Perrault Masalları >> Kül Kedisi Masalı

 Kül Kedisi Masalı

Bir zamanlar güzeller güzeli bir kız varmış. Annesi ölünce babası yeniden evlenmiş. Üvey annesi de ilk evliliğinden olan iki kızıyla birlikte gelip eve yerleşmiş.
Bu iki kız, yeni kız kardeşlerinden hiç hoşlanmamış. Odasında ne var ne yoksa tavan arasına fırlatıp atmışlar. Ona bir kardeş gibi davranmak şöyle dursun, bütün ev işlerini üzerine yıkmışlar.
Ev işleri bittikten sonra bile kızın onlarla oturmasına izin verilmiyormuş. Akşamları, mutfakta, sönmekte olan ocağın önünde duruyormuş tek başına, ellerini küllere doğru tutup ısınmaya çalışarak. Bu yüzden üvey kız kardeşleri ona “Külkedisi” adını takmışla.
Bir gün iki kız kardeşe sarayda verilecek bir balo için davetiye gelmiş. İkisi de heyecandan deliye dönmüşler. Herkes Prens’in evlenmek istediğini biliyormuş. ‘Bakarsın ikimizden birini seçer, belli mi olur?’ diye düşünmüşler.
İki kız kardeş de kendilerini mümkün olduğunca güzelleştirmek için hemen kolları sıvamışlar. Fakat maalesef bu biraz zormuş, çünkü Külkedisi’nin aksine bayağı çirkinmiş her ikisi de!
Balo akşamı, üvey kardeşleri gittikten sonra Külkedisi mutfakta oturmuş ve içn için ağlamaya başlamış. “Neyin var, neden ağlıyorsun Külkedisi?” diye sormuş bir kadın sesi.
“Ben de baloya gitmek istiyordum,” demiş hıçkırarak Külkedisi.
“Gideceksin öyleyse,” demiş ses. Külkedisi duyduğu sese doğru dönüp bakmış, şaşkınlıktan donakalmış.
Güzel bir kadın duruyormuş yanıbaşında.
“Ben senin peri annenim,” demiş kadın. “Şimdi kaybedecek zamanımız yok! Bana bir balkabağı getir hemen!”
Külkedisi bir balkabağı getirmiş. Peri annesi sihirli değneğiyle dokununca, balkabağı birdenbire altından bir fayton oluvermiş.
“Şimdi de altı fare...” Külkedisi altı fare bulup getirmiş, peri annesi onları hemen ata dönüştürmüş.
“Bir sıçan...” Onu da arabacı yapmış.
“Ve altı kertenkele...” Onları da faytonun arkasında koşacak altı uşağa çevirivermiş.
Nihayet Külkedisi’ne gelmiş sıra. Peri değneğiyle bir dokununca Külkedisi’nin yırtık, pırtık giysileri nefesleri kesecek harika bir elbiseye dönmüşmüş. Ayaklarında bir çift camdan ayakkabı pırıl pırıl parlıyormuş.
“Bir şey var yalnız,” demiş Peri. “Gece yarısına kadar eve dönmelisin. Saat on ikide elbisen tekrar eski giysilerine, faytonun balkabağına, atların fareye dönüşecek. Prens’in bunu görmesini istemezsin herhalde? Şimdi git, dilediğince eğlen.”
O gece Külkedisi balonun yıldızı olmuş. Baloya katılan hanımlar (özellikle de iki üvey kız kardeşi) onun elbisesini çok beğenmişler ve terzisinin adını öğrenmek için ona yalvarmışlar. Beyefendilerin hepsi onunla dans etmek için birbirleriyle yarışmışlar.
Prens ise götür görmez ona âşık olmuş! Ve o andan sonra hiç kimseye bu kızla dans etmek için izin verilmemiş.
Saatler saatleri, dakikalar dakikaları kovalamış ve Külkedisi saat tam on ikiyi vuracağı sırada evde olması gerektiğini hatırlamış.
“Gitme!” diye seslenmiş Prens arkasından, ama Külkedisi bir an bile durmadan koşup oradan uzaklaşmış. Sokağa çaktığında elbisesi tekrar eski elbiselerine dönüşmüş. Geriye kala kala camdan ayakkabıların bir teki kalmış. Diğer tekini nerede kaybettiğini bilmiyormuş.
O gece Külkedisi uyuyana kadar ağlamış. Hayatının bir daha asla o geceki kadar harika olamayacağını düşünüyormuş.
Ama bu doğru değilmiş. Ayakkabının diğer tekini sarayın merdivenlerinde bulmuşlar. Ertesi sabah Prens ev ev dolaşıp ayakkabıyı tek tek bütün genç kızlara denetmiş. “Bu ayakkabının dün gece karşılaştığım güzel sahibini bulamazsam yaşayamam,” demiş.
Derken Külkedisi’nin evine gelmiş. Üvey kardeşleri ayakkabıyı denemişler. Olmamış. Ayaklarına girmemiş bile.
Prens çok üzgünmüş, çünkü uğramadığı sadece birkaç ev kalmış. Tam oradan ayrılacakken evin hizmetçisi dikkatini çekmiş.
“Hanımefendi,” demiş Prens Külkedisi’ne, “bir de siz deneseniz?”
“O mu deneyecek? Ne münasebet!” diye haykırmış üvey kardeşler.
Fakat Prens ısrar etmiş. Külkedisi’nin ne kadar güzel bir kız olduğu gözünden kaçmamış. Tabii ayakkabı Külkedisi’nin ayağına kalıp gibi oturmuş. Prens diz çöküp Külkedisi’ne evlenme teklif ederken iki üvey kardeşe de öfke ve kıskançlıkla olanları seyretmek kalmış. Külkedisi Prens’in teklifini tabii ki kabul etmiş.

Etiketler

Perrault Masalları >> Çizmeli Kedi Masalı

Çizmeli Kedi Masalı

Bir zamanlar, üç oğlu olan bir değirmenci varmış. Değirmenci ölünce büyük oğluna değirmen, ortanca oğluna eşek, küçük oğluna da kedi miras kalmış. Küçük oğlu bu duruma çok üzülmüş.
“Kedi ne işine yarar ki insanın?” diye yakınmış. “Pişirip yiyemezsin bile.” Kedi bunu duymuş ve hemen cevap vermiş. “Kötü bir mirasa sahip olmadığınızı göreceksiniz efendim. Bana boş bir çuval ve bir çift de çizme verirseniz, neye yarayacağımı görürsünüz.”
Şaşkınlıktan ağzı bir karış açık kalan çocuk, kedinin istediklerini yapmış. Kedi çizmeleri giyince ayna karşısına geçmiş ve kendini pek beğenmiş. Sonra kilerden taze bir marulla güzel bir havuç seçip ormanın yolunu tutmuş. Ormanda çuvalın ağzını açmış, marulla havucu çuvalın içine yerleştirip bir ağacın arkasına saklanmış. Çok geçmeden taze sebzelerin kokusunu alan küçük bir tavşan çuvalın yanına gelmiş, zıplayıp içine atlamış. Kedi saklandığı yerden çıkıp çuvalın ağzını sıkı sıkı bağlamış.
Ancak Çizmeli Kedi tavşanı efendisine götürmek yerine doğruca saraya gidip Kral’la görüşmek istediğini söylemiş. Kral’ın huzuruna çıktığında yere eğilerek, “Yüce Efendimiz, size Efendim Marki’den bir hediye getirdim,” demiş. Bu hediye Kral’ın çok hoşuna gitmiş.
Üç ay boyunca Çizmeli Kedi saraya o kadar çok hediye götürmüş ki, Kral artık onun yolunu gözler olmuş. Derken Çizmeli Kedi’nin dört gözle beklediği gün nihayet gelmiş çatmış. “Bana sakın neden diye sormayın ve bu sabah ırmağa gidip yıkanın,” demiş sahibine. Çizmeli Kedi, o sabah Kral’ın Prenses’le, yani kızıyla birlikte ırmağın kenarından geçeceğini biliyormuş.
O sabah, Kral’ın faytonu ırmağın yakınından geçerken Çizmeli Kedi telaşla yanlarına yaklaşmış. “Yardım edin! Yardım edin!” diye bağırmış. “Efendim Marki boğuluyor!” Kral hemen bir alay askerini ırmağa yollamış.
Fakat Çizmeli Kedi bununla da kalmamış. Kral’a, efendisi ırmakta yüzerken hırsızların onun elbiselerini çaldıklarını söylemiş. (Oysa Çizmeli Kedi, efendisinin elbiselerini çalıların arkasına kendisi gizlemiş!) Kral, hiç gecikmeden Marki’ye bir takım elbise yollamış. Tahmin edeceğiniz gibi Çizmeli Kedi’nin sahibi, kendisine Marki denmesine çok şaşırmış, ama akıllılık edip hiç sesini çıkarmamış.
Marki güzelce gyidirildikten sonra Kral onu gideceği yere götürmek için faytonuna davet etmiş ve kızıyla tanıştırmış. Prenses, iki dirhem bir çekirdek giyinmiş olan Marki’ye bir bakışta âşık olmuş.
O sırada Çizmeli Kedi koşa koşa oradan uzaklaşmış. Çok geçmeden büyük bir tarlada ot biçen insanlara rastlamış. “Beni dinleyin!” diye bağırmış. “Kral bu yöne doğru geliyor. Size bu tarlaların kime ait olduğunu sorarsa ona efendim Marki’ye ait olduğunu söyleyeceksiniz. Yoksa sizi dilim dilim doğrattırırım!”
Sonra Çizmeli Kedi bir süre daha koşmuş ve büyük bir tarlada buğday biçen adamlara rastlamış. Aynı şeyi onlara da söylemiş. Sonra tekrar koşmuş ve her rastgeldiği insana aynı şeyleri tekrarlamış. Derken Dev’in şatosuna varmış.
Kral’ın Faytonu Çizmeli Kedi’nin geçtiği yerlerden geçerken Kral her rastgeldiği insana, “Bu tarlalar kime ait?” diye soruyormuş. Her defasında da aynı cevabı alıyormuş. Kral, Marki’nin bu kadar çok toprağa sahip olmasına şaşırmış. (Çizmeli Kedi’nin sahibi de öyle!)
O sırada Çizmeil Kedi Dev’in şatosunda başka bir işler çevirmekle meşgulmüş. “Dev,” demiş Çizmeli Kedi, Dev’in nefesinin kokusundan iğrendiğini gizlemeye çalışarak. “Senin aynı zamanda müthiş bir sihirbazlık gücünün olduğunu söylüyorlar, doğru mu?”
“Öyle diyorlarsa, öyledir,” demiş Dev alçakgönüllülükle.
“Örneğin, istersen hemen bir aslana dönüşebildiğini söylüyorlar,” demiş Çizmeli Kedi. Bunu söyler söylemez Dev hemen kendini bir aslana dönüştürüvermiş. Çizmeli Kedi kendini dolabın üzerine zor atmış. Dev tekrar eski haline dönünce dolaptan aşağı inmiş. “Mükemmel!” demiş Çizmeli Kedi. “Ama fare gibi küçük bir şeye dönüşmek senin gibi cüsseli biri için imkânsız olmalı!”
“İmkânsız mı?” diye gülmüş Dev. “Benim yapamadığım şey yoktur!” Dev bir anda fareye dönüşmüş, Çizmeli Kedi de onu hemen yutmuş.
Derken Kral, Dev’in şatosuna varmış. Şatonun artık kime ait olduğunu tahmin etmişsinizdir herhalde! Çizmeli Kedi Kral’ın faytonunu şatonun yolunda karşılamış. “Bu taraftan gelin,” demiş. “Sizi bir ziyafet bekliyor.” (Dev o gün birkaç arkadaşına bir ziyafet vermeyi planladığı için yemeklerle donatılmış büyük bir masa hazır bekliyormuş!”)
O gün sonunda Çizmeli Kedi’nin sahibi marki Prenses’le nişanlanmış. Bir hafta sonra da evlenmişler. Çizmeli Kedi’ye ne mi olmuş? Dokuz canından dokuzunu da sefa içinde sürmüş ve bir daha da fare avlamasına gerek kalmamış - ara sıra avlamış, o da kedi olduğunu unutmamak için

Perrault Masalları >> Charles Perrault Kimdir

Charles Perrault Kimdir

Charles Perrault ; (d. 12 Ocak 1628 - ö. 16 Mayıs 1703) Fransız yazar. Yazdığı çocuk hikâyeleri ile ünlenmiştir. Birçok önemli eseri vardır. Bunlardan en önemlileri Külkedisi ve Uyuyan Güzel’dir. Uyuyan Güzel opera ve bale olarak salonlarda izleyici ile buluşurken, Walt Disney adlı şirket de Külkedisi ve Uyuyan Güzele animasyon filmleri çekmiştir. Bu hikâyeler günümüzde halen popülerliğini korumaktadır.
Charles Perrault 12 Ocak 1628de Paris e varlıklı bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Babası tanınmış bir avukattı. Charles önce Beavuais Koleji de öğrenim gördü, daha sonra Orleansda hukuk öğrenimi görmeye başladı. 1651de hukuk fakültesinden mezun oldu. Paris Barosu a kaydoldu ve kısa bir süre avukatlık yaptı. Sanata büyük bir ilgisi vardı, çeşitli resmi görevlerde yer aldı.
Yazı hayatına 1654 yılında başlamıştır ve yazmak kısa sürede onun en büyük tutkusu olmuştur. Gelecekte yazdığı çocuk masallarıyla ünlenecek olan Perraultun çocuk masalları yazmaya başlamasının ana nedeni kendi çocuklarına anlatacak, okuyacak bir masal beğenememesiydi. İlk masallarını kendi çocukları için yazmıştır. Bundan zevk almaya ve ürettiklerinin kalitesini anlamaya başlayınca çocuk masalları yazmaya devam etmiştir. Yazdığı masallar ileride peri masalı olarak adlandırılacak türün ilk örneklerindendi. Yazdığı masallarda genelde çevresindeki bilinen mekanları kullanmış, düş-benzeri atmosferler yaratmıştır.

Perrault Masalları >> Kırmızı Başlıklı Kız Masalı

Kırmızı Başlıklı Kız Masalı

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde uzak bir ormanın biraz gerisinde bir küçük kız yaşarmış.
Annesi ona üzerinde kırmızı başlığı olan bir pelerin almış. Kız bu pelerini çok seviyormuş ve nereye gitse onu giyiyormuş. Bu nedenle de herkes ona Kırmızı Başlıklı Kız diyormuş.

Kırmızı başlıklı kız odasında oyun oynarken annesi onu yanına çağırmış. Büyükannesi için yaptığı çörekleri götürmesini istemiş.Kırmızı Başlıkıl Kız da elbisesini giymiş, üzerine kırmızı başlıklı pelerinini geçirmiş, başlığı çenesinin altında sıkıca bağlamış ve yola çıkmış.

” Ormanı’ndaki yoldan ayrılma sakın!” diye seslenmiş annesi arkasından.
“Ayrılmam anne,” demiş Kırmızı Başlıklı Kız.
Tam ormana girmiş, birkaç adım atmış ki, çalılıkların arasından bir ses duymuş. Yola birden bir kurt fırlamış. Kırmızı Başlıklı Kız korkusundan az kalsın elindeki sepeti düşürüyormuş. Fakat kurt hiç de öyle düşmanca görünmüyormuş. “Nereye böyle küçük kız?” diye sormuş kurt.
“Büyükanneme gidiyorum,” demiş Kırmızı Başlıkıl Kız. “ Ormanı’nın sonundaki ilk ev. Büyükannemin sağlığı pek iyi değil. Ona annemin yaptığı çöreklerden götürüyorum. Kurt sepete doğru elini uzatmış, kırmızı başlıklı kız onun eline bir tane vurmuş. “ Çok ayıp, yaşlı bir kadının yiyeceğine dokunmak sana yakışıyor mu? Demiş.

Kurt ona yaklaşıp “kötü bir niyetim yotu. Sadece bakmak istedim çöreklere. geçmiş olsun güzel kız, yakında iyileşir unutma” demiş ve yoluna gitmiş.

Kırmızı başlıklı Kız, çiçek toplayarak, kelebeklerin peşinden koşarak, kuş seslerini dinleyerek yolda ağır ağır ilerlerken kurt kestirmeden Büyükanne’nin evine varmış, kapıyı çalmış.
“Kim o?” diye seslenmiş içeriden yaşlı kadın.
Kurt sesini değiştirerek, “Benim büyükanne, Kırmızı Başlıklı Kız,” demiş. “Çayın yanında yemen için sana çörek getirdim.”
“Kapı açık gel,” diye seslenmiş Büyükanne. Kurt hemen içeri dalmış. Öyle açmış ki! Günlerdir hiçbir şey yememiş. Bu yüzden Büyükanne’yi çiğnemeden bir lokmada yutuvermiş. Biraz sonra Kırmızı Başlıklı Kız Büyükanne’nin kapısını çalmış.
“Kim o?” diye seslenmiş kurt yumuşak bir sesle.
“Benim, Kırmızı Başlıklı Kız.”
“Kapı açık güzelim,” diye seslenmiş kurt. “İçeri girebilirsin.”
Kırmızı Başlıklı Kız bir an için tereddüt etmiş. ‘Büyükannemin sesi ne kadar da garip böyle?’ diye düşünmüş. Sonra büyükannesinin hasta olduğu gelmiş aklına ve kapının mandalını kaldırıp açarak içeri girmiş.
Kurt, Büyükanne’nin geceliğini giymiş, onun başlığını ve gözlüğünü takmış yatakta yatıyormuş. Yorganı boğazına kadar çekmiş, içerisi karanlık olsun ve suratı fark edilmesin diye de perdeleri iyice kapamış.
“Elindekileri oraya bırak da yanıma gel canım,” demiş kurt.
Kırmızı Başlıklı Kız çöreği yatağın yanındaki küçük masanın üzerine koymuş, ama hemen kurdun yanına gitmemiş. Çünkü Büyükannesi bir tuhaf görünüyormuş.
“Kolların neden bu kadar büyük Büyükanne?”
“Seni daha iyi kucaklamak için!” demiş kurt.
“Kulakların neden büyük, peki?”
“Seni daha iyi duyabilmek için!” demiş kurt.
“Gözlerin neden kocaman, peki?”
“Seni daha iyi görebilmek için,” demiş kurt.
“Dişlerin neden sivri peki?”
“Seni daha iyi yiyebilmek için,” demiş kurt.
Bunu söyledikten sonra kurt artık daha fazla kendine engel olamamış ve yorganı bir tarafa atarak yataktan fırladığı gibi Kırmızı Başlıklı Kız’ı bir lokmada yutuvermiş. Sonra da karnı doyduğu için keyfi yerine gelmiş ve uykuya dalmış.

Ama ne var ki kurt çok kötü horluyormuş. Evin önünden geçen bir avcı onun horultularını duymuş. Büyükanne’ye kötü bir şey mi oldu acaba, diyerek kulübeden içeri girmiş. İçeri girer girmez de orada neler olduğunu hemen anlamış. Kurdu dere kenarına kadar götürmüş, karnını kesip büyükanne ve kırmızı başlıklı kızı içinden çıkarmış.Sonra onların yardımıyla kurdun karnını taşlarla doldurmuş ve dikmiş. Kurt uyanmış, ne kadar çok susadığını düşünmüş, yanındaki ırmağa doğru eğilmiş, eğilmesiyle birlikte düşmesi de bir olmuş ve o günden sonra kurdu bir daha gören olmamış.

Perrault Masalları >> Uyuyan Güzel Masalı

 Uyuyan Güzel Masalı

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde uzaklar ülkesinin yakınında , güzellikler ülkesinin hemen yanıbaşında bir ülke varmış. Mutluluklar ülkesiymiş. Bu ülkenin kral ve kraliçesinin çocukları olmazmış. Ama günlerden bir gün kraliçenin bir bebek beklediği duyulmuş. Herkes bu olaydan memnuniyet duymuş.


Günler günleri kovalamış, kral ile kraliçe bir kız çocukları olunca bu mutlu günün şerefine bir ziyafet vermişler. Bu ziyafet için ülkenin dört bir yanından konuklar hediyeler getirmişler. Bebek için getirdikleri hediyeleri vermek için bekleyen konuklar, gonkların çalınmasıyla birlikte hediyelerini vermeye başlamışlar. . Güzellikler perisi hemen öne çıkmış;mutluluk, güzellik, şirinlik veriyorum ona demiş. Tam o sırada kalabalığın içinde bir uğultu duyulmuş. Kötülükler perisiymiş öne çıkan;

- Benim neden davetiyem yok! Diye kükremiş adeta.

Kral ve kraliçe ne yapacaklarını şaşırmışlar . kem küm etmişler cevap verememişler. Hizmetkarlara sofrada bir yer açın demişler ama kötülükler perisi küçük prensesin yanına gelmiş bile. Kundağını kucağına almış;

- “Benim de prensese hediyem, on beşinci yaş gününde parmağına iğ batar batmaz ölmesi,” demiş .

Kötülükler perisi geldiği gibi kaybolmuş ortalıktan. Kraliçe ağlamaya başlamış.
Güzellikler perisi öne çıkmış. “Ben hediyemi vermedim daha,” demiş yumuşak bir sesle. “Kötü büyüyü bozamam belki, ama onu değiştirebilirim. Benim hediyem de büyüyü, Prenses’in parmağına iğ battığında ölmesi yerine, yüz yıl uyuması şeklinde değiştirmek olsun o zaman.” Güzel başlayan gün, kraliçenin hıçkırık sesleriyle son bulmuş.

Yıllar geçmiş aradan, güzeller güzeli prenses, mutlu bir şekilde yaşayıp gidiyormuş. Kral’la Kraliçe kötü büyüyü çoktan unutmuşlar. Zaten ülke içinde ne kadar iğne varsa, daha Prenses bebekken yok edilmiş. Prenses uzun yıllar güvendeymiş. Fakat tam da on beşinci yaşına bastığı gün Prenses daha önce hiç fark etmediği bir kapı keşfetmiş. Kapıyı açmış, kıvrıla kıvrıla yukarı çıkan bir merdivenle karşılaşmış. Merdiveni çıkınca üzerinde altın bir anahtar bulunan bir kapıya varmış. Kapıyı açınca, içerdeki küçük odada tekerlekli bir şeyi çalıştıran yaşlı bir kadın görmüş. “Ne yapıyorsunuz öyle?” diye sormuş prenses. Yaşlı kadın gülümsemiş. “İplik eğiriyorum!” demiş. “Orada öyle bakıp durma. Gel, bir de sen dene, hadi.”O anda olanlar olmuş. İğin sivri ucu Prenses’in parmağına batmış, Prenses hemen yere yığılıp kalmış.

Yıllar yavaş yavaş akıp geçmiş. Yakışıklı bir prens beraberindekilerle birlikte bu sarayın yakınlarından geçiyormuş… Bu saraydaki uyuyan güzelin hikayesini o da duymuş. Saraya gelmiş, kral ve kraliçe yıllardır uyuyan kızlarının başında nöbet tutuyorlarmış. Bir daha kızlarını konuşurken, koşarken göremeyeceklerini biliyorlarmış, çünkü o uyandığı zaman kraliçe çoktan ölmüş olacakmış. Hizmetkarlar bir prensin geldiğini ve uyuyan güzeli görmek istediğini söylemişler. Prensi içeri davet etmişler, prens prensesi görür görmez aşık olmuş. Eğilip alnından öpmüş, öpmesiyle birlikte sihir bozulmuş. Prenses gözlerini açmış ve uzun süreli uyku son bulmuş. Prens ve prenses evlenmişler, kırk gün kırk gece düğün yapmışlar ve hep mutlu yaşamışlar.

Sebze Masalları >> Masalların Bölümleri Ve Kısımları

Masalların Bölümleri Ve Kısımları

a)     Başlangıç (tekerleme) : Bütünüyle kelime oyunlarından, birbiriyle pek ilgisi olmayan ama dinle­yicinin ilgisini masala çekmek için bir araya getirilmiş sözlerden meydana getirilir. Dinleyiciyi masal âlemine hazırlar.
b)    Asıl masal: Masal olaylarının anlatıldığı bölümdür. Kendi içinde giriş, gelişme, sonuç bölümler vardır.
c)     Masal Sonu: Başlangıç gibi bir tekerlemeden oluşur.

Sebze Masalları >> Sebze Yemeyenler Masalı

Sebze Yemeyenler Masalı

bir varmış bir yokmuş hiç sebze yemeyen üçüzler varmış
adları:tessa nely ve mely varmış anneleri onlara:
-sizin sebze yemeniz gerek yoksa büyümessiniz.dedi.
üçüzler:ama sebzeler çok acı ve yiyemiyoruz.dediler.
ertesi sabah üçüzler turşu yiyiyorlardı.anneleri:
-havuç neden yemiyorsunuz? dedi anneleri üçüzler:
-ama havuç bir sebzedir. dediler.anneleri:
-Sizin arkadaşlarınız sebze yiyiyormu? dedi.üçüzler:
yiyiyorlar. anneleri: ozaman siz de yiyeceksiniz.dedi anne.
ve artık üçü de sebze yiyiyorlardı

Sebze Masalları >> Domatesin Çekirdeği Masalı

 Domatesin Çekirdeği Masalı

Günümüzde her mevsim her türlü sebze bulunuyor manavlarda. Annelerimiz de “Bugün ne yemek pişirelim?” diye kaygılanmıyorlar. Ama evvel zaman içinde, kalbur saman içinde hiç de böyle değilmiş. Sebzeler Ülkesi adında bir ülke varmış. Bu ülkenin her şehrinde sadece bir çeşit sebze yetişirmiş.

O şehir de yetiştirdiği sebzeden alırmış ismini. Kabak Şehri, bu ülkenin en önemli yerleşim yerlerinden biriymiş. Orada bütün yemekler, bütün turşular, bütün tatlılar kabaktan yapılırmış... Anneler dahi çocuklarını:

-Benim güzel canım, tombul yanaklı kabağım, diye severlermiş. O zamanlar Sebzeler Ülkesinde ulaşım şimdiki gibi kolay değilmiş. Şehirlerin arasında yüksek dağlar, coşkun nehirler olduğundan kimse bir yerden başka bir yere gidemezmiş. Böyle olunca da herkes atasından dedesinden gördüğü gibi ekip biçermiş. Kabak Şehri de böyle yaşarmış. Varları yokları kabakmış. Hatta bu şehrin gururla söyledikleri bir de marşı varmış:

Benim sarı kabağım,
Uğruna fedâ canım.
Seni yediğim zaman
Damarda coşar kanım.

Benim tombul kabağım,
Yedikçe artar şanım.
Soframızı süsleyen
Sensin tombul sultanım.

Kabak Şehrinde marşlar söylenirken bir gezgin gelmiş Domates Şehrinden. Her tarafta yığın yığın kabakları görünce çok şaşırmış. Bu şehrin halkı çok misafir severmiş. Hemen gezgini evlerine davet etmişler. En güzel yemeklerini sunmuşlar ona. Yemekler geldikçe misafirin şaşkınlığı bir kat daha artmış... Kısa zamanda durumu öğrenmiş ev sahibinden. Burası Kabak Şehriymiş.

Üç gün orada kalan gezgin, ev sahiplerine teşekkür edip ayrılmak için izin istemiş. Ona hediye olarak kabak tohumu vermişler. Bu kadar iyiliğe karşılık kendisi de bir şeyler yapmak istemiş ve ev sahibine bir kese uzatarak şöyle demiş:

-Efendim! Gösterdiğiniz ilgiden dolayı çok memnun oldum. Fakat gördüm ki, kabaktan başka sebze bilmiyorsunuz. Sizlere bir miktar domates tohumu vermek istiyorum. Kırmızı kırmızı domatesler hem göz zevkinizi hem de yemek zevkinizi zenginleştirir. Hem onlara baktıkça beni hatırlarsınız.

Gezgin ayrıldıktan sonra bütün aile bir araya gelip keseyi açmış. İçinden sarı sarı tohumlar çıkmış. Evin en yaşlısı Canpatlı Dede:
-Neyin nesi, kimin fesi olduğunu bilmediğimiz bu çekirdekleri tarlamıza ekemeyiz. Anlı şanlı kabak bizim neyimize yetmiyor, diyerek kestirip atmış.

Elindeki tohumları, torunu Patpat’a vererek:
-Götür bunları tavukların önüne at da karınlarını doyursunlar, demiş öfkeyle.
Patpat da aldığı gibi dışarı çıkmış. Serpmiş tavukların önüne. Tavuklar iştahla saldırırken, domates çekirdeklerinden bir tanesi kaçıp saklanmış taşın altına.

Aradan sapsarı günler, yemyeşil haftalar geçmiş. Bizim domates çekirdeği önce bir fide, sonra da kocaman bir domates olmuş. Yeşil yeşil domateslerini görenler:
-Hıh bu da ne böyle, deyip burun kıvırmışlar.

Hiç kimse beğenmemiş ama güneş çok sevmiş yeşil domatesi. Her gün sıcacık ışıklarıyla onu okşamış. Güneş sevdikçe domatesin yanağı yavaş yavaş kızarmaya başlamış. Görenin gözü kalıyormuş. Bir gün Canpatlı Dede merak edip koparmış bir tanesini. Çekinerek ısırmış ucundan. Tadı damağında kalmış. Bir daha, bir daha derken domatesi bitirmiş.

İşte ne olduysa ondan sonra olmuş. Canpatlı Dede bütün yemeklerine domates konulmasını istemiş. Böylece Kabak Şehrinin insanları yeni bir sebze ve tatla tanıştıklarından dolayı çok mutlu olmuşlar.

Domatesin çekirdeğini veren gezgin de boş durmamış. Her gittiği yere kabak ve domates çekirdekleriyle dolu keseler hediye etmiş. Daha sonra da biber, bamya, fasulye tohumlarını da eklemiş hediye kesesinin içine...

Sebze Masalları >> Limon Kız Masalı

 Limon Kız Masalı

Bir varmış, bir yokmuş... Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde... Develer tellallık eder eski hamam içinde...Hamamcının tası yok. külhancının baltası yok...Arap bacı hamama gider, koltuğunda bohçası yok...Handadır handa, yetmiş iki deli ile bir manda. Yedik, içtik, dişimizin dibi et yüzü görmedi... Bereket versin hacı cambaza... Bize bir at verdi, dorudur diye... At bize bir tekme vurdu. Geri dur diye... Deniz ortasına vardık kıyıdır diye...Tophane güllesini cebimize doldurduk, darıdır diye... Kız kulesini belimize soktuk borudur diye... Tuttu bizi bir zaptiye, delidir diye... Attı tımarhaneye, bir gün, iki gün, üç gün...Tuttuk pirenin birisini, yüzdük derisini, çadır kurduk Üsküdar’dan berisini... Masaldır bunun adı... Söylemekle çıkar tadı... Her kim ki dinlemezse, hakkından gelsin topal dadı...

Vakti zamanında çok iyilik sever bir padişah varmış... Fakirlere ramazanlarda yiyecek, bayramlarda giyecek dağıtırmış... Yılda bir gün de sarayının karşısındaki çeşmenin bir musluğundan yağ, bir musluğundan da bal akıtır, herkesin duasını alırmış...

Gene böyle çeşmenin musluklarından yağ ile bal aktığı bir gün, ihtiyar bir kadın çeşmeye gelmiş. Elindeki ağzı kırık testiye yağ doldurmuş.

O sırada, padişahın yaramaz oğlu da, sarayın penceresinden çeşmeye gelip gidenleri seyrediyormuş. İhtiyar kadın çeşmenin yanından uzaklaşırken, okunu çektiği gibi onun testisini parçalamış. Yağ yerlere dökülmüş.

Şehzade, ihtiyar kadının haline kahkahalarla gülmeye başlamış. Neye uğradığını anlayamayan kadıncağız, başını kaldırıp, şehzadeye:

Hey oğlum! diye seslenmiş, ben sana ne yaptım da testimi kırdın? Dilerim Allah’tan, Limon Kız’a âşık olasın da, onu göremeyesin!

O günden sonra şehzadeyi bir düşüncedir almış... Acaba bu Limon Kız nasıl bir şeydir, diye akşamlara kadar düşünüyor, meraktan çatlayacak hale geliyormuş.

Oğlunun bu düşünceli haline canı sıkılan padişah, bir gün onu yanına çağırarak sebebini sormuş. Şehzade de Limon Kızı merak ettiğini, izin verirse gidip onu arayacağını söylemiş.

Padişah, çaresiz razı olmuş. Şehzade, hazırlandıktan sonra bir gün padişah babası ile sultan annesine veda ederek yola düşmüş...

Az gitmiş, uz gitmiş... Dere tepe düz gitmiş... Günlerce yol almış... Nihayet bir dağ başında ihtiyar bir adama rastlamış. Selam verip ihtiyarın elini öpmüş.

Bu delikanlının kendisine saygı gösterip elini öpmesine pek memnun olan ihtiyar:

Hayır ola evlat, diye sormuş, böyle tek başına nereye gidiyorsun?

Şehzade:

Bir Limon Kız varmış, diye cevap vermiş. Onu pek merak ediyorum da, aramaya çıktım. Ama, günlerden beri yol yürüdüğüm halde hâlâ bir iz bulamadım...

İhtiyar gülerek:

Ben Limon Kız’ın bulunduğu yeri biliyorum, demiş. Sana tarif edeyim: Şuradan doğru yürü. Karşıki dağın arkasına git. orada önüne bir gül bahçesi çıkacak. Gül ağaçlarının kocaman, kocaman dikenleri vardır. “Ne güzel güller” diyerek bir gül koparıp kokla. Ellerinin kanamasına bakma! Oradan çıkıp yürü... Suyu kan gibi kırmızı akan bir dere ile karşılaşacaksın. Yanına gidip “aman ne temiz su” diyerek biraz iç... Yoluna devam et... Bir köşe başında zincirlerle ağaçlara bağlanmış bir at ile bir köpeğe rastlayacaksın. Atın önündeki eti köpeğin önüne, köpekin önündeki otu da atın önüne koy... Oradan uzaklaş... İlerde karşına iki kapı çıkacak. Bir kapalı, öteki açıktır. Kapalı kapıyı aç, açık kapıyı kapa! Açılan kapıdan geçerek yürü... Büyük bir bahçeye gireceksin. Burası devin sarayının bahçesidir. Bahçede binlerce meyve ağacı arasında bir tane de limon ağacı vardır. O ağacı arayıp bul! Üzerinde üç tane limon göreceksin. Bu üç limonu da kopar, arkana bakmadan geri dön! Geldiğin yerlerden geç... Bu limonları keserken her birinden bir kız çıkar. Senden bir şey isteyecekler: İstediklerini yaparsan ne âlâ...

Yapmazsan ölürler. Dikkatli davran... Haydi yolun açık olsun evladım!

Şehzade, ihtiyara teşekkür etmiş, elini öpmek için eğildiği zaman karşısında kimseyi bulamamış. İhtiyar birdenbire ortadan yok olmuş.

Hemen yola çıkarak yürümeye başlamış. Çok geçmeden dağın arkasına varmış. Biraz sonra gül bahçesine ulaşmış. Güllerin arasına dalmış. Elleri dikenlerden kan içinde kaldığı halde, bir gül koparıp “ne güzel güller” diye koklamış. Oradan çıkmış. Suyu kan gibi akan dere ile karşılaşmış. Kenarına gidip eğilmiş, “aman ne temiz su” diyerek biraz içmiş, kalkıp yoluna devam etmiş. Bir köşe başında zincirlerle ağaçlara bağlı at ile köpeği görmüş. Köpeğin önündeki otu, atın önüne, atın önündeki eti de köpeğin önüne koyarak oradan uzaklaşmış. Biraz sonra karşısına iki kapı çıkmış. Açık kapıyı kapamış, kapalı kapıyı da açarak içinden geçmiş ve devin meyve bahçesine girmiş.

Koca bahçede araya araya limon ağacını bulmuş. Hakikaten ağaçta üç tane limon varmış. Üç limonu da koparıp geriye dönmüş. Tam bahçenin kapısına yaklaştığı zaman, dev, bahçesinden limonların koparıldığının farkına vararak, yeri göğü inleten sesi ile bağırmış:

Tutun kapılar! Şu oğlanı tutun!

Açık kapı dile gelip deve cevap vermiş:

Ben kaç yıldır kapalı duruyordum. Kimse bana halin nedir diye sormadı. Bu delikanlı beni açtı, biraz ferahladım. Ben onu tutamam! Güle güle gitsin!

Şehzade, kapıdan geçmiş.

Dev, bu sefer at ile köpeğe seslenmiş:

At! Köpek! Şu oğlanı tutun! Bırakmayın!

At ile köpek birlikte cevap vermişler:

Biz onu tutmayız. Yıllardan beri birimize zorla et, birimize de ot yediriyorsun. O bizi bundan kurtardı. Etle otun yerini değiştirdi. Allah ondan razı olsun. Biz ona fenalık yapamayız!

Şehzade, atla köpeğin önünden de geçmiş.

Bu sefer dev, dereye seslenmiş:

Kanlı dere! Kanlı dere! Şu oğlanı bırakma!

Dere, dile gelip cevap vermiş:

Ben ona fenalık yapamam. Sen her zaman “kanlı dere” diye benim suyumu içmezdim. Halbuki o, “aman ne temiz su” diyerek içti, gönlümü hoş etti. Varsın geçsin, yolu açık olsun!

Şehzade, dereden de geçerek gül bahçesine girmiş.

Dev, arkadan gene seslenmiş:

Dikenli güller! Dikenli güller! Şu oğlanı tutun! Bırakmayın!

Güller de dile gelip hep bir ağızdan deve cevap vermişler: Sen tenezzül edip de bir gün olsun bizi koklamadın. Her zaman “dikenli güller” diye hakaret ettin. Halbuki bu delikanlı dikenlerimize bakmadı. Ellerinin kanamasına aldırmadı. Bizden bir tane kopararak “ne güzel güller” diye kokladı. Bizi sevindirdi. Allah da onu sevindirsin. İşi rastgitsin!

Şehzade, gül bahçesinden de çıkıp yola koyulmuş.

Dev, çaresiz kalınca, bahçesinden çıkarak oğlanın arkasından koşmaya başlamış. Kapılardan, sonra da atla köpeğin önünden geçmiş, dereye gelmiş. Fakat, dere ona yol vermemiş. Sularını kabartmış, kabartmış... Her tarafı kaplamış, devi boğmuş.

Şehzade, herşeyden habersiz olarak yol alırken, limonlardan birini kesmeyi düşünmüş. Yol kenarına oturarak bıçağı ile limonun birini kesmiş. Limon iki parça olur olmaz, içinden son derece güzel bir kız çıkmış. Şehzadeye:

Su! Su! diye seslenmiş.

Şehzade, kızın su istediğini anlamış. Etrafına bakınmaya başlamış. Aksi gibi oralarda ne bir dere, ne de bir çeşme görememiş. Zavallı kız da:

Su! Su! diye diye ölmüş.

Şehzade bu hale fena halde üzülmüş. Ama ne çare? Yerinden kalkmış. Kederli kederli yol almaya başlamış. Biraz yorulmuş. Bir ağaç altına oturarak dinlenmeye koyulmuş. Bu sırada ikinci limonu da kesmiş.

Bu limondan da göz kamaştıracak kadar güzel bir kız çıkmaz mı? O da, evvelki gibi:

Su! Su! demeye başlamış.

Fena halde telaşlanan şehzade, sağına soluna bakınarak su aramış. Fakat Allah’ın dağında ne bir pınar, ne de bir dere yokmuş. Çaresizlik içinde bu kızın da:

Su! Su! diye diye inleyerek öldüğünü görmüş.

O kadar üzülmüş ki, neden bu ikinci limonu bir su kenarında kesmedim diye kendi kendine kızmış.

Kederli kederli yerinden kalkmış. Düşünceli düşünceli yola koyulmuş. Ne olursa olsun üçüncü limonu bir su kenarında kesmeye karar vermiş.

Böylece epey zaman yol almış, nihayet bir şehre yaklaşmış. Şehre girmeden yol kenarında ağaçlıklı bir bahçe görmüş. Bahçenin ortasında kocaman bir havuz varmış. Etrafta da kimsecikler yokmuş.

Gidip havuzun kenarına oturmuş. Elleri titreye titreye üçüncü limonu çıkarıp kesmiş.

Bu sefer, içinden, evvelkilerden daha güzel, ayın ondördü gibi bir kız çıkmış. Başlamış:

Su! Su! demeye...

Şehzade hemen onu tutup havuzun içine atmış.

Bol suya kavuşan Limon Kız, kana kana içmiş, doya doya yıkanmış. Şen kahkahalar atmaya başlamış.

Limon Kız’ı ölmekten kurtardığı için şehzadenin sevincine son yokmuş... Neşe içinde Limon Kız’ı seyrediyormuş.

Limon Kız havuzda yıkanırken, şehzade:

Sultanım, demiş, sizi bu halde sarayımıza götüremem. Burada bekleyin. Ben gidip size güzel bir elbise getireyim. Askerlerimi de alayım. Saraya öyle döneriz.

Limon Kız:

Peki şehzadem, demiş, ben sizi şurada ağacın üzerine çıkarak beklerim. Yalnız, saraya gittiğiniz zaman annenizle babanıza, alnınızdan öptürmeyin. Sonra beni unutursunuz.

Şehzade “peki” demiş. Sonra parmağındaki yeşil taşlı yüzüğü çıkararak:

Limon Kız, diye seslenmiş, al bu yüzüğü de, parmağına tak! Birbirimizi kaybedersek, bununla kolay buluruz...

Yüzüğü havuza doğru fırlatmış. Limon Kız yakalayarak parmağına takmış. Şehzade de oradan uzaklaşıp gitmiş.

Saraya varır varmaz, oğullarına yeniden kavuşan padişah ile sultan, onu kucaklamışlar, önce alnından, sonra da yanaklarından öpmüşler.

O andan itibaren de, şehzade Limon Kız’ı unutmuş.

Şehzade unutadursun, biz gelelim Limon Kız’a:

Şehzade uzaklaştıktan sonra, Limon Kız sudan çıkmış. Havuzun kenarında yüksek bir çınar ağacı varmış. Ona yaklaşarak:

Eğil çınar ağacı! Diye seslenmiş.

Çınar ağacı yavaş yavaş eğilmiş. Limon Kız dallarından birine oturduktan sonra, ağaç düzelmiş.

Limon Kız, ağaçta yapraklar arasına gizlenmiş. Bir taraftan da başını uzatarak havuzun durgun suyunu seyrediyormuş.

O sırada, şehirdeki evlerden birinin arap hizmetçisi havuza su almaya gelmiş. Elindeki testiyi havuza daldıracağı sırada, birdenbire durmuş. Havuzun suyunda Limon Kız’ın güzel hayali varmış. Arap kız bunu kendi hayali zannederek hayran hayran seyre dalmış. Sonra, kendi kendine:

Ben bu kadar güzelim de, demiş, bana ne diye hizmetçilik yaptırıyorlar?

Testiyi doldurup havuz başından uzaklaşmış. Eve geldiği zaman, hanımına:

Havuzdan testiyi doldururken suda kendimi gördüm, demiş. Ben çok güzel bir kızmışım. Ne diye bana hizmetçilik yaptırıyorsunuz? Bundan sonra ben su getirmeye falan gitmem!

Hanım gülmüş:

Hay aptal kız hay, demiş, bir kere başını kaldırıp da ağaca baksaydın, o zaman kimin güzel olduğunu anlardın!

Arap kız, bu söz üzerine, evden çıkarak doğruca havuzun kenarına gitmiş. Hayali gördüğü yerde başını kaldırarak ağaca bakmış. Dallar arasında ayın ondördü kadar güzel bir kız görünce, hanımına hak vermiş. Hemen Limon Kız’a seslenmiş:

Güzel kız! Cici kız! Ne olur, beni de yukarı alsana!

Şehzadenin dönmesi geciktiği için Limon Kız’ın canı sıkılıyormuş. Biraz konuşup vakit geçirmek için arap kızı yukarıya almaya razı olmuş. Derhal:

Eğil çınar ağacı, eğil! diye seslenmiş. Arap kız, ne oluyor diye şaşkın şaşkın bakarken, çınar ağacı yere doğru eğilmeye başlamış. Limon Kız’ın oturduğu dal toprağa iyice yaklaşınca, arap kız, yanına oturmuş. Çınar ağacı düzelmiş.

Öteden beriden konuşmaya başlamışlar. Sonra da, vakit geçsin diye, Limon Kız ona başından geçenleri anlatmış.

Arap kız, onun hayatını öğrendikten sonra:

Mademki sen bir peri kızısın, demiş, elbet bir tılsımın vardır. Bana söylemez misin?

Aklına hiçbir fenalık getirmeyen Limon Kız:

Benim tılsımım başımdaki küçücük altın taraktır, diye cevap vermiş. Eğer bu küçük altın tarak, yerine konmazsa, ben kuş olup uçarım...

Sonra gene konuşmaya dalmışlar. Bir aralık arap kız:

Sultanım, demiş, saçlarınız pek dağınık. Başınızı eğinde biraz tarayayım...

Limon Kız başını eğmiş. Arap kızı da küçük altın tarakla onun saçlarını taramaya başlamış. Tarama işi bittikten sonra, tarağı çıkardığı yere değil, saçlarının başka bir tarafına takmış. Limon Kız da beyaz bir güvercin olup uçmuş...

Limon Kız kuş olup uçtuktan sonra, arap kız sevincinden geniş bir nefes almış. Sonra üzerindeki elbiseleri çıkarıp Limon Kız gibi ağacın yaprakları arasına gizlenmiş. Şehzadeyi beklemeye başlamış.

İşte bu sıralarda, şehzade, Limon Kız`ı hatırlamış. Hemen askerlerini toplamış. Bir kat ipekli sultan elbisesini de yanına alarak yola çıkmış. Atını önden sürerek havuzun olduğu yere varmış. Başını kaldırıp ağaçta arap kızı görünce, şaşırmış:

Kız sana ne oldu böyle? diye sormuş.

Arap kız, üzüntülü görünerek:

Ne olacak şehzadem, demiş, beni unuttunuz. Burada otura otura güneş vurdu kararttı, rüzgâr esti sararttı. Ağlamaktan gözlerim bozuldu.

Şehzade bu sözlere inanmış. Arap kız güzelce giyindikten sonra şehzadenin yardımı ile aşağıya inmiş.

Hep beraber saraya dönmüşler.

Padişahla sultan anne arap kızı görünce şaşırmışlar. Şehzade`nin dediği gibi bu kızın hiç de güzel tarafı yokmuş. Çaresiz kalarak oğullarının hatırı için ses çıkarmamışlar.

Kırk gün, kırk gece düğün yaparak bunları evlendirmişler.

Düğünden sonra sarayın bahçesine beyaz bir güvercin dadanmış. Hergün bir ağaca konar, bahçıvana:

Bahçıvan başı! Bahçıvan başı! diye seslenirmiş. Şehzade uyuyorsa, uyusun, uyansın, uykuları yağ bal olsun! Arap kızı uyuyorsa, uyusun, uyansın, uykuları zehir olsun. Bastığım dallar kurusun, çiçek, meyve vermez olsun!

Sonra uçup gidermiş. Böylece her gün konduğu ağaçların dalları kuruyormuş.

Bir gün sarayın bahçesine inen şehzade, bazı ağaçların dallarını kurumuş görünce, bahçıvana:

Neden bu ağaçlara iyi bakmıyorsun? diye çıkışmış.

Bahçıvan da, dalların neden kuruduğunu anlatmak zorunda kalmış.

Bunun üzerine şehzade:

O halde bütün dallara zift sür, güvercini yakala! demiş.

Bahçıvan, şehzadenin dediklerini hemen yapmış.

Ertesi gün güvercin gelip dallardan birine konarak:

Bastığım dallar kurusun, çiçek, meyve vermez olsun! demiş. Fakat, uçarken ayakları zifte yapıştığı için dalda kalakalmış.

Şehzadeye hemen haber vermişler. Güvercini alıp bir kafese koymuşlar.

Şehzade, güvercini çok sevmiş. Kafesi alıp kendi odasına götürerek bir köşeye asmış.

Güvercin, şehzade odada iken, bir şeyler cıvıldar, âdeta bir insan gibi konuşur, o odadan çıkınca, susarmış.

Arap kız, güvercini görünce tanıdığı için, onu yok etmeyi düşünüyormuş. Bir gün yalandan hastalanarak:

Benim canım beyaz güvercin eti istiyor, demiş, yoksa ölürüm...

Şehzade, çarşıdan bir beyaz güvercin aldırmaya kalkmış. Arap kız:

İlle bu güvercin olacak! Başkasını istemem! diye tutturmuş. Şehzade, ne yaptı, ne ettiyse, arap kızı razı edememiş. Kafesteki beyaz güvercini kestirmiş.

Sarayın bahçesinde güvercini kestikleri yer kıpkırmızı kan olmuş. Kanların olduğu yerde o anda kocaman bir selvi ağacı meydana gelmiş.

Arap kız, selvi ağacını görünce, dayanamamış, bu sefer de:

Bu selvi ağacından bana bir taht yaptırın! diye tutturmuş. Başka bir selvi ağacı bulup keselim demişlerse de, anlatamamışlar. Çaresiz selviyi kesmişler. Arap kıza güzel bir taht yapmışlar.

Artan tahta parçalarını fakir bir kadına vermişler. O da ocakta yakmak için dua ederek alıp evine götürmüş, bir kenara koymuş. Öteberi almak için çarşıya çıktığı bir sırada, tahta parçaları kımıldamaya başlamış. Çok geçmeden tahtaların arasından Limon Kız ortaya çıkmaz mı? Hemen kollarını sıvayarak evi baştan aşağıya temizlemiş, gül gibi yapmış. Sonra mutfağa giderek yemekler pişirmiş, bulaşıkları yıkayıp kurulamış, kapları yerine kaldırmış. Yemek sofrasını kurmuş. Her iş bittikten sonra da, bir dolaba girip saklanmış.

O sırada fakir kadın eve gelmiş. İçeri girer girmez şaşırmış.

Acaba bunları kim yaptı diye evi aramaya başlamış. Kimseyi göremeyince:

İn misin, cin misin? diye seslenmiş. Limon Kız, saklandığı yerden çıkarak:

Ne inim, ne de cin, demiş. Bir peri kızıyım. Ama artık senin gibi bir insan oldum...

Sonra gidip kadının elini öpmüş. Başından geçenleri ona anlatarak, evlatlığa kabul etmesini rica etmiş. Yalnızlıktan zaten canı çok sıkılan fakir kadın, onu hemen evlatlığa kabul etmiş.

O günden sonra, güzel güzel geçinmeye başlamışlar. Günlerden bir gün, şehzade hastalanmış. Hekimler bol bol çorba içmesini söylemişler. Her gün bir evden çorba gönderiliyor, şehzade beğenirse hepsini içiyor, beğenmezse bir kaşık alıp bırakıyormuş.

Limon Kız bunu haber alır almaz güzel bir çorba pişirmiş. Şehzadenin havuz başında kendisine verdiği yeşil taşlı yüzüğü çorbanın içine atmış. Fakir kadına:

Anneciğim, demiş, şehzademiz için ben de bir çorba yaptım. Ne olur saraya götürür müsün?

Kadıncağız:

Hay hay yavrum! diyerek çorba tasını almış, saraya gitmiş. Askerler, üstü başı eski olan bu kadını saraya sokmak istememişler. Şehzade, kadını pencereden gördüğü için askerlere bırakmalarını emretmiş.

Kadın yukarıya çıkarak çorbayı şehzadeye vermiş. Odadan çıkarken, şehzade çorbadan bir kaşık içmiş, beğenmiş. Arkasından ikinci kaşığı almış. Ağzına katı bir şey gelmiş. Bir de çıkarıp bakmış ki, Limon Kız`a verdiği yeşil taşlı yüzük değil mi?

O zaman anlamış ki, Limon Kız diyerek evlendiği arap kız, başka biri. Arkasından adam koşturup fakir kadını çağırtmış. Odaya gelince:

Teyze, demiş, senin kızın var mı?

Kadıncağız:

Var oğlum, diye cevap vermiş, hem de bir peri kızı. Ama şimdi o da bizim gibi bir insan sayılır...

Kadının bu sözleri şehzadeyi o kadar sevindirmiş ki, birdenbire hastalığı falan geçmiş. Kadını yanına oturtarak, ne biliyorsa anlatmasını rica etmiş.

Fakir kadın da Limon Kız`ın anlattıklarını şehzadeye bir bir söylemiş.

Şehzade işin doğrusunu öğrenince, ellerini çırpmış. Odaya giren arap uşağa:

Çabuk bizim kadını çağırın! diye emir vermiş.

Biraz sonra arap kız odaya girmiş. Korkudan tirtir titriyormuş.

Şehzade:

Seni yalancı, hain kadın seni! diye bağırmış. Söyle bakalım, kırk katır mı istersin, yoksa kırk satır mı?

Arap kız:

Kırk satırı ne yapayım, diye cevap vermiş, kırk katır isterim ki, memleketime döneyim!

Arap kızı hemen kırk katırın kuyruğuna bağlayıp dağlara salmışlar.

Sarayda yeniden düğün hazırlıkları yapılmış. Şehzade ile Limon Kız`ı kırk gün, kırk gece süren görülmemiş şenliklerle evlendirmişler.

Onlar ermiş muradına, darısı sizlerin başına

Sebze Masalları >> Sihirli Fasülye Masalı

Sihirli Fasülye Masalı

Bir zamanlar yoksul ve dul bir kadın varmış. Oğlu çok tembel bir delikanlı olduğu için paraları yok denecek kadar azmış. Bir gün o kadar zor bir duruma düşmüşler ki, kadıncağız ellerinde kalan tek mal varlığını, Süt Beyazı isimli ineklerini satmaya karar vermiş. Oğluna ineği pazara götürüp satabileceği en iyi fiyata satmasını söylemiş.
Dalikanlı pazara giderken yolda tuhaf bir yaşlı adama rastlamış. Yaşlı adam ineğe bir göz atmış ve delikanlıya, “Bak çocuğum, bana bu ineği verirsen karşılığında sana çok değerli şeyler veririm,” demiş. Sonra cebinden beş fasulye tanesi çıkarmış.
“Fasulye tanesi mi?” demiş delikanlı tereddütle.”
“Ama bunlar sihirli,” demiş yaşlı adam. Adam öyle deyince bu iş delikanlının aklına yatmış ve fasulyeler karşılığında Süt Beyazı’nı yaşlı adama vererek yaptığı değiş tokuştan memnun, eve dönmüş.
“Anne! Bak elimde ne var!” diye seslenip olanları anlatmış delikanlı eve dönünce. Ama annesi ona çok kızmış. Fasulye tanelerini dışarı, eline geçirdiği tavayı da delikanlıya fırlatmış. Sonra da ceza olsun diye onu odasına yollamış ve ona yemek vermemiş.
Sabah olunca delikanlı gözlerine inanamamış. Yatak odasının penceresinden, dışarıda bir bitkinin hızla büyüdüğünü görmüş. Bu ne bir ağaç, ne de dev bir ayçiçeğiymiş; göğe doğru büyümüş sihirli bir sırık fasulyesiymiş. Delikanlı hemen pencereden sarkıp sihirli fasulyeye tutunmuş ve tırmanmaya başlamış.
Yarım saat sonra kendini, her şeyin normalden daha büyük olduğu garip bir ülkede bulmuş. Tarlaların ötesinde çok büyük bir ev varmış. Delikanlı evin yanına gidip kapıyı çalmış. Kapıyı bir kadın açmış.
“Yiyecek bir şeyiniz var mı?” diye sormuş delikanlı.
“Var,” demiş kadın. “Ama dev kocam gelince ortadan kaybolman gerek. Çünkü çocuklara hiç dayanamaz, onları hemen yer.”
Delikanlı tam bir şeyler yemek üzere sofraya otururken dışarıdan birinin gür bir sesle şunları söylediğini duymuş:
“Fee-fi-fo-fum,
işte bir çocuk kokusu duydum.
Ölü de olsa, diri de olsa güzeldir onları yemek.
Kemiklerini öğütür, yaparım kendime ekmek.”
“Fırına saklan. Hemen!” demiş kadın delikanlıya. Sonra da kocasına, “Ne çocuğu hayatım, dün kediye verdiğim et parçalarının kokusunu aldın herhalde,” diye seslenmiş.
Yemekten sonra dev kese kese altınlarını saymaya başlamış. Kısa bir süre sonra altın saymaktan yorulup uykuya dalmış. Deliknalı saklandığı yerden çıkıp bir kese altın almış. Keseyi sihirli fasulyesinden aşağıya atmış, ardından fasulyenin sırığına tutuna tutuna aşağıya inmiş. Annesi artık şanslarının döndüğüne bir türlü inanamamış.
Ama birkaç ay sonra ellerindeki tüm altınlar bitmiş. Delikanlı tekrar sihirli fasulyesine tırmanarak devin yaşadığı ülkeye gitmiş. Devin karısı bu kez ona kuşkucu bir şekilde davranıyormuş.
“Geçen gelişinde bir kese altınımız kayboldu,” diye iğnelemiş onu. Ama yine de delikanlıyı içeri almış.
Çok geçmeden dev çıkagelmiş. “Fee-fi-fo-fum,” diye bir şarkı söylüyormuş. Bunu duyan delikanlı hemen yine fırına saklanmış.
“Ne çocuğu, hayatım,” demiş devin karısı. “Dün yediğin piliç haşlamanın kokusunu duydun herhalde. Sen etli böreğini yemene bak!”
Yemeğini bitirdikten sonra dev, karısına, “Kadın, bana tavuğumu getir,” demiş. Karısı hemen tavuğu getirmiş. “Yumurtla!” diye emretmiş dev ve delikanlının hayret dolu bakışları altında tavuk altın bir yumurta yumurtlamış. Tabii delikanlı tavuğu da alıp evine götürmüş.
Delikanlı ile annesi böylece zengin olmuşlar. Ama bir yıl sonra çocuk şansını bir kez daha denemeye karar vermiş ve tekrar sihirli fasulyesine tırmanmış. Bu sefer eve, devin karısına görünmeden girip, bir bakır tencerenin içine saklanmış.
Dev girmiş içeri. “Fee-fi-fo-fum,” diye başlamış yine tekerlemesine.
“Eğer bu yine o lanet olası çocuksa, fırına bak hayatım, kesin oradadır,” demiş karısı.
Delikanlı orada değilmiş tabii ki.
“Buralarda bir yerde, eminim,” diye gürlemiş dev, ama karısıyla birlikte evin altını üstüne getirmelerine rağmen onu bulamamışlar.
Bu sefer dev yemekten sonra altın bir harp çıkarmış ortaya. “Söyle!” diye emretmiş ve harp ninniler söyleyip onu uyutmuş. O an delikanlı bu harpı her şeyden çok istediğini anlamış. Horlamakta olan devin dizine tırmanmış, masaya atlamış ve harpı kapmış.
“İmdat!” diye bağırmış harp. Delikanlı, sırtında harp, masadan aşağıya atlamış. Dev peşine takılmış. Delikanlı sihirli fasulyesini yarıladığında harp, “İmdat!” diye bağırmış yine. Dev delikanlının peşinden sırık fasulyesine atlamış.
Delikanlı aşağıya ulaşınca, “Anne! Çabuk bir balta getir,” diye bağırmış. İkisi birlikte sihirli fasulyeyi baltayla kesmeye başlamışlar. Bir süre sonra sihirli fasulyeyle birlikte dev de yere düşmüş ve anında ölmüş.
“Üf!” demiş çocuk. “Az kalsın gidiyorduk!”
O günden sora delikanlıyla annesi zenginler gibi yaşamışlar. Onlar söyledikçe tavuk altın yumurta yumurtluyormuş. İnsanlar altın harpı dinlemek için onlara para ödüyorlarmış. Delikanlının güzel bir prensesle evlendiği de söyleniyor. Kim bilir belki de gerçekten evlenmiştir.

Sebze Masalları >> Ortanca Taze Fasülye Masalı

 Ortanca Taze Fasülye Masalı

Fasülyenin yanında
Pilav çok güzel yenir.
Fasülyeyi yiyenler,
Bunu tadını bilir.

Masal masal içinde kim varmış bu masalın peşinde. Bir varmış bir yokmuş güzel huyu olanlar dünya üzerinde pek çokmuş. Ayşe, Fatmaya küsmüş, Fatma ağaçtan düşmüş, bunu gören bir karınca hemen kükremiş, koca bir devi yemiş, dev karıncanın karnında ağlamışta ağlamış...
Bilir misiniz çocuklar ülkelerin birinde bir taze fasülye ailesi yaşarmış. En üstte baba fasülye, onun altındaki sırada anne, daha altta ise çocuk fasülyeler otururlar ve fasülye sırığının üstünde güzel güzel salınırlarmış. Baba ve anne fasülye çocuklarını dışarıdan gelecek tehlikelere karşı korumak için fasülye sırığının en üstünde yaşarlarmış. Küçük büyük ve ortanca kardeşler ise alt katlarda mutlu mutlu yaşarlarmış, yalnız ortanca fasülye bazı zamanlarda çekilmez oluyormuş, ha bire sorular sorar, kendisini ilgilendirmeyen konularda konuşur, konuştukça merakı daha çok artarmış. Baba taze fasülye ortancayı çok uyarmış ama ne yazık ki ortanca huyundan bir türlü vazgeçmiyormuş.
Günlerden bir gün bizim ortanca, fasülye sırığında yaşayan yaşlı taze fasülyeyi gözetlemeye başlamış. Yaşlı taze fasülye bir müddet sonra rahatsız olmaya başlamış. Bunu farkeden anne ve babası,ortancanın o tarafa bakmasını engellemek için ona seslenmişler ama nerdeeeee ? Bizim ortanca gözlerini dikmiş yaşlı taze fasülyeyi seyrediyor, en sonunda babası onu yanına çağırmış: `Niye böye yapıyorsun ortanca ,neden gözlerini diktin yaşlı taze fasülyeyi izliyorsun ? `
Ortanca :
- Ne yapayım merak ediyorum, onu izleyince merakım gidiyor.
- Neyi merak ediyorsun peki ?
- Yaşlı taze fasülyeyi, bütün gün ne yapıyor, yüzü neden çizgili, sonra nereye gidiyor ? her şeyi merak ediyorum.
Anne ve babası bir müddet konuşmuşlar ama bizim ortancanın gözü hala yaşlı taze fasülyedeymiş. Ona fasülye olmanın ne kadar gurur verici olduğunu, fasülyelerin faydalarını, insanların fasülyeleri ne kadar sevdiklerini anlatmışlar. En sonunda babası;
- Fasülyeler insanlara faydalı olmak için var. Ama çok meraklı, aklı bir karış havada olan fasülyeyi kim yemek ister ki, deyince bizim ortancanın aklı başına gelmiş. O günden sonra her şeyi merak etmemiş etse bile ilgilenmemiş, sonunda ne mi olmuş ? aa görmediniz mi sizin geçen akşam yemeğinde yediğiniz fasülyelerden biri ortancaydı, o yemeği yiyince nasılda güçlenmiştiniz hatırlamıyor musunuz ?

Masalları bitirdik, aman ne güzel dedik.
Fasülyeleri yedik, uykuya da yenildik.
Fasülye tadın güzel, enerjin ise pek bir bol,
Haydi o zaman sen de bu uykuya dahil ol.

Sebze Masalları >> Küçük Patatesin Maceraları Masalı

Küçük Patatesin Maceraları Masalı

Patates kızartması,
Çocukların baştacı.
Hapur hupur yerler,
Hiç bitsin istemezler.

Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde, kepçe kulaklı kedi kovalamış aslanı, aslan havlamış önce kedi ise kükremiş, pek korkmuş aslan hemen saklanıvermiş. Koca bir ejderha da saklanmış ayakkabıya, saklanır mı saklanır, ayakkabı küçüktür demeyin ha! Belki de bu ejderha başkadır. Uzaklarda değil çok yakın bir ülkede, bir patates yaşarmış ailesiyle birlikte. Bizim patates diğer bütün patatesler gibi toprağın altında yaşarmış. Toprağın altında oyun oynarmış arkadaşlarıyla, patateslerin kralı her gün onları yanına çağırır, dünya yüzüne çıktıklarında nelerle karşılaşacaklarını anlatırmış. Bizim patates ve arkadaşları nasıl heyecanlanırmış bir bilseniz, hayallere dalıp herşeyi unuturlarmış.
Günlerden bir gün küçük patates hoplaya zıplaya toprağın altından çıkmış, çıkar çıkmaz da güneşin upuzun kollarıyla karşılaşmış,yüzüne vuran o sıcaklık ilk önce korkutmuş onu ama sonra gözlerini kocaman açmış :
- Aaaa ne güzel bir şey bu , sayın kral patatesin anlattığı şey bu olmalı. Neydi adı neydi ? Evet güneş. Dünyamızı aydınlatan, ısınmamızı sağlayan ve bizden çok uzakta olan güneş. Aslında hiç de o kadar uzakta değilmiş, sıcacık sanki toprak gibi toprağın içide böyle sıcacık...
Bizim küçük patates güneşin bütün sıcaklığını hissetmiş ve tam o sırada biraz ileride sağa sola koşup duran iki çocuk görmüş. Çocuklar öyle güzel koşuyorlarmış ki, patates bir süre onlara hayran hayran bakmış.
-Ayak dedikleri şey bu olsa gerek. Her yere gidebilmelerini sağlıyor ayakları vay canına..
Patates, heyecan içinde öylece bakakalmış. Uzun bir müddet çocukların koşuşturmalarını izleyen küçük patates,onların yaklaştığını görünce

yuvarlanarak bir taşın arkasına saklanmış. O ayaklarıyla vurup durdukları yuvarlak şeyin ne olduğunu bilemediği için biraz da telaşlanmış. Sayın kral patetesin anlattığı hiç bir şeye benzemiyormuş bu acaba büyük bir patatesle mi oynuyorlar diye tedirgin olmuş ama bu şey patatese de benzemiyormuş ki, zıplayıp duruyormuş. Yuvarlakmış, üstünde resimler varmış ve çocukları çok eğlendirdiği de bir gerçekmiş.
Küçük patates yavaşça geldiği toprak birikintisinin içine dalmış. Sayın patates kralına ve arkadaşlarına gördüklerini anlatmış. Anlattıklarını dikkatle dinleyen kral çocukların peşinde koştukları şeyin `top` olduğunu ve bütün çocukların topla oynamaktan çok hoşlandıklarını anlatmış . Patates çocukların hiç oyuncakları olmazmış. O gün oyuncağın ne olduğunuda öğrenmişler.
Küçük patates toprağın altındaki sıcacık yuvasında, mutlu mutlu uyumuş o gece. Çocukların sofralarına yemek olarak gideceği günleri hayal etmiş durmuş: ` Keşke benim de bir topum olsa` diye sayıklayarak uyumuş.

Ne güzel hayal kurmak,masallarda da olsa.
Hayalleri yaşamak,bir patates bile olsa.
Patatesin yemeği ve yapılır unutmayın,
Sadece kızartmasını yiyerek doymayın

Sebze Masalları >> Patlıcan Kardeşler Masalı

 Patlıcan Kardeşler Masalı

Patlıcanın faydası
Ne güzel musakkası
Çocuklar patlıcan yer,
Anneler pek güzel der.

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, koca köpek bir pirenin ağzında, kedi kovalıyor köpeği her anında. Masal bu ya köpek kardeş düşmüş fare peşine, farelerse bakmamış peynirin yüzüne. Fare kapmış kemiği, köpek yemiş peyniri, karga aslanı kapmış aslan havlamaya başlamış. Masal bu ya ne demeli ? güzelce dinlemeli.
Patlıcan kardeşler yaşarmış çok uzak bir ülkede. Bütün patlıcanlar mor renktedir ya onlarda morlarmış ama şekilleri biraz garipmiş bizim patlıcan kardeşlerin. Hem işin garip tarafı tıpatıp birbirlerine benzerlermiş. Aynı boyda aynı kıvrımda, aynı renkte. Görenleri bile hayrete düşürürmüş bu benzerlik. Olurda bu kadar olmaz dedirtirmiş görenlere. Neyse ... Bizim patlıcan kardeşler kendilerinin ikiz patlıcanlar olduklarını düşünürlermiş.
Patlıcan kardeşlerin tek bir üzüntüleri varmış o da çocuklar, evet evet yanlış duymadınız, çocuklar patlıcan yemeği pişiren annelerine ``Yaaa yine mi patlıcan`` derlermiş ya, anneleri öyle çok üzülürmüş ki sormayın. Çocuklar onları sevsinler diye bir sirke katılmaya karar vermişler. Sirkte palyaço olursak belkide bizi severler diye düşünüyorlarmış, düşündükleri gibide yapmışlar. Palyaço olmuşlar, oradan oraya koşup yerlere düşüp bütün çocukları kıkır kıkır güldürüyorlarmış.
Günlerden bir gün annesiyle sirke gelen bir çocuk: `Aaaa anne palyaço patlıcanlara bak.` diye bağırmış. ``Ben patlıcan yemeğine bayılırım sizi de çok sevdim `` demiş. Aman çocuklar görmeyin, bizim patlıcan kardeşler çocuğun onlarla ilgilenmesine çok sevinmişler ve aralarında bir karar vermişler. Biz bu çocukla birlikte onların evine gidelim , annesi bizi bir güzel pişirsin. Sonra da hapur hupur yesinler.Biz bu akıllı çocuğun güç kaynağı olalım. Sebze yiyen çocukların ne kadar güçlü kuvvetli olduklarınıda herkes anlasın, diye düşünüp aralarında anlaşmışlar.
O akşam o çocuk ve annesiyle birlikte evlerine gitmişler. Annesi bizim patlıcan kardeşlerden güzel bir karnıyarık pişirmiş, çocuk afiyetle yemiş. Sebze yemeyi seven bu çocuk patlıcanları yedikten sonra sahiden de daha güçlü kuvvetli olmuş. Laf aramızda, patlıcan kardeşlerde bir işe yaramaktan çok memnunlarmış.

İşe yaramak güzel, masal dinlemek güzel..
Masallarla bir olup, sonuca varmak güzel.
Patlıcanı çok seven, çocukları severim.
Yemek yerken aman ha yerlere dökmeyin.

Sebze Masalları >> Kendini Beğenmiş Karnıbahar Masalı

 Kendini Beğenmiş Karnıbahar Masalı

Çiçekli karnıbahar,
Aman ne de güzeldir
Yemeyen bilmez ama
Yiyenler pek özeldir.

Bir varmış bir yokmuş Allahın kulu çokmuş, kaplumbağalar koşar tavşanlar oturmaktan bıkarmış. Dev salyangozlar varmış, develer ufacıkmış. Masal bu ya uzun boyunlu zürafa kısacıkmış, anlayacağınız bu masalda işler pek karışıkmış.
Bir gün bir karnıbahar yetişmiş toprakta. Aman görseniz ne hoşmuş, göbeğinin ortasında çiçeklerin olduğunu gördükçe kendini pek bir severmiş. ` Aman ne güzel oldum, aman ne güzel oldum` der, gülermiş. Annesi ve babası pek hoşlanmış ilk önceleri... Bir karnıbaharın kendini sevmesi ne güzel şey diye düşünmüşler . Onlar da bu koca göbekli, koca çiçekli karnıbaharı pek sevmişler.
Günler geçmiş bizimki büyümeye başlamış. Karnındaki baharlarda daha artmış, yüzü gözü iyiden iyiye belirginleşmiş. Ee çocukluktanda çıkmış artık. Anlayacağınız kocaman bir abla olmuş ama `Aman ben ne güzelim, aman ben ne güzelim` diyerek aynanın karşısında oturmaktan hiç vazgeçmemiş. Hatta birilerini gördüğünde, başka karnıbaharlarla oynadığında bile mutsuz oluyor ve kendini aynada seyretmekten başka bir şeyden mutlu olmuyormuş.
Anne ve baba karnıbahar kızlarının bu durumundan rahatsız olmaya başlamışlar. Kendini beğenmiş karnıbahar ise odasından dışarı çıkmamış. Belli bir süre sonra sağlığı bozulmaya başlamış, çiçeklerle dolu göbeği kararmaya başlamış. O hala ` Benim gibi güzeli var mı şu sebzeler arasında` diye söylenip duruyormuş. Bir gün karnı çok ağrımış annesi ve babası hemen doktora götürmüşler. Doktor amca onun ne kadar zamandır güneş görmediğini sormuş. Güneş görmediği için hastalandığını arkadaşlarıyla oynaması gerektiğini anlatmış.
Annesi ve babası gerçekten çok üzülmüşler. Bizim karnıbahar ise hastalıklı yüzünü ve kararmış çiçeklerini ilk defa o gün farketmiş. O günden sonra mahalledki bütün karnıbaharlarla koşmuş oynamış, sağlığı yerine gelmiş. Kendini beğenmişliği mi ? Eee o da düzelmiş tabi... Kendini beğenmiş karnıbahar herkesin başka başka özel yetenekleri olduğunu farketmiş bütün karnıbaharların ve bütün çocukların özel ve güzel olduğunu biliyormuş artık.

Herkesin yeteneği başka başka unutma.
Bizim karnıbahar bunu anladı sonunda.
Kendini beğenmişliği unuttu, akıllı bir çocuk oldu.
Artık, herkesi seviyor, gece mutlu uyuyor.

Sebze Masalları >> Bay Ve Bayan Semizotu Masalı

 Bay Ve Bayan Semizotu Masalı

Salatası sevilir
Yemeği de yenilir,
Semizotu denilir
Vitamini bilinir.

Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal pireler berbermiş bu masalın içinde. Pire berberlik yaparmış ya boyu pek kısaymış makası tutamazmış, yanına adam alıp onu çalıştırırmış, bunu duyan develer saçlarını kestirmiş, pirelerin yanında hepsi yere devrilmiş. Babaları koşturmuş hepsini eve almış, anneleri ne yapsa bir çözüm bulamamış.
Bay ve bayan semizotu çok uzak bir ülkede kendi hallerinde yaşar giderlermiş, ikisi de çok titiz çok temizlermiş, bayan semizotu evlerini günde en az on kere süpürür, bay semizotu da bayan semizotuna yardım edermiş ve her gün birkaç kez yapraklarını yıkarlar en ufak bir tozun üstlerine konmasına izin vermezlermiş. Onların tek derdi günlerden bir gün insanların yemek yediği bir sofrada semizotu salatası yada yemek olmakmış.
O gün yine sabah erkenden kalkmışlar, bayan semizotu günlük temizliklerini yapmış, bay semizotu markete gitmiş, geri döndüğünde kapılarının önünde kocaman bir kamyonun durduğunu görmüş. Bayan semizotu uzaktan ona el sallayıp sevinçle bağırıyormuş, bay semizotu hızlı adımlarla kapıya kadar gelmiş birde ne görsün, kapıdaki o arabanın içi sebzeler ve meyveler dolu değil mi ? `Yaşasın!` diye bağırmış elindeki poşetleri sağa sola atmış,işte sonunda onları da almaya gelmişler.
Bay ve bayan semizotu bavullarını alelacele toplayıp kamyona atlamışlar, yan komşuları marullar, mısırlar, suyun diğer tarafındaki maydanozlar hep arabanın içindelermiş onlarla sohbet ederek şehir merkezine kadar gelmişler, orada bütün sebze ve meyveler arabadan indirilmişler, güzel tezgahlara dizmişler onları. Bay ve bayan semizotu elele tutuşmuşlar ve kendilerini alacak olan aileyi beklemeye başlamışlar. Tezgahtan ilkönce domatesler gitmiş , yan komşuları maydanozlarıda bir çocuk almış sonra limonlar ve tezgahtaki taze soğanlar gitmiş.
Birkaç saat sonra aynı kendileri gibi bir bay ve bir bayan çıkagelmiş, onları tezgahın üzerinden alıp ellerindeki çantanın içine koymuşlar. Onlar akşama nasıl semizotu salatası yapacaklarını konuşurlarken, bay ve bayan semizotu mutlu mutlu onları dinliyorlarmış.

Mutlu olmak ne güzel,Masal da mutluluktur.
Ders alırsan ne güzel,Hadi mutlu ol yeter.
Semizotu güzeldir haydi annene söyle,
Pişirsin güzelce, sen de afiyetle ye.

Sebze Masalları >> Püsküllü Pırasanın Seyehati Masalı

 Püsküllü Pırasanın Seyehati Masalı

Pırasanın püskülü
Onlar yetişir kış günü.
Pırasa lezzetilidir,
Kim demiş ki; ` at şunu.`

Bir varmış bir yokmuş, evveli evvel zaman güneş doğar ne zaman ? Ay batar mı gecede ? yoksa gece doğar mı ? Bunu bilmek için tek çare var masal mı ? Masal masal matikas bağlasan da duramaz. Bizim masal maçinde sebzelerin köşkünde, hayat hiç duramaz. Dursaydı zaten, bunu sorumlusu kimse olamaz. Püsküllü pırasanın seyahati başlıyor haydi bakalım çocuklar pırasa buna ne diyor ?
Pırasalar ülkesinden yola çıkan püsküllü pırasa, uzaklara çok uzaklara gitmeye karar vermiş. Pırasalar ülkesinde yaşayan bütün pırasalarla kavga ettiği için artık oralarda durmak istemiyormuş. Hatta bavulunu alıp kapısını kilitlediği zaman bile onun yanına gelip, güle güle diyen olmamış. Püsküllü boynunu bükmüş canı sıkılmış. `Niye kimse beni sevmiyor ki,` diye ağlamış, sızlamış ama bunu kimselere belli etmemiş.``Tamam ben huysuzun biriyim ama onlar da bana hiç iyi davranmıyorlar ` diye söylenmiş. Gelen ilk pırasa otobüsüne binmiş, yolculuğa başlamış..
Püsküllü pırasa bir iki saat yolculuktan sonra yolun sağında bir yerde domates tarlasını görünce, heyecanlanmış. Hemen otobüsü durdurup inmiş domates tarlasındaki domateslerle tanışayım bari artık onlarla birlikte yaşayayım demiş. Hem domatesleri oldum olası severmiş. Kırmızı kırmızı domateslerle kimbilir ne güzel anlaşırım diye düşünmüş durmuş ama domatesler bundan pek fazla hoşlanmamışlar doğrusu. Pırasanın domates tarlasında işi ne diye kapı dışarı etmişler onu. Bir anda tarlanın kenarında bulmuş kendini. Bavulunu bile zor kurtarmış ve üstü başı domates salçası gibi olmuş.
Püsküllü pırasa o telaşla, gelen ilk otobüse atlamış ve kendine yerleşecek başka bir yer bulmaya çalışmış. Bir çilek tarlasına uğramış, çilekler yerde hemen toprağın üstünde yaşarlar ya, pırasanın upuzun boyuyla kendilerine gölge etmesinden hiç hoşlanmamışlar, heyecana kapılan pırasa yere düşünce 15-20 çileğinde ezilmesine sebep olmuş, buna kızan çilekler şahı onu çilek ordularıyla birlikte tarlalarından atmış.
Püsküllü pırasa ordan kaçmaya çalışırken, kendini bir mısır tarlasında bulmuş. ` Oh be ezilecek, dökülecek bir şey yok, mısırlarla yaşar giderim burda, hem birbirimize de benziyoruz,` demiş ama hesap etmediği bir şey varmış, pırasanın boyu mısır tarlasındaki mısır bitkilerine göre bayağı kısa kalmış. Birkaç gün sonra onlar daha çok uzamışlar, pırasa güneş ışığından faydalanamaz hale gelmiş, zayıflamış halsizlik hissetmeye başlamış, mısırlarla vedalaşmış ve orada da yaşayamayacağını anlamış.
Püsküllü, pırasalardan başka kimsenin yanında rahat edemeyeceğini anlamış. Bavulunu kaptığı gibi pırasaların yaşadığı tarlalara doğru yola çıkmış. Artık kimseyle kavga etmiyormuş, pırasaların arasında yaşamaktan çok mutluymuş.

Pırasa masalını duydunuz mu daha önce,
Masallar güzel biter, çocuklar dinleyince.
Dinle bütün masalları, öğren sonunda dersi,
Masalları okumak, en güzel hayat dersi.

Sebze Masalları >> Yaramaz Lahana Ve Keçi Masalı

 Yaramaz Lahana Ve Keçi Masalı

Lahana yuvarlanmış,
Yaramaz mı yaramaz,
Dolması güzel olur
Çocuklar dayanamaz.

Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, hep söylerler ya bunu şu samanın ne işi var kalburun içinde? Yoksa bir yaramazlık mı var bu işin içinde. Bize göre bir yaramaz lahana ve bir keçi var bu masalın içinde, lahanalar biçim biçim hepsi tencerenin dibinde.
Lahana tarlasının içinde bir lahana ailesi yaşarmış, hepsi tombul tombul hepsi beyaz beyazmış,bunların en küçüğü yaramaz mı yaramazmış. Lahana ailesinin kurallarına göre lahanalar kendi başlarına tarlalardan çıkıp dolaşamazlarmış. Etrafta ot yiyen inekler, atlar varmış ve onlar kendilerini insanların yemesini isterlermiş. Tarladan adımlarını atsalar hemen bir inek koşar yada bir at dörtnala gelip onları yemeye uğraşırmış.
Bizim yaramaz lahana o gün yine aynı tarlada durmaktan ne kadar sıkıldığını düşünmüş, bir süre o yana bu yana sallanıp durmuş, sonra çamaşır yıkayan annesi arkasını döndüğü bir sırada yuvarlanarak tarladan dışarı çıkmış ve bir anda cayır cayır yanan asfaltın üstünde bulmuş kendini. `` Oh be özgürüm artık` diye sevinmiş. Zıplamaya başlamış o sırada tam tepesinde kocaman bir gölge belirivermiş, korkarak kafasını yukarıya kaldıran yaramaz lahana bir de ne görsün, oraların en inatçı keçisi tam yanında durmuyor mu ? Ödü kopmuş bizim lahananın, biraz önce hoplayıp zıplayan lahana, donup kalmış orda.
Keçi boynuzlarını uzatmış, lahanayı bir iki kere yuvarlamış. Lahana kurtulmaya çalışmış ama bizim keçide çok inatçıymış. ` Meeeee` diyerek gözlerini dikmiş lahananın üstüne,lahana kendini bir tarafa atacakmış ki, keçi ona doğru bir hamle yapmış, o sırada bizimkinin aklı başına gelmiş ve ayaklarının bağı çözülmüş :
- İmdaaaatt kurtarın beni, keçi yiyecek lahanaların en güzelini,
diye bağırmaya başlamış, sesi de pek bir tizmiş.
Keçi onun böyle ciyak ciyak bağırmasından korkmuş bir an ve bir iki adım geri çekilmiş. Lahana o boşluktan faydalanarak kendini tarlaya doğru fırlatmış. Öyle hızlı kaçıyormuş ki, onu kimse tanıyamamış bile ama keçi bayağı inatçıymış, takılmış bizimkinin peşine bırakmamış, lahana yuvarlanmış o kovalamış, lahana yuvarlanmış o kovalamış ve en sonunda lahana keçiden saklanmış ve keçi onu bulamamış. Lahananın kalbi duracakmış az kalsın. Ama daha fazla dayananamamış, bayılıvermiş.
Yaramaz lahana gözlerini açtığında annesi, babası , kardeşleri ve komşularının başına toplandıklarını görmüş. Yaramaz ayılınca hepsi çok sevinmişler. Bu bizimkine ders olmuş, bir daha tarlanın dışına adım bile atmamış.
Masal öğretir doğruyu,çocuklar bilmeli bunu.
Evden uzaklaşılmaz, habersiz hiç çıkılmaz.
İzinsiz gezi yapma, sonu hiç iyi olmaz,
Büyüklerini dinle, sakın kendi kendine gezme.

Sebze Masalları >> Küçük Ispanak Masalı

Küçük Ispanak Masalı

Ispanaklar yeşil ya
Yemezsen ağlarlar haaaaaa...
Sonra vitaminsiz kalır,
Üzülürsün sakın ha...

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde zaman zaman içinde biz tarlanın yanında, sebze tarla içinde, babam koştu yoruldu, annem koştu darıldı. Annem neden darıldı ? O sırada babam koşup bana sarıldı. Annem ıspanak demiş, babam almayı unutmuş, meğer annem o yüzden babama küsmüş. Ispanaklar toplanmış bir bahçenin içinde, oradan kalkıp gitmişler yoldan haber etmişler...
Biraz öncede söyledim ya çocuklar, ıspanaklar ülkesinin bütün ıspanakları bir yerde toplanmışlar ve
` Neden çocuklar bizi yemek istemiyor` diye düşünmeye başlamışlar. Bu toplantı günlerce sürmüş ama bir sonuca varamamışlar bir sene sonra yine aynı yerde toplanmak üzere ayrılmışlar...
Küçük ıspanak büyüklerinin yaptığı toplantıya katılmak istiyormuş ama toplantı için daha çok küçükmüş. Ancak bir sene sonraki toplantıya katılabilme hakkına sahipmiş, bir sene boyunca söyleyeceği her şeyi bir kağıda yazmış. Bu arada da hep düşünmüş. Günler geçmiş, sonunda tam bir sene olmuş, bizim küçük ıspanak ve bütün ıspanaklar bir araya gelmişler. Küçük ıspanak en ön sıralardan yer kapmak için iki tane yaşlı ıspanağın yere düşmesine sebep olmuş ve heyecanla sağa sola koşturmuş, annesi onu dallarından yakalamış ve sandalyeye oturması gerektiğini söylemiş, sonra da kulağına eğilip ` Sakin ol küçük ıspanak, otur artık` demiş.
Küçük ıspanak oturmuş ama yerinde duramıyormuş ki, sandalyede ayağa kalkıyor, bir yıldır hazırladığı notları topluyor, kağıtları yere düşürüyormuş. Sonunda kendisi de sandalyeden yuvarlanmış ve hazırladığı bütün kağıtlar yerlere dökülmüş, yeşil ıspanakların ayakları altında yırtılıp gitmiş. Toplantı başladığında ilk önce yaşlı ıspanaklar, sonra orta yaşlı ıspanaklar, sonrada genç ıspanaklara söz verilirmiş ama küçük ıspanak sırasını beklemek istemiyormuş,

oturduğu yerden parmak kaldırıp duruyor, bir yandan da `Ben konuşmak istiyorum, ben konuşmak istiyorum` diye bağırıyormuş. Tabi toplantıdaki herkes bundan çok rahatsız olmuş. Büyükler bir konu hakkında konuşurlarken küçüklerin her şeye bu kadar çok karışmaları hiç de hoş değilmiş doğrusu. Neyse zorla susturmuşlar bizim küçük ıspanağı. Oturmuş sessizce,büyükleri ni dinlemeye başlamış. Ispanaklardan biri; `Yeşiliz, renkliyiz işte, tadımızda bir harika hele hele ıspanaklı yumurtaya bayılıyor olmalı bu çocuklar` demiş. Bir başkası Temel Reis`in nasıl ıspanak yiyip güçlendiğinden bahsetmiş. Sonrada bir ıspanak şarkısı söylemeye başlamışlar hep birlikte.
Yeşil yeşil ıspanak yemeli.
Oh be afiyet olsun demeli.
Nerelere nerelere gitmeli..
Ispanak ıspanak, gel seni yiyelim yavaş yavaş.
Küçük ıspanak bu ninni gibi şarkıyı dinlerken uyumuş kalmış çocuklar,sabah uyandığında toplantının bittiğini görmüş. ``Ama benim söyleyecek çok şeyim vardı. Çocukların ıspanakları çok sevmesi gerekli,biz onlara güç veririz, sonra biz ıspanaklar çocukları çok severiz.`` Diye kendi kendine söylenmeye başlamış ama ne yazık ki, onu hiç bir ıspanak dinleyememiş. Bir sene sonraki ıspanaklar toplantısının beklemesi gerekiyor ve o şimdiden çalışmaya başlamış bile , bir dahaki toplantı da uyuyakalmayacağını söylüyor. Siz ne dersiniz ?

Masallar tatlı biter,
Ders alırsa küçükler.
Küçük ıspanak ne der ?
Gülümsemesi yeter.

Etiketler

Sebze Masalları >> Tonton Dolma Biber Masalı

Tonton Dolma Biber Masalı

Dolma biber ne yeşil
Sever bütün çocuklar.
Dolma yapınca annen,
Dolar bütün yanaklar.

Bir varmış, bir yokmuş evvel zaman içinde , kalbur saman içinde , derelerin dibinde sazlıkların yanında, tarlaların birinde uzun bir yolun sonunda, ağır ağır giderek `aman of yoruldum `diyerek, ara ara gülerek, yaşarmış tonton dolma biber.
Hep kendi başına yaşamaktan sıkıldığı için yanına birkaç arkadaş arar dururmuş ya, biraz fazla tonton olduğundan pek arkadaş bulamazmış. Gerçi bulduğu arkadaşları da hiç kendine göre değilmiş ya... Sivri biber çok ince kalıyormuş, oynarlarken hep bir yerleri kırılıyormuş, domates ise kendi gibi tontonmuş ama bir türlü geçinemiyorlarmış işte, karpuzla oynamak istemiş ama karpuz ondan çok ağırmış ve o koca gövdesiyle üstüne düşmüş ve bizim ki günlerce yara bere içinde yatmış.
Annesi hep sorarmış:
- Peki niye kendi yaşıtın dolma biberlerle oynamıyorsun ?
Tonton dolma biber :
- Onlar da dolma olacak günün birinde bende, ben değişik sebzelerle, meyvelerle tanışmak istiyorum dermiş.
Günlerden bir gün, Tonton dolma biber kapılarının önünde otururken oradan geçen bir maydanozla tanışmış. Maydanoz onun yanına gelmiş, incecik sesiyle ``İyi günler tonton dolmabiber`` diye seslenmiş. Sonra nasıl olmuşsa öyle güzel bir oyun bulmuşlar ki kendilerine, hoplamışlar, zıplamışlar, koşmuşlar, ağaçlara tırmanmışlar, Tonton dolma biber o kadar sevinmiş ki buna, kan ter içinde bağırmış: ``Sonunda aradığım arkadaşı buldum`` Maydanoz çiçek çiçek saçlarını sallayarak önüm arkam, sağım solum sobe saklanmayan ebe`` diye bağırıp duruyormuş ve bizim tontonla saklambaç oynuyorlarmış.
Saklambaç gün boyu sürmüş. Bizimkiler pek mutluymuş. Oturmuşlar, yemek yerken hayaller kurmuşlar birlikte... Çok güzelde bir hayalleri varmış çocuklar; İçinizden birinin sofrasına dolma olarak gelecek olan dolmabiberin içinde maydanoz olacakmış, yani hangi akıllı çocuk bu dolmayı yerse daha zeki, daha sağlıklı olacakmış. Hanginiz yediniz o dolmabiber ve maydanozu acaba ? Kim o şanslı çocuk ?
Masalın sonu güzel, arkadaşlık çok özel,
Üzme arkadaşını, onunla geçin güzel.
Haydi örnek al da bak,Tontonla maydanozu..
Güzel geçinmek için iyi huylu ol yeter.

Hz Süleyman Ve Kirpi Masalı

Hz Süleyman Ve Kirpi Masalı

Derler ki, Hz.Süleyman bütün hayvanların dillinden anlar¬mış. Bir gün, çeşmede elini yüzünü yıkarken, bir kirpi görmüş ve elini yüzünü kurulamak için havlu gibi yumuşak bir bez getirme¬sini istemiş. Kirpi, yavrusunu uzatmış ve elini onunla kurulama¬sını istemiş. Hz. Süleyman kızmış ve “Hiç olur mu bununla el yüz kurulamak, git bana doğru dürüst yumuşak bir şey getir.” demiş.
Kirpi cevap vermiş: “Ey Allah’ın Nebisi, bundan daha sevgili ve daha yumuşak bir şey yok kİ benim için…”

Kırlangıç Kuşu Fıkrası

Kırlangıç Kuşu Fıkrası

Kırlangıç kuşu, geceyi geçirecek güvenli bir yer arıyormuş. Çok geçmeden şehrin tepesindeki heykeli görmüş. Bir prens heykeliymiş bu. Kırlangıç `Burada konaklayayım` diyerek heykelin ayaklarının dibine uzanmış. Tam uykuya dalacakken başına bir su damlası düşmüş. Kırlangıç gözlerini açmış `Yağmur mu yağıyor?` diyerek yukarı bakmış. Ne görsün! Prens şıpır şıpır gözyaşı döküyormuş. Kırlangıçın yüreği sızlamış. Uçup prensin koluna konmuş `Neden ağlıyorsun?` diye sormuş.

-`Çünkü çok uzakta yoksul bir ev görüyorum. Evin penceresi açık, içeride de bir kadın ağlıyor. Küçük oğlu çok hasta. Üstelik kadının ona ilaç alacak parası yok! Keşke yaına gidip ona yardım edebilseydim. Ama yerimden kımıldayamıyorum.` demiş prens.

Kırlangıçda üzülmüş bu duruma, o da ağlamış. Prens `Sen de benim gibi şevkatlisin, kılıcımın kabzasındaki şu yakutu görüyor musun? Onu kopartıp o yoksul kadına ***ürür müsün?` diye sormuş kırlangıca.
Kırlangıç, sabah erkenden yola çıkmalı, sıcak ülkelere göç etmeliymiş. Çünkü gittikçe hava soğuyor, göç etmek güçleşiyormuş. Fakat hasta çocuğa ve yoksul kadına yardım etmek için yola çıkmaktan vazgeçmiş. Güneş doğar doğmaz, prensin kılıcındaki yakutu sökmüş. Yoksul kadının evine doğru uçmaya başlamış. Eve varınca söz verdiği gibi, yakutu kadının masasına bırakmış. Prens, yoksul kadının, masasında bir yakut bulup nasıl sevindiğini görmüş. Artık o mutlu bir prensmiş

Yavru Geyiğin Hazırlığı Masalı

Yavru Geyiğin Hazırlığı Masalı

YAVRU GEYİK
Yavru geyik bir gün uyandığında annesini göremeyince annesinin yiyecek toplamaya gittiğini tahmin etmiş.Sonra tekrar yatmış ama uyuyamamış dönüp durmuş ve acıktığının farkına varmış.Sütünü içmiş sonra çok canı sıkılınca hawada güzel olduğu için dışarı çıkmış.Yürürken keşke birine rastlasam da sohbet etsek diyormuş.Karıncayla karşılaşmış.Karınca: ne yapıyorsun burda sen bir yawru geyiksin orman çok tehlikelidir başına bir iş gelir demiş.Yawru geyikte:tamam zaten gidiyorum demiş.Sonra ilerden şarkı sesleri duymuş.Hızla koşmaya başlamış.Şarkı söyleyenler kurbağalarmış.Kurbağalar yavru geyik gelince susmuşlar.Herkez bir ağızdan yavru geyik burda ne işin var demişler bağırarak.Yavru geyikte üzgün bir sesle: ama yavru geyikler gezemezler mi? Neden bizim hakkımız yok mu demiş.Üzülmesin diye yaşlı kurbağa:tabikide yavru kurbağalar da gezerler onların da hakkı var demiş. bunun üzerine yavru geyik sewinmiş.Ama orman tehlikelidir.Evine geri git annen merak eder diyerek sözünü devam ettirmiş.Yavru geyik:teşekkür ederim sizlere annnem merak etmesin daha fazla ben gidiyim demiş.Ve yola çıkmış yol boyunca koşmuş.Annesi evin önünde ağlıyormuş merak etmiş.Bunun üzerine yavru geyikte söz vermiş.Yavru geyik:bundan böyle senden izinsiz hiç bir yere gitmicem demiş ve hiç izinsiz dışarı çıkmamış.

Nasreddin Hoca Masalı

 Nasreddin Hoca Masalı

bir gün nasretttin hoca konya`ya gitmiş.konya`da bir adamla görüşmüş.bu adam bir gün nasretttin hoca`ya kaç yaşında olduğunu sormuş.nasrettin hoca kaç yaşındasın?diye sormuş.nasrettin hoca ben 40 yaşındayım demiş.aradan yıllar
aylar geçmiş nasrettin hoca`ya kaç yaşında olduğunu bir kez daha sormuş.nasrettin hoca kaç yaşındasın?diye sormuş .nasrettin hoca ben 40 yaşındayım demiş.adam şaşırmış olur mu nasrettin hocam aradan yıllar geçti nasıl 40yaşında olursun demiş.nasrettin hoca erkek adam sözünden hiç dönermi demiş.

Kalbini Çocuklarına Veren Anne Masalı

 Kalbini Çocuklarına Veren Anne Masalı

bir varmış bir yokmuş allahın kulu çokmuş bu kullarının içindede çok sıcak kalpli bir anne varmış.Lakin annenin iki oğlu çok kötü huyluymuş.Anne ve babaları onlar için çalışmış çabalamış ama olmayınca olmuyormuş çocuklar bir türlü akıllanmıyormuş.En sonunda anneleri üzüntuden hastalanmış nedenmi çocuklar bildiğini yapıyorlar kurallara uymuyorlar sanki bunlar insan içind yaşamamış her kötuluk bunlarda asilik yalancılık tabi annede hallerine üzülürmüş.Her zaman allaha yalvarırmış allahım ne olursun çocukları ıslah eyle umudu allaha kalmış.Ama sonlarını görmeden rahmetlik olmuş.

Aslanın Pençesindeki Diken Masalı

 Aslanın Pençesindeki Diken Masalı

Vaktiyle bir köle kaçıp ormana sığınmış. Etrafta gezinirken, iniltiler içinde ızdırap çeken bir aslan görmüş önce korkup kaçmaya yeltenmiş. Fakat aslanın yerinden hiç kıpırdamadığını yalvaran gözlerle kendisine baktığını görüp durmuş. Aslan kanayan pençesini uzatıyormuş ona. Köle dikkatlice bakınca, aslanın pençesine büyük bir dikenin saplandığını görmüş. Dikeni çıkarıp yarayı temizleyen köle, gömleğinden kopardığı bezle de iyice sarmış. Rahatlayan aslan ayağa kalkıp kölenin ellerini yalamaya başlamış. Sonra da önüne düşüp yaşadığı inine götürmüş. Her gün yakaladığı avları ine taşıyıp, köleye yardım ediyormuş. Bu beraberlikleri uzun sürmemiş. Ormana gelen avcılar ikisini de yakalamışlar. Ayrı kafeslere kapatıp günlerce aç bırakmışlar onları. Kralın da hazır bulunduğu bir gün kafesin ağzı açılmış. Aslanın köleyi nasıl parçalayacağını herkes merakla bekliyormuş. Büyük bir iştahla saldıran aslan, kölenin yanına gelince onu tanımış. Önünde bir köpek sadakatiyle durup ellerini yalamaya başlamış. Kral bu duruma çok şaşırmış. Köleyi yanına çağırıp bütün hikayeyi dinlemiş ondan. Anlatılanlardan çok etkilenen kral kölenin affedilmesini aslanın da ormana salı verilmesini emretmiş.

Tren Masalı

 Tren Masalı

Evvel zaman içinde bir orman varmış. Bu ormanın kenarından tren yolu geçermiş. Her gün bir tren kasabadan kente giderken bu ormanın yamacından geçermiş. Ormandaki hayvanlar treni çok severlermiş. Tren ormanın kenarına gelince düdüğünü öttürür haber verirmiş: Düüüüüütt!.. O zaman hayvanlar ormanın kenarına koşarlarmış. Tavşanlar, sincaplar kulaklarını sallayarak onu selamlarmış. Çiçekler bile başlarını sallar, kuşlar onunla yarışırlarmış. Trende keyifli keyifli çuf, çuf çuf çuf eder, puf puf puf diye dumanını çıkararak geçer gidermiş.

Bir gün kara karga, “Aman bıktım bu trenin sesinden” diye gecirmis icinden. Kargaların kendi sesleri çirkin olduğu için olacak, trenin sesini, güzel düdüğünü sevmemiş bizim kara karga. Sonra da gidip trene şöyle demiş: “Biz senin sesini sevmiyoruz öttürüp durma.”Tren bu işe çok üzülmüş. “Beni seviyorlar sanıyordum” demiş. Ertesi günü ormanın kenarına varınca her zamanki gibi düdük çalacakmış, ama karganın söyledikleri aklına gelince `düt` demiş kesmiş düdüğü. Sonra da kimse duymasın diye çok, ama çok yavaş geçmiş gitmiş: Çuf, çuf, çuf, puuuuff… dumandan anlamış ormandakiler trenin geçtiğini hemen koşmuşlar ama yetişememişler. Tren o kadar yavaş gitmiş ki kente geç gelmiş. Makinistler merak etmişler. Acaba bir arıza mı var diye. Oysa tren yavaş gittiği için gecikmiş.Ertesi gün tren ormanın kenarına gelince düdüğünü hiç çalmamış. Sonra da “düdük çalmadan, ormandakileri görmeden ne diye gideyim, hiç gitmem” demiş. Orada durmuş kalmış. Kentte beklemişler. Tren gelmemiş. Makinistler “Dünden belli oluyordu, arıza yaptı herhalde” demişler. Yeni bir lokomotif çıkarmışlar ve treni kasabaya geri çekmişler. Ertesi gün trene bakmaya karar vermişler.Bu sırada ormandakiler toplanıp aralarında konuşmuşlar. Treni özledik ne yapsak, diye düşünmüşler. Kuşlar ağlamışlar. Bize darıldı diye üzülüyorlarmış. Kara karga olanları görünce yaptığı yanlışı anlamış. “Sanırım siz seviyordunuz. Oysa ben ötmemesini söyledim. Ama üzülmeyin gider kendim anlatırım.” demiş ve ormanda herkes seni çok seviyor ve sen geçmediğin için üzülüyorlar.Kara tren bunu duyunca çok sevinmiş. “Yarın geleceğim git söyle” demiş.Ertesi gün makinistler gelmişler. Trende hiçbir arıza bulamamışlar. Çok şaşırmışlar. Yağlanması gerektiğini düşünmüşler. Treni bir güzel yağlamışlar. Sonra da yola çıkarmışlar. Tren koşa koşa ormana gelmiş. Gelince de uzun bir düdük çalmış. Düüüüüüüüüü…üüüüüü…..üüüüüüüt. Sincaplar, tavşanlar, kuşlar koşmuşlar trene, trende gene çuf çuf çuf, diye keyifle giderken puf puf puf, diye dumanını taa göklere salmış. O gün kente tam vaktinde varmış ve bir daha hiç bozulmamış.

Türk Masalları >> Hişt Hişt Masalı

 Hişt Hişt Masalı

Yürüyordum. Yürüdükçe de açılıyordum. Evden kızgın çıkmıştım. Belki de tıraş bıçağına sinirlenmiştim. Olur, olur! Mutlak traş bıçağına sinirlenmiş olacağım.

Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz olması, pekala bir meseledir. Kim demiş mesele değildir, diye? Budalalık! Ya yağmur yağsaydı? Ya otların yeşili mor, ya denizin mavisi kırmızı olsaydı? Olsaydı o zaman mesele olurdu, işte.

Çikolata renginde bir yaprak, çağla bademi renkli bir keçi gördüm. Birisi arkamdan:

-Hişt,dedi.

Dönüp baktım. Yolun kenarındaki daha boyunu posunu almamış taze devedikenleriyle karabaşlar erik lezzetinde bana baktılar. Dişlerim kamaştı. Yolda kimsecikler yoktu. Bir evin damını, uzakta uçan bir iki kuşu, yaprakların arasından denizi gördüm. Yoluma devam ederken:

-Hişt hişt, dedi.

Dönüp bakmak istedim. Belki de çok istediğim için dönüp bakamadım. Olabilir. Gökten bir kuş hişt hişt ederek geçmiştir. Arkamdan yılan, tosbağa, bir kirpi geçmiştir. Bir böcek vardır belki hişt hişt diyen.

Hişt! dedi yine.

Bu sefer belki de isteksizlikten dönüp baktım çalıların arasına birisi saklanıyormuş gibi geldi bana.

Yolun kenarına oturdum. Az ötemde bir eşek otluyor. Onun da rengi çağla bademi, ağzı, dişleri, kulakları boynu ne güzel. Otluyor. Otları adeta çatırdata çatırdata yiyor. Belki de bu çıtırtılı, çatırtılı sesi `hişt hişt` diye duymuşumdur. Eşeğin ot koparışının sesinden apayrı bir ses:

- Hişt hişt hişt, dedi.

Hani bazı kulağımızın dibinde çok tanıdığımız bir ses isminizi çağırıverir. Olur değil mi? Pek enderdir. Belki de kendi kafanızın içinden sizin sevdiğiniz, hatırladığınız bir ses, ses olmadan sizi çağırmıştır. Olabilir.

Birdenbire güneşi, buluta benzemez garip ve sarı bir sis kapladı. Bir kirli el, çağla bademi eşeğin sırtından bir kumaş çekip aldı. Her zamanki kül rengi, yer yer havı dökülmüş eski mantosunu giydirdi eşeğe.

Yola indim. İstediği kadar hişt desin. İsterse sahici sulu bir dost olsun. İsterse kimseler olmasın, kendi kendime kulağıma hişt hişt diyen bir divane olayım, ben, aldırmayacağım.

Belki bir kuştur. Belki tosbağadır. Belki bir kirpidir. Belki de yakın denizden seslenen bir balık, bir canavardır. Karabataktır. Mihalaki kuşudur.

İyisi mi ben kendim hişt hişt derim. O zaman tamamı tamamına pek hişt hişt seslenişine benzemeyen, benzemesin diye uğraştığım bir mırıldanmadır, tutturdum.

Birdenbire, önümde bir adamla bir kadın gördüm. Kalpazankaya yolunu sordular. Üstündesiniz dedim. Sanki yol hareket etti. Yürümediler. İki adımda benden uzaklaştılar. Koyunların arasına yüzükoyun uzanmış papazın oğlunu gördüm. Yüzünden aptal, çilli horoza benzer bir mahluk kalktı. Ağzının salyasını sildi. Kuzuyu bacaklarından tuttu. Kuzu ile yere yıkıldı. Kuzuyu burnundan öptü. Papazın oğlu çirkin, aptal, otuzbirli bir yüzle baktı. Şimdi bir çiçek tarlasında idim. Bana hişt hişt diyen mutlak bir kuştu. Vardır böyle kuşlar. Cık cık demezler de hişt hişt derler. Kuştu kuş.

Bir adam yer belliyordu. Belin demirine basıyor, kırmızıya çalan bir toprak altını, üste aktarıyordu.

- Merhaba hemşerim, dedi.

- Ooo! Merhaba! Dedim.

Tekrar işine daldı. Hişt hişt, dedim. Aldırmadı. Bir daha hişt, dedim. Yine aldırmadı. Hızlı hızlı hişt hişt hişt!

-Buyur beğim, dedi.

-Bir şey söylemedim, dedim.

Küçük parmağını kulağına soktu. Kaşıdı. Çıkarıp parmağına baktı. Belin sapına siler gibi yaptı.

- Hişt hişt, dedim.

Yüzünü göğe kaldırdı. Kuşlara baktı. Denize baktı. Dönüp şüphe ile bana baktı.

- Bu sene enginarlar nasıl? Dedim.

- İyi değil, dedi.

- Baklayı ne zaman keseceksin?

- Daha ister, dedi.

Nefes alır gibi `hişt` dedim.

Yine şüphe ile denize, şüphe ile göğe, şüphe ile bana baktı.

- Kuşlar olmalı, dedim.

- Benim de kulağıma bir hışırtı gelir amma, dedi, ne taraftan gelir? Zati bu sırada şu kulağım ağırlaştı.

- Bir yıkatmalı, dedim, benim de geçenlerde ağırlaşmıştı...

- Yıkattın mı?

- Yıkatmadım, hacet kalmadı, doktora gittim. Alıverdi; pislikmiş.

- Çocuklar nasıl? diye sordum.

- İyiler, dedi. Dokuzdu sekiz kaldı. Biliyorsun dokuzuncusunun macerasını ya...

- Sus, sus, dedim. Yürekler acısı. Haydi allahaısmarladık!

- Haydi güle güle.

Biraz uzaklaşınca:

- Hişt hişt.

Bu sefer yakaladım. Bahçıvandı. Oydu oydu.

- Hadi hadi yakaladım bu sefer seni, dedim.

- Yok vallahi, dedi, vallahi daha kesmedim bakla, senden ne diye saklayayım, parasıyla değil mi?

- Sen değil misin hişt hişt diyen?

- Ben de duyarım bir ses, amma bulamam nereden gelir?

Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları.

Hişt hişt!

Hişt hişt!

Hişt hişt!

* * *
Sait Faik, Alemdağ`da Var Bir Yılan, (Sayfa 65,66,67,68) Yapı Kredi Yayınları, 1. baskı, Kasım 2002

Vatandaş ne düşünüyor?

Her okudugumda agliyorum. Nasil bir yetenektin sen, nasil goruyordun dunyayi. Nasil?

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...