Anılarda beni hatırlarmı # final#



 Hayat , hayat ey hayat!



 Bu yaşadıklarımı  bana izletseler yine de bu hayata gelirmiydin? diye sorsalar?
 Sırf çocuklarıma olan aşkımdan yine gelirdim, yine  bunca zorluğu yaşardım.

Çocuklarıma aşığım da bunu  bu aralar gösterebiliyormuyum?   Malesef gösteremiyorum. Hatta onlardan nefret ettiğimi bana yük olduklarını düşündürdüğüm anlar oluyor.



 Komşular kayınvalidem için hasta ziyaretine geldiler  ,komşulardan biri eltimin  akrabası  ayağını halının altına bile soktu sanki anlamadım güya ev temiz mi bakacak!
   Eda yaptığı çayı ikram ederken  hemen gözlerini kızıma diktiler  ''ay maşAllah tam evlenecek yaşa gelmiş  , hamaratta kız evlendir bunu artık'' deyince
''kısmet işi bunlar '' dedim
 Diğer komşu ''aa hamarattır benim kızım bak  diğer kızlara hiç benzemez ne  gezdiğini  gördük nede bir erkekle  duyduk Allah için hanım kız'' Deyince '' öyledir sağ olsun hiç yüzümü kara çıkarmadı çok dinler beni '' dedim .

 İçimden güldüm ne diyeyim şimdi  el aleme kendi kızımı şikayet edecek değilim ya. 
 hiç sesimi çıkarmadım küçükken çocuğunu kimse görmüyor, biraz  büyüyünce nasılda göze batıyor...ah gelin birde bana sorun siz onu tabi dışarıdan kim ne bilir evin halini .



 Kayınvalidem komşuların yanında altına   yaptı nasıl kokuyor  komşular da  kokuyu duydular 
  ''Zahide annen altına yaptı'' dedi eltimin akrabası 
 ''evet  temizlerim şimdi ben sizi salona alayım kusura bakmayın '' 
 gerek yok kız salona geçmemize,  bizde kalkıyorduk dediler ve on dakika daha oturdular nihayet gittiler.



   Altını temizledim mızıldanmaya başladı  başı ses götürmüyor insanlardan, kimse gelsin istemiyor  bazen  her şeyi hatırlıyor bazende  hiç kimseyi tanımıyor  Emin'e geçen gün baba dedi  çocuklarla gülmekten öldük Ya Rabbim  gülermisin, ağlarmısın?
Gece eltim geldi yarım saat oturup gitti kızların çok dersi varmış ta dersaneye gidiyorlarmışta arabası altında ne olacak  bizi beğenmiyor hanımefendi.

 Anlayamadığım   kaynımla Emin  aynı işte çalışıyor ,aynı maaşı alıyor, eltim aldı başını merkeze taşındı ,ev aldı yeni eşyalar aldı  hep ileri gitti kızlar dersaneye gidiyor , biz ise maşaAllah. daha gelinlik koltuklarımı kullanıyorum. besmelesi bol diyeceğim ama  o da yok kadında , Emin bana 'sen çok fesatsın, fesatlıktan barımıyoruz'' diyor...

Bazen haklılık payı veriyorum ama  şuda bir gerçek eltimin ailesi ona çok destek çıkıyor maddi açıdan , bizimkiler kendilerini zor bakıyor, çocuklara beş lira vermezler. bir gün anneme  '' anne bari  çocuklara bir lira ver  '' dedim
 ''kızım birine versem diğeri gücenir bende hiç birine vermiyorum  yok işte elde avuçta anca kendimizi geçindiriyoruz'' dedi. o da  haklı.
 Bu akşam Emin eve suratı beş karış geldi kaynım  ona   sitem etmiş, müşterilerin yanında  ''bir anama bakamıyorsanız alayım'' demiş   ''beynimden kaynar sular döküldü'' diyor.

 Komşular   eltime beni söylemiş kayınvalideme iyi bakamıyormuşum  ev leş gibiymiş te ben biliyorum kimin söylediğini eltimin o akrabası yok mu o işte geldiler,çayımı kahvemi içtiler utanmadan bir de dedikodumu yapıyorlar. kolaysa alsın eltim baksın dedim , madem o kadar kolay hasta bakmak gelip on dakika oturup kaçmakla olmuyor.
Dedikoducu karılar işleri güçleri kapı kapı gezmek, aylak kalıyorlar ya ne yapsınlar.



Ne biçim insan bunlar anca sinirlerimi bozuyorlar  Teyzeme onca laf söylemem rağmen bana kırılmamış zor günlerime  vermiş arada gelip gidiyor Allah razı olsun çok yardım  ediyor.
 Bu aralar Eda'da bir değişim var okuyacağım ben diye tutturdu babasının aklına da girmiş dışarıdan liseyi bitirmeye karar verdi okula yazıldı hafta üç gün okula gidiyor sınavlara giriyor bu durum Emin'i ve beni mutlu ediyor.

 Çok geçmeden Eda'nın neden böyle birden okumaya heveslendiğini anladım. Teyzem benden gizli  o çocukla aralarını yapmış oğlan üniversite de okuyormuş  mühendis olacakmış. Eda'yı çok beğenmiş ama illa okuman lazım yoksa bu iş olmaz demiş.

 Bizim  bin tembihle yaptıramadığımızı  oğlan bir sözüyle yaptırmış ve okumaya karar vermiş.
Bir yandan seviniyorum bir yandan da teyzeme kızıyorum kocaman kadının yaptığına bak! 

Derya ve Oğuzcan yapışık ikizler gibi hiç ayrılmıyorlar aralarındaki üç yaşa rağmen çok iyi anlaşıyorlar.
 Günler o kadar hızlı geçiyor ki geçen beş yılda    çok şeyler değişti ama bazı şeyler hiç değişmedi. 
Eda yirmi üç  yaşında oldu liseyi bitirip iki yıllık üniversite okudu.  El sanatları bölümünü okudu  o çocukla yani Münin'le nişanlandı 
Derya üniversiteyi kazandı hemde zor bir bölümü Hukuk.

  Bize rağmen...
  Sanırım o evin  huzursuzluğunu okuyarak yok saydı, kendini hep okumaya verdi  Oğuzcan liseye devam ama bir türlü arabalara merakı bitmedi. Hafta sonları babasının yanına sanayiye gidiyor kayınvalidem ise halen yatalak  çok zayıfladı yatağın içinde kayboluyor.
  Rabbim yaşayacaksın deyince  nefesi içinde durduğu sürece yaşıyor  işte ne desek boş bana ağır geldiği zamanlar oluyor da ona bu hayat hafif mi geliyor  sanki bazen her şeyi hatırlıyor ağlıyor  eskiden ona çok kızardı  sağlıklıydı her şeyi kendi yapardı bana muhtaç değildi. Zaman zaman kavga ederdik  şimdi ise bana o kadar muhtaç ki bir bebekten daha fazla.
 Bebek bile altını pislediğinde rahatsız olur ağlar o  ise bazen altına yaptığının  farkına bile varmıyor   duvarları boyamaya devam ediyor bezini çıkarıp atmaya da ama ben buna pratik bir yol buldum  duvarlara, duvar kağıdı yaptık, onun erebileceği yerlere folyo yapıştırdım  o batırsa da arkasından siliyorum hiç değilse.

Bu gece  yatağa yattığımda Emin'i düşündüm ,kayınvalidemi düşündüm aklıma bir şey takıldı
Elmadaki tırtıldan iğrenirizde kelebeği neden bu kadar çok severiz?





Günlerdir telaş içindeyim Eda'yı gelin ediyorum. Nihayet yavrularımdan biri yuvasını kuracak,  eskiden o kadar çok çeyiz yapardım ki.
 Kayınvalidem hastalandıktan sonra hiç bir şey yapamaz oldum.
 Birde hasetlik yapar kimselere örnek vermezdim sanki kim bilir ne ey Allahım eskiden yaptığım şeyler o zamanlar bana çok mantıklı gelirdi şimdi ise  çok saçma geliyor .
 Ne olacak sanki o örneği versem herkesin üzerinde farklı duruyor. her kesin elinden ayrı çıkıyor. 
Yavrumun öyle fazla çeyizi yok,  yinede  maddi gücümüzün yettiği kadar her şeyini aldık.
Huzuru bol olur inşAllah.Eda'yı istemeye geldiklerinde kayınvalidem çok hastalandı düğün üzeri bize oyun yapacak gibi duruyor, diye düşünmemin üstünden çok zaman geçmedi.
 Eda'nın çeyizinin gittiği gün kayınvalidem çok ağırlaştı o gece vefat etti.
Meğer ne kadarda çok alışmışım ona, içime nasılda büyük bir acı çöktü, yıllarca benim için çocuk gibiydi kızdığım anlarda oldu, ölsün artık kurtulayım dediğim anlarda ama Rabbimde biliyor ben kötü niyetten söylemedim hiç bir zaman yüzüne vurmadım.
Bana neler etti, hepsini unuttum.
 Benim için ölüm demek içimden göçmen kuşların  gitmesi.

 Onun için ölüm demek bu dünyadan, bu dünyadaki acılarından kurtuluş demek. Emin annesinin tabutun başında öyle bir ağlıyordu ki içi dağlanmış gibi ,kaç yaşında olursa olsun ana işte.

Ölüm ve düğün bir insanın evinin en kalabalık olduğu anlar.
biz iki duyguyu bir anda yaşıyoruz, Annem yaklaşıp sırtımı sıvazladı
'' iki yavrunu da gelin ettin'' dedi annem ben şaşkın şaşkın bakarken devam etti
'' ee kızım genç kızın düğünü telli duvaklı olur bizim gibi ihtiyarların düğünü de kefenle olur, ikisine de Yeni yuvalarında Rabbim huzurlar versin''
 Bu sözler  zor günler yaşadığım şu anada bana kamçı gibi geliyor  ağlamaktan kendimi alı koyamıyorum.

Çocuğumun düğünü istediğimiz gibi olmadı. Buruk gitti güzel yavrum.
Emin Eda'nın beline kuşağı bağlarken  göz yaşları sicim gibi döküldü. Kayınvalidem ve Eda'nın gitmesiyle ev o kadar sessiz kaldı ki sanki uçsuz bucaksız bir denizin ortasındayım ama ne su var ne güneş sadece tuz var yakıyor bedenimi.


Tuhaf bir duygu  kendimi yeni evli gibi hissediyorum  bütün zaman bana ait fakat çok canım sıkılıyor.


Yeni bir hayata başlar gibi hissediyorum kendimi.  Sabah kahvaltı sofrasında yaptığım patetesli yumurtayı herkese servis yapıp yerime otururken  Derya'nın başını okşayıp Oğuzcan'la ikisinin  saçlarına birer öpücük kondurdum... Derya- şükür aklına geldik,hep merak ediyordum iki çocuğun daha olduğunu ne zaman hatırlayacaksın diye.... 

Salak salak konuşup canımı sıkma  sabahın köründe Derya  neyinizi eksik yaptım  üç kardeş birbirinizi çekemiyorsunuz daha yarın eli nasıl çekeceksiniz bilmem. Emin bir şey desene . ne diyeyim hanım çocuk bir laf dedi yerin dibine soktun yarım saattir söyleniyorsun.  Ağlamaya başladım ben sabahın köründe kalktım size kahvaltı hazırladım ...

Kimi doydu kimi  doymadı hepsi kahvaltı sofrasından kalktı. Okula,işe dağıldılar... 
Oğuzcan  liseyi bitirmeden bıraktı sanayide babasıyla çalışmaya başladı.laf dinlemiyor ki evlatlar o kadar çok yalvardık yakardık olmadı... 
Gerçi Derya okuyor da ne oluyor bizi beğenmiyor hanım,  kabuğunu beğenmiyor  yumurta.
 Bana karşı hiç sevgisi yok yada ben öyle hissediyorum. Eltim merkezde oturduğundan fazla görüşemiyoruz. İki kızı da evlendirdi kızlar çalışmıyor zengin yerlere evlendiler.
 Boşu boşuna dershanelere yolladı  kafa almayınca profesörden ders alsa nafile...
  Eltim çok  rahat evler ,arabalar  beş yıl geçmeden değişen koltuklar , biz ise hep aynı harabelikte  ...

  Derya ile her gün her saniye didişmelerim  bitmiyor edanın derdi bitti derken  derya çıktı  ne desem laf
söylüyor küçükte değil ağzının ortasına terliği geçireceğim az kaldı . ben bu kadar analık yapıyorum kendi  daha iyisini yapsın ilerde.  Eda'yla ilgilenmişim hep onu sevmişim hep onu düşünürmüşüm aaa yeter içimi kim bilebilir ki.   Oğuzcan'ım askerde ne zormuş evlat yolu beklemek....


 Derya üniversiteden sonra  bir avukatın yanında çalışmaya başladı babası adamı gördü tanıştı baştan çok sevdik  deryada sevmiş hemde biraz fazla  ...

 Aralarındaki on beş yaşa rağmen bizi dinlemedi  kendi başına buyruk arkasına kuyruk gidip adamla nikahlanmış bir gelinlik bile giymeden .
 Asi olunur da bu kadar mı olunur. Babası affetmem eve sokmam dedi . yine  ana yüreği ikna
Ettim üç beş bir şeyler yaptık. 
 Ailesiyle tanıştık  kokteyl mi neymiş onu yaptılar sosyetik bunlar. Eda ile ayni ay hamile olduklarını ögrendiler.
 Emin beyim can parem akşam çok hastalandı   hemen hastaneye attık  . 
 Kalp damarlarından ikisi tıkanmış


anjio oldu ama fayda etmedi  stent taktılar  zor kalkıyor,nefesi bile yarım yarım alıp veriyor.



İki hafta hastanede yattı  Oğuzcan teskereyi aldığı hafta Emin beyde , Bu dünyadan teskereyi aldı , annesine kavuştu bizi terk etti .., 

Beni terk etti .. 
Ne yalan bir dünya bu  , anan şöyle,  halan böyle , yok koltuk eskidi, yok halı eskidi derken biz eskimişiz.
 Farkına varmadan  nasılda yalan bir dünya   Oğuzcan'la baş başa kaldık bir kızı istiyormuş resmini gösterdi, bet bu çocuğum, kız mı kalmadı dedim gülümsedi sırtımı sıvazladı hemen...

 Güzelini bulurum aney dedi şımarık evlat. 
Benim lafımla bakmadı tabii ki . Benim yılardır öğrenemediğim bir şeyi o iyi biliyordu. Güzellik yüzde olmuyor , yüz güzelliği makyajla estetikle bir şekilde hal oluyor ancak ruha estetik işlemiyor...

    Haticeymiş  kızın ismi. Sevmedim gitti resminden hoşlanmadım birde eve gelmeye başlamaz mı , daha söz yok nişan yok ne biçim kız böyle hafta yedi o sekiz bizde. Oğuzcan   askerden geldikten sonra  oto parçaları üzerine açtığı dükkanı iyice büyüttü.  bütün itirazlarıma rağmen o kızla  evlendi ...

 Bir annesi var cadııı hep akıl veriyor kızına.,
Hatice ile aynı evde oturuyoruz.

  Bir  sabah deryayı gördüm başucumda  daha uyanmadı mı diyor gözleri şişmiş. uyandım diyecektim ki , dilim ağzımdan çıktı sanki.  meğer gece felç geçirmişim beni hastaneye getirmişler.  ne dargınlık ne kırgınlık nede gelecek kaygım kalmıştı ağzım bile dönmüyordu ,  hastaneden eve geldiğimizde zor zahmet  konuşmaya çalıştım edanın bakmasını istedim ama Oğuzcan bırakmam dedi , Hatice beni bakmazdı aylardır ona yapmadığım kalmadı.  ve  iki yıldır beni utandırdı her gün gelinim. bana çok iyi davrandı ,
 Geçmişim hemde çok geçmişim bu sokaklardan da bilememişim kıymetini,çektiğim nefeste dumanı çekmiş, yanan ateşte hep külü görmüşüm.

Tüm yaşadıklarım, heves ettiklerim için yaptığım inatlaşmalar, kırdığım insanlar ve beni kıran insanlara verdiğim tepkiler ne kadar da boşmuş, anlıyorum ki yaşanan an geri gelmiyor.



 Şimdilerde beni ölüm korkutmuyor  yaşamak kadar.Yetmiş beş seneyi ne çabuk geride bıraktım, sevdiklerimi ne ara mezara koydum anlayamadım! 

Heveslerim vardı tutkularım, ideallerim kimin yok ki! 
Gece böyle düşünerek uyuya kalmışım, sabahın erken saatlerinde oğlum işe gitmeden önce  yanıma uğradı, her sabah ve her akşam bunu yapar
 ''Annem günaydın nasılsın bu sabah?''
Başımı salladım iyiyim anlamında  gözlerimden  sicim gibi akan yaşları silerken oğlum '' ağlama annem ,akşama görüşürüz, Hatice kahvaltını hazırlıyor birazdan getirir'' deyip odadan çıktı.


 Arkasından  peltek dilimle bir şeyler geveledim, ama anladı mı bilmiyorum?

Ellerimle yataktan güç alarak oturmaya çalıştım,yastığımı düzeltmeye çalıştım  zor iş!  iki yıldır bu yatakta yatmak ne kadar zor bilemezsin, havalı yatağım benim sofram, tuvaletim, salonum, yatak odam kısacası benim yaşam merkezim bu yatak...


İyi yönünden bakmak lazım,evin en güzel köşesi bana ait cam kenarında yatağım gündüzleri bol bol pencerenin önünden

gelip geçeni izliyorum,Oğlum ve Hatice'nin kapıdaki Konuşmalarını duyuyorum,Hatice akşama eve gelirken alması gerekenleri sıralıyordu,bir ara sesler kesildi, sanırım oğlum gitti.

Camdan onu görebilirmiyim diye perdeyi  titrek ellerimle yavaşça araladım, o anda  gözümün önüne yıllar önce eşimi işe giderken her sabah arkasından baktığım anlar geldi aklıma  birden o anlara daldım, Sanki  araladığım perde değilde anılardı , yıllar yeniden gözümde akıyordu... 
                                          Son...

 Not: Hikayeyi baştan okumak isteyen yan tarafta  Kategoriler bölümünden okuyabilir , gecikmiş bir son oldu  keyifli okumalar...




Genetics in an age of fundamentalism

I heard a program the other day on the BBC Radio 4's In Our Time about the origins, rise, and persistence of Chinese Legalism. Introduced in the 4th century BC, and the hallmark of the rule of the first emperor, the philosophy of Legalism was based on laws and their strict implementation.  It was the basis of a brutal, authoritarian state, elements of which have lasted 2500 years.

Here's one description (found here):
...Legalism is a Classical Chinese philosophy that emphasizes the need for order above all other human concerns. The political doctrine developed during the brutal years of the Fourth Century BCE. The Legalists believed that government could only become a science if rulers were not deceived by pious, impossible ideals such as "tradition" and "humanity." In the view of the Legalists, attempts to improve the human situation by noble example, education, and ethical precepts were useless. Instead, the people needed a strong government and a carefully devised code of law, along with a policing force that would stringently and impartially enforce these rules and punish harshly even the most minor infractions. 
                                                                                              L. Kip Wheeler 
To overly simplify, but I'm just trying to make a point, in Legalism, allegiance must be paid to the role of the ruler, rather than to a particular leader.  And, the system of rulership is absolute.  Further, Legalism views people as much easier to control if they are uneducated, and there's no sense in which they are expected to improve themselves.

In contrast, another ancient Chinese philosophy, Confucianism, was much more benevolent, with an optimistic view of human potential; people are basically good, and if taught new things they can be cultivated into better people.  Confucians see authority and leadership as something everyone has the potential to achieve, whereas in Legalism, the ruler dictates and people are expected to follow.

This contrast between people as good and improvable vs inherently evil, the absolute vs the relative, is of course a familiar dialectic, not at all restricted to philosophy of nation states.  Theism vs agnosticism,  laissez faire or free market vs regulation, the US Constitution as fixed or as flexible, cultural relativism vs universal human rights, free will vs predetermination, and of course tabula rasa or blank slate vs inherency, or nature vs nurture.

Confucius

The consistency with which people view the world in either absolute or relative terms is curious to me, and indicates that we aren't necessarily learning from observation, evaluating and interpreting the facts as we see them as we go about choosing our favorite economic system, or whether cultural practices that are alien to our own have any merit.  It seems instead that we've got an a priori view of the world that informs those decisions, an ideology that guides us in what turns out to be a fairly predictable direction.  In a loopy sort of way, those with an absolutist ideology would say that that ideology is genetic (and, indeed, that things like how we vote are genetic), while those with a relativist ideology would disagree, saying it's learned.

But at least our mythology about science is that it's supposed to be fact-driven, not ideological.  Often it is, though how do most people decide whether or not they accept that humans are driving climate change, or that all life evolved from a common ancestor?  Unless we're climate scientists or evolutionary biologists, we generally don't have the knowledge to evaluate the data in any meaningful way.  So these decisions become ideological.  In that sense, facts do not rule, not even in relation to science.


And what about the role of genes in making us who we are?  Ken and I have been sneeringly called "blank slaters" more than once, because we don't embrace the idea that who we are is determined by our genes.  The assumption is that if one doesn't accept that genes are always destiny, one must accept that they never are.

But, there's another way, and it's more subtle, and more nuanced, and that is to recognize that there's a continuum of gene action, from predictable to unpredictable.  Some alleles pretty reliably are associated with a given trait (alleles associated with Tay Sachs or cystic fibrosis), while others are not (APOE4 and dementia, HFE and  hemochromatosis).  With a few exceptions, specific genetic variants can't be predicted from most complex traits, and vice versa.  So, sometimes Legalism might be a good analogy for the relationship between genes and traits -- dictator, strong-arm genes -- and sometimes Confucianism; genes interacting with environment.  But there's also Daoism, another ancient Chinese philosophy, which taught that people were to live in harmony with nature, that government is unnatural, and that the best government is a weak government -- no dictator genes, mostly environment.

It used to be said that one's politics could be predicted from one's stand on genetic determinism, but determinism has become so pervasive that this is no longer true.  Atheist free-market constitutional modernist cultural relativist Bernie Sanders supporters are as likely to be genetic determinists these days as are, well, the opposite.  Determinism has become a pervasive ideology, and this despite a lot of evidence to the contrary.  Philosophers of science have long tried to define and describe how science is done, but I think fundamentally, while science is different from a lot of other human endeavors in that we do have ways of verifying that we're learning things, the role of ideology in what we think we've learned should not be underestimated.  And in many ways, it is heavily affected by emotions and by scientists' personal situations (careers, biases, and so on), even when they try to be 'objective'.  In recent decades, some 'science studies' work has clearly shown this (even if the practitioners have their own sociocultural axes to grind); given human nature, it should be no surprise. 

When did Lyndon Johnson propose the Great Society in the US?  It was in the mid 1960's, when we saw communism as a huge threat.  We reacted by becoming more like our 'enemy'.  Is it too simplistic to suggest that the same could be happening now, when our 'enemy' is religious fundamentalism?  

Kitap: Toprak Ana


   Daha okumadınız mı? Ay olmaz ki ama! 
Biz grupcak kitabı masaya yatırdık, inceledik ve pek sevdik.

Yalnız kitabı okuduktan sonra kaynanalar Aliman gibi bir gelin, gelinler Tolgonay gibi bir kaynana arayışına gireceklerdir ama olsun, iyi örneklere her zaman ihtiyacımız var.



    Kitap özünde Tolgonay'ın toprak ana ile dertleşmesini konu alıyor. 
Ama ne dertleşme... 
Toprakla değil, aslında bizle konuşuyor. Hatta konuşmuyor, elimizden tutup yaşadığı zamanlara, olaylara götürüyor. Bak, ben bu kadar acıyla nasıl başa çıktım, diyor.
 Çok şey öğreniyorsunuz Tolgonay'dan.




  Toprak Ana, incecik bir kitap, bitmesin diye ne kadar uğraşsanız da hemen bitiveriyor. Sona geldiğinizde ise buruk bir kalple kitabı kapatıyorsunuz. (Ve hemen yazarın başka kitaplarını araştırıyorsunuz)

Başa dönelim...

Daha okumadınız mı? Ay olmaz ki ama! Bırakın o telefonu, hemmen başlayın.

Ha unutmadan, lûtfen fikirlerinizi benimle, birmasalgibi okurlarıyla paylaşın.


Takıntılarım Mim: Merak Ediyorum....?


 Sağolsun   biposetkitap  beni mimlemiş :) 

“Merak ediyorum! Demiş? 
 Başlayalım o halde.

''Takıntılarınızı, sevdiğiniz ya da sevmediğiniz genel şeyleri.''

Sanırım duyacağınız takıntılardan sonra psikolojimden şüpheleneceksiniz hiç yazmasam mı:)


Çarşaf takıntım vardır ,  çok sık değiştiririm gece uyku tutmadı  ,yatakta çok döndüm o çarşaf kokmaya başlar bana , kalkıp değiştiririm ,  duş aldıysam  zaten illa değişir , gece üzerimde çarşaf olmazsa uyuyamam , çarşafa dolanırım :) 
Kısaca çarşaflar dile gelse benden nefretini dile getirir...


Koklama takıntım var
her şeyi herkesi koklarım  tabii çaktırmadan , en sık yaptığım parmak uçlarımı koklarım , saçlarımın uçlarını koklarım  ,biri sarıldıysa onu koklarım , yemeği , tatlıyı ,salatayı önce koklarım :) Çamaşırları katlarken koklarım güzel kokmayanları tekrar kirliye...

 

 Her sabah  okuduğum belirli dualarım vardır , Dularımı okumadığım günün çok kötü geçeceğini düşünüp  , o günü kötü geçiririm ...

 Her sabah sirkeli su içerim  , kudret narı ve bal yerim yemediğim gün midemin ağrıyacağını düşünürüm hatta bazen  yemediğim halde aa  sabah yemiştim deyip beynimi ve midemi kandırmaya çalışırım , başarılı olduğum bile olmuştur...:)

 Doktor bey korkmayın  henüz en büyük takıntımı söylemedim :)

 Fotoğraflarımı çekerim hemde her gün  , ne var bunda diyeceksiniz  , şöyle ki  eğer  fotoğraf çekip orada duruyorsa normal , ben  eski fotoğraflarımla karşılaştırma yapıp dış görünüşümün   değişikliklerini saptarım kriminal incelemeci siyah kuğu :)




 Yeter efendim yeterince saydım sanırım :))
 Mimlediklerim 


YARALAR BÜYÜMEZ

*Yalnızca insanlar büyür, yaralar büyümez, yaralar  çocuk kalır. 

Sevdiğim bir yazarın son romanında geçen ön söze aitmiş bu cümle. 
-Ait-miş diyorum çünkü henüz ben okumadım, okunacaklar listemde olan bir kitap. -
  Son bir kaç aydır yaşanacaklar listemde olmayan şeyleri yaşamakla,  hissedilecekler listemde olmayan hislerle ve öğrenmem gerekenler listesi yapsam aklıma bile gelmeyecek şeyleri öğrenmekle meşgulüm. 
   O kadar ki hissettiğimin farkına vardığım ama cümlelere dökülmemiş sayfalar dolusu uçuşan kelimem var zihnimde. İşte sevgili yazarımın bu cümlesi benim kendi içimde sıraya koyamadığım dağınık kelimelerimin bir cümle olabilmiş hali. 
    Büyümeyen çocuklar değil yaralar. 
     Ve biz hayatın içinde savrulurken birbirimizi yetişkin yalanlarımız içinde değil , çocukluk yaralarımızın izinde tanıyoruz.   
      Hiç bilmediğimiz ya da bilip tanımadığımız insanları gerçekten dudak kenarındaki seğiren kastan, gözünde beliren geçmiş izinden seviyoruz. Yetişkinlik hikayelerinde karışmıyoruz aslında birbirimize. 
   Adına yaşam dediğimiz o şey hepimiz için geçmişin kederine iyi gelen birileriyle, belki de benzer kederlerle ortak bir kadere sahip olma niyeti. 
    Kendimizi gerçekleştirmek değil belki de yaşama amacımız, geçmişi alt edebilme inancı.
    Gerçekten yara izleri olanlarımız bilirler yaraların da acılarının da birbiriyle yarıştırılamayacağını. Belki de o yüzden dünyanın bütün yaralı insanları birbirlerini yarasından  tanır. Yara izi olanın ince kederi eline, gözüne, gönlüne yansır çünkü. Bazen bir okul sırasında, bazen bir meyhane masasında, bazen bir kahvaltı sofrasında, bazen kadınlığında, bazen yılgınlığında, bazen yalnızlığında  tanışırlar.

   Ve sözsüz bir anlaşma gibi dünyanın bütün çocuk kalmış yaraları birbirlerini tanır. Çünkü yazarın dediği gibi yalnızca  insanlar büyür yaralar büyümez, yaralar hep çocuk kalır. 
 Ve bütün çocuklar eşittir. 


*Murathan Mungan/ Harita Metod Defteri 
    

Unutulmaz...




düşlerimde düşlerin
gözlerimde gülüşlerin
alnımdan öpüşlerin
unutulmaz...



Feeling a little bit Christmassy......




 making decorations.....


 At the end of November I made a special trip up to Sussex to go to the 'Country Brocante Christmas Fair' held at Cowdray Park. Oh, it was all so beautiful......My favourite purchase was this handmade mouse by 'Ayres and Grace'. I have made a tableau inside an old glass dome, and she sits by my bedside in front of an old mirror so that I can see her from behind too. 

"It's Christmas and Mabel mouse sits quietly with her stocking hoping to catch a glimpse of Father Christmas, but falls fast asleep......"

Torku ,Yerli malı Yurdum malı


 İlkokula giderken yerli malı haftası en sevdiğim haftaydı  her yıl aynı şey  meyve  olup şiirler okurduk ben istemeye istemeye  Ayva olmuştum  illa fıstık olacağım kabuklu fıstık diye tutturmuştum...
Yerli malı yurdum malı herkes onu kullanmalı deyip ayva göbekten önümü göremeyip yerde öyle bir yuvarlanışım vardı ki halen ayva yemem...
illa fıstık götürürdüm çok sevdiğimden olsa gerek hatta sırf bu yüzden ağlaya ağlaya fıstık ektirmişliğim vardır babama , Kızım yetişmez burada demesine rağmen...
  

 Şimdilerde ise yerli mallarını almamak için bahaneler üretiyoruz ,yabancı markalar çok çekici geliyor nedendir?
Bu akşam biraz araştırma yaptım yediklerimiz , içtiklerimiz hakkında ve yediğimiz içtiğimiz şeyleri biz onlardan alınca kar edenler , bizim sayemizde her gün ceplerini doldurup ta bizi aşağılayanlar.
 Aslına bakarsanız şimdiye kadar  markasını pek umursamazdım tanınıyorsa  ve çoğunluk memnunsa  alırdım  ama öyle değilmiş işin aslı...
 medya ,reklamlar  bizi yanıltabiliyormuş  menşei denen bir şey varmış ve ben artık menşei Türkiye (türkey) yazmayan bir gıda , temizlik ürünü  ve başka bir şey kullanmak istemiyorum . 

Neden hep dış Ülkeler kazansın ki benim Güzel Ülkemin Güzel Çiftçisine , Mühendisine şans vermezsek kucak açmazsak bu nasıl olacak  araştırma yaparken ben bir kaç yerli marka buldum ve denedim hatta  birini  gönüllü reklamını yapmaya karar verdim aynı şeyi sizde yapabilirsiniz  kullandığınız yerli marka ürünleri  tanıtabilirsiniz değil mi?
Şimdilik gıda olarak Torku'yu buldum Kullandıkça düşüncelerimi paylaşacağım...
 Şimdilik sadece  Torku Çikolatamı denedim bu gece ve  çok lezzetli üstelik Glikoz şurubu içermiyor...

 Giyecekler, temizlik malzemeleri , özel ürünler  bildiğiniz ve kullandığınız Türk mallarını  paylaşırmısınız ?
 Ben Torku'yu seçtim  ve hakkında araştırmalar yaptım biraz yüzde yüz yerli   bir çok ürünü var sütten  süt ürünlerine , bisküviden  şekere 
 

Biz, Konya Şeker’iz

Biz, Anadolu’nun verimli topraklarını işleyen, doğal üretim yapan 900 bin çiftçiyiz ve kendi ürettiğimizi yine kendi fabrikalarımızda işleyerek kendi markamızla sizlere ulaştırıyoruz. Markamız Torku ile evlerinize, sofralarınıza geliyoruz.

Üreticimizin emeğini tarladan sofranıza getiriyoruz.

Tohumumuzu kendimiz üretiyoruz, gübremizi yemimizi kendimiz üretiyoruz. Güvenle tüketin diye araya kimseyi sokmadan kendi fabrikalarımızda doğallığı, sağlığı ve kaliteyi her şeyin üzerinde tutarak Anadolu toprağının bereketini, emeğimizi sizlere ulaştırıyoruz.

Bereketli toprağımız bizim en kıymetli hazinemiz. Sadece bugünü düşünerek hareket etmiyor, bu hazineyi yarınlara, çocuklarımıza daha da güzelleştirerek bırakmayı amaçlıyoruz. Bu amaçla hem tohumumuzu hem toprağımızı koruyoruz. Yarını da düşünerek Konya Ovası’na 18 milyon ağaç diktik dikmeye devam ediyoruz.
Lütfen yerli Mallarımıza sahip çıkalım... 
 Resim ve tanıtımları ,Sitelerinden alıntıdır

 Siz  bu konuda neler düşünüyorsunuz?


Eskici

Hayırlı akşamlar efendim , mektubuma başlarken küçüklerin gözlerinden büyüklerin ellerinden öperim , yoksa mektubu bitirirken mi öpülürdü  , çok zaman oldu mektup yazmayalı o yüzden unuttum ...
Oysa eskiden ne çok mektup yazardım  , hatta bir mektup arkadaşım vardı yıllarca mektuplaşmıştık , sonra ne oldu  hatırlamıyorum büyüdük , adresimiz değişti , yada biz değiştik...

  Hani deriz ya , yani illa demişizdir hayatımızın bir anında ,  ''şimdiki aklım olsaydı böyle yapardım keşke beş yıl önce bu aklım olsaydı!''  
Merak ettim şimdi  siz hiç  dediniz mi ?
Burada bir incelik var  aslında o akıl değil yaşanmışlık , tecrübe  ve yaşananlardan alınan derstir, tabii bu arada şimdiki aklımızı  yıllar önceki bedenimizi isteriz , bedenimizde bir elbise  yıllar geçtikçe eskiyor yenik düşüyor zamana... 
 Ne anlatacaktım ne anlattım misali oldu artık döndüm , her  gün yazma kararı aldım ,bazen abuk sabuk bazen  oradan bazen buradan ama  bana ihtiyacı olan ve her gün okumak isteyenler varmış   hay hay efendim yazın dersinizde yazmam mı ?
 seve seve
 Bu arada çok mail alıyorum ''Fahri bey çıkmazı''  hikayemi devam etmemi isteyenleri burada da bir göreyim yorumlarınıza göre devam  yada tamam kararı alacağım.

Eskileri özleriz de nedense eskileri çöpe atar  ,yakar ,yıkar ,üstünü örteriz...


Quantum spookiness is nothing compared to biology's mysteries!

The news is properly filled these days with reports of studies documenting various very mysterious aspects of the cosmos, on scales large and small.  News media feed on stories of outer space's inner secrets.  We have dark matter and dark energy that, if models of gravitational effects and other phenomena are correct, comprise the majority of the cosmos's contents. We have relativity, that shows that space and even time itself are curved.  We have ideas that there may be infinitely many universes (there are various versions of this, some called the multiverse).  We have quantum uncertainty by which a particle or wave or whatever can be everywhere at once and have multiple superposed states that are characterized in part only when we observe it.  We have space itself inflating (maybe faster than the speed of light).  And then there's entanglement, by which there seem to be instant correlated actions at unlimited distances.  And there is some idea that everything is just a manifestation of many-dimensional vibrations ('strings').

The general explanations are that these things make no 'sense' in terms of normal human experience, using just our built in sensory systems (eyes, ears, touch-sense, smell, etc.) but that mathematically observable data fit the above sorts of explanations to a huge degree of accuracy.  You cannot understand these phenomena in any real natural way but only by accustoming yourself to accept the mathematical results, the read-outs of instrumentation, and their interpretation.  Even the most thoughtful physicists routinely tell us this.

These kinds of ideas rightfully make the news, and biologists (perhaps not wanting to be left out, especially those in human-related areas) are thus led to concocting other-worldly ideas of their own, making promises of miracle precision and more or less health immortality, based on genes and the like.  There is a difference, however: unlike physicists, biologists reduce things to concepts like individual genes and their enumerable effects, treating them as basically simple, primary and independent causes.

In physics, if we could enumerate the properties of all the molecules in an object, like a baseball, comet, or a specified set of such objects, we (physicists, that is!) could write formal equations to describe their interactions with great precision.  Some of the factors might be probabilistic if we wanted to go beyond gravity and momentum and so on, to describe quantum-scale properties, but everything would follow the same set of rules for contributing to every interaction.  Physics is to a great, and perhaps ultimate extent, about replicable complexity.  A region of space or an object may be made of countless individual bits, but each bit is the same (in terms of things like gravity per unit mass and so on).  Each pair, say, of interactions of similar particles etc. follows the same rules. Every electron is alike as far as is known.  That is why physics can be expressed confidently as a manifestation of laws of nature, laws that seem to hold true everywhere in our detectable cosmos.

Of cats and Schroedinger's cat
Biology is very different.  We're clearly made of molecules and use energy just as inanimate objects do, and the laws of chemistry and physics apply 100% of the time at the molecular and physics levels. But the nature of life is essentially the product of non-replicable complexity, of uniquely interacting interactions.  Life is composed strictly of identifiable elements and forces etc at the molecular level. Yet the essence of life is descent with modification from a common origin, Darwin's key phrase, and this is all about differences.  Differences are essential when it comes to the adaptation of organisms, whether by natural selection, genetic drift, or whatever, because adaptation means change.  Without life's constituent units being different, there would be no evolution beyond purely mechanical changes like the formation of crystals.  Even if life is, in a sense the assembling of molecular structures, it is the difference in their makeups that makes us different from crystals.

Evolution and its genetic basis are often described in assertively simple terms, as if we understood them in a profound ultimate sense.  But that is a great exaggeration: the fact that some simple molecules interacted 4 billion years ago, in ways that captured energy and enabled the accretion of molecular complexity to generate today's magnificent biosphere, is every bit as mysterious, in the subjective sense of the term at least, as anything quantum mechanics or relativity can throw at us. Indeed, the essential nature of life itself is equally as non-intuitive. And that's just a start.

The evolution of complex organisms, like cats, built through developmental interactions of awe-inspiring complexity, leading to units made up of associated organ systems that communicate internally in some molecular ways (physiology) and externally in basically different (sensory) ways is as easy to say as "it's genetic!", but again as mysterious as quantum entanglement.  Organisms are the self-assembly of an assemblage of traits with interlocking function, that can be achieved in countless ways (because the genomes and environments of every individual are at least slightly different).  An important difference is that quantum entanglement may simply happen, but we--evolved bags of molecular reactions--can discover that it happens!

The poor cat in the box.  Source: "Schrödinger cat" by File:Kamee01.jpg: Martin Bahmann, Wilimedia Commons

This self-assembly is wondrous, even more so than the dual existence of Schroedinger's famous cat in a box.  That cat is alive and dead at the same time depending on whether a probilistic event has happened inside the box (see this interesting discussion), until you open the box, in which case the cat is alive or dead. This humorous illustration of quantum superposition garnered a lot of attention, though not that much by Schroedinger himself for which it was just a whimsical way to make the point about quantum strangeness.

But nobody seems to give a thought beyond sympathy for the poor cat!  That's too bad, because what's really amazing is the cat itself.  That feline construct makes most of physics pale by comparison.  A cat is not just a thing, but a massively well-organized entity, a phenomenon of interactions, thanks to the incredible dance of embryonic development.  Yet even development and the lives that plants and animals (and, indeed, single-celled organisms) live, impressively elaborate as they are, pale by comparison with various aspects these organisms have of awareness, self-awareness, and consciousness.

This is worth thinking about (so to speak) when inundated by the fully justified media blitz that weird physics evokes, but then you should ask whether anything in the incomprehensibly grand physics and cosmology worlds are even close to the elusiveness and amazing reality of these properties of life and how these properties could possibly come about, how they evolved and how they develop in each individual--as particular traits, not just the result of some generic evolutionary process.

And there's even more:  If flies or cats are not 'conscious' in the way that we are, then it is perhaps as amazing that their behavior, which so seems to have aspects of those traits, could be achieved without conscious awareness.  But if that be so, then the mystery of the nature of consciousness having evolved, and the nature of its nature, are only augmented many-fold, and even farther from our intuition than quantum entanglement.

Caveat emptor
Of course, we may have evolved to perceive the world just the way the world really is (extending our native senses with sensitive instruments to do so).  Maybe what seems strange or weird is just our own misunderstanding or willingness to jump on strangeness bandwagons.  Here from Aeon Magazine is a recent and thoughtful expression of reservations about such concepts as dark matter and energy.

If quantum entanglement and superposition, or relativity's time dilation and length contraction, are inscrutable, and stump our intuition, then surely consciousness trumps those stumps.  Will anyone reading this blog live to see even a comparable level of understanding in biology to what we have in physics?

HADİ BİR HAYAL KURALIM

‘’Hadi bir hayal kur? ‘’ ya da ‘’ Hadi bir hayal kuralım? ‘’
Hiç böyle bir cümleniz oldu mu sizin?
Hiç gözlerinizi kapatıp, kendinizi hop diye içine attığınız, bütün sevdiklerinizi de paldır küldür hayalinize çektiğiniz üç beş dakikanız oldu mu?
 
*******
Dünyanın en naif ve en sakinleştirici cümlesidir bu cümle.
Hayali çok olanların, hayallerin kıymetini bilenlerin, yine sadece hayale değenlerle paylaştıkları bir ayin cümlesi gibidir.
Ya da kadehin dibinde kalan son yudumu içip, kadehi masaya vurup, o an o seste ''Ulan ben bu gece dünyayı kurtarırım be '' hissini yaratan bir sarhoşluktur.
 Gözlerini sıkı sıkı yumup, gözünün önüne gelen o bahçeyi bir daha hiç unutmamak için bir an önce uyumayı isteten bir akıl oyunudur.
 Dünya bok gibi bir yer olduğu için ve her şeye rağmen insan soyu yaşamaya devam etmek zorunda olduğu için küçücük mucizevi anlar yaratma telaşıdır.
 Şarkı söylemek, şiir yazmak, kitap okumak, film çekmek, çocuk doğurmak, doğmuş çocuğu büyütmektir.
Gerçeklerden kaçmak için değil gerçeklere rağmen dünya dönebilsin diye bir şeyler yapabilecek takati bulabilmektir.
Aşktır.
Direnmektir.
Öpüşmektir.
İnce şeylere zaman ayırabilecek kadar hayattan vazgeçmemiş olmaktır.
Bir sahil kasabasında bembeyaz elbiseleri uçuş uçuş sahilde koşturan iki yeni yetmedir.
Masa başında bir hikayeyi film yapmaya çalışan iki genç kadındır.
 Torunlarını büyüten ananelerdir.
Vazgeçmemektir.
Titanik’teki iki küçük çocuğun hiç bir zaman ölmemiş olmasıdır.
Seçmektir , seçilmektir.
Gerçeğin paldır küldür sorgusuzca altına alıp ezdiği zorunlu birlikteliklerden farklıdır.
Seçtiğine doğru akar hayal.  

Masaldır.

Dünyanın en naif ve en kıymetli cümlesidir.
Tıpkı masal gibi.
Nasıl ki masallar herkes için yazılmaz, rast gele her önüne gelen anlatılmazsa hayal de öyle gelişi güzel saçılmaz.
Yani demem o ki hem çok ufacık hem de kalbe sığmayacak kadar derindir.
  
Göğe bakmak,
       vapura binmek, ve
                 bir çocuk sevmek gibidir.
 Çok kıymetlidir, çok ...

Onlar...


Onlar , bana yarın şu elbiseyi almazsan küserim diyemiyor...

Onlar , yarın hangi yemeği yapsam da like alsam diyemiyor...

Onlar , yeni model telefon çıkmış artık bunu istemem diyemiyor ...

 işte aramızdaki tek benzerlik "diyememek" onca varlığın içinde biz bir şükürler  olsun diyemiyoruz affet bizi Allah'ım...
 Hayırlı cumalar...

ÖMRÜN HACMİ

 Televizyon seyredilen bir şey değil benim için uzun zamandır. İncelenen bir şey, ucundan kıyısından üretimimin bulaşmasını temenni ettiğim, bir gün bir süper kahramanın çıkıp güzel şeylerin peşinden gideceğine inandığım çalışma alanım. Bu nedenle uzun süre televizyon izleyemesem de içerisinde olan her şeyi büyük bir ilgi ile incelemeye çalışıyorum. Bugün izlemediğim ve aslında hiçbir zaman üretmeyi de düşünmeyeceğim bir diziyi izliyordu annem. Oldukça klişe acı soslarına bulanmış neredeyse uyduruk bir melodram. Ama ondan bahsetmeyeceğim.
Bu yazının konusu başka. İşte ben de odanın içinde dolanırken birden dikkatimi çekti ekranda olan biten.
Bir rüya sahnesiydi. Genç ve yetimhanede yaşayan  bir kız kendi ölümünü ve cenazesini izliyor rüyasında. Her şey son derece  basmakalıpken birden kız ; ‘’Bu kadar mı benim bu dünyadaki boşluğum; ben bu kadar küçücük mü yaşamışım ?’  diye soruyor kendi kendine.
  Siz hiç sorar mısınız kendinize :  

Ben ne kadar yaşıyorum ?
Benim varlığımın hacmi ne kadar bu dünyada diye.
****
Paranın, evin, arabanın hatta insanın kapladığı yer hesaplanabilir lakin bir hayatın hacmi nasıl hesaplanır?


  Her yaşam çok kıymetli elbette ama sanırım insan yaşamı bir başkasının yaşamına değdikçe büyüyor.  
Hepimizin kendi yolunda ayağına değen onlarca taş var, hepimiz bir şeylerin üstünden atlamaya , altından kalkmaya çalışıyoruz.
Hepimiz yoruluyoruz, kayboluyoruz, vazgeçiyoruz.
Bütün bunlar olurken her şeye rağmen bir başkasının yolundan bir taşı alıp kenara çekebiliyorsak, ya da ayağına taş değenin yarasına üfleyebiliyorsak yaşamızı da büyütebiliyoruz.
Kurtuluşun tek başına değil hep beraber geleceğine inandığımız kadar büyüyor hayatımız. Yazdığımız şiir bir kadının ya da adamın duvarında her sabah haydi yapabilirsin dediğinde büyüyor biraz daha hayatımız.
Kalbimizde taşıdığımız, gönlümüzde doğurduğumuz evlatlara sahip oldukça büyüyor hacmi ömrün.
Küçücük hayatlardaki aptal debelenmelerin farkına varıp;  kinden, kıskançlıktan uzaklaştıkça büyüyor hayatımız.
Kuru kalabalık uğruna kalbini ezdirmeyi reddedip, kalbindeki bahar bahçeyi  yine kalbini renklendirenlere açmayı öğrenebildiğinde büyüyor.
  Hayat  (bence) en çok ;  ne kadar sevildiğine ve sevmenin sevilmek için tek koşul olduğunu öğrenebilmeye bağlı olarak büyüyor.


  Sen düşündün mü ?
  Ne kadarlık yaşıyorsun bu dünyada,

senin ömrünün hacmi ne kadar ?

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...