Keçi Kızı Masalı

Keçi Kızı Masalı

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallarken. Anam düştü beşikten, babam düştü eşikten. Bir varmış, bir yokmuş. Allahın kulu çokmuş. Çokmuş da bizim köyün beyi gibi yokmuş.
Çok çok eski zamanlarda bir bey varmış. Bey de beymiş. Kırk deve katarı, altı yüz fincancı katırı, bin atı, sayısız da koyunu varmış. Köyün arkasındaki ağalar yerinin tüm tarlaları ta Yatağan’a kadar onunmuş. Tarlalarının kaç dönüm olduğunu kimse bilmezmiş. Ben diyeyim bin dönüm. Siz deyin on bin dönüm. Beş yüz ırgat yaz kış çalışır, yüz öküz çifti her gün çift sürermiş. Koyun sürülerinin bir ucu Ballık Dağında, diğer ucu Kızılhisar kırındaymış.
Bey beyliğini bilir, fakir fukarayı gözetir, acı doyurur, yoksulu giydirir, yolcuyu güvendirirmiş. Köye gelip de beyin sekenin annacındaki, konağının kapısından içeriye girmeyen, aş evindeki kazandan yemek yemeyen kimse görülmemiş. Her gün konağın avlusundaki aş evinde beş kazan yemek kaynarmış. Bir Allahın günü kazanlardaki yemek artıp da dökülmezmiş. Aş bitti diye de bir Allahın kulu kapıdan gönderilmemiş.Ben beyin aşını yemem suyunu içmem diyen de çıkmamış. En son bir keloğlan “bene ne, ben bey filan bilmem, aşını da yimem, suyunu da içmem” diyeyazmış. Ancak beyin adamları “vay sen beyimize nasıl söz söyler, nasıl kelâm edersin kel keleş…” demişler yakasından tuttukları gibi beyin huzuruna çıkarmışlar. “Bu kel, keleş böyle böyle lâflar eder” diyerekten. Bey “atın şunu dama.”demiş. “kırk gün kırk gece yatırın. Aynı zamanda kırk kaynatma etli pilav verin. Kırk desti de su.” Demiş. “Yerse yesin, yemezse zorla yedirin. Sonra da kırk koyun verip evine götürün. Anasının annacında beş kere kırk sopa vurun. Bir de hal hatır sorun...” Bey bu emir verdimi derhal yerine getirilir. Ve dahi emrin hikmetinden sual sorulmaz. İşte o gündür bu gündür herkes beyden korkar, çekinir ve dahi aşını yer suyunu içermiş.
Bey olurda bir bey oğlu olmaz mı? Beyimizin selvi dal gibi, kaşları ay gibi, güçlümü güçlü, yakışıklı mı yakışıklı bir oğlu varmış. Aslanlar gibi olmuş, evlenme yaşına gelmişmiş. Tüm köyün gelinlik çağına gelmiş kızları ve dahi Acıpayam Ovasının güzelleri yoluna çıkar gel ederlermiş, göz süzerlermiş, al mendil gönderirlermiş ama Beyimizin oğlunun gözü hiç birisini görmezmiş. Hiç birine de yüz vermezmiş. Nice bey kızları yolunu beklermiş de o yolunu değiştirir, semtlerine bile uğramaz, hiç birisine yüz vermezmiş. Ahali, eş dost ise bey oğlu olmasa hadım diyeceklermiş de adını çıkaracaklarmış ama korkularından dillerini tutarlarmış. Bey oğlunun arkasından da alaylı alaylı bakarlarmış.
Bey ve dahi hanımı Şeri Bılla; oğulcuklarının bu hallerine bir anlam veremezler, için için üzülürler, eşe dosta, hacıya hocaya akıl danışırlar, muskalar yaptırıp yıldız nameler baktırırlarmış. “Beyzademin mürüvvetini bir görsem ölsem de gam yemem” dermiş bey. Şeri Bılla ise her gün ellerini semaya açar “Ne olur adı güzel, kendi güzel Allahım! Meleklerden hurilerden bir gelin nasip eyle, soyumuz sopumuz kurumasın. Ele güne şan olmayalım. Başımız gülsün, ocağımız tütsün.” Diye, dili damağı kuruyana dek dualar edermiş.
Beyzademizin hiçbir şey umurunda değilmiş. Yayı oku elinde av merakındaymış. Her gün kır atına atlar ava çıkarmış. O dağ senin, bu yayla benim döner dururmuş. Bazen günlerce dağlarda kalır, Beye dahi Şeri Bıllayı bir telaş alırmış. Hemen dört bir yana atlılar çıkartırlarmış ama çoğu zaman aramaya çıkanlardan önce bey oğlu döner gelirmiş. her seferinde de atının terkisinde bazen bir boz ayı, bazen kara gözlü bir ceylan, bazen dal boynuzlu bir geyik, bazen kurt, bazen onlarca keklik olurmuş. Koca koca vahşi ayılar önünden kaçar, canavara benzeyen kurtlar onu görünce uyuz çakala dönerlermiş. Elinden ne kaçan, ne de uçan kurtulurmuş.
Bir gün bey kalkıp hemen konağın ilerisinde, yolun başındaki Tekke Dede’ye gitmiş. Kır atını daha kapıya bağlamadan Dede dışarıya çıkıp:
-“Hoş geldin Bey.” Demiş. “Tekkemize onur verdin.Hoşluklar verdin. İnşallah sen de hoş olasın.”
-“Pek hoş değilim dede.” Demiş bey. “Pek hoş değilim amma velakin derdime de senden derman dilerim.”
-“Geç hele içeriye.” Demiş Dede. “Derdi veren Allah elbette dermanını da verir.” Tekkeden içeriye girmişler. Dede postuna oturmuş. Bey önünde diz çökmüş.
-“Derdin bizce malumdur bey.” Demiş Dede.”Dermanı da malumdur. Üç vakte kalmaz dileğin gerçekleşecektir. Ancak ucunda bir imtihan vardır.”
-“Her şey kabulüm.” Demiş Bey. “Yeter ki muradıma ereyim. Oğluma bir gelin bulayım. Soyum sopum kurumasın.”
-“Var git o zaman.”Demiş Dede. “Allah elbette muradındakini verecek. Lakin sabretmek, imtihanı geçmek gerek.”
Dede çok konuşmazmış. Karşısındaki Beymiş, Paşaymış dinlemezmiş. Bey bunu bildiği için kıçın kıçın kapıya yönelmiş. Dedenin sözlerinden bir şey anlamamış, anlamamış ama hiçbir şey de soramamış. Eve dönmüş. Hepsini Şeri Bıllaya anlatmış. Karı koca saatlerce Dedenin sözlerini yorumlamaya çalışmışlar. Doluya koymuşlar almamış, boşa koymuşlar dolmamış. Sonunda sabretmeye karar vermişler. Üç vakti beklemeye başlamışlar. İçlerinde bir umut bir de sıkıntı varmış.
-“Hakkımızda ne hayırlı ise o olsun.” Demiş Bey sonunda.
Biz gelelim bey oğluna.
Beyzademiz ise yine her zamanki gibi avdaymış. Ballık Dağı’nın arka yüzündeki sık ormandaymış. Bir dere kenarında avladığı keklikleri temizliyormuş. Niyeti güzel bir keklik kebabı yapmakmış. Kır atı da hemen yanında otluyormuş. Güneş ha battı ha batacakmış. Birden kır at kulaklarını dikmiş. Başını uzatıp karşı yamaca bakarak hafifçe kişnemeye başlamış. Bey oğlu atın bu durumuna önce aldırmamış. “At bu kulaklarını diker de kişnerde.” Diye düşünmüş. Kurttan, kuştan da korkusu yokmuş. Zülfikara benzeyen kılıcı, her şeyi deviren yayı ve oku yanındaymış. Belinde de çifte su verilmiş Yatağan palası duruyormuş.
Yarım saat kadar bir süre daha geçmiş. Karanlık çökmeye başladığında kır at bu kez iyice huysuzlanmış. Bey oğlu da işini bırakmış.”Ne oluyor deli oğlan!” diye söylenmiş. At kuyruğunu sallayarak bir yeri gösteriyormuş. Dayanamamış gösterdiği yere bakmış. Çalıların arasından garip bir yaratık gözüne ilişivermiş. Yaratık birkaç saniye sonra ağaçların arasından sekerek dereye doğru kayboluvermiş. Bey oğlunun içine de bir merak düşüvermiş. Gördüğü yaratık hiçbir hayvana benzemiyormuş. Hemen keklikleri oracığa bırakmış. Kılıcını çekmiş ve dereye doğru yürümeye başlamış. Bir yandan da bir saldırıya uğramamak için de temkinli davranıyormuş.Bulunduğu yamaçla derenin arası çok fazla değilmiş. Gürültü çıkarmamaya çalışarak, ağaçtan ağaca siper alarak sonunda dereye varmış. Kocaman bir çam ağacının gövdesini kendisine siper ederek dereye bakmış. Bakmış da gözlerine inanamamış. Kılıcını sessizce ağaca dayamış. İki eliyle gözlerini ovuşturmuş. Bu kez daha dikkatli bakmış. Derenin kenarında anadan üryan dünyalar güzeli bir peri kızı yıkanıyormuş. Bey oğlu bakmış bakmış da gözlerine inanamamış. Heyecanla biraz daha yaklaşmak istemiş ama bu kez kılıcı yere düşüvermiş. Kılıcın çıkardığı sesi duyan kız bir anda derenin öbür yakasına fırlamış, çalıların üzerindeki giysilerini aldığı gibi ağaçların arasından kaybolup gitmiş. Bey oğlu arkasından fırlamış. Derenin öbür tarafına geçmiş. Karanlık çöktüğünden etrafta seçilmez olmuş. Kızı bulurum umuduyla etrafına bakınmış ama kimseyi bulamamış. En sonunda arkasına baka baka atının olduğu yere gelmiş. Aklı fikri o kızdaymış. Cin mi, peri mi? Diye söyleniyormuş. Pişirdiği keklikleri bile yiyemeden sabahı etmiş. Gün ışırken yine aynı yere gitmiş. Ağaçların arasına saklanmış. Yine görürüm ümidiyle akşama kadar yerinden kıpırdamamış.
Güneş batmaya yakın derenin diğer tarafındaki çalılıklardan bazı sesler duymuş. Nitekim az sonra garip bir hayvan ortaya çıkmış. O kara çirkinmiş ki bey oğlu bile irkilmiş.
Garip yaratığın üzerinde yırtık pırtık bez parçalarından oluşan bir giysi varmış. Yüzü insana benziyormuş ama her tarafında simsiyah kıllar varmış. Kulakları sivri, çenesinin altında keçilerin sakalına benzeyen sakalı, alnında iki tane de küçük boynuzu varmış. Bey oğlu bu garip yaratığı bir şeye benzetememiş, merakla izlemeye başlamış. Bir yandan da bu insan donunda keçi mi, yoksa keçi donunda insan mı acaba? Diye düşünüyormuş.
Güneş batınca keçi kılıklı canlı önce etrafına dikkatle bakmış.Bey oğlunu görmemiş. Yalnız olduğunu inanınca da garip sesler çıkarmaya başlamış. Birkaç dakika içinde tavşanlar, güvercinler, kınalı keklikler ve dahi bir çok kuş uçarak gelmişler cıvıl cıvıl şarkı söyleyerek keçi donlu insanın etrafında dolaşmaya başlamışlar. En garip olanı da bir süre sonra tilkilerde gelmiş. Keçi kılıklı canlı onları sevmiş okşamış. Hiç birisi ondan korkmuyormuş. Aksine hepsi de büyük bir dostluk içinde sevinçle dolaşıyorlarmış. Normal şartlarda tavşanları, keklikleri, güvercinleri avlayan tilkiler bile hiç birisine dokunmuyormuş. Bey oğlu iyice şaşırmış. Ömründe böyle bir manzara ile hiç karşılaşmamışmış.
Keçi kılıklı canlı hayvanlarla, kuşlarla oynamış, oynamış. Sonra da dereye inmiş. Üzerindekileri çıkarmış. Bey oğlu nefesini tutmuş büyülenmiş gibi bakıyormuş. Keçi kılıklı canlı üzerindeki son giysiyi de çıkarınca vücudu değişmeye başlamış. Önce kıllar kaybolmuş, sonra boynuzlar. Vücudundaki çarpık çurpuk yerler düzelmiş, derisi süt beyaz hale gelmiş ve bir süre sonra ortaya dün gördüğü huri kızı çıkıvermiş. Çıkıvermiş de bey oğlu’nun aklı başından çıkıvermiş. Az sonra da gördüğü güzellikten olsa gerek düşüp bayılıvermiş.
Bey oğlu ayıldığında ay doğmuş gece yarılamışmış. Hemen ayağa fırlamış, dereye bakmış, kimse yokmuş. Sarhoş gibiymiş. Kır atın bulunduğu yere dönmüş. Oturup gördüklerinin düş mü gerçek mi olduğunu düşünmüş. Kız aklından çıkmıyor, hayali gözlerinin önünden gitmiyormuş. Sabaha kadar gözüne bir damla uyku girmemiş. Düşünmüş, düşünmüş ve sonunda bir karara varmış. Bu kızı yakalayıp, düş mü gerçek mi olduğuna anlamaya karar vermiş. Sabahı iple çekmiş.
Kızın güneş batarken ortaya çıktığını bildiği için sabahleyin önce karnını bir güzel doyurmuş. Sonra dereye gitmiş. Kızın suya girdiği yeri incelemiş. Toprakta bir sürü iz varmış. Hemen bir plan yapmış. Yaman avcı olduğu için her türlü avcılık hilesini biliyormuş. Kızın giysilerini koyduğu çalının altına avcı çukuru kazmış. Öğleden sonra da bu çukurun içine girmiş. Beklemeye başlamış.
Güneş batınca keçi kızı yine gelmiş. Etrafını incelemiş. Tehlikeli bir şey olmadığına kanat getirince hayvanlarını çağırmış. Onlar da gelmişler. Bir zaman sonra keçi kızı üstündeki giysileri çıkarmış. Suya girmiş. Bey oğlu vakit bu vakit deyip hemen saklandığı yerden fırlamış. Kızın giysilerini çalıdan toplamış. Bu sırada suyun içinde olan kız neye uğradığını anlayamamış. Sudan çıkıp kaçmaya çalışırken bey oğlu onu kolundan yakalamış. Kız kurtulmak için çabalamış, çırpınmış, elinden geleni yapmış ama nafile. Bey oğlunun çelik gibi kollarından kurtulamamış. Üstelik hayvan dostları da yardımcı olmuyormuş. Korkup kaçıp gideceklerine neşeli neşeli hoplayıp zıplıyorlar, sanki hiçbir şey olmamış gibi davranıyorlarmış.
Lâfın azı karar çoğu zararmış. Uzun bir uğraştan sonra bakmış ki keçi kızı kurtulamıyor çaresiz teslim olmuş. Ağlamaya başlamış.
-“Benden korkmana gerek yok.”Demiş Bey oğlu. “Sana bir zararım dokunmaz.Lakin önce in misin cin misin sen onu söyle?”
-“Ne inim ne de cinim.” Demiş kız.”Senin gibi bir insan kızıyım.”
-“İnsansın da bu hallerin ne. Böyle niçin keçi kılığındasın?”
-“Beni önce serbest bırak.” Demiş kız. Sonra giysilerimi ver. Çok utanıyorum.”
-“Ya kaçarsan?”
-“Kaçmam.” Demiş kız. “Bu güne kadar herkesten kaçtım. Beni gören her insan ya taşladı ya da kışladı. Kimi kötek vurdu, kimi evinden kovdu. Artık kaçacak dermanım kalmadı. Beni anadan üryan gören, sırrımı bilen sensin. Sana da kanım kaynadı” Demiş.
Bey oğlu keçi kızının sözlerine inanmış.Onu serbest bırakmış. Sonra da sırtından mintanını çıkarıp kızın sırtına atmış. Kız çabucak giyinmiş. Sonra kendisini yere atıp iki gözü iki çeşme ağlamaya başlamış. Bey oğlu ayakta aklı sıra teselli etmeye çalışmışsa da hiçbir şey bilmediği için sadece kem küm edebilmiş.
Kız sakinleştikten sonra başından geçenleri uzun uzun anlatmış. Ballık Dağının arkasında ki dağların arasında bir oba varmış. O obanın beyinin kızıymış. Asıl adı Güllüymüş. On beş yaşındaymış. Beş yıl önce anacığı ölünce babası eve bir üvey ana getirmiş. Bu kadın hem çok çirkinmiş, hem de çok kötü kalpliymiş.Üstelik bir de büyücüymüş.bir gün güllü kızı kıskanmış. Babasının olmadığı bir zamanda onu keçi kızı haline getirivermiş.
Bey oğlu duyduklarından çok etkilenmiş. Keçi kızının üvey annesini o saat eline geçirse param parça edermiş. Kız hikayesini bir tamam anlattıktan sonra susmuş.
-“Peki bu büyü nasıl bozulacak?” Diye sormuş Bey oğlu.
-“Beni bu halimle kabul edecek, beni bu halimle sevecek birisiyle evlenirsem, evlendiğimin anası da beni gelini olarak bağrına basarsa ben kurtulacağım. Aksi halde gece insan gündüz keçi kızı olarak kalacağım.”
-“Bana varır mısın güllü kız.” Deyivermiş bey oğlu. “ Ben seni çok sevdim. İnşallah anamda seni çok sever. Ama kimse sevmese bile ben seninle evleneceğim.”
Olurdu olmazdı, varırdı varmazdı derken sabahı etmişler.
-“Sabah oldu Bey.” Demiş kız. Ben güneş doğunca keçi kızı olacağım yine. Akşama kadar bana bak. Eğer kararından dönmezsen, beni yine istersen seninle evlenirim. Ne yalan söyleyeyim. Daha ilk görüşte sana vuruldum. Artık öl de öleyim. Kal de kalayım.”
Her neyse sözün özü akşama kadar yine birlikte olmuşlar. Konuşmuşlar, ağlaşmışlar. Güneş batınca huri melek güllü yeniden dünya güzeli olmuş. Bey oğlu a artı kararını vermiş.
-“Yürü gidelim.” Demiş Bey Oğlu. Seni bu halinle anama göstermek istiyorum”
-“Olmaz” Demiş kız. “Anan beni keçi kılığında görüp sevmeli. Yoksa asla büyü bozulmaz.”
Ertesi günü şafağa kadar yine konuşmuşlar, anlaşmışlar, hayaller kurmuşlar ve gün doğanda kır ata binip köyün, obanın yolunu tutmuşlar.
Bey oğlunun keçi kızıyla konağa geldiği kısa zamanda duyulmuş. Hele bir de bu kızla evlenmek istediği öğrenilince önce kimse inanamamış. Sonrada dostlar üzülmüş, düşmanlar ise dalga geçip, konuşmaya başlamışlar.
Oğlu eve gelip anasının atasını huzuruna çıkıp:
-“İşte bu gelininiz. Ben bununla evleneceğim.” Demiş ya Şeri Bılla’da, Bey de şaşkınlıktan öleyazmışlar. Sonra bizimle eğleniyor, dalga geçiyor diye düşünmüşler. Ama oğullarının niyetinin ciddi olduğunu, elin keçisine aşık olup ağzının suyunun aktığını görünce beyinlerine kurşun yemiş gibi olmuşlar. Oğullarına bağırmışlar çağırmışlar, tehdit etmişler ama nafile. Sonra taktik değiştirip yalvarır yakarır olmuşlar. Ama oğullarının inadı inat adı kör muratmış. Araya aklı erer, sözü geçer hısım akrabayı koymuşlar. Bey oğlu bu Nuh diyormuş da peygamber demiyormuş. Üstelik gelinde adamdan azma, dişleri kazma, üç buçuk telli kurbağa belliymiş ve pişmiş kelle gibi sırıtıp duruyormuş.
Bey bakmış, görmüş olmayacak, Şeri Bılla ya “Hele az dur, Dedeye bir varıp gelem” Demiş ve doğru Tekke Dedesine gitmiş. “Aman medet ya Dede” Diyerekten.Ama medet yerine kocaman bir nasihat gelmiş Dededen. “Bey bey” Demiş dede. “Üzümden önce koruk gelir, tatlıdan önce acı. Bahardan önce kış her yeri kasıp kavurur. Sabredene elbette mükafat olunur. Evine gelmişse bir keçi donunda beni adem, bey olarak koruyup kollaman ve dahi bağrına basman gerekmez mi? Oğlunun gönlüne ateş düşmüşse sevinip kıvanman mı? Yoksa Allah’tan geleni beğenmezde burun mu kıvırırsın?”
Bey kekelemiş.
-“Allah’tan gelene can ve baş feda olsun.” Demiş
-“O zaman git evine olacakları bekle.”
Bey sesini çıkaramamış. Biliyormuş ki o beyse Dede de Bey, üstelik en büyük bey. Dedeye kimse karşı gelemez, sözünün üstüne söz diyemez, emri demiri bile kesermiş. Bu yüzden Dedenin ellerine sarılıp evine dönmüş.
Kel ümmetin kör hindisi gibi düşünmekte olan Şeri Bıllanın yanına varmış. Dedenin dediklerinin bir bir anlatmış. Sonrada:
-“Baka hatun.” Demiş. “Allah’tan gelene katlanacağız. Sabırlı olup sonunu bekleyeceğiz. Sakın ola ki yanlış bir şey yapma.Gelinin de itip kakma.”
Şeri Bılla da bir bey kızıymış.
İçlerinden gelmeyerekten, gönüllerinden gülmeyerekten, canları istemeyerekten, çifte davullar vurdurtmadan, koç yiğitlere güreş tutturmadan, kırk gün kırk gece değil ama bir gün bir gecelik iyi kötü bir düğün etmişler. Uzaktan yakından kimseyi davet etmemişler.Etmemişler ama bu kez de sır keçi kızını görmek için çevre köylerden ne kadar insan varsa konağa “hayırlı uğurlu olsuna” gelmeye başlamış. Her gelen hediyesiyle ve bir çuval lâfıyla geliyormuş. Üstelik ille de gelini görmek istiyorlarmış. Kimine gelin hasta demişler. Kimine gelin yasta demişler. Her gelene bir yalan uydurmuşlar ama yalanlarda bitmiş. Şeri Bılla da öfkeden sinirden, kahırdan bütün tırnaklarını yemiş, bütün parmaklarını bitirmiş, konakta haşlamadığı kimse kalmamış, gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüşmüş. Bey ise kendini namaza niyaza vermişmiş. Ziyaretçileri bile yarım ağızla karşılıyor, elinden geldiğince çabuk başından savıyor, çoğuna da uşakları bey namazda deyip savuşturuyormuş.
Bey oğlu ise evden dışarıya adım atmıyor, gece gündüz yeni gelinin dizinin dibinde sırıtarak oturup duruyormuş.Üstelik yeni gelinin bir dediğini iki etmiyor, hizmetçilere uşaklara emirler vererek gelinin etrafında fırıldak gibi döndürüyormuş. Bu durumu gören eş dost, beylerinin biricik oğullarının efsunlandığını, keçi kızı tarafından büyülendiğini söylemeye başlamışlar.
Bir ay kadar geçtikten sonra artık ortalık durulmaya, dedikodular kesilmeye başlamış. Herkeste keçi kızını alışılmaya başlanmış. Şeri Bılla da yazımdır, kaderimdir deyip gelinini sineye çekmiş, ağlamayı kesmiş.
Bir gün beyin canı yağlı katmer istemiş. Beyin canı bir şey iterde konaktaki kadınlar durur mu. Hemen unlar elenmiş, hamurlar yoğrulmuş, ateşin üzerine saclar vurulmuş. Şeri Bılla, yeni gelin hamurun başına oturmuşlar. Beyin yağlı ballı katmerini Şeri Bılla kimseye emanet etmez kendi elceğiziyle açarmış. Çünkü bey sadece hanımının katmerini beğenirmiş.
Evin gelini olunca kaynanaya iş mi düşer. Önce hamurun başına Keçi gelin geçmiş. Oklavayı eline almış. Yufka açmak için uğraşmaya başlamış.. Evin hizmetçileri, halayıkları, cariyeleri de temŞeriya (seyre) çıkmışlar. Yeni gelinin yufka açmasını seyre dalmışlar. Ama gelinin elleri keçi ellerine benzediğinden bir türlü oklavayı tutamamış, hamuru yufka haline getirememiş, üstelik her yer de un içinde kalmış. Hizmetçiler, halayıklar, cariyeler daha fazla sabredememişler gülüşmeye başlamışlar. Şeri Bılla zaten geline içerleyip duruyormuş. Birden oklavayı kaptığı gibi gelinin başına indirivermiş. “Çatttt!” diye bir ses duyulmuş. Gelinin boynuzlarından birisi kırılıp yere düşmüş.Tabi gelinin başından da al kanlar akmaya başlamış. Gelin can havliyle adasına kaçmış. Bey oğlu da o sırada evdeymiş. Karısının kanlı halini görünce çok üzülmüş. Ama anasına ağzını açıp ta en ufak bir söz söylememiş. İkisi akşama kadar odalarından dışarıya çıkmamışlar.
Şeri Bılla ise bir süre sonra yaptığından pişman olmuş. “Keşke vurmasaydım.” Diye hayıflanmış. Hizmetçileri halayıkları, cariyeleri bir güzel azarlamış. Ama içindeki suçluluk duygusu hafiflememiş. Aksine keçi geline karşı garip bir sevgi duymaya başlamış. Beyin katmerini gönülsüzce yapmış, bir siniye koyup götürmüş. Beyin olanlardan haberi yokmuş. Katmerden bir lokma almış, yüzünü buruşturmuş. “Bu katmer bir başka kokuyor hanım.” Demiş. Şeri Bılla da olanları bir bir anlatmış. Beyden hiçbir şey saklanmazmış. Bey en çok kendisinden saklananlara kızarmış. Bey hanımını dinlemiş, dinlemiş. Sonra da “O da ana kuzusu hatun.” Demiş. “Allan onu öyle yarattıysa garibin suçu ne? Üstelik oğlumuzda son derece mutlu. Bir daha yapma emi.” Şeri Bılla ne desin. Başını öne eğip bey huzurundan çıkmış. O gün akşama kadar içinde bir pişmanlık ve açıma duygusuyla hayata (sofa, balkon, tahtalık gibi önü açık yŞerim alanı) oturup gelinle oğlunun dışarıya çıkmalarını beklemiş.
İkindiye doğru önce oğlu dışarıya çıkmış. Sonra da gelin. Hiçbir şey olmamış gibi gelip analarının ellerlini öpmüşler. Şeri Bılla ise suçluluk hissiyle gelininin yüzüne bir süre bakamamış. Sonra başını kaldırıp şöyle bir bakmış. Şaşırmış. Gelinin alnında sargı filan yokmuş. Üstelik diğer boynuzda kaybolmuşmuş. Ayrıca gelinin yüzü biraz daha düzelmiş, güzelleşmiş gibiymiş.
Aradan bir iki hafta daha geçmiş. Gelin odasından daha az çıkıyor, ortalıkta fazla görünmüyormuş. Derken konağa Burdur Beyi misafir gelmiş. Bütün beylerin sultanıymış. Emrinde iki bine yakın askeri varmış. Çok da aksiymiş. Astığı astık, kestiği kestikmiş.bir yerden memnun ayrılmazsa ertesi günü orada ot bile bitmezmiş.
Hemen kazanlar vurulmuş. Koçla, kuzular kesilmiş. Ayranlar ezilmiş. Şerbetler hazırlanmış. Şeri Bılla yine ocağın başına geçmiş. Lokma dökmeye başlamışlar. Bu gibi durumlarda evin gelini de ocak başında olurmuş. Çaresiz, keçi gelin de gelmiş. Başlamış yumuşak hamuru avucuyla sıkıştırıp lokma haline getirmeye. Ama el el değil, göz göz değil. Hamuru sıkıştırayım derken hamur fırlayıp gidiyor Şeri Bılla’nın üstüne başına yapışıyormuş. Hizmetçiler halayıklar, cariyeler gülüşmeye başlayınca Bılla’nın aklı başından gitmiş. Kendisini kaybetmiş. Bu kez ateşin içinde duran mŞeriyı kaptığı gibi gelinin başına indirivermiş.Gelin çığlıkla yere yuvarlanırken ortalığa da yanmış deri kokusu kaplamış. Gelini hemen odasına taşımışlar. Bey oğlu misafirleri filan bırakıp, koşup gelmiş. Yine ikisi odaya kapanmışlar. Burdur Beyi gidene kadar dışarıya çıkmamışlar.Bey oğlu sadece misafirleri uğurlamak için dışarıya çıkmış, sonra da hemen geriye dönmüş.
Ortalık sakinleştikten, misafirler gittikten sonra Bey eşini çağırmış. Olanı biteni öğrenmiş. “Seni anlıyorum hanımım.”Demiş.” Ben de eli ayağı düzgün, güzel, becerikli elin içine çıkınca yakışacak bir gelin istiyordum amma Allah bunu verdi. Şükretmemiz gerekiyor. Bir daha delilik yapma.” Demiş. Başkaca da lâf etmemiş.
Zaten Şeri Bılla da çok üzülmüşmüş. Saatlerce ağlamış. Ertesi günü sabah kahvaltısında gelinle oğlan yine hiçbir şey olmamış gibi çıkıp gelmişler. Beyin ve analarının elini öpmüşler. Bir kenara oturup sessizce yemeklerini yemişler. Aşla Bılla yemek süresince gelinin ve dahi oğlunun yüzüne bakamamış. Yemeğin sonuna doğru biraz cesaretlenip uta sıkıla başını kaldırıp önce oğluna bakmış. Oğlu öfkeli, sinirli ve dahi küs görünmüyormuş. Anacığına gülümsüyormuş. Buna bir anlam verememiş. Sonra başını gelinine çevirmiş. Gelin de mutluymuş. Üstelik yüzü daha da güzelleşmiş gibiymiş. Başında mŞeri izi ve dahi yanığı yokmuş. Keçi kıllarının yerine sanki ipek sarısı saçlar çıkıyormuş gibiymiş. “Bana bir haller oluyor.” Diye düşünmüş. Beye bakmış. Bey de şaşkınmış.
Son bahar gelmiş, işler iyice artmışmış. Artık kışlık erişte kesilecek, tarhana yapılacak, bulgur kaynatılacakmış. Konağı önüne kazanlar vurulmuş. Her yıl on deve yükü bulgur kaynatılırmış. Ama beyin bulguru özel bir kazanda tek başına kaynatılırmış. Bu bulguru da sadece Şeri Bılla pişirirmiş. Sabahleyin erkenden kalkmışlar. Bey oğlu da o gün işe gitmemiş. Hep birlikte bey bulguru için kazanın başına geçmişler. Çıralı odunlar kazanın altına sürülmüş. Gürül gürül yanan bir ateş yakılmış. Kazana su konmuş. Su kaynamaya başlamış. Az sonra bey oğlu buğday çuvalını sırtlayıp getirmiş. Şeri Bılla kepçeyi eline almış. Gelinde bir tabla buğdayı kazana atmaya başlamış. Ama her zamanki gibi yine sakarlığı üzerindeymiş. Uşaklar falan yine gülmeye başlayınca Şeri Bılla’da da öfke kabarmaya başlamış. Gelin buğdayın yarısını kazana yarısını da ateşe döküyormuş. Bey oğlu da onunla dalga geçiyormuş. Öfke bu. Önce yavaştan yavaştan gelir. Kabarırı, kabarır, sonra da ne yapacağı belli olmaz. İ
Şeri Bılla önceleri kendini tutmaya çalışmış. Sonra birden aklı tepesinden fırlayıvermiş. Gelini tuttuğu gibi gürül gürül yanan ocağın içine atıvermiş. Bir anda ortalık karışmış. Gelin can havliyle ateşten kurtulmaya çabalamış. Bey oğlu yanmayı göze alarak eşini kurtarmak için ateşe atlamış. Ortalık can pazarına dönmüş. Şeri Bıllanın en son gördüğü gelinin her yerine ateşin sardığı, oğlunun da elbiselerinin tutuştuğuymuş. Birden o kadar çok pişman olmuş ve üzülmüş ki bayılıvermiş. Ayıldığında ise oğluyla gelinin çok ağır yaralı olduğunu, ikisinin ölebileceğini uşaklardan öğrenmiş. Koskoca bey ise hüngür hüngür ağlıyormuş. Çevrede ne kadar hekim, otacı, tımarcı varsa bulunup getirilmiş. Uzaklardakilere de atlılar, yayalar çıkarılmış.
Şeri Bılla’nın içine tarifsiz bir acıma, merhamet ve sevgi duygusu dolmuş. Oğluyla gelinin odalarının kapısının önüne oturup ellerini göğe açmış ve “ben ne ettim, gül gibi gelinimi kırılasıca, kuryasıca ellerimle ateşe ittim. O benim bir tek gelinimdi. Gelinimden öte kızımdı. Adı güzel Allahım ne olur onu alma benim canımı al.Onu alma ben al.” Diye saatlerce dua etmiş. Artık ağlamaktan gözleri filan kurumuşmuş. Bey ve konakta yŞeriyanların hepsi Şeri Bıllanın çevresinde ayakta öylece bekliyorlarmış. Çevredeki hekimler ve dahi aklı erenler Bey oğlu ile gelini tedavi etmek için sabaha kadar çok uğraşmışlar. Ama sabah namazına doğru hepsi odadan dışarıya çıkıp “Emir Allah’ın başınız sağ olsun.” Demek zorunda kalmışlar.
Bey ve dahi Şeri Bılla bu sözü dipsiz derin ve dahi karanlık bir kuyuya düşüp duyunca bayılıvermişler. Allah her derde deva, her acıya bir tatlılık verirmiş. Kul sıkışınca Hızır mutlaka gelirmiş. Karanlık kuyuda sonsuza kadar kalınmaz ya, Şeri Bılla da ayılmaya başlamış. Gözlerini açıp kendine geldiğinde gözleri kamaşmış. “Aç gözlerini güzel anam.” Diye bir ses duymuş. Ses o kadar güzelmiş ki bir anda meleklerle birlikte olduğunu düşünmüş. Zorla gözlerini tekrar açmış. Açmış da gözlerine inanamamış. O da ne? Hurimidir yoksa melek midir bir çift göz ona bakıyormuş. Hemen doğrulmaya çalışmış. Güzeller güzeli gelin: “Çilemiz bitti güzel anam, çilemiz bitti. Aç gözlerini “ Diyormuş. O güne kadar hiç koklamadığı mis gibi bir koku sarmışmış dört bir yanı. Rüyadayım sanıp çimdiklemiş kendisini. Sonra sarılıvermiş geline. İki gözü iki çeşme ağladıkça ağlıyormuş. Hizmetçiler, cariyeler ve dahi bey zorla sakinleştirmişler. Elini yüzünü yıkamışlar. İyice kendisine gelince de Bey oğlu bir bir her şeyi anlatmış. Bey Bılla dan önce ayıldığından o hikayeyi biliyormuş. Sevincinden de kıpır kıpır yerinde duramıyormuş. Daha fazla dayanamamış kahyayı çağırmış.
-“Baka kahya demiş. Emrimdir. Derhal Tavas Beyine, Kızılca Beyine ve daha gelinimin babası Koca beye nağmeler yazasın. Üç ulak eşliğinde yüz atlı asker çıkarılsın.Ulaklarla birlikte gidilsin. Davas Beyi ile Kızılca Beyi gardaşımız doğrucana Goca Beye varıp durumu anlatıp güllü kızımı, Allahın emri Peygamberimizin kavli ile istesinler. Goca Bey Kızımızı verirse ne alâ, vermezse konağı başına yıkılsın. Kötü kalpli analığa da kırk katırla kırk satır götürülsün. Gayri hangisini isterse verilsin.”
-“Emredersin Bey.” Demiş Kahya. Hemen huzurdan ayrılmış.
-“Kethüdayı çağırın.”Demiş bey. Kethüda gelince de: “Derhal öğleye varmadan kırk davulcu kırk zurnacı bulunacak.Kırk çeşit aş pişecek. Çevrede ne kadar cengi oynayıcı ve dahi rakkase varsa gelecek. Kırk gün kırk gece toy bir düğün olacak. Herkes işe nöbetle gidecek. Yemeyen yedirilecek. Giymeye giydirilecek. Düğüne gelmeyenin kellesi alınacak. Ona göre.”
Emir ikiletilmemiş. Öğleye varmadan çifte davullar dövülmeye, koç yiğitler oynamaya başlamış. Güllü geline öyle bir gelinlik bulunup gelinmiş ve dahi giydirilmiş ki peri kızları bile yanında Arap kızı gibi kalırmış.
Gelelim güllü kızı babasına. Yüz mızraklı asker kapıya dayınca önce telaşlanmış. Davas beyi olayı anlatıp, güllü kızı istemiş. Koca Bey kızının başından geçenleri duyunca üzüntüsünden kahrolmuş. Sonra da güzel haberi duyunca çok sevinmiş. Sonra da:
-“Beyinizin kırk katırı da, kırk satırı da sizde kalsın. Ben gereğini yaparım. Kızımı da canı gönülden verdim gitti. Hele siz az eyleşin. Beni az bir işm var. Onu halledelim de kızımıza damadımıza yetişelim.” Demiş. Sonra kötü kalpli üvey anayı çağırmış.
–“Bre melun.” Demiş. “ Kırk katır mı istersin, kırk katır mı?”
Üvey ana kötü kötü bakınmış. Dişlerini gıcırdatıp bağırmış.
-“Kırk satır senin başına.” Demiş. Kırk katırı ver de sırayla biner de babamın evine giderim.”
Hemen kırk katır bulunmuş. Kuyruklarına urganlar bağlanmış. Üvey ananın ellerinden kollarından ve dahi kırk yerinden bağlanmış. Katırlara kırk kişi kırk kırbaç vurmuş. Katırlar kırk yöne koşturmuşlar. Kötü kalpli kadın kırk parçaya ayrılmış.
İşte böyle…. Kırk gün kırk gece toy bir düğün yapılmış. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düşmüş. Birisi bu masalı anlatanın başına. Birisi bu masalı dinleyenin başına. Diğeri de daha yok mu diyenlerin başına.

Pamuk Şeker Ve İstemem Masalı

Pamuk Şeker Ve İstemem Masalı

Evvel zaman içinde kalbur zaman içinde. Develer tellal iken pireler berber iken ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken.
Bir kral varmış üç tane kızı varmış (hiç oğlu yokmuş) .
En büyüğü : Pamuk
Ortancası : Şeker
En küçüğünün adıda İstemez`miş.
Kralın canı bir gün tatlı istemiş. Kral Pamuk`u çağırmış. Dışarıda fırtına varmış rüzgar esiyormuş yağmur yağıyormuş. Kral Pamuk`a demişki: ``Kızım bana gidip tatlı alırmısın?``.
Kızı:
-Hayır. Dışarda rüzgar var beni uçurur , demiş.
Kral ortanca kızı Şeker`i çağırmış. Aynı şeyleri ona da söylemiş.
Kızı:
-Hayır. Dışarda yağmur var beni eritir , demiş.
Kral en küçük kızı İstemez`i çağırmış. Aynı şeyleri İstemez`e de söylemiş
Kızı:
-Hayır. Çünkü ben sana tatlı almak istemem , demiş

Etiketler

Öğretmen ve Toplum Masalı

 Öğretmen ve Toplum Masalı

HANDAN İLE ÖĞRETMEN

Çok güzel bir havaydı. Mevsimlerden sonbahardı. Her yer sapsarı yapraklarla doluydu. Köyün bütün çocuklarında okulun açılacak olmasının heyecanı vardı. Bu yıl köyün okuluna yeni bir öğretmen gelecekti. Herkes bu öğretmeni merak ediyordu. Bir gün köyün tozlu yollarından bir araba yaklaştı köyün ortasına, bu arabadan siyah uzun saçlı, güzel giyimli bir kadın indi. Tüm çocuklar arabanın etrafını sardılar. Meraklı gözlerle herkes arabayı inceliyordu. Bir yandan da acaba bu kadın bizim yeni öğretmenimiz mi? Diye birbirlerine soruyorlardı. Güzel kadın birdenbire çocuklara dönüp:

- Merhaba çocuklar, nasılsınız bakalım? Ben sizin yeni öğretmeninizim. Adım Ayşe.

Çocuklar hep bir ağızdan :

- Yaşasın öğretmenimiz geldi. Diye bağırdılar. İçlerinden kızıl saçlı, al yanaklı bir kız öğretmenin yanına yaklaştı.

- Hoş geldiniz öğretmenim dedi. Öğretmen kızın yanına yaklaşarak adını sordu. Kız:

- Adım Handan. Hepimiz sizin gelmenizi dört gözle bekliyorduk. O sırada köyün muhtarı yaklaştı.

- Hoş geldin öğretmen hanım. Gelin size kalacağınız yeri göstereyim. Güzelce yerleşin yarında derse başlarsınız. Dedi. Köy çok az sayıya sahipti. Köyün ortasından küçük bir dere geçiyordu. Her yer otlayan hayvanlarla doluydu. Tavuklar yemlerini yiyiyorlardı. Ayşe öğretmen ilk görüşte köyü çok sevmişti. O gün evine yerleşti. Ve heyecanla yarının gelmesini bekliyordu. Nihayet sabah oldu. Okul şehirdeki okullara hiç benzemiyordu. Küçük bir sınıf, kırık dökük sıralar ve sınıfın ortasında bir soba duruyordu. O günden bir gün sonra Erhan ile Handan kavga ediyordu. Çünkü Erhan Handan’ın çantasını karıştırıyordu. Handan çok kızdı ve:

- Sen ne hakla çantamı karıştırırsın dedi. Erhan:

- Çok özür dilerim Handan. Dedi. Bir süre sonra barıştılar. Aradan bir gün geçti. Handan okula gelmemişti. Öğretmen Handan’ı merak edip, evlerine gitti. Kapıyı Handan’ın babası açtı. Handan’ın babası kısa boylu, göbekli, pos bıyıklı bir adamdı.

- Hoş geldin öğretmen hanım dedi Handan’ın babası.

- Hoş bulduk, Handan nasıl? Hastamı yoksa. Bir haftadır okula gelmiyor da. Babası:

- hayır hasta değil. Öğretmen:

- Peki neden okula gelmiyor öyleyse? Babası sert bir dille:

- Hayır okula ben göndermiyorum. Ayşe öğretmen bu lafa çok sinirlendi.

- Onun bu hakkını elinden alamazsınız dedi. Adam tam öğretmene bağıracaktı ki, içeriden bir ses geldi. Gelen ses Handan’ın babaannesinin sesiydi. Yaşlı kadın bembeyaz saçları, elinden bastonuyla kapıya kadar geldi:

- Bak oğlum, eğer torunum Handan’ı tekrar okula göndermezsen ben de sana analık hakkımı helal etmem. Dedi. Babası ne yapacağını şaşırdı. Kara kara düşünmeye başladı. Annesini kıramayacağını biliyordu ama yine de Handan’ı okula göndermemeye kararlıydı. Hiç bir şey demeden içeriye doğru gitti. Bu arada kapıda öğretmen hanım ve babaannesi konuşuyordu. Öğretmen hanım:

- Teyze sen yaşlı bir kadınsın, ama bence oğlundan daha akıllısın. Bu çağda kız çocuğunu okula göndermemek olur mu? Yaşlı teyze derin bir of çekti:

- Ooof Off kızım, benim zamanımda buralarda okul bile yoktu. Okul bize köye iki saat uzaklıkta mesafede idi. Bende okula gitmeyi çok istedim, ama babam beni okula göndermedi. Benden 4 yaş küçük erkek kardeşimi ise uzak falan dinlemedi okula gönderdi. Bu benim içimde hep kaldı. Handan’ım okumalı, sizin gibi faydalı bir insan olmalı memlekete.

Öğretmen hanım çok duygulanmıştı bu sözlere.

./…-2-

- Teyzeciğim sizi çok sevdim ve takdir ettim. İnşallah Handan sizin yapamadıklarınızı yapacak ve memlekete yararlı bir insan olacak, ben inanıyorum. Dedi öğretmen hanım.

- İnşallah kızım, inşallah Dedi. Babaanne. Şu inatçı oğlum niye böyle davranıyor bende anlamıyorum. Handan’ın annesi öleli tam 4 yıl oldu. Karısı öldükten sonra iyice bir aksileşti. Zaten bir daha da evlenmedi. Galiba Handan okuyup onu bırakıp gidecek diye korkuyor. Handan’ı çok seviyor ama kızcağıza sevgisini bile belli etmiyor. Öğretmen hanım, aslında oğlum çok iyi bir insandır. İnşallah beni dinleyecek ve Handan’ı yeniden okula gönderecektir. Tam o sırada birden babası kapıya kadar geri geldi.

- Tamam, ana, senin dediğin gibi olsun. Öğretmene dönerek:

- Senin dediğin oldu öğretmen hanım dedi. Ayşe öğretmen çok sevindi. O sırada Handan, bütün konuşmaları duymuştu. Koşarak öğretmenin yanına geldi.

- Teşekkür ederim öğretmenim. Sizin sayenizde okuluma gideceğim diyerek boynuna sarıldı. Bundan sonraki günlerde Handan ve arkadaşları öğretmenle birlikte çok güzel yıllar geçirdiler. Aradan yıllar geçti. Handan o kadar başarılı bir öğrenciydi ki, üniversiteyi kazandı. Hem de çok istediği öğretmenlik bölümünü. Fakat kazandığı üniversite köylerinden çok uzaktaydı. Okula mutlaka gitmesi gerekiyordu. Sıra babasını ikna etmeye geldi. Çünkü babasının en çok korktuğu şey Handan’ın çok uzaklara gitmesiydi.

Handan:

- Babacığım beni okula gönderdin ve çok başarılı oldum. Şimdi de çok istediğim bölüm olan üniversiteyi kazandım.

Babası:

- Hayır, kızım seni uzağa gönderemem. Dedi. Sakın ısrar etme.

Handan:

- Baba o kadar yıl boşuna mı okudum. Bu memlekete hayırlı bir insan olmak istiyorum, bunun neresi kötü. Bir süre düşünen baba, sonunda:

- Tamam, benim güzel kızım git ve yurda yararlı bir insan olarak dön buralara dedi. Baba kız birbirlerine ağlayarak sarıldılar. Birkaç hafta sonra Handan İstanbul’a okuluna gitti. 4 yıl sonra mezun bir şekilde köyüne döndü. Ne şanstır ki, ilk görev yeri kendi köyünde ve kendi okuduğu okula çıktı. Babasının ise keyfine diyecek yoktu. Aslında ondan mutlu insan da yoktu. Kendi kendine düşündü. Ne şanslı bir babaymışım, iyi ki kızım okudu ve beni bu kadar mutlu etti. Eğer kızımı İstanbul’a yollamasaydım herhalde vicdan azabından kahrolurdum. Handan ise, yıllar boyunca bu kutsal meslek olan öğretmenliğine devam ederek mutlu ve huzurlu yaşadı.

Yazan : Sude ÇOŞKUN

Etiketler

Ördek Okulu Masalı

 Ördek Okulu Masalı

Yeşil başlı erkek ördek, kanatlarını çırparak gölün kenarına doğru koşmuş. Göldeki balıkçıllara, filamingolara sevinçle seslenmiş: `Bab oldum! Baba!`. Perdeli ayaklarıyla, kıyı boyunca badi badi koşuştururken sevinçle bağırıp, baba olduğunu herkese duyurmuş. Suda ince uzun ayaklarını ve uzun gagalarını kullanarak avlanmakta olan balıkçıllar ve filamingolar, gagalarını şakırdatarak ördeği kutlamışlar. Sonra hiç bir şey olmamış gibi avlanmayı sürdürmüşler. Gölün çevresindeki ağaçlarda ötüşüp duran serçeler ardı ardına `Ne oldu? Ne oldu?` diye seslenmişler. Yeşil başlı ördek keyifle `Baba oldum` demiş. Serçeler de kanat çırpıp, sevinçle ötüşerek ördeği kutlamışlar. Serçelerden birinin `Bu mutlu haberi herkese duyuralım` demesi üzerine, gölde avlanmakta olan bir balıkçıl işini bırakıp uzun bacaklarını suyun yüzeyine değin kaldırarak ağır ağır gölün diğer kıyısına değin yürümüş. Orada, turnalara seslenerek, ördeğin baba olduğunu söylemiş. Turnalar ördeğin sevincini yaymak için kanat çırpıp uçmuşlar... Bunu gören serçelerden bir çoğu haberi yaymak için ağaçtan ağaca uçmaya başlamışlar. Sevinç çığlıkları ve kuş sesleri çevreyi kaplamış. Bir ağaç kovuğundan fırlayan sincap ağaçtan ağaca koşturmuş. her kovuğa başını sokup, yeni doğan ördek yavrularının haberini yaymış.

Yeşil başlı ördek, gururla yürüyerek annenin yanına gitmiş. `Herkese bebeklerin haberini ulaştırdım` demiş. Anne ördek, yüzündeki gülümsemeyle kanatlarını hafifçe kaldırıp, altındaki küçük ördek yavrularını babalarına göstermiş. Sonra üşümesinler diye kanatlarını üstlerine örtmüş... Yavruları gören ibikli horoz, başını öne arkaya sallayarak göğsünü kabartarak ördeklerin yanına gelmiş. Biraz yüksek sesle:

- Bu civcivlerin işi ne? Neden sizin yanınızdalar?
- Onlar civciv değil. Ördek yavrusudur.

diye yeşil başlı ördek diklenerek yanıt vermiş. Horoz, yavruların civcivlere benzemesine şaşmış ama, tavukların `Gel buraya. Gel buraya` dediğini duyunca üstelemeden geldiği gibi başını öne arkaya savurarak kümesine dönmüş. Yeşi başlı ördek gagasıyla annenin başını okşamış. Yanında ayaklarını altına alıp çömelmiş. Sevgi dolu gözlerle anneyi izlemeye başlamış. Biraz utangaçlıktan, biraz da sevginin güzelliğinden olsa gerek, anne ördek, başını hafifçe yana büküp, sessizce babanın kendisini süzmesine izin vermiş. Mutluluk ve sevgi gurultuları çevreye yayılırken ördek yavruları annelerinin kanatları arasında kıpırdıyor, kah oradan çıkarak çevreyi geziyor, kah üşüyüp annenin koynuna girerek ısınıyormuşlar...

Uzaklardan kuşların cıvıltısı ve diğer hayvanların sesleri duyuluyormuş. Tüm hayvanlar, ördek yavrularının doğumunu kutladıklarını söylüyormuşlar...

Ördek yavruları biraz büyüyünce ortalıkta dolaşmaya başlamışlar. Sevimli küçük yavrular yaramazlık yapıp, birbirleriyle oynaşırken horoz homurdanıyor, onların varlığını istemediğini belli ediyormuş. Gerçi anne ve baba ördek, yavrularını başı boş bırakmayıp yanlarında olmaya çalışıyormuşlar ama, yaramazlıklarını her an engelledikleri söylenemezmiş. Yaramazlık yapan yavruları dikkatle izleyen horoz, her fırsatta onları kovalıyor, yakaladıklarını gagalayarak canlarını acıtıyormuş. Küçük ördek yavruları canları acıyıp çığlık atarak kaçışınca, yeşil başlı ördek, kanatlarını açarak horozun üstüne yürümek zorunda kalıyormuş. Her nedense horoz, baba ördekle uğraşmak istemeyip kasılarak kümesine dönüyormuş. Bu didişmeden yorulan hep baba ördek oluyormuş...

Anne ördekle baba ördek, oturup bu soruna bir çözüm aramışlar. Sonunda akıllarına bir okul kurup, ördek yavrularını burada eğitmek düşüncesi gelmiş. Yavrular okulda oldukları zaman yaramazlık yapmayacak, çevreyi dağıtmadıkları için horoz onlara saldırmayacakmış. Hem de yavrular denetim altında daha güvenli büyüyebilecekmiş. Ayrıca okulda yeni şeyler öğrenecek, yaşamın yalnız oyun oynamak olmadığını, öğrenmek ve öğrenilenleri uygulamak olduğunu anlayıp daha iyi yetişecekmişler. Anne ve baba ördek, okul olabilecek yer aramaya başlamışlar. Onları çevreye bakınırken gören horoz tünediği yerden:

- Hayır ola. Yavrulardan birini mi kaybettiniz?
- Hayır. Ördekler için bir okul açalım istedik. Uygun bir yer arıyoruz.

Horoz biraz duralamış. Yavrular okulda olunca çevreyi dağıtmayacağı, kendisinin de öfkeyle peşlerinden koşuşturmayacağını düşünüp:

- Arkada boş bir kümesimiz var. Okul olarak orayı kullanın.

demiş gülümseyerek. Anne ve baba ördek çok şaşırmışlar. Yavrularına öfkelenen horozun niye yardım etmek istediğini pek anlamamışlar ama, söylediği kümes, okul olarak kullanmak için en uygun yermiş. Horozun izin vermesine şaşırarak:

- Karşılığında ne isteyeceksin?
- Kümes kirası olarak, her ay bir çuval buğday verirseniz anlaşırız.

Horozun iyilik yapmayacağını, bu öneriyi bir iş ilişkisi gibi düşündüğünü anlayan yeşil başlı ördek, düşünmeden öneriyi kabul etmiş. Yoksa horoz, iyilik olsun diye hiç bir şey istemiyecek olsaymış, `Bunun altında bir kurnazlık vardır` diyerek öneriyi kabul etmeyecekmiş. Sonunda ördekle horoz, kullanılmayan kümesin `Ördek Okulu` olmasında anlaşmışlar. Anne ördek yuvalarına dönerken:

- Çok yüksek kira istedi. Nasıl öderiz onca kirayı?

diye söylenince:

- Bir yolunu buluruz. Önemli olan yavrularımızın güvenliği.

demiş yeşil başlı ördek.

Anne ve baba ördek, kullanılmayan kümesi temizlemişler. Sonra öğrencilerin oturacağı yerleri ve öğretmenin duracağı kürsüyü hazırlamışlar. Ne yapıldığını anlamadan yavru ördekler de onlara yardım etmişler.

Bir gün anne ördek, tüm yavrularını çevresine toplamış. Onları okul olarak hazırladıkları yere götürmüş. Yeşil başlı baba ördek orada bekliyormuş. Anne ördek yavrularına dönüp:

- Yavrularım, burası bir Ördek Okulu. Burada okuyup bilgi ve becerinizi geliştireceksiniz. Babanız size eğitim verecek. Anlatılanları öğrenmeye çalışın. Unutmayın ki size anlatılan her şey eskiden yaşanmış olaylardan ediline deneyimlerden kazanılmış bilgileri içerir. Onları eksiksiz öğrenmeye çalışın...

Yavru ördeklerin sabırsızca içeriye girmek istediklerini gören anne ördek, konuşmasını uzatmayıp yavrularını öğretmene teslim etmiş ve orada ayrılmış.

İlerleyen günlerde Ördek Okulu`ndan gelen sesler dinlenmeye değermiş. Yavru ördeklerin hep bir ağızdan `abc` diyerek incecik sesleriyle bağırarak kanat çırpmaları ilerideki ağaçlardan ve gölün kıyısından bile duyuluyormuş. Ağaçlardaki serçelerin ötmeyi kesip, örnek yavrularını dinledikleri olurmuş. Balıkçıllar avlanmayı bırakıp, başlarını göğe kaldırarak duydukları seslerin anlamını çıkarmaya çalışırmışlar. Ördek yavrularının öğrenirken çıkarttıkları coşkulu sesleri çevreye yayıldıkça, okulun çevresine meraklılar dolmaya başlamış: Çitlerin üzerine tüneyen kuşlar, gölden ayrılıp, seslerin ne olduğunu anlamaya çalışan balıkçıllar, taşlara tırmanmış sincaplar ve tavşanlar...

Meraklılar çoğaldıkça horoz durur mu? Hemen kümesin damına çıkarak uzun uzun ötüp, yavruların sesini bastırmak ve dikkati kendi üzerine çekmek istermiş. Ama çevreye toplanan hayvanlar horozun ötüşüne aldırmadan, yavruların söylediği şarkıları mırıldanır, onlara eşlik etmeye çalışırmışlar. Bu duruma öfkelenen horoz, yerinde duramaz, kanat çırparak üstlerine yürür, onları korkutarak ördek okulunun çevresinden uzaklaştırmaya çalışırmış.

Okulun yararlı olduğunu anlayan kuşlar ve sincaplar da yavrularını Ördek Okulu`na göndermeye başlamışlar. Sınıf yeni katılan yavrularla çok kalabalık olmuş. Ama, kalabalık bir sınıf olması, dersleri aksatmıyor, tam tersine herkes tüm dikkatini toplayarak yeşil başlı ördeğin anlattıkları dinleyip çık bile çıkarmıyormuş.

Sonunda horoz gelişmelere dayanamayıp okul bitiminde sallana sallana anne ödreğin yanına giden yeşil başlı ördeğin karşısına dikilmiş. Sesi de, davranışı da, Ördek Okulu`ndan hoşnut olmadığı belli ediyormuş.

- Seninle bu okul konusunu bir kez daha konuşmalıyız.

diye söze başlamış. Yeşil başlı ördek, horozun ne yapmak istediğini anlamış ama anlamamazlığa gelerek:

- Ne konuşacağız? Kiramızı ödüyoruz. Yavrular artık seni ve kümesini yaramazlıklarıyla rahatsız etmiyorlar. Herşey istediğin gibi değil mi?
- Hayır. Bence bana az kira veriyorsunuz.
- Ama kirayı sen belirlemiştin. Biz pazarlık bile yapmamıştık.
- Ben anlamam. Bundan böyle her ay üç çuval buğday vereceksiniz.
- Ama bu çok.
- O zaman kümesten çıkarsınız.
- Kümesten çıkarsak okul kapanır.
- Ben anlamam.

demiş ve yanlarından uzaklaşmış. Başını bir öne bir arkaya sallayarak keyifle kümesine doğru giderken yan gözle ördekleri süzüyormuş... Yeşil başlı ördek, horozun tavrına ve söylediklerine hem çok öfkelenmiş hem de çok üzülmüş. Öfkelenmiş çünkü horoz kıskançlık yapıyor, okulda yavruların öğrenim görmelerini istemiyormuş. Üzülmüş çünkü mal horozun, keyfi için kirayı arttırması yasalara aykırı değilmiş. Başı öne eğik anne ördeğin yanına değin gitmiş. Hem ders anlatmak, hem de kalan sürede horozun istediği kadar çok buğday bulmak olanaksızmış. Anne ördek gagasıyla, baba ördeğin yeşil başını okşamış:

- Kuşlardan ve sincaplardan yardım istersin. Onlar da yavrularını okula getirirken her gün taşıyabildikler kadar buğday getirsinler.

Baba ördek umutsuzca anne ördeğe bakmış:

- Bulabilirler mi bilmiyorum. Ama, bir denerim. Yoksa okulu kapatmak zorunda kalacağım.

Yeşil başlı ördek, ertesi gün kuşlara ve sincaplara konuyu açmış. Dili döndüğünce hem okulda eğitim vermenin hem de horozun istediği kadar çok buğday bulmanın olanaksız olduğunu, bu nedenle yardımlarına gereksinimi olduğunu anlatmış. Kuşlar ve sincaplar `Okul sürsün, yavrularımız eğitim görsün` diyerek her gün buğday getirmişler. Ay sonunda horozun istediğinden de çok buğday birikmiş. Horoza istediği üç çuval buğdayı vermişler. Kalanını başka aylarda, istenilen kadar buğday sağlayamazlarsa, kullanmak üzere saklamışlar.

Horoz okulun sürdüğünü, kiranın artması eğitimi engellemediğini görünce:

- Çıkın kümesimden.

diyerek gerçek emelinin ne olduğunu açık ve öz bir biçimde anlatmış. Yeşil başlı ördek, nedenini anlayamadığını söylemişse de horoz sözünden dönmüyor, kümesten çıkmalarını istiyormuş. Çevredeki tüm hayvanlar, kibirli horozu düşüncelerinden caydırmak için çok uğraşmışlar. Horoz kendi kümesine sığmadıklarını, bazı tavukları okul olarak kullanılar kümese taşıyacağını söyleyerek, düşüncesini değiştirmeyeceğini bildirmiş. Umutlarını yitiren diğer hayvanlar, üzüntü içinde anne ördeğin yanına gidip soruna bir çözüm aramak üzere sessizce bekleşmişler. Aslında hepsi birbirine bakıyor, birinin çözüm üretmesini (daha doğrusu konuşmasını) bekliyormuş. Yeşil ördek çevresinde sessizce ağlaşan öğrencilerine seslenerek:

- Artık okul yok. Kümese gidip eşyalarımızı toplayalım.

demiş üzüntülü bir sesle. Tüm öğrenciler küçücük adımlarının koşmakla yuvarlanmak arasında hızıyla okula gidip ders araçlarını, sıralarını ve kitaplarını toplamışlar. Kapının önünde ne yapmaya çalıştıklarını görmeye gelen horoza ters ters bakıp:

- Unutma. Yine okuyacağız. Sen bize engel olamazsın.

demişler. Yavrular, anne ördeğin yanına döndüklerinde gözlerinden sicil gibi yaş akmaktaymış. Tüm hayvanlar çok üzgünmüşler. İşte tam bu sırada kanatlarını çırparak gelen bir serçe, hayvanların hepsinin görebileceği bir yüksekliğe konmuş ve onlara seslenerek:

- Üzülmeyin. Tüm hayvanlara haber salabiliriz. Herkes yardım edince kendi okulumuzu kendimiz yapabiliriz. Eskiden kiraya karşılık buğday toplamak için çalışıyorduk. Şimdi çalı çırpı toplarız. Hepimiz yuva kurmayı biliyoruz. Bu kez tüm yavruları içine alacak kocaman bir yuva kurarız. Okul yapmak için çalışmaz mısınız?

Tüm hayvanlar sevinçle çığlık atıp, `Olur. Kendi okulumuzu kendimiz yapalım` diyerek dağılmışlar. Tüm hayvanlara haber uçurmuşlar. `Yuva kurmak için topladığınız çalılardan biraz da okul için toplayın` demişler. Tüm hayvanlar okulları için çevreden çalı çırpı toplamaya başlamışlar. Bir çoğu istenilen tür çalı bulamamış. Onlar da yuvalarından söktükleri çalıları getirmişler. Ağaçların arasından koşarak gelen hayvanların ve hızla uçan kuşların ağızlarında taşıdıkları çalılar anne ördeğin önünde birikmeye başlayınca, anne ördek yavrulara dönüp:

- Haydi yavrular. Boş durmayın bana yardım edin. Biz de getirilen çalılardan okulumuzu yapalım.

Yeşi başlı ördek ve yavrular kanatlarını açarak okulun yapılmasını için çalışmaya başlamışlar. Okulun duvarları hızla yükselmiş. İş çatıyı yapmaya gelince, kuşlar ördeklerin yerine geçip, çatıyı çalılarla kaplamışlar. Sincaplar onlara yardım etmiş. Kısacık bir günde okul tamamlanmış. Hem de, eski okullarından daha güzel görünüyormuş. Çünkü bu okulu kendi elleriyle yaptıklarından, onlara cennet gibi güzel görünüyormuş.

Horoz, bahçenin diğer ucundan, hayvanların ne yaptıklarını öğrenmeye çalışıyor, çitin üzerinde kıpırdamadan sonucu bekliyormuş. Arada başını sağa sola çevirip, göz ucuyla tavukların diğer hayvanlara yardım edip etmediğini izliyormuş. Zavallı tavuklar, horozdan korktukları için diğer hayvanlara hiç yardım etmemişler. Bahçeden dışarıya çıkmayıp, önlerine konan yemlerini yemişler...

Okulun yapımı tamamlanınca tüm yavrular okul gereçlerini yeni yapının içine taşımışlar. Çok çalışmaktan yorulmuş olmalarına aldırmadan arada şarkı bile söylemişler. Eksik kalmayınca, tüm hayvanlar okulun kapısı önünde toplanmışlar. Anne ördek:

- Yardımlarınızla okulumuzu tamamladık. Yarın her zamanki gibi eğitiminiz sürdürecek. Bugün yoruldunuz. Gidip dinlenin. Sakın yarın derse geç kalmayın.

Sevinçle çığlık atan öğrenciler:

- Evet! Kimse bize engel olamaz. Birlik olunca, baş edemeyeceğimiz sorun olmaz. Bunu kanıtladık.

demişler. Sonra tüm hayvanlar dağılıp yuvalarına dönmüşler. Anne ördek, yeşil başlı baba ördek ve yavruları, yeni okulun yanındaki yuvalarında huzur içinde uyumuşlar...

Sabah erkenden ötmeye başlayan horoz: `Yine sabah olduuuu...` derken sesindeki üzüntüyü gizleyememiş. Kuşların cıvıldamasını duyan yavrular koşuşarak yeni okullarına gelmişler. Neşe içinde okulun bahçesinde oyunlar oynamışlar. Sonra hepsi ders başlamadan sınıfta yerlerini almışlar. Yeşil başlı ördek, göğsünü kabartarak sınıfa girmiş. Yavrulara bakıp yutkunmuş. Sonra tok bir sesle:

- Günaydın

demiş. Yavruların hepsi birden incecik sesleriyle neşe içinde bağırmışlar:

- Günaydın öğretmenim...

Etiketler

Güzeller Güzeli Rosa Masalı

Güzeller Güzeli Rosa Masalı

Bir zamanlar uzak diyarlarda küçük bir kasabada dürüst ve çalışkan bir genç yaşarmış. Tüm gün ustasından öğrendiği gibi demir döver kasabanın tüm ihtiyaçlarını giderirmiş. Sutean adındaki bu genç adam herkes tarafından sevilen sayılan biriymiş.Bir gün dükkanına eski bir tencereyi tamir ettirmek isteyen hizmetçisi ile birlikte Rosa adında çok çok güzel bir kız gelmiş.. Sutean görür görmez bu kıza aşık olmuş, ama kız ona fazla yüz vermemiş. Tencereyi bırakıp dükkandan çıkmış. Güzel kızın ayrılması ile birlikte sanki dükkandaki ateş sönmüş; demirci Sutean`in kalbini buz gibi bir şey kaplamış. Güzel kızın kalbini kazanabilmek için bir çare aramaya başlamış. Ocağının başına oturmuş düşünürken bir parça demir almış ve onu şekillendirmeye başlamış. Çalıştıkça çalışmış ve ortaya çıkan şey şimdiye kadar yaptığı hiçbir şeye benzememiş. Eşi benzeri görülmemiş bir çiçek yapmış demirden... incecik yaprakları birbiri etrafında kapanan dünyanın en güzel çiçeğini... Sabah tencereyi almaya sadece hizmetçi kız gelmiş. Demirci Sutean üzülse de güzel kızı göremediği için tüm umudunu çiçeğine yüklemiş ve aşkının elçisi olarak göndermiş hizmetçiyle...güzel kız çiçeği görünce büyülenmiş, kalbi yumuşamış ve Sutean`in aşkına karşılık vermiş... Sutean güzeller güzeli kız ile evlenmek için kızın babasından izin almak üzere yaşadıkları şatoya gitmiş.Güzel kızın babası bir büyücüymüş, ve kızının sıradan bir adama, bir demirciye aşık olmasına çok öfkelenmiş. Bu ilişkiye hemen bir son vermeye yemin etmiş. Hemen orada Sutean`i öldürecek bir lanet okumaya başlamış ki, kızı dizlerine kapanıp onu engellemiş.bunun üzerine büyücü kurnazlığa başvurmuş; Sutean eğer sabaha dek şatonun etrafını demir bir çit ile çevirirse kızı ile evlenmesine izin verecek eğer başaramazsa güneş doğarken Sutean taşa dönecekmiş. Eğer korkuyorsa bir daha dönmemek üzere şatoyu terk edebileceğini söylemiş demirciye.. Demirci korkup da sevdiğini terk edebilecek biri değilmiş. Hemen işe başlamış, durup dinlenmeden çubuklar, teller hazırlayıp onları diziyormuş. Sabaha karşı büyücü demircinin çiti yetiştireceğini anlamış, ve onu engellemek için aklına bir kurnazlık daha gelmiş... kızının kılığına bürünmüş ve şarkı söylemeye başlamış. Şarkı öyle derin öyle güzelmiş ki... demirci çekicini bırakıp dinlemeye başlamış...Büyücü güneş doğana dek söylemiş. Güneş ışıkları penceresine vurduğunda güzel kız uyanmış, hemen pencereye koşmuş; çitin yarısı duruyormuş... demirciyi uyarıp güneş ışığından kaçırmak istemiş, ama geç kalmış.. Gün ışığı üzerine değer değmez genç adam taşa dönüşmüş...büyücü neredeyse mutluluktan uçmak üzereymiş. Babasının oynadığı oyunu gören kız çok üzülmüş, ve elinde demircinin hediyesi olan demir çiçek ile taşa dönüşmüş olan sevgilisinin yanına koşmuş. Ağlamış, ağlamış, ağlamış... göz yaşları taşı eritememiş, ama demirden çiçeği canlandırmış. Gözyaşları ile beslenen çiçek büyümüş, serpilmiş, tüm şatonun etrafını çevrelemiş. Demircinin tamamlayamadığı çiti çiçeği tamamlamış. Bu güzel çiçeği görüp beğenenler alıp başka yerlere de ekmişler ve böylece tüm dünyaya yayılmış. Güzeller güzeli Rosa`nin (Gül) anısına her yerde onun adı ile anılır olmuş

Etiketler

Kara Tren Masalı

 Kara Tren Masalı

Evvel zaman içinde bir orman varmış. Bu ormanın kenarından tren yolu geçermiş. Her gün bir tren kasabadan kente giderken bu ormanın yamacından geçermiş. Ormandaki hayvanlar treni çok severlermiş. Tren ormanın kenarına gelince düdüğünü öttürür haber verirmiş: Düüüüüütt!.. O zaman hayvanlar ormanın kenarına koşarlarmış. Tavşanlar, sincaplar kulaklarını sallayarak onu selamlarmış. Çiçekler bile başlarını sallar, kuşlar onunla yarışırlarmış. Trende keyifli keyifli çuf, çuf çuf çuf eder, puf puf puf diye dumanını çıkararak geçer gidermiş.

Bir gün kara karga, “Aman bıktım bu trenin sesinden” diye gecirmis icinden. Kargaların kendi sesleri çirkin olduğu için olacak, trenin sesini, güzel düdüğünü sevmemiş bizim kara karga. Sonra da gidip trene şöyle demiş: “Biz senin sesini sevmiyoruz öttürüp durma.”Tren bu işe çok üzülmüş. “Beni seviyorlar sanıyordum” demiş. Ertesi günü ormanın kenarına varınca her zamanki gibi düdük çalacakmış, ama karganın söyledikleri aklına gelince `düt` demiş kesmiş düdüğü. Sonra da kimse duymasın diye çok, ama çok yavaş geçmiş gitmiş: Çuf, çuf, çuf, puuuuff… dumandan anlamış ormandakiler trenin geçtiğini hemen koşmuşlar ama yetişememişler. Tren o kadar yavaş gitmiş ki kente geç gelmiş. Makinistler merak etmişler. Acaba bir arıza mı var diye. Oysa tren yavaş gittiği için gecikmiş.Ertesi gün tren ormanın kenarına gelince düdüğünü hiç çalmamış. Sonra da “düdük çalmadan, ormandakileri görmeden ne diye gideyim, hiç gitmem” demiş. Orada durmuş kalmış. Kentte beklemişler. Tren gelmemiş. Makinistler “Dünden belli oluyordu, arıza yaptı herhalde” demişler. Yeni bir lokomotif çıkarmışlar ve treni kasabaya geri çekmişler. Ertesi gün trene bakmaya karar vermişler.Bu sırada ormandakiler toplanıp aralarında konuşmuşlar. Treni özledik ne yapsak, diye düşünmüşler. Kuşlar ağlamışlar. Bize darıldı diye üzülüyorlarmış. Kara karga olanları görünce yaptığı yanlışı anlamış. “Sanırım siz seviyordunuz. Oysa ben ötmemesini söyledim. Ama üzülmeyin gider kendim anlatırım.” demiş ve ormanda herkes seni çok seviyor ve sen geçmediğin için üzülüyorlar.Kara tren bunu duyunca çok sevinmiş. “Yarın geleceğim git söyle” demiş.Ertesi gün makinistler gelmişler. Trende hiçbir arıza bulamamışlar. Çok şaşırmışlar. Yağlanması gerektiğini düşünmüşler. Treni bir güzel yağlamışlar. Sonra da yola çıkarmışlar. Tren koşa koşa ormana gelmiş. Gelince de uzun bir düdük çalmış. Düüüüüüüüüü…üüüüüü…..üüüüüüüt. Sincaplar, tavşanlar, kuşlar koşmuşlar trene, trende gene çuf çuf çuf, diye keyifle giderken puf puf puf, diye dumanını taa göklere salmış. O gün kente tam vaktinde varmış ve bir daha hiç bozulmamış.

Etiketler

Aslanın Sarayı Masalı

 Aslanın Sarayı Masalı

Aslan ormandaki hayvanları sarayına davet etmiş. Hem onlarla tanışmak, hem de ormanın sorunlarını konuşmak istiyormuş.

İlk olarak içeri giren ayı saraydaki kokuyu beğenmemiş. Eliyle burnunu tutup yüzünü buruşturmuş. Ağzından da “Öffff çok pis kokuyor.” Sözleri dökülmüş. Aslan bu işe çok kızmış. Sarayını kötüleyen ayıyı bir pençede yere serip öldürmüş.

İkinci olarak sarayı giren maymun olanları gördüğü için “Efendim sarayınız mis gibi kokuyor.” Aslan maymuna da kızmış. Abartıyor, bana şirin görünmek istiyor diyerek bir pençede maymununda işini bitirmiş.

Bütün bu olayları gören tilki aslanın huzurunda tek bir söz bile söyleyememiş. Bu kez aslan sormuş. “Söyle bakalım sarayımı beğendin mi? Kokusu nasıl?
Tilki işi kurnazlığa vurarak. “Sayın kralım ben bu günlerde nezle olmuşumda burnum koku almıyor.” Demiş.

Etiketler

Ağaçların Gövdelerini Kemiren Tavşan Masalı

Bir varmış bir yokmuş, hayvanların başından geçenler dağdan taştan, ormanlardaki ağaçlardan daha çokmuş. İşte bugünlerden birinde, güzel bir sonbahar sabahı kaplumbağayla tavşan yolda karşılaşmış; “Yolun nereye böyle kaplumbağa kardeş” demiş tavşan. “Hava öyle güzel ki, şöyle bir dolaşmaya çıktım. Ama madem kısmetimizde bugün karşılaşmak varmış, bu güzel gün farklı olsun, eğlence düzenleyelim.” Hemen bir tekne bulmuşlar ve pirinç unundan hamur yapmaya başlamışlar. Amaçları börek yapmakmış. Ama beraberce çalışırken, tavşanın aklı fikri kaplumbağayı kandırmakmış, sürekli onu nasıl kandırabileceğini düşünüyormuş.Çünkü o böreğin hepsini tek başına mideye indirmeyi planlıyormuş. Düşünmüş taşınmış ve sonunda kaplumbağaya şöyle demiş: “Kaplumbağa kardeş bence şöyle yapalım;bu tekneyi tepeden aşağıya yuvarlayalım, kim daha önce yakalarsa böreği o yesin.” Kaplumbağa önce kesinlikle bu bahse girmek istememiş.Çünkü çok hızlı bir hayvan olan tavşanın , onu yarışta geçeceğinden eminmiş.Ama tavşan o kadar ısrar etmiş ki, sonunda kaplumbağa da olur demek zorunda kalmış. Bu arada da aklına bir kurnazlık gelmiş. Bir ara tavşan ona bakmazken, börek yapışmasın diye teknenin içine su serpmiş. Sonra tavşan tekneyi tepeye taşımış, aşağı doğru yuvarlamış ve arkasından nefes nefese koşmaya başlamış. Öylesine heyecanla koşuyorymuş ki, böreğin tekneden düşüp bir ağaca yapıştığını görmemiş bile. Kaplumbağa ise yavaş yavaş tepeden aşağı iniyormuş. Ağacın yanına gelince de böreği yemeye başlamış. Tavşan sonunda tekneyi yakaladığında bir de bakmış ki börek yok! Hemen tekrar tepeye doğru koşmaya başlamış. Ta uzaktan kaplumbağanın böreği afiyetle yemeye başladığını görmüş. Tavşan, girdikleri bahse göre böreği ilk yakalayanın yiyeceğini biliyormuş Yapacak bir şeyi yokmuş. Ama karnı da çok aç olduğundan yalvarmaya başlamış; “Canım kaplumbağa…Üst tarafını sen ye, ama alt tarafını bana bırak ne olursun…” “Alt tarafını üst tarafını bilmem, bu börek biraz çiğ ama yine de çok lezzetli olmuş” demiş kaplumbağa. Böylece hepsini yemiş, silimiş süpürmüş. Karnı da patlayacak gibi doymuş ve tavşana dönüp şöyle demiş: “Sevgili tavşan kardeş. Bu gerçekten de çok güzel bir ziyafet oldu. Çok teşekkür ederim, istersen seneye tekrar ederiz.” Sonra da evine gitmiş. Tavşanın ise ağzının suyu akıyormuş. Çünkü karnı gerçekten çok açmış. Ağacın üzerinde biraz börek kırıntısı olduğunu görünce orayı kemirmeye başlamış. İşte, tavşanlar o gün bu gündür ağaçların kabuklarını kemirmeyi çok severler.

Kötü Kalpli Büyücü Masalı

 Kötü Kalpli Büyücü Masalı

Eskiden ülkelerden birinde yoksul bir adam yaşarmış. Fakat bu yoksul adamın karısı ay ışığı kadar güzelmiş. Birbirlerini çok severler, mutluluk içinde yaşarlarmış. Ama hiçbir kederin gölgelemediği bu mutluluk fazla uzun sürmemiş. Günün birinde o yörenin en kötü kalpli büyücüsü genç kadını görmüş ve görür görmez de aşık olmuş.

“Ne olursa olsun ben bu kadına sahip olmalıyım!” diye de karar vermiş. Planını uygulamak için de kocasının kılığına girmiş. Büyücü olduğu için bu iş hiç de zor olmamış. Tıpatıp benziyormuş yoksul kocaya. Evlerine gitmiş.
“Defol buradan bu benim evim!” diye bağırmış büyücü. Asıl koca çok şaşırmış karşısında aynen kendisine benzeyen birini görünce. Sevgili karısı ise ne yapacağını, kime hak vereceğini bilememiş. Çünkü iki adam da aynıymış!


İki koca adayı kavga etmeye başlamışlar. Kadın bir birine, bir diğerine yardım ediyormuş. Sonunda köyün bilgesinin önüne çıkarmışlar onları, ikisi de kadının asıl kocasının kendisi olduğunu iddia ediyor diğerini sahtekarlıkla suçluyormuş. Ak sakallı bilge biraz düşünmüş: “Bir deneme yapmamız lazım. Sonra karar vereceğim. Şu sandığı görüyor musunuz? İkiniz de sırayla bu sandığı şu dağa çıkarıp, geri getireceksiniz.”

Sandığın içinde bilgenin adamı varmış. Önce asıl koca sırtlamış sandığı. Yokuşta nefes nefese kalmış, kendi kendine konuşmaya başlamış:
“Allahım! Nereden çıktı bu bela başımıza! Ama olsun gerekirse bu sandığı yedi kere bu dağa çıkarırım. Yeter ki, karımı kaybetmeyeyim!”
Ardından büyücü sandığı yüklenmiş. Yokuşta o da konuşmaya başlamış: “Bu sandık da ne kadar ağırmış! Ama olsun. O kadını elde etmek için daha ağırını bile taşırım.”

Bilgenin sandıkta saklı adamı dönüşte her şeyi anlatmış. Bunun üzerine bilge bir büyücüyle karşı karşıya olduklarını hemen anlamış, şöyle demiş:
“Kim şeker kamışının içinden geçebilirse, bu kadının asıl kocası odur.” Gerçek koca saçını başını yolmaya başlamış. Tabii zavallı, kamışın içinden geçemeyeceğini biliyormuş. Öteki ise, “nihayet kadın benim karım olacak” diye sevinip, kamışın içine girivermiş. Ama daha kamışın içindeyken bilge kamışın iki uçunu balçıkla kapatmış ve büyücüyü kamışın içine hapsetmiş! Bütün ülke kötü bir büyücüden kurtulmuş. Birbirlerini çok seven karı koca da mutluluk içinde yaşamaya devam etmişler

Etiketler

Fare İle Deve Masalı

 Fare İle Deve Masalı

Bir fare bir devenin yularını eline almış; kibirle “Durma, yürü bakalım” demiş.Uysal deve yürümeye başlamış. Fare de kendini pehlivan sanmış.Deve farenin düşüncesini anlamış ve içinden “Sabret, şimdi ne olduğunu görürsün ” demiş.Birlikte yürümüşler. Gide gide ancak bir filin geçebileceği büyük bir nehre gelmişler. Fare orada durakalmış.Deve “Ey şamatacı arkadaşım! Niye durdun? Neden şaşırdın? Hadi nehirde yürü bakalım. Sen benim kılavuzumsun. Hadi hızlı yürü” demiş. Fare “Ya nehrin suyu derinse, batıp boğulmaktan korkarım” diye cevap vermiş. Deve “Ben suyu bir kontrol edeyim” diyerek hemen suya yürümüş ve ayağını daldırmış. Sonra “Su dize kadar. Niçin böyle şaşırdın? Aklın başından gitti!” diye sormuş. Fare “Bana ejderha olan sana karınca gibi gelir. İki diz arasındaki fark açıkça belli. Su senin dizine kadarsa, benim başımı yüz arşın geçer” demiş. O zaman deve “Öyleyse bir daha böyle küstahlık etme. Yoksa çok sıkıntı çekersin. Kendin gibi farelere karşı kibirlen” demiş. Fare “Çok pişman oldum. Özür dilerim. Sudan geçmek için bana yol gösterir misin?” deyince deve acıyıp “Haydi hörgücüme sıçra” demiş.Fare devenin hörgücüne sıçramış ve birlikte nehrin karşı kıyısına geçmişler.

Etiketler

Obur Kaplumbağa Masalı

 Obur Kaplumbağa Masalı

Bir varmış, bir yokmuş,

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde,

Allah’ın yarattıkları buğday tanesinden çokmuş.

Kimi kavak gibi uzun, kimi kabak gibi tombulmuş, Kimi yürürken tıs tıs eder, kimi kuş gibi uçarmış.

Yeşil mi yeşil, güzel mi güzel bir orman içinde iki arkadaş kaplumbağa yaşarmış. Birinin adı Meyşa diğerininki ise Tişni imiş. Meyşa ile Tişni çok iyi arkadaşmış.

Meyşa hareketli, yardımsever, çalışkan, dost canlısı bir kaplumbağaymış. Tişni ise tembel, dünyayı umursamayan, herkesten uzak durmayı seven bir kaplumbağaymış. Tek ar­kadaşı Meyşa imiş. Meyşa ve Tişni her akşam aynı ağacın altında buluşurlarmış.

Meyşa her gün sabah uzun uzun yürür, yolda gördüğü hayvan­larla tanışır, arkadaş olurmuş. Tisni’ninse her gün yaptığı tek şey bol bol yemek yemek ve uyumakmış.

Meyşa, Tişni’ge devamlı olarak;

— Haydi, Tişni sen de biraz gez, hareket et, çok şişmanla­dın, dermiş. Tişni ise;

— Biz kaplumbağalar zaten yavaş hayvanlarız; bizim ha­reketimizden ne olacak, diyerek yatarmış. Sürekli yemek ye­diğinden çok obur bir kaplumbağa olup çıkmış. Bulduğu her otu yiyormuş. Meyşa ona;

— Her otu yeme zehirlenirsin, dermiş ama o bildiğinden hiç şaşmaz, kimsenin sözüne kulak asmazmış.

Bir gün Meyşa, Tişni’yi ormanda gezmeye ikna etmiş. Bir­kaç adım gidince Tişni “Yoruldum!” diye şikâyet etmiş.

Dinlenmek için bir yerde durmuşlar. Sürekli boğazını düşünen Tişni, yiyecek bulmak için etrafa bakmaya başlamış. Daha önce görmediği kırmızı meyveli bir sarmaşık görmüş. Yemek için meyvelere doğru ilerlemiş. Meyşa;

_ Hayır, Tişni onları yememeliyiz. Ne olduğunu bilmiyo-

ruz, zararlı olabilirler, demiş.

_ Baksana kırmızı kırmızı meyveler. Ne kadar da güzel

Görünüyor, gel sen de ye, demiş Tişni,

Meyşa yememesi için çok yalvardıysa da Tişni’yi vazge-

çiremernis. Tişni hem yiyor hem de Meyşa’yı;

— Gel gel, sen de ye çok lezzetli, diye çağırıyormuş.

Tişni tıka basa yedikten sonra uyumaya gitmiş. Daha yeni uykuya dalmış ki dayanılmaz bir karın ağrısiyla uyanmış.

Meyşa, arkadaşının yanına koşmuş; ama elinden gelen hiçbir şey yokmuş. Tişni karın ağrısıyla kıvranıyormuş. Meyşa ne yapacağını şaşırmış. Aklına arkadaşı geyiği çağırmak gel­miş. Geyik hastalıklardan anlarmış. Koşa koşa geyiğin yanı­na gitmiş. Tişni’nin başına gelenleri ona anlatmış. Geyik şifalı otlardan bir ilaç hazırlamış. Tişni’ye bunu içirmiş.

Tişni o günden sonra bir daha asla bilmediği yiyecekleri yememiş. Meyşa ile birlikte her gün ormanda uzun yürüyüş­ler yapmış. Meyşa artık onun çok yemesine de engel oluyor­muş. Tişni şişmanlıktan kurtulmuş, sağlıklı bir kaplumbağa ol­muş. İki arkadaş ormanda uzun yıllar yaşamışlar.

Etiketler

Fareli Köyün Kavalcısı Masalı

Fareli Köyün Kavalcısı Masalı

Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde develer tellalken, pireler berberken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallarken; ülkenin birinde bir köy varmış. Halkı mutluluk içinde yaşarmış. Günlerden bir gün köyün bütün evlerine fareler dolmuş. Binlerce fare köyün sokaklarında, evlerde dolaşıyorlarmış. Yatak odasına gitseler, mutfağa girseler farelerden geçilmiyormuş. Ne bulurlarsa yiyorlarmış. Halk ne yapacağını şaşırıp kalmış. Köy muhtarından bu işe bir çare bulmasını istemişler. Muhtarın da elinden bir şey gelmiyormuş. Böylece köyün adına fareli köy denmiş. Fareli köyün çocukları da, bu pis yaratıklarda bıkmışlar.

Bir gün fareli köye bir çalgıcı gelmiş. Muhtara: `Eğer bana bir kese altın verirseniz, köyü farelerden temizlerim.` demiş. Bütün köy halkı bu habere sevinmişler. Aralarında hemen çalgıcının istediği bir kese altını toparlamışlar ve muhtara teslim etmişler. Halkın tek istediği bu farelerden kurtulmakmış.

Çalgıcı isteğinin kabul edildiğini öğrenince başlamış kavalını çalmaya. Kavaldan öyle tatlı, öyle güzel sesler çıkıyormuş ki, fareler saklandıkları yerlerden akın akın çıkarak çalgıcının yanına geliyorlarmış. Kısa bir sürede çalgıcının etrafı binlerce fare ile dolmuş. Köydeki bütün farelerin çalgıcının etrafında toplandığı sırada çalgıcı yürümeye başlamış. Köye gelirken gördüğü dereye doğru yürümüşler. Çalgıcı önde kavalını üflüyor, fareler peşinden geliyormuş. Çalgıcı dere kenarına gelince suyun içine yürümüş. Derede o kadar çok su varmış ki ama çalgıcı karşı kıyıya geçmiş. Farelerde peşinden gelmek isteyince dereye düşen fare suda boğulup ölmüş. Bütün fareler ölünceye kadar çalgıcı kavalını öttürmeye devam etmiş. Çalgıcı bütün farelerin öldüğünü görünce ödülü olan bir kese altını almak için hemen köye geri dönmüş.

Fareleri yok eden başarısından sevinç duyduğu için, emin adımlarla yürüyormuş. Sonunda köye varınca: `Bir kese altınımı alırım. Bu altınlarla şehre gider, işimi kurarım. Bende zengin insanlar arasına katılır ve rahat yaşamaya başlarım` diye düşünmüş. Bu düşüncelerle muhtarın yanına varan çalgıcı muhtardan ödülünü istemiş. Muhtar oyun bozanlık yapmış. `Nasıl olsa farelerden kurtulduk, bir kese altını vermesem olur` diye düşünmüş. Çalgıcıya çeşitli nedenler göstererek altınlarını vermemiş.

Çalgıcı kandırıldığını anlayınca: `Ben size bir oyun oynayayım da görün` demiş. Başlamış kavalını çalmaya. Kavalın sesini duyan bütün çoçuklar çalgıcının yanına koşmuş. Çalgıcıda hem kavalını üflüyor, hemde yürümeye başlamış. Köyün bütün çocuklarıda kavalcının peşinden gitmişler. Köyde hiç çocuk kalmamış. Analar babalar kara kara düşünmeye başlamışlar.

Köylüler muhtara gidip: `Ne yapacağız, ne edeceğiz. Sen çalgıcının hakkı olan bir kese altını vermeliydin. Bak şimdi çocuklarımızı aldı götürdü` demişler.
Kavalcı kızgın kızgın, peşinde çocuklarla birlikte ormana varmışlar. Ormanda bir ağacın altında dinlenirken aklına tekrar muhtara gitmek altınlarını bir daha istemek gelmiş. O sırada telaşla yerinden kalkınca kavalını almayı unutmuş. Sihirli kavalı bulan bir çocuk, arkadaşlarının yanına gelmesi için başlamış çalmaya. Kavalın sesini duyan çocuklar hemen ormanda toplanmışlar. Hemen köye, annelerinin babalarının yanına dönmeyi düşünmüşler. Kavalı bulan çocuk köyün yolunu biliyormuş. Kavalı çalan çoçuk önde diğerleri arkasında köye geri dönmüşler. Anneleri, babaları çok sevinmişler. Şenlikler düzenlemişler. Kırk gün kırk gece bayram etmişler.

Tabi bu sırada da köylüler muhtarı azarlamışlar. Çalgıcının hakkını vermesini söylemişler. Hakkını alan çalgıcıda hayallerini gerçekleştirmek için köyden ayrılmış. Onlar ermiş muradına, biz gidelim diğer masalları okumaya.

Etiketler

Kar Tanesi Masalı

Kar Tanesi Masalı

Bir varmış,bir yokmuş...

Eski çağlarda, kuzey ülkelerinden birinde, ormanlar içindeki küçük bir köyde, Daniel adında bir çiftçi ve Anna adındaki karısı yaşıyorlarmış. Artık genç sayılmayacak yaşa gelmiş oldukları halde, Daniel ve Anna`nın çocukları yokmuş.

Halleri vakitleri yerinde olduğundan, çocuksuz olmak, karı kocayı çok üzmekteymiş. Ama her ikisi de iyi kalpli insanlar oldukları için, yalnızlıklarını gidermek için türlü yollara sapar, huysuz ihtiyarlar gibi yaşamazlarmış.

Daniel ve Anna, köyün bütün çocuklarına sevgi gösterir, her fırsatta komşu çocuklar için pastalar yapar, onları evlerinde misafir eder ve ağırlarlarmış. Ayrıca evlerinde altı tane kedi, dört tane de köpekleri varmış. Yalnız ev hayvanlarına değil, ormanda yaşayan yaratıklara da iyi davranırlarmış. Bütün bunlara rağmen, yaşlı karı koca, bir çocukları olsa daha da mutlu olacaklarını düşünmekten kendilerini alamazlar mış.
Bir kış günü, Daniel ve Anna`nın yaşadıkları köyü karlar kaplamış. O kadar kar yağmış ki,evlerin kapıları dışarda biriken kar yüzünden açılamaz olmuş. Çiftçiler bütün kış hazırlıklarını yazdan yapmış oldukları için evlerine çekilmiş, burunlarını bile dışarı çıkarmıyor, gürül gürül yanan ocaklarının karşısın da oturup pencerelerinden dışarı bakıyorlarmış. Çiftçi çocukları ise, kar yağmaya başlayınca sabırsızlan mışlar.Bir önceki senenin kışında kar ve buzla kaplı oyun yerlerinde oynadıkları oyunları hatırlıyor ve dışarı çıkmak istiyorlarmış.

Nihayet ertesi günü kar dinince artık çocukları evde tutmak mümkün olmamış. Her tarafı diz boyu karla kaplı olan bahçeler, sabahın erken saatlerinde irili ufaklı çocuklarla dolmuş. Kimisi kar topu oynamaya, kimisi kayak kaydırmaya, kimisi de kardan adam yapmaya başlamış.
Daniel ve Anna pencerelerinden çocukları seyrederken kendileri de dışarı çıkıp karlar arasında oynamak hevesine kapılmışlar. Üstlerine kalın elbiseler giyip bahçeye çıkmışlar.

Yumuşak, temiz bir halı gibi ayakları altında ezilen karın içinde gezmek bile başlı başına bir eğlen ceymiş. Karı koca, arkalarından köpekleri koşturarak bahçede kovalamaca oynamışlar.
Bir müddet sonra yorulmaya başlayınca daha az hareketli bir oyun oynamaya karar vermişler. Komşu bahçede çocukların yaptığı kocaman bir kardan adama gözleri ilişen Anna, ellerini çırparak bağırmış:
--Daniel buldum... Değişiklik olsun diye biz de kardan bir kadın yapalım.
Daniel başını sallayarak itiraz etmiş:
--Hayır... Kardan bir çocuk yapalım.
Anna bu fikri çok beğenmiş. Hemen küçük bir kartopunu yerde yuvarlayarak büyütmüş ve bir kenara ayırmışlar. Bir yuvarlak kartopuna küçük kol ve bacaklar uydurmak için karları avuçlayıp şekil vermişler. Sonra daha küçük bir kartopundan da baş yapıp gövdenin üstüne oturtmuşlar. Usul usul kar parçasını yontarak kardan güzel bir çocuk yapmışlar. Çocuğun gözleri yerine iki yuvarlak kömür parçası, burnu yerine koni şeklinde bir küçük havuç, saçı yerine de bir tutam siyah at kılı yapıştırmışlar. O zaman kardan çocuk daha da güzelleşmiş.

İşin sonlarına doğru üşümeye başladığı için artık içeri girmeyi düşünen Anna,birden elinin üstünde ılık bir nefesin sıcaklığını hissetmiş. Hemen başını çevirip bakmış. Bir de ne görsün?.. Küçük kardan çocuğun gözleri beyaz karların arasında pırıl pırıl parlayıp dönmüyor mu?

Anna heyecanla kocasına seslenmiş:
--Daniel.. Hayal mi görüyorum? Bu kardan bebeğin gözleri oynuyor gibi geldi bana..
Ama Anna hayal görmüyormuş, gerçekten de kardan çocuk canlanmış. Daniel kollarını kardan çocuğun boynuna dolayıp onu sevmek isteyince, parmaklarının değdiği yerlerden, inceli kalınlı, sıva gibi kar parçacıkları dökülmüş. Bu döküntüler, tıpkı bir yumurtanın kabuğuna benziyormuş. Kabukların için den küçük, çok güzel bir kardan bebek çıkmış. Bebek gülüyor, sesler çıkarıyor ve kıpırdanıyormuş. Anna hemen atılıp bebeği etekliğine sarmış:

--Çabuk içeri gidelim Daniel, diye bağırmış. Tanrı dileğimizi kabul etti ve bize bir çocuk verdi. Ama onu hiç kimseye göstermeyelim. Köy halkı kardan yaptığımız bir bebeğin canlandığını duymasın..
Heyecanla hemen evlerine kapanmışlar. Kardan kızlarının adını `kar tanesi` koymuşlar. Bu isim ona çok da yakışıyormuş, çünkü bütün vücudu kar kadar beyaz olan bebeğin yalnız saçları ve gözleri siyahmış. Kar tanesi o kadar çabuk büyüyormuş ki bir hafta içinde on üç yaşlarında bir kız kadar gelişmiş, büyümüş. Anna komşu kadınlara kar tanesini yeğenleri olarak tanıtmış. Kar tanesi gün geçtikçe büyüyor, güzelleşiyor ve bütün köylüler tarafından çok seviliyormuş. Her gün köyün çocukları kar tanesiyle oynamak için evlerine geliyormuş.

Bahar ayları yaklaştıkça, çocuklar başka oyunlar oynamaya başlamış. Ama kar tanesi kışın olduğu kadar neşeli görünmüyormuş. Durumu farkeden Anna ve Daniel telaşlanmaya başlamışlar, çünkü kar tanesi artık her zamanki gibi yemek de yemiyormuş. Anne ve baba çocuğa sordukları halde bir cevap alamamışlar. Kar tanesi bahar boyunca gölgeli ve serin yerlerde tek başına dolaşmış ve her gün biraz daha solmuş. Yaz ayları gelip çattığında ise kar tanesi evden dışarı çıkmak istemiyor, davetleri reddediyormuş.

O ülkede her sene yaz ortası büyük bir bayram yapılırmış. Yaz bayramı günü gelince, Daniel ve Anna, yanlarına kar tanesini alarak bayram yerine gitmişler. Ormanın orta yerinde, ağaçlık ve çimenlik bir alana yerleşmişler. Bütün köy halkı ordaymış. Herkes gülüp oynuyor, eğleniyormuş. Yalnız kar tanesi günün güneşli olduğu saatler boyunca hiç bir eğlenceye katılmamış. Serin bir ağaç gölgesinde oturmayı tercih etmiş. Ortalık karardığı zaman, arkadaşları gelip kar tanesini saklandığı yerden almış ve oyuna götürmüşler. Ormanın açıklık bir yerinde kocaman bir ateş yakılmış. Bütün çocuklar ateşin üstünden atlayarak sevinç çığlıkları atmaya başlamışlar.

Kar tanesi bu oyunu seyretmekle yetinmiş. Arkadaşlarına katılmayı düşünmüyormuş ama öbür kızlar zorla kar tanesini ateşin yanına götürmüşler. Sıra kar tanesine gelince, arkalarından gelen bir `Ahh` sesi duymuşlar. Dönüp bakınca hiç bir şey görememişler. Kar tanesinin aralarında olmadığını görünce onun ailesinin yanına gittiğini sanmışlar. Oysa bu sırada Daniel ve Anna da kar tanesini arıyorlarmış. Bütün bir gece herkes kar tanesini aramış ama bulamamışlar. Üzüntü içinde evlerinin yolunu tutmuşlar.

Bir gece, kar tanesinin kayboluşundan bir ay kadar sonra, Anna`nın uykusu kaçmış. O sırada korkunç bir fırtına başlamış. Rüzgar çatıları sarsıyor, pencereleri çarpıyormuş. Hava birden bire soğumuş Karı koca oturup fırtınanın dinmesini beklerken, pencereden bir tıkırıtı duyulmuş. Ne olduğunu anlamaya çalışan Anna ve Daniel, kar tanesini pencereden kendilerine bakarken görmüşler. Hemen koşup kızlarını içeri almak istemişler, ama kız gülerek karşı koymuş. Onlara demiş ki:
--Ev çok sıcak. Sizin çok sevdiğiniz yaz aylarından ben hoşlanmıyorum. Ben kardan yapılmış olduğum için sıcağa dayanamıyorum. Yaz bayramında ateşin üstünden atlarken eriyip yok olmuştum. Benim için ne kadar üzüldüğünüzü gördüğüm halde, gelip sizinle birlikte yaşayamadım. Bu günkü fırtına benim amcamdır. Ondan rica ettim, havayı biraz soğuttu. Ben de sizi görmeye geldim. Yaz aylarında sizinle birlikte oturmama imkan yok. Ama kış gelip de ilk kar düşünce, kardan bir çocuk yaparsınız, yine sizin yanınıza gelirim.

Bu sözleri gözleri yaş dolu olarak dinleyen Anna, kış gelene kadar beklemeye razı olmuş. Ama Daniel`in aklına daha iyi bir fikir gelmiş.

--Senin bütün korkun sıcak havalardan ve güneş ışığından değil mi kar tanesi? diye sormuş. Kız evet demek ister gibi başını sallamış. O zaman Daniel şunları söylemiş.

--Öyleyse yarından tezi yok, evimizi ve tarlalarımızı satıp, daha kuzeyde, daha soğuk bir yere taşınıyoruz. Kışın yılda on ay sürdüğü o kuzey ülkelerinde, yaz aylarında bile kar vardır. Orada bizimle beraber yaşarsın değil mi?

Bu fikir kar tanesinin çok hoşuna gitmiş. Sevinçle ellerini çırpmış.

Aradan bir ay geçtikten sonra, Daniel ve Anna, kuzeyde, soğuk bir yere, halkı balıkçılık ve avcılıkla geçinen bir köye taşınmışlar. Aynı gün, kar tanesi onların yanına gelmiş. Hep birlikte yaşamış ve ömürlerinin sonuna kadar mutlu olmuşlar.

Bu masaldan alınacak ders: Eğer insanlar çok güçlü bir sevgi bağıyla birbirlerine kenetlenmişlerse; birlikte olabilmek ve mutlu yaşayabilmek için önlerine çıkan her engeli kolayca geçerler.

Etiketler

Maymun Peri Masalı

 Maymun Peri Masalı

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde güzel ülkelerden birinde, bir padişah yaşarmış üç erkek evladıyla birlikte. Evlatları büyümüş, yakışıklı birer delikanlı olmuş yıllar geçince. Derken, padişah oğullarının mürüvvetini görmek istemiş:

“-Hadi evlatlar, buyurun evlenin” demiş. Demiş de, üç delikanlı, evlenecek kız görememiş çevrelerinde.

“-Hani padişah babamız, kısmetimiz nerede?” diye sormuşlar, evlenecek kimsecikler bulamayacakları endişesiyle. Padişah bu, bütün düğümleri çözmek onun görevi. Düşünmüş nerede, nasıl bulabilir evlatlarının kısmetini. Sonunda karar vermiş, üçünü de çağırtmış yanına. Birer ok ile yay uzatmış onlara:



“-Atın bu okları. Okunuz kimin avlusuna düşerse, size o adamın kızını alacağım” demiş. Delikanlılar arasında bir heyecan rüzgarı esmiş. Ama delikanlı değiller mi? Yayı gererken elleri titrer mi?…Titrememiş tabii.

İlk atışı büyük oğlan yapmış. Oku bir atmış, pir atmış. Ok gitmiş gitmiş , vezirin evinin avlusuna düşmüş.Padişah hemen vezire adamlarını göndermiş, kızını istetmiş. Vezirin kızı pek güzelmiş.Güzel olduğu kadar elinden iş de gelirmiş. Kırk gün kırk gece süren düğün dernek ile büyük oğlan ile vezirin kızı, mutlu mesut dünya evine girmiş.

Derken sıra ortanca oğlana gelmiş.Ortanca oğlan da okunu atmış. Ok yaydan bir fırlamış, kaşla göz arasında vekilin evinin avlusunu boylamış. Padişah hemen oraya da adamlarını salmış. Vekilin kızı da alınmış. Vekilin kızı da vezirin kızını aratmıyormuş hani. O kapkara ceylan bakışlı gözleri, o kapkara kıvrım zülüfleri. Bir bakan bir daha dönüp bakar, bakışları çok can yakarmış. Kırk gün kırk gece düğün dernek,ortanca oğlan ve vekilin kızı için de yapılmış, düğünün güzelliği de dillerde yankılanmış.

Sonunda sıra küçük oğlana gelmiş. Küçük oğlan almış okunu, şöyle güzelce germiş yayını. Gerilen yayı değil, gönül teliymiş sanki.Tam bırakacak, oku, kaçıp kısmetini bulacak, güneş bulutların arasından başını uzatmış, küçük oğlanın gözünü almış. Oğlan bir an ne olduğunu anlamamış, gözleri kamaşmış, tam o sırada ok yaydan kurtulmuş, almış başını, taa ormana doğru fırlamış. Sonra ağaçların arasına düşmüş kalmış. Küçük oğlan hemen ormana koşmuş, okunu bir maymunun elinde bulmuş. Maymun bir yandan oku kemiriyor, bir yandan da küçük oğlana gülümsüyormuş.

Tam o sırada büyük ve ortanca oğlanlar gelmişler kardeşlerinin peşi sıra. Bir maymun görüverince karşılarında, gülmeye başlamışlar. Bu maymun senin kısmetin, bu maymunla evlenmek zorundasın diye, kardeşlerini maymunla evlenmek zorunda bırakmışlar. Küçük oğlan kimselere gösterememiş eşini. Ormanda maymunla birlikte yaşamaya başlamış. Ama ağabeyleri rahat durmamış:

“-Babamız evinize gelmek istiyor” diye küçük oğlanı kandırmış. Bunu duyan küçük oğlan, karısı maymunun yanına varmış:

“-Babam evimize gelmek istiyormuş, ne yapacağız?” diye dert yanmış. Maymun hiç telaşlanmamış:

“-Babana, istediğin adamlarını al ve filan dağa git de” demiş. Padişah, söylenen dağa gitmiş. Beraberinde adamlarını da getirmiş.Bir de bakmışlar dağda, her birinin atı için bir altın kazık çakılı. Yemek vakti sofra ise, kurulabilecek bütün sofralardan farklı. Yemekler altın tabaklarda, altın çatallar kaşıklar yanlarında. Böyle yemek yemek pek de keyifliymiş ya, yemek bittikten sonra da herkesin yediği tabak, atını bağladığı kazık kendine kalınca keyifler katlanmış, ağabeyler şaşırmış.

“-O zaman” demişler “babamızın, eşlerimizi de çağırmasını isteyelim. Maymun geldiğinde biraz gülelim.”

Gerçekten de çok geçmemiş, padişah oğullarını eşleriyle birlikte saraya davet etmiş. Küçük oğlanın paçaları tutuşmuş bu davet karşısında. Yine soluğu almış maymun karısının yanında:

“-Şimdi ne yapacağız, babam çağırıyor” demiş. Maymun sonunda beklediği gün geldiği için heyecanlı ama görünüşte oldukça soğukkanlı, kocasının , misafir ağırladıkları dağa çıkıp “Gülnar” diye bağırmasını istemiş. Küçük oğlan, denileni yapmış;

“-Gülnaar” diye bağırmış. Karşısına öyle bir peri çıkmış ki, dayanamamış, bayılmış. Bir süre sonra ayılınca peri:

“-Ben senin karın Gülnar’ım” deyip postunu oğlana vermiş sonra devam etmiş: “Yıllardır bu postu çıkarmak için senin gibi bir şehzade ile evlenmeyi ve padişahın sarayına davet edilmeyi bekliyordum. Hadi gidelim. Ama bu postuma sahip ol. Onu sakın çaldırma. Çaldırırsan beni bulamazsın.” demiş.

Saraya gitmişler, Padişahçın huzuruna gelmişler. Padişah, ağabey, ağabeylerinin karıları, görüverince küçük oğlanın eşsiz benzersiz karısını, düşüp bayılmışlar. Ayıldıklarında, yiyip içip eğlenmişler.

Karısının postunu sıkı sıkı saklayan küçük oğlan ile eşsiz benzersiz güzellikteki maymun perinin kırk gün kırk gece süren düğünleri yapılmış. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.

Gökten üç elma düştü biri bana, biri sana, biri kısmetine inananlara.

Etiketler

Benekli Kelebek Masalı

 Benekli Kelebek Masalı

Benekli kelebek, kendini dünyanın en güzel kelebeği sanıyordu. Hatta kendisinden güzel hiç kimsenin olmadığını düşünmeye başlamıştı.bu sadece kelebeklerle ilgili bir şey değildi, dünyanın en güzel canlısı oydu işte. Son günlerde eline bir ayna almış “ Ayna.. ah ayna, ne güzelim di mi anma 2 diyerek uçuyordu.

Çevresindeki bütün kelebeklerle küsmüş, kendisine ayrı bir dünya kurmuştu. Arkadaşları ve ailesi onunla konuşmak istiyor ama o her seferinde burnunu havaya kaldırıp, “ Sizinle konuşmam imkansız” diyerek uçup gidiyordu.Kendi başına kalmış, tek dostu aynası olmuştu artık.İlk aldığı ayna küçük gelmeye başlamış, şimdilerde başka bir aynaya bakar olmuştu.Bu ayna biraz daha büyüktü ve beneklinin kanatlarını daha güzel gösteriyordu. Ama bizim beneklinin çok büyük bir hatası vardı. Aynadaki benekli kelebeğe bakmaktan,önüne, arkasına bakmaz olmuştu. Bir gün daha kötü bir şey oldu, bizim kelebek aynasına bakmaya daldı yine ve gözünün önündeki kocaman ağacı görmedi aynasıyla birlikte ağacın dallarına çarptı. Öyle hızlı çarptı ki,” küüt” diye bir ses yayıldı ormana. Kafasında kocaman bir şiş ve kanatlarındaki yara berelerle evine döndü. Yürürken kırık aynasına bakıyordu, şişmiş olan kafası gerçekten çok kötü görünüyordu.

Etiketler

Kitap Kurdu Kıtır Masalı

 Kitap Kurdu Kıtır Masalı

Kütüphanenin raflarında tozlanmış kitaplar arasında, bir kitap kurdu dolaşıyordu.Arkadaşları ona kıtır derlerdi. Karnını doyuracağı zamanlarda kitapların arasına girer, salına salına dolaşır, sonra da karnını doyururdu.

Kıtırın karnı yine acıkmıştı acaba bugün ne yesem diye düşündü kendi kend,ine. Yavaş yavaş yürüdü, yürüdü... renkli resimli kitapların yanına geldi. Kitabın ucundan biraz ısırdı ama tadını pek beğenmedi.Öbür raftaki kitapların yanına gitmeyi düşündü. O raf biraz yüksekti, çıkıp çıkamayacağını bilmiyordu.Ama denemeliydi. Yavaş yavaş rafın sonuna kadar gitti. Üst rafa çıkmaya başladı. Çıktı... çıktı...Tırmandıkça, tırmandı”off ne kadar yüksekmiş burası “diye düşünüyordu... Uzun bir yolculuktan sonra üst raftaki kitaplara ulaştı . Koca ciltli bir kitabı kemirmeye başladı. O sırada gözüne bir şeyler ilişti. “ Aaa bu kitapta ne güzel şeyler yazıyormuş “ diye merakla okumaya başladı. Okudu... okudu... O kadar çok hoşuna gitmişti ki,hem bu kitabın içinde ne güzel resimlerde vardı.. Anneannesinin ona anlattığı bir masal geldi aklına”Bu insanlar kitaplarına hiç bakmıyorlar” diye söylendi.

Kitap kurdu kıtır , kitabın içindeki güzel masalları okumaya devam etti. Ama tam o sırada raftaki bir tahta parçasına ayağı takıldı ve raftan aşağı düşmeye başladı.. O kadar çok korkmuştu ki,düşerlen bir taraftan da “”Aaaaa” diye bağırıyordu. Sonunda alttaki raflardan birine tutundu ve oradaki kitaplardan birinin içine girip o kitabın resimlerine bakmaya başladı. O günden beri her gün raflarda dolaşıp tozlanan kitapların tozlarını siliyormuş. Ve artık kıtır kitapları yemiyormuş biliyor musunuz ? 

Gözlük Masalı

> Gözlük Masalı

Gözlükçünün vitrininde duran gözlüğün canı sıkılmaya başlamıştı. Artık kendini eğlendirecek bir şeyler bulmak istiyordu. Şu ana kadar gözleri bozuk olan hiçbir çocuk o gözlüğü istememişti. Vitrinde duran bütün gözlük arkadaşları satılmıştı ama o hala bekliyordu.Güzel bir gözlük sayılırdı aslında. Hiç çirkin değildi ama pembe çerçevelerinin yanındaki sarı renk biraz kötüydü galiba. O yüzden de hiçbir çocuğun ilgisini çekmiyordu. “İşte” diye bağıracaktı az kalsın, işte çocuklardan biri vitrinden ona bakıyor ve annesini kolundan çekerek onu gösteriyordu. Daha güzel durmaya çalıştı. Çerçevesinin camlarını daha çok parlattı. Ve çocukla annesinin içeri girerek onu almalarını beklemeye başladı.

Çocuk annesini kolundan çekiyor, annesi de onu başka bir yöne doğru çekiyordu. Bu çekişme birkaç dakika sürdü.Daha sonra çocuk ağlamaya başladı . Annesi çocuğun ağlamasına dayanamamıştı işte. Mağazanın kapısına doğru yürüdüler ve içeri girdiler.

Pembe çerçeveli gözlük, şöyle arkasına dönüp içeride olup bitenleri seyretmek istiyordu ama bir türlü olmuyordu işte. O kendi kendine düşünüp dururken, vitrinin sürgülü camı açıldı ve bir el gözlüklerin bulunduğu yere doğru uzandı. Yanındaki gözlükleri işaret etti ama o da ne ? İçeri uzanan el bizim pembe çerçeveli gözlüğe dokundu ve orda kaldı. Sonra parmaklarıyla onu tuttu ve camekandan alındığını hissetti. Birkaç dakika sonra o sevimli çocuğun gözlerinin üstünde, etrafı daha iyi görmesini sağlamak üzere bir yolculuğa çıkmıştı ve öyle mutluydu ki...

Etiketler

Can Oğlanın Hikayesi Masalı

 Can Oğlanın Hikayesi Masalı

Köyün birinde Canoğlan adında çok akıllı bir çocuk yaşarmış. Şu koskoca dünyada Canoğlan’ın annesinden başka kimsesi yokmuş. Çok fakir olduklarından Canoğlan, çobanlık yapar, üç beş kuruş kazanırmış. Annesi de bahçede sebze yetiştirerek ancak karınlarını doyururlarmış.
O yıl Canoğlan okula başlamış. Bütün derslerde çok başarılıymış. Sene sonunda şehirde bir sınav yapılmış. Öğretmeni Canoğlanı da götürmüş sınava. Yüzlerce çocuğun katıldığı sınavda Canoğlan birinci olmuş. Canoğlan öğretmeni ile şehre gitmiş. Köydeki arkadaşları ise Canoğlan’ın aldığı ödülü görmek için merakla onu bekliyorlarmış. Canoğlan köye elinde küçük bir çantayla dönmüş. Aldığı ödül çantanın içindeymiş. Fakat Canoğlan annesi dışında kimseye aldığı ödülü göstermemiş.
Canoğlan çantayı hiç yanından ayırmadığı gibi içinde ne olduğunu da kimselere söylemiyormuş. Herkesi almış bir merak. Eğer insanlar meraktan çatlasalarmış bu köydeki çocuklar da kesinlikle çatlarmış. Köyde ne zaman birkaç çocuk bir araya gelse, Canoğlan’ın çantasıyla ilgili konuşurlarmış.
Bir gün üç çocuk bir araya gelmiş. Birisi:
-Bence o çantada altın var, demiş.
Diğeri:
-Bence para vardır, demiş.
Başka bir çocuk:
-Bence hazine var hazine, demiş.
İlk konuşan çocuk:
-Çok değerli olduğu kesin, baksanıza yanından hiç ayırmıyor, demiş.
Çocuklar arasında köyde bunun gibi konuşmalar sürüp gidiyormuş.
Çocuklar bir gün Canoğlan’a tuzak kurmuşlar. Hep birlikte oyun oynarken iki çocuk onu tutmuş. Başka bir çocuk da çantasını elinden çekip almış. Canoğlan çantasını almak istemiş ama çocukların elinden kurtulamamış. Çocuklar çantayı açmışlar içinde ne varsa yere dökmüşler. Merak içinde çantadan dökülenlere bakıyorlarmış. Çantadan bir diş fırçası, bir sabun, bir tırnak makası ve bir tane de havlu düşmüş. Çocuklar şaşırmışlar. Çantanın içinde başka bir şey kalmış mı diye iyice bakmışlar; ama başka bir şey bulamamışlar. Şaşırıp kalmışlar. Çocuklardan biri,
-Ödülü nereye sakladın, altınlar nerede? diye sormuş.
Canoğlan onu tutan çocuğun elinden kurtulmuş. Yere dökülenleri çabucak toplayıp çantaya doldurmuş.
-Bu yaptığınız çok ayıp, utanmalısınız, diye bağırmış.
Çantayı kapan çocuk,
-Ödül nerede ödül? Sen onu söyle, demiş.
Canoğlan:
-Ödül bunlar işte, başka bir şey yok ki, demiş.
Çocuğun biri:
-Böyle ödül mü olur! Değerli bir şey vermediler mi? diye sormuş.
Canoğlan bu soruya şaşırmış.
-Bunlar zaten çok değerli, başka ne vermeleri gerekiyordu ki? diye sormuş.
Başka bir çocuk:
-Para olabilir, altın olabilir, böyle hediye mi olurmuş? demiş.
Çantayı kapan çocuk:
-Madem kıymetli bir şey yoktu da neden sakladın, hiç kimseye içindekileri göstermedin? diye sormuş.
Canoğlan şaşırmış.
-Neden kıymetsiz olsun, bunlar benim için çok kıymetli, demiş.
Sonra diş fırçasını eline alarak onlara anlatmaya başlamış.
-Baksanıza ne kadar süslü. Üzerinde resimler var. Sizin diş fırçanız olduğu için diş fırçası size değersiz gelebilir. Biliyorsunuz ben fakir bir çocuğum. Benim hiç diş fırçam olmadı. Hep inci gibi tertemiz dişlerim olsun istedim ama hiçbir zaman dişlerimi pırıp pırıl temizleyemedim. Annemin dişlerinin çoğu yok, çürüdükleri için dökülmüşler. Ben de dişlerim öyle olacak diye üzülüyordum. O yüzden diş fırçası hediye edilmesine çok sevindim.
Çocuklardan biri:
-Benim fırçam var ama hiç dişlerimi fırçalamıyorum, demiş.
Canoğlan:
-Bir kaç yıl sonra dişlerin çürür, ağrımaya başlar sonra da tek tek dökülür, demiş. Ben her gün dişlerimi günde iki kez mutlaka fırçalıyorum. Hem de tertemiz olana kadar.
Canoğlan daha sonra sabunu eline alarak anlatmaya devam etmiş.
-Ben bu sabun için de çok sevindim. Siz de bilirsiniz, sağlığımızın en büyük düşmanı kirli ellerdir. Mikroplar ağzımıza kirli ellerimizle girer. Her yemekten önce ve sonra ellerimi mutlaka sabunluyorum.
Canoğlan daha sonra tırnak makasını almış eline.
-Tırnaklarımızın içine bir sürü mikrop doluyor. Tırnaklarım uzar uzamaz kesiyorum, demiş.
Sonra havluyu göstermiş.
-Artık kendime ait bir havlum var. Yıkayınca ellerimi onunla kuruluyorum.
Çocuklar dikkatle dinliyorlarmış Canoğlan’ı.
Çocuğun biri:
-Neden sakladın kimseye göstermedin, diye sormuş.
Canoğlan:
-Çünkü bunların herkesin kendine ait olması gerekir, demiş. Bir diş fırçasını iki kişi kullanamaz ki. Süslü ya... Biri gizlice alır kullanır diye korktum. Sabunumu dereye götürüp çamaşır yıkayıp eritmesinler diye sakladım. Biliyorsunuz köyde bunlar her zaman bulunmuyor.
Çocuklardan biri demiş ki,
-Ben diş fırçası yerine altınım olsun isterdim.
Canoğlan arkadaşının sözlerine katılmamış.
-Bir çuval altınım olsa, her gün kırk çeşit yemek yesem ne olacak? demiş. Çiğneyip tadını alamadıktan, eveleyip geveleyip yuttuktan sonra. Yemeği ne yapayım; altını, gümüşü ne yapayım. Ben bir dişimi bir çuval altına değişmem. Onun için diş fırçam benim için hazineden daha kıymetli. Sabun, diş fırçası, tırnak makası ve havlu da sağlığım için gerekli. Bunlar benim hazinelerim.
Çocuklar bu sözler üzerine düşünüp taşınmışlar, Canoğlan’a hak vermişler. Hepsi dişlerini fırçalamak için evlerine koşmuş. Tabi önce eve girer girmez ellerini sabunlamış sonra dişlerini fırçalamışlar. Canoğlan da hazinelerini alıp evine gitmiş. Darısı hazinesi olmayanların başına...

Etiketler

Hasret Masalı

 Hasret Masalı

Şehrin birinde kimsesiz çocukların kaldığı bir yurt varmış. Yurtta kalan çocukların pek çoğunun ailesi yokmuş. Bazı aileler de çeşitli sebeplerden dolayı çocuklarına bakamadıkları için onları yurda bırakmak zorunda kalmışlar. Yurtta çocuklarla öğretmenler ve bakıcı ablalar ilgileniyormuş.
Bu yurtta Hasret adında bir kız çocuğu varmış. Hasret ailesini hiç tanımamış. Onu daha bebekken yurdun kapısına bırakmışlar. Anne kucağı nedir hiç bilmemiş, hep sevgiye hasret büyümüş.
Hasret yurdun en yaramaz çocuklarından biriymiş. Çocukların çoğu ondan korkup çekinirmiş. Hasret hiçbir tehlikeden sakınmaz her türlü yaramazlığı yaparmış. Öğretmenleri sürekli onu uyarırlarmış. Büyük yaramazlıklar yaptığı zaman ona ceza verirlermiş ama o yine bildiğini yaparmış.
Hasret yurdun kurallarına hiç uymazmış. Onu kurallara uyması için uyaran, yaptığı davranışa kızan biri olduğunda da “Hiç kimse beni sevmiyor” diye düşünür, üzülürmüş. Sabahları saçlarını banyo yerine dinlenme odasında tararmış. Banyo kalabalık olduğu için sıra beklemesi gerekiyormuş çünkü. Dinlenme odası sabahları boş oluyormuş. Bu odanın duvarında çerçeveleri ahşaptan yapılmış eski büyük bir ayna varmış. Hasret bu aynanın karşısına geçer, uzun uzun saçlarını tararmış. Mutsuz gözlerle aynaya bakar sonra da her sabah aynı soruyu sorarmış.
“Ayna ayna söyle bana, var mı bu dünya da benden daha mutsuz biri?”
Hasret bildiği bir masalda ki gibi aynanın bir gün ona cevap vereceğine inanıyormuş. Fakat ayna ona hiç cevap vermiyormuş. Hasret’in tek ümidi bir gün bir sihirli bir değnek bulmakmış. Ayna bir konuşsa ona sihirli değneğin yerini soracakmış. Sihirli değneğe değdiğinde değneğin onu güzel bir prensese çevireceğine inanıyormuş.
Bir sabah Hasret, dinlenme odasındaki aynanın karşısında saçlarını taramış. Yine her sabah olduğu gibi sorusunu sormuş:
-Ayna ayna söyle bana, var mı bu dünya da benden daha mutsuz biri?
Gözlerini aynaya dikmiş cevap bekliyormuş. O gün ayna ona cevap vermiş:
-Var, demiş. Senden daha mutsuz olan benim.
Hasret şaşırmış,
-Sen neden mutsuzsun? diye sormuş.
Ayna:
-Her sabah senin mutsuz yüzünü gördüğüm için, ben de çok mutsuz oluyorum, demiş.
Hasret:
-Ben de mutsuz olmak istemiyorum ama sihirli değneğin yerini bilmiyorum. Bir sihirli değneğim olsa, kendi sarayımda dünyalar güzeli mutlu bir prenses olarak yaşamak isterdim. Sihirli değneğin yerini sen bilirsin, değil mi? Ne olur bana söyle.
Ayna:
-Üzgünüm ama gerçek hayatta sihir diye bir şey yok, demiş.. İyi ki de yok. Düşünsene, sihir diye bir şey olsa herkes her istediğini sihirle yapsa, dünya ne korkunç bir hale gelirdi.
Hasret:
-Neden korkunç olsun ki çok güzel olurdu, demiş.
Ayna:
-Sen öyle zannet, demiş. Düşünsene arkadaşın sana kızınca seni kabağa çevirdi. Sonra da kimse senin kabak, kabağın da sen olduğunu fark etmedi. Böyle bir durumda ne olur?
Hasret gülmüş.
-Kabak yemeği olurdum herhalde, ama sihir diye bir şey var, ben duydum, demiş.
Ayna, sihir konusunda ısrar eden Hasret’e biraz daha açıklama yapmış.
-Sihir denilen şey olsa olsa tembellerin oturduğu yerde uydurdukları bir şey olabilir. Oh ne güzel çalışmadan, emek vermeden parmağını şıklat, her şey kendiliğinden oluversin.
Hasret’in canı sıkılmış.
-O zaman ben hiçbir zaman mutlu olamayacağım. Sihirli değnek de yokmuş.
Ayna:
-Geçmiş olsun, demiş.
Hasret:
-Ben hasta değilim ki, demiş.
Ayna:
-Hastasın ama farkında değilsin, demiş. Vücudunda bir hastalık olmasa da düşüncelerin hasta. Düşüncelerdeki hastalık vücudundaki hastalıktan daha önemlidir. Mutlu olamayacağına düşündüğün sürece mutlu olamazsın.
Hasret:
-Sihirli değnek beni buradan kurtarmazsa, bu yurdun içinde nasıl mutlu olabilirim ki? diye sormuş.
Ayna:
-Mutlu olmak için sihirli değneğe ihtiyaç yok ki, mutluluk insanın kendi elindedir, demiş.
Hasret aynanın ne demek istediğini anlamamış.
-Hiç de öyle değil. Benim annem babam olsa mutlu olurdum, demiş.
Ayna:
-Annesi babası olduğu halde kıymetini bilmeyen, mutsuz olan bir sürü çocuk var. Mutluluk başkalarının elinde olan bir şey değildir, demiş.
Hasret, saçlarını iki yana savurmuş.
-Çok güzel bir kız olsam mutlu olurdum değil mi? diye sormuş.
Ayna cevap vermiş:
-Kesinlikle hayır. Saatlerce karşımda duran ne güzeller bilirim. ‘Ay keşke burnum biraz daha küçük, ağzım biraz daha büyük olsaydı’ diyerek bütün gününü kendine zehir eden o kadar güzel kişi gördüm ki.
Hasret, kendinden emin bir şekilde,
-Ama zengin olsam kesin mutlu olurdum değil mi? demiş.
Ayna yine:
-Hayır, demiş. Parama biraz daha para katayım derdinden ne yapacağını şaşırmış ne zenginler var. Parayı düşünmekten paranın keyfini çıkaramıyorlar. Bir türlü mutlu olamıyorlar.
Hasret:
-Mutlu olmanın yolu yok öyle mi? diye sormuş umutsuzca.
Ayna gülmüş.
-Ben sana yolu yok demedim ki, demiş. Sadece söylediğin şeyler mutlu olmak için yetmez dedim. Saydığın her şey aslında senin içinde var. Onları ortaya çıkarırsan mutlu olabilirsin.
Hasret şaşırmış.
-Anlamadım ne var benim içimde? diye sormuş.
Ayna cevap vermiş:
-Güzellik ve gerçek zenginlik.
Hasret hemen sormuş:
-Nasıl çıkaracağım onu dışarıya? Ben herkes beni sevsin diye çok güzel olmak istiyorum.
Ayna:
-İnsanın güzelliği gülümsemesindedir, demiş. Bir insan ne kadar çok gülümserse o kadar çok güzeldir. Güzel olana hayran olunur ama sadece güzel olduğu için sevilmez. Güzel gülümseyen ise kendini çabucak sevdirir.
Hasret:
-Peki gerçek zenginlik nedir? diye sormuş.
Ayna:
-Her insanın içinde büyük bir güç vardır, demiş. İşte o güç gerçek zenginliktir. O güç insanın beynindedir. Beynini ne kadar iyi kullanırsan, o kadar zenginsin. Tabi o kadar da mutlu olursun.
Hasret:
-Peki beynimi nasıl kullanacağım? diye sormuş merak içinde.
Ayna memnuniyetle cevaplıyormuş sorularını.
-Bak iyi dinle. Beyin küçüktür ama içinde milyonlarca minik kapılar vardır. Her kapıyı açan tek anahtar vardır. O anahtarla istediğin kapıyı açabilirsin.
Hasret heyecan içinde,
-Nedir o anahtar, demiş.
Ayna:
-Tekrar anahtarıdır, demiş.
Hasret:
-Anlamadım, demiş.
Ayna:
-Bu hazır bir anahtar değil, demiş. Neyi çok tekrar edersen o anahtar oluşur, istediğin kapıyı açarsın. Söylediğin iyi bir şeyse güzel ve faydalı kapılar açılır; kötü bir şeyse kötü kapılar açılır. Yani çok söylediğin şeye inanır ve öyle olursun.
Hasret:
-Biraz daha açıklar mısın? demiş.
Ayna konuyu onun daha kolay anlayacağı şekilde anlatmış.
-Bak şimdi, sen sürekli kendine ‘ben sevilmeyen, inat, sinirli, yaramaz bir çocuğum’ dersen gerçekten öyle bir çocuk olursun. Sürekli ‘ben mutsuzum’ dersen, mutsuz bir çocuk olursun.
Hasret:
-Ama ben hep öyle diyorum, demiş.
Ayna:
-Artık böyle söyleme, demiş. Mutlu olduğunu, kendini ve başkalarını sevdiğini söyle. Sen kendini seversen başkaları da seni sever. Başarılı bir çocuk olduğunu söyle. Ama defalarca söylemelisin ki kapıları açan tekrar anahtarını oluşturabilesin.
Hasret:
-Bana yardım eder misin? demiş.
Ayna:
-Seve seve yardım ederim, demiş. Öncelikle güzel olmak için işe gülümseme çalışmalarıyla başlayalım. Her sabah gel karşımda uzun uzun gülümse. En güzel gülümsemeyi bulalım sana. Yüzün gülümsemeye alışsın. Güne gülümseyerek başla.
Hasret:
-Tamam, demiş.
Ayna devam etmiş:
-Sonra da tekrar anahtarı oluşturalım. Her sabah yüz kere istediğin bir cümleyi tekrar et.
Hasret:
-Ben kendimi hiç sevmiyorum, demiş. Hep başkaları gelsin beni sevsin diye bekliyorum. Başıma gelen her kötü şey için kendimi suçluyorum. Hatalarım yüzünden kötü şeyler oluyor diye düşünüyorum. Öncelikle kendimi seviyorum demek istiyorum.
Ayna:
-Sonra sürekli ‘ben mutluyum’ de, demiş. Mutluyum dedikçe hayatında mutlu olacak şeyleri fark edersin. Kendini mutlu edecek bir sürü şey bulabilirsin. Mutluluk küçük şeylerdedir. Küçük şeylerle mutlu olabilen insan, mutlu olmayı bilen insandır. Aman büyük bir şey olsa da mutlu olsam diye bekleyen insan çok bekler.
Hasret:
-Benim gibi, demiş.
Ayna sözlerine devam etmiş.
-Sahip olduklarının kıymetini bilmeyenler, sahip olacaklarının da kıymetini bilmeyecektir. Bu yüzden hiçbir zaman gerçekten mutlu olamazlar.
Hasret aynaya teşekkür etmiş.
-Benimle konuştuğun için teşekkür ederim. Keşke bütün aynalar insanlarla konuşsa, demiş.
Ayna:
-Ben özel bir aynayım, demiş. Benden başka hiçbir ayna konuşamaz. Ama konuşabilselerdi her sabah asık yüzle karşısına geçen insanlara ‘Lütfen gülümseyin. Güne böyle başlamayın. Sahip olduklarınız için şükrederek güne başlayın ve mutlaka gülümseyin’ demek isterlerdi eminim ki.
O günden sonra Hasret, her sabah aynanın karşısına koşmuş. Uzun uzun gülümseme çalışmaları yapmış. Her gün olumlu sözcüklerden kendine tekrar anahtarları oluşturmuş. Kendini değiştirmek için günlerce uğraşmış, gayret etmiş. Hasret, her gün biraz daha değişmiş biraz daha kendini geliştirmiş, yüzü hep gülmeye başlamış. Öğretmenleri ve arkadaşları tarafından sevilen bir çocuk olmuş.

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...