Emine İle Cemile Masalı

 Emine İle Cemile Masalı

EMİNE İLE CEMİLE
Bekir CANER
(Halime Ninenin Masalları kitabından)
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Üç elmanın birisi, senin olsun irisi. Küçüğü bana yeter, ona yeter, buna yeter, konu komşuya yeter, köye kasabaya yeter. Elma bu! İsterse dünyaya yeter. Sen irisini yiye dur. İstersen masala buyur. Ben anlatmaya başlıyorum. Sanma ki uyduruyorum. Ninemden dinledim, biraz da ben ekledim. Alladım pulladım bu kitaba yolladım. İster oku, istersen okut. Beğenirsen alkışlarsın, beğenmezsen eksiklerini tamamlarsın. Daha da olmadı oturur yeniden yazarsın.
Bir varmış, bir yokmuş. Yok demek suçmuş. Gökten bir turna uçmuş, varmış köylerden birisine kon-muş. Konduğu köyde Mehmet Efendi diye birisi varmış. Kendi hâlinde yaşarmış. Eşi bir kaza sonucu ölünce küçük kızı ile birlikte darıdünyada yapayalnız kalıvermiş. Kızı güzel mi güzel, tatlı mı tatlı, akıllı mı akıllı imiş. Adı da Emine’ymiş.
Yıllar geçmiş. Baba kız kendi hâllerinde yaşarlar-ken konu komşu ve dahi hısım akraba Mehmet Efendi’yi evlendirmeye karar vermişler. Allem etmişler, kallem et-mişler; köyde eşi ölen Durkadın’ı gelin ve dahi üvey anne olarak eve getirivermişler. Durkadın’ın da Emine yaşlarında Cemile adında bir kızı varmış. Mehmet Efendi Cemile’yi de öz kızı gibi bağrına basmış.
Günler günleri, haftalar haftaları ve dahi aylar ay-ları kovalamaya başlamış. Ailenin önceleri tadı tuzu ye-rindeymiş. Önemli bir sorunları yokmuş. Ancak Durkadın ve kızı Cemile yavaş yavaş değişmeye, Emine’yi kıskanmaya başlamışlar. Onlar kıskandıkça Emine güzelleşiyor, Cemile ise daha da çirkinleşiyormuş. O zamanlar güzellik düşünenler, başkalarının iyiliğini iste-yenler, herkesle iyi geçinenler ve dahi kıskanç olmayanlar her zaman güzel olurlar, güzel kalırlarmış. Başkalarını kıskananlar ve onları çekemeyenler, sürekli kötülük dü-şünenler de zamanla çirkinleşirlermiş.
Fesatlık ve kıskançlık Durkadın’ı çatlatmış ve bir gün Mehmet Efendi’nin karşısına geçip:
—Bana bak efendi, demiş. Kızın Emine’den çek-tiklerim yeter! Ne söz dinliyor ne de işe yarıyor. Akşama kadar kızım Cemile ile kavga ediyor. Bana da söyleme-diğini bırakmıyor. Artık kızının yaptıkları canıma tak dedi. Ya o bu evden gidecek ya da biz!
Mehmet Efendi bir anda şaşırıp kalmış.
—Bu sözlerde nereden çıktı hanım, demiş. Emine böyle şeyler yapmaz. Kötü söz söylemez. Belki farkına varmadan kaba davranmıştır. Ben onunla oturur konuşu-rum. Suçu, kabahati neyse öğrenir senden özür diletirim. Ben ne sizden vazgeçerim ne de Emine’den.
Durkadın ellerini beline dayamış da yarım horoz gibi başını dikmiş. Gözleri çakmak çakmakmış.
—Ben onu bunu bilmem, diye bağırmış. Özür mözür de istemem! Artık canıma tak dedi! Yarından tezi yok bu evden ya Emine gidecek ya da biz!
—Ama hanım!
—Aması maması yok! Dediğim dedik, çaldığım düdük. İster dinle ister öttür: Var iyice düşün! Yarın sa-bahleyin ya kızın gidecek ya da biz! Bize git dersen bu evi de başına yıkar öyle giderim ona göre!
Zavallı Mehmet Efendi! Durkadın’ı ikna etmek için elinden geleni, dilinden geleni yapmış. Yalvarmış, yakarmış. Ağlamış sızlamış ama nafile… Durkadın Nuh demiş peygamber dememiş.
Mehmet Efendi çaresiz kalmış. Durkadın’a bir türlü “HAYIR, OLMAZ,” diyememiş. Oysa insan böyle zor durumlarda hayır diyebilmelidir. Gerekiyorsa kötü bir şey yapmamak için en yakınını bile kırabilmelidir.
Mehmet Efendi düşünmüş, taşınmış. Sonunda içi kan ağlayarak Emine’yi çağırmış.
—Emine kızım, kınalı kuzum! Yarın seninle dağa odun kesmeye gideceğiz. Yatmadan önce yiyecek çıkınını hazırla, su kabağını al! Dağ soğuk olur, sırtına da kalın bir şeyler giy! Ayrıca yağmur falan yağabilir. En iyisi mi bir iki kat giysi de al! Islanırsan değiştirsin, demiş.
Emine babasının yüzüne bakmış. Adamcağızın yüzü bembeyazmış.
—Hasta gibisin baba, demiş. İstersen daha sonra gidelim. Çünkü benzin solmuş, gözlerine yaşlar dolmuş.
—Dediğimi yap kızım, başka şey sorma ve dahi sözlerimi ikiletme, diyebilmiş Mehmet Efendi.
—Tamam baba, demiş Emine. Yatmadan önce heybeyi hazırlarım. Dediklerini de yaparım.
Durkadın babayla kızın konuşmalarını duymuş. Sonunda Emine kızdan kurtulacağı için pek mutlu olmuş.
Sabahleyin erkenden baba kız yola çıkmışlar. Gide gide ormanın en sık olduğu ıssız bir yere gelmişler. Mehmet Efendi kızına dönmüş:
—Sen burada beni bekle demiş.
Su kabağını, ekmek çıkınını ve Emine’nin küçük bohçasını ağacın dibine koymuş.
—Burada çok güzel mantarlar olur, acıkınca yer-sin. Kabakta da su var, susayınca içersin. Ben birkaç saat içinde odunu toplar gelirim.
—Ben de geleyim baba, demiş Emine. Sana yar-dımım olur.
—Yok kızım, ormanın o tarafı tehlikeli! Sen bu-rada kal! Ben hemen odunu kesip döneceğim. Korkacak olursan kabağı bir değnekle vur! Böylece ben senin kork-tuğunu anlar, koşarak gelirim.
Emine babasının konuşmalarından, tavrından bir şey anlamamış. Mehmet Efendi ise çok üzüntülüymüş. Gözlerinden yaşlar geliyormuş. Emine babasını kırmamak için fazla ısrar etmemiş.
Mehmet Efendi eşeği ormanın sık ağaçlı bölümüne sürüp kısa sürede gözden kaybolmuş. Emine bir süre babasının arkasından bakmış; daha sonra da eşyalarını, gövdesinde bir insanın girebileceği kadar genişlikte oyuğu olan çam ağacının yanına taşımış. İçinde bir sıkıntı, bir korku varmış. Su kabağının suyunu yere döküp ağacın dalına asmış. Nasıl olsa az ötesinde şarıl şarıl akan derecik varmış. Susayınca suyunu oradan içebilirmiş.
Emine biraz dinlendikten sonra mantar toplamaya başlamış. “Babam gelince pişirip yeriz.” diye düşünü-yormuş. Mantarlardan sonra yabani böğürtlenler toplamış. Öğle olmuş, babası görünürlerde yokmuş. İkindi olmuş yine yokmuş. Akşam olmuş, babası yine gelmiyormuş. Aklına kabağı vurup babasını çağırmak gelmiş. Hemen kabağı çalmaya başlamış ama babası bir türlü gelmiyor-muş. Bir süre sağa sola bakınmış. Babasının gittiği yöne doğru gitmiş. Ormanda kaybolurum korkusuyla daha geriye dönmüş. Babasının başına bir şeylerin gelmesinden korkmuş. Ama elinden bir şey gelmiyormuş. Başlamış ağlamaya. Bir süre ağladıktan sonra tekrar kabağı çalmış. Akşam üvey annesi ile babasının konuşmalarını hatırlamış. Bu konuşmadan sonra babasının çok üzüntülü olduğunu biliyormuş. Az daha beklemiş. Gelen giden olmayınca da babasının kendisini dağın başında bırakıp gittiğini anlamış. Kabak hâlâ tın tın ediyormuş. Üzüntüyle:
“Tın tın eder kabacık, aldattın beni babacık!” diye daha çok ağlamış. Ortalık kararmaya başlayınca da ağacın kovuğuna girip çam dallarıyla kovuğun girişini kapatmış. Sabaha kadar korkudan uyuyamamış.
Sabahleyin artık ormanda kendi başına olduğunu, babasının gelmeyeceğini, başının çaresine bakması ge-rektiğini biliyormuş. Ağlamayı, yakınmayı, üzülmeyi bırakmış. Ormandan çıkmak için yürümeye başlamış. Az gitmiş uz gitmiş öğleye doğru ormanın açıklık bir yerinde bir kulübe görmüş. Bacasından dumanlar çıkıyormuş. Çok sevinmiş. Hemen kulübeye koşmuş.
—Kimse yok mu, diye seslenmiş. İçeriden sesler geldiğini duyunca beklemiş.
“Geldim, geldim!” diye söylenen yaşlı bir kadın çıkmış kulübeden.
—Kim o?
Emine tatlı bir sesle:
—Ben Emine nineciğim, demiş. Ormanda yolumu kaybettim de…
Yaşlı kadın Emine’ye bakmış. Sonra yanına gel-miş. Bir güzel incelemiş.
—Ne işin vardı ormanda? diye sormuş.
—Babamla oduna gelmiştik ama babam bir daha geriye dönmedi…
—Ya, demiş yaşlı kadın. Hele geç bakalım içeriye!
İkisi de kulübeye girmişler. Nine çok güzelmiş. Pamuk gibi saçları varmış. Gözlerinin içi gülüyormuş. Sevecen bir sesle:
—Şimdi anlat bakayım başından geçenleri, demiş.
Emine her şeyi bir bir anlatmış. Yaşlı kadın din-lemiş dinlemiş sonra da:
—Vah benim kadersizim, demiş. Hemen bir tabak süt, bir parça ekmek getirmiş. Şimdi bunları ye!
Emine çok acıkmışmış. Hemen ninenin verdikle-rini yemeye başlamış. Nine:
—Benim kimim kimsem yok. Bir süre benim kızım ol! İneklerim, koyunlarım tavuklarım var. Onlara bakacak birisini arıyordum. Daha sonra ben seni köyüne gönderi-rim, demiş.
Emine kabul etmiş. Birlikte yaşamaya başlamışlar. Yaşlı kadının adı Halime Nine imiş.
Emine, önce kulübeyi temizlemiş. Ninenin çama-şırlarını yıkamış. Ahırı, ağılı ve kümesi silmiş süpürmüş. Hayvanlara ot, yem vermiş. Halime nine Emine’den çok memnun kalmış. Birkaç ay geçtikten sonra:
—Artık evine gitme zamanın geldi güzel kızım, demiş. Ben senden çok memnun kaldım. Becerikli, tatlı dilli, iyi kalpli bir kızsın. Bahtın hep açık olsun! Şimdi kulağını aç beni iyi dinle!
—Seni dinliyorum nineciğim, demiş Emine.
—Gel önce kulübeden dışarıya çıkalım kızım, demiş. Birlikte kulübeden dışarıya çıkmışlar. Halime Nine eliyle karşı yolu göstermiş. Evine gitmek için şu yolu takip edeceksin! Yol seni ormanın içinden geçirecek. Hiç korkma! Yoldan da hiç ayrılma! Ormandan çıkınca yol ikiye ayrılacak. Sen sağa doğru giden yola sapacaksın! Bir süre sonra önüne bir dere gelecek. Dereye varınca dur! Dere siyah akıyorsa kaçma, kırmızı akıyorsa sakın geçme, sarı akıyorsa içine gir korkmadan karşıya geç! Sonra tekrar aynı yoldan yürü! Yol seni dosdoğru evine götürecek.
—Sağ ol nine, demiş Emine.
Saygıyla ninenin elini öpmüş. Yola çıkmış. Az gitmiş uz gitmiş, yolu hep takip etmiş. Ormandan çıkmış. Yolun ikiye ayrıldığı yerden sağa sapmış sonunda dereye varmış. Dere gürül gürül akıyormuş ama simsiyahmış. Ninenin söyledikleri aklına gelmiş. Derenin kenarına oturup beklemeye başlamış. Dere bir gündüz bir gece siyah aktıktan sonra kırmızı akmaya başlamış. Emine yine beklemiş. Bir sabah vakti bakmış ki sapsarı akıyormuş. Üstelik hiçbir tehlike oluşturmuyormuş. Hemen ayakkabılarını çıkarıp suya girmiş ve karşıya geçmiş.
Bir iki saat kadar yürüdükten sonra evlerini uzak-tan görmüş. Sevinmiş. Koşmaya başlamış. Bu sırada ça-tıdaki kel horoz onu görmüş. Başlamış ötmeye.
-Ü ürü üüüüü! Güzeller güzeli, altın sırmalı Emine ablam geliyor!!!!!!!!!!!
Mehmet Efendi, Durkadın ve dahi Cemile horo-zun sesini duyunca hemen evden dışarıya koşmuşlar. Bakmışlar da gözlerine inanamamışlar. Emine altınlar içinde geliyormuş. Sanki hiçbir şey olmamış, ona kötülük yapmamışlar gibi koşup karşılamışlar. Boynuna sarılıp ne kadar çok özlediklerini falan söylemişler.
Birkaç gün geçmiş. Emine’nin getirdiği altınları harcamışlar. Bir zaman sonra Durkadın, yine Mehmet Efendi’nin karşısına geçmiş:
—Bana bak efendi, demiş. Benim gül gibi kızımın senin sümüklü kızından ne eksiği var? Yarından tezi yok onu da dağa götüreceksin, kızını bıraktığın yere bırakıp geleceksin! Benim kızımın yüzü gibi bahtı da kara kal-mayacak, senin kızın gibi her yeri altın olacak!
Sözü uzatmayalım. Lafa çokça yalan katmayalım. Mehmet Efendi Cemile’yi yanına almış, ertesi günü dağa götürmüş. Cemile, Emine’nin başından geçenleri bildiği için Mehmet Efendi’nin gitmesini bile beklemeden hemen yola çıkmış. Doğru Halime ninenin kulübesine varmış. Kapıyı çalmadan, izin bile almadan selamsız sabahsız içeriye girmiş.
—Ben geldim, demiş.
—Hoş geldin, demiş Halime nine. Kimin nesisin, kimin fesisin? Adın ne diye sormayacağım çünkü kimin gönderdiğini, niye geldiğini biliyorum.
—İyi o zaman, demiş Cemile. İstediğimi ver de ben hemen gideyim.
Halime nine saygısıza şöyle bir bakmış. Sonra da tatlı bir sesle:
—Hele bir soluklan! Acele etme! Misafirim ol! Ben yaşlı birisiyim. Üstelik ineklerim, koyunlarım, ta-vuklarım var. Bana birkaç gün yardım et, demiş.
—Ben ne inek bakarım ne koyun güderim! Hele tavukları hiç sevmem, demiş Cemile. Kendi işini kendin gör! Üstelik yol yorgunuyum. Karnım da aç! Biraz yemek ver de yiyeyim, sonra da yatıp uyuyayım.
Halime nine bu terbiyesize bakmış bakmış da:
-Önce ekmeği ve aşı hak etmen gerek, demiş. Yoksa sana bir lokma yiyecek vermem.
—Bana bak koca karı, diye bağırmış Cemile. Elime bir sopa alır da seni öyle bir döverim ki kırılmadık yerin kalmaz! Ben senin uşağın değilim! Senin bu pis kulübende de kalacak değilim. Bana yolu göster evime gideyim.
Halime nine yine de öfkelenmemiş. Tatlı bir sesle:
—Acele etmeseydin kızım, demiş.
—Ben senin kızın mızın değilim! İkide bir bana kızım deyip durma! Bana yolu göster diyorum sana!
Halime nine sesini çıkarmamış. Bir süre Cemi-le’nin yüzüne bakmış. Sonra yavaşça ayağa kalkıp kapıya varmış:
—Mademki öyle, demiş. Kalmayacaksın, o zaman şu karşıdaki yola düş! Ormanı çıkınca yol ikiye ayrılacak. Sağdaki yoldan gideceksin! Sonra dereye kadar yürü! Dereye gelince dur! Derenin suyu sarı sarı akıyorsa sakın içine girme! Kırmızı akıyorsa selam verme! Siyah akıyorsa gir içine! İster yıkan istersen yuvarlan! Sonra arkana bile bakmadan doğru evine git! Bir daha da buralara sakın geleyim deme! Annene de söyle, sana biraz terbiye versin! Haydi, güle güle!
Cemile alacağını almış, duyacağını duymuş, hoşça kal bile demeden hemen yola koyulmuş.
Az gitmiş uz gitmiş. Ormandan çıkıp dereye gel-miş. Bakmış derenin suyu sarı sarı akıyor. “Beni kandı-racaksın ha pis dere!” demiş. “İçine girmiyorum işte!” Sonra yerden birkaç taş alıp dereyi taşlamış. Dere birden kırmızıya kesmiş. Cemile çok öfkeliymiş. “Sarı, kırmızı deyip durma; hemen siyah ak pis dere!” diye bağırmış. Dere az sonra simsiyah akmaya başlamış. Bu Cemilenin beklediği anmış. Hemen içine atlamış, yatmış yuvarlan-mış, ıslanmadık yerini koymamış. Sonra da mutlu bir şekilde koşa koşa evin yolunu tutmuş. Evlerine yaklaştı-ğında kel horoz yine damdaymış. Onu görünce kanatlarını çırpıp başlamış ötmeye:
-Ü,Ürü üüüüüüüüü! Cemile ablam geliyor, her ta-rafından kirler akıyor, kurbağaya benzeyen Cemile ablam geliyor, onu gören kaçıyorrrrrr!
Durkadın kızının gelmesini heyecanla bekliyor-muş. Horozun sesini duyunca dışarıya koşmuş. Horoz durmadan bağırıyormuş:
-Ü,Ürü üüüüüüüüü! Cemile ablam geliyor, her ta-rafından kirler akıyor, kurbağaya benzeyen Cemile ablam geliyor, onu gören kaçıyorrrrrr!
Durkadın yerden kocaman bir taş alıp horoza at-mış:
—Sus kel horoz! Şimdi gelir, o kel kafanı keserim! Senin ablan altın olup geliyor!
—Ablam kara olmuş geliyor, gören ondan kaçıyorrrrrrrrr!
Durkadın dayanamamış yola koşmuş. Gerçekten de yoldan kapkara, pislik içinde, adamdan azma, dişleri kazma, üç buçuk telli, kurbağa belli birisi geliyormuş. Üstelik “Anaaa, ben geliyom, altın gızın geliyo!” diye karga sesinden çirkin bir sesle bağırıyormuş.
Bu sesi Mehmet Efendi de duymuşmuş. Emine ile birlikte evden dışarıya çıkmışlar. Cemile’yi o hâlde gö-rünce şaşırmışlar. Mehmet Efendi daha sonra kızına her şeyi bir bir anlatmış. Kızından özür dilemiş. Yaptıkları kötülüklerin cezasını çekmeleri için Durkadın ve kızını evden kovmuş. O günden sonra baba kız mutlu bir şekil-de yaşamışlar.
Gökten üç elma düşmüş. Kocaman, tatlı ve sulu elmalarmış bunlar. İsteyen yesin, isteyen arkadaşına ver-sin. Az önce Emine’nin yanındaydım. Ayrılırken okuyan-lara selam söyledi. “Yolları düşerse bize de misafir gel-sinler.” dedi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...