Kandiliniz Mübarek olsun

Mevlid Kandili...

Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (sas) kutlu doğumu olan Mevlid Kandilimiz Mübarek ve hayırlara vesile olsun  efendim... 



Rahmetli Büyük Annem Kandillerde gündüzleri  ne çamaşır yıkardı ne bulaşık genelde kuru fasulye yapardı kolay yemek diye zamanı kalsın bol dua istiğfar etsin diye, ''iş her gün oluyor da her gün kandil olmuyor'' derdi...

Oturur bol bol tesbih çekerdi geceleri de gücü yettiğince kaza namazı kılar Kur'an okurdu...

 Eski türkçe bilmezdi  , yeni türkçeden okurdu ''Aaa olurmu hiç öyle  İlla Arapça öğren'' diyenlere de
  ''yaşım  seksen öğrenemem istesem de almıyor aklım artık  yan gelip yatmaktan iyidir'' derdi...

 Nur içinde yatsın. 







Bu mübarek gece kusur ve günahlarımızdan tövbe ve istiğfarda bulunmalıyız. En azından bir tesbih "Estağfirullah" demeliyiz.


Dualarda buluşmak üzere hayırlı kandiller...



Kitap: Bânû Cihan






  Binbir Gece Masalları tadında, iç içe geçmiş hikayelerden oluşuyor Kâmilu'l Kelâm ve Bânû Cihan. 
Şarkın esrarengiz dünyasında, akşam başlayıp sabaha kadar devam ediyor bu hikayeler. 
  
   Kâmil, gâh aşktan perperişan  yiğitlere yol gösteriyor, gâh kararsız kalanlara şu hikayeyi de anlatayım da gene sen bilirsin diyor, gâh vefasızlıktan sinir küpü olmuş şehzadelere dur hele bütün kadınlar öyle değil nevinden tesellilerde bulunuyor. 
   Bu hikayeler anlatılırken siz de aradan bir yerlerden bakıp, aa valla doğru söylüyor, ee sonra nolmuş... diyerek kendinizi olayların, sarayların içinde buluyorsunuz. 



  Siz de benim gibi okumaya başlamadan önce minik hazırlıklar yapıyorsanız, akşam loş ışıkta, kahve eşliğinde  okumanızı tavsiye ederim. (Kahve değil de bu kitaba Osmanlı şerbeti lazım aslında)
Hatta mum da ekleyin ki yanıbaşınızda titreyen ışık, bu masalsı aşk yolculuğuna sıcaklık katıversin.



  Ha, sadece kör bir aşktan bahsetmiyor kitap. Öyle hoş nasihatler veriyor ki. Ama en çok da sabır, acele etmek, haset konuları üzerinde duruyor. 

  ...Ve arka kapaktan bir alıntı: Sözlerin olgununu, olgun insanlar söyler. Elinizdeki eser de olgun sözlerden oluşan bir demet... 




♥ Keyifli okumalar ♥ 

CHRISTMAS and NEW YEAR OPENING TIMES
at The Sea Garden

Tuesday 22nd Dec - Sunday 3rd Jan :
 Open daily (except Christmas Day and Boxing Day) 1 - 5pm

Christmas Eve : Open 10.30am - 5pm

Bank Holiday Monday 28th Dec : 1 - 5pm and evening 6.30 - 8.30pm  SALE STARTS!

xxx

İzleyici Gadgeti sorunu!!

Benden başkasında bu sorun var mı merak ediyorum izleyicilerim dakika başı  siliniyor !
 906 üyeden şu an  863 teyim :)
 bir ara  700,dü acaba borsaya mı endeksli oldu benim blog 
bir düşüyor bir çıkıyor:))


 Baştan belki kendileri sildi diye düşündüm bir baktım silinen üye  on dakikada  yüz elli  yani on dakikada yüz elli giriş olmamış...

Telofondan da sorun yaratıyor  illa gireceğim diye  telefon hep parmak izi ,  cinayet bürodan gelecekler az kaldı:)

 Blogger izleyicilerimi geri verrrr....
 Okutulmamış  anılarımız var olmaz ki! 



Ölümün izleri...

Ölümün İzleri...


Ölüm zor mu? 

Bilemem daha önce hiç ölmedim  , arkasından baka  kalmak çok zor defalarca yaşadım , en acısı da yine gel diyememek  bir daha gelmeyeceğini bilmek...
  Ölenin acısı dışında birde arkasından miras  merağı olan , hayır için alınan hediyeleri yağmalayıp  günaha çeviren ,  dua için değilde gıybet için yapılan toplantılar haline getiren akrabalar var .
 Bir ara acaba sadece bize özgü
mü diye düşündüm
  , hangi cenazeye gitsem hiç görmedim böyle bir şey yada  dört duvar arası olunca karşıdan göremiyoruz.


 O öyle olsun bu böyle olsun  yedinci gecesi için dua olacak salı gecesi şimdiden resmen   şirket toplantısı gibi toplanıp herkes  ayrı kafadan bir şeyler söylüyor , yok pilavıydı , hediyesiydi o diyor öyle olsun bu diyor böyle olsun , Halam çok yaşlı  aklı bir geliyor bir gidiyor ,  bir ağlıyor bir  ölmedi o  gelecek diyor , paralarımı harcamak için yapıyorsunuz diyor, gülüyoruz kızıyor . 

 Her  konuşması tuhaf
 kaç senedir yaşattım da artık bitti demez mi!
 hönk  nasıl yani!   meğerse çok paraları var ya  tedavileri  özel hastanelerde olduğu için paraya dayandığı için  o vermiş ömrü Allah değil! acaba o malı mülkü onlara kim verdi halamı çok severim de bu huyları utanç veriyor bana  herkesin içinde söylüyor...


 Yaşı seksene geliyor halen  böyle şeylerin   parayla olmadığını  anlayamamış  herkesle küslerdi herkesle kavgalı  Almanya'dan kızları damatları  geldi onlardan başkada sadece kendi akrabalarımız ve bizim çevrelerimiz geldi  , her şey insanla oluyor vesselam...
 kafam kazan gibi oldu .

 Cenazemiz Almanya'dan  gece yarısı geldi o yüzden kalabalıktık evde , köy evi  olunca  kaloriferli değil tabii herkes bir yere kıvrıldı   yattı ben ve yengem  kapı önünde halı üstüne kaldık altımıza koymaya minder bile kalmadı montla uzun süre uyumamak için mücadele ettik en sonunda kapı önüne yayılmışız  iki seksen...
 Tabii  kuru yerde ,sobada  yok  ikimizde şifayı kapmışız.
 Keşke hiç uyumasaydım ...

 Cenazede düğün gibi herkese para verildi ibrikçiye  tabutu tutana mezar açana 
yürüyene
 ağlayana 
ehhh utandım  bir ara yeterin ayıp yahu  Allah rızası için  geliyorlar
  herkesi parayla satın alır gibi olmaz diyecektim de baktım herkes memnun  , kimsede parayı yere atıp biz Allah rızası için yapıyoruz demedi. Yirmi bin lira harcamışlar daha yedinci gecesi var ne olur bilemiyorum yılbaşı yaklaşıyor duaya dansözdemi çağırsak dedim   yengeme ,  gülmeye başladı tövbe de deliii...



In our book, THE BABY MAKERS, we wonder about wondering about where babies come from

Many of you know that Anne and I are writing a head-trip-of-a book together.*

The first popular article to come from our project is now published on-line at Scientific American

I did much of the work on this years ago. So you can imagine how excited I am to see it get out and into the light.

The piece asks whether Koko the gorilla, and other animals, could possibly link sex and babies. 

Whether your gut says of course not or of course, let us show your gut the actual evidence.

The printed January issue should hit the shelves in a week...

Oh, baby.
... our book, The Baby Makers, which has more space for us to explore more curious territory, should hit the shelves a bit later, geologically speaking.

*which is still without contract. Here's how to fix that: holly_dunsworth@uri.edu

Amerika

   Azizim şimdi nerden başlasam bilmem ki?
Son üç yıldır Amerika'ya gidiyor ve yaklaşık 2 hafta kalıyorum. 
  Henüz ben doğu eyaletlerini bitirebilmiş değilim. Gez gez kocaman bir kıta...




Tamam,
 Ennnn başından, uçak yolculuğundan başlıyorum. Gidiş yaklaşık 11 saat sürüyor. O arada birkaç film devirip, elinize ne geçerse okuyorsunuz ya da uyuyorsunuz. (Ben pek uyumamaya çalışıyorum ki inince jet lag olmayayım.)
  Tutulan ayaklar, bezgin bakışlar, sürekli yiyip içmekten dolayı önünüzde biriken çöpler...
(Allah var THY menüleri çok güzel, hele bir de havaalanında CIP Lounge'a girmişseniz yolculuk zaten pek keyifli başlamış oluyor.) 


    İnme vaktine yakın camdan baktığınızda İstanbul'un aksine yemyeşil bir New York görüyorsunuz. (Zaten dönünce İstanbul mimarisi gözünüze virane gibi geliyor) 
  Hani uçak inince bir alkışlama geleneği vardır ya, bu Amerika uçuşlarında pek olmuyor zira o kadar saat millete fenalık geldiğinden kimse de alkışlayacak derman kalmıyor.


  Amerika'ya ilk gidişimde "Gerçekten filmlerdeki gibi" demiştim. Ya hu adam taksi şoförü rap yapıyor sanki konuşurken. Kadın (bekçi), ondaki özgüven bende yok. Bu nasıl bir rahatlık bravo...


     Evleri genelde müstakil, estetik ve doğayı korumuşlar. Devasa ağaçlar... 
Biz duble yolla, iki köprüyle övüneduralım adamların 5-6 şeritli yolları, bir sürü köprüleri var. 


    New York canlı bir şehir. İnsan çeşitliliği çok fazla. Metroda şöyle bir millete bakınca siyahi, çekik gözlü, sarışın...


  Pek çok türden insan görüyorsunuz. Kozmopolit kelimesi yetersiz kalıyor.


  Tesettürlü birilerine pek rastlamıyorsunuz ama rastlarsanız da azınlık psikolojisinden olsa gerek kardeş kardeş bir sıcaklık oluyor hemen.
   Hatta bu kasım ayı gidişimde bir alışveriş merkezinde geleneksel Hintli bacılar görünce çok sevinmiştim.
(Hindistan seviyorum ben)
   Hemen o incredible İngilizcemle diyalog kurup baya sohbet etmiştim. Hatta bacılar müslüman çıkınca yumuş yumuş sarılmış, bıcır bıcır konuşmuş, gülüş gülüş ayrılmıştık.




   Tamamını yürüyerek bir çift ayakkabı eskittiğim ada Manhattan... Gökdelen şehri ama içinde göletler, müze ve spor sahaları olan koccaman bir Central Park ormanı var. Her yerde sincabiler (Ay canlarım!)




 Anlayacağınız adamlar şehir dizayn ederken insanı da düşünmüşler. 
   Her gün farklı bir otelde kalmak, nerenin nesi meşhursa el atmak, her şeyi Türkiye ile kıyaslamak (Maalesef çoğunlukla sınıfta kalıyor sevgili ülkem), farklı ve heyecanlı bir deneyim.


  Tanımadığınız kişiler bile gülümsüyor, selam veriyor. İyi derece konuşamasanız bile kimse yadırgamıyor.
(Hatta ben kendimi koyverip işaretle anlatıyordum çoğu zaman) 


  Yiyecek kısmına gelince donut, pankek, tarçınlı ekmekler... Aman aman tatları yok ama iyi reklam etmişler orası kesin.




  Ya hu kahvaltı yok resmen, yumurtalı ekmeğe tarçın konur mu hiç? Kesin yerleşirsem Türk işi fastfood açmak aklımı kurcalıyor.
   İçli köfteler, sarmalar, gözlemeler... Millet bayram etsin.


  Kahvaltı olmayan yerde helal yemek bulmak ise ciddi bir efor sarfettiriyor. Dayandık ton balıklı ekmeğe. Subway sağolsun.
   New Jersey'de Patterson denilen bölgede Türk mahallelerinden mütevellit kebapçılar var. Güzel de yapıyorlar. Bunların dışında anladım ki giderken zeytin, krem peynir, tarhana vs götürmek lazım.


    Amerika'nın güneyine indikçe nezaket ve elitlik artıyor gözlemlediğim.
    New York kozmopolit olduğu için herkes kendi kültürünü getirmiş. Ama aşağılara doğru daha sık thank you ve sorry duyuyorsunuz. Hem çok daha güzel bir yerleşim var.


  O kadar gezdim doğru düzgün otobüs görmedim. Sebebi ise araçların ve benzinin ucuz olması. 3300 kmde 110 $ benzin kullanmışız (Şaka gibi!)
  Bizde böyle olsa yaşını dolduran araba alır, trafik sorunu da külliyen çözülmez.



    Beyaz Saray oldukça mütevazı. Yine de önünde fotoğraf çektirenler eksik olmuyor. (O kadar seslendim Obama'ya. Bir hi bile demedi)




Özetle...

   Amerika her ne kadar çılgın görünse de, insanları mutlu, sistemi oturmuş bir ülke. Dönünce Türkiye'deki kabalık ve aksaklıklar hemen gözünüze batıyor. Sonra sorguluyorsunuz: Müslüman olan biziz ama müslüman sıfatlarına onlar daha çok sahip görünüyor! 


  



Let's be intelligent about intelligence

A lot of confusion reins over assertions about whether a physical or even behavioral trait is  'genetic'. There are several reasons for this.  One is the difference between mechanism and variation. Every human trait is genetic in the first sense: an organism develops from a fertilized egg because it has genes, and without its genes it could do or even be nothing.  So every trait is 'genetic' in the mechanism sense. But the other meaning of 'genetic' has to do with variation, and that is where the difficulty and often the contention lies.  The assertion that a trait is 'genetic' in this sense means that some people with a trait, or a particular trait measure, have it because of some particular genotype. That is, we all differ in the trait because of causal genetic differences.  Identifying genetic mechanisms or demonstrating that genetic variation is responsible for variation in a trait are genuine challenges.

Searching for genetic mechanisms responsible for, say, heart disease is one of those challenges.  It's difficult scientifically, but unlike with some other traits, the scientific question isn't politically loaded. Many people fervently want to stress the genetic role in intelligence, for example, and it's often for thinly disguised racist or elitist reasons.  A common response to almost any suggestion that an individual's intelligence might not be inborn, due to variants in his/her inherited genotype (meaning built-into the person's DNA sequence), is an accusation that the person is in denial of reality (but see our Dec 14 post about genetics and dialectics).  But who is really denying reality in such cases?  In our view, it is those who misperceive or misuse measures like heritability and have deep, emotional commitment to inborn destiny.

And, again, it's pretty clear that just slightly beneath the surface is often a racist or other discriminatory agenda: "let's identify 'them' and do something about it, to 'improve' them or prevent them from harming everybody else" (Trump's throw the Muslims out campaign, or the reluctance to invest 'our' resources in groups with inferior IQ, or in the worst case, eliminate them). If it's important to understand why people behave as they do (intelligence being just one aspect of behavior; there are of course many others), the argument goes, then one needs to know if it's genetic, that is, built into the genome at conception!  Again, then depending on who such knowledge is important to, individuals in the population can (should, must) be tested.

Of course, it's worth asking carefully whether what's really being looked for are individual differences, or group differences.  Why 'we' (those in power) 'need' (that is, want) to know which of 'their' behaviors are built-in, is unclear, but seems frequently to justify acting in discriminatory ways, favoring some and neglecting others.  In other words, of course intelligence is the result of gene action, but the argument is really about variation rather than mechanism.

But before we address these issues, it is worth providing a quick description of the core of the 'scientific' basis of the argument, which typically rests on a measure called 'heritability' (denoted here by H but typically written h-squared).

Heritability: simple-sounding word, but a slippery measure
When the genetics of intelligence, or most other behavioral traits for that matter, is considered, the proof that they are genetic is usually that their heritability is high.  Heritability has been known for decades to be a rough indirect indicator of genetic mechanistic cause, but it's a very elusive measure. The usual measure of H is basically the ratio of the amount of variation in genes (G) divided by the amount of variation in genes + variation in environment, G/(G+E), all within a particular sample at a particular time.  This is estimated typically by comparing the trait measure in relatives, since close relatives share specifiable fractions of their respective genetic variants.

This figure schematically shows the scatter of genetic similarities, each dot being values of the measure in an offspring compared to the average of its mother and father.  The figure shows the difference in such correlations if environmental effects are great and genetic variation accounts for only 10% of the similarity (left panel), or small where the environments contribute only 10% (right).

From Wikimedia images, taken from Nature


H in itself measures no specific genes or gene-variants, nor any specific environmental variants.  To avoid some confounding or confusing contributors to the trait, various additional types of sample are often studied or comparisons made, such as between adoptees vs biological children, or dizygous vs monozygous twins. Heritability studies also often try to remove correlations among relatives that are due to shared family environments that could, in the computation, falsely appear as genetic.  While these strategies are not useless, they are well-known to be imperfect.

Since the measure H is a ratio that depends on the particular conditions in your particular sample, if one of the terms (G or E) were to change, even within that same sample, the H value would also change. In other words, let the same population (the exact same set of genotypes) experience changed environments, and H will change. In that sense H is not an absolute measure of how genetic a trait is, but of how relatively important it is.  Let us repeat that--heritability is not a definitive measure of the genetic contribution to a trait.  It is about its context in a particular sample.

Every study of traits like IQ test scores, used as hopeful stand-ins for 'intelligence', shows that there is substantial heritability, though usually far below 1.0.  That means that environmental effects are important, usually predominant, even if genetic variation is contributing as well.  That's about all that H measures show.  'Environment' in this sense tells us nothing in itself about what the specific individual contributing factors might be, because they don't behave the way genetic factors do, thanks to the rules of genetic transmission from parent to offspring; environmental factors don't have theoretically specifiable patterns of clustering among people or even among relatives. The apparent environmental component estimated in H studies can also include things like chance, testing inadequacy, measurement error and so on.

The undeniable bottom line is that variation in traits like intelligence test performance is certainly affected by genetic variation because the trait itself is mechanistically affected by genes. But that is a crude and almost useless fact because the genetic component is generally polygenic, meaning that it is affected by large numbers of varying genomic elements, each making very small individual contributions. Here, we conveniently ignore whether current fad factors such as microbiomic or epigenetic effects are relevant, because each of them is variable, in each population or sample, and over time--even in each individual over time--and could in principle be inherited and hence appear in families as being 'genetic'.

What this means is that even each individual's inborn genetic component will be very different, that is, each of us will have different combinations of variants at tens or hundreds (or more) of contributing gene regions.  The predictability of achieved results from genomes, much less individual variants, will be correspondingly small, practically useless, as we've clearly seen for so many other complex traits (GWAS results, for example, even of IQ test scores). If we could measure environments the way we can measure genomic variation, they would be similarly complex with many individual factors involved, most with individually weak effects.  As with genotypes, the complexity of these environmental factors would mean each person is unique and predictions are weak, and that changing circumstances and imprecision in the risk estimates would have a large potential effect on each person's achieved results.  We've discussed these limitations (and the overselling) of genetic association studies many times here.

But, if one is determined to pry into everyone's inherent worth, here's how to do it properly:
Here's an idea: Let society decide that we want to know the real genetic truth about behaviors, not just the mechanisms but the effect of variation among individuals.  To do that, we must pass legislation to ensure that all environmental factors that contribute to behavior--all of them!--are exactly the same for everyone, from conception onward.  Once that is done, variation in test performance will be entirely due to genes, since the environmental variance, E, would be zero, so that H would be 1.0.  Now we can see how strongly genes in general, or individual genetic variants, determined results.  However, we assert with confidence that the result of individual genetic prediction would still be hopelessly complex in most cases (excepting, for example, clearly pathogenic genetic variants, which we know to be rare, and even they are usually not simple).

But this is of course a fantasy: making environmental effects uniform for everyone is obviously impossible, for at least two reasons.  First, we can't make the climate in Maine like that in Florida or California.  We can't have identical schools everywhere, or the same number of books in every home, or the same number of words spoken to each infant at each developmental stage.  And so on.  So maybe a more realistic idea would be to make the environmental variation the same everywhere, so that in a sense it was a kind of uniformly distributed 'error' term in measuring genetic effects.  Of course that can't be done either, for the same sorts of reason.

Secondly, genes don't work on their own, but interact with 'environments' in almost every imaginable way, and certainly in the development of the brain.  That means that separating G and E (as in G+E) is clearly an oversimplification of something very poorly understood.  Even fixing the same environment everywhere would not have the same effect on every genotype.

The bottom line, in reality, is that arguments, usually by those in privilege, that behaviors (and hence their societal value) are inherent, are almost inevitably working some other form of self-advantaging agenda.  Racism is right beneath the surface in much of this, but so are xenophobia and class differences.  So are hopes of producing babies with some desired property.  That's clear from the history of the subject.

Since it's impossible to think that society could make environments uniform for everyone so all that's left is genetic variation, the next most salubrious thing a society could do would be to provide the best environmental conditions for all of its members to thrive in, not expecting everyone to achieve the same but at least to have safe, satisfactory lives.  More socioeconomic equity by the elimination of poverty and privilege would be a solution if such equity were the real objective. Of course since the beginning of history this has been the stated goal of those who bemoan the unfairness of society (though less so of others who say we're inherently unequal and we ought to reward the privileged).  We gain little by peering into individual genomic 'souls' and condemning those found genetically wanting to fates that we, in the elite, decide is best for them (inevitably making sure we stay at the top).

This doesn't seem too cynical a view of the subject: If what those who assert the deep importance of genetics of behavior really want is for society to be fair, the first thing is to understand the environmental effects that obviously are the predominant causes of behavioral variation, and rectify the inequities.  Let society ensure that everyone has the same conditions: no upper class advantages in schools, ballet lessons, Kaplan prep courses for SATs to get them into Princeton, no jobs to get through family or parents' contacts, same number of books in every house, no corner drug dealers nor rats in the hallways in poor neighborhoods......  Or, how about broader 'intelligence' testing ideas, to include smarts like the ability to read defenses in basketball while flying through the air, or work a fork-lift efficiently, or fix one of today's complicated cars....

is a complex factor that is misused as much as it is used, because there are too many reasons to interpret its computational subtleties in ways that conveniently favor one's own social agenda. Not everyone interprets these issues in this way, but behaviors like intelligence are too juicy for those with such intentions to resist.  But, yes, let's be scientific, and commit to a concerted effort to make H approach 1.0, so that we can really understand the genetic contributions--that is, to make test-score differences really 'genetic'!  Then we could make sense of 'genetic' causes.  But, would any serious thinker believe it would be very useful?

Hüzün sardı dört bir yanımı...


Hep çok konuşurum ya aslında içimde rüzgarlar eser, belli olmasın diye  hep buruk bir gülüş takılıdır  dudaklarımda,  an gelirde rüzgarlar fırtınaya döner. İşte o zaman sadece içimdeki fırtınayı dinler ve duyarım.
 Sessizliğin sesini,  yüreğimin çığlığı bozar 
o sesi sadece gözyaşlarım duyar!...

 Eniştem vefat etmiş  köye gidiyorum:(


Christmas lights and/or lights out?


Wikimedia commons

Maybe you're too young or have just forgotten the early 1970s Arab oil embargo, but there's a sobering, if not depressing lesson to be had by recalling it.  At that time, oil supplies were limited as a way of forcing up the price.  People waited in long lines to fill up their gas tanks.

npr.org

And then responded by lowering the speed limit to improve gas mileage, and by restricting the amount of gas that could be bought.

Rational rationing response (Wikimedia images)
Rational realities  (Wikimedia images)
How short is our memory!  At that time, Toyota and a few others (like a more honest VW then) made cars that were inexpensive, very easy to fix (as even I could do!), reliable, with much better fuel economy than most cars get today. We suddenly realized that we'd been living too high on the hog, and that it was time to tighten our belts--for everyone's collective good.  And we did not like being dependent on somebody else for our lives. Saving, economy, restraint, and self-sufficiency were actually popular, even here in the US.  'More' was not the only word in our vocabulary; small was beautiful as a widespread slogan of the '70s had it.  Of course, as soon as the embargo ended, auto-makers started puffing up their cars.

How times have changed!  Today's immediate news is all about the urgent need for stalling climate change.  Those who want to feel virtuous are using LED light bulbs and driving (expensive) hybrid cars.  Note the word 'driving', because our way of life still supports burgeoning suburbs that require driving (your Prius) many miles a day, even just to get a bottle of milk.  Pump prices are low--and Wall Street is bleating!  All the car makers, including Toyota, have been making, marketing, and selling road hog cars way bigger than most people have any need for.  Hardly anyone is complaining.  It's not even clear if the feel-gooders buying hybrids are actually saving much if any fossil fuels, given the environmental and cost issues of the batteries, and so on.  Even so, the total usage is up.

Not only were speed limits reduced to what were fuel-efficient speeds, street lights were turned out at night. And, then-President Jimmy Carter did things like put solar panels on the roof of the White House, use a wood stove for heat, and (though a Baptist, or perhaps because he had a sincere faith) requested that people not use Christmas lights in 1979 and 1980.  They might have been nice to look at, but they used energy that we realized we should save.

But...but we're now saving the earth!!!
The news media are currently blaring self-satisfied stories about how the Paris conference (that is, the countless delegates who flew there, and ate lots of meals requiring imported food) actually came to an agreement about possibly, maybe, we'll see, restrictions of fossil fuel usage.  Hopefully, they'll at least do the limited things they say.  So, brush your hands off in gratitude, and believe that we'll really 'save the earth'!

Has saving the earth sunk in?  From Wikimmedia images

However as the above picture shows, the depth of understanding is, one could say, rather shallow. Unlike the '70s, within living memory, the idea of real curtailing of our energy wastage is long forgotten in today's post-conference feel-good moments.

Yes, gaudy holiday lights (even imported by ship from very far away) don't individually use up much energy.  And, I mean, shouldn't we be able to show off our piety to our neighbors, even out-do them in that respect?  We don't need to save the earth that much, surely!

Symbolic restraint like LED light bulbs and (relatively) fuel-efficient cars show that the issues in reality have hardly sunk in.  The idea that we might actually realize what restraint in lifestyle would mean, if we were to take equity and posterity seriously, seems far-fetched.  Symbolic gestures -- like squiggly light bulbs -- that still allow us to keep up what we've been doing all along make us feel good.  But without a serious self-imposed embargo on our behavior, all the news stories and hand-wringing about climate change is false piety.  But that's nothing new, a delusion not all that different from religion.

But, of course, it must all be OK, because now we're finally saving the earth!

Ah, well, it might seem unseemly, in this Holiday season, but I can't help but wonder how many people in our world could be fed and have a decent life if we did even a little bit less driving and flying, and turned off these beautiful lights.

Anılarda beni hatırlarmı # final#



 Hayat , hayat ey hayat!



 Bu yaşadıklarımı  bana izletseler yine de bu hayata gelirmiydin? diye sorsalar?
 Sırf çocuklarıma olan aşkımdan yine gelirdim, yine  bunca zorluğu yaşardım.

Çocuklarıma aşığım da bunu  bu aralar gösterebiliyormuyum?   Malesef gösteremiyorum. Hatta onlardan nefret ettiğimi bana yük olduklarını düşündürdüğüm anlar oluyor.



 Komşular kayınvalidem için hasta ziyaretine geldiler  ,komşulardan biri eltimin  akrabası  ayağını halının altına bile soktu sanki anlamadım güya ev temiz mi bakacak!
   Eda yaptığı çayı ikram ederken  hemen gözlerini kızıma diktiler  ''ay maşAllah tam evlenecek yaşa gelmiş  , hamaratta kız evlendir bunu artık'' deyince
''kısmet işi bunlar '' dedim
 Diğer komşu ''aa hamarattır benim kızım bak  diğer kızlara hiç benzemez ne  gezdiğini  gördük nede bir erkekle  duyduk Allah için hanım kız'' Deyince '' öyledir sağ olsun hiç yüzümü kara çıkarmadı çok dinler beni '' dedim .

 İçimden güldüm ne diyeyim şimdi  el aleme kendi kızımı şikayet edecek değilim ya. 
 hiç sesimi çıkarmadım küçükken çocuğunu kimse görmüyor, biraz  büyüyünce nasılda göze batıyor...ah gelin birde bana sorun siz onu tabi dışarıdan kim ne bilir evin halini .



 Kayınvalidem komşuların yanında altına   yaptı nasıl kokuyor  komşular da  kokuyu duydular 
  ''Zahide annen altına yaptı'' dedi eltimin akrabası 
 ''evet  temizlerim şimdi ben sizi salona alayım kusura bakmayın '' 
 gerek yok kız salona geçmemize,  bizde kalkıyorduk dediler ve on dakika daha oturdular nihayet gittiler.



   Altını temizledim mızıldanmaya başladı  başı ses götürmüyor insanlardan, kimse gelsin istemiyor  bazen  her şeyi hatırlıyor bazende  hiç kimseyi tanımıyor  Emin'e geçen gün baba dedi  çocuklarla gülmekten öldük Ya Rabbim  gülermisin, ağlarmısın?
Gece eltim geldi yarım saat oturup gitti kızların çok dersi varmış ta dersaneye gidiyorlarmışta arabası altında ne olacak  bizi beğenmiyor hanımefendi.

 Anlayamadığım   kaynımla Emin  aynı işte çalışıyor ,aynı maaşı alıyor, eltim aldı başını merkeze taşındı ,ev aldı yeni eşyalar aldı  hep ileri gitti kızlar dersaneye gidiyor , biz ise maşaAllah. daha gelinlik koltuklarımı kullanıyorum. besmelesi bol diyeceğim ama  o da yok kadında , Emin bana 'sen çok fesatsın, fesatlıktan barımıyoruz'' diyor...

Bazen haklılık payı veriyorum ama  şuda bir gerçek eltimin ailesi ona çok destek çıkıyor maddi açıdan , bizimkiler kendilerini zor bakıyor, çocuklara beş lira vermezler. bir gün anneme  '' anne bari  çocuklara bir lira ver  '' dedim
 ''kızım birine versem diğeri gücenir bende hiç birine vermiyorum  yok işte elde avuçta anca kendimizi geçindiriyoruz'' dedi. o da  haklı.
 Bu akşam Emin eve suratı beş karış geldi kaynım  ona   sitem etmiş, müşterilerin yanında  ''bir anama bakamıyorsanız alayım'' demiş   ''beynimden kaynar sular döküldü'' diyor.

 Komşular   eltime beni söylemiş kayınvalideme iyi bakamıyormuşum  ev leş gibiymiş te ben biliyorum kimin söylediğini eltimin o akrabası yok mu o işte geldiler,çayımı kahvemi içtiler utanmadan bir de dedikodumu yapıyorlar. kolaysa alsın eltim baksın dedim , madem o kadar kolay hasta bakmak gelip on dakika oturup kaçmakla olmuyor.
Dedikoducu karılar işleri güçleri kapı kapı gezmek, aylak kalıyorlar ya ne yapsınlar.



Ne biçim insan bunlar anca sinirlerimi bozuyorlar  Teyzeme onca laf söylemem rağmen bana kırılmamış zor günlerime  vermiş arada gelip gidiyor Allah razı olsun çok yardım  ediyor.
 Bu aralar Eda'da bir değişim var okuyacağım ben diye tutturdu babasının aklına da girmiş dışarıdan liseyi bitirmeye karar verdi okula yazıldı hafta üç gün okula gidiyor sınavlara giriyor bu durum Emin'i ve beni mutlu ediyor.

 Çok geçmeden Eda'nın neden böyle birden okumaya heveslendiğini anladım. Teyzem benden gizli  o çocukla aralarını yapmış oğlan üniversite de okuyormuş  mühendis olacakmış. Eda'yı çok beğenmiş ama illa okuman lazım yoksa bu iş olmaz demiş.

 Bizim  bin tembihle yaptıramadığımızı  oğlan bir sözüyle yaptırmış ve okumaya karar vermiş.
Bir yandan seviniyorum bir yandan da teyzeme kızıyorum kocaman kadının yaptığına bak! 

Derya ve Oğuzcan yapışık ikizler gibi hiç ayrılmıyorlar aralarındaki üç yaşa rağmen çok iyi anlaşıyorlar.
 Günler o kadar hızlı geçiyor ki geçen beş yılda    çok şeyler değişti ama bazı şeyler hiç değişmedi. 
Eda yirmi üç  yaşında oldu liseyi bitirip iki yıllık üniversite okudu.  El sanatları bölümünü okudu  o çocukla yani Münin'le nişanlandı 
Derya üniversiteyi kazandı hemde zor bir bölümü Hukuk.

  Bize rağmen...
  Sanırım o evin  huzursuzluğunu okuyarak yok saydı, kendini hep okumaya verdi  Oğuzcan liseye devam ama bir türlü arabalara merakı bitmedi. Hafta sonları babasının yanına sanayiye gidiyor kayınvalidem ise halen yatalak  çok zayıfladı yatağın içinde kayboluyor.
  Rabbim yaşayacaksın deyince  nefesi içinde durduğu sürece yaşıyor  işte ne desek boş bana ağır geldiği zamanlar oluyor da ona bu hayat hafif mi geliyor  sanki bazen her şeyi hatırlıyor ağlıyor  eskiden ona çok kızardı  sağlıklıydı her şeyi kendi yapardı bana muhtaç değildi. Zaman zaman kavga ederdik  şimdi ise bana o kadar muhtaç ki bir bebekten daha fazla.
 Bebek bile altını pislediğinde rahatsız olur ağlar o  ise bazen altına yaptığının  farkına bile varmıyor   duvarları boyamaya devam ediyor bezini çıkarıp atmaya da ama ben buna pratik bir yol buldum  duvarlara, duvar kağıdı yaptık, onun erebileceği yerlere folyo yapıştırdım  o batırsa da arkasından siliyorum hiç değilse.

Bu gece  yatağa yattığımda Emin'i düşündüm ,kayınvalidemi düşündüm aklıma bir şey takıldı
Elmadaki tırtıldan iğrenirizde kelebeği neden bu kadar çok severiz?





Günlerdir telaş içindeyim Eda'yı gelin ediyorum. Nihayet yavrularımdan biri yuvasını kuracak,  eskiden o kadar çok çeyiz yapardım ki.
 Kayınvalidem hastalandıktan sonra hiç bir şey yapamaz oldum.
 Birde hasetlik yapar kimselere örnek vermezdim sanki kim bilir ne ey Allahım eskiden yaptığım şeyler o zamanlar bana çok mantıklı gelirdi şimdi ise  çok saçma geliyor .
 Ne olacak sanki o örneği versem herkesin üzerinde farklı duruyor. her kesin elinden ayrı çıkıyor. 
Yavrumun öyle fazla çeyizi yok,  yinede  maddi gücümüzün yettiği kadar her şeyini aldık.
Huzuru bol olur inşAllah.Eda'yı istemeye geldiklerinde kayınvalidem çok hastalandı düğün üzeri bize oyun yapacak gibi duruyor, diye düşünmemin üstünden çok zaman geçmedi.
 Eda'nın çeyizinin gittiği gün kayınvalidem çok ağırlaştı o gece vefat etti.
Meğer ne kadarda çok alışmışım ona, içime nasılda büyük bir acı çöktü, yıllarca benim için çocuk gibiydi kızdığım anlarda oldu, ölsün artık kurtulayım dediğim anlarda ama Rabbimde biliyor ben kötü niyetten söylemedim hiç bir zaman yüzüne vurmadım.
Bana neler etti, hepsini unuttum.
 Benim için ölüm demek içimden göçmen kuşların  gitmesi.

 Onun için ölüm demek bu dünyadan, bu dünyadaki acılarından kurtuluş demek. Emin annesinin tabutun başında öyle bir ağlıyordu ki içi dağlanmış gibi ,kaç yaşında olursa olsun ana işte.

Ölüm ve düğün bir insanın evinin en kalabalık olduğu anlar.
biz iki duyguyu bir anda yaşıyoruz, Annem yaklaşıp sırtımı sıvazladı
'' iki yavrunu da gelin ettin'' dedi annem ben şaşkın şaşkın bakarken devam etti
'' ee kızım genç kızın düğünü telli duvaklı olur bizim gibi ihtiyarların düğünü de kefenle olur, ikisine de Yeni yuvalarında Rabbim huzurlar versin''
 Bu sözler  zor günler yaşadığım şu anada bana kamçı gibi geliyor  ağlamaktan kendimi alı koyamıyorum.

Çocuğumun düğünü istediğimiz gibi olmadı. Buruk gitti güzel yavrum.
Emin Eda'nın beline kuşağı bağlarken  göz yaşları sicim gibi döküldü. Kayınvalidem ve Eda'nın gitmesiyle ev o kadar sessiz kaldı ki sanki uçsuz bucaksız bir denizin ortasındayım ama ne su var ne güneş sadece tuz var yakıyor bedenimi.


Tuhaf bir duygu  kendimi yeni evli gibi hissediyorum  bütün zaman bana ait fakat çok canım sıkılıyor.


Yeni bir hayata başlar gibi hissediyorum kendimi.  Sabah kahvaltı sofrasında yaptığım patetesli yumurtayı herkese servis yapıp yerime otururken  Derya'nın başını okşayıp Oğuzcan'la ikisinin  saçlarına birer öpücük kondurdum... Derya- şükür aklına geldik,hep merak ediyordum iki çocuğun daha olduğunu ne zaman hatırlayacaksın diye.... 

Salak salak konuşup canımı sıkma  sabahın köründe Derya  neyinizi eksik yaptım  üç kardeş birbirinizi çekemiyorsunuz daha yarın eli nasıl çekeceksiniz bilmem. Emin bir şey desene . ne diyeyim hanım çocuk bir laf dedi yerin dibine soktun yarım saattir söyleniyorsun.  Ağlamaya başladım ben sabahın köründe kalktım size kahvaltı hazırladım ...

Kimi doydu kimi  doymadı hepsi kahvaltı sofrasından kalktı. Okula,işe dağıldılar... 
Oğuzcan  liseyi bitirmeden bıraktı sanayide babasıyla çalışmaya başladı.laf dinlemiyor ki evlatlar o kadar çok yalvardık yakardık olmadı... 
Gerçi Derya okuyor da ne oluyor bizi beğenmiyor hanım,  kabuğunu beğenmiyor  yumurta.
 Bana karşı hiç sevgisi yok yada ben öyle hissediyorum. Eltim merkezde oturduğundan fazla görüşemiyoruz. İki kızı da evlendirdi kızlar çalışmıyor zengin yerlere evlendiler.
 Boşu boşuna dershanelere yolladı  kafa almayınca profesörden ders alsa nafile...
  Eltim çok  rahat evler ,arabalar  beş yıl geçmeden değişen koltuklar , biz ise hep aynı harabelikte  ...

  Derya ile her gün her saniye didişmelerim  bitmiyor edanın derdi bitti derken  derya çıktı  ne desem laf
söylüyor küçükte değil ağzının ortasına terliği geçireceğim az kaldı . ben bu kadar analık yapıyorum kendi  daha iyisini yapsın ilerde.  Eda'yla ilgilenmişim hep onu sevmişim hep onu düşünürmüşüm aaa yeter içimi kim bilebilir ki.   Oğuzcan'ım askerde ne zormuş evlat yolu beklemek....


 Derya üniversiteden sonra  bir avukatın yanında çalışmaya başladı babası adamı gördü tanıştı baştan çok sevdik  deryada sevmiş hemde biraz fazla  ...

 Aralarındaki on beş yaşa rağmen bizi dinlemedi  kendi başına buyruk arkasına kuyruk gidip adamla nikahlanmış bir gelinlik bile giymeden .
 Asi olunur da bu kadar mı olunur. Babası affetmem eve sokmam dedi . yine  ana yüreği ikna
Ettim üç beş bir şeyler yaptık. 
 Ailesiyle tanıştık  kokteyl mi neymiş onu yaptılar sosyetik bunlar. Eda ile ayni ay hamile olduklarını ögrendiler.
 Emin beyim can parem akşam çok hastalandı   hemen hastaneye attık  . 
 Kalp damarlarından ikisi tıkanmış


anjio oldu ama fayda etmedi  stent taktılar  zor kalkıyor,nefesi bile yarım yarım alıp veriyor.



İki hafta hastanede yattı  Oğuzcan teskereyi aldığı hafta Emin beyde , Bu dünyadan teskereyi aldı , annesine kavuştu bizi terk etti .., 

Beni terk etti .. 
Ne yalan bir dünya bu  , anan şöyle,  halan böyle , yok koltuk eskidi, yok halı eskidi derken biz eskimişiz.
 Farkına varmadan  nasılda yalan bir dünya   Oğuzcan'la baş başa kaldık bir kızı istiyormuş resmini gösterdi, bet bu çocuğum, kız mı kalmadı dedim gülümsedi sırtımı sıvazladı hemen...

 Güzelini bulurum aney dedi şımarık evlat. 
Benim lafımla bakmadı tabii ki . Benim yılardır öğrenemediğim bir şeyi o iyi biliyordu. Güzellik yüzde olmuyor , yüz güzelliği makyajla estetikle bir şekilde hal oluyor ancak ruha estetik işlemiyor...

    Haticeymiş  kızın ismi. Sevmedim gitti resminden hoşlanmadım birde eve gelmeye başlamaz mı , daha söz yok nişan yok ne biçim kız böyle hafta yedi o sekiz bizde. Oğuzcan   askerden geldikten sonra  oto parçaları üzerine açtığı dükkanı iyice büyüttü.  bütün itirazlarıma rağmen o kızla  evlendi ...

 Bir annesi var cadııı hep akıl veriyor kızına.,
Hatice ile aynı evde oturuyoruz.

  Bir  sabah deryayı gördüm başucumda  daha uyanmadı mı diyor gözleri şişmiş. uyandım diyecektim ki , dilim ağzımdan çıktı sanki.  meğer gece felç geçirmişim beni hastaneye getirmişler.  ne dargınlık ne kırgınlık nede gelecek kaygım kalmıştı ağzım bile dönmüyordu ,  hastaneden eve geldiğimizde zor zahmet  konuşmaya çalıştım edanın bakmasını istedim ama Oğuzcan bırakmam dedi , Hatice beni bakmazdı aylardır ona yapmadığım kalmadı.  ve  iki yıldır beni utandırdı her gün gelinim. bana çok iyi davrandı ,
 Geçmişim hemde çok geçmişim bu sokaklardan da bilememişim kıymetini,çektiğim nefeste dumanı çekmiş, yanan ateşte hep külü görmüşüm.

Tüm yaşadıklarım, heves ettiklerim için yaptığım inatlaşmalar, kırdığım insanlar ve beni kıran insanlara verdiğim tepkiler ne kadar da boşmuş, anlıyorum ki yaşanan an geri gelmiyor.



 Şimdilerde beni ölüm korkutmuyor  yaşamak kadar.Yetmiş beş seneyi ne çabuk geride bıraktım, sevdiklerimi ne ara mezara koydum anlayamadım! 

Heveslerim vardı tutkularım, ideallerim kimin yok ki! 
Gece böyle düşünerek uyuya kalmışım, sabahın erken saatlerinde oğlum işe gitmeden önce  yanıma uğradı, her sabah ve her akşam bunu yapar
 ''Annem günaydın nasılsın bu sabah?''
Başımı salladım iyiyim anlamında  gözlerimden  sicim gibi akan yaşları silerken oğlum '' ağlama annem ,akşama görüşürüz, Hatice kahvaltını hazırlıyor birazdan getirir'' deyip odadan çıktı.


 Arkasından  peltek dilimle bir şeyler geveledim, ama anladı mı bilmiyorum?

Ellerimle yataktan güç alarak oturmaya çalıştım,yastığımı düzeltmeye çalıştım  zor iş!  iki yıldır bu yatakta yatmak ne kadar zor bilemezsin, havalı yatağım benim sofram, tuvaletim, salonum, yatak odam kısacası benim yaşam merkezim bu yatak...


İyi yönünden bakmak lazım,evin en güzel köşesi bana ait cam kenarında yatağım gündüzleri bol bol pencerenin önünden

gelip geçeni izliyorum,Oğlum ve Hatice'nin kapıdaki Konuşmalarını duyuyorum,Hatice akşama eve gelirken alması gerekenleri sıralıyordu,bir ara sesler kesildi, sanırım oğlum gitti.

Camdan onu görebilirmiyim diye perdeyi  titrek ellerimle yavaşça araladım, o anda  gözümün önüne yıllar önce eşimi işe giderken her sabah arkasından baktığım anlar geldi aklıma  birden o anlara daldım, Sanki  araladığım perde değilde anılardı , yıllar yeniden gözümde akıyordu... 
                                          Son...

 Not: Hikayeyi baştan okumak isteyen yan tarafta  Kategoriler bölümünden okuyabilir , gecikmiş bir son oldu  keyifli okumalar...




Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...