Honaz Dağındaki Düğün Masalı

 Honaz Dağındaki Düğün Masalı

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler cirit oynarken eski hamam içinde... Ben diyeyim şu damdan, siz deyin bu damdan. Uçtu uçtu kel horoz uçtu. Kel horoz uçmadı kır Memiş uçtu. O uçtu bu uçtu derken anam düştü eşikten, babam düştü beşikten. Ben onları avutayım dedim de biri kaptı maşayı, biri aldı şişeyi. Dolandım hemen dört köşeyi. Bu köşe yaz köşesi, şu köşe kış köşesi, şu köşe güz köşesi, elinde yağ şişesi. Az gittim uz gittim... Dere tepe düz gittim. Çayır çimen geçerek, lale sümbül biçerek; soğuk sular içerek, altı ayla bir güz gittim. Bir de dönüp ardıma baktım ki, ne göreyim, hemen masala gireyim.
Honaz Dağı’nın dibinde bir köy, köyde de Memiş derler bir çoban varmış. Memiş’in üç beş koyunu, biraz da keçisi varmış. Köyün yok yoksuluymuş. Her gün koyunlarını keçilerini alır, o dağ senin bu dağ benim, o yayla senin, bu yayla benim dolaşır, koyunlarını kuzularını otlatır, serin gölgeli ağaçlar altında dinlendirir, buz gibi pınarlardan sular, geceleri de bir dağın yamacına kurduğu ağılına çekilirmiş.
Ağılı Honaz Dağı derler bir ulu dağa karşıymış. Memiş ağılında hep bu dağa bakarmış. Bazı geçeler Dağın tepesinde harman yeri büyüklüğünde ışıklar belirirmiş. İşte Memiş bu ışıkları merak edermiş. Çünkü bu ışıklar perilerin yaktıkları ateşin ışıklarmış. Yaşlılar bu ışıkların olduğu gecelerde perilerin düğün yaptıklarını anlatırlarmış.
Bir gün yine dağın tepesinde kocaman bir ışık belirdiğinde dayanamamış, koyunlarını keçilerini ağıla kapattığı gibi yola çıkmış. Az gitmiş uz gitmiş, altı ayla bir güz gitmiş ve bin bir zorlukla, dili damağı kurumuş bir halde koca dağa tırmanmış ve doruğa vardığında bir kayanın arkasına saklanarak düğünü seyretmeye başlamış. Yüzlerce ipek kanatlı peri oynuyor,dans ediyor, eğleniyormuş. Gördüklerinden son derece şaşkınmış. Çünkü perileri o güne kadar hiç görmemişmiş. Perilerin ipeksi kanatları varmış, çok güzellermiş.
Sabaha kadar seyretmiş. Gün doğarken peri padişahının bir işaretiyle tüm periler uçup gitmişler. Memiş onlar gidince düğün alanına koşmuş, kalan yiyecekleri yemiş, şerbetleri içmiş, daha sonra da yorgunluktan uyuya kalmış.
Uyandığında akşam olmuşmuş. Telaşlanmış. Koyunları kuzuları gelmiş aklına. Ağılda aç kaldıklarını, perişan olduklarını düşününce ne yapacağını şaşırmış, hemen geri dönmek için koş maya başlamış. Bir zaman koştuktan sonra yorulmuş ve biraz dinlenmek için bir kayanın dibine oturduğunda bazı sesler duymuş. Meraklanmış. Gizlice seslerin geldiği yere doğru sürünerek gitmiş. O zamanlar dağlarda eşkıyalar da bulunurmuş. Yakaladıklarına zarar verirlermiş.
Seslerin geldiği yere varınca donup kalmış. Çünkü bir sürü keçi kılıklı, kuyruklu, çirkin yaratık ellerinde kocaman sopalar olduğu halde toplantı yapıyorlarmış. Memişin şaşkınlığı ve korkusu biraz azalınca bunların cinler olduğunu düşünmüş. Gerçekten de bunlar cinmiş. Cinler zararlı yaratıklarmış. Herkese kötülük yaparlarmış. Bunlarında amaçları da o gece perilerin düğünün basıp, bir kısmın esir almak, köle olarak kullanmakmış.
Memiş bunları duyunca ne yapması gerektiğini düşünmüş. O güzelim perilere zarar verecekler diye de korkmuş. Önce bana ne deyip kaçmak gelmiş içinden. Sonra da “bu insanlığa sığmaz” demiş kendi kendine. Hemen sürünerek geriye çekilmiş. Cinler Memiş’in farkına varmamışlar. Memiş tekrar geriye koşa koşa dönmüş. Periler yine gelmişlermiş. Ateşlerini yakmışlar düğün hazırlıklarını yapıyorlarmış. Memiş’in gürültüsünü duyunca hemen koşmuşlar, etrafını sarmışlar. Onu kollarından tutup peri padişahının huzuruna götürmüşler. Peri padişahı:
“-Burada ne ararsın insan oğlu?” Diye sormuş.
Memiş:
“-Cinler size baskın yapacaklar, size zarar verecekler, onu haber vermeye geldim.” Demiş. Bunu duyunca bütün periler korkuyla padişahlarına bakmışlar. Peri padişahı biraz düşündükten sonra:
“-Sağ ol insan oğlu.”Demiş. “Bize büyük bir iyilik yaptın. Cinler bizim ezeli düşmanımızdır. Gerçi onlar herkesin düşmanıdırlar. Bitkilere, hayvanlara, insanlara hep zarar verirler. Gerçi sizde zarar verirsiniz ama cinler sizden korkarlar. Biz güçsüzüz. Savaşı sevmeyiz. Kötülükten nefret ederiz. Herkese iyilik yapmayı isteriz.
“Perileri severim.” Demiş Memiş. “ Dün akşam sizi seyrettim. O kadar güzeldiniz ki!”
“-Dün bizi mi seyrettin?” Demiş peri padişahı. “Seni fark etseydik belki zarar verirdik. Çünkü bizi gören insanlar hep kötülük düşündüklerinden onları sağır ve dilsiz hale getiriyoruz. İyi ki seni görmemişiz.”
“-Kötü bir niyetim yoktu. Sizi hep merak ettiğimden buraya gelmiştim.”
Peri padişahı ne yapacağını düşünürken nöbetçi periler uçarak gelmişler. Çok korkmuşlarmış.
“-Cinler geliyor!” Diye bağırışmışlar. Diğer periler korkuyla padişahlarının etrafını çevirmişler.
Peri padişah :
“- Bizi koruyacak sensin insanoğlu.” Demiş Memiş’e. “Çünkü biz savaşmasını bilmeyiz. Üstelik silahımızda yok. Kaçamayız da ..”
“-Niye kaçamazsınız?” Diye sormuş Memiş. “Kanatlarınız var. Uçup gidin”
“- Mümkün değil.”Demiş peri padişahı. “ışık olmadan kanatlarımız bizi uzun süre taşımaz. Biz karanlıkta yönümüzü de göremeyiz. Gözlerimiz sizinki gibi çok güçlü değil.”
Bu sırada cinlerde saldırıya geçmişlermiş. Memiş bakmış ki perilerin kendilerini savunacak durumları yok hemen öne atılmış, eline yanan bir odun parçası geçirip cinlere saldırmış. Cinler ateşten çok korkarlarmış. Memeşin ateşle kendilerine saldırdığını görünce duraklamışlar. Karşılarında periler yerine bir insan oğlu görünce korkmuşlar. Memiş onların bu durumundan yararlanarak üzerlerine yürümüş ve elindeki yanan sopayla onlara vurmaya başlamış. Cinler bir süre karşılık vermişlerse de Memiş’i yenemeyeceklerini anlayınca kaçmışlar. Memiş bir süre onları kovaladıktan sonra artık tekrar saldırmayacaklarını görünce,geriye dönmüş.
Periler onu sevinçle karşılamışlar. Peri padişahı yanına gelmiş, elinden tutarak oturduğu yere götürmüş. Hemen önüne bin bir çeşit yiyecek getirmişler. Memiş zaten aç ve susuz olduğundan ve bir de cinlerle savaşmanın verdiği yorgunlukla iştahla yiyip içmiş.
Periler Memiş’i bir kaç gün konuk etmişler. Daha sonra da peri padişahı:
“-Artık gitme zamanı geldi insanoğlu.” Demiş. Bize büyük iyiliklerin dokundu. Sana karşı borçluyuz.” Sonra çıkarıp bir kese altın vermiş. “ Bunu al.” Demiş. “Bunlar bizim işimize yaramaz ama sizin bunları sevdiğinizi biliyoruz. Yalnız bir daha buralara gelme. Bu altınları da bizden aldığını kimselere söyleme. Yoksa sağır ve dilsiz olursun.”
Memiş altınları alıp, yaşadığı güzel günleri düşünerek geriye dönmüş. Ağılına vardığında koyunlarının hepsinin ağılda olduğunu görmüş. Hepside karınları tok uyuyorlarmış. Peri padişahının bir kaç periyi buraya göndererek koyunlarına bakıcılık yaptırdığını anlamış. Daha sonra kendi yattığı yere gidip altınlarını saymış. O saydıkça altınlar çoğalıyormuş. Kese hiç boşalmıyormuş. Oysa yerde binlerce altın varmış. Sevinmiş.
Ertesi gün koyunlarını alarak köye gelmiş. Hemen büyük bir ev yaptırmış. Sonra evlenmiş. Tarla, bağ, bahçe satın almış. Zengin olmuş. Tabi Memiş zengin olunca tüm köylü meraklanıp bunun nereden kaynaklandığını sorup soruşturmaya başlamışlar.
Memiş önceleri bu durumu eşine bile açmamış. Ama zaman içinde gördüklerini birine anlatamamanın sıkıntısını duymaya başlamış. Zaten eşide sürekli soruyormuş bizim paramız niye tükenmiyor diye. Konu komşu da sürekli Memiş’i gözlüyor, altınların yerini öğrenmek için uğraşıyorlarmış. Neyse.
Bir gece, yatmadan önce dayanamamış, övünerek eşine olan biteni bir bir anlatmış. Sonra da yatıp uyumuşlar. Sabah olunca Memiş konuşmak istemiş ama bir türlü konuşamıyormuş. Ağzından kelimeler yerine bir takım garip sesler çıkıyormuş.
Memiş günler haftalar boyu konuşamamış. Üstelik ağzını her açtığında türlü hayvan sesleri çıkmaya başlamış. Çeşitli doktorlara gitmiş, derdine derman aramış ama boşuna. Dili bir türlü düzelmemiş. Üstelik yavaş yavaş kesenin altınları da azalmaya başlamışmış. Derken bir gün kesedeki altınlar da bitmiş. Memiş yine eskisi gibi fakirleşmiş. Önce para bulmak için mallarını satmış, sonra yaptırdığı evi. Bir gün de eşi onu terk edip gitmiş. Elinde kalan üç beş koyunu ile dağdaki eski kulübesine gitmiş. Ama felaketler bitmek bilmiyormuş. Koyunları da birer ikişer kaybolmuşlar. Derken dağdaki kulübesi bir yıldırım düşmesi sonucu yanmış. O geceyi açıkta buz gibi soğuğun altında geçirmiş. Sabaha karşı Honaz Dağı’nın başında o ışığı görmüş. O zaman aklı başına gelmiş. Peri padişahının söyledikleri gelivermiş aklına. Hanya’yı Konya’yı anlayıvermiş. Yaptığı yanlışı verdiği sözü tutmamanın cezasını çektiğini anlamış. Çok utanmış.
Birkaç gün orada burada aç susuz dolaştıktan sonra peri padişahından özür dilemek için Dağın yolunu tutmuş. Yine uzun yollardan giderek, lale sümbül biçerek Honaz Dağı’nın başına varmış. Bir kayanın kuytusunda uyumuş ve uyandıktan sonra da karanlığın olmasını beklemiş. Perilerin ateşini görünce kalkmış ve peri padişahının huzuruna varmış. peri padişahı Onu görünce öfkeyle kükremiş:
“-Sana bizi gördüğünü kimseye söyleme demedim mi? Söylersen böyle olacağını demedim mi?” Diyerekten açmış ağzını, yummuş gözünü. Memiş utancından yerin dibine geçe yazmış. İşaretlerle bin bir özür dilemiş. Ağlamış, sızlamış. Sonunda peri padişahının öfkesi dinmiş. Diğer perilerin yalvarmasıyla da Memiş’in dilini çözmüş
“-Yurduna, yuvana ocağına var git” demiş. “Bir daha da buralara gelme. Bizi gördüğünü kimselere söyleme. Yoksa bu kez halin daha kötü olur.”
Yine bir kese daha vermiş ve Memiş’i uğurlamışlar.
Memiş köyüne dönmüş. Bu kez eskisi gibi gösterişli evler almamış. Altınlarını sağa sola saçmamış, kimseye de hava atmamış. Az önce onun evinden geldim. Herkese çok çok selam söyledi. Gökten üç elma düştü. Elma da elma ha. Kıpkırmızı, tatlı mı tatlı. Birisi bu bu masalı anlatanın başına, ikincisi dinleyenlerin başına, üçüncüsü de dahası yok mu diyenlerin başına.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...