Keloğlan ve Sihirli Kuş Masalı

Bir varmış bir yokmuş. Bir masal ülkesinde Gülyüz derler,  gül yüzlü,  güler yüzlü bir kız varmış. Gülyüz, bir padişah kızıymış. Bir gün gergefini kurmuş, nakış üstüne nakış işliyormuş has bahçede. Derken, görülmemiş güzellikte, gerdanı kınalı, gözleri  zümrüt,  gagası  mercan  bir kuş gelmiş,  gergefin  üstüne  konmuş.  Gözlerini kızın gözlerine dikmiş,  başlamış içli bir ezgiyle ötmeye. Gülyüz, sanki büyülenmiş gibi ayıramamış gözlerini kuştan.

Neden sonra incili ipek çevresini kaldırıp atmış kuşun üstüne. Kuş, çevreyi mercan gagasıyla kaptığı gibi “Pırr…” diye kanat çırpmış, uçup gitmiş. Kız da arkasından bakmış kalmış. O günden sonra Gülyüz Sultan, her gün has bahçeye iner, özlem dolu gözlerle kuşu bekler dururmuş.  Ama ne çare… Bu göz kamaştırıcı kuş bir  daha  görünmemiş.  Küçük  sultan  ise  kuşu  bir  türlü  aklından  çıkaramıyormuş. Kuşun  özlemiyle  günden  güne  sararıp  solmuş.  Ülkenin  tüm  hekimleri,  padişah kızının derdine çare bulmaya çalışıyorlarmış.


Onlar çalışadursunlar, biz haberi Keloğlan’dan verelim. Keloğlan, Gülyüz’ün çevresini  kuşa  attığı günlerde  yine  yayan  yapıldak  dağ bayır  dolaşır  dururmuş  o yörelerde.  Dağlar  aşmış,  dereler  geçmiş,  çıkınındaki  azığı  tükettiği  bir  gün  bir garipçe kuş gelmiş, yorgun kanatlarla bir çalı dibine atmış kendini.


Keloğlan sevinmiş, “Kısmetim ayağıma geldi. Tutar, kızartır, yerim.” demiş içinden. Usulca sokulmuş. Külahını atmış üstüne, kuşu tutmuş. Bir de ne görsün? Ağzında sırma işlemeli incili bir çevre… Keloğlan şaşmış kalmış. Bu göz alıcı renklerle bezeli kuşu kesip yemeye kıyamamış. Ağzına su akıtmış, “Bu kuş, yuvasına her zaman inci mercan götürüyorsa  yaşadık.”  demiş.  İzleyip  yuvasını bulmak için kuşu salıvermiş.


Kuş uçmuş, Keloğlan koşmuş; kuş uçmuş, Keloğlan koşmuş… Derelerden sel ile, tepelerden yel ile, gitmiş kuşun ardından, başındaki kel ile… Sonunda vara vara cennete eş bin bir renkli bir bahçeye varmışlar. Kuşu kaybetmiş bahçede ama kendini kaybetmemiş Keloğlan. Bahçeyi geçmiş, bir altın saray çıkmış karşısına. Saraya girmiş.  Kimseler  yokmuş  içeride.  Keloğlan  şaşkın,  “  Buranın  elbette  bir  sahibi vardır.” diye geçirmiş içinden.


Dönmüş dolaşmış bir kapıyı açmış. Bir yemek odası görmüş. Ne isterseniz varmış  sofrada. Canı çekmiş Keloğlan’ın. Elini uzatıp da bir lokma alacak olmuş. “Yerse önce Murat Şah yer!” diye eline bir kepçe vurmuşlar. Birden Keloğlan’ın eli şişmiş. Ne vuranı görmüş ne söyleyeni. Korkmuş Keloğlan, “ Periler sarayı olmasın burası.”  diye  çıkıp  kaçacağı  sırada  bir  kanat  sesi  çalınmış  kulağına.  Hemen
Sponsorlu Bağlantılar
 bir dolaba girip saklanmış.


Biraz sonra o gerdanı kınalı, kanadı nakışlı kuş gelmiş. Odanın ortasındaki su dolu altın leğenin içine dalmış. İnanamayacaksınız ama, bir silkinmiş tüyünü teleğini dökmüş,  civan bir delikanlı olmuş.  Keloğlan gördüklerine  inanamamış da olanlara akıl erdirmeye çalışırken delikanlı koynundan o incili çevreyi çıkarmış. Hem koklar hem de “Ah sultanım nerelerdesin? Senin gözlerin de yaşlı mı şimdi?” diye göz yaşlarını silermiş.


Bir  süre  ağlayıp  söylendikten  sonra  yine  kuş  olmuş  “Pırr…”  demiş,  uçup gitmiş.  Keloğlan’ın  ağzı açık  kalmış.  Hemen  dolaptan  fırlamış,  kendini  bu  perili saraydan  dışarı  atmış.  Arkasına  bile  bakmadan  oradan  kaçmış.   Sihirli  bahçeyi geçmiş, alaca karanlıkları aşmış, düze ulaşmış.


Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş… Derken bir yerlere gelince bakmış ki bir kalabalık, bir kıyamet. Sokulmuş Keloğlan da ne oluyor diye. Burası bir hamammış.  Ülkenin padişahı,  kızı Gülyüz Sultan’ın derdine çare bulamamış da bu hamamı yaptırmış. Dört yöne de haber salmış. “Her kimin başından ilginç olay geçmişse gelsin anlatsın, hamamda da bedava yıkansın…” diye. Böylece kızının avunacağını umuyormuş. Keloğlan da hamama girmiş, yıkanmış. Başından geçenleri anlatması için onu Gülyüz Sultan’ın önüne çıkarmışlar.


Keloğlan  mindere  oturmuş:  “Dinle  sultanım,  sana  bir  şey  anlatayım  ama hayretten sakın küçük dilini yutma…” diye başlamış başından geçenleri bir bir anlatmaya. Kulaklarına inanamayan sultan, “ Aman Keloğlan bu hamamı sana bağışladım. Ne olur bana oranın yolunu göster!” diye yalvarmış Keloğlan’a. Böylece  sihirli kuşun  yoluna  düşmüşler.  Az gitmişler,  uz gitmişler;  sonunda Keloğlan bin bir renkli o sihirli bahçeyi bulmuş.


Altın sarayı Gülyüz Sultan’a göstermiş: “Asıl görüp şaşacakların içeride sultan bacı.  Hadi  eğleşmeden  girelim  saraya.”  Demiş  ama  Gülyüz,  Keloğlan’ı  tehlikeye atmak istememiş. Helalleşip ayrılmış; altın saraya girmiş, dolaba saklanmış. Biraz sonra sihirli kuş gelmiş. Silkinmiş, civan yapılı bir genç olmuş. Sultanın çevresini çıkararak “Bu çevreyi işleyen eller sağ mı? Bir daha sultanımın yüzünü görebilecek miyim?” diye ağlayıp mendille göz yaşlarını silmiş.


Kız hemen koşmuş, delikanlının kollarına atılmış. Meğer bu delikanlı da insan soyundanmış. O da bir padişah oğluymuş. Murat Şah’mış adı. Masal bu ya nasıl olmuşsa  perilerin ağına düşmüş  bir gün. Bir daha da kurtulamamış  tılsımlarından. Onu  seven  bir  insan  eli,  eline  değinceye  dek  bozulmamış  tılsım…  Sultan  ona sevgiyle sarılınca tılsım bozulmuş, periler ülkesinden birlikte kaçmışlar. Kırk gün kırk gecelik düğünleri kurulmuş. Mutlu bir yaşama başlamışlar.

Gül Hanım Okuma Masalı

Evvel  zaman  içinde,  ülkenin  birinde,  zengin  bir  adamın,  GÜL  HANIM adında güzel bir kızı varmış ve her gün pencerenin önünde oturur gergef işlermiş. Bir gün penceresine bir kuş konmuş. Kıza "Gül Hanım, Gül Hanım, sen bu gergefi ister işle ister işleme. Kırk gün, kırk gece bir ölünün başını bekleyeceksin, ondan sonra murada ereceksin" demiş ve uçup gitmiş.
 
Kız kuşun söylediklerini anasıyla babasına anlatmış. Onlar da hemen, göçlerini toplayıp kızlarını da alarak o kenti terk etmişler. Yolda giderlerken, gece olunca ağaçlık bir yerde konaklayıp uyumuşlar. Gece karanlığında, herkes uykudayken birileri  kızı  kaçırıp,  içinde  hiçbir  canlının  bulunmadığı  bir  saraya  kapatmışlar. Sabah olup da kız uyanınca, ben neredeyim diye sasırmış, kalkıp sarayı dolaşmaya başlamış. Odalar bomboşmuş. Yalnız son açtığı odada, bir delikanlı ölüsü yatıyormuş ve yanında da pek çok yiyecek varmış.

Kız kuşun söylediği, kırk gün bekleyeceği ölünün bu güzel delikanlı olduğunu anlayarak, orada bulunan yiyeceklerden yiyip, sabırla beklemeye başlamış. Saray bir denizin ortasındaymış. Günler geçtikçe, kızın canı yalnızlıktan çok sıkılmaya başlamış. Bir gün denizden bir geminin geçtiğini görmüş… Balkondan mendil sallayarak, geminin yaklaşmasını beklemiş ve kaptandan kendisine arkadaşlık yapacak  bir  cariye  istemiş...   Kaptan  da  onun  yalnızlığına  acıyıp,  bir  cariye armağan etmiş.  Bundan sonraki günlerde ölünün başını ikisi beklemeye başlamışlar. Gece  gündüz  uyumadan  bekliyorlarmış.   Kırkıncı  gün  yaklaşırken,   cariye  Gül Hanım'a "Hanım sen uyu kırkıncı gün dolup oğlan uyanınca, ben seni kaldırırım" demiş. Çok uykusuz olan kız da yatıp derin bir uykuya dalmış.

Kırkıncı gün dolup da oğlan gözlerini açınca, başında cariyeyi görmüş ve ona kim olduğunu sormuş. Cariye de "Kırk gündür senin başını bekleyerek, yeniden dirilmeni sağlayan Gül Hanım benim. Şu kenarda uyuyan da benim cariyem" demiş. Meğer bu oğlan bir prensmiş  ve bir büyü
Sponsorlu Bağlantılar
 nedeniyle  öyle  uyuyup  kalmış…  Kız başını  beklediği için, büyü bozulup da oğlan uyanınca, saraydaki her şey ve herkes eski günlerine dönüp canlanmış. Prens güzel bir düğün yaparak cariyeyle evlenmiş. Sonradan  uyanan  Gül  Hanım,  olanları  görmüş,  ama  bir  şey  söylememiş.  Cariye prensle evlenip, kraliçe olunca, Gül Hanım'ı kendisine cariye yapmış ve ona çok eziyet etmeye başlamış.
Günlerden bir gün, prens gemisine binip, uzak bir ülkeye gitmek üzere yola çıkmış…  Giderken  de  saraydaki  herkese  ne  istediklerini  sormuş.  Gül  Hanım'a gelince kız ondan, kendisine bir sabır taşı getirmesini istemiş. Bey gittiği ülkede gezmiş eğlenmiş,  herkesin istediği armağanı almış, yalnız Gül Hanım'ın sabır taşını unutmuş. Ülkesine geri dönmek için gemisine binmiş fakat gemi bir türlü hareket etmiyormuş.  Prens kaptana nedenini sorunca "Siz birisinin armağanını unuttunuz, gemi ondan yürümüyor" demiş. Bey o zaman, neyi unuttuğunu hatırlayıp geri dönmüş ve bir sabır taşı almış. Taşı satan adam prense, "Sen, bu taşı vereceğin her kimse onu iyi gözle, bakalım neler olacak" demiş.

Prens dönünce herkesin armağanını dağıtmış, sonra da sabır taşını alıp hemen odasına koşan kızın arkasından giderek, onu gözetlemeye başlamış. Kız taşı önüne koymuş, eline de bir hançer almış.  Gözyaşları  içinde başından  geçenleri sabır taşına  anlatmaya  başlamış.  Anlattıkça  taş şişmiş,  sonunda  da dayanamayıp  çat diye ortasından çatlamış. Her şeyi anlatan kız, bu çektiği acılar karşısında sabır taşının bile çatladığını görünce, elindeki hançerle kendisini öldürmek istemiş. O sırada kapı arasından her şeyi gören ve duyan prens, gerçekleri öğrenince, hemen odaya girip hançeri Gül Hanım'ın elinden alarak ona sarılmış, sonra da yanlışlıkla evlendiği  cariyeyi  çağırarak,  sarayından  kovmuş.   Kırk  gün  kırk  gece  düğün yaparak, Gül Hanım'la evlenmişler ve günümüze kadar hep mutlu yaşamışlar. Onlara kömür, bize uzun ömür...

Mir Mehmet ile Altı Kardeşi Okuma Masalı

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber iken karşı hamam içinde. Zamanın birinde, büyük bir şehirde, bir padişah yaşarmış. Ünü şanı her tarafa yayılan bu padişahın yedi oğlu varmış ve yedisi de bekârmış. Gel zaman git zaman, günün birinde padişah ölmüş. Yedi kardeş de aralarında toplanarak evlenmeye karar vermişler.  En küçükleri olan Mehmet, yörede yiğitliği ve yürekliliği ile tanınırmış. Herkes  onu  “Mir”  lakabıyla  anarmış.  Mir  Mehmet  kardeşlerine,  “Bizim evleneceğimiz kızlar da kardeş olsunlar, böylece ailemiz dağılmaz, hep bir arada yaşarız.” demiş. Bu öneriyi yerinde bulan oğlanlar, nasıl ederiz de aklı başında yedi kız kardeş buluruz diye, düşünmeye  başlamışlar.  Babalarının ölümünden sonra, bu şehirde kalamayacaklarını anlayan kardeşler, başka bir şehirde oturan amcalarının yanında kalmak üzere yola çıkmışlar. Oraya varışlarının üçüncü gününde amcaları onlara,  “Sizin  bir derdiniz  mi var?” diye sormuş.  Onlar  da evlenme  konusundaki düşüncelerini  anlatmışlar.  Bunun  üzerine  amcaları,  “Şu düşündüğünüz  şeye  bakın hele. Benim yedi tane kızım var, alın onları götürün, yalnız yolda giderken asla Üç Yayla’da konaklamayın.” demiş. 

Çok sevinen kardeşler, gereken yol hazırlığını tamamlayıp, amcalarının yedi kızını  da  alarak  yola  çıkmışlar.  Az  gidip  uz  gitmişler,  dere  tepe  düz  gitmişler, sonunda  gece  bastırırken,  amcalarının  asla  kalmayın  dediği yaylada  gecelemişler. Mir Mehmet’in bütün uyarılarına rağmen de orada gecelemeye karar vermişler. Kardeşlerine   söz  dinletemeyen   Mehmet,   uyumayarak   nöbet  tutmaya  başlamış. Gecenin bir vaktinde, tüyler ürperten korkunç bir ejderha gelip, oğlanın karşısına durmuş ve  “Benim  kuş uçmaz,  kervan  geçmez  yaylamda  nasıl  olur  da konaklarsınız!” diyerek bağırıp Mir Mehmet’in üzerine yürümüş. Sabaha kadar ejderha ile dövüşen oğlan, sonunda onu öldürerek yanlarındaki dereye atmış. Sabah   olunca,   her   şeyden   habersiz   uyuyan   kardeşlerine   de   hiçbir   şey söylememiş ve onlarla beraber yola devam etmiş. Gün batarken ikinci yaylaya ulaşmışlar ve Mehmet’in dışında herkes yine yatıp uyumuş. Gecenin bir yarısında, birincisinden  daha  korkunç  bir  ejderha  çıkıp  gelmiş  ama,  oğlan  sabaha  kadar dövüşerek bunu da öldürmüş, sabah olunca yine kardeşleriyle birlikte yola devam etmiş.

Akşama kadar yürüdükten sonra da hava kararırken, üçüncü yaylaya ulaşmışlar ve yatıp uyumuşlar. İki gecedir uykusuz ve yorgun olan Mir Mehmet de bir zaman nöbet tuttuktan sonra uykuya yenilmiş ve sızıp kalmış.
Sponsorlu Bağlantılar
Gecenin bir yarısında çıkagelen bir azgın ejderha Mehmet’in boğazına sarılıp, “Yörede sözü edilen kahraman sen misin?” diye sormuş. O da “Benim” deyince, “Öyleyse  git ve sana tarif  edeceğim ülkenin  kralının  kızını  al gel.  Sana ancak  o zaman inanırım.” demiş. Sabah olunca, kardeşlerine ve amca kızlarına, uzun bir yolculuğa   çıkacağını   söyleyen   Mehmet,   dönüp   dönmeyeceğini   de  bilmediğini belirterek herkesle vedalaşıp yola koyulmuş.
 
Dere  tepe  giderken  küçük  bir  akarsunun  karşısına  geçemeyen  karıncaların telaşını  görerek,  hemen  kılıcını  çıkarıp,  suyun  üzerine  uzatmış  ve  karıncaların karşıya geçmelerine yardımcı olmuş. Bu adamın Mir Mehmet olduğunu anlayan karıncalar da ona iki tüy vererek, “Ne zaman başın sıkışırsa bu iki tüyü birbirine sürt, biz gelir sana yardım ederiz.”  demişler.  Karıncalardan  ayrılıp yoluna devam eden oğlan giderken, denizlerin sularını kurutabilecek kadar çok su içebilen bir adama rastlamış. Adam, bu yolcunun Mir Mehmet olduğunu öğrenince, “Her zaman sana hizmet etmeye hazırım, ne zaman başın sıkışırsa beni ara.” demiş. Yine yoluna giden oğlan, bu kez de çok obur ve çok güçlü bir adama rastlamış. O da kendisine yardım edebileceğini söylemiş.

Mir Mehmet sonunda ejderhanın tarif ettiği ülkeye varmış ve kralın huzuruna çıkıp, kızını istemiş. Oğlanı dinleyen kral, bıyık altından gülerek, ona bazı şartlarının olduğunu söylemiş ve bunları şöyle sıralamış: “Bir: Sana üç tandır fırın ekmeği getireceğim, bunların hepsini bir oturmada yiyeceksin. İki: Üç araba odunu ateşe vereceğim sen bu yangını bir çırpıda söndüreceksin. Üç: Arpa, mercimek ve buğday karışımı üç araba tahılı bir gecede birbirinden ayıracaksın.” Çaresiz kalan oğlan bu şartları   kabul   etmiş   etmesine   ya,   bir   yandan   da   bu   işi   nasıl   başaracağını düşünüyormuş.  Ertesi gün, kralın önüne koyduğu üç fırın ekmeğin başına  oturmuş ama, bitirmesinin mümkün olmadığını görmüş. Tam o sırada aklına, yolda rastladığı obur  ve  güçlü  adam  gelmiş.  Hemen  çağırarak bütün  ekmekleri  yemesini  istemiş. Ateşi de yine yolda rastladığı çok su içebilen adama söndürtmüş. Sıra, tahılların ayrılmasına gelince de hemen karıncaları çağırmış ve onlar bir gecede bu üç araba tahılı ayırıp, ayrı ayrı kümeler halinde yığmışlar. Bütün  bu olup bitenler  karşısında  şaşkınlığa  düşen  kral, sonunda  kızını Mir Mehmet’e vermek zorunda kalmış. Kızı alıp ülkesine dönen oğlanı, herkes büyük bir sevgiyle karşılamış. Bütün kardeşler, geri kalan ömürlerini mutluluk içinde yaşamışlar.

Şirin ile Şevketli Okuma Masalı

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, dört tarafı dağlarla kaplı bir köyün içinde, oğlu ile birlikte yaşayan, çok zengin bir adam varmış. Oğlanın adı Mirza Muhammet'miş.  Adam  her gün erkenden  evden  çıkar akşam  geç vakit dönermiş, çünkü bu adam her gün sırma gibi saçları, kiraz gibi dudakları, yay gibi kaşları ve ok gibi kirpikleri olan, güzeller güzeli Acem şahının kızı Şirin'i ararmış, ama bir türlü bulamazmış.  Elinde  yalnızca  onun bir resmi varmış.  Zavallı  adam,  hep bu resme bakar bakar ağlarmış.
Bu adamın oğlu olan Muhammet ise, on dokuz yaşına gelmiş olmasına rağmen, hiç  dışarıya  çıkmazmış.  Günlerden  bir  gün  Muhammet,  kendi  odasından  çıkıp babasının odasına girmiş ve duvarda asılı olan Şirin'in resmini görmüş. Görmesiyle birlikte,  düşüp  bayılması  da  bir  olmuş.  Ayılır  ayılmaz,  evdeki  hizmetlilere  bu resimdeki  kızın  kim  olduğunu  sormuş.   Öğrenince  de  onu  bulmak  için  yollara düşmüş. Günlerce yürüyüp dağlar tepeler aştıktan sonra, bir yaylaya varmış. Oradaki bir çeşmenin başında, güzel bir kız görmüş. Yakınına gelince bunun resimdeki kız olduğunu anlamış ve ona, "Yaylanız neden bu kadar ıssız, niçin ortalarda kimseler görünmüyor"  diye sormuş. Şirin de "Yaylamız  saldırıya  uğradı, babam ve ağabeylerim  yağmalanan  mallarımızın  peşine  düştüler"  diye  cevap  vermiş.  Bunu duyan oğlan, hemen kestirme yollardan geçip yağmacıları yakalamış ve mallan geri getirmiş. Bu delikanlıyı çok beğenen Şirin'in babası, ona kim olduğunu sormuş. Nereden ve niçin geldiğini öğrenince de kızını ona vermiş. Böylece muradına eren oğlan, bir zaman orada kaldıktan sonra, evini özlemeye başlamış. Kayınbabasından izin isteyip, karısını da yanına alarak köyüne gitmiş. Onları gören köy halkı, hemen koşup  oğlanın babasına  müjdeyi  vermişler.  Şirin'i oğlunun elinden  almak  isteyen adam, hizmetlisine hemen zehirli bir kahve yapmasını ve gelir gelmez onu oğluna ikram  etmesini  söylemiş.  Böylece  oğlunu  öldürüp,  Şirin'le kendisi  evlenecekmiş ama, hizmetçi gidip Muhammet'e babasının niyetini anlatmış. Oğlan inanmayınca da getirdiği kahveyi, odada bulunan kekliğe içirmiş. Keklik hemen oracıkta ölüvermiş. Olanlara çok üzülen oğlan, hemen karısını alıp, baba evinden uzaklaşmış. Karı koca bir zaman gittikten sonra, bir köye varmışlar. Oradaki bir ayakkabıcıya ayakkabısını tamir ettiren oğlan, bu sırada da başından geçenleri ona anlatmış. Ayakkabıcı da ona, kendisinin  aslında  zengin  bir  bey  olduğunu,  ama  halka  çok  kötü  davrandığını, zamanla bundan pişmanlık duyarak, tüm malını mülkünü bırakıp, ayakkabıcılığa başladığını   böylece   insanlara   kendisini   bağışlatmaya   çalıştığını   söylemiş   ve isterseniz  benim  evimde  kalabilirsiniz  demiş.  Ayakkabıcının  teklifini  kabul  eden oğlan, karısıyla birlikte onun evine yerleşerek huzur içinde yaşamaya başlamışlar. Yıllar böyle geçip giderken, günlerden bir gün o ülkede savaş çıkmış. Savaşta bu ülkenin  askerleri  büyük  kayıplar  vermişler.   Tam  padişahları  yenileceği  zaman, savaşa  giren  Muhammet,  büyük  bir  kahramanlık  göstererek  düşmanları  yenmiş. Bunun üzerine padişah, sarayında Muhammet'in onuruna bir ziyafet vererek onun kızıyla  evlenmesini  istemiş.  Oğlan evli olduğunu söyleyerek  bunu kabul etmemiş ama, karısı Şirin'in zorlamasıyla, padişahın kızıyla da evlenmek zorunda kalmış. Adı Şevketli olan bu
Sponsorlu Bağlantılar
kız da çok güzelmiş. Üçü birlikte mutluluk içinde yaşamaya başlamışlar.

Günlerden bir gün Şirin ile Şevketli sarayın bahçesinde gezerlerken, çıkan şiddetli  bir  rüzgâr,  Şevketli'nin  elinde  bulunan  Şirin'in  resmini  uçurup,  cadılar diyarına götürmüş. Bu güzel resmi bulan bir çoban da hemen onu ülkenin kralına götürüp, karşılığında yüklüce bir ödül almış. Şirin'in resmine bakan kral hemen ona âşık olmuş ve bu aşkın şiddetiyle bayılıp düşmüş. Ömründe ilk kez bu kadar güzel bir kız resmi görüyormuş. Kendisine geldikten sonra, hemen etrafındaki adamlarına emirler yağdırarak, bu resimdeki kızı bulup getirmelerini istemiş.  Bütün aramalara rağmen bulunamayınca da sonunda bu işi bir cadı üstlenmiş. Cadı araya sora, Şirin ile Şevketli'nin bulunduğu yere gelmiş ve kendisini kimsesiz bir yaşlı olarak tanıtıp, bir süre onların konuğu olmuş. Bu arada da Şirin'i kandırarak, onu bir sabah, tahtadan yapılmış bir arabaya bindirmiş ve tam Şevketli evden dışarı çıkıp neler olduğunu anlamaya çalıştığı sırada da araba havalanıvermiş. Şirin'in ardından ağlayıp sızlayan Şevketli, hemen koşup olanları kocasına anlatmış. Bunun üzerine atına atlayan Muhammet, cadılar diyarına gitmiş. Şehrin girişine vardığında eğlence sesleri duyup, atını sarayın yanına doğru sürmüş ve yolda duran yaşlı bir kadına, sarayda neler olduğunu sormuş. Yaşlı kadın ona, krallarının güzeller güzeli bir kızla evleneceğini söylemesi üzerine, oğlan bunun kendi karısı olduğunu anlayarak,  saraya gizlice girmenin  bir yolunu aramaya  başlamış.  Olanları  öğrenen yaşlı  kadın,  ona  yardım  edebileceğini  söyleyerek,  oğlanı  gizlice  saraya  sokmuş. Sonra da onun parmağındaki yüzüğünü isteyerek, bunu bir yoğurt tabağının içine koyup, Şirin'e götürmüş. Ondan bu yoğurdu yemesini istemiş. Tam o sırada, Şirin de elindeki bardakta bulunan zehiri içmek üzereymiş. Yaşlı kadının yalvarmalarına dayanamayarak, yoğurdu yemeye başlayınca, kocasının yüzüğünü görüp tanımış ve kadına,  bu  yüzüğün  sahibinin  şu  anda  nerede  olduğunu  sormuş.  Kadın  da  ona olanları anlatarak, gece yarısını beklemesini söylemiş.

O sırada sarayın içinde bir yabancı daha varmış. Bu yabancı, erkek kılığına girmiş olan Şevketli'ymiş. Düğün eğlencesi bittikten sonra, herkes dağılıp gitmiş. Sarayda yalnızca kral, Şirin, Muhammet,  Şevketli ve kralın muhafızları kalmışlar. Kral  Şirin'in  odasına  girince,  daha  önceden  oraya  saklanan  Muhammet,  hemen kılıcını çekerek onu öldürmüş. Olanlardan haberdar olan kralın askerleri, oğlanla Şirin'in etrafını sarmışlar. Tam bu sırada onların yardımına gelen Şevketli, askerlerin hepsini öldürmüş. Sonra da üçü birden saraydan kaçmışlar. Birlikte bir hayli yol gittikten sonra, yabancı kılığındaki Şevketli, mutluluk dileyerek onlardan ayrılmış ve daha  çabuk  eve  gelerek  üstünü  değiştirip,  onları  karşılamaya  hazırlanmış.  Daha önce,  Şevketli  sarayda  savaşırken  kolundan  yaralanmış  ve  Muhammet  de  onun yarasını  kendi  mendiliyle  sarmış.  İşte  Şevketli bu  mendili,  yarasından  çözmeyi unutmuş.  Onlar eve gelince Şevketli neler olduğunu sormuş ve anlatılanları hiçbir şey bilmiyormuş gibi dinlemiş. Yol yorgunu olan Muhammet, Şevketli'den bir kova su isteyerek elini ve ayağını yıkarken, birden kadının kolunda sarılı duran kendi mendilini görüp, kurtarıcılarının o olduğunu anlamış. Gerçeği daha fazla gizleyemeyeceğini gören Şevketli de olanları doğrulamış.
Bundan   sonra   üçü   bir   arada,   ömürlerinin   sonuna   kadar   mutluluk   içinde yaşamışlar...

Yedi Deliler Okuma Masalı V

Zamanın birinde vaktiyle, anam babamı beşikte tıngır mıngır sallar iken, kendilerine yedi deliler denen bir aile varmış. Bu evde baba, anne ve gelin deliymiş. Yalnız oğul akıllıymış.  Ailenin bu durumuna üzülen oğlan, çok düşünüyor ama bir çözüm bulamıyormuş.

Bir gün oğlanın annesi ile karısı evin bahçesinde su biriktirip, içine de bir kayık koyarak binmişler. Sanki büyük bir denizde gezdiklerini sanıyorlarmış. Oğlan, onlara ne yaptıklarını sorunca, dünyayı geziyoruz demişler. Bu duruma çok üzülen oğlan, sonra da babasının yanına çıkmış. Babası da sarı ineğiyle oynuyormuş. Bunların arasında daha fazla kalmaya dayanamayan delikanlı çareyi oradan kaçmakta bulmuş. Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, bir de ne görsün, bir kadın evinin önünde duruyor, elindeki çuvalın ağzını açıp, güneşe bakıyor, sonra da torbayı doluymuş gibi kaldırıp içeri taşıyormuş. Biraz sonra ağlayarak dışarı çıkıyor ve aynı hareketi tekrarlıyormuş. Bu olanlarla bir anlam veremeyen oğlan, kadına ne yaptığını sormuş. Kadın da, “Ah evladım. Evime güneş girmiyor, ben de torbaya güneş doldurup içeri götürüyorum,  ama  birden  bire  kayboluveriyor,  işte  onun  için  ağlıyorum.”  demiş. Bunları dinleyen oğlan başını sallayarak, “Ah anacığım, evine güneşi böyle girdiremezsin, dur ben sana yardım edeyim.” demiş ve evin güneşe bakan duvarında bir pencere açmış. Evinin içine güneşin dolduğunu gören kadın, sevincinden ne yapacağını şaşırmış ve “Oğul seni bana Allah gönderdi. Buradan gitme, yanımda kal, dile benden ne dilersen.” demiş. Oğlan da ona, “Senden hiçbir şey istemiyorum anacığım, ama kaç gündür bir lokma ekmek yemedim.”  deyince, kadın hemen bir sofra hazırlamış. Yemeğini yiyen oğlan yine yola koyulmuş. Az gitmiş uz gitmiş, derken  bir düğün alayı  görüp  onlara  katılmış  ve alayın  gittiği yere kadar gitmiş. Orada bir tartışma çıkınca, oradakilere bunun nedenini sormuş. Onlar da gelinin boyunun  çok  uzun  olduğunu,  kapıdan  giremediğini,  gelinin  acaba  ayaklarını  mı, yoksa  başını  mı keselim  de içeriye  sokalım  diye  tartıştıklarını
Sponsorlu Bağlantılar
 söylemişler.  Bunu duyan oğlan, hemen tartışanların yanına gidip, bunun aslında çok kolay olduğunu söylemiş ve gelinden başını eğmesini istemiş. Gelin de başını eğip, içeri girmiş. Oradaki insanlar, sorunun bu kadar kolay çözüldüğüne şaşırmışlar ve oğlana, “Seni bize   Allah   gönderdi,   dile   bizden   ne   dilersen.”   demişler.   Oğlan  “Hiçbir   şey istemiyorum, yalnız önüme bir sofra koyun yeter.” demiş. Karnını doyuran oğlan, kendisini bırakmak istemeyen bu insanların elinden zorla kurtulup kaçmış.

Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, altı ay bir güz gitmiş, derken nehir kenarında bağıra bağıra ağlayan iki kişi görmüş.  Bunlar bir ana ile kızıymış.  Ana, “Bu yürek acısına dayanılmaz kızım.” diye ağlıyormuş. Oğlan kadına, “Bu ne yürek acısıdır anacığım?” diye sormuş. Kadın da, “Sorma oğlum. Eğer kızım padişahın oğluyla evlense, ondan nur topu gibi bir oğlu olsa, o da ırmağa düşüp ölse, bu yürek acısına dayanılır mı?” demiş. Bunu duyan oğlan, “Anacığım, kızın padişahın oğluyla evlendi mi?”diye sorunca, kadın “Evlenmedi.”demiş. Oğlan bu defa da “Peki evlenmeyen bu kızının, bir oğlu olup da öldü mü?” demiş. Kadın “ Hayır ölmedi.” demiş. Oğlan da “ Öyleyse ortada bir yürek acısı da yok.” deyince, anayla kız birden ayağa kalkıp, “Doğru ya, o zaman yürek acısı olmaz.” demişler ve oğlana “Bizi bu acıdan kurtardın, dile bizden ne dilersen!” diye sarılmışlar. Oğlan “Anacığım, kaç gündür ekmek yemedim, bana bir parça ekmek verseniz yeter.” demiş. Kadın hemen oğlana çok güzel bir sofra hazırlamış.  Karnını iyice doyuran oğlan “Yine en iyisi benim delilerim.” diyerek, yola koyulmuş. Dere tepe aşarak köyüne dönmüş. Eve vardığında karısı, annesi ve babası yine aynı şeyleri yapıyorlarmış. Oğlanın gidip döndüğünü fark etmemişler  bile. Oğlan tekrar “Yine en iyisi benim delilerim,  bu benim  kaderim,  çekmek  zorundayım.”  diyerek,  ömrünün  sonuna  kadar,  onlarla beraber yaşamış. Hani derler ya “İnsan kendi derdini en büyük sanırmış.”

PİSBOĞAZ TİLKİ İLE YARDIMSEVER LEYLEK MASALI

PİSBOĞAZ TİLKİ İLE YARDIMSEVER LEYLEK MASALI
Pisboğaz Tilki ile Yardımsever Leylek Masalı
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, ormanın birinde yaşayan uyanık mı uyanık bir tilki varmış. Lakin bu tilkinin en kötü huyu pisboğaz olmasıymış ne bulsa yer gözü hiç doymazmış. Bir gün yerde gördüğü ne olduğunu bilmediği bir kemik parçasını yiyeyim derken kemik boğazına takılmasın mı?
Ne yapmışsa, ne etmişse boğazındaki kemik parçasını çıkaramamış. Nefes alırken bile güçlük çekiyormuş. Ormandaki hastalarla ilgilenen her hayvanın derdiyle ilgilenen yardımsever Leylek gelmiş aklına:
“Gideyim de Yardımsever Leylek çıkarsın kemiği, çıkarsa çıkarsa bir o çıkarır demiş!..” demiş. Başlamış koca ormanda Yardımsever Leyleği aramaya az gitmiş uz gitmiş araya araya yardımsever leyleği hasta sincabın yaralarını tedavi ederken bulmuş.
-‘’Aman leylek kardeş, yaman leylek kardeş ocağına düştüm, kurtar beni bu beladan leylek kardeş’’ demiş.
Yardımsever Leylek Tilkinin boğazına bakıp:
-‘’Korkma Tilki kardeş şimdi çıkarırım boğazındaki kemiği Benim için çocuk oyuncağı bir şey. Aç ağzını bakalım kocaman , gagam uzun, o kemiğini hemen yerinden çıkarırım sen de sağlığına hemencecik kavuşursun’’ demiş. Böylece uzun gagasını tilkinin boğazına sokan leylek tilkinin boğazındaki kemiği dikkatlice çıkarmış.Boğazındaki kemiğin çıktığını gören tilki sevinçle;
-Oh be. Dünya varmış be! Bir anda rahatladım demiş..
İşi görülen sağlığına kavuşan tilki bir teşekkür bile etmeden ordan uzaklaşıcakken Yardımsever Leylek tilkinin arkasından seslenmiş:
-Bişey unutmadın mı tilki kardeş? Teşekkür etmeyi unuttun sanırım demiş
-Ne? demiş tilki. Birde teşekkür mü edeceğim? sen aklını ekmek peynirle mi yedin? Gaganı gırtlağıma soktuğunda sana bir oyun edip ağzımı kapasaydım, halin nice olurdu, hiç düşündün mü? Buna şükredeceğine bir de kalkmış teşekkür istiyorsun. Allah Allah ne günlere kaldık yahu!.. demiş.
Bu duruma çok şaşıran Yardımsever Leylek:
-Gün ola harman ola yine bana işin düşerse bu söylediklerini unutma sakın demiş.
Aradan çok zaman geçmiş günler günleri geceler geceleri kovalamış. Bizim Pisboğaz tilki bir gün yine pisboğazlığının kurbanı olmuş ve bu sefer de bir çalı dikeni takılmasın mı boğazına.
Tekrardan düşmüş yollara Yardımsever Leyleği bulmaya. Karşısında pisboğaz tilkiyi gören yardımsever leylek çok şaşırmış.
-Yine ne oldu tilki kardeş.Boğazına birşey mi kaçtı? demiş..
Daha önce yaptığı hatayı anlayan pisboğaz tilki boynu bükük bir şekilde:
-Evet leylek kardeş ocağına düştüm geçen sefer yaptığım terbiyesizlikten dolayı beni affet. Söz veriyorum bir daha bana iyilik yapanlara teşekkür etmeyi unutmayacağım, demiş.
Hatasını anlayan pisboğaz tilkiyi affeden Yardımsever Leylek tilkinin boğazındaki dikeni çıkarıp, sağlığına kavuşmasını sağlamış. O gün bu gündür pisboğaz tilki kibar biri olmaya karar vermiş. Şimdi ise ormandaki tüm hayvanlar pisboğaz tilkiye Kibar Tilki demeye başlamış. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düşmüş biri masalı yazanın, bir okuyanın biri de bu masalı dinleyenin başına.

FARELERİN TOPLANTISI MASALI DİNLE

Farelerin Toplantısı
“Belalı” adında bir kedi varmış. Bu kedi bütün fareleri canından bezdirmiş. Onlara göz açtırmıyormuş. Fareler açlıktan nerdeyse tahtaları kemirmeye başlayacaklarmış. Fareler ne yapacaklarını şaşırmışlar. Belalı’ nın evde olmadığı bir gün toplanarak ne yapacaklarını konuşmaya başlamışlar. Her kafadan bir ses çıkıyormuş. Akıllı ve tecrübeli başkanları bir öneri getirmiş:
“Belalının boynuna bir çıngırak asalım, size ve bize yaklaştığında çıngırağın sesini duyar deliklerimize saklanırız. Onun üstesinden başka türlü gelemeyiz.” Herkes bu öneriyi çok beğenmiş. Başkanı alkışlamışlar “Yaşa !” diye çığlıklar atmışlar. Başkan sözlerine devam etmiş. “Ancak bir sorun var” demiş.
“Çıngırağı Belalının boynuna kim asacak?”. Birden sessizlik olmuş. Az önce alkış tufanı koparan fareler, bu söz üzerine geri çekilmeye başlamışlar.
Her biri bir bahane uydurarak ya da “Ben yapamam” diyerek toplantıyı terk etmiş. Böylece baş belası Belalı onlara göz açtırmamaya devam etmiş. Önemli olan konuşmak, alkışlamak değil iş yapmaktır. Bunu hiç anlamamışlar.

KARGANIN OYUNU MASALI

KARGANIN OYUNU MASALI
Karga sıcak bir yaz günü yıkanmak için dereye girmiş. Derenin serin sularında yıkanırken bir yengecin ayağına basıvermiş. Çok kızan yengeç, kıskacıyla karganın ayağına sıkıca sarılmış. Canı acıyan karga:
-” Bırak beni yengeç kardeş, canımı acıtıyorsun” diye yalvarıp yakarmış. Yengeç:
-” Sen benim ayağıma bastın, bende seni yiyeceğim” demiş. Karga:
-” İsteyerek olmadı, özür dilerim” diyerek yalvarmış, yakarmış ama birtürlü yengeç onu bırakmamış. Sonunda karganın aklına bir fikir gelmiş. Yengece:
-” Eğer beni bırakırsan sana bir geyik getireceğim” demiş. Bu sözleri duyan yengeç kargaya:
-” Tamam bana bir geyik getirmen şartıyla seni bırakıyorum.” Karga kurtulur kurtulmaz evine doğru gitmek için uçmaya başlamış. Epey uçtuktan sonra susuzluğunu gidermek için yolunun üzerinde bulunan dere kenarına inmiş. Su içmeye başladığında karganın yanına gelen aç bir tilki:
-” Burada ne arıyorsun?” diye sormuş. Karga:
-” Su içmek için buraya indim” demiş ve suyunu içip tam havalanacağı anda tilki, karganın üzerine atlayıp onu yakalamış. Karga:
-” Tilki kardeş ben sana bir kötülük yapmadım bırak beni evime gidiyim.” demiş.Tilki:
-” Karnım çok aç, hiçbir yere gidemezsin seni yiyeceğim.” demiş. Karga:
-” Benim etim senin dişinin kovuğunu bile doldurmaz. Beni bırakırsan seni içinde bir sürü balığın bulunduğu bir yere götürürüm, sende karnını bir güzel doyurursun.” demiş. Tilki karganın bu sözleri üzerine:
-” Ama ben yüzme bilmiyorum ki” demiş. Karga:
-” Sen kıyıda durup kuyruğunu suya daldırırsın, balıklarda gelir senin kuyruğuna yapışırlar, sende onları bir güzel yer karnını doyurursun” demiş. Tilki karganın söylediklerini kabul etmiş ve yengecin yaşadığı yere gelmişler. Karga tilkiye:
-” Sana söylediğim yere geldik, şimdi kuyruğunu suya daldır.” deyince tilki hemen kuyruğunu suya daldırmış. Bu arada karga yengece:
-” Sana söylediğim gibi güzel bir geyik getirdim. Çabuk kuyruğuna yapış” diye söylemiş. Yengeç sudaki etli kuyruğa öyle bir yapışmış ki, canı çok yanan tilki bütün gücüyle ormana doğru kaçıp giderken yengecide kuyruğunda beraberinde götürmüş. Tilki ve yengeç böylece kötülüklerinin cezasını çekmişler.
Var varanın, sür sürenin, baykuşu çoktur viranenin, destursuz bağa girenin hali duman demişler. Ah ne duman, ne duman, yaşım üçmüydü, beşmiydi daha o zaman…..

ÇOCUK MASALLARI NASIL OLMALI

ÇOCUK MASALLARI NASIL OLMALI

Anne ve babaların çocuklarını doğumundan itibaren hassas bir şekilde yetiştirmeleri en doğal arzularıdır. Özellikle yaşlarının ilerlemesi ile kitap okuma isteklerinin başladığı zamanlarda anne baba okunacak hikayelerin içeriği, türleri masalların geçtiği yerleri, konuları konusunda tedirgin olup kararsız kalmaktadır. Fakat dikkat edilmesi gereken konu masalda korkutucu öğeler kullanılmamalı, masalın geçtiği tehlikeli olaylar altı çizilmeli ve mutlaka iyi bir sonla bitirilmelidir.
Bu yaş grubuna anlatılacak hikayelerin geçtiği yerler, kullanılan karakterler ve mekanlar gerçekçi olmalı ve çocuğun hayalinde canlandırabilmelidir. Tripleks evin çatısından dedesinin çıkan malzemelerini ülkemizin çocuklarının anlayabilmesi zor bir hal almaktadır. Zira çatı arasında 3 nesil öncesinin eşyalarını saklamak çok az mutlu azınlığın yapabildiği bir başarıdır. Çocuğunuzun yaşadığı gerçekler ile uyumlu olmalı anlatılan olaylar hayal gücünü zorlasa da algısına uyabilmelidir.
HİKAYE anlatırken içgüdülerinize güvenmeniz dışında bu konuda profesyonel makaleleri okuyarak uzman öğütlerine kulak vermelisiniz. Eğer çocuğunuza zarar verdiğini düşündüğünüz bir detay var ise hikayenin konusunu istediğiniz gibi değiştirmekten endişe etmeyin. Ayrıca aynı hikayeyi defalarca dinlemekten bıkmayan çocuğunuza kızmayın okumaya devam edin.

BİR BARDAK SÜTÜN HATIRI MASALI V

BİR BARDAK SÜTÜN HATIRI MASALI V

BİR BARDAK SÜTÜN HATIRI MASALI

Yoksul bir ailenin çocuğu olan Howard, ailesine destek olmak ve kendi okul masraflarını karşılamak için kapı kapı dolaşarak çeşitli eşyalar satan bir çocuktu. Soğuk bir kış günüydü ve o gün hiçbir şey satamamıştı. Morali çok bozuktu ve satış yapamadığı içinde parası yoktu. Karnı çok acıkmıştı. Bir sonraki çalacağı kapıdan yiyecek bir şeyler istemeye karar verdi.
Biraz çekingen bir tavırla kapıyı çaldı. Kapıyı açan sevimli ve genç kadını görünce biraz utandı ve heyecanlandı. Yiyecek bir şeyler istemek yerine yanlışlıkla “Rica etsem bir bardak su içebilir miyim?” diye sordu. Genç kadın çocuğun şaşkınlığını ve utangaçlığını fark etti ve aç olabileceğini de düşünerek Howard’ı içeri davet etti. Onu sobanın yanına oturtup ısınmasını sağladı ve istediği su ile beraber sıcak süt ve biraz kurabiye getirdi.
Howard kurabiyelerini ve sütünü yavaş yavaş içine sindirerek yedi ve içti. Isındıktan ve karnı doyduktan sonra işine geri dönmek için ayağa kalktı ve genç kadına ” Size çok teşekkür ederim. Süt ve kurabiyeler için borcum ne kadar?” diye sordu. Genç kadın bu soru karşısında sıcak bir gülümseme ile “Borcunuz yok küçük bey, annem gösterdiğimiz nezaket ve şefkatin karşılığında asla bir bedel beklenmemesi gerektiğini öğretti bana ve kardeşlerime” dedi. Bu cevap karşısında Howard genç kadına yürekten teşekkür ederek evden ayrıldı. Evden çıktıktan sonra kendini sadece bedensel olarak değil, ruhsal olarak da çok iyi hissediyordu.
Yıllar sonra genç kadın çok ender rastlanan bir hastalığa yakalandı. Kasabadaki doktorlar çaresiz kalınca onu daha detaylı tetkiklerin yapılması için şehirdeki büyük hastaneye gönderdiler.
Doktor Howard Kelly kendi kasabasından bir hastanın hastanesine geldiğini duyunca çok heyecanlandı. Yıllar önce kendisine bir bardak süt ikram eden kadını baygın ve yaşlanmış haliyle bile ilk görüşte tanıdı. Onun hayatını kurtarmak için elinden geleni yaptı ve sağlığına tekrar kavuşmasını sağladı.
Uzun süren tedavi sürecinin sonunda onaylaması için önüne gelen faturaya göz atan Doktor Howard, faturanın üzerine bir şeyler yazarak zarfa koydu ve hastanın odasına gönderdi. Zarfın geldiğini gören kadının içini bir korku kapladı. Uzun süren tedavi süreci sonunda karşılaşacağı fatura onu korkutuyordu ve ödeyemeyeceğini biliyordu. Bu faturayı hayatının sonuna kadar çalışarak ancak ödeyebilirdi. Eli titreyerek de olsa zarfı açtı ve baktı. Faturanın altında ki not karşısında gözyaşlarını tutamadı: “Borcunuz bir bardak sıcak süt ve kurabiye karşılığında ödenmiştir.

KELOĞLAN VE GÜLYÜZ SULTAN MASALI

KELOĞLAN VE GÜLYÜZ SULTAN MASALI

Bir varmış bir yokmuş. Bir masal ülkesinde Gülyüz derler, gül yüzlü, güler yüzlü bir kız varmış. Gülyüz, bir padişah kızıymış. Bir gün gergefini kurmuş, nakış üstüne nakış istiyormuş has bahçede. Derken, görülmemiş güzellikte, gerdanı kınalı, gözleri zümrüt, gagası mercan bir kuş gelmiş, gergefin üstüne konmuş. Gözlerini kızın gözlerine dikmiş, başlamış içli bir ezgiyle ötmeye. Gülyüz, sanki büyülenmiş gibi ayıramamış gözlerini kuştan.
Neden sonra incili ipek çevresini kaldırıp atmış kuşun üstüne. Kuş, çevreyi mercan gagasıyla kaptığı gibi `pırr…` diye kanat çırpmış, uçup gitmiş. Kız da arkasından bakmış kalmış. O günden sonra Gülyüz Sultan, her gün has bahçeye iner, özlem dolu gözlerle kuşu bekler dururmuş. Ama ne çare… Bu göz kamaştırıcı kuş bir daha görünmemiş. Küçük sultan ise kuşu bir türlü aklından çıkaramıyormuş. Kuşun özlemiyle günden güne sararıp solmuş. Ülkenin tüm hekimleri, padişah kızının dercime çare bulmaya çalışıyorlarmış.
Onlar çalışadursunlar, biz haberi Keloğlan ´dan verelim. Keloğlan, Gülyüz´ün çevresini kuşa attığı günlerde yine yayan yapıldak dağ bayır dolaşır dururmuş o yörelerde. Dağlar aşmış, dereler geçmiş, çıkınındaki azığı tükettiği bir gün bir garipçe kuş gelmiş, yorgun kanatlarla bir çalı dibine alınış kendini.
Keloğlan sevinmiş, `Kısmetim ayağıma geldi. Tutar, kızartır, yerim.` demiş içinden. Usulca sokulmuş. Külahını atmış üstüne, kuşu tutmuş. Bir de ne görsün? Ağzında sırma işlemeli incili bir çevre… Keloğlan şaşmış kalmış. Bu göz alıcı renklerle bezeli kuşu kesip yemeye kıyamamış. Ağzına su akılmış, `Bu kuş, yuvasına her zaman inci mercan götürüyorsa yaşadık.` demiş. İzleyip yuvasını bulmak için kuşu salıvermiş.
Kuş uçmuş, Keloğlan koşmuş; kuş uçmuş, Keloğlan koşmuş… Derelerden sel ile, tepelerden yel ile, gitmiş kuşun ardından, başındaki kel ile… Sonunda, vara vara cennete eş, bin bir renkli bir bahçeye varmışlar. Kuşu kaybetmiş bahçede ama kendini kaybetmemiş Keloğlan. Bahçeyi geçmiş, bir altın saray çıkmış karşısına. Saraya girmiş. Kimseler yokmuş içeride. Keloğlan şaşkın, `Buranın elbette bir sahibi vardır.` diye geçirmiş içinden.
Dönmüş dolaşmış, bir kapıyı açmış. Bir yemek odası görmüş. Ne isterseniz varmış sofrada. Cam çekmiş Keloğlan´ın. Elini uzatıp da bir lokma alacak olmuş. `Yerse önce Murat Şah yer!` diye eline bir kepçe vurmuşlar. Birden Keloğlan, ´m eli şişmiş. Ne vuranı görmüş ne söyleyeni. Korkmuş Keloğlan, `Periler sarayı olmasın burası,` diye çıkıp kaçacağı sırada bir kanal sesi çalınmış kulağına. Hemen bir dolaba girip saklanmış.
Biraz sonra o gerdanı kınalı, kanadı nakışlı kuş gelmiş. Odanın ortasındaki su dolu altın leğenin içine dalmış. İnanamayacaksınız ama, bir silkinmiş tüyünü teleğini dökmüş, civan bir delikanlı olmuş.
Keloğlan gördüklerine inanamamış da olanlara akıl erdirmeye çalışırken delikanlı koynundan o incili çevreyi çıkarmış. Hem koklar hem de `Ah sultanım, nerelerdesin? Senin gözlerin de yaşlı mı şimdi?` diye gözyaşlarını silermiş.
Bir süre ağlayıp söylendikten sonra yine kuş olmuş `pırr…` demiş, uçup gitmiş. Keloğlan´ın ağzı açık kalmış. Hemen dolaptan fırlamış, Kendini bu perili saraydan dışarı atmış. Arkasına bile bakmadan oradan kaçmış. Sihirli bahçeyi geçmiş, alaca karanlıkları aşmış, düze ulaşmış.
Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş… Derken bir yerlere gelince bakmış ki bir kalabalık, bir kıyamet. Sokulmuş Keloğlan da ne oluyor, diye. Burası bir hamammış. Ülkenin padişahı, kızı Gülyüz Sulta´ın derdine çare bulamamış da bu hamamı yaptırmış. Dört yöne de haber salmış. `Her cimin başından ilginç olay geçmişse gelsin anlatsın, hamamda da bedava mı sana bağışladım. Ne olur bana oranın yerini göster!` diye yalvarmış
Keloğlan´a.
Böylece sihirli kuşun yoluna az gitmişler uz gitmişler; sonunda Keloğlan bin bir renkli o sihirli bahçeyi bulmuş.
Altın sarayı Gülyüz Sultan´a göstermiş: `Asil görüp şaşacakların içeride sultan bacı. Hadi eyleşmeden girelim saraya.` demiş ama Gülyüz, Keloğlan´ı tehlikeye atmak istememiş. Helalleşip ayrılmış; altın (bilgi yelpazesi.net) saraya girmiş, dolaba saklanmış. Biraz sonra, sihirli kuş gelmiş. Silkinmiş, civan yapılı bir genç olmuş. Sultanın çevresini çıkararak `Bu çevreyi işleyen eller sağ mı? Bir daha sultanımın yüzünü görebilecek miyim?` diye ağlayıp mendille gözyaşlarını silmiş.
Kız hemen koşmuş, delikanlının kollarına atılmış. Meğer bu delikanlı da insan soyundanmış. O da bir padişah oğluymuş. Murat Şah´mış adı. Masal buya nasıl olmuşsa perilerin ağına düşmüş bir gün. Bir daha da kurtulamamış tılsımlarından; Onu seven bir ihsan eli, eline değinceye dek bozulmamış tılsım.- Sultan ona sevgiyle sarılınca tılsım bozulmuş, periler ülkesinden birlikte kaçmışlar. Kırk gün kırk gecelik düğünleri kurulmuş.

RAPUNZEL masalı

 


Rapunzel Masalı
Bir zamanlar yoksul ve dul bir kadın varmış. Oğlu çok tembel bir delikanlı olduğu için paraları yok denecek kadar azmış. Bir gün o kadar zor bir duruma düşmüşler ki, kadıncağız ellerinde kalan tek mal varlığını, Süt Beyazı isimli ineklerini satmaya karar vermiş. Oğluna ineği pazara götürüp satabileceği en iyi fiyata satmasını söylemiş.
Dalikanlı pazara giderken yolda tuhaf bir yaşlı adama rastlamış. Yaşlı adam ineğe bir göz atmış ve delikanlıya, “Bak çocuğum, bana bu ineği verirsen karşılığında sana çok değerli şeyler veririm,” demiş. Sonra cebinden beş fasulye tanesi çıkarmış.
“Fasulye tanesi mi?” demiş delikanlı tereddütle.”
“Ama bunlar sihirli,” demiş yaşlı adam. Adam öyle deyince bu iş delikanlının aklına yatmış ve fasulyeler karşılığında Süt Beyazı’nı yaşlı adama vererek yaptığı değiş tokuştan memnun, eve dönmüş.
“Anne! Bak elimde ne var!” diye seslenip olanları anlatmış delikanlı eve dönünce. Ama annesi ona çok kızmış. Fasulye tanelerini dışarı, eline geçirdiği tavayı da delikanlıya fırlatmış. Sonra da ceza olsun diye onu odasına yollamış ve ona yemek vermemiş.
Sabah olunca delikanlı gözlerine inanamamış. Yatak odasının penceresinden, dışarıda bir bitkinin hızla büyüdüğünü görmüş. Bu ne bir ağaç, ne de dev bir ayçiçeğiymiş; göğe doğru büyümüş sihirli bir sırık fasulyesiymiş. Delikanlı hemen pencereden sarkıp sihirli fasulyeye tutunmuş ve tırmanmaya başlamış.
Yarım saat sonra kendini, her şeyin normalden daha büyük olduğu garip bir ülkede bulmuş. Tarlaların ötesinde çok büyük bir ev varmış. Delikanlı evin yanına gidip kapıyı çalmış. Kapıyı bir kadın açmış.
“Yiyecek bir şeyiniz var mı?” diye sormuş delikanlı.
“Var,” demiş kadın. “Ama dev kocam gelince ortadan kaybolman gerek. Çünkü çocuklara hiç dayanamaz, onları hemen yer.”
Delikanlı tam bir şeyler yemek üzere sofraya otururken dışarıdan birinin gür bir sesle şunları söylediğini duymuş:
“Fee-fi-fo-fum,
işte bir çocuk kokusu duydum.
Ölü de olsa, diri de olsa güzeldir onları yemek.
Kemiklerini öğütür, yaparım kendime ekmek.”
“Fırına saklan. Hemen!” demiş kadın delikanlıya. Sonra da kocasına, “Ne çocuğu hayatım, dün kediye verdiğim et parçalarının kokusunu aldın herhalde,” diye seslenmiş.
Yemekten sonra dev kese kese altınlarını saymaya başlamış. Kısa bir süre sonra altın saymaktan yorulup uykuya dalmış. Deliknalı saklandığı yerden çıkıp bir kese altın almış. Keseyi sihirli fasulyesinden aşağıya atmış, ardından fasulyenin sırığına tutuna tutuna aşağıya inmiş. Annesi artık şanslarının döndüğüne bir türlü inanamamış.
Ama birkaç ay sonra ellerindeki tüm altınlar bitmiş. Delikanlı tekrar sihirli fasulyesine tırmanarak devin yaşadığı ülkeye gitmiş. Devin karısı bu kez ona kuşkucu bir şekilde davranıyormuş.
“Geçen gelişinde bir kese altınımız kayboldu,” diye iğnelemiş onu. Ama yine de delikanlıyı içeri almış.
Çok geçmeden dev çıkagelmiş. “Fee-fi-fo-fum,” diye bir şarkı söylüyormuş. Bunu duyan delikanlı hemen yine fırına saklanmış.
“Ne çocuğu, hayatım,” demiş devin karısı. “Dün yediğin piliç haşlamanın kokusunu duydun herhalde. Sen etli böreğini yemene bak!”
Yemeğini bitirdikten sonra dev, karısına, “Kadın, bana tavuğumu getir,” demiş. Karısı hemen tavuğu getirmiş. “Yumurtla!” diye emretmiş dev ve delikanlının hayret dolu bakışları altında tavuk altın bir yumurta yumurtlamış. Tabii delikanlı tavuğu da alıp evine götürmüş.
Delikanlı ile annesi böylece zengin olmuşlar. Ama bir yıl sonra çocuk şansını bir kez daha denemeye karar vermiş ve tekrar sihirli fasulyesine tırmanmış. Bu sefer eve, devin karısına görünmeden girip, bir bakır tencerenin içine saklanmış.
Dev girmiş içeri. “Fee-fi-fo-fum,” diye başlamış yine tekerlemesine.
“Eğer bu yine o lanet olası çocuksa, fırına bak hayatım, kesin oradadır,” demiş karısı.
Delikanlı orada değilmiş tabii ki.
“Buralarda bir yerde, eminim,” diye gürlemiş dev, ama karısıyla birlikte evin altını üstüne getirmelerine rağmen onu bulamamışlar.
Bu sefer dev yemekten sonra altın bir harp çıkarmış ortaya. “Söyle!” diye emretmiş ve harp ninniler söyleyip onu uyutmuş. O an delikanlı bu harpı her şeyden çok istediğini anlamış. Horlamakta olan devin dizine tırmanmış, masaya atlamış ve harpı kapmış.
“İmdat!” diye bağırmış harp. Delikanlı, sırtında harp, masadan aşağıya atlamış. Dev peşine takılmış. Delikanlı sihirli fasulyesini yarıladığında harp, “İmdat!” diye bağırmış yine. Dev delikanlının peşinden sırık fasulyesine atlamış.
Delikanlı aşağıya ulaşınca, “Anne! Çabuk bir balta getir,” diye bağırmış. İkisi birlikte sihirli fasulyeyi baltayla kesmeye başlamışlar. Bir süre sonra sihirli fasulyeyle birlikte dev de yere düşmüş ve anında ölmüş.
“Üf!” demiş çocuk. “Az kalsın gidiyorduk!”
O günden sora delikanlıyla annesi zenginler gibi yaşamışlar. Onlar söyledikçe tavuk altın yumurta yumurtluyormuş. İnsanlar altın harpı dinlemek için onlara para ödüyorlarmış. Delikanlının güzel bir prensesle evlendiği de söyleniyor. Kim bilir belki de gerçekten evlenmiştir.

Saplantılı Saniye ve Rahat Raziye



       Gergin ağzının kenarında sinirden bir gülümseme, telefonu eline yapışmış, gözleri bir noktaya sabitlenmiş, soru sorduğunuzda size cevap veremeyecek kadar kilitlenmiş bir kadın. Bu onun doruklardaki hali. Hemen bu noktaya varmıyor tabi ki.


        Ben, Saplantılı Saniye ile bu durumda tanıştım. Bu hale gelmeseydi onu görebileceğimi sanmıyorum. O da kendisini gizlemeyi iyi bilen biri. Hatta aşırı haklı olduğuna kendini öyle bir inandırmış ki sizin rahat tavırlarınız onun ikinci bir krize girmesine sebebiyet verebilir.

        Saniye'cim, her şeyin zamanında olmasını ister. Bir söz verildiyse mutlaka tutulmalı. Bir planı varsa mutlaka onun istediği gibi olmalıdır. Önce bankaya uğrayayım, ardından dondurma alıp yerken telefon ederim diye düşündü mesela. Bankaya gitti, çıkışta dondurma alacaktı ki telefonu çaldı ve bir başka iş için başka bir yere gitmesi gerekti. Biraz sinirleri bozulur ama yoluna devam eder, dondurmayı almamak söz konusu bile değildir. Er geç yapılacak bir harekettir. Sonradan çıkan işi hallettikten sonra dondurmacıya doğru yol aldı ama bu sırada bir arkadaşı – ki sevdiği bir arkadaşı da olabilir- boşver dondurmayı gel beraber kahve içelim dedi. Saniye bu teklifi duyduğunda önce ellerine hafif bir titreme gelir ve ağzının kenarları sinirle yukarı doğru kalkar ama bu teklifi dondurmayı sonra alırım düşüncesiyle kabul eder. Bu sırada bir de telefon edilecekti ama o, dondurma yerken ve yürürken yapılacak bir hareket olduğu için onu da o ana ertelemiş oldu.  -Bu arada sanırım bu sıcakta dondurmadan başka bir şey düşünemiyorum.- Arkadaşıyla oturup, kahvesini içer. Her şey bittikten sonra dondurmasını yiyip telefon ederek eve kadar yürüdüyse sorun yok. Öyle olmadıysa o gün başka hiç bir plan yapamadan gözleri sinirden tavana dikmiş şekilde gününü geçirebilir.

         Şimdi bunda ne gibi bir sorun var diyebilirsiniz. İnsanlar bir plan yaptıklarında ona uymak isterler, bir söz verildiğinde tutulsun isterler ama işler bazen yolunda gitmeyebilir ve o plan bozulabilir. Saplantılı Saniye'ye göre ise bo-zu-la-maz. Her şey onun planladığı gibi gitmeli. Bir belirsizlik durumu onu çileden çıkarır.

          Biri Saniye'ye "Seni bu akşam arayacağım" dedi ve aramadı mı? Saniye orada takılı kalır. Akrep ile yelkovan artık onun için yoktur. Hele bir de saat mi verildi, örneğin “5” Saniye 5'te kalır. Artık onun için geriye kalan zamanların bir anlamı yoktur. Neden aranmadığını düşünür, dünya dursa, iki eli kanda olsa, bacağının biri kopmuş, gözünün biri çıkmış da olsa, uçağı düşmüş, tusunamiye kapılmış, zelzelede enkaz altında kalmış, şehre ejderhalar gelmiş ve birinin üzerinde o sırada uçuyor bile olsa, O eğer “Ben seni saat 5'te arayacağım” demiştiyse, arardı. Peki, diğer kişiye ne olmuş olabilir? Saplantılı Saniye bir an o kişinin ölmüş olabileceğini düşüp bir süre üzüntüye kapılır ama sonra “ölseydi haberim olurdu” diyerek bu duyguyu kovalayıp yerine kızgınlığı oturtur. -Bu sırada kendisinin yerine  Panter Emel  geçmiştir ama ona başka yazıda değineceğim- Saplantılı Saniye o saatten itibaren telefonu elinden bırakamaz, hiç bir şeye uyum sağlayamaz, hayatı orada takılı kalmıştır. Aradan yıllar geçse bile O, saat 5'de kalır. Birinin onu oradan kurtarması gerekir.

        Saniye, biraz daha sakin olduğu dönemlerde aramayı kendisi yapar ama biraz gerginse gözleri seğirmeye başlar. Bu durumdan onu kurtarmak basittir. Yapılacak işi yapmak. Ama bazen o iş yapılamayacak gibidir. Peki şimdi ne olacak? Saplantılı Saniye'nin kızkardeşi Rahat Raziye burada onun yardımına koşar. Rahat Raziye, adından da anlaşılacağı üzere rahattır. “Amaaann boşver” onun en çok kullandığı kelimedir. Bir şey olmadı mı? “Vardır bunda da bir hayır” der, yoluna devam eder. O, kaderine razıdır. Ama bazen çok razıdır. Öyle razıdır ki değiştirmek için bir adım bile atmaz. O razılıkta durduğu yerde durur. Gözlerinde boş bakışlar “anlamadım şimdi ben bunu” diyen görmezden gelme halleri vardır. Galiba Saplantılı Saniye'yi delirten Rahat Raziye.



          Rahat Raziye, Saplantılı Saniye'nin panzehiridir, aynı şekilde Saniye de Raziye'in panzehiridir. Saniye durumu ağırlaşınca bir doz Raziye verip sonra orta yolu bulmak için kişinin aklını kullanması gerekir. Ben ortaya çıktıklarında “sobeeee” diyorum. Fark edilince köşelerine çekiliyorlar zaten. Yoksa ikisiyle de uzun süre birlikte yaşamak ruh ve beden sağlığı için iyi değil. Yine de ikisine de doğru zamanlarda ihtiyacımız olduğunu unutmayalım, onları sevelim. Onlar olmasaydı, hayat çok sıkıcı olurdu. (Kamu spotu)

Art and Flowers

A couple of weeks ago I went to our annual county agricultural event, The Royal Cornwall Show, and this year in the flower tent was an amazing display by the Lifton Farm shop based on Shaun the Sheep! 
The walls of the house are made up of potatoes, the bodies of the sheep are cauliflower florets  - inspired! 
'Fleece Lightning'



The ultimate message behind the piece of course, is to highlight the importance of our food and farming heritage, and encourage us to buy local, seasonal produce.

Two of the more unusual nursery displays: air plants and carnivorous plants.....

Gorgeous sweet peas

a traditional country garden theme.....


As well as displays by Cornish garden nurseries, part of the flower tent is dedicated to competition entries.

The title of these two entries was 'Breaking waves'



The colour and composition of this incredible display was just a joy to behold. I loved the use of dried elements such as cinnamon sticks and pinecones, as well as succulents amongst the flowers.



These were some of the entries in the category entitled, 'A burst of colour', and they certainly were!



Continuing the artistic theme but on a completely different note, I also recently visited the 'Hauser and Wirth' contemporary gallery in Bruton, Somerset, where a Swiss collector duo have converted a dilapidated farm complex into a stylish art space.
A Piet Oudolph designed garden at the rear will be a mass of swaying grasses and dainty flowers when it has matured in a couple of months' time.

Original farm barns blend in with contemporary colonnades around an inner courtyard with elegant modern planting. It was the first really hot day of summer and I was quite glad of the cool shade.


Two huge sculptural pieces stand at the entrance way in front of the lovely 'Roth Bar and Grill'. Entrance is totally free, and although the art on show this time was not my cup of tea, I found the grounds and the architecture very inspirational.
Find out more about the project and forthcoming exhibitions here.

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...