Ağlayan Elma Ve Gülen Elma Masalı
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zamanda bir padişah ve üç de oğlu varmış. Bunlar ülkelerinde mutlu bir hayat sürerlermiş. Küçük oğlan bir gün köşkünde otururken, sokaktaki çeşmeden su almak için bir kocakarının geldiğini görmüş. Oğlan ninenin testisine küçük bir taş atmış ve testiyi kırmış. Nine bir şey söylemeden evine dönmüş. Bir testi daha alıp gene çeşmeye gelmiş. Oğlan bu sefer de bir taş atıp testiyi kırmış. Nine sessizce evine geri dönmüş. Ertesi gün testi elinde gene çeşmeye gelmiş. Oğlan, ninenin geldiğini yukarıdan görüp hemen eline bir taş daha almış. Uygun bir anda atıp gene testiyi kırmış. Nine başını kaldırmış: -Hey oğul, bir şeycikler demem.. Dilerim Mevla’dan, ağlayan elma ile gülen elmaya aşık olasın demiş, çekip gitmiş. Oğlan da aradan birkaç gün geçince ninenin söylediğini kendine dert etmeye başlamış. Gerçekten ağlayan elma ile gülen almaya aşık olmuş. Günden güne sararıp solmaya başlamış. Çok geçmeden padişah, oğlunun hastalandığını işitmiş. Hekimler bir türlü derdini anlayamamışlar. Günlerden bir gün kente bir hekim gelmiş. Bakması için saraya çağırmışlar. Hekim: -Bunun hastalığı sevdadan başka bir şey değil demiş. Oğlan da en sonunda ağlayan elma ile gülen elmaya aşık olduğunu babasına söylemiş. Babası çok üzülmüş: -Şimdi ne yapalım, oğlum? Biz onu nerede buluruz demiş Oğlan: -Ben gider onu bulurum.. Yeter ki siz izin verin diye cevap vermiş. Padişah; -Oğlum, bu hal ile nereye gideceksin? Onun kim olduğunu, nerede olduğunu bilmezsin. Vaz geç bu sevdadan. Dediyse de oğlan kanmamış. -Mutlaka gidip bulacağım demiş. Ağabeyleri de babalarına; -Biz de onunla birlikte gideriz. Kardeşimizi yalnız bırakmaz, bu elmaları mutlaka buluruz demişler. Bunlar yol hazırlığı yapmışlar. Üçü birlikte yola düşüp bilmedikleri ülkelere, kentlere doğru yürümeye başlamışlar. Az gitmiş uz gitmişler; dere tepe düz gitmişler... En sonunda bir çeşme başına gelmişler. Çeşmenin taşının üzerinde bir yazı görmüşler. Taşta şunlar yızılıymış: “Karşıdaki üç yolun birine giden gelir, birine giden ya gelir ya gelmez, öbürüne giden hiç gelmez” Büyük oğlan; -Giden gelir yola ben gideyim demiş. Ortanca oğlan da; -Giden ya gelir ya gelmez yola da ben gideyim demiş. Giden gelmez yola gitme de küçük oğlana kalmış. Büyük oğlan; -Gittiğimiz yerden hangimiz önce gelirse, ötekilerin gelip gelmediğini nereden bilsin? demiş Küçük oğlan ileri atılmış: -Parmaklarımızdaki yüzükleri çıkarıp şu taşın altına koyalım. Kim önce gelirse taşı kaldırsın yüzüğünü alsın. Sonra gelen de kimin dönüp dönmediğini bilsin. Böyle yapmışlar. Her biri istediği yola gitmiş. Büyük oğlan “giden gelir” yoluna çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş; bilmediği bir ülkeye varmış. Orada, ‘Giren çıkandan bir şeyler öğrenirim’ umuduyla bir hamama girmiş. Hamamda tellak olarak çalışmaya başlamış. Ortan oğlan “giden ya gelir ya gelmez” yoluna koyulmuş. Az gitmiş uz gitmiş... Günlerden bir gün bir ülkeye varmış. Orada bir kahveye girerek çalışmaya başlamış. Sonunda kahveci olup orada kalmış. Küçük oğlan da “giden gelmez” yoluna düşmüş. O da az gitmiş, uz gitmiş. Çok uzun yollarda yürümüş. Otura kalka, gide gide bir gün bir çeşme başına gelmiş. Bakmış ki bir nine bu çeşmeden su dolduruyor. Oğlan yanına gitmiş... —Nineciğim, beni bu akşam evinde konuk eder misin demiş. Nine de; —Ah oğul, benim bir evim var... Yattığım zaman ayaklarım dışarı çıkar. Ben kendim sığamıyorum, seni nerede konuk edeyim diye cevap vermiş. Küçük oğlan yaşlı kadına bir avuç altın vermiş: -Aman nine, ne olur bana yatacak bir yer bul deyince nine altınların hatırına; -Gel oğul gel... Evim de var odam da.. Senden başka kimi konuk edeyim? Deyip, oğlanı evine götürmüş. Evde biraz yemiş içmişler. Otururken oğlan sormuş: -Aman nine, bir ağlayan elma ile gülen elma varmış... Nerededir onlar bilir misin? Nine bunu duyar duymaz oğlana bir tokat vurmuş. —Sus! Onların adını anmak yasaktır... Bunun üzerine oğlan çıkarmış bir avuç altın daha vermiş. Nine sevinerek; -Oğlum, yarın kalkarsın, şu karşıki dağa giderisin. Oraya bir çoban gelir. O çoban, ağlayan elma ile gülen elmanın olduğu sarayın çobanıdır. Onun gönlünün yapıp saraya girebilirsen elmaları orada bulursun. Ama elmaları aldıktan sonra doğruca benim yanıma gelesin demiş. Oğlan da sabahleyin kalkmış. Kadının tarif ettiği dağa gitmiş. Bakmış ki orada bir çoban koyun otlatıyor. Gidip çobana selam vermiş... Oturup konuşmaya başlamışlar. Sonra oğlan ağlayan elma ile gülen elmayı çobana söylemiş. Çoban da tıpkı yaşlı kadının yaptığı gibi bu sözü işittiği anda oğlana bir tokat vurmuş. Tokatı yiyen oğlanın aklı başından gitmiş. —Aman çoban kardeş bana neden vurdun? Deyince çoban yeniden üstüne yürümüş. —Sus daha konuşuyorsun, öyle mi? Diye bir tokat daha vurmuş. —Onun lafı burada yasaktır, demiş. Oğlan çobana yalvarmış yakarmış, bir avuç altın vermiş... Çoban altınları görünce yumuşamış. Oğlana demiş ki: -Ben şimdi bir koyun keserim. Onun derisini tulum çıkarırım. O tulumun içine girersin. Akşamüzeri ben koyunları sürüp saraya giderken sen de koyunların içinde saraya girersin. Çünkü saraya girerken koyunları sayarlar. Sen de koyun gibi yürüyüp kendini bildirmeyerek sürüyle birlikte içeri girersin. Geceleyin, herkes uyuyunca, en yukarı kata çıkar sessizce sağ taraftaki odaya girersin. Padişahın kızı yatakta yatar, elmaları da rafta durur. Onları, uyandırmadan alabilirsen alırsın... Eğer kız uyanırsa bağırır... Seni yakalarlarsa iş fena olur. Çoban bunları söyledikten sonra kalkmış bir koyun kesmiş. Koyunun tulum gibi çıkardığı derisine oğlanı sokmuş. Koyunların içine katarak doğruca saraya gitmiş. Nöbetçiler koyunları saraydan içeri girerken saymışlar. Oğlan da sürüyle birlikte içeri girmiş. Gece olmuş, herkes uyumuş. Saat dörde beşe gelirken oğlan tulumdan çıkmış. Yavaş yavaş en yukarı kata gidip çobanın söylediği odayı bulmuş. Açıp bakmış ki orta yerde bir yatak, içinde de ayın on dördü gibi güzel bir kız yatıyor... Oğlan ona bakarken, raf üzerinde bulunan elmaların biri kahkaha ile gülmeye diğeri de hüngür hüngür ağlamaya başlamışlar. Bunları işiten oğlan hemen kapıyı kapadığı gibi kaçmış, doğruca koyunların yanına gitmiş. Elmaların gürültüsüne yatakta yatan kız uyanmış. Bakmış ki kimsecikler yok. Odanın dışına çıkmış, öteye bakmış, beriye bakmış... Kimseyi bulamayınca içeri girmiş: -Sizi gidi yalancılar sizi... Beni aldattınız. Diyerek elmalara kızmış. Yeniden yatağa yatmış. Aradan kısa bir süre geçince kız tekrar uyumuş. Oğlan da bir daha yukarı çıkmış. Yavaş yavaş odanın kapısını açmış, içeri girmiş. Elmalara doğru bir iki adım atmış. Bu sırada yeniden elmaların biri gülmeye, biri ağlamaya başlamış. Oğlan korkusundan gene kaçmış. Kız uyanmış, bakmış ki kimsecikler yok... —Hay gidi edepsizler hay. İkidir beni uykudan uyandırıyorsunuz. Gene bir şey yaparsanız sizi döverim, demiş ve yeniden yatmış. Kız uyuyunca oğlan gene gelmiş, kapıyı açıp elmaların yanına yaklaşmış. Elini uzatıp raftan alayım derken elmalar gene gülüp ağlamaya başlamış ve oğlan gene korkup kaçmış. Kız uyanıp bakmış ki kimsecikler yok: -Sizi gidi arsızlar sizi. Bu gece deli mi oldunuz? Üç keredir beni uykudan uyandırıyorsunuz. Bu nasıl iş? Deyip, bir tokat birine, bir tokat ta ötekine vurmuş. Sonra yeniden yatağına girip yatmış. Aradan epeyce vakit geçmiş. Oğlan gene odaya girmiş ve rafa yaklaşmış. Elmanın birini eline almış... Bakmış ki ses yok... Öbürünü de alıp dışarı çıkarmış. Doğruca koyunların arasına gidip tulumun içine girmiş. Meğer elmalar kıza, kendilerine kızdığı için darılmışlar, bu yüzden ses çıkarmazlarmış. Sabah olmuş... Çoban koyunları saraydan çıkarmış ve dağa doğru gitmiş. Oğlan, saraydan uzaklaşınca kimsenin olmadığı bir yerde tulumdan çıkmış. Çobana bir avuç altın daha vermiş. —Allaha ısmarladık, deyip doğru ninenin evine gelmiş. Nine oğlanı görünce hemen bir leğenin içine biraz su koymuş. Bir tavuk keserek kanını suya akıtmış. Suyun içine bir tahta koyup oğlanı tahtanın üstüne oturtmuş. Kız sabah olup da uykudan uyanınca, aşağı bakmış, yukarı bakmış ki rafta elmalar yok. —Eyvah! Bu gece elmalarım çalındı. Onlar beni üç kere uyandırdılar ama ben anlayamadım; meğerse hırsız gelmiş diye ağlamaya başlamış. Padişah bunu duyunca sarayın kapılarını kapattırmış. Hatta şehrin etrafındaki kalenin kapılarını da kapatarak gireni çıkanı sıkı sıkı arattırmış. Şehrin içini de aramışlar, bir türlü bulamamışlar. Falcılar fal bakmışlar. Sonunda görmüşler ki elmaları alan kanlı bir denizde gemiyle gidiyor. —Padişahım, demişler; -Bu adam çok uzaklara gitmiş. Bu kanlı deniz nerededir bilemeyiz... Sonunda bu elmaları aramaktan vazgeçmişler artık. Kalenin kapıları eskiden olduğu gibi açılmış. Oğlan nineye biraz daha altın verdikten sonra -Eyvallah deyip oradan çıkmış. Geldiği yoldan dönmeye başlamış. Gide gide bir gün, ağabeyleriyle ayrıldığı çeşme başına gelmiş. Yüzüklerini koydukları taşı kaldırıp bakmış ki hiçbiri gelmemiş. Kendi yüzüğünü almış ve küçük ağabeyinin gittiği yola gitmiş. Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş... Bir gün bilmediği bir ülkeye varmış. Yolunun üstündeki bir kahveye girmiş. Yorgunluk çıkarmak için kahve çubuk içmiş. Bakmış ki ağabeyi orada kahvecilik ediyor. Yaklaşmış yanına, ama kahveci olan ağabeyi onu tanımamış. Bir ara oğlan ağabeyini yanına çağırmış. Söz arasında: -Sen nerelisin? Filan derken, ağabeyi anlamış ki kendisiyle konuşan kardeşidir. Sonra birlikte kalkmışlar geri dönmek için yola koyulmuşlar. Şurası burası derken gene o çeşmeye gelmişler. Taşı kaldırıp bakmışlar ki, ağabeyleri gelmemiş. Ortanca oğlan da yüzüğünü almış. Ağabeylerini aramak amacıyla onun gittiği yola gitmişler. —Kardeşim, bunlar biraz bizde dursun, sonra gene sana veririz, demişler. O da; -Pekiyi deyip vermiş. Sonra bu iki ağabey birbirlerine; -Biz bunu öldürelim; şu elmaların biri sende biri bende kalsın demişler. Yol üzerinde bir kahveye rast gelmişler. O kahvenin bahçesinde biraz oturup yemek yiyelim demişler. Kahveciden bir hasır istemişler, kahveci de hemen getirmiş. Bahçede ağzı açık bir kuyu varmış. Hasırı o kuyunun üstüne yaymışlar. Küçük oğlan kuyuyu görmemiş... Hasırın üstüne oturduğu gibi kendisini kuyunun dibinde bulmuş. Ağabeyleri biraz oturmuşlar. Yemek yiyip karınlarını doyurmuşlar. Kahve, tütün içmişler. Az sonra gene yola düşüp ülkelerine doğru gitmişler. Kuyuda su olmadığı için, aşağıya düşen oğlan ölmemiş, ama bayılıp kalmış. Ağabeyleri ülkelerine varmışlar. Babaları küçük kardeşlerinin nerede olduğunu sormuş. Onlar da; -Biz gittik, ağlayan elma ile gülen elmayı bulup getirdik. O, bir giden gelmez yola gitmişti, bir daha gelmedi, demişler. Babaları da üzülmüş, ağlamışsa da; -Elbet gelir diyerek kendini avutmuş. Onlar babalarının yanında oturmada olsun, biraz sonra, kuyuya düşen oğlanın aklı başına gelmiş. Kuyunun içinde yukarıya doğru bağırmaya başlamış. O sırada kahveci bahçede gezerken bir de bakmış ki kuyudan bir ses geliyor. En sonra kuyuya bir adam sarkıtmışlar ve oğlanı çıkarmışlar. —Sen buraya nasıl düştün diye sorunca oğlan da başına gelenleri bir bir anlatmış. Sonra kalkıp kendi ülkesine gitmiş. Ama babasının sarayına gitmemiş. Başına bir işkembe geçirmiş ve keloğlan kılığına girerek bir kalaycı dükkânına girmiş. Orada çırak olarak çalışmaya başlamış. Gel zaman git zaman, herkes kendi hayatını yaşamaya devam etmiş... Ama ağlayan elma ile gülen elmanın sahibi olan kız çok büyük üzüntü içindeymiş. Kızın padişah babası bin taneli bir tespih yaptırmış ve adamlarına vermiş. —Bu tespihi alın, ülke ülke gezin. Kim başına geleni anlatarak bu tespihi bitirinceye kadar çekebilirse bu elmaları o almıştır... Onu tutup bana getirin, demiş. Adamlar tespihi almışlar. Çeşitli ülkelere gitmişler. Gezmişler, dolaşmışlar ama kimse o tespihi çekememiş. En sonunda bu elmaları çalan oğlanın ülkesine gelmişler. Tam o kalaycının önünden geçerlerken, oğlan ustasına; -Usta, ben başıma gelenleri anlatırken bu tespihi çekerim, demiş. Ustası adamlara haber vermiş. Onlar da tespihi getirmişler: -Haydi bakalım, hem anlat hem de çek demişler. Oğlan o zaman; -Ben bunu çekerim ama buranın padişahının yanında çekerim demiş. Oradan oğlanı alıp padişahın yanına getirmişler. Olan biteni padişaha anlatmışlar. Oğlan oturmuş, başına gelenleri bir bir anlatmış. Bu arada tespihi çekmeye de başlamış. Tam kardeşlerinin onu kuyuya attıklarını söylediği sırada tespih bitmiş. Padişah da bu oğlanın kendi küçük oğlu olduğunu anlayıp, hemen kalkmış onun boynuna sarılmış. —Vah oğulcuğum, senin başına bunca işler gelmiş de benim haberim olmamış diyerek ağlamaya başlamış. Adamlar oğlanı alıp öteki padişaha götürmek istemişler. Ama önce elmaları alan iki büyük oğlanın cellât elinde cezaları verilmiş. Sonra da küçük oğlanı elmalarla beraber öteki padişahın ülkesine göndermişler. Az gitmişler, uz gitmişler... Gide gide bir gün gene, elmaların çalındığı ülkeye ulaşıp, bu oğlanı padişahın yanına götürmüşler. Padişah oğlanı görür görmez ona kanı kaynamış. O tespihi bir de kendi önünde çekmesini istemiş. Oğlan gene tespihi alıp başına gelenleri baştan sona kadar anlatmış ve tespihi de çekmiş. Padişah; -Oğlum, sen bu elmaları âşık olduğun için çaldın. Ama benim kızım da bunlara âşıktır. Gel, kızımı sana vereyim, ikiniz de bu elmalardan ayrılmayın demiş. Oğlan da: -Baş üstüne deyip padişahın söylediğini kabul etmiş. Küçük oğlanla kız evlenmişler. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine...
Yaramaz Meyve Kiraz Masalı
Yaramaz Meyve Kiraz Masalı
Bir zamanlar dünyanın en büyük şatosunda bir kız yaşıyormuş bu kız meyveden başka birşey yemezmiş en çok kiraz,çilek,portakal ve şeftali yermiş. Ama annesi bundan hiç memnun değilmiş kiraz ve çileği çok sevdiği için yemeğe kıyamazmış kirazın küçük bir kızı varmış bu kız o kadar haylazmış ki meyvelerin şefi şeftaliyi çok kızdırırmış. Bıçağı alıp hep onu gıdıklarmış şeftali uyanıp kovalarmış ama yakalayamazmış çünkü o küçük olduğu için her deliğe sığıyomuş, şeftali büyük olduğu için sığamıyormuş.Kirazın annesi bu durumu anlamış.Bir gün kızını karşısına alıp konuşmuş.Bak kızım bu yaramazlığa artık son ver.Çünkü o koskaca meyveler şefi seni bir lokmada yutuverir.Hiç acımaz demiş.Yaramaz kiraz peki demiş ama hala aklından haylazlık geçiyormuş.Bir gün, şeftali yine öğle uykusuna yatmış.Kiraz yine dayanamayıp gıdıklamış.Şeftali uyanmış bağırarak gel burayaaaaa, demiş.Kiraz her zamanki yerine saklanacakken birde ne görsün! o ara kapanmış.şeftali elime düştün demiş kiraz ona yağ çekmiş bak beni yeme miğdene otururum.Hem senin çok güzel kabukların var diyerek yağ çekmiş.Şeftali:gerçekten mi sahiden öylemi düşünüyorsun?Kiraz:Tabikidee demiş.Şeftali onu serbest bırakmış.Kiraz olanları annesine söylemiş annesi:Bak gördün mü? demiş.Kiraz:Evet annecim artık hep sözünü dinleyeceğim demiş.Ve ondan sonra kiraz yaramazlık yapmamış.Ve o kızda artık her yemekten yemeğe başlamışşş...
Kırmızı Yanak İle Huysuz Elma Masalı
Kırmızı Yanak İle Huysuz Elma Masalı
Elmalar sağlık verir,
İçinde vitaminler.
Çocuklar elma yerler,
Aman ne güzel derler.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde,uzaklarda bir yerde kırmızı yanak adında bir elma varmış. Kırmızı yanağı tanıyan pek çokmuş. Günler günler içinde, kırmızı yanak günlerin peşinde koşup dururmuş.
Bizim kırmızı yanak elma ağacındaki en güzel elmalardan biriymiş. Hatta en kırmızısı, en tatlısı, en ağırbaşlısı. Bütün elmalar onun önünde saygıyla eğilirlermiş. Kırmızı yanağın yan dalında ise huysuz elma yaşarmış. Kim ne dese sinirlenir, başına ne gelse çevresindekileri suçlarmış.
Elma ağacı bu olup bitenlerden hiç memnun değilmiş. huysuz elmanın ikide birde kırmızı yanağa saldırmasına içerler durur, arada bir huysuzu uyarırmış ama huysuz kimsenin uyarılarına kulak vermez, kendi bildiğini yapmaktan vazgeçmezmiş.
Bir sabah huysuz elma erkenden kalkmış. Sonra dalının üstünde ne kadar eşyası varsa üstlerine su dökmüş ve kimselere görünmeden tekrar uykuya dalmış. Bir saat sonra :
- Benim dalımı kim ıslattı?
diye yaygarayı basmış. Ağacın dallarındaki diğer elmalar ve elma ağacı neye uğradıklarını şaşırmışlar. Hepsi apar topar huysuz elmanın dalına doluşmuşlar, hatta bir ara dal kırılma tehlikesi bile atlatmış. Huysuz elma kırmızı yanağı kastederek;
Yine komşum bulaşık sularını dökmüştür mutlaka`` demiş.
Herkes kırmızı yanağa doğru dönmüş. Kırmızı yanak morarmış sararmış, Üzüntüden rengi alacalanmış. Sonra;
- Benim hiç bir şeyden haberim yok hem uyuyordum hiç bir şey görmedim , demiş.
Huysuz elma :
- Tabi uyuyordun niye uyumayacaksın ki, dalımı mahvettikten sonra rahat rahat uyursun ,diyerek cevap vermiş.
Kırmızı yanak:
- Beni yapmadığım bir şey için suçluyorsunuz sayın huysuz elma. Bunu bir kere daha yapmıştınız ama bakın ben sizinle hiç ilgilenmiyorum. Sizin dalınıza yaklaşmıyorum bile görüyor musunuz ?
Huysuz elma atılmış hemen :
- Geçen hafta yaklaşmıştınız ya hem buradaki herkes şahit.
Kırmızı yanak boynunu bükmüş :
- İyi ama siz dalınızda yaptığınız toplantıya beni de davet etmiştiniz ve diğer arkadaşlarla birlikte gelmiştim.
Huysuz daha bir böbürlenerek :
- Bak işte yalanın ortaya çıktı, birde ben senin dalına bile yaklaşmam diyordun.
Kırmızı yanak ama yani şimdi gibi kelimelerle lafa başlamak istediyse de, hiç bir şey diyememiş. Bu sırada elma ağacı lafa karışarak bütün elma ağacı sakinlerini şaşırtmış.
- Ben olup biten her şeyi gördüm demiş. Huysuz elma aniden bağırmaya başlamış, bir yandan el kol hareketleri yapıyor,bir yandan suçsuzluğunu ispat etmeye çalışıyormuş:
- Ama nasıl gördünüz olamaz ki, ben etrafa su dökerken herkesin uyuduğundan iyice emin olmuştu, siz de mışıl mışıl uyuyordunuz.
Bu sözleri söyleyerek yakalanan huysuz elmayla o günden sonra hiç kimse konuşmamış. Elma ağacıda `` Ben dallarım arasında böyle faydasız işlerle uğraşan bir elma istemiyorum`` diyerek ona sokağı göstermiş. Huysuz elma çantasını toplayıp elma ağacından ayrılırken, kırmızı yanak yine de huysuz elma için çok üzülüyormuş. Çünkü elmalar vitaminli, faydalı, sağlıklı meyvelerdir ve içlerinden bir tanesinin bile böyle faydasız işlerle uğraşması herkesi çok üzer.
Masal burada bitmiş , herkes evine gitmiş.
Huysuz elmayı bilenler,bu işe pek sevinmiş.
Seni gidi huysuz elma,dokunma ona buna,
Haydi bakalım, haydi,Şimdi çık git yoluna.
İçinde vitaminler.
Çocuklar elma yerler,
Aman ne güzel derler.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde,uzaklarda bir yerde kırmızı yanak adında bir elma varmış. Kırmızı yanağı tanıyan pek çokmuş. Günler günler içinde, kırmızı yanak günlerin peşinde koşup dururmuş.
Bizim kırmızı yanak elma ağacındaki en güzel elmalardan biriymiş. Hatta en kırmızısı, en tatlısı, en ağırbaşlısı. Bütün elmalar onun önünde saygıyla eğilirlermiş. Kırmızı yanağın yan dalında ise huysuz elma yaşarmış. Kim ne dese sinirlenir, başına ne gelse çevresindekileri suçlarmış.
Elma ağacı bu olup bitenlerden hiç memnun değilmiş. huysuz elmanın ikide birde kırmızı yanağa saldırmasına içerler durur, arada bir huysuzu uyarırmış ama huysuz kimsenin uyarılarına kulak vermez, kendi bildiğini yapmaktan vazgeçmezmiş.
Bir sabah huysuz elma erkenden kalkmış. Sonra dalının üstünde ne kadar eşyası varsa üstlerine su dökmüş ve kimselere görünmeden tekrar uykuya dalmış. Bir saat sonra :
- Benim dalımı kim ıslattı?
diye yaygarayı basmış. Ağacın dallarındaki diğer elmalar ve elma ağacı neye uğradıklarını şaşırmışlar. Hepsi apar topar huysuz elmanın dalına doluşmuşlar, hatta bir ara dal kırılma tehlikesi bile atlatmış. Huysuz elma kırmızı yanağı kastederek;
Yine komşum bulaşık sularını dökmüştür mutlaka`` demiş.
Herkes kırmızı yanağa doğru dönmüş. Kırmızı yanak morarmış sararmış, Üzüntüden rengi alacalanmış. Sonra;
- Benim hiç bir şeyden haberim yok hem uyuyordum hiç bir şey görmedim , demiş.
Huysuz elma :
- Tabi uyuyordun niye uyumayacaksın ki, dalımı mahvettikten sonra rahat rahat uyursun ,diyerek cevap vermiş.
Kırmızı yanak:
- Beni yapmadığım bir şey için suçluyorsunuz sayın huysuz elma. Bunu bir kere daha yapmıştınız ama bakın ben sizinle hiç ilgilenmiyorum. Sizin dalınıza yaklaşmıyorum bile görüyor musunuz ?
Huysuz elma atılmış hemen :
- Geçen hafta yaklaşmıştınız ya hem buradaki herkes şahit.
Kırmızı yanak boynunu bükmüş :
- İyi ama siz dalınızda yaptığınız toplantıya beni de davet etmiştiniz ve diğer arkadaşlarla birlikte gelmiştim.
Huysuz daha bir böbürlenerek :
- Bak işte yalanın ortaya çıktı, birde ben senin dalına bile yaklaşmam diyordun.
Kırmızı yanak ama yani şimdi gibi kelimelerle lafa başlamak istediyse de, hiç bir şey diyememiş. Bu sırada elma ağacı lafa karışarak bütün elma ağacı sakinlerini şaşırtmış.
- Ben olup biten her şeyi gördüm demiş. Huysuz elma aniden bağırmaya başlamış, bir yandan el kol hareketleri yapıyor,bir yandan suçsuzluğunu ispat etmeye çalışıyormuş:
- Ama nasıl gördünüz olamaz ki, ben etrafa su dökerken herkesin uyuduğundan iyice emin olmuştu, siz de mışıl mışıl uyuyordunuz.
Bu sözleri söyleyerek yakalanan huysuz elmayla o günden sonra hiç kimse konuşmamış. Elma ağacıda `` Ben dallarım arasında böyle faydasız işlerle uğraşan bir elma istemiyorum`` diyerek ona sokağı göstermiş. Huysuz elma çantasını toplayıp elma ağacından ayrılırken, kırmızı yanak yine de huysuz elma için çok üzülüyormuş. Çünkü elmalar vitaminli, faydalı, sağlıklı meyvelerdir ve içlerinden bir tanesinin bile böyle faydasız işlerle uğraşması herkesi çok üzer.
Masal burada bitmiş , herkes evine gitmiş.
Huysuz elmayı bilenler,bu işe pek sevinmiş.
Seni gidi huysuz elma,dokunma ona buna,
Haydi bakalım, haydi,Şimdi çık git yoluna.
Meraklı Üzüm Salkımı Masalı
Meraklı Üzüm Salkımı Masalı
Üzümün tadı başka,
Yeşili siyahı da.
Üzüm üzüm,
Neredesin iki gözüm?
Bir varmış ya iki nerdeymiş bilmem, üçün yaptıklarını hiç takip etmem. Dört için evden kaçtı diyorlar, beş kardeş ile beşi bir gösteriyorlar. Beşi beş kuruştan beş yumurta kaç kuruş eder diyerek masala başlıyorlar. Kim biliyor bu masalı, ben biliyorum bir de dertli kuş biliyor. O zaman masalı anlatmaya başlıyorum.
Asma gördünüz mü hiç bilmem ? Üzümler asmada yetişir. Beş parmak gibi uzanan asma yapraklarının arasından, salkım salkım dökülürler. Pek de güzel görünürler. Tadına da doyum olmaz, bir yiyen bir daha yemek ister, bir gören bir daha görmek ister.
Bu gün size anlatacağımız masalüzümlerle ilgili. Asma yapraklarının birinin arasında uzak dağlarının birinin ardında bir üzüm salkımı yaşarmış. Görenler bayılır, tadına bakanlar bir daha yemek istermiş. Ama bu üzüm salkımından yiyenlerde bir değişiklik görülürmüş. Ağzına üzüm tanesini atan kişi, etrafa meraklı gözlerle bakmaya başlar, sonra da gidip onun bunun işine karışırmış . İşin kötü tarafı bu üzüm salkımından bir üzüm yendiğinde, yerine hemen yenisi çıkıyormuş. O yüzden bu kötü huylu üzüm salkımı bir türlü bitmiyormuş. Bu arada insanların huylarını değiştiren bu üzüm salkımının kendiside çok meraklıymış. Herkesin herşeyini merak eder, gizli bir şey varsa öğrenmek için ne yapacağını şaşırırmış. Asma onu kaç kere uyarmış. Diğer üzüm salkımları da ona bu huyunun ne kadar kötü olduğunu anlatmaya çalışmışlar ama anlamamış. İşin kötüsü, o salkımdan yiyenlerin aynı huyu kapmalarıymış.
En sonunda üzümler kurulu başkanı bir toplantı yapmış ve üzümü uyarmaya karar vermişler. Ama ne fayda, huylu huyundan vazgeçer mi ? `` O zaman bu üzüm salkımına giden asmanın su damarını keselim, böylece bu kötü huyundan vazgeçer başka insanlara da fenalık yapamaz`` demişler. Dediklerini de yapmışlar ama bu da pek işe yaramamış. Meraklı üzüm salkımı ona verilen bu cezayı haketmediğini düşünerek daha çok asabileşmiş. Ama günden güne de halsiz kalmış bir gün bakmışlar, salkım artık asmaya tutunamıyor ve toprağın üstüne düşüvermiş. Böylece bizim meraklının bu kötü huyu kendisiyle birlikte kaybolup gitmiş. Asmada yaşayan yeni üzümler birbirlerine onun hikayesini anlatıp duruyorlamış.Yeni yetişen bütün üzüm taneleri bu masalı bilirlermiş vw gördükleri herkese anlatırlarmış. Siz de tanıdığınız arkadaşlarınıza bu masalı mutlaka anlatın olur mu ?
Masalın sonu geldi,ne demeli acaba ?
Meraklı olmak kötü unutalım bu huyu.
Haydi haydi, hepimiz işimize bakalım,
Meraklı üzüm gibi sonra ağlamayalım.
Yeşili siyahı da.
Üzüm üzüm,
Neredesin iki gözüm?
Bir varmış ya iki nerdeymiş bilmem, üçün yaptıklarını hiç takip etmem. Dört için evden kaçtı diyorlar, beş kardeş ile beşi bir gösteriyorlar. Beşi beş kuruştan beş yumurta kaç kuruş eder diyerek masala başlıyorlar. Kim biliyor bu masalı, ben biliyorum bir de dertli kuş biliyor. O zaman masalı anlatmaya başlıyorum.
Asma gördünüz mü hiç bilmem ? Üzümler asmada yetişir. Beş parmak gibi uzanan asma yapraklarının arasından, salkım salkım dökülürler. Pek de güzel görünürler. Tadına da doyum olmaz, bir yiyen bir daha yemek ister, bir gören bir daha görmek ister.
Bu gün size anlatacağımız masalüzümlerle ilgili. Asma yapraklarının birinin arasında uzak dağlarının birinin ardında bir üzüm salkımı yaşarmış. Görenler bayılır, tadına bakanlar bir daha yemek istermiş. Ama bu üzüm salkımından yiyenlerde bir değişiklik görülürmüş. Ağzına üzüm tanesini atan kişi, etrafa meraklı gözlerle bakmaya başlar, sonra da gidip onun bunun işine karışırmış . İşin kötü tarafı bu üzüm salkımından bir üzüm yendiğinde, yerine hemen yenisi çıkıyormuş. O yüzden bu kötü huylu üzüm salkımı bir türlü bitmiyormuş. Bu arada insanların huylarını değiştiren bu üzüm salkımının kendiside çok meraklıymış. Herkesin herşeyini merak eder, gizli bir şey varsa öğrenmek için ne yapacağını şaşırırmış. Asma onu kaç kere uyarmış. Diğer üzüm salkımları da ona bu huyunun ne kadar kötü olduğunu anlatmaya çalışmışlar ama anlamamış. İşin kötüsü, o salkımdan yiyenlerin aynı huyu kapmalarıymış.
En sonunda üzümler kurulu başkanı bir toplantı yapmış ve üzümü uyarmaya karar vermişler. Ama ne fayda, huylu huyundan vazgeçer mi ? `` O zaman bu üzüm salkımına giden asmanın su damarını keselim, böylece bu kötü huyundan vazgeçer başka insanlara da fenalık yapamaz`` demişler. Dediklerini de yapmışlar ama bu da pek işe yaramamış. Meraklı üzüm salkımı ona verilen bu cezayı haketmediğini düşünerek daha çok asabileşmiş. Ama günden güne de halsiz kalmış bir gün bakmışlar, salkım artık asmaya tutunamıyor ve toprağın üstüne düşüvermiş. Böylece bizim meraklının bu kötü huyu kendisiyle birlikte kaybolup gitmiş. Asmada yaşayan yeni üzümler birbirlerine onun hikayesini anlatıp duruyorlamış.Yeni yetişen bütün üzüm taneleri bu masalı bilirlermiş vw gördükleri herkese anlatırlarmış. Siz de tanıdığınız arkadaşlarınıza bu masalı mutlaka anlatın olur mu ?
Masalın sonu geldi,ne demeli acaba ?
Meraklı olmak kötü unutalım bu huyu.
Haydi haydi, hepimiz işimize bakalım,
Meraklı üzüm gibi sonra ağlamayalım.
Çıt Kırıldım Çilek Masalı
Çıt Kırıldım Çilek Masalı
Küçük kırmızı çilek
Seni nasılda yesek ,
Şekere mi batırsak,
Şerbetemi kattırsak?
Bir şeker bir biber, yani bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde,nerelerde, derelerde kim varmış ki buralarda ? Uzun atlamaya gerek yok, bizim ördek şuralarda. Ördek uzun atlar mı diye sorana cevap evet atlar peki ya bu senin nene gerek...
Topraklar ülkesinde yeşil yaprakların arasında, canı pek bir kıymetli çıtkırıldım çilek varmış. Bütün ailesi gibi toprağın üstünde yaşarmış gerçi o yere bu kadar yakın olmaktan hoşlanmıyor, ha bire söyleniyormuş ya neyse zaten onun gözü yükseklerdeymiş. `` Neden kirazlar ağaçların arasında yaşıyor da, ben yerlerde sürünüyorum, kayısıdan ne eksiğim var benim, ben toprağın üstündeyim ?`` Diye söylenir durur, hayatından hiç memnun olmazmış. Bizimki toprağa dokunmamak için uğraşır, bir rüzgar esse toz gözüne kaçacak diye telaşlanırmış, o yüzdende onu çıtkırıldım çilek diye tanırlarmış.
Günlerden bir gün, yakınlarındaki kiraz ağacının tepesinde iki tane çocuk görmüşler. Çocuklar ağaçtaki kirazları koparıp yiyorlarmış ama ağacın üstünde o kadar çok kiraz varmış ki, yarısını yiyorlar yarısını yerlere atıyorlarmış, bir çok kiraz ziyan oluyormuş ve kirazlar buna çok üzülüyorlarmış. Çilek ailesi, çocuklar onları da farkedecek diye öyle korkmuşlar ki, o küçücük kalpleri güm güm atıyormuş, Çıtkırıldım çilek üstünü kirlettiğini düşünen toprağın altına saklanıyormuş neredeyse.
O sırada çocuklardan biri hoop atlamış ağaçtan ve bizim çileklere doğru koşmaya başlamış. Çıtkırıldım çilek ve bütün aile nefeslerini tutmuşlar adeta, onlara doğru koşan çocuk, üstlerinden atlayıp, koşmaya devam etmiş ve o yaramazlar bizim çilekleri görmemişler, oradan geçip gitmişler. Çocukların uzaklaştıklarını gören Çilek ailesi, derin bir nefes almış ve Çıtkırıldım da toprağın altından çıkmış.O günden sonra mı ? Bizim çıtkırıldım hiç şikayet etmemiş.Evet evet, biz de hayret ettik ama sanırım o dersini çoktan almış ve o gün yaşadığı korku ona yetmiş.
O kadar naz gereksiz,fazla naza ne gerek ,
Gördünüz örneğimiz bizim çıtkırıldım çilek.
Haydi şimdi koşalım, yaramaz çocuklar yok,
Koşalım ve coşalım, güzel çocuklar pek çok.
Seni nasılda yesek ,
Şekere mi batırsak,
Şerbetemi kattırsak?
Bir şeker bir biber, yani bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde,nerelerde, derelerde kim varmış ki buralarda ? Uzun atlamaya gerek yok, bizim ördek şuralarda. Ördek uzun atlar mı diye sorana cevap evet atlar peki ya bu senin nene gerek...
Topraklar ülkesinde yeşil yaprakların arasında, canı pek bir kıymetli çıtkırıldım çilek varmış. Bütün ailesi gibi toprağın üstünde yaşarmış gerçi o yere bu kadar yakın olmaktan hoşlanmıyor, ha bire söyleniyormuş ya neyse zaten onun gözü yükseklerdeymiş. `` Neden kirazlar ağaçların arasında yaşıyor da, ben yerlerde sürünüyorum, kayısıdan ne eksiğim var benim, ben toprağın üstündeyim ?`` Diye söylenir durur, hayatından hiç memnun olmazmış. Bizimki toprağa dokunmamak için uğraşır, bir rüzgar esse toz gözüne kaçacak diye telaşlanırmış, o yüzdende onu çıtkırıldım çilek diye tanırlarmış.
Günlerden bir gün, yakınlarındaki kiraz ağacının tepesinde iki tane çocuk görmüşler. Çocuklar ağaçtaki kirazları koparıp yiyorlarmış ama ağacın üstünde o kadar çok kiraz varmış ki, yarısını yiyorlar yarısını yerlere atıyorlarmış, bir çok kiraz ziyan oluyormuş ve kirazlar buna çok üzülüyorlarmış. Çilek ailesi, çocuklar onları da farkedecek diye öyle korkmuşlar ki, o küçücük kalpleri güm güm atıyormuş, Çıtkırıldım çilek üstünü kirlettiğini düşünen toprağın altına saklanıyormuş neredeyse.
O sırada çocuklardan biri hoop atlamış ağaçtan ve bizim çileklere doğru koşmaya başlamış. Çıtkırıldım çilek ve bütün aile nefeslerini tutmuşlar adeta, onlara doğru koşan çocuk, üstlerinden atlayıp, koşmaya devam etmiş ve o yaramazlar bizim çilekleri görmemişler, oradan geçip gitmişler. Çocukların uzaklaştıklarını gören Çilek ailesi, derin bir nefes almış ve Çıtkırıldım da toprağın altından çıkmış.O günden sonra mı ? Bizim çıtkırıldım hiç şikayet etmemiş.Evet evet, biz de hayret ettik ama sanırım o dersini çoktan almış ve o gün yaşadığı korku ona yetmiş.
O kadar naz gereksiz,fazla naza ne gerek ,
Gördünüz örneğimiz bizim çıtkırıldım çilek.
Haydi şimdi koşalım, yaramaz çocuklar yok,
Koşalım ve coşalım, güzel çocuklar pek çok.
Portakal Ağacı Masalı
Portakal Ağacı Masalı
Portakalı soydum,
Başucuma koydum.
Portakal çok güzelmiş,
Afiyetle yenirmiş.
Turuncu rengi ile
Vitaminler verirmiş.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde derler ya, peki bu evvel zaman ne zaman ? Gökyüzünde oynayan cüceler, yeryüzünde koşturan kuşlar aman pek bir hoşlar. Kuşlar niye yeryüzünde, cüceler neden gökyüzünde dersen, ben bilmem onlar öyle yapmışlar .
Ülkenin birinde bir portakal ağacı yaşarmış, öyle bir ağaçmış ki her yerden bu ağacı görmeye gelirlermiş. Dalları gökyüzüne kadar uzanan bu ağaç, aslında sahiden de görülmeye değermiş. Ağacın etrafı mis gibi portakal kokarmış. O ülkedeki bütün çocuklar portakal yemeye bayılırlarmış. O ağaca C vitamini deposu derlermiş.
Günlerden bir gün, uzaklardan bir cücücenin geldiği haberi duyulmuş. Bu parmak kadar bir cüceymiş. Anlatılanlara göre bu cüce, gördüğü portakal ağaçlarını köklerinden tutupyiyor ve içindeki bütün vitaminleri hoop midesine indiriyormuş. Onun köklerinden vitamin içtiği ağaçlar kısa bir süre sonra kuruyup gidiyormuş. Bunu duyan ülke halkı o cücenin portakal ağaçlarına zarar vermesini engellemek için ne yapacaklarını düşünmeye başlamışlar. Tam portakal ağacının yanında büyük bir toplantı düzenlemişler. Toplantıya 7`den 77`ye herkes davetliymiş.
Ülkenin en yaşlıları fikirlerini söylemek için ağacın etrafına toplanmışlar. Kulaklarına gelen haberlere göre cüce ülkelerinin sınırları içine girmiş bile. En yaşlı bilge. ``O cüce portakal ağacımıza hiç bir şey yapamaz , buna izin veremeyiz `` diyerek söze başlamış. Saatlerce konuşmuşlar ama içlerinden bir tanesi bile çare bulamamış. En sonunda kalabalığın arasında fırlayan bir çocuk:
- Bunları o cüceye anlatsak, onunla konuşsak bizi anlamaz mı acaba ? diye sormuş.
Cüceyi bulmadan bunu yapabilmeleri imkansız olduğu için cüceyi aramaya başlamışlar.Her yere haber bırakmışlar. ` Parmak boyunda bir cüce görenlerin onu portakal ağacından uzak tutmaları gereklidir` diye sokaklarda bağırmışlar. Bu arada portakal ağacının yanında beş nöbetçi birden bekliyormuş
Sabah çok erken bir saatte nöbetçilerin bağırışlarıyla herkes sokaklara dökülmüş. Portakal ağacının yanına gelenler, olup bitenleri izlemeye başlamışlar. Parmak boyundaki cüce çıkmış portakal ağacının tepesine oturmuş ve şarkı söylüyor. Küçük çocuklardan biri :
- Bizim portakal ağacımızı yemeyeceksiniz değil mi ? demiş.
Cüce kahkaha atarak gülmüş:
- Hayır tabi ki, hayır, ben portakal ağacı yemem, portakal yerim. Hem niye yiyecekmişim portakal ağacını o kadar güzel görünüyor ve o kadar güzel kokuyor ki. İçindeki c vitamini sayesinde nasıl enerji veriyor baksanıza.Hem ağacı kökünden kurutsam, bir daha portakal bulabilir miyim sizce ?
Ülke halkı o gün cüceye bol bol portakal ikram etmiş. Cüce bir kaç gün onlara misafir olmuş. Bir daha başkaları hakkında söylenen şeyleri iyice araştırmadan karar vermemeye çalışmışlar. Portakal ağacı mı ? Bakın hala yerinde ve c vitamini deposu portakallarını herkesle paylaşmaya devam ediyor.
Portakal ağacındandan , ne güzel koku gelir.
Portakallar etrafa , neşe ve sağlık verir.
Haydi portakal haydi,Vitaminleri taşı,
Bol bol yesin çocuklar, Sen düşünme bu işi.
Başucuma koydum.
Portakal çok güzelmiş,
Afiyetle yenirmiş.
Turuncu rengi ile
Vitaminler verirmiş.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde derler ya, peki bu evvel zaman ne zaman ? Gökyüzünde oynayan cüceler, yeryüzünde koşturan kuşlar aman pek bir hoşlar. Kuşlar niye yeryüzünde, cüceler neden gökyüzünde dersen, ben bilmem onlar öyle yapmışlar .
Ülkenin birinde bir portakal ağacı yaşarmış, öyle bir ağaçmış ki her yerden bu ağacı görmeye gelirlermiş. Dalları gökyüzüne kadar uzanan bu ağaç, aslında sahiden de görülmeye değermiş. Ağacın etrafı mis gibi portakal kokarmış. O ülkedeki bütün çocuklar portakal yemeye bayılırlarmış. O ağaca C vitamini deposu derlermiş.
Günlerden bir gün, uzaklardan bir cücücenin geldiği haberi duyulmuş. Bu parmak kadar bir cüceymiş. Anlatılanlara göre bu cüce, gördüğü portakal ağaçlarını köklerinden tutupyiyor ve içindeki bütün vitaminleri hoop midesine indiriyormuş. Onun köklerinden vitamin içtiği ağaçlar kısa bir süre sonra kuruyup gidiyormuş. Bunu duyan ülke halkı o cücenin portakal ağaçlarına zarar vermesini engellemek için ne yapacaklarını düşünmeye başlamışlar. Tam portakal ağacının yanında büyük bir toplantı düzenlemişler. Toplantıya 7`den 77`ye herkes davetliymiş.
Ülkenin en yaşlıları fikirlerini söylemek için ağacın etrafına toplanmışlar. Kulaklarına gelen haberlere göre cüce ülkelerinin sınırları içine girmiş bile. En yaşlı bilge. ``O cüce portakal ağacımıza hiç bir şey yapamaz , buna izin veremeyiz `` diyerek söze başlamış. Saatlerce konuşmuşlar ama içlerinden bir tanesi bile çare bulamamış. En sonunda kalabalığın arasında fırlayan bir çocuk:
- Bunları o cüceye anlatsak, onunla konuşsak bizi anlamaz mı acaba ? diye sormuş.
Cüceyi bulmadan bunu yapabilmeleri imkansız olduğu için cüceyi aramaya başlamışlar.Her yere haber bırakmışlar. ` Parmak boyunda bir cüce görenlerin onu portakal ağacından uzak tutmaları gereklidir` diye sokaklarda bağırmışlar. Bu arada portakal ağacının yanında beş nöbetçi birden bekliyormuş
Sabah çok erken bir saatte nöbetçilerin bağırışlarıyla herkes sokaklara dökülmüş. Portakal ağacının yanına gelenler, olup bitenleri izlemeye başlamışlar. Parmak boyundaki cüce çıkmış portakal ağacının tepesine oturmuş ve şarkı söylüyor. Küçük çocuklardan biri :
- Bizim portakal ağacımızı yemeyeceksiniz değil mi ? demiş.
Cüce kahkaha atarak gülmüş:
- Hayır tabi ki, hayır, ben portakal ağacı yemem, portakal yerim. Hem niye yiyecekmişim portakal ağacını o kadar güzel görünüyor ve o kadar güzel kokuyor ki. İçindeki c vitamini sayesinde nasıl enerji veriyor baksanıza.Hem ağacı kökünden kurutsam, bir daha portakal bulabilir miyim sizce ?
Ülke halkı o gün cüceye bol bol portakal ikram etmiş. Cüce bir kaç gün onlara misafir olmuş. Bir daha başkaları hakkında söylenen şeyleri iyice araştırmadan karar vermemeye çalışmışlar. Portakal ağacı mı ? Bakın hala yerinde ve c vitamini deposu portakallarını herkesle paylaşmaya devam ediyor.
Portakal ağacındandan , ne güzel koku gelir.
Portakallar etrafa , neşe ve sağlık verir.
Haydi portakal haydi,Vitaminleri taşı,
Bol bol yesin çocuklar, Sen düşünme bu işi.
Rüküş Şeftali Masalı
Rüküş Şeftali Masalı
Şeftali faydalıdır,
Yemem diyen yoktur.
Onu sevenler,
Pek ama pek çoktur.
Bir varmış bir yokmuş, gülen çokmuş ağlayansa pek yokmuş. Uzun yollar aşanlar boyu ayı aşanlar, güzelce konuşanlar her zaman pek bir hoşmuş. Atlar hiç kişnemezmiş, karınca çalışmazmış, ağustos böcekleri hiç şarkı söylemezmiş. böyle olmaz demeyin, peynir ekmek yemeyin, ağustos böceğinden hiç şarkı beklemeyin.
Güzel bir günün sonunda bizim süslü şeftali yine aynanın karşısındaymış. `` Yok bu olmaz, öbür elbisemi giyeyim yok şu olmaz en iyi öbürünü seçeyim`` diye söyleniyor bu arada süslenip duruyormuş. Onun bu süslü hali gerçekten de çok komikmiş, çünkü süsleneyim derken rüküş oluyormuş. Rengarenk giyiniyor, kurdelaları saçlarına bağlıyor, sonra onun üstüne mavi boncuklar takıyormuş.
Onun bu halini gören annesi :`` Evladım, ne yapıyorsun öyle, dikkat etsene komik olmuşsun bak. Tabiki her canlı kendi üstüne başına özen gösternmeli ama senin ki biraz fazla olmamış mı sence ?`
Rüküş, annesinin sözlerini dinlememiş, o haliyle doğru okula gitmiş. Okulda onun bu halini gören arkadaşlarından biri : ` Kafana takacak başka bir şey kalmadı mı acaba şeftali arkadaşım, kafanda bir tek ben eksiğim `` demiş. Diğer çocuklar da buna gülüşmüşler. Okuldan ağlayarak gelen rüküşü annesi teselli etmeye çalışmış ama Rüküş o kadar çok ağlıyormuş ki, annesinin söylediklerini duymuyormuş bile.
Rüküş şeftali ise saçına başına bakıp `Anneciğim, benim halimde ne var ki, bak ne güzelim işte`` diyormuş. Galiba o rüküş olmayı alışkanlık haline getirmiş. Annesi : ``Haydi yavrum haydi güzel kızım, sana aldığım yeni kurdelayı tak, elbiseni de giy, 30 tane toka takınca saçlarının güzelliği görünmüyor` demiş.
Rüküş şeftali , kafasındaki tokaları saymış, sahidende 30`dan fazla toka varmış o bile buna inanamamış. Aynadaki haline bir daha bakmış. ``Ama anne sahiden dediğin gibi galiba`` diyerek gülmeye başlamış. Anne kız bir süre karşılıklı gülüşmüşler...
Bizim Rüküş şeftali, o günden sonra abartısız, sade ve temiz giyinmeye dikkat etmiş.
Giyinmek sade olur,temiz olur, pak olur,
Güzelce giyinenler,herkese örnek olur.
Sen de var mı rüküşlük, bak bakalım aynaya
Haydi ondan sonrada koşalım oynamaya.
Yemem diyen yoktur.
Onu sevenler,
Pek ama pek çoktur.
Bir varmış bir yokmuş, gülen çokmuş ağlayansa pek yokmuş. Uzun yollar aşanlar boyu ayı aşanlar, güzelce konuşanlar her zaman pek bir hoşmuş. Atlar hiç kişnemezmiş, karınca çalışmazmış, ağustos böcekleri hiç şarkı söylemezmiş. böyle olmaz demeyin, peynir ekmek yemeyin, ağustos böceğinden hiç şarkı beklemeyin.
Güzel bir günün sonunda bizim süslü şeftali yine aynanın karşısındaymış. `` Yok bu olmaz, öbür elbisemi giyeyim yok şu olmaz en iyi öbürünü seçeyim`` diye söyleniyor bu arada süslenip duruyormuş. Onun bu süslü hali gerçekten de çok komikmiş, çünkü süsleneyim derken rüküş oluyormuş. Rengarenk giyiniyor, kurdelaları saçlarına bağlıyor, sonra onun üstüne mavi boncuklar takıyormuş.
Onun bu halini gören annesi :`` Evladım, ne yapıyorsun öyle, dikkat etsene komik olmuşsun bak. Tabiki her canlı kendi üstüne başına özen gösternmeli ama senin ki biraz fazla olmamış mı sence ?`
Rüküş, annesinin sözlerini dinlememiş, o haliyle doğru okula gitmiş. Okulda onun bu halini gören arkadaşlarından biri : ` Kafana takacak başka bir şey kalmadı mı acaba şeftali arkadaşım, kafanda bir tek ben eksiğim `` demiş. Diğer çocuklar da buna gülüşmüşler. Okuldan ağlayarak gelen rüküşü annesi teselli etmeye çalışmış ama Rüküş o kadar çok ağlıyormuş ki, annesinin söylediklerini duymuyormuş bile.
Rüküş şeftali ise saçına başına bakıp `Anneciğim, benim halimde ne var ki, bak ne güzelim işte`` diyormuş. Galiba o rüküş olmayı alışkanlık haline getirmiş. Annesi : ``Haydi yavrum haydi güzel kızım, sana aldığım yeni kurdelayı tak, elbiseni de giy, 30 tane toka takınca saçlarının güzelliği görünmüyor` demiş.
Rüküş şeftali , kafasındaki tokaları saymış, sahidende 30`dan fazla toka varmış o bile buna inanamamış. Aynadaki haline bir daha bakmış. ``Ama anne sahiden dediğin gibi galiba`` diyerek gülmeye başlamış. Anne kız bir süre karşılıklı gülüşmüşler...
Bizim Rüküş şeftali, o günden sonra abartısız, sade ve temiz giyinmeye dikkat etmiş.
Giyinmek sade olur,temiz olur, pak olur,
Güzelce giyinenler,herkese örnek olur.
Sen de var mı rüküşlük, bak bakalım aynaya
Haydi ondan sonrada koşalım oynamaya.
Tatlı Kayısı Masalı
Tatlı Kayısı Masalı
Kayısının rengine
Pek bir bayılmış çocuk.
Tadını zaten sevmiş,
Haydi yiyelim çabuk.
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde uzun bir yol peşinde güneşin ta içinde, bir uzun yol bulunmuş. Bu yol pek bir soğukmuş, öyle şey olurmuymuş, güneş çok sıcak ama ben de dedim amcama, dinlemedi beni ya. Haydi güneşe doğru yolumuzu alalım, kayısıların içinde, eşimizi bulalım.
Tatlı bir kayısı varmış ağaçların arasında, herkes çok severmiş onu. Terbiyeli, dürüst, akıllı ve temizmiş. Kayısılar okulunda da parmakla gösterilirmiş. Bizim tatlı kayısı sabah erkenden kalkar, kahvaltısını güzelce yapar, annesini üzmeden okul yoluna çıkarmış. Bütün kayısı anneler, tatlı kayısıyı çocuklarına örnek gösterirlermiş, bu arada bazı çocuklar da onu kıskanır, sırf onu üzmek için canını yakmaya çalışırlarmış.
Günlerden bir gün tatlı kayısı okuldan dönmüş üstünü çıkarmış, elini yüzünü yıkamış, annesinin kayısı yanağına kocaman bir öpücük kondurmuş, bu arada diğer dallarda yaşayan kayısı çocuklardan biri bulduğu bir taşı ona fırlatmamış mı ? Bizim kayısı bulunduğu dala tutunamamış ve ağaçtan aşağı yuvarlanıvermiş. Ağaçtan düşen kayısılar bir daha ağaca çıkamazlarmış ya bulundukları yerde çürüyüp gidecekler yada birilerinin onları bulup yemesi için dua edecekler, o kadar faydalı şey yaptıktan sonra faydasız bir şekilde çürüyüp gideceğini düşünen kayısı çok üzülmüş. Uzun uzun ailesine ve diğer kayısılara bakmış el sallamış...
Tam o sırada yolu o meyve bahçesinden geçen sultan`ın küçük oğlu yerdeki kayısıyı görmüş ve atından inip onu eline almış. Sonrada oradaki çeşmede güzelce yıkayıp, afiyetle yemiş. Bunu gören kayısı ağacı ve tüm kayısılar alkışlamaya başlamışlar,tatlı kayısı tam istediği gibi bir sona ulaşmış,kendisini yiyen kişinin vücuduna verdiği vitaminlerle bir fayda sağlamış ve bu onun istediği en önemli şeylerden biriymiş.
Küçük tatlı kayısının başından geçenleri hala bütün kayısılar konuşurlar, güzel davranışlarının , onu güzele götürdüğünü söylerler,` Ne de tatlı bir kayısıydı` derlermiş.
Bu masalın sonunu kayısılar hep bilirmiş.
Bakın bakın büyük kayısı ne demiş :
`İyi huylu olmak var, kötü huyu kim ister ?`
Bir kötü huy, bütün güzellikleri siler.
Pek bir bayılmış çocuk.
Tadını zaten sevmiş,
Haydi yiyelim çabuk.
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde uzun bir yol peşinde güneşin ta içinde, bir uzun yol bulunmuş. Bu yol pek bir soğukmuş, öyle şey olurmuymuş, güneş çok sıcak ama ben de dedim amcama, dinlemedi beni ya. Haydi güneşe doğru yolumuzu alalım, kayısıların içinde, eşimizi bulalım.
Tatlı bir kayısı varmış ağaçların arasında, herkes çok severmiş onu. Terbiyeli, dürüst, akıllı ve temizmiş. Kayısılar okulunda da parmakla gösterilirmiş. Bizim tatlı kayısı sabah erkenden kalkar, kahvaltısını güzelce yapar, annesini üzmeden okul yoluna çıkarmış. Bütün kayısı anneler, tatlı kayısıyı çocuklarına örnek gösterirlermiş, bu arada bazı çocuklar da onu kıskanır, sırf onu üzmek için canını yakmaya çalışırlarmış.
Günlerden bir gün tatlı kayısı okuldan dönmüş üstünü çıkarmış, elini yüzünü yıkamış, annesinin kayısı yanağına kocaman bir öpücük kondurmuş, bu arada diğer dallarda yaşayan kayısı çocuklardan biri bulduğu bir taşı ona fırlatmamış mı ? Bizim kayısı bulunduğu dala tutunamamış ve ağaçtan aşağı yuvarlanıvermiş. Ağaçtan düşen kayısılar bir daha ağaca çıkamazlarmış ya bulundukları yerde çürüyüp gidecekler yada birilerinin onları bulup yemesi için dua edecekler, o kadar faydalı şey yaptıktan sonra faydasız bir şekilde çürüyüp gideceğini düşünen kayısı çok üzülmüş. Uzun uzun ailesine ve diğer kayısılara bakmış el sallamış...
Tam o sırada yolu o meyve bahçesinden geçen sultan`ın küçük oğlu yerdeki kayısıyı görmüş ve atından inip onu eline almış. Sonrada oradaki çeşmede güzelce yıkayıp, afiyetle yemiş. Bunu gören kayısı ağacı ve tüm kayısılar alkışlamaya başlamışlar,tatlı kayısı tam istediği gibi bir sona ulaşmış,kendisini yiyen kişinin vücuduna verdiği vitaminlerle bir fayda sağlamış ve bu onun istediği en önemli şeylerden biriymiş.
Küçük tatlı kayısının başından geçenleri hala bütün kayısılar konuşurlar, güzel davranışlarının , onu güzele götürdüğünü söylerler,` Ne de tatlı bir kayısıydı` derlermiş.
Bu masalın sonunu kayısılar hep bilirmiş.
Bakın bakın büyük kayısı ne demiş :
`İyi huylu olmak var, kötü huyu kim ister ?`
Bir kötü huy, bütün güzellikleri siler.
Muz Kardeşler Masalı
Muz Kardeşler Masalı
Sarı kabuğunu soy,
İçinde bal var sanki,
Anamurun muzuna
Benzemez bak hiç biri.
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, yakını ırak eden günler varmış geçmişte. Fareler at olmuşlar, atlarda fare olmuş, bunu gören aslanlar hemen ormana kaçmış. Anneler babalarla birlikte top oynamış, çocuklar işe gitmiş, ekmek parası kazanmış, bu nasıl şey demeyin, masal işte çocuklar, masallar çok güzeldir, bayılır hep çocuklar.
Muzlar toplu halde yaşarlar bilir misiniz ? Genellikle yedi sekiz muz birarada yaşar. Birbirlerine çok bağlı meyvelerdir. O kadar yakın olmaları sebebiyle birbirlerinden kolay kolay kopamazlar. Bizim muz kardeşler de her nasıl olmuşsa olmuş, sadece ikisi yanyana kalmış. Diğer muzlar sabahtan akşama kadar güler eğlenirlermiş. Bizimkiler ise sıkıntıdan ne yapacaklarını şaşırırlarmış. Niye bizim de bu kadar kalabalık bir ailemiz yok, diye sıkılır dururlarmış. İki muz kardeş elim sende, fış fış kayıkçı gibi oyunlar oynar ama hiç mutlu olamazlarmış. Hayattaki tek gayeleri birilerinin onları ağaçtan toplayıp götürmesi ve afiyetle yemesiymiş. Böylece mutlu olacaklarına inanırlarmış.
Günler günleri kovalamış, aylar ayları, ağacın alt dallarındaki muzları çocuklar toplamış yemiş. Bizim iki kardeş, ağacın en üstünde boyunları bükük bakakalmışlar , hatta kardeşlerden bir tanesi kendisini aşağıya bile atmayı denemiş ama diğeri bunun doğru olmadığını söylemiş. Herkes kaderine razı olmalıymış.
Böyle sıkıntılı geçen bir kaç günün sonunda artık birilerine faydalı olmaktan ümidi kesen muz kardeşler, üzerlerinde patlayan flaşlarla uykularından uyanmışlar. Neye uğradıklarını şaşırmış bir halde sağa sola bakınırlarken, genç bir çocuğun ağacın dalları arasında hoplayıp zıplayarak kendilerine doğru geldiğini görmüşler. Bir hamle yapan çocuk, iki muz kardeşi birden hoop diye dallarından kopararak bir kaç adımda aşağıya inmiş. Bizimkiler neye uğradıklarını anlamadan, bir televizyon kamerasının karşısında bulmuşlar kendilerini. Meğer onların sadece ikisinin bir arada yetişmiş olması nadir bir olaymış ve televizyon kameraları bunu farkedince bir anda ünlü oluvermişler.
Bizim muz kardeşler o günün akşamında iki tane çocuğun kendilerini hapur hupur yemesiyle istediklerine kavuşmuşlar. Artık kendilerini hiç yalnız hissetmiyorlarmış o iki küçük çocuğun midesinde o kadar çok eğlenmişler ki.
Muzlar masalı sever,Çocuklar gibi yani.
Masallar bittiğinde,Onlar da gider yani.
Bizim masal da bitti Haydi koşalım şimdi.
Başka başka masallarda,Buluşuruz inan ki.
İçinde bal var sanki,
Anamurun muzuna
Benzemez bak hiç biri.
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, yakını ırak eden günler varmış geçmişte. Fareler at olmuşlar, atlarda fare olmuş, bunu gören aslanlar hemen ormana kaçmış. Anneler babalarla birlikte top oynamış, çocuklar işe gitmiş, ekmek parası kazanmış, bu nasıl şey demeyin, masal işte çocuklar, masallar çok güzeldir, bayılır hep çocuklar.
Muzlar toplu halde yaşarlar bilir misiniz ? Genellikle yedi sekiz muz birarada yaşar. Birbirlerine çok bağlı meyvelerdir. O kadar yakın olmaları sebebiyle birbirlerinden kolay kolay kopamazlar. Bizim muz kardeşler de her nasıl olmuşsa olmuş, sadece ikisi yanyana kalmış. Diğer muzlar sabahtan akşama kadar güler eğlenirlermiş. Bizimkiler ise sıkıntıdan ne yapacaklarını şaşırırlarmış. Niye bizim de bu kadar kalabalık bir ailemiz yok, diye sıkılır dururlarmış. İki muz kardeş elim sende, fış fış kayıkçı gibi oyunlar oynar ama hiç mutlu olamazlarmış. Hayattaki tek gayeleri birilerinin onları ağaçtan toplayıp götürmesi ve afiyetle yemesiymiş. Böylece mutlu olacaklarına inanırlarmış.
Günler günleri kovalamış, aylar ayları, ağacın alt dallarındaki muzları çocuklar toplamış yemiş. Bizim iki kardeş, ağacın en üstünde boyunları bükük bakakalmışlar , hatta kardeşlerden bir tanesi kendisini aşağıya bile atmayı denemiş ama diğeri bunun doğru olmadığını söylemiş. Herkes kaderine razı olmalıymış.
Böyle sıkıntılı geçen bir kaç günün sonunda artık birilerine faydalı olmaktan ümidi kesen muz kardeşler, üzerlerinde patlayan flaşlarla uykularından uyanmışlar. Neye uğradıklarını şaşırmış bir halde sağa sola bakınırlarken, genç bir çocuğun ağacın dalları arasında hoplayıp zıplayarak kendilerine doğru geldiğini görmüşler. Bir hamle yapan çocuk, iki muz kardeşi birden hoop diye dallarından kopararak bir kaç adımda aşağıya inmiş. Bizimkiler neye uğradıklarını anlamadan, bir televizyon kamerasının karşısında bulmuşlar kendilerini. Meğer onların sadece ikisinin bir arada yetişmiş olması nadir bir olaymış ve televizyon kameraları bunu farkedince bir anda ünlü oluvermişler.
Bizim muz kardeşler o günün akşamında iki tane çocuğun kendilerini hapur hupur yemesiyle istediklerine kavuşmuşlar. Artık kendilerini hiç yalnız hissetmiyorlarmış o iki küçük çocuğun midesinde o kadar çok eğlenmişler ki.
Muzlar masalı sever,Çocuklar gibi yani.
Masallar bittiğinde,Onlar da gider yani.
Bizim masal da bitti Haydi koşalım şimdi.
Başka başka masallarda,Buluşuruz inan ki.
Kendini Beğenmiş Mandalina Masalı
Kendini Beğenmiş Mandalina Masalı
Turunçgiller ne güzel,
Olsun afiyet şeker,
Mandalina haydi hopla,
Bak yemesi çok güzel.
Evvel zaman içinde , kalbur saman içinde. Nerede bu çocuklar ? Hepsi kuşun peşinde. O kuş koşmuş yorulmuş, ayran içmiş darılmış, buna kimler inanmış, masal masal masarı, nerde kaldı bizim haşarı masal ambarı ?
Bir mandalina ağacının ortasında, tam manzaralı yerinde bir mandalina yaşarmış kendi halinde. Siz kendi halinde dediğimize bakmayın, bu bizim mandalina aslında biraz değişikmiş. O da bütün mandalinalar gibi turuncu, tatlı ve hoşmuş ama bizimkinin yüreği biraz boşmuş. Kimseleri beğenmez, hiç bir mandalinayla görüşmek istemez,kendini mandalinaların en güzeli sanırmış.
Günlerden bir gün mandalina ağacı uzaktan gelen insanlar olduğunu söylemiş, kollarını yani dallarını yere doğru eğmiş, eğmiş ki herkes bu tatlı, bol vitaminli meyvelerden faydalansın. İnsanlar mandalinaları toplamaya başlamışlar, bizimkiler vedalaşmışlar birbirleriyle ama kendini beğenmiş mandalina hiç oralı olmamış bile, ağacın dalına yapışmış adeta . ``Hiç bir yere gitmem, ben özel bir mandalinayım, beni rahat bırakın`` diye bağırmış durmuş. Onun huysuzluğuyla uğraşmayan insanlar bırakmışlar kendi haline. Ağacın tepesinde tek başına kalakalmış bizim kendini beğenmiş.
Günler haftalar geçmiş, bizim kendini beğenmiş mandalina hala orada bekleyip duruyormuş, ağaç onun bu haline çok üzülüyormuş ama ne yapsın ? Dallarında büyüttüğü bütün mandalinaları çocuklar güzel güzel yemişler, onlar bu güzel çocuklara vitamin olmuşlar, kendini beğenmiş ise orda kuruyup gidecek duruma gelmiş. Ağaç :
- Haydi bak, şurdan çocuklar geçiyor, bırak dalımı da git onların yanına. Seni afiyetle yesinler, demiş. Bakmış ki, mandalina gitmem diye tutturuyor, ağaç daha fazla ısrar etmemiş. Zaten ısrar etsede bir faydası olmazmış. Mandalinanın kendini beğenmişliğini herkes biliyormuş.
Günlerden bir gün bizim mandalina artık dalı tutamaz olmuş, küt diye düşüvermiş ağacın dallarından aşağıya. Ağaç ona üzüntülü üzüntülü bakmış ve o sırada yoldan geçen bir köpek mandalinayı şöyle bir koklamış ve ayağıyla itivermiş. Bizim kendini beğenmiş mandalina öyle yerlerde sürünüp kalmış, hiç kimseye de bir faydası dokunmamış.
Bazı masallar böyle, üzüntülü bitiyor,
Bazen insanlarda böyle yapıyor,
Kendini beğenmişlik, kötü bir huy unutma.
İyi davran herkese, mutluluk asıl burada.
Olsun afiyet şeker,
Mandalina haydi hopla,
Bak yemesi çok güzel.
Evvel zaman içinde , kalbur saman içinde. Nerede bu çocuklar ? Hepsi kuşun peşinde. O kuş koşmuş yorulmuş, ayran içmiş darılmış, buna kimler inanmış, masal masal masarı, nerde kaldı bizim haşarı masal ambarı ?
Bir mandalina ağacının ortasında, tam manzaralı yerinde bir mandalina yaşarmış kendi halinde. Siz kendi halinde dediğimize bakmayın, bu bizim mandalina aslında biraz değişikmiş. O da bütün mandalinalar gibi turuncu, tatlı ve hoşmuş ama bizimkinin yüreği biraz boşmuş. Kimseleri beğenmez, hiç bir mandalinayla görüşmek istemez,kendini mandalinaların en güzeli sanırmış.
Günlerden bir gün mandalina ağacı uzaktan gelen insanlar olduğunu söylemiş, kollarını yani dallarını yere doğru eğmiş, eğmiş ki herkes bu tatlı, bol vitaminli meyvelerden faydalansın. İnsanlar mandalinaları toplamaya başlamışlar, bizimkiler vedalaşmışlar birbirleriyle ama kendini beğenmiş mandalina hiç oralı olmamış bile, ağacın dalına yapışmış adeta . ``Hiç bir yere gitmem, ben özel bir mandalinayım, beni rahat bırakın`` diye bağırmış durmuş. Onun huysuzluğuyla uğraşmayan insanlar bırakmışlar kendi haline. Ağacın tepesinde tek başına kalakalmış bizim kendini beğenmiş.
Günler haftalar geçmiş, bizim kendini beğenmiş mandalina hala orada bekleyip duruyormuş, ağaç onun bu haline çok üzülüyormuş ama ne yapsın ? Dallarında büyüttüğü bütün mandalinaları çocuklar güzel güzel yemişler, onlar bu güzel çocuklara vitamin olmuşlar, kendini beğenmiş ise orda kuruyup gidecek duruma gelmiş. Ağaç :
- Haydi bak, şurdan çocuklar geçiyor, bırak dalımı da git onların yanına. Seni afiyetle yesinler, demiş. Bakmış ki, mandalina gitmem diye tutturuyor, ağaç daha fazla ısrar etmemiş. Zaten ısrar etsede bir faydası olmazmış. Mandalinanın kendini beğenmişliğini herkes biliyormuş.
Günlerden bir gün bizim mandalina artık dalı tutamaz olmuş, küt diye düşüvermiş ağacın dallarından aşağıya. Ağaç ona üzüntülü üzüntülü bakmış ve o sırada yoldan geçen bir köpek mandalinayı şöyle bir koklamış ve ayağıyla itivermiş. Bizim kendini beğenmiş mandalina öyle yerlerde sürünüp kalmış, hiç kimseye de bir faydası dokunmamış.
Bazı masallar böyle, üzüntülü bitiyor,
Bazen insanlarda böyle yapıyor,
Kendini beğenmişlik, kötü bir huy unutma.
İyi davran herkese, mutluluk asıl burada.
Hızlı Karpuz Masalı
Hızlı Karpuz Masalı
Dışında yeşil elbise,
İçinde kırmızı kese,
Siyah çekirdekleriyle
Karpuz ne güzel bir meyve.
Bir varmış bir yokmuş, Allah`ın kulu çokmuş ne var varmış aslında, ne yok yokmuş, gerisi biraz boşmuş. Masal bu ya, yarışmaları hızlı koşanlar değil , ağır koşanlar kazanırmış. O o tarafa gitmiş, bu bu tarafa, en sona kalan geçmiş başa. Nasıl mı olmuş ? Ben bilmem masal bu ya...
Arkadaşları arasında hızlı karpuz olarak tanınan, birazda her şeye alınan bir karpuz varmış. Hızlı karpuz her şeyin çabucak olup bitmesini ister, bir şey çabuk olmazsa, sinirinden ağlarmış. Onun bu huyunu bilen arkadaşları bazen onu kızdırmak için ona oyunlar oynarlarmış.
Günlerden bir gün hızlı karpuzun yanına giden arkadaşı;
- Bir yarışma yapılacak, bu yarışmaya göre en hızlı olan kazanacak ` demiş. Hızlı karpuz kendisinden daha hızlı bir karpuzun olduğunu düşünmüyormuş ki;
-OOooooo . Benden başka kim kazanabilir ki bu yarışmayı ? Benden daha hızlı karpuz var mı ? diye şarkılar söyleyerek koşuyormuş bir o tarafa, bir bu tarafa... Sonra gidip oturmuş bir kenara. Bütün karpuzların koşuşturmalarını seyrediyormuş. Kendisinden o kadar eminmiş ki, çalışmaya bile gerek duymuyormuş. Karpuzlar gün boyu oradan oraya koşturmuşlar, bizimki dinlenmiş, yan gelip yatmış.Ertesi gün, daha ertesi gün hep aynı şeyleri yaşamışlar, yarışma günü geldiğinde ise iyiden iyiye hantallaşan koca göbeğinin ne kadarda ağır olduğunu farketmiş. Bir kaç gün içinde nasılda kilo aldığına şaşmış.
Bütün karpuzlar başlangıç çizgisine gelmişler, bir, iki ,üç deyince hepsi birden hareket etmişler,öyle bir kargaşa yaşanmış ki, bizim hızlı karpuz çizgiden bile çıkamamış, O yarışmaya başladığında ise diğer karpuzlar neredeyse gözden kaybolmuşlar.
Hızlı karpuz çalışmadığı yan gelip yattığı günler için çok üzülmüş ama yarışmayı kazanamamış. O günden sonra çalışmayı hiç bırakmamış ve rakiplerinide hiç küçümsememiş.
Hızlı olmak yetmiyor,çalışıp durmak gerek,
Çalışmak kazandırır,çalışmak her an gerek.
Hızlıyım ben diyerek, boşa hava atmamak,
En güzeli çalışmak, çalışmak herkese gerek.
İçinde kırmızı kese,
Siyah çekirdekleriyle
Karpuz ne güzel bir meyve.
Bir varmış bir yokmuş, Allah`ın kulu çokmuş ne var varmış aslında, ne yok yokmuş, gerisi biraz boşmuş. Masal bu ya, yarışmaları hızlı koşanlar değil , ağır koşanlar kazanırmış. O o tarafa gitmiş, bu bu tarafa, en sona kalan geçmiş başa. Nasıl mı olmuş ? Ben bilmem masal bu ya...
Arkadaşları arasında hızlı karpuz olarak tanınan, birazda her şeye alınan bir karpuz varmış. Hızlı karpuz her şeyin çabucak olup bitmesini ister, bir şey çabuk olmazsa, sinirinden ağlarmış. Onun bu huyunu bilen arkadaşları bazen onu kızdırmak için ona oyunlar oynarlarmış.
Günlerden bir gün hızlı karpuzun yanına giden arkadaşı;
- Bir yarışma yapılacak, bu yarışmaya göre en hızlı olan kazanacak ` demiş. Hızlı karpuz kendisinden daha hızlı bir karpuzun olduğunu düşünmüyormuş ki;
-OOooooo . Benden başka kim kazanabilir ki bu yarışmayı ? Benden daha hızlı karpuz var mı ? diye şarkılar söyleyerek koşuyormuş bir o tarafa, bir bu tarafa... Sonra gidip oturmuş bir kenara. Bütün karpuzların koşuşturmalarını seyrediyormuş. Kendisinden o kadar eminmiş ki, çalışmaya bile gerek duymuyormuş. Karpuzlar gün boyu oradan oraya koşturmuşlar, bizimki dinlenmiş, yan gelip yatmış.Ertesi gün, daha ertesi gün hep aynı şeyleri yaşamışlar, yarışma günü geldiğinde ise iyiden iyiye hantallaşan koca göbeğinin ne kadarda ağır olduğunu farketmiş. Bir kaç gün içinde nasılda kilo aldığına şaşmış.
Bütün karpuzlar başlangıç çizgisine gelmişler, bir, iki ,üç deyince hepsi birden hareket etmişler,öyle bir kargaşa yaşanmış ki, bizim hızlı karpuz çizgiden bile çıkamamış, O yarışmaya başladığında ise diğer karpuzlar neredeyse gözden kaybolmuşlar.
Hızlı karpuz çalışmadığı yan gelip yattığı günler için çok üzülmüş ama yarışmayı kazanamamış. O günden sonra çalışmayı hiç bırakmamış ve rakiplerinide hiç küçümsememiş.
Hızlı olmak yetmiyor,çalışıp durmak gerek,
Çalışmak kazandırır,çalışmak her an gerek.
Hızlıyım ben diyerek, boşa hava atmamak,
En güzeli çalışmak, çalışmak herkese gerek.
Uykucu Kavun Masalı
Uykucu Kavun Masalı
Kim demiş bilmem
Kavunlar uykucudur.
Ama bazıları der,
Uyuyan çabuk büyür.
Bir varmış, bir yokmuş. Allah`ın kulu çokmuş. Uykusuz gece olmaz, gündüz uykusu yokmuş. Tavşanlar hoplamazmış, kurbağalar zıplamazmış, insan uyumak ister ama uyuyamazmış. Günler boş boş geçerken, uzun bir yol görünmüş, tam o yoldan geçerken, devin horultusu duyulmuş.
Bilir misiniz, kavunlar tarlalarda yerde, tam toprağın üstünde yetişir. Toprağın sıcağına sırtını verir, güneşin upuzun kollarına sarılıp uyurlarmış . Aynı bizim uykucu kavun gibi ama bizim uykucu kavun her yerde uyurmuş. Onun için yağmur, kar, rüzgar hiç farketmez, uykusuz bir saniye geçirmeye dayanamazmış.
Günlerden bir gün, kavunların okula gitme zamanları gelmiş. Uykucu :
- Ama benim uykum var okula gidemem ki, diye ağlamaya başlamış. Annesi onu zorla okula götürmüş, okul yolunda uyumuş, okulda uyumuş, ders bitmiş, zil çalmış o hala uyuyormuş. Öğretmeni onu zorla yerinden kaldırıp, biraz hareket etmesini istemiş. Bizim ki kolunun birini kaldırıyor, öbür kolunu kaldıracakken uyuyakalıyormuş en sonun da annesi ve babası onu kucaklarına alıp tarlalarına getirmişler ama ne çare bizim ki hala uyuyor. Annesi ``Arada bir kafasını kaldırsa da baksa, dünyada neler olup bitiyor,farkında bile değil, onun bu haline çok üzülüyorum`` demiş. Babası da onun hiç bir şey öğrenememesine çok üzülüyormuş. `Hiç bir şey öğrenemeyecek, hiç bir şey öğrenemeyince, kendisini yiyen çocuklara doğru dürüst vitamin veremeyecek,faydasız bir kavun olup gidecek` demiş.
Annesi ağlamaya başlamış , ardından babası da ağlamış. O kadar çok ağlıyorlarmış ki, sanki her yeri sel alıp götürecekmiş. Uykucu kavun gözlerini açmış, anne ve babasını bu kadar çok üzdüğü için çok üzülmüş ama sonra bakmış ki, o yüzüne gelen gözyaşları anne ve babasına ait değil,yağmur yağıyor evet gördükleri bir rüyaymış ve kavun bu kadarda uykucu olmadığı için çok sevinmiş. Hem günde 12 saat uyuyan çocuklar çabuk büyürlermiş ve 12 saat uyumak yeterliymiş.
Masal bitti, şimdi uyku zamanı,
Uyu haydi uyu ama unutma şunu ,
Herşeyin fazlası zarar,Ortalaması hep karar.
kavun da anladı bunu, yani buldu doğru yolu.
Kavunlar uykucudur.
Ama bazıları der,
Uyuyan çabuk büyür.
Bir varmış, bir yokmuş. Allah`ın kulu çokmuş. Uykusuz gece olmaz, gündüz uykusu yokmuş. Tavşanlar hoplamazmış, kurbağalar zıplamazmış, insan uyumak ister ama uyuyamazmış. Günler boş boş geçerken, uzun bir yol görünmüş, tam o yoldan geçerken, devin horultusu duyulmuş.
Bilir misiniz, kavunlar tarlalarda yerde, tam toprağın üstünde yetişir. Toprağın sıcağına sırtını verir, güneşin upuzun kollarına sarılıp uyurlarmış . Aynı bizim uykucu kavun gibi ama bizim uykucu kavun her yerde uyurmuş. Onun için yağmur, kar, rüzgar hiç farketmez, uykusuz bir saniye geçirmeye dayanamazmış.
Günlerden bir gün, kavunların okula gitme zamanları gelmiş. Uykucu :
- Ama benim uykum var okula gidemem ki, diye ağlamaya başlamış. Annesi onu zorla okula götürmüş, okul yolunda uyumuş, okulda uyumuş, ders bitmiş, zil çalmış o hala uyuyormuş. Öğretmeni onu zorla yerinden kaldırıp, biraz hareket etmesini istemiş. Bizim ki kolunun birini kaldırıyor, öbür kolunu kaldıracakken uyuyakalıyormuş en sonun da annesi ve babası onu kucaklarına alıp tarlalarına getirmişler ama ne çare bizim ki hala uyuyor. Annesi ``Arada bir kafasını kaldırsa da baksa, dünyada neler olup bitiyor,farkında bile değil, onun bu haline çok üzülüyorum`` demiş. Babası da onun hiç bir şey öğrenememesine çok üzülüyormuş. `Hiç bir şey öğrenemeyecek, hiç bir şey öğrenemeyince, kendisini yiyen çocuklara doğru dürüst vitamin veremeyecek,faydasız bir kavun olup gidecek` demiş.
Annesi ağlamaya başlamış , ardından babası da ağlamış. O kadar çok ağlıyorlarmış ki, sanki her yeri sel alıp götürecekmiş. Uykucu kavun gözlerini açmış, anne ve babasını bu kadar çok üzdüğü için çok üzülmüş ama sonra bakmış ki, o yüzüne gelen gözyaşları anne ve babasına ait değil,yağmur yağıyor evet gördükleri bir rüyaymış ve kavun bu kadarda uykucu olmadığı için çok sevinmiş. Hem günde 12 saat uyuyan çocuklar çabuk büyürlermiş ve 12 saat uyumak yeterliymiş.
Masal bitti, şimdi uyku zamanı,
Uyu haydi uyu ama unutma şunu ,
Herşeyin fazlası zarar,Ortalaması hep karar.
kavun da anladı bunu, yani buldu doğru yolu.
Emine İle Cemile Masalı
Emine İle Cemile Masalı
EMİNE İLE CEMİLE
Bekir CANER
(Halime Ninenin Masalları kitabından)
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Üç elmanın birisi, senin olsun irisi. Küçüğü bana yeter, ona yeter, buna yeter, konu komşuya yeter, köye kasabaya yeter. Elma bu! İsterse dünyaya yeter. Sen irisini yiye dur. İstersen masala buyur. Ben anlatmaya başlıyorum. Sanma ki uyduruyorum. Ninemden dinledim, biraz da ben ekledim. Alladım pulladım bu kitaba yolladım. İster oku, istersen okut. Beğenirsen alkışlarsın, beğenmezsen eksiklerini tamamlarsın. Daha da olmadı oturur yeniden yazarsın.
Bir varmış, bir yokmuş. Yok demek suçmuş. Gökten bir turna uçmuş, varmış köylerden birisine kon-muş. Konduğu köyde Mehmet Efendi diye birisi varmış. Kendi hâlinde yaşarmış. Eşi bir kaza sonucu ölünce küçük kızı ile birlikte darıdünyada yapayalnız kalıvermiş. Kızı güzel mi güzel, tatlı mı tatlı, akıllı mı akıllı imiş. Adı da Emine’ymiş.
Yıllar geçmiş. Baba kız kendi hâllerinde yaşarlar-ken konu komşu ve dahi hısım akraba Mehmet Efendi’yi evlendirmeye karar vermişler. Allem etmişler, kallem et-mişler; köyde eşi ölen Durkadın’ı gelin ve dahi üvey anne olarak eve getirivermişler. Durkadın’ın da Emine yaşlarında Cemile adında bir kızı varmış. Mehmet Efendi Cemile’yi de öz kızı gibi bağrına basmış.
Günler günleri, haftalar haftaları ve dahi aylar ay-ları kovalamaya başlamış. Ailenin önceleri tadı tuzu ye-rindeymiş. Önemli bir sorunları yokmuş. Ancak Durkadın ve kızı Cemile yavaş yavaş değişmeye, Emine’yi kıskanmaya başlamışlar. Onlar kıskandıkça Emine güzelleşiyor, Cemile ise daha da çirkinleşiyormuş. O zamanlar güzellik düşünenler, başkalarının iyiliğini iste-yenler, herkesle iyi geçinenler ve dahi kıskanç olmayanlar her zaman güzel olurlar, güzel kalırlarmış. Başkalarını kıskananlar ve onları çekemeyenler, sürekli kötülük dü-şünenler de zamanla çirkinleşirlermiş.
Fesatlık ve kıskançlık Durkadın’ı çatlatmış ve bir gün Mehmet Efendi’nin karşısına geçip:
—Bana bak efendi, demiş. Kızın Emine’den çek-tiklerim yeter! Ne söz dinliyor ne de işe yarıyor. Akşama kadar kızım Cemile ile kavga ediyor. Bana da söyleme-diğini bırakmıyor. Artık kızının yaptıkları canıma tak dedi. Ya o bu evden gidecek ya da biz!
Mehmet Efendi bir anda şaşırıp kalmış.
—Bu sözlerde nereden çıktı hanım, demiş. Emine böyle şeyler yapmaz. Kötü söz söylemez. Belki farkına varmadan kaba davranmıştır. Ben onunla oturur konuşu-rum. Suçu, kabahati neyse öğrenir senden özür diletirim. Ben ne sizden vazgeçerim ne de Emine’den.
Durkadın ellerini beline dayamış da yarım horoz gibi başını dikmiş. Gözleri çakmak çakmakmış.
—Ben onu bunu bilmem, diye bağırmış. Özür mözür de istemem! Artık canıma tak dedi! Yarından tezi yok bu evden ya Emine gidecek ya da biz!
—Ama hanım!
—Aması maması yok! Dediğim dedik, çaldığım düdük. İster dinle ister öttür: Var iyice düşün! Yarın sa-bahleyin ya kızın gidecek ya da biz! Bize git dersen bu evi de başına yıkar öyle giderim ona göre!
Zavallı Mehmet Efendi! Durkadın’ı ikna etmek için elinden geleni, dilinden geleni yapmış. Yalvarmış, yakarmış. Ağlamış sızlamış ama nafile… Durkadın Nuh demiş peygamber dememiş.
Mehmet Efendi çaresiz kalmış. Durkadın’a bir türlü “HAYIR, OLMAZ,” diyememiş. Oysa insan böyle zor durumlarda hayır diyebilmelidir. Gerekiyorsa kötü bir şey yapmamak için en yakınını bile kırabilmelidir.
Mehmet Efendi düşünmüş, taşınmış. Sonunda içi kan ağlayarak Emine’yi çağırmış.
—Emine kızım, kınalı kuzum! Yarın seninle dağa odun kesmeye gideceğiz. Yatmadan önce yiyecek çıkınını hazırla, su kabağını al! Dağ soğuk olur, sırtına da kalın bir şeyler giy! Ayrıca yağmur falan yağabilir. En iyisi mi bir iki kat giysi de al! Islanırsan değiştirsin, demiş.
Emine babasının yüzüne bakmış. Adamcağızın yüzü bembeyazmış.
—Hasta gibisin baba, demiş. İstersen daha sonra gidelim. Çünkü benzin solmuş, gözlerine yaşlar dolmuş.
—Dediğimi yap kızım, başka şey sorma ve dahi sözlerimi ikiletme, diyebilmiş Mehmet Efendi.
—Tamam baba, demiş Emine. Yatmadan önce heybeyi hazırlarım. Dediklerini de yaparım.
Durkadın babayla kızın konuşmalarını duymuş. Sonunda Emine kızdan kurtulacağı için pek mutlu olmuş.
Sabahleyin erkenden baba kız yola çıkmışlar. Gide gide ormanın en sık olduğu ıssız bir yere gelmişler. Mehmet Efendi kızına dönmüş:
—Sen burada beni bekle demiş.
Su kabağını, ekmek çıkınını ve Emine’nin küçük bohçasını ağacın dibine koymuş.
—Burada çok güzel mantarlar olur, acıkınca yer-sin. Kabakta da su var, susayınca içersin. Ben birkaç saat içinde odunu toplar gelirim.
—Ben de geleyim baba, demiş Emine. Sana yar-dımım olur.
—Yok kızım, ormanın o tarafı tehlikeli! Sen bu-rada kal! Ben hemen odunu kesip döneceğim. Korkacak olursan kabağı bir değnekle vur! Böylece ben senin kork-tuğunu anlar, koşarak gelirim.
Emine babasının konuşmalarından, tavrından bir şey anlamamış. Mehmet Efendi ise çok üzüntülüymüş. Gözlerinden yaşlar geliyormuş. Emine babasını kırmamak için fazla ısrar etmemiş.
Mehmet Efendi eşeği ormanın sık ağaçlı bölümüne sürüp kısa sürede gözden kaybolmuş. Emine bir süre babasının arkasından bakmış; daha sonra da eşyalarını, gövdesinde bir insanın girebileceği kadar genişlikte oyuğu olan çam ağacının yanına taşımış. İçinde bir sıkıntı, bir korku varmış. Su kabağının suyunu yere döküp ağacın dalına asmış. Nasıl olsa az ötesinde şarıl şarıl akan derecik varmış. Susayınca suyunu oradan içebilirmiş.
Emine biraz dinlendikten sonra mantar toplamaya başlamış. “Babam gelince pişirip yeriz.” diye düşünü-yormuş. Mantarlardan sonra yabani böğürtlenler toplamış. Öğle olmuş, babası görünürlerde yokmuş. İkindi olmuş yine yokmuş. Akşam olmuş, babası yine gelmiyormuş. Aklına kabağı vurup babasını çağırmak gelmiş. Hemen kabağı çalmaya başlamış ama babası bir türlü gelmiyor-muş. Bir süre sağa sola bakınmış. Babasının gittiği yöne doğru gitmiş. Ormanda kaybolurum korkusuyla daha geriye dönmüş. Babasının başına bir şeylerin gelmesinden korkmuş. Ama elinden bir şey gelmiyormuş. Başlamış ağlamaya. Bir süre ağladıktan sonra tekrar kabağı çalmış. Akşam üvey annesi ile babasının konuşmalarını hatırlamış. Bu konuşmadan sonra babasının çok üzüntülü olduğunu biliyormuş. Az daha beklemiş. Gelen giden olmayınca da babasının kendisini dağın başında bırakıp gittiğini anlamış. Kabak hâlâ tın tın ediyormuş. Üzüntüyle:
“Tın tın eder kabacık, aldattın beni babacık!” diye daha çok ağlamış. Ortalık kararmaya başlayınca da ağacın kovuğuna girip çam dallarıyla kovuğun girişini kapatmış. Sabaha kadar korkudan uyuyamamış.
Sabahleyin artık ormanda kendi başına olduğunu, babasının gelmeyeceğini, başının çaresine bakması ge-rektiğini biliyormuş. Ağlamayı, yakınmayı, üzülmeyi bırakmış. Ormandan çıkmak için yürümeye başlamış. Az gitmiş uz gitmiş öğleye doğru ormanın açıklık bir yerinde bir kulübe görmüş. Bacasından dumanlar çıkıyormuş. Çok sevinmiş. Hemen kulübeye koşmuş.
—Kimse yok mu, diye seslenmiş. İçeriden sesler geldiğini duyunca beklemiş.
“Geldim, geldim!” diye söylenen yaşlı bir kadın çıkmış kulübeden.
—Kim o?
Emine tatlı bir sesle:
—Ben Emine nineciğim, demiş. Ormanda yolumu kaybettim de…
Yaşlı kadın Emine’ye bakmış. Sonra yanına gel-miş. Bir güzel incelemiş.
—Ne işin vardı ormanda? diye sormuş.
—Babamla oduna gelmiştik ama babam bir daha geriye dönmedi…
—Ya, demiş yaşlı kadın. Hele geç bakalım içeriye!
İkisi de kulübeye girmişler. Nine çok güzelmiş. Pamuk gibi saçları varmış. Gözlerinin içi gülüyormuş. Sevecen bir sesle:
—Şimdi anlat bakayım başından geçenleri, demiş.
Emine her şeyi bir bir anlatmış. Yaşlı kadın din-lemiş dinlemiş sonra da:
—Vah benim kadersizim, demiş. Hemen bir tabak süt, bir parça ekmek getirmiş. Şimdi bunları ye!
Emine çok acıkmışmış. Hemen ninenin verdikle-rini yemeye başlamış. Nine:
—Benim kimim kimsem yok. Bir süre benim kızım ol! İneklerim, koyunlarım tavuklarım var. Onlara bakacak birisini arıyordum. Daha sonra ben seni köyüne gönderi-rim, demiş.
Emine kabul etmiş. Birlikte yaşamaya başlamışlar. Yaşlı kadının adı Halime Nine imiş.
Emine, önce kulübeyi temizlemiş. Ninenin çama-şırlarını yıkamış. Ahırı, ağılı ve kümesi silmiş süpürmüş. Hayvanlara ot, yem vermiş. Halime nine Emine’den çok memnun kalmış. Birkaç ay geçtikten sonra:
—Artık evine gitme zamanın geldi güzel kızım, demiş. Ben senden çok memnun kaldım. Becerikli, tatlı dilli, iyi kalpli bir kızsın. Bahtın hep açık olsun! Şimdi kulağını aç beni iyi dinle!
—Seni dinliyorum nineciğim, demiş Emine.
—Gel önce kulübeden dışarıya çıkalım kızım, demiş. Birlikte kulübeden dışarıya çıkmışlar. Halime Nine eliyle karşı yolu göstermiş. Evine gitmek için şu yolu takip edeceksin! Yol seni ormanın içinden geçirecek. Hiç korkma! Yoldan da hiç ayrılma! Ormandan çıkınca yol ikiye ayrılacak. Sen sağa doğru giden yola sapacaksın! Bir süre sonra önüne bir dere gelecek. Dereye varınca dur! Dere siyah akıyorsa kaçma, kırmızı akıyorsa sakın geçme, sarı akıyorsa içine gir korkmadan karşıya geç! Sonra tekrar aynı yoldan yürü! Yol seni dosdoğru evine götürecek.
—Sağ ol nine, demiş Emine.
Saygıyla ninenin elini öpmüş. Yola çıkmış. Az gitmiş uz gitmiş, yolu hep takip etmiş. Ormandan çıkmış. Yolun ikiye ayrıldığı yerden sağa sapmış sonunda dereye varmış. Dere gürül gürül akıyormuş ama simsiyahmış. Ninenin söyledikleri aklına gelmiş. Derenin kenarına oturup beklemeye başlamış. Dere bir gündüz bir gece siyah aktıktan sonra kırmızı akmaya başlamış. Emine yine beklemiş. Bir sabah vakti bakmış ki sapsarı akıyormuş. Üstelik hiçbir tehlike oluşturmuyormuş. Hemen ayakkabılarını çıkarıp suya girmiş ve karşıya geçmiş.
Bir iki saat kadar yürüdükten sonra evlerini uzak-tan görmüş. Sevinmiş. Koşmaya başlamış. Bu sırada ça-tıdaki kel horoz onu görmüş. Başlamış ötmeye.
-Ü ürü üüüüü! Güzeller güzeli, altın sırmalı Emine ablam geliyor!!!!!!!!!!!
Mehmet Efendi, Durkadın ve dahi Cemile horo-zun sesini duyunca hemen evden dışarıya koşmuşlar. Bakmışlar da gözlerine inanamamışlar. Emine altınlar içinde geliyormuş. Sanki hiçbir şey olmamış, ona kötülük yapmamışlar gibi koşup karşılamışlar. Boynuna sarılıp ne kadar çok özlediklerini falan söylemişler.
Birkaç gün geçmiş. Emine’nin getirdiği altınları harcamışlar. Bir zaman sonra Durkadın, yine Mehmet Efendi’nin karşısına geçmiş:
—Bana bak efendi, demiş. Benim gül gibi kızımın senin sümüklü kızından ne eksiği var? Yarından tezi yok onu da dağa götüreceksin, kızını bıraktığın yere bırakıp geleceksin! Benim kızımın yüzü gibi bahtı da kara kal-mayacak, senin kızın gibi her yeri altın olacak!
Sözü uzatmayalım. Lafa çokça yalan katmayalım. Mehmet Efendi Cemile’yi yanına almış, ertesi günü dağa götürmüş. Cemile, Emine’nin başından geçenleri bildiği için Mehmet Efendi’nin gitmesini bile beklemeden hemen yola çıkmış. Doğru Halime ninenin kulübesine varmış. Kapıyı çalmadan, izin bile almadan selamsız sabahsız içeriye girmiş.
—Ben geldim, demiş.
—Hoş geldin, demiş Halime nine. Kimin nesisin, kimin fesisin? Adın ne diye sormayacağım çünkü kimin gönderdiğini, niye geldiğini biliyorum.
—İyi o zaman, demiş Cemile. İstediğimi ver de ben hemen gideyim.
Halime nine saygısıza şöyle bir bakmış. Sonra da tatlı bir sesle:
—Hele bir soluklan! Acele etme! Misafirim ol! Ben yaşlı birisiyim. Üstelik ineklerim, koyunlarım, ta-vuklarım var. Bana birkaç gün yardım et, demiş.
—Ben ne inek bakarım ne koyun güderim! Hele tavukları hiç sevmem, demiş Cemile. Kendi işini kendin gör! Üstelik yol yorgunuyum. Karnım da aç! Biraz yemek ver de yiyeyim, sonra da yatıp uyuyayım.
Halime nine bu terbiyesize bakmış bakmış da:
-Önce ekmeği ve aşı hak etmen gerek, demiş. Yoksa sana bir lokma yiyecek vermem.
—Bana bak koca karı, diye bağırmış Cemile. Elime bir sopa alır da seni öyle bir döverim ki kırılmadık yerin kalmaz! Ben senin uşağın değilim! Senin bu pis kulübende de kalacak değilim. Bana yolu göster evime gideyim.
Halime nine yine de öfkelenmemiş. Tatlı bir sesle:
—Acele etmeseydin kızım, demiş.
—Ben senin kızın mızın değilim! İkide bir bana kızım deyip durma! Bana yolu göster diyorum sana!
Halime nine sesini çıkarmamış. Bir süre Cemi-le’nin yüzüne bakmış. Sonra yavaşça ayağa kalkıp kapıya varmış:
—Mademki öyle, demiş. Kalmayacaksın, o zaman şu karşıdaki yola düş! Ormanı çıkınca yol ikiye ayrılacak. Sağdaki yoldan gideceksin! Sonra dereye kadar yürü! Dereye gelince dur! Derenin suyu sarı sarı akıyorsa sakın içine girme! Kırmızı akıyorsa selam verme! Siyah akıyorsa gir içine! İster yıkan istersen yuvarlan! Sonra arkana bile bakmadan doğru evine git! Bir daha da buralara sakın geleyim deme! Annene de söyle, sana biraz terbiye versin! Haydi, güle güle!
Cemile alacağını almış, duyacağını duymuş, hoşça kal bile demeden hemen yola koyulmuş.
Az gitmiş uz gitmiş. Ormandan çıkıp dereye gel-miş. Bakmış derenin suyu sarı sarı akıyor. “Beni kandı-racaksın ha pis dere!” demiş. “İçine girmiyorum işte!” Sonra yerden birkaç taş alıp dereyi taşlamış. Dere birden kırmızıya kesmiş. Cemile çok öfkeliymiş. “Sarı, kırmızı deyip durma; hemen siyah ak pis dere!” diye bağırmış. Dere az sonra simsiyah akmaya başlamış. Bu Cemilenin beklediği anmış. Hemen içine atlamış, yatmış yuvarlan-mış, ıslanmadık yerini koymamış. Sonra da mutlu bir şekilde koşa koşa evin yolunu tutmuş. Evlerine yaklaştı-ğında kel horoz yine damdaymış. Onu görünce kanatlarını çırpıp başlamış ötmeye:
-Ü,Ürü üüüüüüüüü! Cemile ablam geliyor, her ta-rafından kirler akıyor, kurbağaya benzeyen Cemile ablam geliyor, onu gören kaçıyorrrrrr!
Durkadın kızının gelmesini heyecanla bekliyor-muş. Horozun sesini duyunca dışarıya koşmuş. Horoz durmadan bağırıyormuş:
-Ü,Ürü üüüüüüüüü! Cemile ablam geliyor, her ta-rafından kirler akıyor, kurbağaya benzeyen Cemile ablam geliyor, onu gören kaçıyorrrrrr!
Durkadın yerden kocaman bir taş alıp horoza at-mış:
—Sus kel horoz! Şimdi gelir, o kel kafanı keserim! Senin ablan altın olup geliyor!
—Ablam kara olmuş geliyor, gören ondan kaçıyorrrrrrrrr!
Durkadın dayanamamış yola koşmuş. Gerçekten de yoldan kapkara, pislik içinde, adamdan azma, dişleri kazma, üç buçuk telli, kurbağa belli birisi geliyormuş. Üstelik “Anaaa, ben geliyom, altın gızın geliyo!” diye karga sesinden çirkin bir sesle bağırıyormuş.
Bu sesi Mehmet Efendi de duymuşmuş. Emine ile birlikte evden dışarıya çıkmışlar. Cemile’yi o hâlde gö-rünce şaşırmışlar. Mehmet Efendi daha sonra kızına her şeyi bir bir anlatmış. Kızından özür dilemiş. Yaptıkları kötülüklerin cezasını çekmeleri için Durkadın ve kızını evden kovmuş. O günden sonra baba kız mutlu bir şekil-de yaşamışlar.
Gökten üç elma düşmüş. Kocaman, tatlı ve sulu elmalarmış bunlar. İsteyen yesin, isteyen arkadaşına ver-sin. Az önce Emine’nin yanındaydım. Ayrılırken okuyan-lara selam söyledi. “Yolları düşerse bize de misafir gel-sinler.” dedi.
Bekir CANER
(Halime Ninenin Masalları kitabından)
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Üç elmanın birisi, senin olsun irisi. Küçüğü bana yeter, ona yeter, buna yeter, konu komşuya yeter, köye kasabaya yeter. Elma bu! İsterse dünyaya yeter. Sen irisini yiye dur. İstersen masala buyur. Ben anlatmaya başlıyorum. Sanma ki uyduruyorum. Ninemden dinledim, biraz da ben ekledim. Alladım pulladım bu kitaba yolladım. İster oku, istersen okut. Beğenirsen alkışlarsın, beğenmezsen eksiklerini tamamlarsın. Daha da olmadı oturur yeniden yazarsın.
Bir varmış, bir yokmuş. Yok demek suçmuş. Gökten bir turna uçmuş, varmış köylerden birisine kon-muş. Konduğu köyde Mehmet Efendi diye birisi varmış. Kendi hâlinde yaşarmış. Eşi bir kaza sonucu ölünce küçük kızı ile birlikte darıdünyada yapayalnız kalıvermiş. Kızı güzel mi güzel, tatlı mı tatlı, akıllı mı akıllı imiş. Adı da Emine’ymiş.
Yıllar geçmiş. Baba kız kendi hâllerinde yaşarlar-ken konu komşu ve dahi hısım akraba Mehmet Efendi’yi evlendirmeye karar vermişler. Allem etmişler, kallem et-mişler; köyde eşi ölen Durkadın’ı gelin ve dahi üvey anne olarak eve getirivermişler. Durkadın’ın da Emine yaşlarında Cemile adında bir kızı varmış. Mehmet Efendi Cemile’yi de öz kızı gibi bağrına basmış.
Günler günleri, haftalar haftaları ve dahi aylar ay-ları kovalamaya başlamış. Ailenin önceleri tadı tuzu ye-rindeymiş. Önemli bir sorunları yokmuş. Ancak Durkadın ve kızı Cemile yavaş yavaş değişmeye, Emine’yi kıskanmaya başlamışlar. Onlar kıskandıkça Emine güzelleşiyor, Cemile ise daha da çirkinleşiyormuş. O zamanlar güzellik düşünenler, başkalarının iyiliğini iste-yenler, herkesle iyi geçinenler ve dahi kıskanç olmayanlar her zaman güzel olurlar, güzel kalırlarmış. Başkalarını kıskananlar ve onları çekemeyenler, sürekli kötülük dü-şünenler de zamanla çirkinleşirlermiş.
Fesatlık ve kıskançlık Durkadın’ı çatlatmış ve bir gün Mehmet Efendi’nin karşısına geçip:
—Bana bak efendi, demiş. Kızın Emine’den çek-tiklerim yeter! Ne söz dinliyor ne de işe yarıyor. Akşama kadar kızım Cemile ile kavga ediyor. Bana da söyleme-diğini bırakmıyor. Artık kızının yaptıkları canıma tak dedi. Ya o bu evden gidecek ya da biz!
Mehmet Efendi bir anda şaşırıp kalmış.
—Bu sözlerde nereden çıktı hanım, demiş. Emine böyle şeyler yapmaz. Kötü söz söylemez. Belki farkına varmadan kaba davranmıştır. Ben onunla oturur konuşu-rum. Suçu, kabahati neyse öğrenir senden özür diletirim. Ben ne sizden vazgeçerim ne de Emine’den.
Durkadın ellerini beline dayamış da yarım horoz gibi başını dikmiş. Gözleri çakmak çakmakmış.
—Ben onu bunu bilmem, diye bağırmış. Özür mözür de istemem! Artık canıma tak dedi! Yarından tezi yok bu evden ya Emine gidecek ya da biz!
—Ama hanım!
—Aması maması yok! Dediğim dedik, çaldığım düdük. İster dinle ister öttür: Var iyice düşün! Yarın sa-bahleyin ya kızın gidecek ya da biz! Bize git dersen bu evi de başına yıkar öyle giderim ona göre!
Zavallı Mehmet Efendi! Durkadın’ı ikna etmek için elinden geleni, dilinden geleni yapmış. Yalvarmış, yakarmış. Ağlamış sızlamış ama nafile… Durkadın Nuh demiş peygamber dememiş.
Mehmet Efendi çaresiz kalmış. Durkadın’a bir türlü “HAYIR, OLMAZ,” diyememiş. Oysa insan böyle zor durumlarda hayır diyebilmelidir. Gerekiyorsa kötü bir şey yapmamak için en yakınını bile kırabilmelidir.
Mehmet Efendi düşünmüş, taşınmış. Sonunda içi kan ağlayarak Emine’yi çağırmış.
—Emine kızım, kınalı kuzum! Yarın seninle dağa odun kesmeye gideceğiz. Yatmadan önce yiyecek çıkınını hazırla, su kabağını al! Dağ soğuk olur, sırtına da kalın bir şeyler giy! Ayrıca yağmur falan yağabilir. En iyisi mi bir iki kat giysi de al! Islanırsan değiştirsin, demiş.
Emine babasının yüzüne bakmış. Adamcağızın yüzü bembeyazmış.
—Hasta gibisin baba, demiş. İstersen daha sonra gidelim. Çünkü benzin solmuş, gözlerine yaşlar dolmuş.
—Dediğimi yap kızım, başka şey sorma ve dahi sözlerimi ikiletme, diyebilmiş Mehmet Efendi.
—Tamam baba, demiş Emine. Yatmadan önce heybeyi hazırlarım. Dediklerini de yaparım.
Durkadın babayla kızın konuşmalarını duymuş. Sonunda Emine kızdan kurtulacağı için pek mutlu olmuş.
Sabahleyin erkenden baba kız yola çıkmışlar. Gide gide ormanın en sık olduğu ıssız bir yere gelmişler. Mehmet Efendi kızına dönmüş:
—Sen burada beni bekle demiş.
Su kabağını, ekmek çıkınını ve Emine’nin küçük bohçasını ağacın dibine koymuş.
—Burada çok güzel mantarlar olur, acıkınca yer-sin. Kabakta da su var, susayınca içersin. Ben birkaç saat içinde odunu toplar gelirim.
—Ben de geleyim baba, demiş Emine. Sana yar-dımım olur.
—Yok kızım, ormanın o tarafı tehlikeli! Sen bu-rada kal! Ben hemen odunu kesip döneceğim. Korkacak olursan kabağı bir değnekle vur! Böylece ben senin kork-tuğunu anlar, koşarak gelirim.
Emine babasının konuşmalarından, tavrından bir şey anlamamış. Mehmet Efendi ise çok üzüntülüymüş. Gözlerinden yaşlar geliyormuş. Emine babasını kırmamak için fazla ısrar etmemiş.
Mehmet Efendi eşeği ormanın sık ağaçlı bölümüne sürüp kısa sürede gözden kaybolmuş. Emine bir süre babasının arkasından bakmış; daha sonra da eşyalarını, gövdesinde bir insanın girebileceği kadar genişlikte oyuğu olan çam ağacının yanına taşımış. İçinde bir sıkıntı, bir korku varmış. Su kabağının suyunu yere döküp ağacın dalına asmış. Nasıl olsa az ötesinde şarıl şarıl akan derecik varmış. Susayınca suyunu oradan içebilirmiş.
Emine biraz dinlendikten sonra mantar toplamaya başlamış. “Babam gelince pişirip yeriz.” diye düşünü-yormuş. Mantarlardan sonra yabani böğürtlenler toplamış. Öğle olmuş, babası görünürlerde yokmuş. İkindi olmuş yine yokmuş. Akşam olmuş, babası yine gelmiyormuş. Aklına kabağı vurup babasını çağırmak gelmiş. Hemen kabağı çalmaya başlamış ama babası bir türlü gelmiyor-muş. Bir süre sağa sola bakınmış. Babasının gittiği yöne doğru gitmiş. Ormanda kaybolurum korkusuyla daha geriye dönmüş. Babasının başına bir şeylerin gelmesinden korkmuş. Ama elinden bir şey gelmiyormuş. Başlamış ağlamaya. Bir süre ağladıktan sonra tekrar kabağı çalmış. Akşam üvey annesi ile babasının konuşmalarını hatırlamış. Bu konuşmadan sonra babasının çok üzüntülü olduğunu biliyormuş. Az daha beklemiş. Gelen giden olmayınca da babasının kendisini dağın başında bırakıp gittiğini anlamış. Kabak hâlâ tın tın ediyormuş. Üzüntüyle:
“Tın tın eder kabacık, aldattın beni babacık!” diye daha çok ağlamış. Ortalık kararmaya başlayınca da ağacın kovuğuna girip çam dallarıyla kovuğun girişini kapatmış. Sabaha kadar korkudan uyuyamamış.
Sabahleyin artık ormanda kendi başına olduğunu, babasının gelmeyeceğini, başının çaresine bakması ge-rektiğini biliyormuş. Ağlamayı, yakınmayı, üzülmeyi bırakmış. Ormandan çıkmak için yürümeye başlamış. Az gitmiş uz gitmiş öğleye doğru ormanın açıklık bir yerinde bir kulübe görmüş. Bacasından dumanlar çıkıyormuş. Çok sevinmiş. Hemen kulübeye koşmuş.
—Kimse yok mu, diye seslenmiş. İçeriden sesler geldiğini duyunca beklemiş.
“Geldim, geldim!” diye söylenen yaşlı bir kadın çıkmış kulübeden.
—Kim o?
Emine tatlı bir sesle:
—Ben Emine nineciğim, demiş. Ormanda yolumu kaybettim de…
Yaşlı kadın Emine’ye bakmış. Sonra yanına gel-miş. Bir güzel incelemiş.
—Ne işin vardı ormanda? diye sormuş.
—Babamla oduna gelmiştik ama babam bir daha geriye dönmedi…
—Ya, demiş yaşlı kadın. Hele geç bakalım içeriye!
İkisi de kulübeye girmişler. Nine çok güzelmiş. Pamuk gibi saçları varmış. Gözlerinin içi gülüyormuş. Sevecen bir sesle:
—Şimdi anlat bakayım başından geçenleri, demiş.
Emine her şeyi bir bir anlatmış. Yaşlı kadın din-lemiş dinlemiş sonra da:
—Vah benim kadersizim, demiş. Hemen bir tabak süt, bir parça ekmek getirmiş. Şimdi bunları ye!
Emine çok acıkmışmış. Hemen ninenin verdikle-rini yemeye başlamış. Nine:
—Benim kimim kimsem yok. Bir süre benim kızım ol! İneklerim, koyunlarım tavuklarım var. Onlara bakacak birisini arıyordum. Daha sonra ben seni köyüne gönderi-rim, demiş.
Emine kabul etmiş. Birlikte yaşamaya başlamışlar. Yaşlı kadının adı Halime Nine imiş.
Emine, önce kulübeyi temizlemiş. Ninenin çama-şırlarını yıkamış. Ahırı, ağılı ve kümesi silmiş süpürmüş. Hayvanlara ot, yem vermiş. Halime nine Emine’den çok memnun kalmış. Birkaç ay geçtikten sonra:
—Artık evine gitme zamanın geldi güzel kızım, demiş. Ben senden çok memnun kaldım. Becerikli, tatlı dilli, iyi kalpli bir kızsın. Bahtın hep açık olsun! Şimdi kulağını aç beni iyi dinle!
—Seni dinliyorum nineciğim, demiş Emine.
—Gel önce kulübeden dışarıya çıkalım kızım, demiş. Birlikte kulübeden dışarıya çıkmışlar. Halime Nine eliyle karşı yolu göstermiş. Evine gitmek için şu yolu takip edeceksin! Yol seni ormanın içinden geçirecek. Hiç korkma! Yoldan da hiç ayrılma! Ormandan çıkınca yol ikiye ayrılacak. Sen sağa doğru giden yola sapacaksın! Bir süre sonra önüne bir dere gelecek. Dereye varınca dur! Dere siyah akıyorsa kaçma, kırmızı akıyorsa sakın geçme, sarı akıyorsa içine gir korkmadan karşıya geç! Sonra tekrar aynı yoldan yürü! Yol seni dosdoğru evine götürecek.
—Sağ ol nine, demiş Emine.
Saygıyla ninenin elini öpmüş. Yola çıkmış. Az gitmiş uz gitmiş, yolu hep takip etmiş. Ormandan çıkmış. Yolun ikiye ayrıldığı yerden sağa sapmış sonunda dereye varmış. Dere gürül gürül akıyormuş ama simsiyahmış. Ninenin söyledikleri aklına gelmiş. Derenin kenarına oturup beklemeye başlamış. Dere bir gündüz bir gece siyah aktıktan sonra kırmızı akmaya başlamış. Emine yine beklemiş. Bir sabah vakti bakmış ki sapsarı akıyormuş. Üstelik hiçbir tehlike oluşturmuyormuş. Hemen ayakkabılarını çıkarıp suya girmiş ve karşıya geçmiş.
Bir iki saat kadar yürüdükten sonra evlerini uzak-tan görmüş. Sevinmiş. Koşmaya başlamış. Bu sırada ça-tıdaki kel horoz onu görmüş. Başlamış ötmeye.
-Ü ürü üüüüü! Güzeller güzeli, altın sırmalı Emine ablam geliyor!!!!!!!!!!!
Mehmet Efendi, Durkadın ve dahi Cemile horo-zun sesini duyunca hemen evden dışarıya koşmuşlar. Bakmışlar da gözlerine inanamamışlar. Emine altınlar içinde geliyormuş. Sanki hiçbir şey olmamış, ona kötülük yapmamışlar gibi koşup karşılamışlar. Boynuna sarılıp ne kadar çok özlediklerini falan söylemişler.
Birkaç gün geçmiş. Emine’nin getirdiği altınları harcamışlar. Bir zaman sonra Durkadın, yine Mehmet Efendi’nin karşısına geçmiş:
—Bana bak efendi, demiş. Benim gül gibi kızımın senin sümüklü kızından ne eksiği var? Yarından tezi yok onu da dağa götüreceksin, kızını bıraktığın yere bırakıp geleceksin! Benim kızımın yüzü gibi bahtı da kara kal-mayacak, senin kızın gibi her yeri altın olacak!
Sözü uzatmayalım. Lafa çokça yalan katmayalım. Mehmet Efendi Cemile’yi yanına almış, ertesi günü dağa götürmüş. Cemile, Emine’nin başından geçenleri bildiği için Mehmet Efendi’nin gitmesini bile beklemeden hemen yola çıkmış. Doğru Halime ninenin kulübesine varmış. Kapıyı çalmadan, izin bile almadan selamsız sabahsız içeriye girmiş.
—Ben geldim, demiş.
—Hoş geldin, demiş Halime nine. Kimin nesisin, kimin fesisin? Adın ne diye sormayacağım çünkü kimin gönderdiğini, niye geldiğini biliyorum.
—İyi o zaman, demiş Cemile. İstediğimi ver de ben hemen gideyim.
Halime nine saygısıza şöyle bir bakmış. Sonra da tatlı bir sesle:
—Hele bir soluklan! Acele etme! Misafirim ol! Ben yaşlı birisiyim. Üstelik ineklerim, koyunlarım, ta-vuklarım var. Bana birkaç gün yardım et, demiş.
—Ben ne inek bakarım ne koyun güderim! Hele tavukları hiç sevmem, demiş Cemile. Kendi işini kendin gör! Üstelik yol yorgunuyum. Karnım da aç! Biraz yemek ver de yiyeyim, sonra da yatıp uyuyayım.
Halime nine bu terbiyesize bakmış bakmış da:
-Önce ekmeği ve aşı hak etmen gerek, demiş. Yoksa sana bir lokma yiyecek vermem.
—Bana bak koca karı, diye bağırmış Cemile. Elime bir sopa alır da seni öyle bir döverim ki kırılmadık yerin kalmaz! Ben senin uşağın değilim! Senin bu pis kulübende de kalacak değilim. Bana yolu göster evime gideyim.
Halime nine yine de öfkelenmemiş. Tatlı bir sesle:
—Acele etmeseydin kızım, demiş.
—Ben senin kızın mızın değilim! İkide bir bana kızım deyip durma! Bana yolu göster diyorum sana!
Halime nine sesini çıkarmamış. Bir süre Cemi-le’nin yüzüne bakmış. Sonra yavaşça ayağa kalkıp kapıya varmış:
—Mademki öyle, demiş. Kalmayacaksın, o zaman şu karşıdaki yola düş! Ormanı çıkınca yol ikiye ayrılacak. Sağdaki yoldan gideceksin! Sonra dereye kadar yürü! Dereye gelince dur! Derenin suyu sarı sarı akıyorsa sakın içine girme! Kırmızı akıyorsa selam verme! Siyah akıyorsa gir içine! İster yıkan istersen yuvarlan! Sonra arkana bile bakmadan doğru evine git! Bir daha da buralara sakın geleyim deme! Annene de söyle, sana biraz terbiye versin! Haydi, güle güle!
Cemile alacağını almış, duyacağını duymuş, hoşça kal bile demeden hemen yola koyulmuş.
Az gitmiş uz gitmiş. Ormandan çıkıp dereye gel-miş. Bakmış derenin suyu sarı sarı akıyor. “Beni kandı-racaksın ha pis dere!” demiş. “İçine girmiyorum işte!” Sonra yerden birkaç taş alıp dereyi taşlamış. Dere birden kırmızıya kesmiş. Cemile çok öfkeliymiş. “Sarı, kırmızı deyip durma; hemen siyah ak pis dere!” diye bağırmış. Dere az sonra simsiyah akmaya başlamış. Bu Cemilenin beklediği anmış. Hemen içine atlamış, yatmış yuvarlan-mış, ıslanmadık yerini koymamış. Sonra da mutlu bir şekilde koşa koşa evin yolunu tutmuş. Evlerine yaklaştı-ğında kel horoz yine damdaymış. Onu görünce kanatlarını çırpıp başlamış ötmeye:
-Ü,Ürü üüüüüüüüü! Cemile ablam geliyor, her ta-rafından kirler akıyor, kurbağaya benzeyen Cemile ablam geliyor, onu gören kaçıyorrrrrr!
Durkadın kızının gelmesini heyecanla bekliyor-muş. Horozun sesini duyunca dışarıya koşmuş. Horoz durmadan bağırıyormuş:
-Ü,Ürü üüüüüüüüü! Cemile ablam geliyor, her ta-rafından kirler akıyor, kurbağaya benzeyen Cemile ablam geliyor, onu gören kaçıyorrrrrr!
Durkadın yerden kocaman bir taş alıp horoza at-mış:
—Sus kel horoz! Şimdi gelir, o kel kafanı keserim! Senin ablan altın olup geliyor!
—Ablam kara olmuş geliyor, gören ondan kaçıyorrrrrrrrr!
Durkadın dayanamamış yola koşmuş. Gerçekten de yoldan kapkara, pislik içinde, adamdan azma, dişleri kazma, üç buçuk telli, kurbağa belli birisi geliyormuş. Üstelik “Anaaa, ben geliyom, altın gızın geliyo!” diye karga sesinden çirkin bir sesle bağırıyormuş.
Bu sesi Mehmet Efendi de duymuşmuş. Emine ile birlikte evden dışarıya çıkmışlar. Cemile’yi o hâlde gö-rünce şaşırmışlar. Mehmet Efendi daha sonra kızına her şeyi bir bir anlatmış. Kızından özür dilemiş. Yaptıkları kötülüklerin cezasını çekmeleri için Durkadın ve kızını evden kovmuş. O günden sonra baba kız mutlu bir şekil-de yaşamışlar.
Gökten üç elma düşmüş. Kocaman, tatlı ve sulu elmalarmış bunlar. İsteyen yesin, isteyen arkadaşına ver-sin. Az önce Emine’nin yanındaydım. Ayrılırken okuyan-lara selam söyledi. “Yolları düşerse bize de misafir gel-sinler.” dedi.
Kitap Kurdu Küçük Kız Masalı
Kitap Kurdu Küçük Kız Masalı
bir varmış bir yokmuş.dünyadaki güzelim diyarların birinde bizim masala konu olan küçük kız yaşarmış.küçük kız teyzesiyle birlikte büyük gösterişli bir evde bir eli yağda öteki balda,bir dediği iki olmadan yaşamasına rağmen mutlu değilmiş.neden mi peki çünkü küçük, etrafından küçük bir çocukmuş gibi muamele görmek istemiyormuş.o yaşıtları gibi topla oynamaktan salıncak da sallanmaktan ip atlamaktan derede yüzmekten kovalamaca oynamaktan hiç mi hiç hoşlanmıyormuş.hele hele o evcilik oyunu ....o kadar basit ve aptalca buluyormuş ki o oyunu oynarken gördüğü arkadaşıyla bir daha konuşmak bir yana ona selam bile vermiyormuş.gelgelelim küçük kız böylece tüm arkadaşlarını kendine küstürmüş.yapayalnız kalmış.içinden onlar benim arkadaşlığımı hakketmiyorlar ki. diyor ve hiçbirini umursamıyormuş.oyun oynamayan kimseyle konuşmayan bu küçük,günlerini kitap okuyarak geçirirmiş sabahtan akşama kadar okur okur okurmuş.okumayı o kadar severmiş ki teyzesinin ve köylerindeki diğer insanların nasıl olup da bu eğlenceden mahrum kaldıklarını bi türlü anlamıyormuş.zaten arkadaşlarının bizim küçükten uzaklaşmalarının bir sebebi de kızla her konuştuklarında, kızın onlara o sıralar okuduğu kitaplardan bahsetmesi ve onlara da bu kitabı okumaları konusunda diretmesiymiş.çocuklar bir türlü anlamıyormuş sabahtan akşama kadar güzel güzel oynamak, yaramazlık etmek varken kızın tüm gün kitap okumasını....
bizim kız kitapları yalayıp yuttuğu için teyzesi ona kitap yetiştirmekte oldukça zorlanıyormuş.köyde kitap satılmadığından haftada bi şehre gidermişler kızla..kız orada onlarca kitap beğenirmiş o hafta okumak için. okudukları da gerçekten kalın kitaplarmış ama küöük kız gider gitmez okumaya başlayıp o günün akşamı kitapların ikisini bitirimiş teyzesi
kitapların kızın hiçbir işine yaramayacağını düşünüp ah be kızım çocukluğunu yaşa. günün birinde evleneceksin. o zaman çocukluğunu yaşamadığına üzüleceksin der dururmuş..kız bu sözleri duyunca dişlerini sıkar gözleri dolu dolu odasına gidermiş.teyzesinin çok yanlış düşündüğünü düşünüyormuş. o asla evlenmeyecekmiş.o kitap okuyacakmış ve bir gün mutlaka kitap okuduğu ve boş şeylerden uzak kaldığı için ödüllendirileceğini biliyormuş .
bir yıl,ülkede kuraklık baş göstermiş. tarlalardaki ürünler olgunlaşamadan kuruyup kalmış. herkes çok zor durumda kalmış. kızın teyzesi bile o yıl tarlalarından hasat elde edemediği işin artık iki üç haftada bir gidip çok daha az kitap almak durumunda kalmış kıza. kız teyzesini zor durumda bırakmak istemediğinden itiraz etmeyip yeni alınan kitapları bitirdikten sonra eski okuduğu kitapları bir daha okuyormuş.
kuraklık gelmiş gelmesine de gitmek bilmemiş.artık köydeki çocukların dışarıda oynamasına anneleri izin vermiyormuş.zaten çocuklar da yarı aç yarı tok bir halde oynamaktan da zevk almıyormuş. gün boyu evde kart oyunları oynayıp, pinekliyorlarmış.kimse yüksek sesle dile getirmiyorsa da bu durum biraz daha böyle devam ederse herkes evini barkını bırakıp şehre göçmek zorunda kalacakmış..
küçük kızsa düşünüyormuş.kuraklığın verdiği zarar neyle yenilebilir.madem toprağı sürüp ürün elde edemiyoruz o zaman ne yapmalı aklına okuduğu tarih kitapları gelmiş. eski milletler kuraklık geldiğinde ne yaparlardı hatırlamış .heyecanla dışarı fırlayıp köyün yukarısındaki kızgın dereye gitmiş dere çok hızlı ve kızgın aktığından adı kızgın dereymiş.sonra tarlalara gitmişş.köyün aşağısındaki ormanlık alana da bir göz attıktan sonra teyzesine koşup planını anlatmış ormandaki ağaçlar kesilip içi oyulacak ve kovuklar yapılacak demiş sonra dereden tarlalara toprak kazılıp bu kovuklar yerleşirilecek, tarla içinde de dereden bu yolu izleyerek gelen suyun her yere ulaşmasını su yolları sağlayacak demiş. teyzesi kızın fikrinin işe yarayacağından emin olamamış ama kızın ısrarları üzerine köydeki diğer evlerden bazılarına anlatmış fikri.insanlar bir umutla açlık ve yoksulluk canlarına tak ettiğinden kızın dediğini bir bir yapmışlar iki aya kalmadan olgunlaşan ürünleri hasat etmişler
kitap okuyan bu küçük kızın kitaplardan gerçekten faydalı şeyler öğrendiği anlaşılmış.teyzesi küçük kızla gurur duyduğunu her fırsatta dile getirip kızdan söyledikleri için özür dilemiş. anne babalar da çocuklarıyla tek tek gelip kızdan ödünç kitaplar almışlar herkes bir iki kitap okuyunca gerçekten kızın neden okumadan duramadığını anlamışlar.köydeki büyük küçük herkes pek çok kitap okumuş.yeni doğan her çocuğa okuma yazma öğretilmiş .köy zamanla kalkınmış kalkınmış. bizim küçük kız bilge bir nine olduğunda köyümüz bilimadamları sanatçılar filozoflar çıkaran herkesin burada yaşamak için akın akın diğer diyarlardan geldiği büyük bir ülke olmuş ve herkes çok çok mutlu doğmuş mutlu yaşamış ve ihtiyarlamış..
bizim kız kitapları yalayıp yuttuğu için teyzesi ona kitap yetiştirmekte oldukça zorlanıyormuş.köyde kitap satılmadığından haftada bi şehre gidermişler kızla..kız orada onlarca kitap beğenirmiş o hafta okumak için. okudukları da gerçekten kalın kitaplarmış ama küöük kız gider gitmez okumaya başlayıp o günün akşamı kitapların ikisini bitirimiş teyzesi
kitapların kızın hiçbir işine yaramayacağını düşünüp ah be kızım çocukluğunu yaşa. günün birinde evleneceksin. o zaman çocukluğunu yaşamadığına üzüleceksin der dururmuş..kız bu sözleri duyunca dişlerini sıkar gözleri dolu dolu odasına gidermiş.teyzesinin çok yanlış düşündüğünü düşünüyormuş. o asla evlenmeyecekmiş.o kitap okuyacakmış ve bir gün mutlaka kitap okuduğu ve boş şeylerden uzak kaldığı için ödüllendirileceğini biliyormuş .
bir yıl,ülkede kuraklık baş göstermiş. tarlalardaki ürünler olgunlaşamadan kuruyup kalmış. herkes çok zor durumda kalmış. kızın teyzesi bile o yıl tarlalarından hasat elde edemediği işin artık iki üç haftada bir gidip çok daha az kitap almak durumunda kalmış kıza. kız teyzesini zor durumda bırakmak istemediğinden itiraz etmeyip yeni alınan kitapları bitirdikten sonra eski okuduğu kitapları bir daha okuyormuş.
kuraklık gelmiş gelmesine de gitmek bilmemiş.artık köydeki çocukların dışarıda oynamasına anneleri izin vermiyormuş.zaten çocuklar da yarı aç yarı tok bir halde oynamaktan da zevk almıyormuş. gün boyu evde kart oyunları oynayıp, pinekliyorlarmış.kimse yüksek sesle dile getirmiyorsa da bu durum biraz daha böyle devam ederse herkes evini barkını bırakıp şehre göçmek zorunda kalacakmış..
küçük kızsa düşünüyormuş.kuraklığın verdiği zarar neyle yenilebilir.madem toprağı sürüp ürün elde edemiyoruz o zaman ne yapmalı aklına okuduğu tarih kitapları gelmiş. eski milletler kuraklık geldiğinde ne yaparlardı hatırlamış .heyecanla dışarı fırlayıp köyün yukarısındaki kızgın dereye gitmiş dere çok hızlı ve kızgın aktığından adı kızgın dereymiş.sonra tarlalara gitmişş.köyün aşağısındaki ormanlık alana da bir göz attıktan sonra teyzesine koşup planını anlatmış ormandaki ağaçlar kesilip içi oyulacak ve kovuklar yapılacak demiş sonra dereden tarlalara toprak kazılıp bu kovuklar yerleşirilecek, tarla içinde de dereden bu yolu izleyerek gelen suyun her yere ulaşmasını su yolları sağlayacak demiş. teyzesi kızın fikrinin işe yarayacağından emin olamamış ama kızın ısrarları üzerine köydeki diğer evlerden bazılarına anlatmış fikri.insanlar bir umutla açlık ve yoksulluk canlarına tak ettiğinden kızın dediğini bir bir yapmışlar iki aya kalmadan olgunlaşan ürünleri hasat etmişler
kitap okuyan bu küçük kızın kitaplardan gerçekten faydalı şeyler öğrendiği anlaşılmış.teyzesi küçük kızla gurur duyduğunu her fırsatta dile getirip kızdan söyledikleri için özür dilemiş. anne babalar da çocuklarıyla tek tek gelip kızdan ödünç kitaplar almışlar herkes bir iki kitap okuyunca gerçekten kızın neden okumadan duramadığını anlamışlar.köydeki büyük küçük herkes pek çok kitap okumuş.yeni doğan her çocuğa okuma yazma öğretilmiş .köy zamanla kalkınmış kalkınmış. bizim küçük kız bilge bir nine olduğunda köyümüz bilimadamları sanatçılar filozoflar çıkaran herkesin burada yaşamak için akın akın diğer diyarlardan geldiği büyük bir ülke olmuş ve herkes çok çok mutlu doğmuş mutlu yaşamış ve ihtiyarlamış..
Ayrık Otu Ve Çiçekler Masalı AYRIK OTU VE ÇİÇEKLER
Ayrık Otu Ve Çiçekler Masalı
AYRIK OTU VE ÇİÇEKLER
Bekir CANER
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Deve tellal iken, pire berber iken... Ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallıyordum ki elimdeki ip koptu, beşik devrildi. Ben beşiği kaldırırken anam kaptı maşayı, babam kaptı sopayı. Ben kaçtım onlar kovaladı, sarı kedi miyavladı. Dar attım kendimi dışarıya, başladım kaçmaya. Az gittim uz gittim, altı ayla bir güz gittim. Yoruldum gide gide. Vardım bir Pazar yerine. Bir at aldım dorudur diye. At bir tekme attı geri dur diye. Neyse uzatmayalım, masala başlayalım.
Çok çok eski zamanlarda bir saray, sarayın da bir bahçesi varmış. Bahçe olur da bahçıvan olmaz mı. Elbette olur. Bu bahçenin de çalışkan mı çalışkan, beceriklimi becerikli, bilgili mi bilgili bir bahçıvanı varmış.Her ağacın, her çiçeğin, her otun dilinden anlar, onları canı gibi bakar ve severmiş. Hangi gül hasta, hangi karanfil yasta hepsiciğini bilirmiş. Kim hangi mevsimde açacak, kim ne zaman uykuya yatacak bilirmiş. Gece gündüz bahçede çalışır, işini hiç mi hiç ihmal etmezmiş.
Bahçedeki bütün ağaçlar, çiçekler, çimenler ve dahi bahçıvanın izin verdiği bitkiler bolluk içinde, refah içinde, güzellik içinde sağlıklı ve mutlu yaşarlarmış. Hiçbirisi ne besin sıkıntısı çeker, ne su sıkıntısı çeker ne de güneş sıkıntısı çekermiş. Kimse kimsenin yerine göz dikmez, dalına budağına göz koymaz, çiçeğine çubuğuna karışmazmış. Sadece zaman zaman bahçıvana çiçeklerinden bazılarını verirlermiş. O da bu çiçekleri padişaha, sultana ve diğer devlet görevlilerine sunarmış.
Günlerden bir gün rüzgar bahçeye mini mini bir tohumcuk getirmiş. Tohumcuk o kadar küçük ve zavallıymış ki onu ilk gören gül “ay ne şirin bir tohum.” Demiş. Hemen bu tohumcuğa yer açmış. Diğer çiçeklerde, bitkilerde bu küçük tohumun çimlenip gelişmesi için yardımcı olmuşlar. En güzel besini, en tatlı suyu ona hediye etmişler. Tohum birkaç gün içinde çatlamış ve toprağın yüzüne mini mini bir fidancık çıkıvermiş. Zayıf, sıska, çelimsizmiş. “Günaydın.”Demiş. Sonra tek tek tüm bitkileri ve dahi çiçekleri selamlamış.
-“Hoş geldin.”Demiş gül.”Senin adın ne?”
-“Hoş bulduk gül anne.”Demiş mini mini fidançık. “Bana ayrık çiçeği derler.”
Gül bu adda bir çiçek duymamışmış. Merakla:
-“Adını hiç duymadım.” Demiş. Oysa bütün çiçekleri tanıdığımı sanıyordum.” Sonra diğerlerine dönmüş. “Siz tanıyor musunuz?”
Diğerleri düşünmüşler taşınmışlar ama hiç birisi ayrık çiçeğini çıkaramamış.
-“Ben duymuştum ama….” Demiş yaşlı sümbül. “Yalnız ne zaman duydum, nerede duydum şimdi hatırlamıyorum.”
-“Dedemin dedesi sizden bahsetmişti ama...” Demiş Mor menekşe. “O zamanlar çok küçüktüm. Ayrık otuyla savaştık mı demişti, yoksa gülüştük mü demişti…”
Ayrık otu birden korkuvermiş. Telaşla mor menekşeye bakmış. Sonra da olabildiğince şirin ve tatlı görünmeye çalışarak:
-“Bende sizi nereden tanıyorum diye düşünüyordum kardeş.” Demiş. “Şimdi hatırladım. Rahmetli dedem sizin dedenizin arkadaşıymış. Birlikte büyük sultan feşmekanın sarayının bahçesinde yaşarlarmış. Dedemle birlikte harika maceralar yaşamışlar. Ta ki sarayın o iblis bahçıvanı aralarına girinceye kadar. Ne kötü anılarmış onlar. Anlatıp da sizin rahatınızı ve huzurunuzu kaçırmayayım.”
Diğer çiçekler meraklanmışlar. Gül:
-“Bizi çok meraklandırdın.” Demiş. “Anlat da dinleyelim.”
Ayrık otu olanca şirinliği ile anlatmaya başlamış.
-“Biz çiçeklerin içinde en küçük olanıyız. Çiçeklerimiz çok küçüktür ama çok da güzeldir. Üstelik mis gibi kokular da saçarız. Yıllar yıllar önceydi. Büyük babalarımızdan birisi bahçeden ayrılmak istemiş. Bu isteğini bahçıvana söylemiş. Bahçıvan buna çok kızmış. İzin vermemiş. Büyük babam da biraz incinmiş. O gün sultana çiçek verme sırası bizdeymiş. O da bahçıvana kırgınlığından çiçeklerinden vermemiş. Bu duruma kızan bahçıvan bize savaş açmış. Hemen bahçedeki bütün akrabalarımı söküp atmış. Bununla da yetinmeyip günlerce bizden birisi kaldı mı diye her yeri aramış taramış. Bereket o bahçede de sizin gibi iyi çiçekler varmış. Bizden bir kaçını saklamışlar. Onlarda bir süre sonra bir fırsatını bulup bahçeden kaçmışlar. O günden bu yana tüm bahçıvanlar bize düşmandırlar. Onlarla barışmak için elimizden geleni yaptık ama bir türlü barış sağlanamadı. Neredeyse soyumuz kurumaya başladı. Şu anda yer yüzünde on tane ya kaldık ya kalmadık. Onlardan birisi de benim. Ne olur bana yardım edin..” Sonra da başlamış ağlamaya. O kadar içten ve tatlıymış ki sözleri bütün çiçekleri ona inanmışlar ve acımışlar. En iyi gıdaları ve dahi sularını onunla paylaşmışlar. Dahası el birliğiyle bahçıvandan onu korumuşlar.
Bizim ki kısa sürede serpilmiş. Büyümeye başlamış. Kimseye de zararı yokmuş. Azıcık su ona yetiyormuş. Toprağın üstünde olsun, altında olsun diğer bitkilere hiçbir zarar vermiyormuş. Köklerini de kimsenin kök atmadığı verimsiz yerlere gönderiyormuş. Bir süre sonra da yavaş yavaş diğer bitkilerin köklerine doğru yaklaşmaya başlamış. Bazı çiçekler yer altından kendilerine doğru gelen köklerden rahatsız olmaya başlayınca da bütün şirinliğiyle:
-“Hepinizi yakından tanımak istiyorum, ama bahçıvanın korkusundan toprağın üstünden gelemiyorum, izin verirseniz toprağın altından geleyim. Sizi rahatsız edersem ne olur beni bağışlayın.” Diye özür diliyormuş.
Zaman hızla geçmiş. Bizim arsız kısa sürede tüm bahçeye kök salmış. İncecik kökler zamanla kalınlaşmaya ahtapotun kollarına dönmeye başlamış. Bir süre sonra da artık bahçıvandan da pek korkusu kalmamış. Toprağın üzerine de çıkmış.
Tüm bunlar olurken aksilik bu ya bizim çalışkan bahçıvan hastalanıvermiş. Yerine de tembel birisi atanmış. Yeni bahçıvan topraktan, sudan, gübreden pek anlamazmış. Dahası da çiçekleri falan sevmezmiş. Tüm günün ağaçların serin gölgesinde uyumakla geçirmeye başlamış. Arada sırada bahçeye birisi geldiğinde hemen yerinden fırlar çalışıyormuş gibi yaparmış.
Sulanmayan, gübrelenmeyen, budanmayan ve dahi dipleri çapalanmayan çiçekler ve dahi güzelim ağaçlar sararıp solmaya, yapraklarını dökmeye, cılızlaşıp ağlaşmaya başlamışlar. Ama yine de bir birlerini incitmemeye çalışıyorlarmış. Azıcık suyu, gübreyi kardeş payı yaparak yaşamaya çalışıyorlarmış. Ayrık otu ise bu fırsatı değerlendirip her yere yayılmış ve bahçenin tek sahibi oluvermiş. Üstelik eski tatlı dili, güler yüzü de yokmuş. Bir gün:
-“Bana bakın.” Demiş. “Şu andan itibaren bu bahçenin tek sahibi benim. Sizler de benim kölelerimsiniz. Ben ne istersem onu yapacaksınız. İlk önce hepiniz bir kısım yapraklarınızı dökeceksiniz. Bu yapraklar benim çocuklarımın gıdası olacak. Sonra suyu ben izin verdiğimde içeceksiniz. Dediklerimi yapmayanların boğazını sıkarım. Bu bahçeden yaşatmama.”
Çiçekler çok çaresizmişler. Bahçıvandan yardım istemişler ama o duymamış bile. Birlik olup ayrık otuyla savaşmaya kalkmışlar ama güçleri yetmemiş. Başkaldıranın köklerini sıkıvermiş. Önce kendisini bahçıvandan saklayan ve koruyan kırmızı gülü öldürmüş. Sonra sarı zambağı, daha sonra nergisleri. Elinden kimse kurtulamıyormuş.
En sonunda hepsi ona yalvarmaya başlamışlar.
-“Bize insaf et.”Demiş beyaz gül ağlayarak. “Sen böyle değildin. Buraya geldiğinde biz seni bahçıvandan koruduk. Yiyecek verdik. Hani sen çok iyi idin. Kimseye kötülük etmezdin?.”
-“Çok konuşma.” Diye azarlamış ayrık otu. “O sözlerim sizi kandırmak içindi. Bahçıvanlarla düşmanımızdır. Biz onların bahçelerine saldırırız onlarda bize saldırırlar. Ama her zaman kazanan biz oluruz. Bize ayrık otu derler. Tarihimiz zaferlerle doludur.”
Artık her gün çiçeklere ve ağaçlara olmadık açılar taktırıyor, elinden gelen kötülüğü ederken zevk alıyormuş.
Çiçekler ve ağaçlar gerçeği geçte olsa öğrenmişler. Ayrım otunun ne kadar kötü bir bitki olduğunu, bahçıvanların onu niçin sevmediklerini acı bir şekilde öğrenmişler. Ayrık otunu korudukları, bahçıvan hakkında kötü düşündükleri için hepsi çok pişmanmış ama artık iş işten geçmişmiş. Çaresiz hepsi de acı sonlarını bekler olmuşlar.
Kara gün kararıp kalmazmış. Kötüler dünyaya kök salmazmış. Bir gün çalışkan bahçıvan iyileşip görevinin başına dönüvermiş. Bahçesinin perişan halini görünce çok üzülmüş. Ayrık otu ise çalışkan bahçıvanı görünce morali bozulmuş ama yine de bana artık bir şey yapamaz diye böbürlenmiş.
Çalışkan bahçıvan ilk günden kolları sıvamış. Kazmayı, beli, çapayı eline almış. İşçiler bulup gelmiş. Ayrık otu için kara günler gelip çatmış.
Bir ay içinde tüm bahçe karış karış kazılmış. Ayrık otunun toprak altındaki tüm kökleri tek tek bulunup yolunmuş. Bir süre sonra artık tek kök kaldığında yine çiçeklere yalvarmaya başlamış. “Ben ettim siz etmeyin, beni bahçıvandan koruyun, kollayın, merhamet edin, acıyın,” diye. Ama körün gözü açılmış, sağırın kulakları duyar olmuş, akılsız akıllanmışmış. Hiçbir çiçek ve dahi ağaç ona yardım etmemiş. Köklerinin arasına alıp saklamamış.
İşte böyle. Kötüler hep bencil olur. İyilikten güzellikten anlamazlar. Yardımlaşmayı sevmezler. Güçsüzken yalvarırlar, güçlüyken saldırırlar. Siz siz olun hep güzel olun. İyilik yapan iyilik bulur. İyiliğe, iyilikle karşılık verenler hep mutlu olur.
Gökten üç güzel elma düşmüş. İyilik kokan, güzellik kokan elmalar. İri iri. Sulu Sulu. Birisi beyaz, birisi kırmızı, birisi yeşil. Birisini alın doya doya yiyin. Bir birinizi de sevin. Dost olarak, kardeş olarak yaşayın, yurdumuzun nimetlerini kardeşçe paylaşın. Hep bana demeyin, yalnız yemeyin. Asla ayrık otu olmayın.
Bekir CANER
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Deve tellal iken, pire berber iken... Ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallıyordum ki elimdeki ip koptu, beşik devrildi. Ben beşiği kaldırırken anam kaptı maşayı, babam kaptı sopayı. Ben kaçtım onlar kovaladı, sarı kedi miyavladı. Dar attım kendimi dışarıya, başladım kaçmaya. Az gittim uz gittim, altı ayla bir güz gittim. Yoruldum gide gide. Vardım bir Pazar yerine. Bir at aldım dorudur diye. At bir tekme attı geri dur diye. Neyse uzatmayalım, masala başlayalım.
Çok çok eski zamanlarda bir saray, sarayın da bir bahçesi varmış. Bahçe olur da bahçıvan olmaz mı. Elbette olur. Bu bahçenin de çalışkan mı çalışkan, beceriklimi becerikli, bilgili mi bilgili bir bahçıvanı varmış.Her ağacın, her çiçeğin, her otun dilinden anlar, onları canı gibi bakar ve severmiş. Hangi gül hasta, hangi karanfil yasta hepsiciğini bilirmiş. Kim hangi mevsimde açacak, kim ne zaman uykuya yatacak bilirmiş. Gece gündüz bahçede çalışır, işini hiç mi hiç ihmal etmezmiş.
Bahçedeki bütün ağaçlar, çiçekler, çimenler ve dahi bahçıvanın izin verdiği bitkiler bolluk içinde, refah içinde, güzellik içinde sağlıklı ve mutlu yaşarlarmış. Hiçbirisi ne besin sıkıntısı çeker, ne su sıkıntısı çeker ne de güneş sıkıntısı çekermiş. Kimse kimsenin yerine göz dikmez, dalına budağına göz koymaz, çiçeğine çubuğuna karışmazmış. Sadece zaman zaman bahçıvana çiçeklerinden bazılarını verirlermiş. O da bu çiçekleri padişaha, sultana ve diğer devlet görevlilerine sunarmış.
Günlerden bir gün rüzgar bahçeye mini mini bir tohumcuk getirmiş. Tohumcuk o kadar küçük ve zavallıymış ki onu ilk gören gül “ay ne şirin bir tohum.” Demiş. Hemen bu tohumcuğa yer açmış. Diğer çiçeklerde, bitkilerde bu küçük tohumun çimlenip gelişmesi için yardımcı olmuşlar. En güzel besini, en tatlı suyu ona hediye etmişler. Tohum birkaç gün içinde çatlamış ve toprağın yüzüne mini mini bir fidancık çıkıvermiş. Zayıf, sıska, çelimsizmiş. “Günaydın.”Demiş. Sonra tek tek tüm bitkileri ve dahi çiçekleri selamlamış.
-“Hoş geldin.”Demiş gül.”Senin adın ne?”
-“Hoş bulduk gül anne.”Demiş mini mini fidançık. “Bana ayrık çiçeği derler.”
Gül bu adda bir çiçek duymamışmış. Merakla:
-“Adını hiç duymadım.” Demiş. Oysa bütün çiçekleri tanıdığımı sanıyordum.” Sonra diğerlerine dönmüş. “Siz tanıyor musunuz?”
Diğerleri düşünmüşler taşınmışlar ama hiç birisi ayrık çiçeğini çıkaramamış.
-“Ben duymuştum ama….” Demiş yaşlı sümbül. “Yalnız ne zaman duydum, nerede duydum şimdi hatırlamıyorum.”
-“Dedemin dedesi sizden bahsetmişti ama...” Demiş Mor menekşe. “O zamanlar çok küçüktüm. Ayrık otuyla savaştık mı demişti, yoksa gülüştük mü demişti…”
Ayrık otu birden korkuvermiş. Telaşla mor menekşeye bakmış. Sonra da olabildiğince şirin ve tatlı görünmeye çalışarak:
-“Bende sizi nereden tanıyorum diye düşünüyordum kardeş.” Demiş. “Şimdi hatırladım. Rahmetli dedem sizin dedenizin arkadaşıymış. Birlikte büyük sultan feşmekanın sarayının bahçesinde yaşarlarmış. Dedemle birlikte harika maceralar yaşamışlar. Ta ki sarayın o iblis bahçıvanı aralarına girinceye kadar. Ne kötü anılarmış onlar. Anlatıp da sizin rahatınızı ve huzurunuzu kaçırmayayım.”
Diğer çiçekler meraklanmışlar. Gül:
-“Bizi çok meraklandırdın.” Demiş. “Anlat da dinleyelim.”
Ayrık otu olanca şirinliği ile anlatmaya başlamış.
-“Biz çiçeklerin içinde en küçük olanıyız. Çiçeklerimiz çok küçüktür ama çok da güzeldir. Üstelik mis gibi kokular da saçarız. Yıllar yıllar önceydi. Büyük babalarımızdan birisi bahçeden ayrılmak istemiş. Bu isteğini bahçıvana söylemiş. Bahçıvan buna çok kızmış. İzin vermemiş. Büyük babam da biraz incinmiş. O gün sultana çiçek verme sırası bizdeymiş. O da bahçıvana kırgınlığından çiçeklerinden vermemiş. Bu duruma kızan bahçıvan bize savaş açmış. Hemen bahçedeki bütün akrabalarımı söküp atmış. Bununla da yetinmeyip günlerce bizden birisi kaldı mı diye her yeri aramış taramış. Bereket o bahçede de sizin gibi iyi çiçekler varmış. Bizden bir kaçını saklamışlar. Onlarda bir süre sonra bir fırsatını bulup bahçeden kaçmışlar. O günden bu yana tüm bahçıvanlar bize düşmandırlar. Onlarla barışmak için elimizden geleni yaptık ama bir türlü barış sağlanamadı. Neredeyse soyumuz kurumaya başladı. Şu anda yer yüzünde on tane ya kaldık ya kalmadık. Onlardan birisi de benim. Ne olur bana yardım edin..” Sonra da başlamış ağlamaya. O kadar içten ve tatlıymış ki sözleri bütün çiçekleri ona inanmışlar ve acımışlar. En iyi gıdaları ve dahi sularını onunla paylaşmışlar. Dahası el birliğiyle bahçıvandan onu korumuşlar.
Bizim ki kısa sürede serpilmiş. Büyümeye başlamış. Kimseye de zararı yokmuş. Azıcık su ona yetiyormuş. Toprağın üstünde olsun, altında olsun diğer bitkilere hiçbir zarar vermiyormuş. Köklerini de kimsenin kök atmadığı verimsiz yerlere gönderiyormuş. Bir süre sonra da yavaş yavaş diğer bitkilerin köklerine doğru yaklaşmaya başlamış. Bazı çiçekler yer altından kendilerine doğru gelen köklerden rahatsız olmaya başlayınca da bütün şirinliğiyle:
-“Hepinizi yakından tanımak istiyorum, ama bahçıvanın korkusundan toprağın üstünden gelemiyorum, izin verirseniz toprağın altından geleyim. Sizi rahatsız edersem ne olur beni bağışlayın.” Diye özür diliyormuş.
Zaman hızla geçmiş. Bizim arsız kısa sürede tüm bahçeye kök salmış. İncecik kökler zamanla kalınlaşmaya ahtapotun kollarına dönmeye başlamış. Bir süre sonra da artık bahçıvandan da pek korkusu kalmamış. Toprağın üzerine de çıkmış.
Tüm bunlar olurken aksilik bu ya bizim çalışkan bahçıvan hastalanıvermiş. Yerine de tembel birisi atanmış. Yeni bahçıvan topraktan, sudan, gübreden pek anlamazmış. Dahası da çiçekleri falan sevmezmiş. Tüm günün ağaçların serin gölgesinde uyumakla geçirmeye başlamış. Arada sırada bahçeye birisi geldiğinde hemen yerinden fırlar çalışıyormuş gibi yaparmış.
Sulanmayan, gübrelenmeyen, budanmayan ve dahi dipleri çapalanmayan çiçekler ve dahi güzelim ağaçlar sararıp solmaya, yapraklarını dökmeye, cılızlaşıp ağlaşmaya başlamışlar. Ama yine de bir birlerini incitmemeye çalışıyorlarmış. Azıcık suyu, gübreyi kardeş payı yaparak yaşamaya çalışıyorlarmış. Ayrık otu ise bu fırsatı değerlendirip her yere yayılmış ve bahçenin tek sahibi oluvermiş. Üstelik eski tatlı dili, güler yüzü de yokmuş. Bir gün:
-“Bana bakın.” Demiş. “Şu andan itibaren bu bahçenin tek sahibi benim. Sizler de benim kölelerimsiniz. Ben ne istersem onu yapacaksınız. İlk önce hepiniz bir kısım yapraklarınızı dökeceksiniz. Bu yapraklar benim çocuklarımın gıdası olacak. Sonra suyu ben izin verdiğimde içeceksiniz. Dediklerimi yapmayanların boğazını sıkarım. Bu bahçeden yaşatmama.”
Çiçekler çok çaresizmişler. Bahçıvandan yardım istemişler ama o duymamış bile. Birlik olup ayrık otuyla savaşmaya kalkmışlar ama güçleri yetmemiş. Başkaldıranın köklerini sıkıvermiş. Önce kendisini bahçıvandan saklayan ve koruyan kırmızı gülü öldürmüş. Sonra sarı zambağı, daha sonra nergisleri. Elinden kimse kurtulamıyormuş.
En sonunda hepsi ona yalvarmaya başlamışlar.
-“Bize insaf et.”Demiş beyaz gül ağlayarak. “Sen böyle değildin. Buraya geldiğinde biz seni bahçıvandan koruduk. Yiyecek verdik. Hani sen çok iyi idin. Kimseye kötülük etmezdin?.”
-“Çok konuşma.” Diye azarlamış ayrık otu. “O sözlerim sizi kandırmak içindi. Bahçıvanlarla düşmanımızdır. Biz onların bahçelerine saldırırız onlarda bize saldırırlar. Ama her zaman kazanan biz oluruz. Bize ayrık otu derler. Tarihimiz zaferlerle doludur.”
Artık her gün çiçeklere ve ağaçlara olmadık açılar taktırıyor, elinden gelen kötülüğü ederken zevk alıyormuş.
Çiçekler ve ağaçlar gerçeği geçte olsa öğrenmişler. Ayrım otunun ne kadar kötü bir bitki olduğunu, bahçıvanların onu niçin sevmediklerini acı bir şekilde öğrenmişler. Ayrık otunu korudukları, bahçıvan hakkında kötü düşündükleri için hepsi çok pişmanmış ama artık iş işten geçmişmiş. Çaresiz hepsi de acı sonlarını bekler olmuşlar.
Kara gün kararıp kalmazmış. Kötüler dünyaya kök salmazmış. Bir gün çalışkan bahçıvan iyileşip görevinin başına dönüvermiş. Bahçesinin perişan halini görünce çok üzülmüş. Ayrık otu ise çalışkan bahçıvanı görünce morali bozulmuş ama yine de bana artık bir şey yapamaz diye böbürlenmiş.
Çalışkan bahçıvan ilk günden kolları sıvamış. Kazmayı, beli, çapayı eline almış. İşçiler bulup gelmiş. Ayrık otu için kara günler gelip çatmış.
Bir ay içinde tüm bahçe karış karış kazılmış. Ayrık otunun toprak altındaki tüm kökleri tek tek bulunup yolunmuş. Bir süre sonra artık tek kök kaldığında yine çiçeklere yalvarmaya başlamış. “Ben ettim siz etmeyin, beni bahçıvandan koruyun, kollayın, merhamet edin, acıyın,” diye. Ama körün gözü açılmış, sağırın kulakları duyar olmuş, akılsız akıllanmışmış. Hiçbir çiçek ve dahi ağaç ona yardım etmemiş. Köklerinin arasına alıp saklamamış.
İşte böyle. Kötüler hep bencil olur. İyilikten güzellikten anlamazlar. Yardımlaşmayı sevmezler. Güçsüzken yalvarırlar, güçlüyken saldırırlar. Siz siz olun hep güzel olun. İyilik yapan iyilik bulur. İyiliğe, iyilikle karşılık verenler hep mutlu olur.
Gökten üç güzel elma düşmüş. İyilik kokan, güzellik kokan elmalar. İri iri. Sulu Sulu. Birisi beyaz, birisi kırmızı, birisi yeşil. Birisini alın doya doya yiyin. Bir birinizi de sevin. Dost olarak, kardeş olarak yaşayın, yurdumuzun nimetlerini kardeşçe paylaşın. Hep bana demeyin, yalnız yemeyin. Asla ayrık otu olmayın.
Okul Aşkı Masalı
Okul Aşkı Masalı
Üniversiteli delikanli Kolejli kiza bir voleybol macinda rastladi. Okul salonundaydi mac. Tribünümüz minik bir salon.. Seyircilerle, oyuncular arasinda sahanin cizgisi vardi sadece.. O kadar yakindilar..
Delikanli, bu tatli, bu güzel, bu dünyalar sirini kizi ilk defa görüyordu takimda.. Hoslandigini, fena halde hoslandigini hissetti. Az sonra bir seyi daha hissetti. Uzun zamandan beri maci degil, o güzel kizi izledigini..
Kiz servis atarken hemen önunden gecti. Göz göze geldiler.. Kiz gülümsedi.. Delikanli, cok popülerdi o yillarda.. Kiz onu tanimis olmaliydi. Kim bilir, belki kiz da ondan hoslanmisti.. Belkide delikanli öyle olmasini istedigi icin ona öyle gelmisti..
Set degisip, takim karsiya gidince, delikanlida yerini degistirdi, o da karsiya gitti.. Ücüncü sette tekrar eski yerine dönüu.. Kizda gidis gelisleri fark etmisti galiba.. Bir defa daha gülümsedi. Manidar.. `anladim` der gibi bir gülümseyisti bu.. Delikanli o hafta boyu hep bu dünyalar sirini kizi düsündü..
Pazar günü, sabahin köründe kalkti, erkenden oynanacak maci, ne maci canim, o dünyalar sirini kizi görmek icin.. Delikanli artik kizin hicbir macini kacirmiyordu.. Dahasi.. Ankara Koleji`nin her dagilis saatinde, okul civarinda oluyordu, onu bir kez daha görmek icin..
Karsilastiklarinda, hafif cok hafif bir gülümseme, cok minik bir bas egmesi ile selamlasir olmuslardi..
Bir defasinda, yaptigina sonra kendiside günlerce güldü.. O gün gene tesadüfmüs gibi, okul dagilimi kizin karsisina cikmis, gülümseyerek selamlamis, sonra arka sokaklara dalip, yildirim gibi kosarak, bir blok ötede gene karsisina cikmisti.. kiz bu defa, iyice gülmüstü..
Karsisinda, sözüm ona agir agir yürüyen, ama nefes nefese delikanliyi görünce..
Delikanli, voleybol takiminin kaptanini iyi taniyordu. Arkadastilar. Sonunda bütün cesaretini topladi, kaptana acildi.. O kizdan fena halde hoslaniyordu. Galiba kiz da ona karsi bos degildi. Bir yerde, bir sekilde tanismalari gerekiyordu.. O zamanlar, bu isler böyle oluyordu cünkü.. Kaptan `tabi` dedi.. `bu hafta sonu güzel bir konser var. Biz onunla gitmeye karar vermistik zaten. Sende gel. Hem konseri birlikte izleriz, hem de tanisirsiniz..`
`Mutluluk iste bu olmali` diye düsündü delikanli.. `Mutluluk iste bu..` Ve konser gününe kadar geceleri hic uyuyamadi.. Konser günü de hic ama hic unutmadi.. O ne heyecandi öyle.. Konserin verildigi sinemanin kapisinda tanistilar.. El sikistilar.. O güzel ele dokundugu ani da hic unutmadi delikanli.. Kaptan, salona girdiklerinde, ustaca bir manevra daha yapti. Delikanli ile dünyalar sirini kiz yan yana düstüler. Inanamiyordu delikanli..
Onunla nihayet yan yana oturduguna, onun sicakligini hissettigine, onun nefesini duyduguna inanamiyordu.. Biraz önce tanisirken tuttugu el, bir karis ötesinde öylesine duruyor, delikanli, sahnede dünyanin en romantik sarkisi söylenirken - o an dünyanin bütün sarkilari dünyanin en romantik sarkisiydi ya - o eli tutmak icin öylesine büyük bir arzu duyuyorduki icinde.. Ama uzatamiyordu iste elini.. Her sey böyle iyi giderken, yanlis bir hareketle, onu ürkütebileceginden, incitebileceginden öylesine korkuyorduki..
Sonunda dayanamadi, sanki kolu uyusmus gibi, uzandi.. Kolunu kizin koltugunun arkasina koydu.. Kizin omuzuna degil.. Koltugun uzerine.. Sonra kiz arkaya yaslandi.. Bir kac sac teli, delikanlinin elinin uzerine dokundu.. Kalbi yerinden firlayacak gibi atiyordu artik genc adamin.. Dünyalar sirini kizin saclari eline dokunuyordu cünkü.. Konserden cikarken, kiz, sakalasti.. `sizi her macimizda görüyoruz. Alistik Nerdeyse.. Yarin Adana`da macimiz var.. Gözlerimiz sizi arayacak..`
Hayir, aramayacakti.. Delikanli o anda kararini vermisti cünkü.. Cebinde onu otobüsle Adana`ya götürüp getirecek, hatta ögle yemeginde bir de Adana kebap yedirecek kadar para vardi.. Gece yarisi kalkan otobüse bindi.. Sabah erkenden Adana`ya indi. Mac saatine kadar basi bos dolasti. Salona erkenden girdi, en ön siraya tam servis kosesine en yakin yere oturdu.. Takimlar sahaya cikarken, salondaki en heyecanli seyirci oydu. Mac falan degildi sebep tabii..
Ilk sette kiz farkinda bile degildi onun.. Nerden olsundu ki.. Ikinci sette obur tarafa gittiler.. Döndüklerinde, ücüncü sette kiz farketti delikanliyi.. Yüzünde cok ama cok saskin bir ifade, biraz mutluluk, birazda gurur vardi sanki.. Ankara`nin hele Kolejde cok popüler bu delikanlisinin onun icin ta oralara geldigini bilmenin gururu.. Mac bitti. Kiz soyunma odasina, delikanli garajlara gitti. Tek kelime konusmadan.. Konusmaya gelmemisti ki.. Kiz `keske orada olsaydin` demisti. O da olmustu iste.. Hepsi o.. Ona o kadar cok sey söylemek istiyordu ki aslinda..
Bir gün universite kantininde gazete okurken, ic sayfalarda bir siire rastladi. Daha dogrusu bir siirden alinmis bir dörtlüge.. Söylemek istedigi hersey bu dört satirda vardi sanki.. Bembeyaz bir karta yazdi o dort satiri.. Ögleden sonrayi zor etti, Kolejin önüne gitmek icin.. Kizin karsidan geldigini gördü. Kosarak yanina gitti. `Bu sana` diye karti eline tutusturdu ve kayboldu ortadan.. Kiz, Necip Fazil`in dort satirini okurken..
`Ne hasta beklerdi sabahi
Ve ne genc ölüyü mezar
Ne de seytan bir günahi
Seni bekledigim kadar!..`
Ertesi gün ögleden sonra, tarif edilemez heyecanlar icinde Kolejin önündeydi gene.. Kiz karsidan geliyordu.. Bu defa yaninda arkadaslari yoktu. Yanlizdi.. Yaklastiginda isaret etti delikanliya.. Gözlerine inanamadi genc adam.. Onu yanina mi cagiriyordu yoksa.. Evet, cagiriyordu iste..
Kalbinin duracagini sandi yaklasirken.. `Sana bir seyler söylemek istiyorum` dedi kiz.. Oda heyecanliydi, belli..
`Bak iyi dinle.. Dünkü satirlar icin cok tesekkrler.. Herhalde hissettin, bende senden hoslaniyorum. Ama senden evvel tanidigim birisi daha var. Ondanda hoslaniyorum ve henuz karar veremedim, hanginizden daha cok hoslandigima.. Ve de su anda, onu terketmem icin bir sebep yok.`
`O zaman karar verdiginde ve de eger sectigin ben olursam, hayatinda baska kimse olmazsa, ara beni` dedi, delikanli ikiletmeden.. Ayrildi kizin yanindan.. Bir daha voleybol macina gitmeden, bir daha okul yolunda onune cikmadan.. Bir daha onu hic görmeden.. Yillarca sonra Levent`in söyleyecegi sarkida ki Sezen`in sözlerini o o zaman biliyordu sanki. Ask onurlu olmaliydi..
Günlerce, haftalarca, aylarca bekledi.. Tipki, kiza verdigi o dörtlükteki gibi bekledi.. Hastanin sabahi, seytanin günahi bekledigi gibi bekledi.. Heyecanla bekledi. Hirsla, arzuyla bekledi. Umutla, umutsuzlukla bekledi. Bazen öfkeyle bekledi.. Ama bekledi.. Baska hic kimseye bakmadan, baska hic kimseyi bulmadan bekledi.
Bir gün bir siir antolojisinde siirin tamamini buldu.. Iki dörtlüktu siir.. Ilki kiza verdigi.. Bir ikinci dörtlük daha vardi o kadar.. O dörtlügü de bir kartin arkasina dikkatle yazdi.. Cebine koydu..
Bekleyis sürüyor, sürüyordu.. Okullar kapandi, acildi.. Aylar, aylar gecti..Birgün delikanli kizi aniden karsisinda gördü..
`Günlerdir seni ariyorum` dedi. `Günlerdir seni ariyorum. Iste sana haber.. Artik hayatimda hic kimse yok!..` `Yaa` dedi delikanli.. `Yaa` dedi sadece.. Kalbi heyecandan ölesiye carparken, aylardir ölesiye bekledigi an gelip catmisken, agzindan sadece bu ses cikmisti.. `Yaaa!..`
Cebinde artik iyice eskimis karti uzatti kiza.. `Sana bir siirin ilk dörtlügünü vermistim ya bir gün` dedi.. `Bu da sonu onun..` Sonra yürüdü gitti, arkasina bile bakmadan.. Kiz ikinci dörtlügü oracikta okurken..
`Gecti istemem gelmeni
Yoklugunda buldum seni.
Birak vehmimde gölgeni
Gelme artik neye yarar!..`
Aradan yillar, cok ama cok uzun yillar gecti. Delikanli bügün hala düsünüyor.. O uzun, cok uzun bekleyis mi öldürmüstü askini?. Ya da beklerken, ölesiye beklerken hayalinde öylesine bir sevgili yaratmisti ki, artik yasayan hic kimse bu hayali dolduramazdi.. O sevgilinin kendisi bile.. Hayalindekini canli tutmak icin mi, canlisini silmisti yani?.. Ya da.. Ya da.. Bir siirin romantizmine mi kapilmis, bir delikanlilik jesti ugruna, mutlulugunun üzerinden öylece yürüyüp gitmisti, acaba?
Delikanli bu sorularin yanitini bügün hala bilmiyor.. Bilmedigini de en iyi ben biliyorum.. Cünkü, delikanli, bendim!..
Delikanli, bu tatli, bu güzel, bu dünyalar sirini kizi ilk defa görüyordu takimda.. Hoslandigini, fena halde hoslandigini hissetti. Az sonra bir seyi daha hissetti. Uzun zamandan beri maci degil, o güzel kizi izledigini..
Kiz servis atarken hemen önunden gecti. Göz göze geldiler.. Kiz gülümsedi.. Delikanli, cok popülerdi o yillarda.. Kiz onu tanimis olmaliydi. Kim bilir, belki kiz da ondan hoslanmisti.. Belkide delikanli öyle olmasini istedigi icin ona öyle gelmisti..
Set degisip, takim karsiya gidince, delikanlida yerini degistirdi, o da karsiya gitti.. Ücüncü sette tekrar eski yerine dönüu.. Kizda gidis gelisleri fark etmisti galiba.. Bir defa daha gülümsedi. Manidar.. `anladim` der gibi bir gülümseyisti bu.. Delikanli o hafta boyu hep bu dünyalar sirini kizi düsündü..
Pazar günü, sabahin köründe kalkti, erkenden oynanacak maci, ne maci canim, o dünyalar sirini kizi görmek icin.. Delikanli artik kizin hicbir macini kacirmiyordu.. Dahasi.. Ankara Koleji`nin her dagilis saatinde, okul civarinda oluyordu, onu bir kez daha görmek icin..
Karsilastiklarinda, hafif cok hafif bir gülümseme, cok minik bir bas egmesi ile selamlasir olmuslardi..
Bir defasinda, yaptigina sonra kendiside günlerce güldü.. O gün gene tesadüfmüs gibi, okul dagilimi kizin karsisina cikmis, gülümseyerek selamlamis, sonra arka sokaklara dalip, yildirim gibi kosarak, bir blok ötede gene karsisina cikmisti.. kiz bu defa, iyice gülmüstü..
Karsisinda, sözüm ona agir agir yürüyen, ama nefes nefese delikanliyi görünce..
Delikanli, voleybol takiminin kaptanini iyi taniyordu. Arkadastilar. Sonunda bütün cesaretini topladi, kaptana acildi.. O kizdan fena halde hoslaniyordu. Galiba kiz da ona karsi bos degildi. Bir yerde, bir sekilde tanismalari gerekiyordu.. O zamanlar, bu isler böyle oluyordu cünkü.. Kaptan `tabi` dedi.. `bu hafta sonu güzel bir konser var. Biz onunla gitmeye karar vermistik zaten. Sende gel. Hem konseri birlikte izleriz, hem de tanisirsiniz..`
`Mutluluk iste bu olmali` diye düsündü delikanli.. `Mutluluk iste bu..` Ve konser gününe kadar geceleri hic uyuyamadi.. Konser günü de hic ama hic unutmadi.. O ne heyecandi öyle.. Konserin verildigi sinemanin kapisinda tanistilar.. El sikistilar.. O güzel ele dokundugu ani da hic unutmadi delikanli.. Kaptan, salona girdiklerinde, ustaca bir manevra daha yapti. Delikanli ile dünyalar sirini kiz yan yana düstüler. Inanamiyordu delikanli..
Onunla nihayet yan yana oturduguna, onun sicakligini hissettigine, onun nefesini duyduguna inanamiyordu.. Biraz önce tanisirken tuttugu el, bir karis ötesinde öylesine duruyor, delikanli, sahnede dünyanin en romantik sarkisi söylenirken - o an dünyanin bütün sarkilari dünyanin en romantik sarkisiydi ya - o eli tutmak icin öylesine büyük bir arzu duyuyorduki icinde.. Ama uzatamiyordu iste elini.. Her sey böyle iyi giderken, yanlis bir hareketle, onu ürkütebileceginden, incitebileceginden öylesine korkuyorduki..
Sonunda dayanamadi, sanki kolu uyusmus gibi, uzandi.. Kolunu kizin koltugunun arkasina koydu.. Kizin omuzuna degil.. Koltugun uzerine.. Sonra kiz arkaya yaslandi.. Bir kac sac teli, delikanlinin elinin uzerine dokundu.. Kalbi yerinden firlayacak gibi atiyordu artik genc adamin.. Dünyalar sirini kizin saclari eline dokunuyordu cünkü.. Konserden cikarken, kiz, sakalasti.. `sizi her macimizda görüyoruz. Alistik Nerdeyse.. Yarin Adana`da macimiz var.. Gözlerimiz sizi arayacak..`
Hayir, aramayacakti.. Delikanli o anda kararini vermisti cünkü.. Cebinde onu otobüsle Adana`ya götürüp getirecek, hatta ögle yemeginde bir de Adana kebap yedirecek kadar para vardi.. Gece yarisi kalkan otobüse bindi.. Sabah erkenden Adana`ya indi. Mac saatine kadar basi bos dolasti. Salona erkenden girdi, en ön siraya tam servis kosesine en yakin yere oturdu.. Takimlar sahaya cikarken, salondaki en heyecanli seyirci oydu. Mac falan degildi sebep tabii..
Ilk sette kiz farkinda bile degildi onun.. Nerden olsundu ki.. Ikinci sette obur tarafa gittiler.. Döndüklerinde, ücüncü sette kiz farketti delikanliyi.. Yüzünde cok ama cok saskin bir ifade, biraz mutluluk, birazda gurur vardi sanki.. Ankara`nin hele Kolejde cok popüler bu delikanlisinin onun icin ta oralara geldigini bilmenin gururu.. Mac bitti. Kiz soyunma odasina, delikanli garajlara gitti. Tek kelime konusmadan.. Konusmaya gelmemisti ki.. Kiz `keske orada olsaydin` demisti. O da olmustu iste.. Hepsi o.. Ona o kadar cok sey söylemek istiyordu ki aslinda..
Bir gün universite kantininde gazete okurken, ic sayfalarda bir siire rastladi. Daha dogrusu bir siirden alinmis bir dörtlüge.. Söylemek istedigi hersey bu dört satirda vardi sanki.. Bembeyaz bir karta yazdi o dort satiri.. Ögleden sonrayi zor etti, Kolejin önüne gitmek icin.. Kizin karsidan geldigini gördü. Kosarak yanina gitti. `Bu sana` diye karti eline tutusturdu ve kayboldu ortadan.. Kiz, Necip Fazil`in dort satirini okurken..
`Ne hasta beklerdi sabahi
Ve ne genc ölüyü mezar
Ne de seytan bir günahi
Seni bekledigim kadar!..`
Ertesi gün ögleden sonra, tarif edilemez heyecanlar icinde Kolejin önündeydi gene.. Kiz karsidan geliyordu.. Bu defa yaninda arkadaslari yoktu. Yanlizdi.. Yaklastiginda isaret etti delikanliya.. Gözlerine inanamadi genc adam.. Onu yanina mi cagiriyordu yoksa.. Evet, cagiriyordu iste..
Kalbinin duracagini sandi yaklasirken.. `Sana bir seyler söylemek istiyorum` dedi kiz.. Oda heyecanliydi, belli..
`Bak iyi dinle.. Dünkü satirlar icin cok tesekkrler.. Herhalde hissettin, bende senden hoslaniyorum. Ama senden evvel tanidigim birisi daha var. Ondanda hoslaniyorum ve henuz karar veremedim, hanginizden daha cok hoslandigima.. Ve de su anda, onu terketmem icin bir sebep yok.`
`O zaman karar verdiginde ve de eger sectigin ben olursam, hayatinda baska kimse olmazsa, ara beni` dedi, delikanli ikiletmeden.. Ayrildi kizin yanindan.. Bir daha voleybol macina gitmeden, bir daha okul yolunda onune cikmadan.. Bir daha onu hic görmeden.. Yillarca sonra Levent`in söyleyecegi sarkida ki Sezen`in sözlerini o o zaman biliyordu sanki. Ask onurlu olmaliydi..
Günlerce, haftalarca, aylarca bekledi.. Tipki, kiza verdigi o dörtlükteki gibi bekledi.. Hastanin sabahi, seytanin günahi bekledigi gibi bekledi.. Heyecanla bekledi. Hirsla, arzuyla bekledi. Umutla, umutsuzlukla bekledi. Bazen öfkeyle bekledi.. Ama bekledi.. Baska hic kimseye bakmadan, baska hic kimseyi bulmadan bekledi.
Bir gün bir siir antolojisinde siirin tamamini buldu.. Iki dörtlüktu siir.. Ilki kiza verdigi.. Bir ikinci dörtlük daha vardi o kadar.. O dörtlügü de bir kartin arkasina dikkatle yazdi.. Cebine koydu..
Bekleyis sürüyor, sürüyordu.. Okullar kapandi, acildi.. Aylar, aylar gecti..Birgün delikanli kizi aniden karsisinda gördü..
`Günlerdir seni ariyorum` dedi. `Günlerdir seni ariyorum. Iste sana haber.. Artik hayatimda hic kimse yok!..` `Yaa` dedi delikanli.. `Yaa` dedi sadece.. Kalbi heyecandan ölesiye carparken, aylardir ölesiye bekledigi an gelip catmisken, agzindan sadece bu ses cikmisti.. `Yaaa!..`
Cebinde artik iyice eskimis karti uzatti kiza.. `Sana bir siirin ilk dörtlügünü vermistim ya bir gün` dedi.. `Bu da sonu onun..` Sonra yürüdü gitti, arkasina bile bakmadan.. Kiz ikinci dörtlügü oracikta okurken..
`Gecti istemem gelmeni
Yoklugunda buldum seni.
Birak vehmimde gölgeni
Gelme artik neye yarar!..`
Aradan yillar, cok ama cok uzun yillar gecti. Delikanli bügün hala düsünüyor.. O uzun, cok uzun bekleyis mi öldürmüstü askini?. Ya da beklerken, ölesiye beklerken hayalinde öylesine bir sevgili yaratmisti ki, artik yasayan hic kimse bu hayali dolduramazdi.. O sevgilinin kendisi bile.. Hayalindekini canli tutmak icin mi, canlisini silmisti yani?.. Ya da.. Ya da.. Bir siirin romantizmine mi kapilmis, bir delikanlilik jesti ugruna, mutlulugunun üzerinden öylece yürüyüp gitmisti, acaba?
Delikanli bu sorularin yanitini bügün hala bilmiyor.. Bilmedigini de en iyi ben biliyorum.. Cünkü, delikanli, bendim!..
Honaz Dağındaki Düğün Masalı
Honaz Dağındaki Düğün Masalı
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler cirit oynarken eski hamam içinde... Ben diyeyim şu damdan, siz deyin bu damdan. Uçtu uçtu kel horoz uçtu. Kel horoz uçmadı kır Memiş uçtu. O uçtu bu uçtu derken anam düştü eşikten, babam düştü beşikten. Ben onları avutayım dedim de biri kaptı maşayı, biri aldı şişeyi. Dolandım hemen dört köşeyi. Bu köşe yaz köşesi, şu köşe kış köşesi, şu köşe güz köşesi, elinde yağ şişesi. Az gittim uz gittim... Dere tepe düz gittim. Çayır çimen geçerek, lale sümbül biçerek; soğuk sular içerek, altı ayla bir güz gittim. Bir de dönüp ardıma baktım ki, ne göreyim, hemen masala gireyim.
Honaz Dağı’nın dibinde bir köy, köyde de Memiş derler bir çoban varmış. Memiş’in üç beş koyunu, biraz da keçisi varmış. Köyün yok yoksuluymuş. Her gün koyunlarını keçilerini alır, o dağ senin bu dağ benim, o yayla senin, bu yayla benim dolaşır, koyunlarını kuzularını otlatır, serin gölgeli ağaçlar altında dinlendirir, buz gibi pınarlardan sular, geceleri de bir dağın yamacına kurduğu ağılına çekilirmiş.
Ağılı Honaz Dağı derler bir ulu dağa karşıymış. Memiş ağılında hep bu dağa bakarmış. Bazı geçeler Dağın tepesinde harman yeri büyüklüğünde ışıklar belirirmiş. İşte Memiş bu ışıkları merak edermiş. Çünkü bu ışıklar perilerin yaktıkları ateşin ışıklarmış. Yaşlılar bu ışıkların olduğu gecelerde perilerin düğün yaptıklarını anlatırlarmış.
Bir gün yine dağın tepesinde kocaman bir ışık belirdiğinde dayanamamış, koyunlarını keçilerini ağıla kapattığı gibi yola çıkmış. Az gitmiş uz gitmiş, altı ayla bir güz gitmiş ve bin bir zorlukla, dili damağı kurumuş bir halde koca dağa tırmanmış ve doruğa vardığında bir kayanın arkasına saklanarak düğünü seyretmeye başlamış. Yüzlerce ipek kanatlı peri oynuyor,dans ediyor, eğleniyormuş. Gördüklerinden son derece şaşkınmış. Çünkü perileri o güne kadar hiç görmemişmiş. Perilerin ipeksi kanatları varmış, çok güzellermiş.
Sabaha kadar seyretmiş. Gün doğarken peri padişahının bir işaretiyle tüm periler uçup gitmişler. Memiş onlar gidince düğün alanına koşmuş, kalan yiyecekleri yemiş, şerbetleri içmiş, daha sonra da yorgunluktan uyuya kalmış.
Uyandığında akşam olmuşmuş. Telaşlanmış. Koyunları kuzuları gelmiş aklına. Ağılda aç kaldıklarını, perişan olduklarını düşününce ne yapacağını şaşırmış, hemen geri dönmek için koş maya başlamış. Bir zaman koştuktan sonra yorulmuş ve biraz dinlenmek için bir kayanın dibine oturduğunda bazı sesler duymuş. Meraklanmış. Gizlice seslerin geldiği yere doğru sürünerek gitmiş. O zamanlar dağlarda eşkıyalar da bulunurmuş. Yakaladıklarına zarar verirlermiş.
Seslerin geldiği yere varınca donup kalmış. Çünkü bir sürü keçi kılıklı, kuyruklu, çirkin yaratık ellerinde kocaman sopalar olduğu halde toplantı yapıyorlarmış. Memişin şaşkınlığı ve korkusu biraz azalınca bunların cinler olduğunu düşünmüş. Gerçekten de bunlar cinmiş. Cinler zararlı yaratıklarmış. Herkese kötülük yaparlarmış. Bunlarında amaçları da o gece perilerin düğünün basıp, bir kısmın esir almak, köle olarak kullanmakmış.
Memiş bunları duyunca ne yapması gerektiğini düşünmüş. O güzelim perilere zarar verecekler diye de korkmuş. Önce bana ne deyip kaçmak gelmiş içinden. Sonra da “bu insanlığa sığmaz” demiş kendi kendine. Hemen sürünerek geriye çekilmiş. Cinler Memiş’in farkına varmamışlar. Memiş tekrar geriye koşa koşa dönmüş. Periler yine gelmişlermiş. Ateşlerini yakmışlar düğün hazırlıklarını yapıyorlarmış. Memiş’in gürültüsünü duyunca hemen koşmuşlar, etrafını sarmışlar. Onu kollarından tutup peri padişahının huzuruna götürmüşler. Peri padişahı:
“-Burada ne ararsın insan oğlu?” Diye sormuş.
Memiş:
“-Cinler size baskın yapacaklar, size zarar verecekler, onu haber vermeye geldim.” Demiş. Bunu duyunca bütün periler korkuyla padişahlarına bakmışlar. Peri padişahı biraz düşündükten sonra:
“-Sağ ol insan oğlu.”Demiş. “Bize büyük bir iyilik yaptın. Cinler bizim ezeli düşmanımızdır. Gerçi onlar herkesin düşmanıdırlar. Bitkilere, hayvanlara, insanlara hep zarar verirler. Gerçi sizde zarar verirsiniz ama cinler sizden korkarlar. Biz güçsüzüz. Savaşı sevmeyiz. Kötülükten nefret ederiz. Herkese iyilik yapmayı isteriz.
“Perileri severim.” Demiş Memiş. “ Dün akşam sizi seyrettim. O kadar güzeldiniz ki!”
“-Dün bizi mi seyrettin?” Demiş peri padişahı. “Seni fark etseydik belki zarar verirdik. Çünkü bizi gören insanlar hep kötülük düşündüklerinden onları sağır ve dilsiz hale getiriyoruz. İyi ki seni görmemişiz.”
“-Kötü bir niyetim yoktu. Sizi hep merak ettiğimden buraya gelmiştim.”
Peri padişahı ne yapacağını düşünürken nöbetçi periler uçarak gelmişler. Çok korkmuşlarmış.
“-Cinler geliyor!” Diye bağırışmışlar. Diğer periler korkuyla padişahlarının etrafını çevirmişler.
Peri padişah :
“- Bizi koruyacak sensin insanoğlu.” Demiş Memiş’e. “Çünkü biz savaşmasını bilmeyiz. Üstelik silahımızda yok. Kaçamayız da ..”
“-Niye kaçamazsınız?” Diye sormuş Memiş. “Kanatlarınız var. Uçup gidin”
“- Mümkün değil.”Demiş peri padişahı. “ışık olmadan kanatlarımız bizi uzun süre taşımaz. Biz karanlıkta yönümüzü de göremeyiz. Gözlerimiz sizinki gibi çok güçlü değil.”
Bu sırada cinlerde saldırıya geçmişlermiş. Memiş bakmış ki perilerin kendilerini savunacak durumları yok hemen öne atılmış, eline yanan bir odun parçası geçirip cinlere saldırmış. Cinler ateşten çok korkarlarmış. Memeşin ateşle kendilerine saldırdığını görünce duraklamışlar. Karşılarında periler yerine bir insan oğlu görünce korkmuşlar. Memiş onların bu durumundan yararlanarak üzerlerine yürümüş ve elindeki yanan sopayla onlara vurmaya başlamış. Cinler bir süre karşılık vermişlerse de Memiş’i yenemeyeceklerini anlayınca kaçmışlar. Memiş bir süre onları kovaladıktan sonra artık tekrar saldırmayacaklarını görünce,geriye dönmüş.
Periler onu sevinçle karşılamışlar. Peri padişahı yanına gelmiş, elinden tutarak oturduğu yere götürmüş. Hemen önüne bin bir çeşit yiyecek getirmişler. Memiş zaten aç ve susuz olduğundan ve bir de cinlerle savaşmanın verdiği yorgunlukla iştahla yiyip içmiş.
Periler Memiş’i bir kaç gün konuk etmişler. Daha sonra da peri padişahı:
“-Artık gitme zamanı geldi insanoğlu.” Demiş. Bize büyük iyiliklerin dokundu. Sana karşı borçluyuz.” Sonra çıkarıp bir kese altın vermiş. “ Bunu al.” Demiş. “Bunlar bizim işimize yaramaz ama sizin bunları sevdiğinizi biliyoruz. Yalnız bir daha buralara gelme. Bu altınları da bizden aldığını kimselere söyleme. Yoksa sağır ve dilsiz olursun.”
Memiş altınları alıp, yaşadığı güzel günleri düşünerek geriye dönmüş. Ağılına vardığında koyunlarının hepsinin ağılda olduğunu görmüş. Hepside karınları tok uyuyorlarmış. Peri padişahının bir kaç periyi buraya göndererek koyunlarına bakıcılık yaptırdığını anlamış. Daha sonra kendi yattığı yere gidip altınlarını saymış. O saydıkça altınlar çoğalıyormuş. Kese hiç boşalmıyormuş. Oysa yerde binlerce altın varmış. Sevinmiş.
Ertesi gün koyunlarını alarak köye gelmiş. Hemen büyük bir ev yaptırmış. Sonra evlenmiş. Tarla, bağ, bahçe satın almış. Zengin olmuş. Tabi Memiş zengin olunca tüm köylü meraklanıp bunun nereden kaynaklandığını sorup soruşturmaya başlamışlar.
Memiş önceleri bu durumu eşine bile açmamış. Ama zaman içinde gördüklerini birine anlatamamanın sıkıntısını duymaya başlamış. Zaten eşide sürekli soruyormuş bizim paramız niye tükenmiyor diye. Konu komşu da sürekli Memiş’i gözlüyor, altınların yerini öğrenmek için uğraşıyorlarmış. Neyse.
Bir gece, yatmadan önce dayanamamış, övünerek eşine olan biteni bir bir anlatmış. Sonra da yatıp uyumuşlar. Sabah olunca Memiş konuşmak istemiş ama bir türlü konuşamıyormuş. Ağzından kelimeler yerine bir takım garip sesler çıkıyormuş.
Memiş günler haftalar boyu konuşamamış. Üstelik ağzını her açtığında türlü hayvan sesleri çıkmaya başlamış. Çeşitli doktorlara gitmiş, derdine derman aramış ama boşuna. Dili bir türlü düzelmemiş. Üstelik yavaş yavaş kesenin altınları da azalmaya başlamışmış. Derken bir gün kesedeki altınlar da bitmiş. Memiş yine eskisi gibi fakirleşmiş. Önce para bulmak için mallarını satmış, sonra yaptırdığı evi. Bir gün de eşi onu terk edip gitmiş. Elinde kalan üç beş koyunu ile dağdaki eski kulübesine gitmiş. Ama felaketler bitmek bilmiyormuş. Koyunları da birer ikişer kaybolmuşlar. Derken dağdaki kulübesi bir yıldırım düşmesi sonucu yanmış. O geceyi açıkta buz gibi soğuğun altında geçirmiş. Sabaha karşı Honaz Dağı’nın başında o ışığı görmüş. O zaman aklı başına gelmiş. Peri padişahının söyledikleri gelivermiş aklına. Hanya’yı Konya’yı anlayıvermiş. Yaptığı yanlışı verdiği sözü tutmamanın cezasını çektiğini anlamış. Çok utanmış.
Birkaç gün orada burada aç susuz dolaştıktan sonra peri padişahından özür dilemek için Dağın yolunu tutmuş. Yine uzun yollardan giderek, lale sümbül biçerek Honaz Dağı’nın başına varmış. Bir kayanın kuytusunda uyumuş ve uyandıktan sonra da karanlığın olmasını beklemiş. Perilerin ateşini görünce kalkmış ve peri padişahının huzuruna varmış. peri padişahı Onu görünce öfkeyle kükremiş:
“-Sana bizi gördüğünü kimseye söyleme demedim mi? Söylersen böyle olacağını demedim mi?” Diyerekten açmış ağzını, yummuş gözünü. Memiş utancından yerin dibine geçe yazmış. İşaretlerle bin bir özür dilemiş. Ağlamış, sızlamış. Sonunda peri padişahının öfkesi dinmiş. Diğer perilerin yalvarmasıyla da Memiş’in dilini çözmüş
“-Yurduna, yuvana ocağına var git” demiş. “Bir daha da buralara gelme. Bizi gördüğünü kimselere söyleme. Yoksa bu kez halin daha kötü olur.”
Yine bir kese daha vermiş ve Memiş’i uğurlamışlar.
Memiş köyüne dönmüş. Bu kez eskisi gibi gösterişli evler almamış. Altınlarını sağa sola saçmamış, kimseye de hava atmamış. Az önce onun evinden geldim. Herkese çok çok selam söyledi. Gökten üç elma düştü. Elma da elma ha. Kıpkırmızı, tatlı mı tatlı. Birisi bu bu masalı anlatanın başına, ikincisi dinleyenlerin başına, üçüncüsü de dahası yok mu diyenlerin başına.
Honaz Dağı’nın dibinde bir köy, köyde de Memiş derler bir çoban varmış. Memiş’in üç beş koyunu, biraz da keçisi varmış. Köyün yok yoksuluymuş. Her gün koyunlarını keçilerini alır, o dağ senin bu dağ benim, o yayla senin, bu yayla benim dolaşır, koyunlarını kuzularını otlatır, serin gölgeli ağaçlar altında dinlendirir, buz gibi pınarlardan sular, geceleri de bir dağın yamacına kurduğu ağılına çekilirmiş.
Ağılı Honaz Dağı derler bir ulu dağa karşıymış. Memiş ağılında hep bu dağa bakarmış. Bazı geçeler Dağın tepesinde harman yeri büyüklüğünde ışıklar belirirmiş. İşte Memiş bu ışıkları merak edermiş. Çünkü bu ışıklar perilerin yaktıkları ateşin ışıklarmış. Yaşlılar bu ışıkların olduğu gecelerde perilerin düğün yaptıklarını anlatırlarmış.
Bir gün yine dağın tepesinde kocaman bir ışık belirdiğinde dayanamamış, koyunlarını keçilerini ağıla kapattığı gibi yola çıkmış. Az gitmiş uz gitmiş, altı ayla bir güz gitmiş ve bin bir zorlukla, dili damağı kurumuş bir halde koca dağa tırmanmış ve doruğa vardığında bir kayanın arkasına saklanarak düğünü seyretmeye başlamış. Yüzlerce ipek kanatlı peri oynuyor,dans ediyor, eğleniyormuş. Gördüklerinden son derece şaşkınmış. Çünkü perileri o güne kadar hiç görmemişmiş. Perilerin ipeksi kanatları varmış, çok güzellermiş.
Sabaha kadar seyretmiş. Gün doğarken peri padişahının bir işaretiyle tüm periler uçup gitmişler. Memiş onlar gidince düğün alanına koşmuş, kalan yiyecekleri yemiş, şerbetleri içmiş, daha sonra da yorgunluktan uyuya kalmış.
Uyandığında akşam olmuşmuş. Telaşlanmış. Koyunları kuzuları gelmiş aklına. Ağılda aç kaldıklarını, perişan olduklarını düşününce ne yapacağını şaşırmış, hemen geri dönmek için koş maya başlamış. Bir zaman koştuktan sonra yorulmuş ve biraz dinlenmek için bir kayanın dibine oturduğunda bazı sesler duymuş. Meraklanmış. Gizlice seslerin geldiği yere doğru sürünerek gitmiş. O zamanlar dağlarda eşkıyalar da bulunurmuş. Yakaladıklarına zarar verirlermiş.
Seslerin geldiği yere varınca donup kalmış. Çünkü bir sürü keçi kılıklı, kuyruklu, çirkin yaratık ellerinde kocaman sopalar olduğu halde toplantı yapıyorlarmış. Memişin şaşkınlığı ve korkusu biraz azalınca bunların cinler olduğunu düşünmüş. Gerçekten de bunlar cinmiş. Cinler zararlı yaratıklarmış. Herkese kötülük yaparlarmış. Bunlarında amaçları da o gece perilerin düğünün basıp, bir kısmın esir almak, köle olarak kullanmakmış.
Memiş bunları duyunca ne yapması gerektiğini düşünmüş. O güzelim perilere zarar verecekler diye de korkmuş. Önce bana ne deyip kaçmak gelmiş içinden. Sonra da “bu insanlığa sığmaz” demiş kendi kendine. Hemen sürünerek geriye çekilmiş. Cinler Memiş’in farkına varmamışlar. Memiş tekrar geriye koşa koşa dönmüş. Periler yine gelmişlermiş. Ateşlerini yakmışlar düğün hazırlıklarını yapıyorlarmış. Memiş’in gürültüsünü duyunca hemen koşmuşlar, etrafını sarmışlar. Onu kollarından tutup peri padişahının huzuruna götürmüşler. Peri padişahı:
“-Burada ne ararsın insan oğlu?” Diye sormuş.
Memiş:
“-Cinler size baskın yapacaklar, size zarar verecekler, onu haber vermeye geldim.” Demiş. Bunu duyunca bütün periler korkuyla padişahlarına bakmışlar. Peri padişahı biraz düşündükten sonra:
“-Sağ ol insan oğlu.”Demiş. “Bize büyük bir iyilik yaptın. Cinler bizim ezeli düşmanımızdır. Gerçi onlar herkesin düşmanıdırlar. Bitkilere, hayvanlara, insanlara hep zarar verirler. Gerçi sizde zarar verirsiniz ama cinler sizden korkarlar. Biz güçsüzüz. Savaşı sevmeyiz. Kötülükten nefret ederiz. Herkese iyilik yapmayı isteriz.
“Perileri severim.” Demiş Memiş. “ Dün akşam sizi seyrettim. O kadar güzeldiniz ki!”
“-Dün bizi mi seyrettin?” Demiş peri padişahı. “Seni fark etseydik belki zarar verirdik. Çünkü bizi gören insanlar hep kötülük düşündüklerinden onları sağır ve dilsiz hale getiriyoruz. İyi ki seni görmemişiz.”
“-Kötü bir niyetim yoktu. Sizi hep merak ettiğimden buraya gelmiştim.”
Peri padişahı ne yapacağını düşünürken nöbetçi periler uçarak gelmişler. Çok korkmuşlarmış.
“-Cinler geliyor!” Diye bağırışmışlar. Diğer periler korkuyla padişahlarının etrafını çevirmişler.
Peri padişah :
“- Bizi koruyacak sensin insanoğlu.” Demiş Memiş’e. “Çünkü biz savaşmasını bilmeyiz. Üstelik silahımızda yok. Kaçamayız da ..”
“-Niye kaçamazsınız?” Diye sormuş Memiş. “Kanatlarınız var. Uçup gidin”
“- Mümkün değil.”Demiş peri padişahı. “ışık olmadan kanatlarımız bizi uzun süre taşımaz. Biz karanlıkta yönümüzü de göremeyiz. Gözlerimiz sizinki gibi çok güçlü değil.”
Bu sırada cinlerde saldırıya geçmişlermiş. Memiş bakmış ki perilerin kendilerini savunacak durumları yok hemen öne atılmış, eline yanan bir odun parçası geçirip cinlere saldırmış. Cinler ateşten çok korkarlarmış. Memeşin ateşle kendilerine saldırdığını görünce duraklamışlar. Karşılarında periler yerine bir insan oğlu görünce korkmuşlar. Memiş onların bu durumundan yararlanarak üzerlerine yürümüş ve elindeki yanan sopayla onlara vurmaya başlamış. Cinler bir süre karşılık vermişlerse de Memiş’i yenemeyeceklerini anlayınca kaçmışlar. Memiş bir süre onları kovaladıktan sonra artık tekrar saldırmayacaklarını görünce,geriye dönmüş.
Periler onu sevinçle karşılamışlar. Peri padişahı yanına gelmiş, elinden tutarak oturduğu yere götürmüş. Hemen önüne bin bir çeşit yiyecek getirmişler. Memiş zaten aç ve susuz olduğundan ve bir de cinlerle savaşmanın verdiği yorgunlukla iştahla yiyip içmiş.
Periler Memiş’i bir kaç gün konuk etmişler. Daha sonra da peri padişahı:
“-Artık gitme zamanı geldi insanoğlu.” Demiş. Bize büyük iyiliklerin dokundu. Sana karşı borçluyuz.” Sonra çıkarıp bir kese altın vermiş. “ Bunu al.” Demiş. “Bunlar bizim işimize yaramaz ama sizin bunları sevdiğinizi biliyoruz. Yalnız bir daha buralara gelme. Bu altınları da bizden aldığını kimselere söyleme. Yoksa sağır ve dilsiz olursun.”
Memiş altınları alıp, yaşadığı güzel günleri düşünerek geriye dönmüş. Ağılına vardığında koyunlarının hepsinin ağılda olduğunu görmüş. Hepside karınları tok uyuyorlarmış. Peri padişahının bir kaç periyi buraya göndererek koyunlarına bakıcılık yaptırdığını anlamış. Daha sonra kendi yattığı yere gidip altınlarını saymış. O saydıkça altınlar çoğalıyormuş. Kese hiç boşalmıyormuş. Oysa yerde binlerce altın varmış. Sevinmiş.
Ertesi gün koyunlarını alarak köye gelmiş. Hemen büyük bir ev yaptırmış. Sonra evlenmiş. Tarla, bağ, bahçe satın almış. Zengin olmuş. Tabi Memiş zengin olunca tüm köylü meraklanıp bunun nereden kaynaklandığını sorup soruşturmaya başlamışlar.
Memiş önceleri bu durumu eşine bile açmamış. Ama zaman içinde gördüklerini birine anlatamamanın sıkıntısını duymaya başlamış. Zaten eşide sürekli soruyormuş bizim paramız niye tükenmiyor diye. Konu komşu da sürekli Memiş’i gözlüyor, altınların yerini öğrenmek için uğraşıyorlarmış. Neyse.
Bir gece, yatmadan önce dayanamamış, övünerek eşine olan biteni bir bir anlatmış. Sonra da yatıp uyumuşlar. Sabah olunca Memiş konuşmak istemiş ama bir türlü konuşamıyormuş. Ağzından kelimeler yerine bir takım garip sesler çıkıyormuş.
Memiş günler haftalar boyu konuşamamış. Üstelik ağzını her açtığında türlü hayvan sesleri çıkmaya başlamış. Çeşitli doktorlara gitmiş, derdine derman aramış ama boşuna. Dili bir türlü düzelmemiş. Üstelik yavaş yavaş kesenin altınları da azalmaya başlamışmış. Derken bir gün kesedeki altınlar da bitmiş. Memiş yine eskisi gibi fakirleşmiş. Önce para bulmak için mallarını satmış, sonra yaptırdığı evi. Bir gün de eşi onu terk edip gitmiş. Elinde kalan üç beş koyunu ile dağdaki eski kulübesine gitmiş. Ama felaketler bitmek bilmiyormuş. Koyunları da birer ikişer kaybolmuşlar. Derken dağdaki kulübesi bir yıldırım düşmesi sonucu yanmış. O geceyi açıkta buz gibi soğuğun altında geçirmiş. Sabaha karşı Honaz Dağı’nın başında o ışığı görmüş. O zaman aklı başına gelmiş. Peri padişahının söyledikleri gelivermiş aklına. Hanya’yı Konya’yı anlayıvermiş. Yaptığı yanlışı verdiği sözü tutmamanın cezasını çektiğini anlamış. Çok utanmış.
Birkaç gün orada burada aç susuz dolaştıktan sonra peri padişahından özür dilemek için Dağın yolunu tutmuş. Yine uzun yollardan giderek, lale sümbül biçerek Honaz Dağı’nın başına varmış. Bir kayanın kuytusunda uyumuş ve uyandıktan sonra da karanlığın olmasını beklemiş. Perilerin ateşini görünce kalkmış ve peri padişahının huzuruna varmış. peri padişahı Onu görünce öfkeyle kükremiş:
“-Sana bizi gördüğünü kimseye söyleme demedim mi? Söylersen böyle olacağını demedim mi?” Diyerekten açmış ağzını, yummuş gözünü. Memiş utancından yerin dibine geçe yazmış. İşaretlerle bin bir özür dilemiş. Ağlamış, sızlamış. Sonunda peri padişahının öfkesi dinmiş. Diğer perilerin yalvarmasıyla da Memiş’in dilini çözmüş
“-Yurduna, yuvana ocağına var git” demiş. “Bir daha da buralara gelme. Bizi gördüğünü kimselere söyleme. Yoksa bu kez halin daha kötü olur.”
Yine bir kese daha vermiş ve Memiş’i uğurlamışlar.
Memiş köyüne dönmüş. Bu kez eskisi gibi gösterişli evler almamış. Altınlarını sağa sola saçmamış, kimseye de hava atmamış. Az önce onun evinden geldim. Herkese çok çok selam söyledi. Gökten üç elma düştü. Elma da elma ha. Kıpkırmızı, tatlı mı tatlı. Birisi bu bu masalı anlatanın başına, ikincisi dinleyenlerin başına, üçüncüsü de dahası yok mu diyenlerin başına.
İnatçılığın Sonu Masalı
İnatçılığın Sonu Masalı
BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ BİR ZAMANLAR İKİ TANE İNATÇI KEÇİ VARMIŞ İKİSİ DE BİRBİRLERİNDEN AYRI OTLAKLARDA OTLARKEN BAŞKA OTLAKLARDA OTLAMAK İÇİN YOLA ÇIKMIŞLAR DAĞLARDAN TEPELERDEN GEÇMİŞLER BİR IRMAĞIN BAŞINA GELMİŞLER IRMAĞIN ÜZERİNDE İNCEMİ İNCE SADECE BİR KEÇİNİN GEÇEBİLECEĞİ BİR KÖPRÜ VARMIŞ İKİ KEÇİ KARŞILIKLI YÜRÜMEYE BAŞLAMIŞLAR.
BİRBİRİNE İYİCE YAKLAŞAN KEÇİLER SONUNDA BURUN BURUNA GELMİŞLER BİRİ DEMİŞ Kİ
BİRBİRİNE İYİCE YAKLAŞAN KEÇİLER SONUNDA BURUN BURUNA GELMİŞLER BİRİ DEMİŞ Kİ
-YOLUMDAN ÇEKİL ÖNCE BEN GEÇECEĞİM
DİĞERİ:
-ASIL SEN ÇEKİL.ÖNCE GEÇMEK BENİM HAKKIM DİYE CEVAP VERMİŞ
KENDİNİ BEĞENEN İKİ KEÇİ DE OLDUKÇA İNATÇIYMIŞ. BU YÜZDEN KAVGA UZAYIP GİTMİŞ. SONUNDA BİRBİRLERİNİN BOYNUZLARINI İTMEYE BAŞLAMIŞLAR BU İTİŞME UZUN SÜRMEMİŞ. ÇÜNKÜ İKİ İNATÇI KEÇİ DENGELERİNİ KAYBEDİP IRMAĞIN DERİN SULARINA GÖMÜLMÜŞLER ...
BÖYLECE İNATLARININ KARŞILINI CANLARIYLA ÖDEMİŞLER ...
SİZ SİZ OLUN SAKIN HA İNATÇILIK YAPMAYIN NOLUR NOLMAZ SİZ DE AYNI DURUMA DÜŞEBİLİRSİNİZ ...
Yalnız Yaşayan Kurt Masalı
Yalnız Yaşayan Kurt Masalı
Bir varmış bir yokmuş yalnız yaşayan bir kurt varmış bu kurt kimseye muhtaç olmadığını söyler durumuş. Sonunda kara kış kapıyı çalmış bu kurt avlanmaya çıkmış ancak avlanmak şöyle dursun az daha kendi av oluyormuş canını zar zor kurtarmış. Boynu eğik karnı aç bir şekilde evine dönmüş. Daha sonra başka bir kurt kışın ortasında kapısını çalıp aç olduğunu ve birlikte olurlarsa güçlü olacaklarını eğer isterse arkadaş olmak istediğini söylemiş yalnız yaşayan kurt bu teklifi kabul etmiş bütün kışı birlikte geçirmişler. İki kurt çok iyi arkadaş olmuşlar o günden sonra yalnız yaşayan kurt bu hayatta mutlaka herkesin birbirine muhtaç olacağını anlamış ve herkese hoş görüyle yaklaşmış .
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Rare Disease Day and the promises of personalized medicine
O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...
-
Pakistan dizileri Hint dizilerinden farklı. Onlar gibi coşkulu olmuyor genelde. Bu yüzden yarım bıraktıklarım hayli fazla. Ama bu dizi ...
-
Pakistan dizisi önyargımı biraz olsun kıran bir dizi izledim geçenlerde. Baştan söyleyeyim Hindistan dizilerindeki gibi rüzgarlar essi...
-
İnternette bu görselle karşılaştım ve içimde derinden bir öfke dalgası yükseldi. Böyle şeyleri genelde paylaşmazdım. Çoğunlukla susan ve ken...