Keçi Kızı Masalı
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallarken. Anam düştü beşikten, babam düştü eşikten. Bir varmış, bir yokmuş. Allahın kulu çokmuş. Çokmuş da bizim köyün beyi gibi yokmuş.
Çok çok eski zamanlarda bir bey varmış. Bey de beymiş. Kırk deve katarı, altı yüz fincancı katırı, bin atı, sayısız da koyunu varmış. Köyün arkasındaki ağalar yerinin tüm tarlaları ta Yatağan’a kadar onunmuş. Tarlalarının kaç dönüm olduğunu kimse bilmezmiş. Ben diyeyim bin dönüm. Siz deyin on bin dönüm. Beş yüz ırgat yaz kış çalışır, yüz öküz çifti her gün çift sürermiş. Koyun sürülerinin bir ucu Ballık Dağında, diğer ucu Kızılhisar kırındaymış.
Bey beyliğini bilir, fakir fukarayı gözetir, acı doyurur, yoksulu giydirir, yolcuyu güvendirirmiş. Köye gelip de beyin sekenin annacındaki, konağının kapısından içeriye girmeyen, aş evindeki kazandan yemek yemeyen kimse görülmemiş. Her gün konağın avlusundaki aş evinde beş kazan yemek kaynarmış. Bir Allahın günü kazanlardaki yemek artıp da dökülmezmiş. Aş bitti diye de bir Allahın kulu kapıdan gönderilmemiş.Ben beyin aşını yemem suyunu içmem diyen de çıkmamış. En son bir keloğlan “bene ne, ben bey filan bilmem, aşını da yimem, suyunu da içmem” diyeyazmış. Ancak beyin adamları “vay sen beyimize nasıl söz söyler, nasıl kelâm edersin kel keleş…” demişler yakasından tuttukları gibi beyin huzuruna çıkarmışlar. “Bu kel, keleş böyle böyle lâflar eder” diyerekten. Bey “atın şunu dama.”demiş. “kırk gün kırk gece yatırın. Aynı zamanda kırk kaynatma etli pilav verin. Kırk desti de su.” Demiş. “Yerse yesin, yemezse zorla yedirin. Sonra da kırk koyun verip evine götürün. Anasının annacında beş kere kırk sopa vurun. Bir de hal hatır sorun...” Bey bu emir verdimi derhal yerine getirilir. Ve dahi emrin hikmetinden sual sorulmaz. İşte o gündür bu gündür herkes beyden korkar, çekinir ve dahi aşını yer suyunu içermiş.
Bey olurda bir bey oğlu olmaz mı? Beyimizin selvi dal gibi, kaşları ay gibi, güçlümü güçlü, yakışıklı mı yakışıklı bir oğlu varmış. Aslanlar gibi olmuş, evlenme yaşına gelmişmiş. Tüm köyün gelinlik çağına gelmiş kızları ve dahi Acıpayam Ovasının güzelleri yoluna çıkar gel ederlermiş, göz süzerlermiş, al mendil gönderirlermiş ama Beyimizin oğlunun gözü hiç birisini görmezmiş. Hiç birine de yüz vermezmiş. Nice bey kızları yolunu beklermiş de o yolunu değiştirir, semtlerine bile uğramaz, hiç birisine yüz vermezmiş. Ahali, eş dost ise bey oğlu olmasa hadım diyeceklermiş de adını çıkaracaklarmış ama korkularından dillerini tutarlarmış. Bey oğlunun arkasından da alaylı alaylı bakarlarmış.
Bey ve dahi hanımı Şeri Bılla; oğulcuklarının bu hallerine bir anlam veremezler, için için üzülürler, eşe dosta, hacıya hocaya akıl danışırlar, muskalar yaptırıp yıldız nameler baktırırlarmış. “Beyzademin mürüvvetini bir görsem ölsem de gam yemem” dermiş bey. Şeri Bılla ise her gün ellerini semaya açar “Ne olur adı güzel, kendi güzel Allahım! Meleklerden hurilerden bir gelin nasip eyle, soyumuz sopumuz kurumasın. Ele güne şan olmayalım. Başımız gülsün, ocağımız tütsün.” Diye, dili damağı kuruyana dek dualar edermiş.
Beyzademizin hiçbir şey umurunda değilmiş. Yayı oku elinde av merakındaymış. Her gün kır atına atlar ava çıkarmış. O dağ senin, bu yayla benim döner dururmuş. Bazen günlerce dağlarda kalır, Beye dahi Şeri Bıllayı bir telaş alırmış. Hemen dört bir yana atlılar çıkartırlarmış ama çoğu zaman aramaya çıkanlardan önce bey oğlu döner gelirmiş. her seferinde de atının terkisinde bazen bir boz ayı, bazen kara gözlü bir ceylan, bazen dal boynuzlu bir geyik, bazen kurt, bazen onlarca keklik olurmuş. Koca koca vahşi ayılar önünden kaçar, canavara benzeyen kurtlar onu görünce uyuz çakala dönerlermiş. Elinden ne kaçan, ne de uçan kurtulurmuş.
Bir gün bey kalkıp hemen konağın ilerisinde, yolun başındaki Tekke Dede’ye gitmiş. Kır atını daha kapıya bağlamadan Dede dışarıya çıkıp:
-“Hoş geldin Bey.” Demiş. “Tekkemize onur verdin.Hoşluklar verdin. İnşallah sen de hoş olasın.”
-“Pek hoş değilim dede.” Demiş bey. “Pek hoş değilim amma velakin derdime de senden derman dilerim.”
-“Geç hele içeriye.” Demiş Dede. “Derdi veren Allah elbette dermanını da verir.” Tekkeden içeriye girmişler. Dede postuna oturmuş. Bey önünde diz çökmüş.
-“Derdin bizce malumdur bey.” Demiş Dede.”Dermanı da malumdur. Üç vakte kalmaz dileğin gerçekleşecektir. Ancak ucunda bir imtihan vardır.”
-“Her şey kabulüm.” Demiş Bey. “Yeter ki muradıma ereyim. Oğluma bir gelin bulayım. Soyum sopum kurumasın.”
-“Var git o zaman.”Demiş Dede. “Allah elbette muradındakini verecek. Lakin sabretmek, imtihanı geçmek gerek.”
Dede çok konuşmazmış. Karşısındaki Beymiş, Paşaymış dinlemezmiş. Bey bunu bildiği için kıçın kıçın kapıya yönelmiş. Dedenin sözlerinden bir şey anlamamış, anlamamış ama hiçbir şey de soramamış. Eve dönmüş. Hepsini Şeri Bıllaya anlatmış. Karı koca saatlerce Dedenin sözlerini yorumlamaya çalışmışlar. Doluya koymuşlar almamış, boşa koymuşlar dolmamış. Sonunda sabretmeye karar vermişler. Üç vakti beklemeye başlamışlar. İçlerinde bir umut bir de sıkıntı varmış.
-“Hakkımızda ne hayırlı ise o olsun.” Demiş Bey sonunda.
Biz gelelim bey oğluna.
Beyzademiz ise yine her zamanki gibi avdaymış. Ballık Dağı’nın arka yüzündeki sık ormandaymış. Bir dere kenarında avladığı keklikleri temizliyormuş. Niyeti güzel bir keklik kebabı yapmakmış. Kır atı da hemen yanında otluyormuş. Güneş ha battı ha batacakmış. Birden kır at kulaklarını dikmiş. Başını uzatıp karşı yamaca bakarak hafifçe kişnemeye başlamış. Bey oğlu atın bu durumuna önce aldırmamış. “At bu kulaklarını diker de kişnerde.” Diye düşünmüş. Kurttan, kuştan da korkusu yokmuş. Zülfikara benzeyen kılıcı, her şeyi deviren yayı ve oku yanındaymış. Belinde de çifte su verilmiş Yatağan palası duruyormuş.
Yarım saat kadar bir süre daha geçmiş. Karanlık çökmeye başladığında kır at bu kez iyice huysuzlanmış. Bey oğlu da işini bırakmış.”Ne oluyor deli oğlan!” diye söylenmiş. At kuyruğunu sallayarak bir yeri gösteriyormuş. Dayanamamış gösterdiği yere bakmış. Çalıların arasından garip bir yaratık gözüne ilişivermiş. Yaratık birkaç saniye sonra ağaçların arasından sekerek dereye doğru kayboluvermiş. Bey oğlunun içine de bir merak düşüvermiş. Gördüğü yaratık hiçbir hayvana benzemiyormuş. Hemen keklikleri oracığa bırakmış. Kılıcını çekmiş ve dereye doğru yürümeye başlamış. Bir yandan da bir saldırıya uğramamak için de temkinli davranıyormuş.Bulunduğu yamaçla derenin arası çok fazla değilmiş. Gürültü çıkarmamaya çalışarak, ağaçtan ağaca siper alarak sonunda dereye varmış. Kocaman bir çam ağacının gövdesini kendisine siper ederek dereye bakmış. Bakmış da gözlerine inanamamış. Kılıcını sessizce ağaca dayamış. İki eliyle gözlerini ovuşturmuş. Bu kez daha dikkatli bakmış. Derenin kenarında anadan üryan dünyalar güzeli bir peri kızı yıkanıyormuş. Bey oğlu bakmış bakmış da gözlerine inanamamış. Heyecanla biraz daha yaklaşmak istemiş ama bu kez kılıcı yere düşüvermiş. Kılıcın çıkardığı sesi duyan kız bir anda derenin öbür yakasına fırlamış, çalıların üzerindeki giysilerini aldığı gibi ağaçların arasından kaybolup gitmiş. Bey oğlu arkasından fırlamış. Derenin öbür tarafına geçmiş. Karanlık çöktüğünden etrafta seçilmez olmuş. Kızı bulurum umuduyla etrafına bakınmış ama kimseyi bulamamış. En sonunda arkasına baka baka atının olduğu yere gelmiş. Aklı fikri o kızdaymış. Cin mi, peri mi? Diye söyleniyormuş. Pişirdiği keklikleri bile yiyemeden sabahı etmiş. Gün ışırken yine aynı yere gitmiş. Ağaçların arasına saklanmış. Yine görürüm ümidiyle akşama kadar yerinden kıpırdamamış.
Güneş batmaya yakın derenin diğer tarafındaki çalılıklardan bazı sesler duymuş. Nitekim az sonra garip bir hayvan ortaya çıkmış. O kara çirkinmiş ki bey oğlu bile irkilmiş.
Garip yaratığın üzerinde yırtık pırtık bez parçalarından oluşan bir giysi varmış. Yüzü insana benziyormuş ama her tarafında simsiyah kıllar varmış. Kulakları sivri, çenesinin altında keçilerin sakalına benzeyen sakalı, alnında iki tane de küçük boynuzu varmış. Bey oğlu bu garip yaratığı bir şeye benzetememiş, merakla izlemeye başlamış. Bir yandan da bu insan donunda keçi mi, yoksa keçi donunda insan mı acaba? Diye düşünüyormuş.
Güneş batınca keçi kılıklı canlı önce etrafına dikkatle bakmış.Bey oğlunu görmemiş. Yalnız olduğunu inanınca da garip sesler çıkarmaya başlamış. Birkaç dakika içinde tavşanlar, güvercinler, kınalı keklikler ve dahi bir çok kuş uçarak gelmişler cıvıl cıvıl şarkı söyleyerek keçi donlu insanın etrafında dolaşmaya başlamışlar. En garip olanı da bir süre sonra tilkilerde gelmiş. Keçi kılıklı canlı onları sevmiş okşamış. Hiç birisi ondan korkmuyormuş. Aksine hepsi de büyük bir dostluk içinde sevinçle dolaşıyorlarmış. Normal şartlarda tavşanları, keklikleri, güvercinleri avlayan tilkiler bile hiç birisine dokunmuyormuş. Bey oğlu iyice şaşırmış. Ömründe böyle bir manzara ile hiç karşılaşmamışmış.
Keçi kılıklı canlı hayvanlarla, kuşlarla oynamış, oynamış. Sonra da dereye inmiş. Üzerindekileri çıkarmış. Bey oğlu nefesini tutmuş büyülenmiş gibi bakıyormuş. Keçi kılıklı canlı üzerindeki son giysiyi de çıkarınca vücudu değişmeye başlamış. Önce kıllar kaybolmuş, sonra boynuzlar. Vücudundaki çarpık çurpuk yerler düzelmiş, derisi süt beyaz hale gelmiş ve bir süre sonra ortaya dün gördüğü huri kızı çıkıvermiş. Çıkıvermiş de bey oğlu’nun aklı başından çıkıvermiş. Az sonra da gördüğü güzellikten olsa gerek düşüp bayılıvermiş.
Bey oğlu ayıldığında ay doğmuş gece yarılamışmış. Hemen ayağa fırlamış, dereye bakmış, kimse yokmuş. Sarhoş gibiymiş. Kır atın bulunduğu yere dönmüş. Oturup gördüklerinin düş mü gerçek mi olduğunu düşünmüş. Kız aklından çıkmıyor, hayali gözlerinin önünden gitmiyormuş. Sabaha kadar gözüne bir damla uyku girmemiş. Düşünmüş, düşünmüş ve sonunda bir karara varmış. Bu kızı yakalayıp, düş mü gerçek mi olduğuna anlamaya karar vermiş. Sabahı iple çekmiş.
Kızın güneş batarken ortaya çıktığını bildiği için sabahleyin önce karnını bir güzel doyurmuş. Sonra dereye gitmiş. Kızın suya girdiği yeri incelemiş. Toprakta bir sürü iz varmış. Hemen bir plan yapmış. Yaman avcı olduğu için her türlü avcılık hilesini biliyormuş. Kızın giysilerini koyduğu çalının altına avcı çukuru kazmış. Öğleden sonra da bu çukurun içine girmiş. Beklemeye başlamış.
Güneş batınca keçi kızı yine gelmiş. Etrafını incelemiş. Tehlikeli bir şey olmadığına kanat getirince hayvanlarını çağırmış. Onlar da gelmişler. Bir zaman sonra keçi kızı üstündeki giysileri çıkarmış. Suya girmiş. Bey oğlu vakit bu vakit deyip hemen saklandığı yerden fırlamış. Kızın giysilerini çalıdan toplamış. Bu sırada suyun içinde olan kız neye uğradığını anlayamamış. Sudan çıkıp kaçmaya çalışırken bey oğlu onu kolundan yakalamış. Kız kurtulmak için çabalamış, çırpınmış, elinden geleni yapmış ama nafile. Bey oğlunun çelik gibi kollarından kurtulamamış. Üstelik hayvan dostları da yardımcı olmuyormuş. Korkup kaçıp gideceklerine neşeli neşeli hoplayıp zıplıyorlar, sanki hiçbir şey olmamış gibi davranıyorlarmış.
Lâfın azı karar çoğu zararmış. Uzun bir uğraştan sonra bakmış ki keçi kızı kurtulamıyor çaresiz teslim olmuş. Ağlamaya başlamış.
-“Benden korkmana gerek yok.”Demiş Bey oğlu. “Sana bir zararım dokunmaz.Lakin önce in misin cin misin sen onu söyle?”
-“Ne inim ne de cinim.” Demiş kız.”Senin gibi bir insan kızıyım.”
-“İnsansın da bu hallerin ne. Böyle niçin keçi kılığındasın?”
-“Beni önce serbest bırak.” Demiş kız. Sonra giysilerimi ver. Çok utanıyorum.”
-“Ya kaçarsan?”
-“Kaçmam.” Demiş kız. “Bu güne kadar herkesten kaçtım. Beni gören her insan ya taşladı ya da kışladı. Kimi kötek vurdu, kimi evinden kovdu. Artık kaçacak dermanım kalmadı. Beni anadan üryan gören, sırrımı bilen sensin. Sana da kanım kaynadı” Demiş.
Bey oğlu keçi kızının sözlerine inanmış.Onu serbest bırakmış. Sonra da sırtından mintanını çıkarıp kızın sırtına atmış. Kız çabucak giyinmiş. Sonra kendisini yere atıp iki gözü iki çeşme ağlamaya başlamış. Bey oğlu ayakta aklı sıra teselli etmeye çalışmışsa da hiçbir şey bilmediği için sadece kem küm edebilmiş.
Kız sakinleştikten sonra başından geçenleri uzun uzun anlatmış. Ballık Dağının arkasında ki dağların arasında bir oba varmış. O obanın beyinin kızıymış. Asıl adı Güllüymüş. On beş yaşındaymış. Beş yıl önce anacığı ölünce babası eve bir üvey ana getirmiş. Bu kadın hem çok çirkinmiş, hem de çok kötü kalpliymiş.Üstelik bir de büyücüymüş.bir gün güllü kızı kıskanmış. Babasının olmadığı bir zamanda onu keçi kızı haline getirivermiş.
Bey oğlu duyduklarından çok etkilenmiş. Keçi kızının üvey annesini o saat eline geçirse param parça edermiş. Kız hikayesini bir tamam anlattıktan sonra susmuş.
-“Peki bu büyü nasıl bozulacak?” Diye sormuş Bey oğlu.
-“Beni bu halimle kabul edecek, beni bu halimle sevecek birisiyle evlenirsem, evlendiğimin anası da beni gelini olarak bağrına basarsa ben kurtulacağım. Aksi halde gece insan gündüz keçi kızı olarak kalacağım.”
-“Bana varır mısın güllü kız.” Deyivermiş bey oğlu. “ Ben seni çok sevdim. İnşallah anamda seni çok sever. Ama kimse sevmese bile ben seninle evleneceğim.”
Olurdu olmazdı, varırdı varmazdı derken sabahı etmişler.
-“Sabah oldu Bey.” Demiş kız. Ben güneş doğunca keçi kızı olacağım yine. Akşama kadar bana bak. Eğer kararından dönmezsen, beni yine istersen seninle evlenirim. Ne yalan söyleyeyim. Daha ilk görüşte sana vuruldum. Artık öl de öleyim. Kal de kalayım.”
Her neyse sözün özü akşama kadar yine birlikte olmuşlar. Konuşmuşlar, ağlaşmışlar. Güneş batınca huri melek güllü yeniden dünya güzeli olmuş. Bey oğlu a artı kararını vermiş.
-“Yürü gidelim.” Demiş Bey Oğlu. Seni bu halinle anama göstermek istiyorum”
-“Olmaz” Demiş kız. “Anan beni keçi kılığında görüp sevmeli. Yoksa asla büyü bozulmaz.”
Ertesi günü şafağa kadar yine konuşmuşlar, anlaşmışlar, hayaller kurmuşlar ve gün doğanda kır ata binip köyün, obanın yolunu tutmuşlar.
Bey oğlunun keçi kızıyla konağa geldiği kısa zamanda duyulmuş. Hele bir de bu kızla evlenmek istediği öğrenilince önce kimse inanamamış. Sonrada dostlar üzülmüş, düşmanlar ise dalga geçip, konuşmaya başlamışlar.
Oğlu eve gelip anasının atasını huzuruna çıkıp:
-“İşte bu gelininiz. Ben bununla evleneceğim.” Demiş ya Şeri Bılla’da, Bey de şaşkınlıktan öleyazmışlar. Sonra bizimle eğleniyor, dalga geçiyor diye düşünmüşler. Ama oğullarının niyetinin ciddi olduğunu, elin keçisine aşık olup ağzının suyunun aktığını görünce beyinlerine kurşun yemiş gibi olmuşlar. Oğullarına bağırmışlar çağırmışlar, tehdit etmişler ama nafile. Sonra taktik değiştirip yalvarır yakarır olmuşlar. Ama oğullarının inadı inat adı kör muratmış. Araya aklı erer, sözü geçer hısım akrabayı koymuşlar. Bey oğlu bu Nuh diyormuş da peygamber demiyormuş. Üstelik gelinde adamdan azma, dişleri kazma, üç buçuk telli kurbağa belliymiş ve pişmiş kelle gibi sırıtıp duruyormuş.
Bey bakmış, görmüş olmayacak, Şeri Bılla ya “Hele az dur, Dedeye bir varıp gelem” Demiş ve doğru Tekke Dedesine gitmiş. “Aman medet ya Dede” Diyerekten.Ama medet yerine kocaman bir nasihat gelmiş Dededen. “Bey bey” Demiş dede. “Üzümden önce koruk gelir, tatlıdan önce acı. Bahardan önce kış her yeri kasıp kavurur. Sabredene elbette mükafat olunur. Evine gelmişse bir keçi donunda beni adem, bey olarak koruyup kollaman ve dahi bağrına basman gerekmez mi? Oğlunun gönlüne ateş düşmüşse sevinip kıvanman mı? Yoksa Allah’tan geleni beğenmezde burun mu kıvırırsın?”
Bey kekelemiş.
-“Allah’tan gelene can ve baş feda olsun.” Demiş
-“O zaman git evine olacakları bekle.”
Bey sesini çıkaramamış. Biliyormuş ki o beyse Dede de Bey, üstelik en büyük bey. Dedeye kimse karşı gelemez, sözünün üstüne söz diyemez, emri demiri bile kesermiş. Bu yüzden Dedenin ellerine sarılıp evine dönmüş.
Kel ümmetin kör hindisi gibi düşünmekte olan Şeri Bıllanın yanına varmış. Dedenin dediklerinin bir bir anlatmış. Sonrada:
-“Baka hatun.” Demiş. “Allah’tan gelene katlanacağız. Sabırlı olup sonunu bekleyeceğiz. Sakın ola ki yanlış bir şey yapma.Gelinin de itip kakma.”
Şeri Bılla da bir bey kızıymış.
İçlerinden gelmeyerekten, gönüllerinden gülmeyerekten, canları istemeyerekten, çifte davullar vurdurtmadan, koç yiğitlere güreş tutturmadan, kırk gün kırk gece değil ama bir gün bir gecelik iyi kötü bir düğün etmişler. Uzaktan yakından kimseyi davet etmemişler.Etmemişler ama bu kez de sır keçi kızını görmek için çevre köylerden ne kadar insan varsa konağa “hayırlı uğurlu olsuna” gelmeye başlamış. Her gelen hediyesiyle ve bir çuval lâfıyla geliyormuş. Üstelik ille de gelini görmek istiyorlarmış. Kimine gelin hasta demişler. Kimine gelin yasta demişler. Her gelene bir yalan uydurmuşlar ama yalanlarda bitmiş. Şeri Bılla da öfkeden sinirden, kahırdan bütün tırnaklarını yemiş, bütün parmaklarını bitirmiş, konakta haşlamadığı kimse kalmamış, gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüşmüş. Bey ise kendini namaza niyaza vermişmiş. Ziyaretçileri bile yarım ağızla karşılıyor, elinden geldiğince çabuk başından savıyor, çoğuna da uşakları bey namazda deyip savuşturuyormuş.
Bey oğlu ise evden dışarıya adım atmıyor, gece gündüz yeni gelinin dizinin dibinde sırıtarak oturup duruyormuş.Üstelik yeni gelinin bir dediğini iki etmiyor, hizmetçilere uşaklara emirler vererek gelinin etrafında fırıldak gibi döndürüyormuş. Bu durumu gören eş dost, beylerinin biricik oğullarının efsunlandığını, keçi kızı tarafından büyülendiğini söylemeye başlamışlar.
Bir ay kadar geçtikten sonra artık ortalık durulmaya, dedikodular kesilmeye başlamış. Herkeste keçi kızını alışılmaya başlanmış. Şeri Bılla da yazımdır, kaderimdir deyip gelinini sineye çekmiş, ağlamayı kesmiş.
Bir gün beyin canı yağlı katmer istemiş. Beyin canı bir şey iterde konaktaki kadınlar durur mu. Hemen unlar elenmiş, hamurlar yoğrulmuş, ateşin üzerine saclar vurulmuş. Şeri Bılla, yeni gelin hamurun başına oturmuşlar. Beyin yağlı ballı katmerini Şeri Bılla kimseye emanet etmez kendi elceğiziyle açarmış. Çünkü bey sadece hanımının katmerini beğenirmiş.
Evin gelini olunca kaynanaya iş mi düşer. Önce hamurun başına Keçi gelin geçmiş. Oklavayı eline almış. Yufka açmak için uğraşmaya başlamış.. Evin hizmetçileri, halayıkları, cariyeleri de temŞeriya (seyre) çıkmışlar. Yeni gelinin yufka açmasını seyre dalmışlar. Ama gelinin elleri keçi ellerine benzediğinden bir türlü oklavayı tutamamış, hamuru yufka haline getirememiş, üstelik her yer de un içinde kalmış. Hizmetçiler, halayıklar, cariyeler daha fazla sabredememişler gülüşmeye başlamışlar. Şeri Bılla zaten geline içerleyip duruyormuş. Birden oklavayı kaptığı gibi gelinin başına indirivermiş. “Çatttt!” diye bir ses duyulmuş. Gelinin boynuzlarından birisi kırılıp yere düşmüş.Tabi gelinin başından da al kanlar akmaya başlamış. Gelin can havliyle adasına kaçmış. Bey oğlu da o sırada evdeymiş. Karısının kanlı halini görünce çok üzülmüş. Ama anasına ağzını açıp ta en ufak bir söz söylememiş. İkisi akşama kadar odalarından dışarıya çıkmamışlar.
Şeri Bılla ise bir süre sonra yaptığından pişman olmuş. “Keşke vurmasaydım.” Diye hayıflanmış. Hizmetçileri halayıkları, cariyeleri bir güzel azarlamış. Ama içindeki suçluluk duygusu hafiflememiş. Aksine keçi geline karşı garip bir sevgi duymaya başlamış. Beyin katmerini gönülsüzce yapmış, bir siniye koyup götürmüş. Beyin olanlardan haberi yokmuş. Katmerden bir lokma almış, yüzünü buruşturmuş. “Bu katmer bir başka kokuyor hanım.” Demiş. Şeri Bılla da olanları bir bir anlatmış. Beyden hiçbir şey saklanmazmış. Bey en çok kendisinden saklananlara kızarmış. Bey hanımını dinlemiş, dinlemiş. Sonra da “O da ana kuzusu hatun.” Demiş. “Allan onu öyle yarattıysa garibin suçu ne? Üstelik oğlumuzda son derece mutlu. Bir daha yapma emi.” Şeri Bılla ne desin. Başını öne eğip bey huzurundan çıkmış. O gün akşama kadar içinde bir pişmanlık ve açıma duygusuyla hayata (sofa, balkon, tahtalık gibi önü açık yŞerim alanı) oturup gelinle oğlunun dışarıya çıkmalarını beklemiş.
İkindiye doğru önce oğlu dışarıya çıkmış. Sonra da gelin. Hiçbir şey olmamış gibi gelip analarının ellerlini öpmüşler. Şeri Bılla ise suçluluk hissiyle gelininin yüzüne bir süre bakamamış. Sonra başını kaldırıp şöyle bir bakmış. Şaşırmış. Gelinin alnında sargı filan yokmuş. Üstelik diğer boynuzda kaybolmuşmuş. Ayrıca gelinin yüzü biraz daha düzelmiş, güzelleşmiş gibiymiş.
Aradan bir iki hafta daha geçmiş. Gelin odasından daha az çıkıyor, ortalıkta fazla görünmüyormuş. Derken konağa Burdur Beyi misafir gelmiş. Bütün beylerin sultanıymış. Emrinde iki bine yakın askeri varmış. Çok da aksiymiş. Astığı astık, kestiği kestikmiş.bir yerden memnun ayrılmazsa ertesi günü orada ot bile bitmezmiş.
Hemen kazanlar vurulmuş. Koçla, kuzular kesilmiş. Ayranlar ezilmiş. Şerbetler hazırlanmış. Şeri Bılla yine ocağın başına geçmiş. Lokma dökmeye başlamışlar. Bu gibi durumlarda evin gelini de ocak başında olurmuş. Çaresiz, keçi gelin de gelmiş. Başlamış yumuşak hamuru avucuyla sıkıştırıp lokma haline getirmeye. Ama el el değil, göz göz değil. Hamuru sıkıştırayım derken hamur fırlayıp gidiyor Şeri Bılla’nın üstüne başına yapışıyormuş. Hizmetçiler halayıklar, cariyeler gülüşmeye başlayınca Bılla’nın aklı başından gitmiş. Kendisini kaybetmiş. Bu kez ateşin içinde duran mŞeriyı kaptığı gibi gelinin başına indirivermiş.Gelin çığlıkla yere yuvarlanırken ortalığa da yanmış deri kokusu kaplamış. Gelini hemen odasına taşımışlar. Bey oğlu misafirleri filan bırakıp, koşup gelmiş. Yine ikisi odaya kapanmışlar. Burdur Beyi gidene kadar dışarıya çıkmamışlar.Bey oğlu sadece misafirleri uğurlamak için dışarıya çıkmış, sonra da hemen geriye dönmüş.
Ortalık sakinleştikten, misafirler gittikten sonra Bey eşini çağırmış. Olanı biteni öğrenmiş. “Seni anlıyorum hanımım.”Demiş.” Ben de eli ayağı düzgün, güzel, becerikli elin içine çıkınca yakışacak bir gelin istiyordum amma Allah bunu verdi. Şükretmemiz gerekiyor. Bir daha delilik yapma.” Demiş. Başkaca da lâf etmemiş.
Zaten Şeri Bılla da çok üzülmüşmüş. Saatlerce ağlamış. Ertesi günü sabah kahvaltısında gelinle oğlan yine hiçbir şey olmamış gibi çıkıp gelmişler. Beyin ve analarının elini öpmüşler. Bir kenara oturup sessizce yemeklerini yemişler. Aşla Bılla yemek süresince gelinin ve dahi oğlunun yüzüne bakamamış. Yemeğin sonuna doğru biraz cesaretlenip uta sıkıla başını kaldırıp önce oğluna bakmış. Oğlu öfkeli, sinirli ve dahi küs görünmüyormuş. Anacığına gülümsüyormuş. Buna bir anlam verememiş. Sonra başını gelinine çevirmiş. Gelin de mutluymuş. Üstelik yüzü daha da güzelleşmiş gibiymiş. Başında mŞeri izi ve dahi yanığı yokmuş. Keçi kıllarının yerine sanki ipek sarısı saçlar çıkıyormuş gibiymiş. “Bana bir haller oluyor.” Diye düşünmüş. Beye bakmış. Bey de şaşkınmış.
Son bahar gelmiş, işler iyice artmışmış. Artık kışlık erişte kesilecek, tarhana yapılacak, bulgur kaynatılacakmış. Konağı önüne kazanlar vurulmuş. Her yıl on deve yükü bulgur kaynatılırmış. Ama beyin bulguru özel bir kazanda tek başına kaynatılırmış. Bu bulguru da sadece Şeri Bılla pişirirmiş. Sabahleyin erkenden kalkmışlar. Bey oğlu da o gün işe gitmemiş. Hep birlikte bey bulguru için kazanın başına geçmişler. Çıralı odunlar kazanın altına sürülmüş. Gürül gürül yanan bir ateş yakılmış. Kazana su konmuş. Su kaynamaya başlamış. Az sonra bey oğlu buğday çuvalını sırtlayıp getirmiş. Şeri Bılla kepçeyi eline almış. Gelinde bir tabla buğdayı kazana atmaya başlamış. Ama her zamanki gibi yine sakarlığı üzerindeymiş. Uşaklar falan yine gülmeye başlayınca Şeri Bılla’da da öfke kabarmaya başlamış. Gelin buğdayın yarısını kazana yarısını da ateşe döküyormuş. Bey oğlu da onunla dalga geçiyormuş. Öfke bu. Önce yavaştan yavaştan gelir. Kabarırı, kabarır, sonra da ne yapacağı belli olmaz. İ
Şeri Bılla önceleri kendini tutmaya çalışmış. Sonra birden aklı tepesinden fırlayıvermiş. Gelini tuttuğu gibi gürül gürül yanan ocağın içine atıvermiş. Bir anda ortalık karışmış. Gelin can havliyle ateşten kurtulmaya çabalamış. Bey oğlu yanmayı göze alarak eşini kurtarmak için ateşe atlamış. Ortalık can pazarına dönmüş. Şeri Bıllanın en son gördüğü gelinin her yerine ateşin sardığı, oğlunun da elbiselerinin tutuştuğuymuş. Birden o kadar çok pişman olmuş ve üzülmüş ki bayılıvermiş. Ayıldığında ise oğluyla gelinin çok ağır yaralı olduğunu, ikisinin ölebileceğini uşaklardan öğrenmiş. Koskoca bey ise hüngür hüngür ağlıyormuş. Çevrede ne kadar hekim, otacı, tımarcı varsa bulunup getirilmiş. Uzaklardakilere de atlılar, yayalar çıkarılmış.
Şeri Bılla’nın içine tarifsiz bir acıma, merhamet ve sevgi duygusu dolmuş. Oğluyla gelinin odalarının kapısının önüne oturup ellerini göğe açmış ve “ben ne ettim, gül gibi gelinimi kırılasıca, kuryasıca ellerimle ateşe ittim. O benim bir tek gelinimdi. Gelinimden öte kızımdı. Adı güzel Allahım ne olur onu alma benim canımı al.Onu alma ben al.” Diye saatlerce dua etmiş. Artık ağlamaktan gözleri filan kurumuşmuş. Bey ve konakta yŞeriyanların hepsi Şeri Bıllanın çevresinde ayakta öylece bekliyorlarmış. Çevredeki hekimler ve dahi aklı erenler Bey oğlu ile gelini tedavi etmek için sabaha kadar çok uğraşmışlar. Ama sabah namazına doğru hepsi odadan dışarıya çıkıp “Emir Allah’ın başınız sağ olsun.” Demek zorunda kalmışlar.
Bey ve dahi Şeri Bılla bu sözü dipsiz derin ve dahi karanlık bir kuyuya düşüp duyunca bayılıvermişler. Allah her derde deva, her acıya bir tatlılık verirmiş. Kul sıkışınca Hızır mutlaka gelirmiş. Karanlık kuyuda sonsuza kadar kalınmaz ya, Şeri Bılla da ayılmaya başlamış. Gözlerini açıp kendine geldiğinde gözleri kamaşmış. “Aç gözlerini güzel anam.” Diye bir ses duymuş. Ses o kadar güzelmiş ki bir anda meleklerle birlikte olduğunu düşünmüş. Zorla gözlerini tekrar açmış. Açmış da gözlerine inanamamış. O da ne? Hurimidir yoksa melek midir bir çift göz ona bakıyormuş. Hemen doğrulmaya çalışmış. Güzeller güzeli gelin: “Çilemiz bitti güzel anam, çilemiz bitti. Aç gözlerini “ Diyormuş. O güne kadar hiç koklamadığı mis gibi bir koku sarmışmış dört bir yanı. Rüyadayım sanıp çimdiklemiş kendisini. Sonra sarılıvermiş geline. İki gözü iki çeşme ağladıkça ağlıyormuş. Hizmetçiler, cariyeler ve dahi bey zorla sakinleştirmişler. Elini yüzünü yıkamışlar. İyice kendisine gelince de Bey oğlu bir bir her şeyi anlatmış. Bey Bılla dan önce ayıldığından o hikayeyi biliyormuş. Sevincinden de kıpır kıpır yerinde duramıyormuş. Daha fazla dayanamamış kahyayı çağırmış.
-“Baka kahya demiş. Emrimdir. Derhal Tavas Beyine, Kızılca Beyine ve daha gelinimin babası Koca beye nağmeler yazasın. Üç ulak eşliğinde yüz atlı asker çıkarılsın.Ulaklarla birlikte gidilsin. Davas Beyi ile Kızılca Beyi gardaşımız doğrucana Goca Beye varıp durumu anlatıp güllü kızımı, Allahın emri Peygamberimizin kavli ile istesinler. Goca Bey Kızımızı verirse ne alâ, vermezse konağı başına yıkılsın. Kötü kalpli analığa da kırk katırla kırk satır götürülsün. Gayri hangisini isterse verilsin.”
-“Emredersin Bey.” Demiş Kahya. Hemen huzurdan ayrılmış.
-“Kethüdayı çağırın.”Demiş bey. Kethüda gelince de: “Derhal öğleye varmadan kırk davulcu kırk zurnacı bulunacak.Kırk çeşit aş pişecek. Çevrede ne kadar cengi oynayıcı ve dahi rakkase varsa gelecek. Kırk gün kırk gece toy bir düğün olacak. Herkes işe nöbetle gidecek. Yemeyen yedirilecek. Giymeye giydirilecek. Düğüne gelmeyenin kellesi alınacak. Ona göre.”
Emir ikiletilmemiş. Öğleye varmadan çifte davullar dövülmeye, koç yiğitler oynamaya başlamış. Güllü geline öyle bir gelinlik bulunup gelinmiş ve dahi giydirilmiş ki peri kızları bile yanında Arap kızı gibi kalırmış.
Gelelim güllü kızı babasına. Yüz mızraklı asker kapıya dayınca önce telaşlanmış. Davas beyi olayı anlatıp, güllü kızı istemiş. Koca Bey kızının başından geçenleri duyunca üzüntüsünden kahrolmuş. Sonra da güzel haberi duyunca çok sevinmiş. Sonra da:
-“Beyinizin kırk katırı da, kırk satırı da sizde kalsın. Ben gereğini yaparım. Kızımı da canı gönülden verdim gitti. Hele siz az eyleşin. Beni az bir işm var. Onu halledelim de kızımıza damadımıza yetişelim.” Demiş. Sonra kötü kalpli üvey anayı çağırmış.
–“Bre melun.” Demiş. “ Kırk katır mı istersin, kırk katır mı?”
Üvey ana kötü kötü bakınmış. Dişlerini gıcırdatıp bağırmış.
-“Kırk satır senin başına.” Demiş. Kırk katırı ver de sırayla biner de babamın evine giderim.”
Hemen kırk katır bulunmuş. Kuyruklarına urganlar bağlanmış. Üvey ananın ellerinden kollarından ve dahi kırk yerinden bağlanmış. Katırlara kırk kişi kırk kırbaç vurmuş. Katırlar kırk yöne koşturmuşlar. Kötü kalpli kadın kırk parçaya ayrılmış.
İşte böyle…. Kırk gün kırk gece toy bir düğün yapılmış. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düşmüş. Birisi bu masalı anlatanın başına. Birisi bu masalı dinleyenin başına. Diğeri de daha yok mu diyenlerin başına.
Çok çok eski zamanlarda bir bey varmış. Bey de beymiş. Kırk deve katarı, altı yüz fincancı katırı, bin atı, sayısız da koyunu varmış. Köyün arkasındaki ağalar yerinin tüm tarlaları ta Yatağan’a kadar onunmuş. Tarlalarının kaç dönüm olduğunu kimse bilmezmiş. Ben diyeyim bin dönüm. Siz deyin on bin dönüm. Beş yüz ırgat yaz kış çalışır, yüz öküz çifti her gün çift sürermiş. Koyun sürülerinin bir ucu Ballık Dağında, diğer ucu Kızılhisar kırındaymış.
Bey beyliğini bilir, fakir fukarayı gözetir, acı doyurur, yoksulu giydirir, yolcuyu güvendirirmiş. Köye gelip de beyin sekenin annacındaki, konağının kapısından içeriye girmeyen, aş evindeki kazandan yemek yemeyen kimse görülmemiş. Her gün konağın avlusundaki aş evinde beş kazan yemek kaynarmış. Bir Allahın günü kazanlardaki yemek artıp da dökülmezmiş. Aş bitti diye de bir Allahın kulu kapıdan gönderilmemiş.Ben beyin aşını yemem suyunu içmem diyen de çıkmamış. En son bir keloğlan “bene ne, ben bey filan bilmem, aşını da yimem, suyunu da içmem” diyeyazmış. Ancak beyin adamları “vay sen beyimize nasıl söz söyler, nasıl kelâm edersin kel keleş…” demişler yakasından tuttukları gibi beyin huzuruna çıkarmışlar. “Bu kel, keleş böyle böyle lâflar eder” diyerekten. Bey “atın şunu dama.”demiş. “kırk gün kırk gece yatırın. Aynı zamanda kırk kaynatma etli pilav verin. Kırk desti de su.” Demiş. “Yerse yesin, yemezse zorla yedirin. Sonra da kırk koyun verip evine götürün. Anasının annacında beş kere kırk sopa vurun. Bir de hal hatır sorun...” Bey bu emir verdimi derhal yerine getirilir. Ve dahi emrin hikmetinden sual sorulmaz. İşte o gündür bu gündür herkes beyden korkar, çekinir ve dahi aşını yer suyunu içermiş.
Bey olurda bir bey oğlu olmaz mı? Beyimizin selvi dal gibi, kaşları ay gibi, güçlümü güçlü, yakışıklı mı yakışıklı bir oğlu varmış. Aslanlar gibi olmuş, evlenme yaşına gelmişmiş. Tüm köyün gelinlik çağına gelmiş kızları ve dahi Acıpayam Ovasının güzelleri yoluna çıkar gel ederlermiş, göz süzerlermiş, al mendil gönderirlermiş ama Beyimizin oğlunun gözü hiç birisini görmezmiş. Hiç birine de yüz vermezmiş. Nice bey kızları yolunu beklermiş de o yolunu değiştirir, semtlerine bile uğramaz, hiç birisine yüz vermezmiş. Ahali, eş dost ise bey oğlu olmasa hadım diyeceklermiş de adını çıkaracaklarmış ama korkularından dillerini tutarlarmış. Bey oğlunun arkasından da alaylı alaylı bakarlarmış.
Bey ve dahi hanımı Şeri Bılla; oğulcuklarının bu hallerine bir anlam veremezler, için için üzülürler, eşe dosta, hacıya hocaya akıl danışırlar, muskalar yaptırıp yıldız nameler baktırırlarmış. “Beyzademin mürüvvetini bir görsem ölsem de gam yemem” dermiş bey. Şeri Bılla ise her gün ellerini semaya açar “Ne olur adı güzel, kendi güzel Allahım! Meleklerden hurilerden bir gelin nasip eyle, soyumuz sopumuz kurumasın. Ele güne şan olmayalım. Başımız gülsün, ocağımız tütsün.” Diye, dili damağı kuruyana dek dualar edermiş.
Beyzademizin hiçbir şey umurunda değilmiş. Yayı oku elinde av merakındaymış. Her gün kır atına atlar ava çıkarmış. O dağ senin, bu yayla benim döner dururmuş. Bazen günlerce dağlarda kalır, Beye dahi Şeri Bıllayı bir telaş alırmış. Hemen dört bir yana atlılar çıkartırlarmış ama çoğu zaman aramaya çıkanlardan önce bey oğlu döner gelirmiş. her seferinde de atının terkisinde bazen bir boz ayı, bazen kara gözlü bir ceylan, bazen dal boynuzlu bir geyik, bazen kurt, bazen onlarca keklik olurmuş. Koca koca vahşi ayılar önünden kaçar, canavara benzeyen kurtlar onu görünce uyuz çakala dönerlermiş. Elinden ne kaçan, ne de uçan kurtulurmuş.
Bir gün bey kalkıp hemen konağın ilerisinde, yolun başındaki Tekke Dede’ye gitmiş. Kır atını daha kapıya bağlamadan Dede dışarıya çıkıp:
-“Hoş geldin Bey.” Demiş. “Tekkemize onur verdin.Hoşluklar verdin. İnşallah sen de hoş olasın.”
-“Pek hoş değilim dede.” Demiş bey. “Pek hoş değilim amma velakin derdime de senden derman dilerim.”
-“Geç hele içeriye.” Demiş Dede. “Derdi veren Allah elbette dermanını da verir.” Tekkeden içeriye girmişler. Dede postuna oturmuş. Bey önünde diz çökmüş.
-“Derdin bizce malumdur bey.” Demiş Dede.”Dermanı da malumdur. Üç vakte kalmaz dileğin gerçekleşecektir. Ancak ucunda bir imtihan vardır.”
-“Her şey kabulüm.” Demiş Bey. “Yeter ki muradıma ereyim. Oğluma bir gelin bulayım. Soyum sopum kurumasın.”
-“Var git o zaman.”Demiş Dede. “Allah elbette muradındakini verecek. Lakin sabretmek, imtihanı geçmek gerek.”
Dede çok konuşmazmış. Karşısındaki Beymiş, Paşaymış dinlemezmiş. Bey bunu bildiği için kıçın kıçın kapıya yönelmiş. Dedenin sözlerinden bir şey anlamamış, anlamamış ama hiçbir şey de soramamış. Eve dönmüş. Hepsini Şeri Bıllaya anlatmış. Karı koca saatlerce Dedenin sözlerini yorumlamaya çalışmışlar. Doluya koymuşlar almamış, boşa koymuşlar dolmamış. Sonunda sabretmeye karar vermişler. Üç vakti beklemeye başlamışlar. İçlerinde bir umut bir de sıkıntı varmış.
-“Hakkımızda ne hayırlı ise o olsun.” Demiş Bey sonunda.
Biz gelelim bey oğluna.
Beyzademiz ise yine her zamanki gibi avdaymış. Ballık Dağı’nın arka yüzündeki sık ormandaymış. Bir dere kenarında avladığı keklikleri temizliyormuş. Niyeti güzel bir keklik kebabı yapmakmış. Kır atı da hemen yanında otluyormuş. Güneş ha battı ha batacakmış. Birden kır at kulaklarını dikmiş. Başını uzatıp karşı yamaca bakarak hafifçe kişnemeye başlamış. Bey oğlu atın bu durumuna önce aldırmamış. “At bu kulaklarını diker de kişnerde.” Diye düşünmüş. Kurttan, kuştan da korkusu yokmuş. Zülfikara benzeyen kılıcı, her şeyi deviren yayı ve oku yanındaymış. Belinde de çifte su verilmiş Yatağan palası duruyormuş.
Yarım saat kadar bir süre daha geçmiş. Karanlık çökmeye başladığında kır at bu kez iyice huysuzlanmış. Bey oğlu da işini bırakmış.”Ne oluyor deli oğlan!” diye söylenmiş. At kuyruğunu sallayarak bir yeri gösteriyormuş. Dayanamamış gösterdiği yere bakmış. Çalıların arasından garip bir yaratık gözüne ilişivermiş. Yaratık birkaç saniye sonra ağaçların arasından sekerek dereye doğru kayboluvermiş. Bey oğlunun içine de bir merak düşüvermiş. Gördüğü yaratık hiçbir hayvana benzemiyormuş. Hemen keklikleri oracığa bırakmış. Kılıcını çekmiş ve dereye doğru yürümeye başlamış. Bir yandan da bir saldırıya uğramamak için de temkinli davranıyormuş.Bulunduğu yamaçla derenin arası çok fazla değilmiş. Gürültü çıkarmamaya çalışarak, ağaçtan ağaca siper alarak sonunda dereye varmış. Kocaman bir çam ağacının gövdesini kendisine siper ederek dereye bakmış. Bakmış da gözlerine inanamamış. Kılıcını sessizce ağaca dayamış. İki eliyle gözlerini ovuşturmuş. Bu kez daha dikkatli bakmış. Derenin kenarında anadan üryan dünyalar güzeli bir peri kızı yıkanıyormuş. Bey oğlu bakmış bakmış da gözlerine inanamamış. Heyecanla biraz daha yaklaşmak istemiş ama bu kez kılıcı yere düşüvermiş. Kılıcın çıkardığı sesi duyan kız bir anda derenin öbür yakasına fırlamış, çalıların üzerindeki giysilerini aldığı gibi ağaçların arasından kaybolup gitmiş. Bey oğlu arkasından fırlamış. Derenin öbür tarafına geçmiş. Karanlık çöktüğünden etrafta seçilmez olmuş. Kızı bulurum umuduyla etrafına bakınmış ama kimseyi bulamamış. En sonunda arkasına baka baka atının olduğu yere gelmiş. Aklı fikri o kızdaymış. Cin mi, peri mi? Diye söyleniyormuş. Pişirdiği keklikleri bile yiyemeden sabahı etmiş. Gün ışırken yine aynı yere gitmiş. Ağaçların arasına saklanmış. Yine görürüm ümidiyle akşama kadar yerinden kıpırdamamış.
Güneş batmaya yakın derenin diğer tarafındaki çalılıklardan bazı sesler duymuş. Nitekim az sonra garip bir hayvan ortaya çıkmış. O kara çirkinmiş ki bey oğlu bile irkilmiş.
Garip yaratığın üzerinde yırtık pırtık bez parçalarından oluşan bir giysi varmış. Yüzü insana benziyormuş ama her tarafında simsiyah kıllar varmış. Kulakları sivri, çenesinin altında keçilerin sakalına benzeyen sakalı, alnında iki tane de küçük boynuzu varmış. Bey oğlu bu garip yaratığı bir şeye benzetememiş, merakla izlemeye başlamış. Bir yandan da bu insan donunda keçi mi, yoksa keçi donunda insan mı acaba? Diye düşünüyormuş.
Güneş batınca keçi kılıklı canlı önce etrafına dikkatle bakmış.Bey oğlunu görmemiş. Yalnız olduğunu inanınca da garip sesler çıkarmaya başlamış. Birkaç dakika içinde tavşanlar, güvercinler, kınalı keklikler ve dahi bir çok kuş uçarak gelmişler cıvıl cıvıl şarkı söyleyerek keçi donlu insanın etrafında dolaşmaya başlamışlar. En garip olanı da bir süre sonra tilkilerde gelmiş. Keçi kılıklı canlı onları sevmiş okşamış. Hiç birisi ondan korkmuyormuş. Aksine hepsi de büyük bir dostluk içinde sevinçle dolaşıyorlarmış. Normal şartlarda tavşanları, keklikleri, güvercinleri avlayan tilkiler bile hiç birisine dokunmuyormuş. Bey oğlu iyice şaşırmış. Ömründe böyle bir manzara ile hiç karşılaşmamışmış.
Keçi kılıklı canlı hayvanlarla, kuşlarla oynamış, oynamış. Sonra da dereye inmiş. Üzerindekileri çıkarmış. Bey oğlu nefesini tutmuş büyülenmiş gibi bakıyormuş. Keçi kılıklı canlı üzerindeki son giysiyi de çıkarınca vücudu değişmeye başlamış. Önce kıllar kaybolmuş, sonra boynuzlar. Vücudundaki çarpık çurpuk yerler düzelmiş, derisi süt beyaz hale gelmiş ve bir süre sonra ortaya dün gördüğü huri kızı çıkıvermiş. Çıkıvermiş de bey oğlu’nun aklı başından çıkıvermiş. Az sonra da gördüğü güzellikten olsa gerek düşüp bayılıvermiş.
Bey oğlu ayıldığında ay doğmuş gece yarılamışmış. Hemen ayağa fırlamış, dereye bakmış, kimse yokmuş. Sarhoş gibiymiş. Kır atın bulunduğu yere dönmüş. Oturup gördüklerinin düş mü gerçek mi olduğunu düşünmüş. Kız aklından çıkmıyor, hayali gözlerinin önünden gitmiyormuş. Sabaha kadar gözüne bir damla uyku girmemiş. Düşünmüş, düşünmüş ve sonunda bir karara varmış. Bu kızı yakalayıp, düş mü gerçek mi olduğuna anlamaya karar vermiş. Sabahı iple çekmiş.
Kızın güneş batarken ortaya çıktığını bildiği için sabahleyin önce karnını bir güzel doyurmuş. Sonra dereye gitmiş. Kızın suya girdiği yeri incelemiş. Toprakta bir sürü iz varmış. Hemen bir plan yapmış. Yaman avcı olduğu için her türlü avcılık hilesini biliyormuş. Kızın giysilerini koyduğu çalının altına avcı çukuru kazmış. Öğleden sonra da bu çukurun içine girmiş. Beklemeye başlamış.
Güneş batınca keçi kızı yine gelmiş. Etrafını incelemiş. Tehlikeli bir şey olmadığına kanat getirince hayvanlarını çağırmış. Onlar da gelmişler. Bir zaman sonra keçi kızı üstündeki giysileri çıkarmış. Suya girmiş. Bey oğlu vakit bu vakit deyip hemen saklandığı yerden fırlamış. Kızın giysilerini çalıdan toplamış. Bu sırada suyun içinde olan kız neye uğradığını anlayamamış. Sudan çıkıp kaçmaya çalışırken bey oğlu onu kolundan yakalamış. Kız kurtulmak için çabalamış, çırpınmış, elinden geleni yapmış ama nafile. Bey oğlunun çelik gibi kollarından kurtulamamış. Üstelik hayvan dostları da yardımcı olmuyormuş. Korkup kaçıp gideceklerine neşeli neşeli hoplayıp zıplıyorlar, sanki hiçbir şey olmamış gibi davranıyorlarmış.
Lâfın azı karar çoğu zararmış. Uzun bir uğraştan sonra bakmış ki keçi kızı kurtulamıyor çaresiz teslim olmuş. Ağlamaya başlamış.
-“Benden korkmana gerek yok.”Demiş Bey oğlu. “Sana bir zararım dokunmaz.Lakin önce in misin cin misin sen onu söyle?”
-“Ne inim ne de cinim.” Demiş kız.”Senin gibi bir insan kızıyım.”
-“İnsansın da bu hallerin ne. Böyle niçin keçi kılığındasın?”
-“Beni önce serbest bırak.” Demiş kız. Sonra giysilerimi ver. Çok utanıyorum.”
-“Ya kaçarsan?”
-“Kaçmam.” Demiş kız. “Bu güne kadar herkesten kaçtım. Beni gören her insan ya taşladı ya da kışladı. Kimi kötek vurdu, kimi evinden kovdu. Artık kaçacak dermanım kalmadı. Beni anadan üryan gören, sırrımı bilen sensin. Sana da kanım kaynadı” Demiş.
Bey oğlu keçi kızının sözlerine inanmış.Onu serbest bırakmış. Sonra da sırtından mintanını çıkarıp kızın sırtına atmış. Kız çabucak giyinmiş. Sonra kendisini yere atıp iki gözü iki çeşme ağlamaya başlamış. Bey oğlu ayakta aklı sıra teselli etmeye çalışmışsa da hiçbir şey bilmediği için sadece kem küm edebilmiş.
Kız sakinleştikten sonra başından geçenleri uzun uzun anlatmış. Ballık Dağının arkasında ki dağların arasında bir oba varmış. O obanın beyinin kızıymış. Asıl adı Güllüymüş. On beş yaşındaymış. Beş yıl önce anacığı ölünce babası eve bir üvey ana getirmiş. Bu kadın hem çok çirkinmiş, hem de çok kötü kalpliymiş.Üstelik bir de büyücüymüş.bir gün güllü kızı kıskanmış. Babasının olmadığı bir zamanda onu keçi kızı haline getirivermiş.
Bey oğlu duyduklarından çok etkilenmiş. Keçi kızının üvey annesini o saat eline geçirse param parça edermiş. Kız hikayesini bir tamam anlattıktan sonra susmuş.
-“Peki bu büyü nasıl bozulacak?” Diye sormuş Bey oğlu.
-“Beni bu halimle kabul edecek, beni bu halimle sevecek birisiyle evlenirsem, evlendiğimin anası da beni gelini olarak bağrına basarsa ben kurtulacağım. Aksi halde gece insan gündüz keçi kızı olarak kalacağım.”
-“Bana varır mısın güllü kız.” Deyivermiş bey oğlu. “ Ben seni çok sevdim. İnşallah anamda seni çok sever. Ama kimse sevmese bile ben seninle evleneceğim.”
Olurdu olmazdı, varırdı varmazdı derken sabahı etmişler.
-“Sabah oldu Bey.” Demiş kız. Ben güneş doğunca keçi kızı olacağım yine. Akşama kadar bana bak. Eğer kararından dönmezsen, beni yine istersen seninle evlenirim. Ne yalan söyleyeyim. Daha ilk görüşte sana vuruldum. Artık öl de öleyim. Kal de kalayım.”
Her neyse sözün özü akşama kadar yine birlikte olmuşlar. Konuşmuşlar, ağlaşmışlar. Güneş batınca huri melek güllü yeniden dünya güzeli olmuş. Bey oğlu a artı kararını vermiş.
-“Yürü gidelim.” Demiş Bey Oğlu. Seni bu halinle anama göstermek istiyorum”
-“Olmaz” Demiş kız. “Anan beni keçi kılığında görüp sevmeli. Yoksa asla büyü bozulmaz.”
Ertesi günü şafağa kadar yine konuşmuşlar, anlaşmışlar, hayaller kurmuşlar ve gün doğanda kır ata binip köyün, obanın yolunu tutmuşlar.
Bey oğlunun keçi kızıyla konağa geldiği kısa zamanda duyulmuş. Hele bir de bu kızla evlenmek istediği öğrenilince önce kimse inanamamış. Sonrada dostlar üzülmüş, düşmanlar ise dalga geçip, konuşmaya başlamışlar.
Oğlu eve gelip anasının atasını huzuruna çıkıp:
-“İşte bu gelininiz. Ben bununla evleneceğim.” Demiş ya Şeri Bılla’da, Bey de şaşkınlıktan öleyazmışlar. Sonra bizimle eğleniyor, dalga geçiyor diye düşünmüşler. Ama oğullarının niyetinin ciddi olduğunu, elin keçisine aşık olup ağzının suyunun aktığını görünce beyinlerine kurşun yemiş gibi olmuşlar. Oğullarına bağırmışlar çağırmışlar, tehdit etmişler ama nafile. Sonra taktik değiştirip yalvarır yakarır olmuşlar. Ama oğullarının inadı inat adı kör muratmış. Araya aklı erer, sözü geçer hısım akrabayı koymuşlar. Bey oğlu bu Nuh diyormuş da peygamber demiyormuş. Üstelik gelinde adamdan azma, dişleri kazma, üç buçuk telli kurbağa belliymiş ve pişmiş kelle gibi sırıtıp duruyormuş.
Bey bakmış, görmüş olmayacak, Şeri Bılla ya “Hele az dur, Dedeye bir varıp gelem” Demiş ve doğru Tekke Dedesine gitmiş. “Aman medet ya Dede” Diyerekten.Ama medet yerine kocaman bir nasihat gelmiş Dededen. “Bey bey” Demiş dede. “Üzümden önce koruk gelir, tatlıdan önce acı. Bahardan önce kış her yeri kasıp kavurur. Sabredene elbette mükafat olunur. Evine gelmişse bir keçi donunda beni adem, bey olarak koruyup kollaman ve dahi bağrına basman gerekmez mi? Oğlunun gönlüne ateş düşmüşse sevinip kıvanman mı? Yoksa Allah’tan geleni beğenmezde burun mu kıvırırsın?”
Bey kekelemiş.
-“Allah’tan gelene can ve baş feda olsun.” Demiş
-“O zaman git evine olacakları bekle.”
Bey sesini çıkaramamış. Biliyormuş ki o beyse Dede de Bey, üstelik en büyük bey. Dedeye kimse karşı gelemez, sözünün üstüne söz diyemez, emri demiri bile kesermiş. Bu yüzden Dedenin ellerine sarılıp evine dönmüş.
Kel ümmetin kör hindisi gibi düşünmekte olan Şeri Bıllanın yanına varmış. Dedenin dediklerinin bir bir anlatmış. Sonrada:
-“Baka hatun.” Demiş. “Allah’tan gelene katlanacağız. Sabırlı olup sonunu bekleyeceğiz. Sakın ola ki yanlış bir şey yapma.Gelinin de itip kakma.”
Şeri Bılla da bir bey kızıymış.
İçlerinden gelmeyerekten, gönüllerinden gülmeyerekten, canları istemeyerekten, çifte davullar vurdurtmadan, koç yiğitlere güreş tutturmadan, kırk gün kırk gece değil ama bir gün bir gecelik iyi kötü bir düğün etmişler. Uzaktan yakından kimseyi davet etmemişler.Etmemişler ama bu kez de sır keçi kızını görmek için çevre köylerden ne kadar insan varsa konağa “hayırlı uğurlu olsuna” gelmeye başlamış. Her gelen hediyesiyle ve bir çuval lâfıyla geliyormuş. Üstelik ille de gelini görmek istiyorlarmış. Kimine gelin hasta demişler. Kimine gelin yasta demişler. Her gelene bir yalan uydurmuşlar ama yalanlarda bitmiş. Şeri Bılla da öfkeden sinirden, kahırdan bütün tırnaklarını yemiş, bütün parmaklarını bitirmiş, konakta haşlamadığı kimse kalmamış, gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüşmüş. Bey ise kendini namaza niyaza vermişmiş. Ziyaretçileri bile yarım ağızla karşılıyor, elinden geldiğince çabuk başından savıyor, çoğuna da uşakları bey namazda deyip savuşturuyormuş.
Bey oğlu ise evden dışarıya adım atmıyor, gece gündüz yeni gelinin dizinin dibinde sırıtarak oturup duruyormuş.Üstelik yeni gelinin bir dediğini iki etmiyor, hizmetçilere uşaklara emirler vererek gelinin etrafında fırıldak gibi döndürüyormuş. Bu durumu gören eş dost, beylerinin biricik oğullarının efsunlandığını, keçi kızı tarafından büyülendiğini söylemeye başlamışlar.
Bir ay kadar geçtikten sonra artık ortalık durulmaya, dedikodular kesilmeye başlamış. Herkeste keçi kızını alışılmaya başlanmış. Şeri Bılla da yazımdır, kaderimdir deyip gelinini sineye çekmiş, ağlamayı kesmiş.
Bir gün beyin canı yağlı katmer istemiş. Beyin canı bir şey iterde konaktaki kadınlar durur mu. Hemen unlar elenmiş, hamurlar yoğrulmuş, ateşin üzerine saclar vurulmuş. Şeri Bılla, yeni gelin hamurun başına oturmuşlar. Beyin yağlı ballı katmerini Şeri Bılla kimseye emanet etmez kendi elceğiziyle açarmış. Çünkü bey sadece hanımının katmerini beğenirmiş.
Evin gelini olunca kaynanaya iş mi düşer. Önce hamurun başına Keçi gelin geçmiş. Oklavayı eline almış. Yufka açmak için uğraşmaya başlamış.. Evin hizmetçileri, halayıkları, cariyeleri de temŞeriya (seyre) çıkmışlar. Yeni gelinin yufka açmasını seyre dalmışlar. Ama gelinin elleri keçi ellerine benzediğinden bir türlü oklavayı tutamamış, hamuru yufka haline getirememiş, üstelik her yer de un içinde kalmış. Hizmetçiler, halayıklar, cariyeler daha fazla sabredememişler gülüşmeye başlamışlar. Şeri Bılla zaten geline içerleyip duruyormuş. Birden oklavayı kaptığı gibi gelinin başına indirivermiş. “Çatttt!” diye bir ses duyulmuş. Gelinin boynuzlarından birisi kırılıp yere düşmüş.Tabi gelinin başından da al kanlar akmaya başlamış. Gelin can havliyle adasına kaçmış. Bey oğlu da o sırada evdeymiş. Karısının kanlı halini görünce çok üzülmüş. Ama anasına ağzını açıp ta en ufak bir söz söylememiş. İkisi akşama kadar odalarından dışarıya çıkmamışlar.
Şeri Bılla ise bir süre sonra yaptığından pişman olmuş. “Keşke vurmasaydım.” Diye hayıflanmış. Hizmetçileri halayıkları, cariyeleri bir güzel azarlamış. Ama içindeki suçluluk duygusu hafiflememiş. Aksine keçi geline karşı garip bir sevgi duymaya başlamış. Beyin katmerini gönülsüzce yapmış, bir siniye koyup götürmüş. Beyin olanlardan haberi yokmuş. Katmerden bir lokma almış, yüzünü buruşturmuş. “Bu katmer bir başka kokuyor hanım.” Demiş. Şeri Bılla da olanları bir bir anlatmış. Beyden hiçbir şey saklanmazmış. Bey en çok kendisinden saklananlara kızarmış. Bey hanımını dinlemiş, dinlemiş. Sonra da “O da ana kuzusu hatun.” Demiş. “Allan onu öyle yarattıysa garibin suçu ne? Üstelik oğlumuzda son derece mutlu. Bir daha yapma emi.” Şeri Bılla ne desin. Başını öne eğip bey huzurundan çıkmış. O gün akşama kadar içinde bir pişmanlık ve açıma duygusuyla hayata (sofa, balkon, tahtalık gibi önü açık yŞerim alanı) oturup gelinle oğlunun dışarıya çıkmalarını beklemiş.
İkindiye doğru önce oğlu dışarıya çıkmış. Sonra da gelin. Hiçbir şey olmamış gibi gelip analarının ellerlini öpmüşler. Şeri Bılla ise suçluluk hissiyle gelininin yüzüne bir süre bakamamış. Sonra başını kaldırıp şöyle bir bakmış. Şaşırmış. Gelinin alnında sargı filan yokmuş. Üstelik diğer boynuzda kaybolmuşmuş. Ayrıca gelinin yüzü biraz daha düzelmiş, güzelleşmiş gibiymiş.
Aradan bir iki hafta daha geçmiş. Gelin odasından daha az çıkıyor, ortalıkta fazla görünmüyormuş. Derken konağa Burdur Beyi misafir gelmiş. Bütün beylerin sultanıymış. Emrinde iki bine yakın askeri varmış. Çok da aksiymiş. Astığı astık, kestiği kestikmiş.bir yerden memnun ayrılmazsa ertesi günü orada ot bile bitmezmiş.
Hemen kazanlar vurulmuş. Koçla, kuzular kesilmiş. Ayranlar ezilmiş. Şerbetler hazırlanmış. Şeri Bılla yine ocağın başına geçmiş. Lokma dökmeye başlamışlar. Bu gibi durumlarda evin gelini de ocak başında olurmuş. Çaresiz, keçi gelin de gelmiş. Başlamış yumuşak hamuru avucuyla sıkıştırıp lokma haline getirmeye. Ama el el değil, göz göz değil. Hamuru sıkıştırayım derken hamur fırlayıp gidiyor Şeri Bılla’nın üstüne başına yapışıyormuş. Hizmetçiler halayıklar, cariyeler gülüşmeye başlayınca Bılla’nın aklı başından gitmiş. Kendisini kaybetmiş. Bu kez ateşin içinde duran mŞeriyı kaptığı gibi gelinin başına indirivermiş.Gelin çığlıkla yere yuvarlanırken ortalığa da yanmış deri kokusu kaplamış. Gelini hemen odasına taşımışlar. Bey oğlu misafirleri filan bırakıp, koşup gelmiş. Yine ikisi odaya kapanmışlar. Burdur Beyi gidene kadar dışarıya çıkmamışlar.Bey oğlu sadece misafirleri uğurlamak için dışarıya çıkmış, sonra da hemen geriye dönmüş.
Ortalık sakinleştikten, misafirler gittikten sonra Bey eşini çağırmış. Olanı biteni öğrenmiş. “Seni anlıyorum hanımım.”Demiş.” Ben de eli ayağı düzgün, güzel, becerikli elin içine çıkınca yakışacak bir gelin istiyordum amma Allah bunu verdi. Şükretmemiz gerekiyor. Bir daha delilik yapma.” Demiş. Başkaca da lâf etmemiş.
Zaten Şeri Bılla da çok üzülmüşmüş. Saatlerce ağlamış. Ertesi günü sabah kahvaltısında gelinle oğlan yine hiçbir şey olmamış gibi çıkıp gelmişler. Beyin ve analarının elini öpmüşler. Bir kenara oturup sessizce yemeklerini yemişler. Aşla Bılla yemek süresince gelinin ve dahi oğlunun yüzüne bakamamış. Yemeğin sonuna doğru biraz cesaretlenip uta sıkıla başını kaldırıp önce oğluna bakmış. Oğlu öfkeli, sinirli ve dahi küs görünmüyormuş. Anacığına gülümsüyormuş. Buna bir anlam verememiş. Sonra başını gelinine çevirmiş. Gelin de mutluymuş. Üstelik yüzü daha da güzelleşmiş gibiymiş. Başında mŞeri izi ve dahi yanığı yokmuş. Keçi kıllarının yerine sanki ipek sarısı saçlar çıkıyormuş gibiymiş. “Bana bir haller oluyor.” Diye düşünmüş. Beye bakmış. Bey de şaşkınmış.
Son bahar gelmiş, işler iyice artmışmış. Artık kışlık erişte kesilecek, tarhana yapılacak, bulgur kaynatılacakmış. Konağı önüne kazanlar vurulmuş. Her yıl on deve yükü bulgur kaynatılırmış. Ama beyin bulguru özel bir kazanda tek başına kaynatılırmış. Bu bulguru da sadece Şeri Bılla pişirirmiş. Sabahleyin erkenden kalkmışlar. Bey oğlu da o gün işe gitmemiş. Hep birlikte bey bulguru için kazanın başına geçmişler. Çıralı odunlar kazanın altına sürülmüş. Gürül gürül yanan bir ateş yakılmış. Kazana su konmuş. Su kaynamaya başlamış. Az sonra bey oğlu buğday çuvalını sırtlayıp getirmiş. Şeri Bılla kepçeyi eline almış. Gelinde bir tabla buğdayı kazana atmaya başlamış. Ama her zamanki gibi yine sakarlığı üzerindeymiş. Uşaklar falan yine gülmeye başlayınca Şeri Bılla’da da öfke kabarmaya başlamış. Gelin buğdayın yarısını kazana yarısını da ateşe döküyormuş. Bey oğlu da onunla dalga geçiyormuş. Öfke bu. Önce yavaştan yavaştan gelir. Kabarırı, kabarır, sonra da ne yapacağı belli olmaz. İ
Şeri Bılla önceleri kendini tutmaya çalışmış. Sonra birden aklı tepesinden fırlayıvermiş. Gelini tuttuğu gibi gürül gürül yanan ocağın içine atıvermiş. Bir anda ortalık karışmış. Gelin can havliyle ateşten kurtulmaya çabalamış. Bey oğlu yanmayı göze alarak eşini kurtarmak için ateşe atlamış. Ortalık can pazarına dönmüş. Şeri Bıllanın en son gördüğü gelinin her yerine ateşin sardığı, oğlunun da elbiselerinin tutuştuğuymuş. Birden o kadar çok pişman olmuş ve üzülmüş ki bayılıvermiş. Ayıldığında ise oğluyla gelinin çok ağır yaralı olduğunu, ikisinin ölebileceğini uşaklardan öğrenmiş. Koskoca bey ise hüngür hüngür ağlıyormuş. Çevrede ne kadar hekim, otacı, tımarcı varsa bulunup getirilmiş. Uzaklardakilere de atlılar, yayalar çıkarılmış.
Şeri Bılla’nın içine tarifsiz bir acıma, merhamet ve sevgi duygusu dolmuş. Oğluyla gelinin odalarının kapısının önüne oturup ellerini göğe açmış ve “ben ne ettim, gül gibi gelinimi kırılasıca, kuryasıca ellerimle ateşe ittim. O benim bir tek gelinimdi. Gelinimden öte kızımdı. Adı güzel Allahım ne olur onu alma benim canımı al.Onu alma ben al.” Diye saatlerce dua etmiş. Artık ağlamaktan gözleri filan kurumuşmuş. Bey ve konakta yŞeriyanların hepsi Şeri Bıllanın çevresinde ayakta öylece bekliyorlarmış. Çevredeki hekimler ve dahi aklı erenler Bey oğlu ile gelini tedavi etmek için sabaha kadar çok uğraşmışlar. Ama sabah namazına doğru hepsi odadan dışarıya çıkıp “Emir Allah’ın başınız sağ olsun.” Demek zorunda kalmışlar.
Bey ve dahi Şeri Bılla bu sözü dipsiz derin ve dahi karanlık bir kuyuya düşüp duyunca bayılıvermişler. Allah her derde deva, her acıya bir tatlılık verirmiş. Kul sıkışınca Hızır mutlaka gelirmiş. Karanlık kuyuda sonsuza kadar kalınmaz ya, Şeri Bılla da ayılmaya başlamış. Gözlerini açıp kendine geldiğinde gözleri kamaşmış. “Aç gözlerini güzel anam.” Diye bir ses duymuş. Ses o kadar güzelmiş ki bir anda meleklerle birlikte olduğunu düşünmüş. Zorla gözlerini tekrar açmış. Açmış da gözlerine inanamamış. O da ne? Hurimidir yoksa melek midir bir çift göz ona bakıyormuş. Hemen doğrulmaya çalışmış. Güzeller güzeli gelin: “Çilemiz bitti güzel anam, çilemiz bitti. Aç gözlerini “ Diyormuş. O güne kadar hiç koklamadığı mis gibi bir koku sarmışmış dört bir yanı. Rüyadayım sanıp çimdiklemiş kendisini. Sonra sarılıvermiş geline. İki gözü iki çeşme ağladıkça ağlıyormuş. Hizmetçiler, cariyeler ve dahi bey zorla sakinleştirmişler. Elini yüzünü yıkamışlar. İyice kendisine gelince de Bey oğlu bir bir her şeyi anlatmış. Bey Bılla dan önce ayıldığından o hikayeyi biliyormuş. Sevincinden de kıpır kıpır yerinde duramıyormuş. Daha fazla dayanamamış kahyayı çağırmış.
-“Baka kahya demiş. Emrimdir. Derhal Tavas Beyine, Kızılca Beyine ve daha gelinimin babası Koca beye nağmeler yazasın. Üç ulak eşliğinde yüz atlı asker çıkarılsın.Ulaklarla birlikte gidilsin. Davas Beyi ile Kızılca Beyi gardaşımız doğrucana Goca Beye varıp durumu anlatıp güllü kızımı, Allahın emri Peygamberimizin kavli ile istesinler. Goca Bey Kızımızı verirse ne alâ, vermezse konağı başına yıkılsın. Kötü kalpli analığa da kırk katırla kırk satır götürülsün. Gayri hangisini isterse verilsin.”
-“Emredersin Bey.” Demiş Kahya. Hemen huzurdan ayrılmış.
-“Kethüdayı çağırın.”Demiş bey. Kethüda gelince de: “Derhal öğleye varmadan kırk davulcu kırk zurnacı bulunacak.Kırk çeşit aş pişecek. Çevrede ne kadar cengi oynayıcı ve dahi rakkase varsa gelecek. Kırk gün kırk gece toy bir düğün olacak. Herkes işe nöbetle gidecek. Yemeyen yedirilecek. Giymeye giydirilecek. Düğüne gelmeyenin kellesi alınacak. Ona göre.”
Emir ikiletilmemiş. Öğleye varmadan çifte davullar dövülmeye, koç yiğitler oynamaya başlamış. Güllü geline öyle bir gelinlik bulunup gelinmiş ve dahi giydirilmiş ki peri kızları bile yanında Arap kızı gibi kalırmış.
Gelelim güllü kızı babasına. Yüz mızraklı asker kapıya dayınca önce telaşlanmış. Davas beyi olayı anlatıp, güllü kızı istemiş. Koca Bey kızının başından geçenleri duyunca üzüntüsünden kahrolmuş. Sonra da güzel haberi duyunca çok sevinmiş. Sonra da:
-“Beyinizin kırk katırı da, kırk satırı da sizde kalsın. Ben gereğini yaparım. Kızımı da canı gönülden verdim gitti. Hele siz az eyleşin. Beni az bir işm var. Onu halledelim de kızımıza damadımıza yetişelim.” Demiş. Sonra kötü kalpli üvey anayı çağırmış.
–“Bre melun.” Demiş. “ Kırk katır mı istersin, kırk katır mı?”
Üvey ana kötü kötü bakınmış. Dişlerini gıcırdatıp bağırmış.
-“Kırk satır senin başına.” Demiş. Kırk katırı ver de sırayla biner de babamın evine giderim.”
Hemen kırk katır bulunmuş. Kuyruklarına urganlar bağlanmış. Üvey ananın ellerinden kollarından ve dahi kırk yerinden bağlanmış. Katırlara kırk kişi kırk kırbaç vurmuş. Katırlar kırk yöne koşturmuşlar. Kötü kalpli kadın kırk parçaya ayrılmış.
İşte böyle…. Kırk gün kırk gece toy bir düğün yapılmış. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düşmüş. Birisi bu masalı anlatanın başına. Birisi bu masalı dinleyenin başına. Diğeri de daha yok mu diyenlerin başına.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder