür de istemem! Artık canıma tak dedi! Yarından tezi yok bu evden ya Emine gidecek ya da biz!
—Ama hanım!
—Aması maması yok! Dediğim dedik, çaldığım düdük. İster dinle ister öttür: Var iyice düşün! Yarın sa-bahleyin ya kızın gidecek ya da biz! Bize git dersen bu evi de başına yıkar öyle giderim ona göre!
Zavallı Mehmet Efendi! Durkadın’ı ikna etmek için elinden geleni, dilinden geleni yapmış. Yalvarmış, yakarmış. Ağlamış sızlamış ama nafile… Durkadın Nuh demiş peygamber dememiş.
Mehmet Efendi çaresiz kalmış. Durkadın’a bir türlü “HAYIR, OLMAZ,” diyememiş. Oysa insan böyle zor durumlarda hayır diyebilmelidir. Gerekiyorsa kötü bir şey yapmamak için en yakınını bile kırabilmelidir.
Mehmet Efendi düşünmüş, taşınmış. Sonunda içi kan ağlayarak Emine’yi çağırmış.
—Emine kızım, kınalı kuzum! Yarın seninle dağa odun kesmeye gideceğiz. Yatmadan önce yiyecek çıkınını hazırla, su kabağını al! Dağ soğuk olur, sırtına da kalın bir şeyler giy! Ayrıca yağmur falan yağabilir. En iyisi mi bir iki kat giysi de al! Islanırsan değiştirsin, demiş.
Emine babasının yüzüne bakmış. Adamcağızın yüzü bembeyazmış.
—Hasta gibisin baba, demiş. İstersen daha sonra gidelim. Çünkü benzin solmuş, gözlerine yaşlar dolmuş.
—Dediğimi yap kızım, başka şey sorma ve dahi sözlerimi ikiletme, diyebilmiş Mehmet Efendi.
—Tamam baba, demiş Emine. Yatmadan önce heybeyi hazırlarım. Dediklerini de yaparım.
Durkadın babayla kızın konuşmalarını duymuş. Sonunda Emine kızdan kurtulacağı için pek mutlu olmuş.
Sabahleyin erkenden baba kız yola çıkmışlar. Gide gide ormanın en sık olduğu ıssız bir yere gelmişler. Mehmet Efendi kızına dönmüş:
—Sen burada beni bekle demiş.
Su kabağını, ekmek çıkınını ve Emine’nin küçük bohçasını ağacın dibine koymuş.
—Burada çok güzel mantarlar olur, acıkınca yer-sin. Kabakta da su var, susayınca içersin. Ben birkaç saat içinde odunu toplar gelirim.
—Ben de geleyim baba, demiş Emine. Sana yar-dımım olur.
—Yok kızım, ormanın o tarafı tehlikeli! Sen bu-rada kal! Ben hemen odunu kesip döneceğim. Korkacak olursan kabağı bir değnekle vur! Böylece ben senin kork-tuğunu anlar, koşarak gelirim.
Emine babasının konuşmalarından, tavrından bir şey anlamamış. Mehmet Efendi ise çok üzüntülüymüş. Gözlerinden yaşlar geliyormuş. Emine babasını kırmamak için fazla ısrar etmemiş.
Mehmet Efendi eşeği ormanın sık ağaçlı bölümüne sürüp kısa sürede gözden kaybolmuş. Emine bir süre babasının arkasından bakmış; daha sonra da eşyalarını, gövdesinde bir insanın girebileceği kadar genişlikte oyuğu olan çam ağacının yanına taşımış. İçinde bir sıkıntı, bir korku varmış. Su kabağının suyunu yere döküp ağacın dalına asmış. Nasıl olsa az ötesinde şarıl şarıl akan derecik varmış. Susayınca suyunu oradan içebilirmiş.
Emine biraz dinlendikten sonra mantar toplamaya başlamış. “Babam gelince pişirip yeriz.” diye düşünü-yormuş. Mantarlardan sonra yabani böğürtlenler toplamış. Öğle olmuş, babası görünürlerde yokmuş. İkindi olmuş yine yokmuş. Akşam olmuş, babası yine gelmiyormuş. Aklına kabağı vurup babasını çağırmak gelmiş. Hemen kabağı çalmaya başlamış ama babası bir türlü gelmiyor-muş. Bir süre sağa sola bakınmış. Babasının gittiği yöne doğru gitmiş. Ormanda kaybolurum korkusuyla daha geriye dönmüş. Babasının başına bir şeylerin gelmesinden korkmuş. Ama elinden bir şey gelmiyormuş. Başlamış ağlamaya. Bir süre ağladıktan sonra tekrar kabağı çalmış. Akşam üvey annesi ile babasının konuşmalarını hatırlamış. Bu konuşmadan sonra babasının çok üzüntülü olduğunu biliyormuş. Az daha beklemiş. Gelen giden olmayınca da babasının kendisini dağın başında bırakıp gittiğini anlamış. Kabak hâlâ tın tın ediyormuş. Üzüntüyle:
“Tın tın eder kabacık, aldattın beni babacık!” diye daha çok ağlamış. Ortalık kararmaya başlayınca da ağacın kovuğuna girip çam dallarıyla kovuğun girişini kapatmış. Sabaha kadar korkudan uyuyamamış.
Sabahleyin artık ormanda kendi başına olduğunu, babasının gelmeyeceğini, başının çaresine bakması ge-rektiğini biliyormuş. Ağlamayı, yakınmayı, üzülmeyi bırakmış. Ormandan çıkmak için yürümeye başlamış. Az gitmiş uz gitmiş öğleye doğru ormanın açıklık bir yerinde bir kulübe görmüş. Bacasından dumanlar çıkıyormuş. Çok sevinmiş. Hemen kulübeye koşmuş.
—Kimse yok mu, diye seslenmiş. İçeriden sesler geldiğini duyunca beklemiş.
“Geldim, geldim!” diye söylenen yaşlı bir kadın çıkmış kulübeden.
—Kim o?
Emine tatlı bir sesle:
—Ben Emine nineciğim, demiş. Ormanda yolumu kaybettim de…
Yaşlı kadın Emine’ye bakmış. Sonra yanına gel-miş. Bir güzel incelemiş.
—Ne işin vardı ormanda? diye sormuş.
—Babamla oduna gelmiştik ama babam bir daha geriye dönmedi…
—Ya, demiş yaşlı kadın. Hele geç bakalım içeriye!
İkisi de kulübeye girmişler. Nine çok güzelmiş. Pamuk gibi saçları varmış. Gözlerinin içi gülüyormuş. Sevecen bir sesle:
—Şimdi anlat bakayım başından geçenleri, demiş.
Emine her şeyi bir bir anlatmış. Yaşlı kadın din-lemiş dinlemiş sonra da:
—Vah benim kadersizim, demiş. Hemen bir tabak süt, bir parça ekmek getirmiş. Şimdi bunları ye!
Emine çok acıkmışmış. Hemen ninenin verdikle-rini yemeye başlamış. Nine:
—Benim kimim kimsem yok. Bir süre benim kızım ol! İneklerim, koyunlarım tavuklarım var. Onlara bakacak birisini arıyordum. Daha sonra ben seni köyüne gönderi-rim, demiş.
Emine kabul etmiş. Birlikte yaşamaya başlamışlar. Yaşlı kadının adı Halime Nine imiş.
Emine, önce kulübeyi temizlemiş. Ninenin çama-şırlarını yıkamış. Ahırı, ağılı ve kümesi silmiş süpürmüş. Hayvanlara ot, yem vermiş. Halime nine Emine’den çok memnun kalmış. Birkaç ay geçtikten sonra:
—Artık evine gitme zamanın geldi güzel kızım, demiş. Ben senden çok memnun kaldım. Becerikli, tatlı dilli, iyi kalpli bir kızsın. Bahtın hep açık olsun! Şimdi kulağını aç beni iyi dinle!
—Seni dinliyorum nineciğim, demiş Emine.
—Gel önce kulübeden dışarıya çıkalım kızım, demiş. Birlikte kulübeden dışarıya çıkmışlar. Halime Nine eliyle karşı yolu göstermiş. Evine gitmek için şu yolu takip edeceksin! Yol seni ormanın içinden geçirecek. Hiç korkma! Yoldan da hiç ayrılma! Ormandan çıkınca yol ikiye ayrılacak. Sen sağa doğru giden yola sapacaksın! Bir süre sonra önüne bir dere gelecek. Dereye varınca dur! Dere siyah akıyorsa kaçma, kırmızı akıyorsa sakın geçme, sarı akıyorsa içine gir korkmadan karşıya geç! Sonra tekrar aynı yoldan yürü! Yol seni dosdoğru evine götürecek.
—Sağ ol nine, demiş Emine.
Saygıyla ninenin elini öpmüş. Yola çıkmış. Az gitmiş uz gitmiş, yolu hep takip etmiş. Ormandan çıkmış. Yolun ikiye ayrıldığı yerden sağa sapmış sonunda dereye varmış. Dere gürül gürül akıyormuş ama simsiyahmış. Ninenin söyledikleri aklına gelmiş. Derenin kenarına oturup beklemeye başlamış. Dere bir gündüz bir gece siyah aktıktan sonra kırmızı akmaya başlamış. Emine yine beklemiş. Bir sabah vakti bakmış ki sapsarı akıyormuş. Üstelik hiçbir tehlike oluşturmuyormuş. Hemen ayakkabılarını çıkarıp suya girmiş ve karşıya geçmiş.
Bir iki saat kadar yürüdükten sonra evlerini uzak-tan görmüş. Sevinmiş. Koşmaya başlamış. Bu sırada ça-tıdaki kel horoz onu görmüş. Başlamış ötmeye.
-Ü ürü üüüüü! Güzeller güzeli, altın sırmalı Emine ablam geliyor!!!!!!!!!!!
Mehmet Efendi, Durkadın ve dahi Cemile horo-zun sesini duyunca hemen evden dışarıya koşmuşlar. Bakmışlar da gözlerine inanamamışlar. Emine altınlar içinde geliyormuş. Sanki hiçbir şey olmamış, ona kötülük yapmamışlar gibi koşup karşılamışlar. Boynuna sarılıp ne kadar çok özlediklerini falan söylemişler.
Birkaç gün geçmiş. Emine’nin getirdiği altınları harcamışlar. Bir zaman sonra Durkadın, yine Mehmet Efendi’nin karşısına geçmiş:
—Bana bak efendi, demiş. Benim gül gibi kızımın senin sümüklü kızından ne eksiği var? Yarından tezi yok onu da dağa götüreceksin, kızını bıraktığın yere bırakıp geleceksin! Benim kızımın yüzü gibi bahtı da kara kal-mayacak, senin kızın gibi her yeri altın olacak!
Sözü uzatmayalım. Lafa çokça yalan katmayalım. Mehmet Efendi Cemile’yi yanına almış, ertesi günü dağa götürmüş. Cemile, Emine’nin başından geçenleri bildiği için Mehmet Efendi’nin gitmesini bile beklemeden hemen yola çıkmış. Doğru Halime ninenin kulübesine varmış. Kapıyı çalmadan, izin bile almadan selamsız sabahsız içeriye girmiş.
—Ben geldim, demiş.
—Hoş geldin, demiş Halime nine. Kimin nesisin, kimin fesisin? Adın ne diye sormayacağım çünkü kimin gönderdiğini, niye geldiğini biliyorum.
—İyi o zaman, demiş Cemile. İstediğimi ver de ben hemen gideyim.
Halime nine saygısıza şöyle bir bakmış. Sonra da tatlı bir sesle:
—Hele bir soluklan! Acele etme! Misafirim ol! Ben yaşlı birisiyim. Üstelik ineklerim, koyunlarım, ta-vuklarım var. Bana birkaç gün yardım et, demiş.
—Ben ne inek bakarım ne koyun güderim! Hele tavukları hiç sevmem, demiş Cemile. Kendi işini kendin gör! Üstelik yol yorgunuyum. Karnım da aç! Biraz yemek ver de yiyeyim, sonra da yatıp uyuyayım.
Halime nine bu terbiyesize bakmış bakmış da:
-Önce ekmeği ve aşı hak etmen gerek, demiş. Yoksa sana bir lokma yiyecek vermem.
—Bana bak koca karı, diye bağırmış Cemile. Elime bir sopa alır da seni öyle bir döverim ki kırılmadık yerin kalmaz! Ben senin uşağın değilim! Senin bu pis kulübende de kalacak değilim. Bana yolu göster evime gideyim.
Halime nine yine de öfkelenmemiş. Tatlı bir sesle:
—Acele etmeseydin kızım, demiş.
—Ben senin kızın mızın değilim! İkide bir bana kızım deyip durma! Bana yolu göster diyorum sana!
Halime nine sesini çıkarmamış. Bir süre Cemi-le’nin yüzüne bakmış. Sonra yavaşça ayağa kalkıp kapıya varmış:
—Mademki öyle, demiş. Kalmayacaksın, o zaman şu karşıdaki yola düş! Ormanı çıkınca yol ikiye ayrılacak. Sağdaki yoldan gideceksin! Sonra dereye kadar yürü! Dereye gelince dur! Derenin suyu sarı sarı akıyorsa sakın içine girme! Kırmızı akıyorsa selam verme! Siyah akıyorsa gir içine! İster yıkan istersen yuvarlan! Sonra arkana bile bakmadan doğru evine git! Bir daha da buralara sakın geleyim deme! Annene de söyle, sana biraz terbiye versin! Haydi, güle güle!
Cemile alacağını almış, duyacağını duymuş, hoşça kal bile demeden hemen yola koyulmuş.
Az gitmiş uz gitmiş. Ormandan çıkıp dereye gel-miş. Bakmış derenin suyu sarı sarı akıyor. “Beni kandı-racaksın ha pis dere!” demiş. “İçine girmiyorum işte!” Sonra yerden birkaç taş alıp dereyi taşlamış. Dere birden kırmızıya kesmiş. Cemile çok öfkeliymiş. “Sarı, kırmızı deyip durma; hemen siyah ak pis dere!” diye bağırmış. Dere az sonra simsiyah akmaya başlamış. Bu Cemilenin beklediği anmış. Hemen içine atlamış, yatmış yuvarlan-mış, ıslanmadık yerini koymamış. Sonra da mutlu bir şekilde koşa koşa evin yolunu tutmuş. Evlerine yaklaştı-ğında kel horoz yine damdaymış. Onu görünce kanatlarını çırpıp başlamış ötmeye:
-Ü,Ürü üüüüüüüüü! Cemile ablam geliyor, her ta-rafından kirler akıyor, kurbağaya benzeyen Cemile ablam geliyor, onu gören kaçıyorrrrrr!
Durkadın kızının gelmesini heyecanla bekliyor-muş. Horozun sesini duyunca dışarıya koşmuş. Horoz durmadan bağırıyormuş:
-Ü,Ürü üüüüüüüüü! Cemile ablam geliyor, her ta-rafından kirler akıyor, kurbağaya benzeyen Cemile ablam geliyor, onu gören kaçıyorrrrrr!
Durkadın yerden kocaman bir taş alıp horoza at-mış:
—Sus kel horoz! Şimdi gelir, o kel kafanı keserim! Senin ablan altın olup geliyor!
—Ablam kara olmuş geliyor, gören ondan kaçıyorrrrrrrrr!
Durkadın dayanamamış yola koşmuş. Gerçekten de yoldan kapkara, pislik içinde, adamdan azma, dişleri kazma, üç buçuk telli, kurbağa belli birisi geliyormuş. Üstelik “Anaaa, ben geliyom, altın gızın geliyo!” diye karga sesinden çirkin bir sesle bağırıyormuş.
Bu sesi Mehmet Efendi de duymuşmuş. Emine ile birlikte evden dışarıya çıkmışlar. Cemile’yi o hâlde gö-rünce şaşırmışlar. Mehmet Efendi daha sonra kızına her şeyi bir bir anlatmış. Kızından özür dilemiş. Yaptıkları kötülüklerin cezasını çekmeleri için Durkadın ve kızını evden kovmuş. O günden sonra baba kız mutlu bir şekil-de yaşamışlar.
Gökten üç elma düşmüş. Kocaman, tatlı ve sulu elmalarmış bunlar. İsteyen yesin, isteyen arkadaşına ver-sin. Az önce Emine’nin yanındaydım. Ayrılırken okuyan-lara selam söyledi. “Yolları düşerse bize de misafir gel-sinler.” dedi.

Kitap Kurdu Küçük Kız Masalı

 Kitap Kurdu Küçük Kız Masalı

bir varmış bir yokmuş.dünyadaki güzelim diyarların birinde bizim masala konu olan küçük kız yaşarmış.küçük kız teyzesiyle birlikte büyük gösterişli bir evde bir eli yağda öteki balda,bir dediği iki olmadan yaşamasına rağmen mutlu değilmiş.neden mi peki çünkü küçük, etrafından küçük bir çocukmuş gibi muamele görmek istemiyormuş.o yaşıtları gibi topla oynamaktan salıncak da sallanmaktan ip atlamaktan derede yüzmekten kovalamaca oynamaktan hiç mi hiç hoşlanmıyormuş.hele hele o evcilik oyunu ....o kadar basit ve aptalca buluyormuş ki o oyunu oynarken gördüğü arkadaşıyla bir daha konuşmak bir yana ona selam bile vermiyormuş.gelgelelim küçük kız böylece tüm arkadaşlarını kendine küstürmüş.yapayalnız kalmış.içinden onlar benim arkadaşlığımı hakketmiyorlar ki. diyor ve hiçbirini umursamıyormuş.oyun oynamayan kimseyle konuşmayan bu küçük,günlerini kitap okuyarak geçirirmiş sabahtan akşama kadar okur okur okurmuş.okumayı o kadar severmiş ki teyzesinin ve köylerindeki diğer insanların nasıl olup da bu eğlenceden mahrum kaldıklarını bi türlü anlamıyormuş.zaten arkadaşlarının bizim küçükten uzaklaşmalarının bir sebebi de kızla her konuştuklarında, kızın onlara o sıralar okuduğu kitaplardan bahsetmesi ve onlara da bu kitabı okumaları konusunda diretmesiymiş.çocuklar bir türlü anlamıyormuş sabahtan akşama kadar güzel güzel oynamak, yaramazlık etmek varken kızın tüm gün kitap okumasını....



bizim kız kitapları yalayıp yuttuğu için teyzesi ona kitap yetiştirmekte oldukça zorlanıyormuş.köyde kitap satılmadığından haftada bi şehre gidermişler kızla..kız orada onlarca kitap beğenirmiş o hafta okumak için. okudukları da gerçekten kalın kitaplarmış ama küöük kız gider gitmez okumaya başlayıp o günün akşamı kitapların ikisini bitirimiş teyzesi
kitapların kızın hiçbir işine yaramayacağını düşünüp ah be kızım çocukluğunu yaşa. günün birinde evleneceksin. o zaman çocukluğunu yaşamadığına üzüleceksin der dururmuş..kız bu sözleri duyunca dişlerini sıkar gözleri dolu dolu odasına gidermiş.teyzesinin çok yanlış düşündüğünü düşünüyormuş. o asla evlenmeyecekmiş.o kitap okuyacakmış ve bir gün mutlaka kitap okuduğu ve boş şeylerden uzak kaldığı için ödüllendirileceğini biliyormuş .




bir yıl,ülkede kuraklık baş göstermiş. tarlalardaki ürünler olgunlaşamadan kuruyup kalmış. herkes çok zor durumda kalmış. kızın teyzesi bile o yıl tarlalarından hasat elde edemediği işin artık iki üç haftada bir gidip çok daha az kitap almak durumunda kalmış kıza. kız teyzesini zor durumda bırakmak istemediğinden itiraz etmeyip yeni alınan kitapları bitirdikten sonra eski okuduğu kitapları bir daha okuyormuş.
kuraklık gelmiş gelmesine de gitmek bilmemiş.artık köydeki çocukların dışarıda oynamasına anneleri izin vermiyormuş.zaten çocuklar da yarı aç yarı tok bir halde oynamaktan da zevk almıyormuş. gün boyu evde kart oyunları oynayıp, pinekliyorlarmış.kimse yüksek sesle dile getirmiyorsa da bu durum biraz daha böyle devam ederse herkes evini barkını bırakıp şehre göçmek zorunda kalacakmış..



küçük kızsa düşünüyormuş.kuraklığın verdiği zarar neyle yenilebilir.madem toprağı sürüp ürün elde edemiyoruz o zaman ne yapmalı aklına okuduğu tarih kitapları gelmiş. eski milletler kuraklık geldiğinde ne yaparlardı hatırlamış .heyecanla dışarı fırlayıp köyün yukarısındaki kızgın dereye gitmiş dere çok hızlı ve kızgın aktığından adı kızgın dereymiş.sonra tarlalara gitmişş.köyün aşağısındaki ormanlık alana da bir göz attıktan sonra teyzesine koşup planını anlatmış ormandaki ağaçlar kesilip içi oyulacak ve kovuklar yapılacak demiş sonra dereden tarlalara toprak kazılıp bu kovuklar yerleşirilecek, tarla içinde de dereden bu yolu izleyerek gelen suyun her yere ulaşmasını su yolları sağlayacak demiş. teyzesi kızın fikrinin işe yarayacağından emin olamamış ama kızın ısrarları üzerine köydeki diğer evlerden bazılarına anlatmış fikri.insanlar bir umutla açlık ve yoksulluk canlarına tak ettiğinden kızın dediğini bir bir yapmışlar iki aya kalmadan olgunlaşan ürünleri hasat etmişler

kitap okuyan bu küçük kızın kitaplardan gerçekten faydalı şeyler öğrendiği anlaşılmış.teyzesi küçük kızla gurur duyduğunu her fırsatta dile getirip kızdan söyledikleri için özür dilemiş. anne babalar da çocuklarıyla tek tek gelip kızdan ödünç kitaplar almışlar herkes bir iki kitap okuyunca gerçekten kızın neden okumadan duramadığını anlamışlar.köydeki büyük küçük herkes pek çok kitap okumuş.yeni doğan her çocuğa okuma yazma öğretilmiş .köy zamanla kalkınmış kalkınmış. bizim küçük kız bilge bir nine olduğunda köyümüz bilimadamları sanatçılar filozoflar çıkaran herkesin burada yaşamak için akın akın diğer diyarlardan geldiği büyük bir ülke olmuş ve herkes çok çok mutlu doğmuş mutlu yaşamış ve ihtiyarlamış..

Ayrık Otu Ve Çiçekler Masalı AYRIK OTU VE ÇİÇEKLER

Ayrık Otu Ve Çiçekler Masalı

AYRIK OTU VE ÇİÇEKLER
Bekir CANER
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Deve tellal iken, pire berber iken... Ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallıyordum ki elimdeki ip koptu, beşik devrildi. Ben beşiği kaldırırken anam kaptı maşayı, babam kaptı sopayı. Ben kaçtım onlar kovaladı, sarı kedi miyavladı. Dar attım kendimi dışarıya, başladım kaçmaya. Az gittim uz gittim, altı ayla bir güz gittim. Yoruldum gide gide. Vardım bir Pazar yerine. Bir at aldım dorudur diye. At bir tekme attı geri dur diye. Neyse uzatmayalım, masala başlayalım.
Çok çok eski zamanlarda bir saray, sarayın da bir bahçesi varmış. Bahçe olur da bahçıvan olmaz mı. Elbette olur. Bu bahçenin de çalışkan mı çalışkan, beceriklimi becerikli, bilgili mi bilgili bir bahçıvanı varmış.Her ağacın, her çiçeğin, her otun dilinden anlar, onları canı gibi bakar ve severmiş. Hangi gül hasta, hangi karanfil yasta hepsiciğini bilirmiş. Kim hangi mevsimde açacak, kim ne zaman uykuya yatacak bilirmiş. Gece gündüz bahçede çalışır, işini hiç mi hiç ihmal etmezmiş.
Bahçedeki bütün ağaçlar, çiçekler, çimenler ve dahi bahçıvanın izin verdiği bitkiler bolluk içinde, refah içinde, güzellik içinde sağlıklı ve mutlu yaşarlarmış. Hiçbirisi ne besin sıkıntısı çeker, ne su sıkıntısı çeker ne de güneş sıkıntısı çekermiş. Kimse kimsenin yerine göz dikmez, dalına budağına göz koymaz, çiçeğine çubuğuna karışmazmış. Sadece zaman zaman bahçıvana çiçeklerinden bazılarını verirlermiş. O da bu çiçekleri padişaha, sultana ve diğer devlet görevlilerine sunarmış.
Günlerden bir gün rüzgar bahçeye mini mini bir tohumcuk getirmiş. Tohumcuk o kadar küçük ve zavallıymış ki onu ilk gören gül “ay ne şirin bir tohum.” Demiş. Hemen bu tohumcuğa yer açmış. Diğer çiçeklerde, bitkilerde bu küçük tohumun çimlenip gelişmesi için yardımcı olmuşlar. En güzel besini, en tatlı suyu ona hediye etmişler. Tohum birkaç gün içinde çatlamış ve toprağın yüzüne mini mini bir fidancık çıkıvermiş. Zayıf, sıska, çelimsizmiş. “Günaydın.”Demiş. Sonra tek tek tüm bitkileri ve dahi çiçekleri selamlamış.
-“Hoş geldin.”Demiş gül.”Senin adın ne?”
-“Hoş bulduk gül anne.”Demiş mini mini fidançık. “Bana ayrık çiçeği derler.”
Gül bu adda bir çiçek duymamışmış. Merakla:
-“Adını hiç duymadım.” Demiş. Oysa bütün çiçekleri tanıdığımı sanıyordum.” Sonra diğerlerine dönmüş. “Siz tanıyor musunuz?”
Diğerleri düşünmüşler taşınmışlar ama hiç birisi ayrık çiçeğini çıkaramamış.
-“Ben duymuştum ama….” Demiş yaşlı sümbül. “Yalnız ne zaman duydum, nerede duydum şimdi hatırlamıyorum.”
-“Dedemin dedesi sizden bahsetmişti ama...” Demiş Mor menekşe. “O zamanlar çok küçüktüm. Ayrık otuyla savaştık mı demişti, yoksa gülüştük mü demişti…”
Ayrık otu birden korkuvermiş. Telaşla mor menekşeye bakmış. Sonra da olabildiğince şirin ve tatlı görünmeye çalışarak:
-“Bende sizi nereden tanıyorum diye düşünüyordum kardeş.” Demiş. “Şimdi hatırladım. Rahmetli dedem sizin dedenizin arkadaşıymış. Birlikte büyük sultan feşmekanın sarayının bahçesinde yaşarlarmış. Dedemle birlikte harika maceralar yaşamışlar. Ta ki sarayın o iblis bahçıvanı aralarına girinceye kadar. Ne kötü anılarmış onlar. Anlatıp da sizin rahatınızı ve huzurunuzu kaçırmayayım.”
Diğer çiçekler meraklanmışlar. Gül:
-“Bizi çok meraklandırdın.” Demiş. “Anlat da dinleyelim.”
Ayrık otu olanca şirinliği ile anlatmaya başlamış.
-“Biz çiçeklerin içinde en küçük olanıyız. Çiçeklerimiz çok küçüktür ama çok da güzeldir. Üstelik mis gibi kokular da saçarız. Yıllar yıllar önceydi. Büyük babalarımızdan birisi bahçeden ayrılmak istemiş. Bu isteğini bahçıvana söylemiş. Bahçıvan buna çok kızmış. İzin vermemiş. Büyük babam da biraz incinmiş. O gün sultana çiçek verme sırası bizdeymiş. O da bahçıvana kırgınlığından çiçeklerinden vermemiş. Bu duruma kızan bahçıvan bize savaş açmış. Hemen bahçedeki bütün akrabalarımı söküp atmış. Bununla da yetinmeyip günlerce bizden birisi kaldı mı diye her yeri aramış taramış. Bereket o bahçede de sizin gibi iyi çiçekler varmış. Bizden bir kaçını saklamışlar. Onlarda bir süre sonra bir fırsatını bulup bahçeden kaçmışlar. O günden bu yana tüm bahçıvanlar bize düşmandırlar. Onlarla barışmak için elimizden geleni yaptık ama bir türlü barış sağlanamadı. Neredeyse soyumuz kurumaya başladı. Şu anda yer yüzünde on tane ya kaldık ya kalmadık. Onlardan birisi de benim. Ne olur bana yardım edin..” Sonra da başlamış ağlamaya. O kadar içten ve tatlıymış ki sözleri bütün çiçekleri ona inanmışlar ve acımışlar. En iyi gıdaları ve dahi sularını onunla paylaşmışlar. Dahası el birliğiyle bahçıvandan onu korumuşlar.
Bizim ki kısa sürede serpilmiş. Büyümeye başlamış. Kimseye de zararı yokmuş. Azıcık su ona yetiyormuş. Toprağın üstünde olsun, altında olsun diğer bitkilere hiçbir zarar vermiyormuş. Köklerini de kimsenin kök atmadığı verimsiz yerlere gönderiyormuş. Bir süre sonra da yavaş yavaş diğer bitkilerin köklerine doğru yaklaşmaya başlamış. Bazı çiçekler yer altından kendilerine doğru gelen köklerden rahatsız olmaya başlayınca da bütün şirinliğiyle:
-“Hepinizi yakından tanımak istiyorum, ama bahçıvanın korkusundan toprağın üstünden gelemiyorum, izin verirseniz toprağın altından geleyim. Sizi rahatsız edersem ne olur beni bağışlayın.” Diye özür diliyormuş.
Zaman hızla geçmiş. Bizim arsız kısa sürede tüm bahçeye kök salmış. İncecik kökler zamanla kalınlaşmaya ahtapotun kollarına dönmeye başlamış. Bir süre sonra da artık bahçıvandan da pek korkusu kalmamış. Toprağın üzerine de çıkmış.
Tüm bunlar olurken aksilik bu ya bizim çalışkan bahçıvan hastalanıvermiş. Yerine de tembel birisi atanmış. Yeni bahçıvan topraktan, sudan, gübreden pek anlamazmış. Dahası da çiçekleri falan sevmezmiş. Tüm günün ağaçların serin gölgesinde uyumakla geçirmeye başlamış. Arada sırada bahçeye birisi geldiğinde hemen yerinden fırlar çalışıyormuş gibi yaparmış.
Sulanmayan, gübrelenmeyen, budanmayan ve dahi dipleri çapalanmayan çiçekler ve dahi güzelim ağaçlar sararıp solmaya, yapraklarını dökmeye, cılızlaşıp ağlaşmaya başlamışlar. Ama yine de bir birlerini incitmemeye çalışıyorlarmış. Azıcık suyu, gübreyi kardeş payı yaparak yaşamaya çalışıyorlarmış. Ayrık otu ise bu fırsatı değerlendirip her yere yayılmış ve bahçenin tek sahibi oluvermiş. Üstelik eski tatlı dili, güler yüzü de yokmuş. Bir gün:
-“Bana bakın.” Demiş. “Şu andan itibaren bu bahçenin tek sahibi benim. Sizler de benim kölelerimsiniz. Ben ne istersem onu yapacaksınız. İlk önce hepiniz bir kısım yapraklarınızı dökeceksiniz. Bu yapraklar benim çocuklarımın gıdası olacak. Sonra suyu ben izin verdiğimde içeceksiniz. Dediklerimi yapmayanların boğazını sıkarım. Bu bahçeden yaşatmama.”
Çiçekler çok çaresizmişler. Bahçıvandan yardım istemişler ama o duymamış bile. Birlik olup ayrık otuyla savaşmaya kalkmışlar ama güçleri yetmemiş. Başkaldıranın köklerini sıkıvermiş. Önce kendisini bahçıvandan saklayan ve koruyan kırmızı gülü öldürmüş. Sonra sarı zambağı, daha sonra nergisleri. Elinden kimse kurtulamıyormuş.
En sonunda hepsi ona yalvarmaya başlamışlar.
-“Bize insaf et.”Demiş beyaz gül ağlayarak. “Sen böyle değildin. Buraya geldiğinde biz seni bahçıvandan koruduk. Yiyecek verdik. Hani sen çok iyi idin. Kimseye kötülük etmezdin?.”
-“Çok konuşma.” Diye azarlamış ayrık otu. “O sözlerim sizi kandırmak içindi. Bahçıvanlarla düşmanımızdır. Biz onların bahçelerine saldırırız onlarda bize saldırırlar. Ama her zaman kazanan biz oluruz. Bize ayrık otu derler. Tarihimiz zaferlerle doludur.”
Artık her gün çiçeklere ve ağaçlara olmadık açılar taktırıyor, elinden gelen kötülüğü ederken zevk alıyormuş.
Çiçekler ve ağaçlar gerçeği geçte olsa öğrenmişler. Ayrım otunun ne kadar kötü bir bitki olduğunu, bahçıvanların onu niçin sevmediklerini acı bir şekilde öğrenmişler. Ayrık otunu korudukları, bahçıvan hakkında kötü düşündükleri için hepsi çok pişmanmış ama artık iş işten geçmişmiş. Çaresiz hepsi de acı sonlarını bekler olmuşlar.
Kara gün kararıp kalmazmış. Kötüler dünyaya kök salmazmış. Bir gün çalışkan bahçıvan iyileşip görevinin başına dönüvermiş. Bahçesinin perişan halini görünce çok üzülmüş. Ayrık otu ise çalışkan bahçıvanı görünce morali bozulmuş ama yine de bana artık bir şey yapamaz diye böbürlenmiş.
Çalışkan bahçıvan ilk günden kolları sıvamış. Kazmayı, beli, çapayı eline almış. İşçiler bulup gelmiş. Ayrık otu için kara günler gelip çatmış.
Bir ay içinde tüm bahçe karış karış kazılmış. Ayrık otunun toprak altındaki tüm kökleri tek tek bulunup yolunmuş. Bir süre sonra artık tek kök kaldığında yine çiçeklere yalvarmaya başlamış. “Ben ettim siz etmeyin, beni bahçıvandan koruyun, kollayın, merhamet edin, acıyın,” diye. Ama körün gözü açılmış, sağırın kulakları duyar olmuş, akılsız akıllanmışmış. Hiçbir çiçek ve dahi ağaç ona yardım etmemiş. Köklerinin arasına alıp saklamamış.
İşte böyle. Kötüler hep bencil olur. İyilikten güzellikten anlamazlar. Yardımlaşmayı sevmezler. Güçsüzken yalvarırlar, güçlüyken saldırırlar. Siz siz olun hep güzel olun. İyilik yapan iyilik bulur. İyiliğe, iyilikle karşılık verenler hep mutlu olur.
Gökten üç güzel elma düşmüş. İyilik kokan, güzellik kokan elmalar. İri iri. Sulu Sulu. Birisi beyaz, birisi kırmızı, birisi yeşil. Birisini alın doya doya yiyin. Bir birinizi de sevin. Dost olarak, kardeş olarak yaşayın, yurdumuzun nimetlerini kardeşçe paylaşın. Hep bana demeyin, yalnız yemeyin. Asla ayrık otu olmayın.

Okul Aşkı Masalı

Okul Aşkı Masalı

Üniversiteli delikanli Kolejli kiza bir voleybol macinda rastladi. Okul salonundaydi mac. Tribünümüz minik bir salon.. Seyircilerle, oyuncular arasinda sahanin cizgisi vardi sadece.. O kadar yakindilar..
Delikanli, bu tatli, bu güzel, bu dünyalar sirini kizi ilk defa görüyordu takimda.. Hoslandigini, fena halde hoslandigini hissetti. Az sonra bir seyi daha hissetti. Uzun zamandan beri maci degil, o güzel kizi izledigini..
Kiz servis atarken hemen önunden gecti. Göz göze geldiler.. Kiz gülümsedi.. Delikanli, cok popülerdi o yillarda.. Kiz onu tanimis olmaliydi. Kim bilir, belki kiz da ondan hoslanmisti.. Belkide delikanli öyle olmasini istedigi icin ona öyle gelmisti..
Set degisip, takim karsiya gidince, delikanlida yerini degistirdi, o da karsiya gitti.. Ücüncü sette tekrar eski yerine dönüu.. Kizda gidis gelisleri fark etmisti galiba.. Bir defa daha gülümsedi. Manidar.. `anladim` der gibi bir gülümseyisti bu.. Delikanli o hafta boyu hep bu dünyalar sirini kizi düsündü..

Pazar günü, sabahin köründe kalkti, erkenden oynanacak maci, ne maci canim, o dünyalar sirini kizi görmek icin.. Delikanli artik kizin hicbir macini kacirmiyordu.. Dahasi.. Ankara Koleji`nin her dagilis saatinde, okul civarinda oluyordu, onu bir kez daha görmek icin..
Karsilastiklarinda, hafif cok hafif bir gülümseme, cok minik bir bas egmesi ile selamlasir olmuslardi..
Bir defasinda, yaptigina sonra kendiside günlerce güldü.. O gün gene tesadüfmüs gibi, okul dagilimi kizin karsisina cikmis, gülümseyerek selamlamis, sonra arka sokaklara dalip, yildirim gibi kosarak, bir blok ötede gene karsisina cikmisti.. kiz bu defa, iyice gülmüstü..

Karsisinda, sözüm ona agir agir yürüyen, ama nefes nefese delikanliyi görünce..

Delikanli, voleybol takiminin kaptanini iyi taniyordu. Arkadastilar. Sonunda bütün cesaretini topladi, kaptana acildi.. O kizdan fena halde hoslaniyordu. Galiba kiz da ona karsi bos degildi. Bir yerde, bir sekilde tanismalari gerekiyordu.. O zamanlar, bu isler böyle oluyordu cünkü.. Kaptan `tabi` dedi.. `bu hafta sonu güzel bir konser var. Biz onunla gitmeye karar vermistik zaten. Sende gel. Hem konseri birlikte izleriz, hem de tanisirsiniz..`
`Mutluluk iste bu olmali` diye düsündü delikanli.. `Mutluluk iste bu..` Ve konser gününe kadar geceleri hic uyuyamadi.. Konser günü de hic ama hic unutmadi.. O ne heyecandi öyle.. Konserin verildigi sinemanin kapisinda tanistilar.. El sikistilar.. O güzel ele dokundugu ani da hic unutmadi delikanli.. Kaptan, salona girdiklerinde, ustaca bir manevra daha yapti. Delikanli ile dünyalar sirini kiz yan yana düstüler. Inanamiyordu delikanli..

Onunla nihayet yan yana oturduguna, onun sicakligini hissettigine, onun nefesini duyduguna inanamiyordu.. Biraz önce tanisirken tuttugu el, bir karis ötesinde öylesine duruyor, delikanli, sahnede dünyanin en romantik sarkisi söylenirken - o an dünyanin bütün sarkilari dünyanin en romantik sarkisiydi ya - o eli tutmak icin öylesine büyük bir arzu duyuyorduki icinde.. Ama uzatamiyordu iste elini.. Her sey böyle iyi giderken, yanlis bir hareketle, onu ürkütebileceginden, incitebileceginden öylesine korkuyorduki..
Sonunda dayanamadi, sanki kolu uyusmus gibi, uzandi.. Kolunu kizin koltugunun arkasina koydu.. Kizin omuzuna degil.. Koltugun uzerine.. Sonra kiz arkaya yaslandi.. Bir kac sac teli, delikanlinin elinin uzerine dokundu.. Kalbi yerinden firlayacak gibi atiyordu artik genc adamin.. Dünyalar sirini kizin saclari eline dokunuyordu cünkü.. Konserden cikarken, kiz, sakalasti.. `sizi her macimizda görüyoruz. Alistik Nerdeyse.. Yarin Adana`da macimiz var.. Gözlerimiz sizi arayacak..`
Hayir, aramayacakti.. Delikanli o anda kararini vermisti cünkü.. Cebinde onu otobüsle Adana`ya götürüp getirecek, hatta ögle yemeginde bir de Adana kebap yedirecek kadar para vardi.. Gece yarisi kalkan otobüse bindi.. Sabah erkenden Adana`ya indi. Mac saatine kadar basi bos dolasti. Salona erkenden girdi, en ön siraya tam servis kosesine en yakin yere oturdu.. Takimlar sahaya cikarken, salondaki en heyecanli seyirci oydu. Mac falan degildi sebep tabii..

Ilk sette kiz farkinda bile degildi onun.. Nerden olsundu ki.. Ikinci sette obur tarafa gittiler.. Döndüklerinde, ücüncü sette kiz farketti delikanliyi.. Yüzünde cok ama cok saskin bir ifade, biraz mutluluk, birazda gurur vardi sanki.. Ankara`nin hele Kolejde cok popüler bu delikanlisinin onun icin ta oralara geldigini bilmenin gururu.. Mac bitti. Kiz soyunma odasina, delikanli garajlara gitti. Tek kelime konusmadan.. Konusmaya gelmemisti ki.. Kiz `keske orada olsaydin` demisti. O da olmustu iste.. Hepsi o.. Ona o kadar cok sey söylemek istiyordu ki aslinda..
Bir gün universite kantininde gazete okurken, ic sayfalarda bir siire rastladi. Daha dogrusu bir siirden alinmis bir dörtlüge.. Söylemek istedigi hersey bu dört satirda vardi sanki.. Bembeyaz bir karta yazdi o dort satiri.. Ögleden sonrayi zor etti, Kolejin önüne gitmek icin.. Kizin karsidan geldigini gördü. Kosarak yanina gitti. `Bu sana` diye karti eline tutusturdu ve kayboldu ortadan.. Kiz, Necip Fazil`in dort satirini okurken..

`Ne hasta beklerdi sabahi
Ve ne genc ölüyü mezar
Ne de seytan bir günahi
Seni bekledigim kadar!..`

Ertesi gün ögleden sonra, tarif edilemez heyecanlar icinde Kolejin önündeydi gene.. Kiz karsidan geliyordu.. Bu defa yaninda arkadaslari yoktu. Yanlizdi.. Yaklastiginda isaret etti delikanliya.. Gözlerine inanamadi genc adam.. Onu yanina mi cagiriyordu yoksa.. Evet, cagiriyordu iste..
Kalbinin duracagini sandi yaklasirken.. `Sana bir seyler söylemek istiyorum` dedi kiz.. Oda heyecanliydi, belli..
`Bak iyi dinle.. Dünkü satirlar icin cok tesekkrler.. Herhalde hissettin, bende senden hoslaniyorum. Ama senden evvel tanidigim birisi daha var. Ondanda hoslaniyorum ve henuz karar veremedim, hanginizden daha cok hoslandigima.. Ve de su anda, onu terketmem icin bir sebep yok.`
`O zaman karar verdiginde ve de eger sectigin ben olursam, hayatinda baska kimse olmazsa, ara beni` dedi, delikanli ikiletmeden.. Ayrildi kizin yanindan.. Bir daha voleybol macina gitmeden, bir daha okul yolunda onune cikmadan.. Bir daha onu hic görmeden.. Yillarca sonra Levent`in söyleyecegi sarkida ki Sezen`in sözlerini o o zaman biliyordu sanki. Ask onurlu olmaliydi..
Günlerce, haftalarca, aylarca bekledi.. Tipki, kiza verdigi o dörtlükteki gibi bekledi.. Hastanin sabahi, seytanin günahi bekledigi gibi bekledi.. Heyecanla bekledi. Hirsla, arzuyla bekledi. Umutla, umutsuzlukla bekledi. Bazen öfkeyle bekledi.. Ama bekledi.. Baska hic kimseye bakmadan, baska hic kimseyi bulmadan bekledi.
Bir gün bir siir antolojisinde siirin tamamini buldu.. Iki dörtlüktu siir.. Ilki kiza verdigi.. Bir ikinci dörtlük daha vardi o kadar.. O dörtlügü de bir kartin arkasina dikkatle yazdi.. Cebine koydu..
Bekleyis sürüyor, sürüyordu.. Okullar kapandi, acildi.. Aylar, aylar gecti..Birgün delikanli kizi aniden karsisinda gördü..
`Günlerdir seni ariyorum` dedi. `Günlerdir seni ariyorum. Iste sana haber.. Artik hayatimda hic kimse yok!..` `Yaa` dedi delikanli.. `Yaa` dedi sadece.. Kalbi heyecandan ölesiye carparken, aylardir ölesiye bekledigi an gelip catmisken, agzindan sadece bu ses cikmisti.. `Yaaa!..`
Cebinde artik iyice eskimis karti uzatti kiza.. `Sana bir siirin ilk dörtlügünü vermistim ya bir gün` dedi.. `Bu da sonu onun..` Sonra yürüdü gitti, arkasina bile bakmadan.. Kiz ikinci dörtlügü oracikta okurken..

`Gecti istemem gelmeni
Yoklugunda buldum seni.
Birak vehmimde gölgeni
Gelme artik neye yarar!..`

Aradan yillar, cok ama cok uzun yillar gecti. Delikanli bügün hala düsünüyor.. O uzun, cok uzun bekleyis mi öldürmüstü askini?. Ya da beklerken, ölesiye beklerken hayalinde öylesine bir sevgili yaratmisti ki, artik yasayan hic kimse bu hayali dolduramazdi.. O sevgilinin kendisi bile.. Hayalindekini canli tutmak icin mi, canlisini silmisti yani?.. Ya da.. Ya da.. Bir siirin romantizmine mi kapilmis, bir delikanlilik jesti ugruna, mutlulugunun üzerinden öylece yürüyüp gitmisti, acaba?
Delikanli bu sorularin yanitini bügün hala bilmiyor.. Bilmedigini de en iyi ben biliyorum.. Cünkü, delikanli, bendim!..

Honaz Dağındaki Düğün Masalı

 Honaz Dağındaki Düğün Masalı

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler cirit oynarken eski hamam içinde... Ben diyeyim şu damdan, siz deyin bu damdan. Uçtu uçtu kel horoz uçtu. Kel horoz uçmadı kır Memiş uçtu. O uçtu bu uçtu derken anam düştü eşikten, babam düştü beşikten. Ben onları avutayım dedim de biri kaptı maşayı, biri aldı şişeyi. Dolandım hemen dört köşeyi. Bu köşe yaz köşesi, şu köşe kış köşesi, şu köşe güz köşesi, elinde yağ şişesi. Az gittim uz gittim... Dere tepe düz gittim. Çayır çimen geçerek, lale sümbül biçerek; soğuk sular içerek, altı ayla bir güz gittim. Bir de dönüp ardıma baktım ki, ne göreyim, hemen masala gireyim.
Honaz Dağı’nın dibinde bir köy, köyde de Memiş derler bir çoban varmış. Memiş’in üç beş koyunu, biraz da keçisi varmış. Köyün yok yoksuluymuş. Her gün koyunlarını keçilerini alır, o dağ senin bu dağ benim, o yayla senin, bu yayla benim dolaşır, koyunlarını kuzularını otlatır, serin gölgeli ağaçlar altında dinlendirir, buz gibi pınarlardan sular, geceleri de bir dağın yamacına kurduğu ağılına çekilirmiş.
Ağılı Honaz Dağı derler bir ulu dağa karşıymış. Memiş ağılında hep bu dağa bakarmış. Bazı geçeler Dağın tepesinde harman yeri büyüklüğünde ışıklar belirirmiş. İşte Memiş bu ışıkları merak edermiş. Çünkü bu ışıklar perilerin yaktıkları ateşin ışıklarmış. Yaşlılar bu ışıkların olduğu gecelerde perilerin düğün yaptıklarını anlatırlarmış.
Bir gün yine dağın tepesinde kocaman bir ışık belirdiğinde dayanamamış, koyunlarını keçilerini ağıla kapattığı gibi yola çıkmış. Az gitmiş uz gitmiş, altı ayla bir güz gitmiş ve bin bir zorlukla, dili damağı kurumuş bir halde koca dağa tırmanmış ve doruğa vardığında bir kayanın arkasına saklanarak düğünü seyretmeye başlamış. Yüzlerce ipek kanatlı peri oynuyor,dans ediyor, eğleniyormuş. Gördüklerinden son derece şaşkınmış. Çünkü perileri o güne kadar hiç görmemişmiş. Perilerin ipeksi kanatları varmış, çok güzellermiş.
Sabaha kadar seyretmiş. Gün doğarken peri padişahının bir işaretiyle tüm periler uçup gitmişler. Memiş onlar gidince düğün alanına koşmuş, kalan yiyecekleri yemiş, şerbetleri içmiş, daha sonra da yorgunluktan uyuya kalmış.
Uyandığında akşam olmuşmuş. Telaşlanmış. Koyunları kuzuları gelmiş aklına. Ağılda aç kaldıklarını, perişan olduklarını düşününce ne yapacağını şaşırmış, hemen geri dönmek için koş maya başlamış. Bir zaman koştuktan sonra yorulmuş ve biraz dinlenmek için bir kayanın dibine oturduğunda bazı sesler duymuş. Meraklanmış. Gizlice seslerin geldiği yere doğru sürünerek gitmiş. O zamanlar dağlarda eşkıyalar da bulunurmuş. Yakaladıklarına zarar verirlermiş.
Seslerin geldiği yere varınca donup kalmış. Çünkü bir sürü keçi kılıklı, kuyruklu, çirkin yaratık ellerinde kocaman sopalar olduğu halde toplantı yapıyorlarmış. Memişin şaşkınlığı ve korkusu biraz azalınca bunların cinler olduğunu düşünmüş. Gerçekten de bunlar cinmiş. Cinler zararlı yaratıklarmış. Herkese kötülük yaparlarmış. Bunlarında amaçları da o gece perilerin düğünün basıp, bir kısmın esir almak, köle olarak kullanmakmış.
Memiş bunları duyunca ne yapması gerektiğini düşünmüş. O güzelim perilere zarar verecekler diye de korkmuş. Önce bana ne deyip kaçmak gelmiş içinden. Sonra da “bu insanlığa sığmaz” demiş kendi kendine. Hemen sürünerek geriye çekilmiş. Cinler Memiş’in farkına varmamışlar. Memiş tekrar geriye koşa koşa dönmüş. Periler yine gelmişlermiş. Ateşlerini yakmışlar düğün hazırlıklarını yapıyorlarmış. Memiş’in gürültüsünü duyunca hemen koşmuşlar, etrafını sarmışlar. Onu kollarından tutup peri padişahının huzuruna götürmüşler. Peri padişahı:
“-Burada ne ararsın insan oğlu?” Diye sormuş.
Memiş:
“-Cinler size baskın yapacaklar, size zarar verecekler, onu haber vermeye geldim.” Demiş. Bunu duyunca bütün periler korkuyla padişahlarına bakmışlar. Peri padişahı biraz düşündükten sonra:
“-Sağ ol insan oğlu.”Demiş. “Bize büyük bir iyilik yaptın. Cinler bizim ezeli düşmanımızdır. Gerçi onlar herkesin düşmanıdırlar. Bitkilere, hayvanlara, insanlara hep zarar verirler. Gerçi sizde zarar verirsiniz ama cinler sizden korkarlar. Biz güçsüzüz. Savaşı sevmeyiz. Kötülükten nefret ederiz. Herkese iyilik yapmayı isteriz.
“Perileri severim.” Demiş Memiş. “ Dün akşam sizi seyrettim. O kadar güzeldiniz ki!”
“-Dün bizi mi seyrettin?” Demiş peri padişahı. “Seni fark etseydik belki zarar verirdik. Çünkü bizi gören insanlar hep kötülük düşündüklerinden onları sağır ve dilsiz hale getiriyoruz. İyi ki seni görmemişiz.”
“-Kötü bir niyetim yoktu. Sizi hep merak ettiğimden buraya gelmiştim.”
Peri padişahı ne yapacağını düşünürken nöbetçi periler uçarak gelmişler. Çok korkmuşlarmış.
“-Cinler geliyor!” Diye bağırışmışlar. Diğer periler korkuyla padişahlarının etrafını çevirmişler.
Peri padişah :
“- Bizi koruyacak sensin insanoğlu.” Demiş Memiş’e. “Çünkü biz savaşmasını bilmeyiz. Üstelik silahımızda yok. Kaçamayız da ..”
“-Niye kaçamazsınız?” Diye sormuş Memiş. “Kanatlarınız var. Uçup gidin”
“- Mümkün değil.”Demiş peri padişahı. “ışık olmadan kanatlarımız bizi uzun süre taşımaz. Biz karanlıkta yönümüzü de göremeyiz. Gözlerimiz sizinki gibi çok güçlü değil.”
Bu sırada cinlerde saldırıya geçmişlermiş. Memiş bakmış ki perilerin kendilerini savunacak durumları yok hemen öne atılmış, eline yanan bir odun parçası geçirip cinlere saldırmış. Cinler ateşten çok korkarlarmış. Memeşin ateşle kendilerine saldırdığını görünce duraklamışlar. Karşılarında periler yerine bir insan oğlu görünce korkmuşlar. Memiş onların bu durumundan yararlanarak üzerlerine yürümüş ve elindeki yanan sopayla onlara vurmaya başlamış. Cinler bir süre karşılık vermişlerse de Memiş’i yenemeyeceklerini anlayınca kaçmışlar. Memiş bir süre onları kovaladıktan sonra artık tekrar saldırmayacaklarını görünce,geriye dönmüş.
Periler onu sevinçle karşılamışlar. Peri padişahı yanına gelmiş, elinden tutarak oturduğu yere götürmüş. Hemen önüne bin bir çeşit yiyecek getirmişler. Memiş zaten aç ve susuz olduğundan ve bir de cinlerle savaşmanın verdiği yorgunlukla iştahla yiyip içmiş.
Periler Memiş’i bir kaç gün konuk etmişler. Daha sonra da peri padişahı:
“-Artık gitme zamanı geldi insanoğlu.” Demiş. Bize büyük iyiliklerin dokundu. Sana karşı borçluyuz.” Sonra çıkarıp bir kese altın vermiş. “ Bunu al.” Demiş. “Bunlar bizim işimize yaramaz ama sizin bunları sevdiğinizi biliyoruz. Yalnız bir daha buralara gelme. Bu altınları da bizden aldığını kimselere söyleme. Yoksa sağır ve dilsiz olursun.”
Memiş altınları alıp, yaşadığı güzel günleri düşünerek geriye dönmüş. Ağılına vardığında koyunlarının hepsinin ağılda olduğunu görmüş. Hepside karınları tok uyuyorlarmış. Peri padişahının bir kaç periyi buraya göndererek koyunlarına bakıcılık yaptırdığını anlamış. Daha sonra kendi yattığı yere gidip altınlarını saymış. O saydıkça altınlar çoğalıyormuş. Kese hiç boşalmıyormuş. Oysa yerde binlerce altın varmış. Sevinmiş.
Ertesi gün koyunlarını alarak köye gelmiş. Hemen büyük bir ev yaptırmış. Sonra evlenmiş. Tarla, bağ, bahçe satın almış. Zengin olmuş. Tabi Memiş zengin olunca tüm köylü meraklanıp bunun nereden kaynaklandığını sorup soruşturmaya başlamışlar.
Memiş önceleri bu durumu eşine bile açmamış. Ama zaman içinde gördüklerini birine anlatamamanın sıkıntısını duymaya başlamış. Zaten eşide sürekli soruyormuş bizim paramız niye tükenmiyor diye. Konu komşu da sürekli Memiş’i gözlüyor, altınların yerini öğrenmek için uğraşıyorlarmış. Neyse.
Bir gece, yatmadan önce dayanamamış, övünerek eşine olan biteni bir bir anlatmış. Sonra da yatıp uyumuşlar. Sabah olunca Memiş konuşmak istemiş ama bir türlü konuşamıyormuş. Ağzından kelimeler yerine bir takım garip sesler çıkıyormuş.
Memiş günler haftalar boyu konuşamamış. Üstelik ağzını her açtığında türlü hayvan sesleri çıkmaya başlamış. Çeşitli doktorlara gitmiş, derdine derman aramış ama boşuna. Dili bir türlü düzelmemiş. Üstelik yavaş yavaş kesenin altınları da azalmaya başlamışmış. Derken bir gün kesedeki altınlar da bitmiş. Memiş yine eskisi gibi fakirleşmiş. Önce para bulmak için mallarını satmış, sonra yaptırdığı evi. Bir gün de eşi onu terk edip gitmiş. Elinde kalan üç beş koyunu ile dağdaki eski kulübesine gitmiş. Ama felaketler bitmek bilmiyormuş. Koyunları da birer ikişer kaybolmuşlar. Derken dağdaki kulübesi bir yıldırım düşmesi sonucu yanmış. O geceyi açıkta buz gibi soğuğun altında geçirmiş. Sabaha karşı Honaz Dağı’nın başında o ışığı görmüş. O zaman aklı başına gelmiş. Peri padişahının söyledikleri gelivermiş aklına. Hanya’yı Konya’yı anlayıvermiş. Yaptığı yanlışı verdiği sözü tutmamanın cezasını çektiğini anlamış. Çok utanmış.
Birkaç gün orada burada aç susuz dolaştıktan sonra peri padişahından özür dilemek için Dağın yolunu tutmuş. Yine uzun yollardan giderek, lale sümbül biçerek Honaz Dağı’nın başına varmış. Bir kayanın kuytusunda uyumuş ve uyandıktan sonra da karanlığın olmasını beklemiş. Perilerin ateşini görünce kalkmış ve peri padişahının huzuruna varmış. peri padişahı Onu görünce öfkeyle kükremiş:
“-Sana bizi gördüğünü kimseye söyleme demedim mi? Söylersen böyle olacağını demedim mi?” Diyerekten açmış ağzını, yummuş gözünü. Memiş utancından yerin dibine geçe yazmış. İşaretlerle bin bir özür dilemiş. Ağlamış, sızlamış. Sonunda peri padişahının öfkesi dinmiş. Diğer perilerin yalvarmasıyla da Memiş’in dilini çözmüş
“-Yurduna, yuvana ocağına var git” demiş. “Bir daha da buralara gelme. Bizi gördüğünü kimselere söyleme. Yoksa bu kez halin daha kötü olur.”
Yine bir kese daha vermiş ve Memiş’i uğurlamışlar.
Memiş köyüne dönmüş. Bu kez eskisi gibi gösterişli evler almamış. Altınlarını sağa sola saçmamış, kimseye de hava atmamış. Az önce onun evinden geldim. Herkese çok çok selam söyledi. Gökten üç elma düştü. Elma da elma ha. Kıpkırmızı, tatlı mı tatlı. Birisi bu bu masalı anlatanın başına, ikincisi dinleyenlerin başına, üçüncüsü de dahası yok mu diyenlerin başına.

İnatçılığın Sonu Masalı

İnatçılığın Sonu Masalı

BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ BİR ZAMANLAR İKİ TANE İNATÇI KEÇİ VARMIŞ İKİSİ DE BİRBİRLERİNDEN AYRI OTLAKLARDA OTLARKEN BAŞKA OTLAKLARDA OTLAMAK İÇİN YOLA ÇIKMIŞLAR DAĞLARDAN TEPELERDEN GEÇMİŞLER BİR IRMAĞIN BAŞINA GELMİŞLER IRMAĞIN ÜZERİNDE İNCEMİ İNCE SADECE BİR KEÇİNİN GEÇEBİLECEĞİ BİR KÖPRÜ VARMIŞ İKİ KEÇİ KARŞILIKLI YÜRÜMEYE BAŞLAMIŞLAR.

BİRBİRİNE İYİCE YAKLAŞAN KEÇİLER SONUNDA BURUN BURUNA GELMİŞLER BİRİ DEMİŞ Kİ
-YOLUMDAN ÇEKİL ÖNCE BEN GEÇECEĞİM
DİĞERİ:
-ASIL SEN ÇEKİL.ÖNCE GEÇMEK BENİM HAKKIM DİYE CEVAP VERMİŞ
KENDİNİ BEĞENEN İKİ KEÇİ DE OLDUKÇA İNATÇIYMIŞ. BU YÜZDEN KAVGA UZAYIP GİTMİŞ. SONUNDA BİRBİRLERİNİN BOYNUZLARINI İTMEYE BAŞLAMIŞLAR BU İTİŞME UZUN SÜRMEMİŞ. ÇÜNKÜ İKİ İNATÇI KEÇİ DENGELERİNİ KAYBEDİP IRMAĞIN DERİN SULARINA GÖMÜLMÜŞLER ...
BÖYLECE İNATLARININ KARŞILINI CANLARIYLA ÖDEMİŞLER ...
SİZ SİZ OLUN SAKIN HA İNATÇILIK YAPMAYIN NOLUR NOLMAZ SİZ DE AYNI DURUMA DÜŞEBİLİRSİNİZ ...

Yalnız Yaşayan Kurt Masalı

 Yalnız Yaşayan Kurt Masalı

Bir varmış bir yokmuş yalnız yaşayan bir kurt varmış bu kurt kimseye muhtaç olmadığını söyler durumuş. Sonunda kara kış kapıyı çalmış bu kurt avlanmaya çıkmış ancak avlanmak şöyle dursun az daha kendi av oluyormuş canını zar zor kurtarmış. Boynu eğik karnı aç bir şekilde evine dönmüş. Daha sonra başka bir kurt kışın ortasında kapısını çalıp aç olduğunu ve birlikte olurlarsa güçlü olacaklarını eğer isterse arkadaş olmak istediğini söylemiş yalnız yaşayan kurt bu teklifi kabul etmiş bütün kışı birlikte geçirmişler. İki kurt çok iyi arkadaş olmuşlar o günden sonra yalnız yaşayan kurt bu hayatta mutlaka herkesin birbirine muhtaç olacağını anlamış ve herkese hoş görüyle yaklaşmış .

Keçi Kızı Masalı

Keçi Kızı Masalı

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallarken. Anam düştü beşikten, babam düştü eşikten. Bir varmış, bir yokmuş. Allahın kulu çokmuş. Çokmuş da bizim köyün beyi gibi yokmuş.
Çok çok eski zamanlarda bir bey varmış. Bey de beymiş. Kırk deve katarı, altı yüz fincancı katırı, bin atı, sayısız da koyunu varmış. Köyün arkasındaki ağalar yerinin tüm tarlaları ta Yatağan’a kadar onunmuş. Tarlalarının kaç dönüm olduğunu kimse bilmezmiş. Ben diyeyim bin dönüm. Siz deyin on bin dönüm. Beş yüz ırgat yaz kış çalışır, yüz öküz çifti her gün çift sürermiş. Koyun sürülerinin bir ucu Ballık Dağında, diğer ucu Kızılhisar kırındaymış.
Bey beyliğini bilir, fakir fukarayı gözetir, acı doyurur, yoksulu giydirir, yolcuyu güvendirirmiş. Köye gelip de beyin sekenin annacındaki, konağının kapısından içeriye girmeyen, aş evindeki kazandan yemek yemeyen kimse görülmemiş. Her gün konağın avlusundaki aş evinde beş kazan yemek kaynarmış. Bir Allahın günü kazanlardaki yemek artıp da dökülmezmiş. Aş bitti diye de bir Allahın kulu kapıdan gönderilmemiş.Ben beyin aşını yemem suyunu içmem diyen de çıkmamış. En son bir keloğlan “bene ne, ben bey filan bilmem, aşını da yimem, suyunu da içmem” diyeyazmış. Ancak beyin adamları “vay sen beyimize nasıl söz söyler, nasıl kelâm edersin kel keleş…” demişler yakasından tuttukları gibi beyin huzuruna çıkarmışlar. “Bu kel, keleş böyle böyle lâflar eder” diyerekten. Bey “atın şunu dama.”demiş. “kırk gün kırk gece yatırın. Aynı zamanda kırk kaynatma etli pilav verin. Kırk desti de su.” Demiş. “Yerse yesin, yemezse zorla yedirin. Sonra da kırk koyun verip evine götürün. Anasının annacında beş kere kırk sopa vurun. Bir de hal hatır sorun...” Bey bu emir verdimi derhal yerine getirilir. Ve dahi emrin hikmetinden sual sorulmaz. İşte o gündür bu gündür herkes beyden korkar, çekinir ve dahi aşını yer suyunu içermiş.
Bey olurda bir bey oğlu olmaz mı? Beyimizin selvi dal gibi, kaşları ay gibi, güçlümü güçlü, yakışıklı mı yakışıklı bir oğlu varmış. Aslanlar gibi olmuş, evlenme yaşına gelmişmiş. Tüm köyün gelinlik çağına gelmiş kızları ve dahi Acıpayam Ovasının güzelleri yoluna çıkar gel ederlermiş, göz süzerlermiş, al mendil gönderirlermiş ama Beyimizin oğlunun gözü hiç birisini görmezmiş. Hiç birine de yüz vermezmiş. Nice bey kızları yolunu beklermiş de o yolunu değiştirir, semtlerine bile uğramaz, hiç birisine yüz vermezmiş. Ahali, eş dost ise bey oğlu olmasa hadım diyeceklermiş de adını çıkaracaklarmış ama korkularından dillerini tutarlarmış. Bey oğlunun arkasından da alaylı alaylı bakarlarmış.
Bey ve dahi hanımı Şeri Bılla; oğulcuklarının bu hallerine bir anlam veremezler, için için üzülürler, eşe dosta, hacıya hocaya akıl danışırlar, muskalar yaptırıp yıldız nameler baktırırlarmış. “Beyzademin mürüvvetini bir görsem ölsem de gam yemem” dermiş bey. Şeri Bılla ise her gün ellerini semaya açar “Ne olur adı güzel, kendi güzel Allahım! Meleklerden hurilerden bir gelin nasip eyle, soyumuz sopumuz kurumasın. Ele güne şan olmayalım. Başımız gülsün, ocağımız tütsün.” Diye, dili damağı kuruyana dek dualar edermiş.
Beyzademizin hiçbir şey umurunda değilmiş. Yayı oku elinde av merakındaymış. Her gün kır atına atlar ava çıkarmış. O dağ senin, bu yayla benim döner dururmuş. Bazen günlerce dağlarda kalır, Beye dahi Şeri Bıllayı bir telaş alırmış. Hemen dört bir yana atlılar çıkartırlarmış ama çoğu zaman aramaya çıkanlardan önce bey oğlu döner gelirmiş. her seferinde de atının terkisinde bazen bir boz ayı, bazen kara gözlü bir ceylan, bazen dal boynuzlu bir geyik, bazen kurt, bazen onlarca keklik olurmuş. Koca koca vahşi ayılar önünden kaçar, canavara benzeyen kurtlar onu görünce uyuz çakala dönerlermiş. Elinden ne kaçan, ne de uçan kurtulurmuş.
Bir gün bey kalkıp hemen konağın ilerisinde, yolun başındaki Tekke Dede’ye gitmiş. Kır atını daha kapıya bağlamadan Dede dışarıya çıkıp:
-“Hoş geldin Bey.” Demiş. “Tekkemize onur verdin.Hoşluklar verdin. İnşallah sen de hoş olasın.”
-“Pek hoş değilim dede.” Demiş bey. “Pek hoş değilim amma velakin derdime de senden derman dilerim.”
-“Geç hele içeriye.” Demiş Dede. “Derdi veren Allah elbette dermanını da verir.” Tekkeden içeriye girmişler. Dede postuna oturmuş. Bey önünde diz çökmüş.
-“Derdin bizce malumdur bey.” Demiş Dede.”Dermanı da malumdur. Üç vakte kalmaz dileğin gerçekleşecektir. Ancak ucunda bir imtihan vardır.”
-“Her şey kabulüm.” Demiş Bey. “Yeter ki muradıma ereyim. Oğluma bir gelin bulayım. Soyum sopum kurumasın.”
-“Var git o zaman.”Demiş Dede. “Allah elbette muradındakini verecek. Lakin sabretmek, imtihanı geçmek gerek.”
Dede çok konuşmazmış. Karşısındaki Beymiş, Paşaymış dinlemezmiş. Bey bunu bildiği için kıçın kıçın kapıya yönelmiş. Dedenin sözlerinden bir şey anlamamış, anlamamış ama hiçbir şey de soramamış. Eve dönmüş. Hepsini Şeri Bıllaya anlatmış. Karı koca saatlerce Dedenin sözlerini yorumlamaya çalışmışlar. Doluya koymuşlar almamış, boşa koymuşlar dolmamış. Sonunda sabretmeye karar vermişler. Üç vakti beklemeye başlamışlar. İçlerinde bir umut bir de sıkıntı varmış.
-“Hakkımızda ne hayırlı ise o olsun.” Demiş Bey sonunda.
Biz gelelim bey oğluna.
Beyzademiz ise yine her zamanki gibi avdaymış. Ballık Dağı’nın arka yüzündeki sık ormandaymış. Bir dere kenarında avladığı keklikleri temizliyormuş. Niyeti güzel bir keklik kebabı yapmakmış. Kır atı da hemen yanında otluyormuş. Güneş ha battı ha batacakmış. Birden kır at kulaklarını dikmiş. Başını uzatıp karşı yamaca bakarak hafifçe kişnemeye başlamış. Bey oğlu atın bu durumuna önce aldırmamış. “At bu kulaklarını diker de kişnerde.” Diye düşünmüş. Kurttan, kuştan da korkusu yokmuş. Zülfikara benzeyen kılıcı, her şeyi deviren yayı ve oku yanındaymış. Belinde de çifte su verilmiş Yatağan palası duruyormuş.
Yarım saat kadar bir süre daha geçmiş. Karanlık çökmeye başladığında kır at bu kez iyice huysuzlanmış. Bey oğlu da işini bırakmış.”Ne oluyor deli oğlan!” diye söylenmiş. At kuyruğunu sallayarak bir yeri gösteriyormuş. Dayanamamış gösterdiği yere bakmış. Çalıların arasından garip bir yaratık gözüne ilişivermiş. Yaratık birkaç saniye sonra ağaçların arasından sekerek dereye doğru kayboluvermiş. Bey oğlunun içine de bir merak düşüvermiş. Gördüğü yaratık hiçbir hayvana benzemiyormuş. Hemen keklikleri oracığa bırakmış. Kılıcını çekmiş ve dereye doğru yürümeye başlamış. Bir yandan da bir saldırıya uğramamak için de temkinli davranıyormuş.Bulunduğu yamaçla derenin arası çok fazla değilmiş. Gürültü çıkarmamaya çalışarak, ağaçtan ağaca siper alarak sonunda dereye varmış. Kocaman bir çam ağacının gövdesini kendisine siper ederek dereye bakmış. Bakmış da gözlerine inanamamış. Kılıcını sessizce ağaca dayamış. İki eliyle gözlerini ovuşturmuş. Bu kez daha dikkatli bakmış. Derenin kenarında anadan üryan dünyalar güzeli bir peri kızı yıkanıyormuş. Bey oğlu bakmış bakmış da gözlerine inanamamış. Heyecanla biraz daha yaklaşmak istemiş ama bu kez kılıcı yere düşüvermiş. Kılıcın çıkardığı sesi duyan kız bir anda derenin öbür yakasına fırlamış, çalıların üzerindeki giysilerini aldığı gibi ağaçların arasından kaybolup gitmiş. Bey oğlu arkasından fırlamış. Derenin öbür tarafına geçmiş. Karanlık çöktüğünden etrafta seçilmez olmuş. Kızı bulurum umuduyla etrafına bakınmış ama kimseyi bulamamış. En sonunda arkasına baka baka atının olduğu yere gelmiş. Aklı fikri o kızdaymış. Cin mi, peri mi? Diye söyleniyormuş. Pişirdiği keklikleri bile yiyemeden sabahı etmiş. Gün ışırken yine aynı yere gitmiş. Ağaçların arasına saklanmış. Yine görürüm ümidiyle akşama kadar yerinden kıpırdamamış.
Güneş batmaya yakın derenin diğer tarafındaki çalılıklardan bazı sesler duymuş. Nitekim az sonra garip bir hayvan ortaya çıkmış. O kara çirkinmiş ki bey oğlu bile irkilmiş.
Garip yaratığın üzerinde yırtık pırtık bez parçalarından oluşan bir giysi varmış. Yüzü insana benziyormuş ama her tarafında simsiyah kıllar varmış. Kulakları sivri, çenesinin altında keçilerin sakalına benzeyen sakalı, alnında iki tane de küçük boynuzu varmış. Bey oğlu bu garip yaratığı bir şeye benzetememiş, merakla izlemeye başlamış. Bir yandan da bu insan donunda keçi mi, yoksa keçi donunda insan mı acaba? Diye düşünüyormuş.
Güneş batınca keçi kılıklı canlı önce etrafına dikkatle bakmış.Bey oğlunu görmemiş. Yalnız olduğunu inanınca da garip sesler çıkarmaya başlamış. Birkaç dakika içinde tavşanlar, güvercinler, kınalı keklikler ve dahi bir çok kuş uçarak gelmişler cıvıl cıvıl şarkı söyleyerek keçi donlu insanın etrafında dolaşmaya başlamışlar. En garip olanı da bir süre sonra tilkilerde gelmiş. Keçi kılıklı canlı onları sevmiş okşamış. Hiç birisi ondan korkmuyormuş. Aksine hepsi de büyük bir dostluk içinde sevinçle dolaşıyorlarmış. Normal şartlarda tavşanları, keklikleri, güvercinleri avlayan tilkiler bile hiç birisine dokunmuyormuş. Bey oğlu iyice şaşırmış. Ömründe böyle bir manzara ile hiç karşılaşmamışmış.
Keçi kılıklı canlı hayvanlarla, kuşlarla oynamış, oynamış. Sonra da dereye inmiş. Üzerindekileri çıkarmış. Bey oğlu nefesini tutmuş büyülenmiş gibi bakıyormuş. Keçi kılıklı canlı üzerindeki son giysiyi de çıkarınca vücudu değişmeye başlamış. Önce kıllar kaybolmuş, sonra boynuzlar. Vücudundaki çarpık çurpuk yerler düzelmiş, derisi süt beyaz hale gelmiş ve bir süre sonra ortaya dün gördüğü huri kızı çıkıvermiş. Çıkıvermiş de bey oğlu’nun aklı başından çıkıvermiş. Az sonra da gördüğü güzellikten olsa gerek düşüp bayılıvermiş.
Bey oğlu ayıldığında ay doğmuş gece yarılamışmış. Hemen ayağa fırlamış, dereye bakmış, kimse yokmuş. Sarhoş gibiymiş. Kır atın bulunduğu yere dönmüş. Oturup gördüklerinin düş mü gerçek mi olduğunu düşünmüş. Kız aklından çıkmıyor, hayali gözlerinin önünden gitmiyormuş. Sabaha kadar gözüne bir damla uyku girmemiş. Düşünmüş, düşünmüş ve sonunda bir karara varmış. Bu kızı yakalayıp, düş mü gerçek mi olduğuna anlamaya karar vermiş. Sabahı iple çekmiş.
Kızın güneş batarken ortaya çıktığını bildiği için sabahleyin önce karnını bir güzel doyurmuş. Sonra dereye gitmiş. Kızın suya girdiği yeri incelemiş. Toprakta bir sürü iz varmış. Hemen bir plan yapmış. Yaman avcı olduğu için her türlü avcılık hilesini biliyormuş. Kızın giysilerini koyduğu çalının altına avcı çukuru kazmış. Öğleden sonra da bu çukurun içine girmiş. Beklemeye başlamış.
Güneş batınca keçi kızı yine gelmiş. Etrafını incelemiş. Tehlikeli bir şey olmadığına kanat getirince hayvanlarını çağırmış. Onlar da gelmişler. Bir zaman sonra keçi kızı üstündeki giysileri çıkarmış. Suya girmiş. Bey oğlu vakit bu vakit deyip hemen saklandığı yerden fırlamış. Kızın giysilerini çalıdan toplamış. Bu sırada suyun içinde olan kız neye uğradığını anlayamamış. Sudan çıkıp kaçmaya çalışırken bey oğlu onu kolundan yakalamış. Kız kurtulmak için çabalamış, çırpınmış, elinden geleni yapmış ama nafile. Bey oğlunun çelik gibi kollarından kurtulamamış. Üstelik hayvan dostları da yardımcı olmuyormuş. Korkup kaçıp gideceklerine neşeli neşeli hoplayıp zıplıyorlar, sanki hiçbir şey olmamış gibi davranıyorlarmış.
Lâfın azı karar çoğu zararmış. Uzun bir uğraştan sonra bakmış ki keçi kızı kurtulamıyor çaresiz teslim olmuş. Ağlamaya başlamış.
-“Benden korkmana gerek yok.”Demiş Bey oğlu. “Sana bir zararım dokunmaz.Lakin önce in misin cin misin sen onu söyle?”
-“Ne inim ne de cinim.” Demiş kız.”Senin gibi bir insan kızıyım.”
-“İnsansın da bu hallerin ne. Böyle niçin keçi kılığındasın?”
-“Beni önce serbest bırak.” Demiş kız. Sonra giysilerimi ver. Çok utanıyorum.”
-“Ya kaçarsan?”
-“Kaçmam.” Demiş kız. “Bu güne kadar herkesten kaçtım. Beni gören her insan ya taşladı ya da kışladı. Kimi kötek vurdu, kimi evinden kovdu. Artık kaçacak dermanım kalmadı. Beni anadan üryan gören, sırrımı bilen sensin. Sana da kanım kaynadı” Demiş.
Bey oğlu keçi kızının sözlerine inanmış.Onu serbest bırakmış. Sonra da sırtından mintanını çıkarıp kızın sırtına atmış. Kız çabucak giyinmiş. Sonra kendisini yere atıp iki gözü iki çeşme ağlamaya başlamış. Bey oğlu ayakta aklı sıra teselli etmeye çalışmışsa da hiçbir şey bilmediği için sadece kem küm edebilmiş.
Kız sakinleştikten sonra başından geçenleri uzun uzun anlatmış. Ballık Dağının arkasında ki dağların arasında bir oba varmış. O obanın beyinin kızıymış. Asıl adı Güllüymüş. On beş yaşındaymış. Beş yıl önce anacığı ölünce babası eve bir üvey ana getirmiş. Bu kadın hem çok çirkinmiş, hem de çok kötü kalpliymiş.Üstelik bir de büyücüymüş.bir gün güllü kızı kıskanmış. Babasının olmadığı bir zamanda onu keçi kızı haline getirivermiş.
Bey oğlu duyduklarından çok etkilenmiş. Keçi kızının üvey annesini o saat eline geçirse param parça edermiş. Kız hikayesini bir tamam anlattıktan sonra susmuş.
-“Peki bu büyü nasıl bozulacak?” Diye sormuş Bey oğlu.
-“Beni bu halimle kabul edecek, beni bu halimle sevecek birisiyle evlenirsem, evlendiğimin anası da beni gelini olarak bağrına basarsa ben kurtulacağım. Aksi halde gece insan gündüz keçi kızı olarak kalacağım.”
-“Bana varır mısın güllü kız.” Deyivermiş bey oğlu. “ Ben seni çok sevdim. İnşallah anamda seni çok sever. Ama kimse sevmese bile ben seninle evleneceğim.”
Olurdu olmazdı, varırdı varmazdı derken sabahı etmişler.
-“Sabah oldu Bey.” Demiş kız. Ben güneş doğunca keçi kızı olacağım yine. Akşama kadar bana bak. Eğer kararından dönmezsen, beni yine istersen seninle evlenirim. Ne yalan söyleyeyim. Daha ilk görüşte sana vuruldum. Artık öl de öleyim. Kal de kalayım.”
Her neyse sözün özü akşama kadar yine birlikte olmuşlar. Konuşmuşlar, ağlaşmışlar. Güneş batınca huri melek güllü yeniden dünya güzeli olmuş. Bey oğlu a artı kararını vermiş.
-“Yürü gidelim.” Demiş Bey Oğlu. Seni bu halinle anama göstermek istiyorum”
-“Olmaz” Demiş kız. “Anan beni keçi kılığında görüp sevmeli. Yoksa asla büyü bozulmaz.”
Ertesi günü şafağa kadar yine konuşmuşlar, anlaşmışlar, hayaller kurmuşlar ve gün doğanda kır ata binip köyün, obanın yolunu tutmuşlar.
Bey oğlunun keçi kızıyla konağa geldiği kısa zamanda duyulmuş. Hele bir de bu kızla evlenmek istediği öğrenilince önce kimse inanamamış. Sonrada dostlar üzülmüş, düşmanlar ise dalga geçip, konuşmaya başlamışlar.
Oğlu eve gelip anasının atasını huzuruna çıkıp:
-“İşte bu gelininiz. Ben bununla evleneceğim.” Demiş ya Şeri Bılla’da, Bey de şaşkınlıktan öleyazmışlar. Sonra bizimle eğleniyor, dalga geçiyor diye düşünmüşler. Ama oğullarının niyetinin ciddi olduğunu, elin keçisine aşık olup ağzının suyunun aktığını görünce beyinlerine kurşun yemiş gibi olmuşlar. Oğullarına bağırmışlar çağırmışlar, tehdit etmişler ama nafile. Sonra taktik değiştirip yalvarır yakarır olmuşlar. Ama oğullarının inadı inat adı kör muratmış. Araya aklı erer, sözü geçer hısım akrabayı koymuşlar. Bey oğlu bu Nuh diyormuş da peygamber demiyormuş. Üstelik gelinde adamdan azma, dişleri kazma, üç buçuk telli kurbağa belliymiş ve pişmiş kelle gibi sırıtıp duruyormuş.
Bey bakmış, görmüş olmayacak, Şeri Bılla ya “Hele az dur, Dedeye bir varıp gelem” Demiş ve doğru Tekke Dedesine gitmiş. “Aman medet ya Dede” Diyerekten.Ama medet yerine kocaman bir nasihat gelmiş Dededen. “Bey bey” Demiş dede. “Üzümden önce koruk gelir, tatlıdan önce acı. Bahardan önce kış her yeri kasıp kavurur. Sabredene elbette mükafat olunur. Evine gelmişse bir keçi donunda beni adem, bey olarak koruyup kollaman ve dahi bağrına basman gerekmez mi? Oğlunun gönlüne ateş düşmüşse sevinip kıvanman mı? Yoksa Allah’tan geleni beğenmezde burun mu kıvırırsın?”
Bey kekelemiş.
-“Allah’tan gelene can ve baş feda olsun.” Demiş
-“O zaman git evine olacakları bekle.”
Bey sesini çıkaramamış. Biliyormuş ki o beyse Dede de Bey, üstelik en büyük bey. Dedeye kimse karşı gelemez, sözünün üstüne söz diyemez, emri demiri bile kesermiş. Bu yüzden Dedenin ellerine sarılıp evine dönmüş.
Kel ümmetin kör hindisi gibi düşünmekte olan Şeri Bıllanın yanına varmış. Dedenin dediklerinin bir bir anlatmış. Sonrada:
-“Baka hatun.” Demiş. “Allah’tan gelene katlanacağız. Sabırlı olup sonunu bekleyeceğiz. Sakın ola ki yanlış bir şey yapma.Gelinin de itip kakma.”
Şeri Bılla da bir bey kızıymış.
İçlerinden gelmeyerekten, gönüllerinden gülmeyerekten, canları istemeyerekten, çifte davullar vurdurtmadan, koç yiğitlere güreş tutturmadan, kırk gün kırk gece değil ama bir gün bir gecelik iyi kötü bir düğün etmişler. Uzaktan yakından kimseyi davet etmemişler.Etmemişler ama bu kez de sır keçi kızını görmek için çevre köylerden ne kadar insan varsa konağa “hayırlı uğurlu olsuna” gelmeye başlamış. Her gelen hediyesiyle ve bir çuval lâfıyla geliyormuş. Üstelik ille de gelini görmek istiyorlarmış. Kimine gelin hasta demişler. Kimine gelin yasta demişler. Her gelene bir yalan uydurmuşlar ama yalanlarda bitmiş. Şeri Bılla da öfkeden sinirden, kahırdan bütün tırnaklarını yemiş, bütün parmaklarını bitirmiş, konakta haşlamadığı kimse kalmamış, gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüşmüş. Bey ise kendini namaza niyaza vermişmiş. Ziyaretçileri bile yarım ağızla karşılıyor, elinden geldiğince çabuk başından savıyor, çoğuna da uşakları bey namazda deyip savuşturuyormuş.
Bey oğlu ise evden dışarıya adım atmıyor, gece gündüz yeni gelinin dizinin dibinde sırıtarak oturup duruyormuş.Üstelik yeni gelinin bir dediğini iki etmiyor, hizmetçilere uşaklara emirler vererek gelinin etrafında fırıldak gibi döndürüyormuş. Bu durumu gören eş dost, beylerinin biricik oğullarının efsunlandığını, keçi kızı tarafından büyülendiğini söylemeye başlamışlar.
Bir ay kadar geçtikten sonra artık ortalık durulmaya, dedikodular kesilmeye başlamış. Herkeste keçi kızını alışılmaya başlanmış. Şeri Bılla da yazımdır, kaderimdir deyip gelinini sineye çekmiş, ağlamayı kesmiş.
Bir gün beyin canı yağlı katmer istemiş. Beyin canı bir şey iterde konaktaki kadınlar durur mu. Hemen unlar elenmiş, hamurlar yoğrulmuş, ateşin üzerine saclar vurulmuş. Şeri Bılla, yeni gelin hamurun başına oturmuşlar. Beyin yağlı ballı katmerini Şeri Bılla kimseye emanet etmez kendi elceğiziyle açarmış. Çünkü bey sadece hanımının katmerini beğenirmiş.
Evin gelini olunca kaynanaya iş mi düşer. Önce hamurun başına Keçi gelin geçmiş. Oklavayı eline almış. Yufka açmak için uğraşmaya başlamış.. Evin hizmetçileri, halayıkları, cariyeleri de temŞeriya (seyre) çıkmışlar. Yeni gelinin yufka açmasını seyre dalmışlar. Ama gelinin elleri keçi ellerine benzediğinden bir türlü oklavayı tutamamış, hamuru yufka haline getirememiş, üstelik her yer de un içinde kalmış. Hizmetçiler, halayıklar, cariyeler daha fazla sabredememişler gülüşmeye başlamışlar. Şeri Bılla zaten geline içerleyip duruyormuş. Birden oklavayı kaptığı gibi gelinin başına indirivermiş. “Çatttt!” diye bir ses duyulmuş. Gelinin boynuzlarından birisi kırılıp yere düşmüş.Tabi gelinin başından da al kanlar akmaya başlamış. Gelin can havliyle adasına kaçmış. Bey oğlu da o sırada evdeymiş. Karısının kanlı halini görünce çok üzülmüş. Ama anasına ağzını açıp ta en ufak bir söz söylememiş. İkisi akşama kadar odalarından dışarıya çıkmamışlar.
Şeri Bılla ise bir süre sonra yaptığından pişman olmuş. “Keşke vurmasaydım.” Diye hayıflanmış. Hizmetçileri halayıkları, cariyeleri bir güzel azarlamış. Ama içindeki suçluluk duygusu hafiflememiş. Aksine keçi geline karşı garip bir sevgi duymaya başlamış. Beyin katmerini gönülsüzce yapmış, bir siniye koyup götürmüş. Beyin olanlardan haberi yokmuş. Katmerden bir lokma almış, yüzünü buruşturmuş. “Bu katmer bir başka kokuyor hanım.” Demiş. Şeri Bılla da olanları bir bir anlatmış. Beyden hiçbir şey saklanmazmış. Bey en çok kendisinden saklananlara kızarmış. Bey hanımını dinlemiş, dinlemiş. Sonra da “O da ana kuzusu hatun.” Demiş. “Allan onu öyle yarattıysa garibin suçu ne? Üstelik oğlumuzda son derece mutlu. Bir daha yapma emi.” Şeri Bılla ne desin. Başını öne eğip bey huzurundan çıkmış. O gün akşama kadar içinde bir pişmanlık ve açıma duygusuyla hayata (sofa, balkon, tahtalık gibi önü açık yŞerim alanı) oturup gelinle oğlunun dışarıya çıkmalarını beklemiş.
İkindiye doğru önce oğlu dışarıya çıkmış. Sonra da gelin. Hiçbir şey olmamış gibi gelip analarının ellerlini öpmüşler. Şeri Bılla ise suçluluk hissiyle gelininin yüzüne bir süre bakamamış. Sonra başını kaldırıp şöyle bir bakmış. Şaşırmış. Gelinin alnında sargı filan yokmuş. Üstelik diğer boynuzda kaybolmuşmuş. Ayrıca gelinin yüzü biraz daha düzelmiş, güzelleşmiş gibiymiş.
Aradan bir iki hafta daha geçmiş. Gelin odasından daha az çıkıyor, ortalıkta fazla görünmüyormuş. Derken konağa Burdur Beyi misafir gelmiş. Bütün beylerin sultanıymış. Emrinde iki bine yakın askeri varmış. Çok da aksiymiş. Astığı astık, kestiği kestikmiş.bir yerden memnun ayrılmazsa ertesi günü orada ot bile bitmezmiş.
Hemen kazanlar vurulmuş. Koçla, kuzular kesilmiş. Ayranlar ezilmiş. Şerbetler hazırlanmış. Şeri Bılla yine ocağın başına geçmiş. Lokma dökmeye başlamışlar. Bu gibi durumlarda evin gelini de ocak başında olurmuş. Çaresiz, keçi gelin de gelmiş. Başlamış yumuşak hamuru avucuyla sıkıştırıp lokma haline getirmeye. Ama el el değil, göz göz değil. Hamuru sıkıştırayım derken hamur fırlayıp gidiyor Şeri Bılla’nın üstüne başına yapışıyormuş. Hizmetçiler halayıklar, cariyeler gülüşmeye başlayınca Bılla’nın aklı başından gitmiş. Kendisini kaybetmiş. Bu kez ateşin içinde duran mŞeriyı kaptığı gibi gelinin başına indirivermiş.Gelin çığlıkla yere yuvarlanırken ortalığa da yanmış deri kokusu kaplamış. Gelini hemen odasına taşımışlar. Bey oğlu misafirleri filan bırakıp, koşup gelmiş. Yine ikisi odaya kapanmışlar. Burdur Beyi gidene kadar dışarıya çıkmamışlar.Bey oğlu sadece misafirleri uğurlamak için dışarıya çıkmış, sonra da hemen geriye dönmüş.
Ortalık sakinleştikten, misafirler gittikten sonra Bey eşini çağırmış. Olanı biteni öğrenmiş. “Seni anlıyorum hanımım.”Demiş.” Ben de eli ayağı düzgün, güzel, becerikli elin içine çıkınca yakışacak bir gelin istiyordum amma Allah bunu verdi. Şükretmemiz gerekiyor. Bir daha delilik yapma.” Demiş. Başkaca da lâf etmemiş.
Zaten Şeri Bılla da çok üzülmüşmüş. Saatlerce ağlamış. Ertesi günü sabah kahvaltısında gelinle oğlan yine hiçbir şey olmamış gibi çıkıp gelmişler. Beyin ve analarının elini öpmüşler. Bir kenara oturup sessizce yemeklerini yemişler. Aşla Bılla yemek süresince gelinin ve dahi oğlunun yüzüne bakamamış. Yemeğin sonuna doğru biraz cesaretlenip uta sıkıla başını kaldırıp önce oğluna bakmış. Oğlu öfkeli, sinirli ve dahi küs görünmüyormuş. Anacığına gülümsüyormuş. Buna bir anlam verememiş. Sonra başını gelinine çevirmiş. Gelin de mutluymuş. Üstelik yüzü daha da güzelleşmiş gibiymiş. Başında mŞeri izi ve dahi yanığı yokmuş. Keçi kıllarının yerine sanki ipek sarısı saçlar çıkıyormuş gibiymiş. “Bana bir haller oluyor.” Diye düşünmüş. Beye bakmış. Bey de şaşkınmış.
Son bahar gelmiş, işler iyice artmışmış. Artık kışlık erişte kesilecek, tarhana yapılacak, bulgur kaynatılacakmış. Konağı önüne kazanlar vurulmuş. Her yıl on deve yükü bulgur kaynatılırmış. Ama beyin bulguru özel bir kazanda tek başına kaynatılırmış. Bu bulguru da sadece Şeri Bılla pişirirmiş. Sabahleyin erkenden kalkmışlar. Bey oğlu da o gün işe gitmemiş. Hep birlikte bey bulguru için kazanın başına geçmişler. Çıralı odunlar kazanın altına sürülmüş. Gürül gürül yanan bir ateş yakılmış. Kazana su konmuş. Su kaynamaya başlamış. Az sonra bey oğlu buğday çuvalını sırtlayıp getirmiş. Şeri Bılla kepçeyi eline almış. Gelinde bir tabla buğdayı kazana atmaya başlamış. Ama her zamanki gibi yine sakarlığı üzerindeymiş. Uşaklar falan yine gülmeye başlayınca Şeri Bılla’da da öfke kabarmaya başlamış. Gelin buğdayın yarısını kazana yarısını da ateşe döküyormuş. Bey oğlu da onunla dalga geçiyormuş. Öfke bu. Önce yavaştan yavaştan gelir. Kabarırı, kabarır, sonra da ne yapacağı belli olmaz. İ
Şeri Bılla önceleri kendini tutmaya çalışmış. Sonra birden aklı tepesinden fırlayıvermiş. Gelini tuttuğu gibi gürül gürül yanan ocağın içine atıvermiş. Bir anda ortalık karışmış. Gelin can havliyle ateşten kurtulmaya çabalamış. Bey oğlu yanmayı göze alarak eşini kurtarmak için ateşe atlamış. Ortalık can pazarına dönmüş. Şeri Bıllanın en son gördüğü gelinin her yerine ateşin sardığı, oğlunun da elbiselerinin tutuştuğuymuş. Birden o kadar çok pişman olmuş ve üzülmüş ki bayılıvermiş. Ayıldığında ise oğluyla gelinin çok ağır yaralı olduğunu, ikisinin ölebileceğini uşaklardan öğrenmiş. Koskoca bey ise hüngür hüngür ağlıyormuş. Çevrede ne kadar hekim, otacı, tımarcı varsa bulunup getirilmiş. Uzaklardakilere de atlılar, yayalar çıkarılmış.
Şeri Bılla’nın içine tarifsiz bir acıma, merhamet ve sevgi duygusu dolmuş. Oğluyla gelinin odalarının kapısının önüne oturup ellerini göğe açmış ve “ben ne ettim, gül gibi gelinimi kırılasıca, kuryasıca ellerimle ateşe ittim. O benim bir tek gelinimdi. Gelinimden öte kızımdı. Adı güzel Allahım ne olur onu alma benim canımı al.Onu alma ben al.” Diye saatlerce dua etmiş. Artık ağlamaktan gözleri filan kurumuşmuş. Bey ve konakta yŞeriyanların hepsi Şeri Bıllanın çevresinde ayakta öylece bekliyorlarmış. Çevredeki hekimler ve dahi aklı erenler Bey oğlu ile gelini tedavi etmek için sabaha kadar çok uğraşmışlar. Ama sabah namazına doğru hepsi odadan dışarıya çıkıp “Emir Allah’ın başınız sağ olsun.” Demek zorunda kalmışlar.
Bey ve dahi Şeri Bılla bu sözü dipsiz derin ve dahi karanlık bir kuyuya düşüp duyunca bayılıvermişler. Allah her derde deva, her acıya bir tatlılık verirmiş. Kul sıkışınca Hızır mutlaka gelirmiş. Karanlık kuyuda sonsuza kadar kalınmaz ya, Şeri Bılla da ayılmaya başlamış. Gözlerini açıp kendine geldiğinde gözleri kamaşmış. “Aç gözlerini güzel anam.” Diye bir ses duymuş. Ses o kadar güzelmiş ki bir anda meleklerle birlikte olduğunu düşünmüş. Zorla gözlerini tekrar açmış. Açmış da gözlerine inanamamış. O da ne? Hurimidir yoksa melek midir bir çift göz ona bakıyormuş. Hemen doğrulmaya çalışmış. Güzeller güzeli gelin: “Çilemiz bitti güzel anam, çilemiz bitti. Aç gözlerini “ Diyormuş. O güne kadar hiç koklamadığı mis gibi bir koku sarmışmış dört bir yanı. Rüyadayım sanıp çimdiklemiş kendisini. Sonra sarılıvermiş geline. İki gözü iki çeşme ağladıkça ağlıyormuş. Hizmetçiler, cariyeler ve dahi bey zorla sakinleştirmişler. Elini yüzünü yıkamışlar. İyice kendisine gelince de Bey oğlu bir bir her şeyi anlatmış. Bey Bılla dan önce ayıldığından o hikayeyi biliyormuş. Sevincinden de kıpır kıpır yerinde duramıyormuş. Daha fazla dayanamamış kahyayı çağırmış.
-“Baka kahya demiş. Emrimdir. Derhal Tavas Beyine, Kızılca Beyine ve daha gelinimin babası Koca beye nağmeler yazasın. Üç ulak eşliğinde yüz atlı asker çıkarılsın.Ulaklarla birlikte gidilsin. Davas Beyi ile Kızılca Beyi gardaşımız doğrucana Goca Beye varıp durumu anlatıp güllü kızımı, Allahın emri Peygamberimizin kavli ile istesinler. Goca Bey Kızımızı verirse ne alâ, vermezse konağı başına yıkılsın. Kötü kalpli analığa da kırk katırla kırk satır götürülsün. Gayri hangisini isterse verilsin.”
-“Emredersin Bey.” Demiş Kahya. Hemen huzurdan ayrılmış.
-“Kethüdayı çağırın.”Demiş bey. Kethüda gelince de: “Derhal öğleye varmadan kırk davulcu kırk zurnacı bulunacak.Kırk çeşit aş pişecek. Çevrede ne kadar cengi oynayıcı ve dahi rakkase varsa gelecek. Kırk gün kırk gece toy bir düğün olacak. Herkes işe nöbetle gidecek. Yemeyen yedirilecek. Giymeye giydirilecek. Düğüne gelmeyenin kellesi alınacak. Ona göre.”
Emir ikiletilmemiş. Öğleye varmadan çifte davullar dövülmeye, koç yiğitler oynamaya başlamış. Güllü geline öyle bir gelinlik bulunup gelinmiş ve dahi giydirilmiş ki peri kızları bile yanında Arap kızı gibi kalırmış.
Gelelim güllü kızı babasına. Yüz mızraklı asker kapıya dayınca önce telaşlanmış. Davas beyi olayı anlatıp, güllü kızı istemiş. Koca Bey kızının başından geçenleri duyunca üzüntüsünden kahrolmuş. Sonra da güzel haberi duyunca çok sevinmiş. Sonra da:
-“Beyinizin kırk katırı da, kırk satırı da sizde kalsın. Ben gereğini yaparım. Kızımı da canı gönülden verdim gitti. Hele siz az eyleşin. Beni az bir işm var. Onu halledelim de kızımıza damadımıza yetişelim.” Demiş. Sonra kötü kalpli üvey anayı çağırmış.
–“Bre melun.” Demiş. “ Kırk katır mı istersin, kırk katır mı?”
Üvey ana kötü kötü bakınmış. Dişlerini gıcırdatıp bağırmış.
-“Kırk satır senin başına.” Demiş. Kırk katırı ver de sırayla biner de babamın evine giderim.”
Hemen kırk katır bulunmuş. Kuyruklarına urganlar bağlanmış. Üvey ananın ellerinden kollarından ve dahi kırk yerinden bağlanmış. Katırlara kırk kişi kırk kırbaç vurmuş. Katırlar kırk yöne koşturmuşlar. Kötü kalpli kadın kırk parçaya ayrılmış.
İşte böyle…. Kırk gün kırk gece toy bir düğün yapılmış. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düşmüş. Birisi bu masalı anlatanın başına. Birisi bu masalı dinleyenin başına. Diğeri de daha yok mu diyenlerin başına.

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...