BERLİN’DEKİ MÜZE PROJESİ SONRASI NOTLAR

Nisan ayının ilk günlerinde, mail kutumda Almanyadaki “Federal Almanya Kültür Vakfı (Kultur Stiftung des Bundes)’ndan gelen bir mail buldum. 2012 senesinde Berlin’deki Hamburger Bahnhof Çağdaş Sanat Müzesi’nde gençlerle yaptığım projeden dolayı bana yeniden geri döndüklerini belirtip; bu defa Berlin ve Almanya çapındaki tüm müzelerde uygulanabilecek yeni konseptler geliştirmek istediklerini, onlarla çalışmak isteyip istemediğimi soruyorlardı. Geliştirmek istedikleri yeni projenin soruları ise şöyleydi: Müzeleri çocuklar ve gençler için nasıl daha ilgi çekici yerler haline getirebiliriz? Müzelerde sergilenen eserlerin çocuklar ve gençlerin yaşamları ve gerçeklikleri ile bağlantısı nedir ve bunu projeler aracılığı ile nasıl ortaya çıkartabiliriz?

Bu proje, tiyatro pedagogu ve hikaye anlatıcısı olarak elbetteki beni çok heyecanlandırdı. Fakat  görüşmelerimiz sürdükçe kafam karışmaya başladı. Anlaşılan bu proje fikrini öne atanlar içinde başlangıçta projenin çerçevesi çok net değildi. Anlamadığım bir şey vardı? Nasıl olacaktı bu? Belirtilen tarihler arasında Berlin’deki Bode müzesinde çocuklar ve gençlerle birlikte mi çalışacaktım? Bunun için İstanbul’dan bir konsept  geliştirerek mi gitmeliydim? Yoksa söz konusu olan başka bir format mıydı? Bir süre sorularım cevapsız kalsa da sonunda, bunun sanatçı ve bilimsel uzmanları bir araya getiren ve bu birliktelikten yeni fikirler ortaya çıkarmayı amaçlayan bir atölye çalışması olduğunu anladım. Ama çalışmanın ayrıntılarını henüz bilmiyordum ve rahatlamaya karar verdim. Nasılsa Berlin’e gidince geriye kalan ayrıntıları öğrenecektim :)

14, 15, 16 Mayıs tarihlerinde sekiz sanatçı ve uzman Berlin Bode müzesinde buluşacak, müzeden aldıkları ilhamdan yola çıkarak, disiplinler ve müzeler arası projeler geliştireceklerdi. Bu üç günlük buluşmada gruplar halinde veya tek tek çalışmak mümkündü. Üç gün boyunca çalıştıktan sonra,  geliştirdiğimiz konsepti ve sorularımızı yazılı olarak iletip projeyi sonlandıracaktık. Atölyenin gerçekleşmesine bir hafta kala katılımcılar da netleşdi. Almanya dışından ve Almanya’nın farklı şehirlerinden 8 farklı sanatçı ve bilim insanı bu atölyeye davet edilmişti. Bu isimler şöyleydi;
  • Claudia Ehgartner , MUMOK Yöneticisi / Müze Pedagogu, Viyana 
  • Patrik Presch, Fotoğraf Sanatçısı, Almanya  
  • Uta Plate, Tiyatro Pedagogu, Almanya 
  • Claudia Hanfgarn, Dansçı/Dans Pedagogu, Almanya
  • Christopher Dell, Müzisyen/ Komponist, Almanya 
  • Rabi Georges, Tiyatrocu/ Performans Sanatçısı, Dubai 
  • Christine Gerbich, Sosyolog / Müze Pedagogu, Almanya
Ben Istanbul’daki işlerimden dolayı ancak son iki güne katılabilektim. 14 Mayıs akşamı Berlin’e indim. 6 yıllık Berlin ikametimden sonra yaklaşık bir yıldır artık Berlin’de yaşamıyorum ve bu şehre her geldiğimde, havaalanına ayak bastığım an içimden kocaman çığlıklar atıyorum, “BERLİN, ICH LIEBE DICH”, SENİ SEVİYORUM BERLİN” :) Ve sanki oradan hiç gitmemişim gibi hissediyorum. 14 Mayıs akşamı da, havaalanına ayak basar basmaz, bu duygular ve ertesi sabah başlayacağım projenin heyecanı beni sardı. 


1.GÜN

15 Mayıs sabahı, saat 10.00’da Bode Müzesi’nde olacak şekilde yola koyuldum. Hava güneşli, alışılmış, gri ve yağmurlu gökyüzü yok, güneş beni selamlıyor adeta. Benim için güzel bir başlangıç oldu bu. 

Berlin Bode Müzesi


Çalışma odasına girdiğimde gülen yüzlere eşlik eden tereddütler görünce, ne yalan söyleyeyim rahatladım biraz. Demek ki, projede tam olarak ne yapacağını henüz anlamamış bir tek ben değildim :) Kafalar karışık, sorular herkesin yüzünden okunuyor. Davetli sanatçılar, proje yöneticileri, müze müdürü, herkes merakla birbirine bakıyor, hem yeni yüzleri hemde süreci nasıl geçireceğimizi anlamaya çalışıyoruz. 
 
Elbetteki bu kadar merak, bilinmezlikler ve sorulara (yani “kaosa”) önceden hazırlanılmış yol haritaları, ilk günkü (14.05.) çalışmadan çıkarılmış konular ve çalışma grupları (yani “düzen”) de eşlik ediyordu. Kahve eşliğinde geçirdiğimiz tanışma aşamasından sonra ilk gün neler yapıldığını, müzeyi gezerek hangi çalışma başlıklarının çıktığını ve kimin hangi grupta çalıştığını dinledim. İlk gün müze gezisi sırasında şu genel çalışma başlıkları belirlenmişti.

1.günden çalışma notları


1.günden çalışma notları


1.günden çalışma notları


1.günden çalışma notları



  1. Mekan
  2. Algılar? Neyi nasıl algılıyorum?
  3. Anlatılar / Hikayeler
  4. Çağdaş Karşılaşmalar
  5. Hareket / Performatif olan

Bu başlıkların hepsi beni heyecanlandırsa da birini seçmek zorundaydım ve elbetteki Anlatılar/Hikayeler grubuna dahil olmaya karar verdim. Grupta bir gün önce iki kişi varmış ve onlardan biri o gün hasta olduğu için gelememiş. Önceki günden bir tek sosyolog Christine Gerbich kalmış. Ben ve  müze yöneticisi Dr. Julien Chapuis bu grupta olmak istediğimizi belirttik ve üçlü yolculuğumuz başladı. Bir süre birlikte çalışacak, birlikte sorular soracak ve birlikte olası proje fikirleri üzerine düşünecektik. Sürecin sonunda herkes bilgisayarıyla baş başa kalacak ve kendi projesini üretecekti. Çalışmaya ilk olarak müzeyi gezmekle başladık. Dr. Julien Chapuis bize müzedeki en sevdiği eserleri gösterdi ve bu eserleri nasıl algıladığını ve onun için müzelerin neden önemli olduğunu anlattı. Ayrıca bay Chapuis müzeye gelen gençleri bazen kendisinin  gezdirdiğinden bahsetti. Bu gezilerinde onun için önemli olanın; gençlere kuru,kitabi bilgi aktarmak olmadığını söyledi. Onun için önemli olanın, müzedeki eserler yardımıyla  gençlerin algılarının değişmesi olduğunu belirtti.
Örneğin “Virgin and Child” eserini anlatırken; bu eserin ana temasının dönüşler olduğunu, Meryem Ananın bedeni hareket etmese de elbisesinin kıvrımları, saçlarının lülesi ve bebek İsa’nın saçlarının lülesine baktıkça otomatik olarak eserin etrafında dönmeye başladığımızı belirtti. Ve bu eserin sunduğu yakınlık, koruma duygusu. Gençler bu temaları fark edip, kendilerini eserin etkisine bıraktıklarında algıları zaten değişiyor ve buradan “değişmiş” olarak çıkıyorlar, diye devam etti. Ayrıca geliştirilecek yeni projelerde bu tarzda etkileri yaratabilmeyi çok istediğini belirtti. 

Bode Müzesindeki VIRGIN and CHILD

Gezinin sonraki kısımlarında daha önce bir dans pedagogu ile yaptıkları bir projeden bahsetti. Projenin konusunun “Duygular” olduğunu söyledi. Gençler müzede gezip, eserlere dikkatlice bakmışlar ve eserlerin barındırdığı duyguları not edip, daha sonrada bu duyguları bedenleri ve yaptıkları maskelerle bir gösteriye dönüştürmüşler.
Dr. Julien Chapuis öyle iyi bir hikaye anlatıcısıydı ki, Donatello’nun bir eserinin yanında yine duygulardan bahsederken gözyaşlarıma hakim olamadım. Ağladığımı gören Christine’de göz yaşlarını tutamayınca, bay Chapuis omzuma, sanki bu gözlaşlarını anladığını ifade edercesine sessizce dokunuverdi. Bu karşılaşma sadece entelektüel düzeyde gerçekleşen bir karşılaşma değil, “insani” düzeyde, duyguların yoğun olduğu bir karşılaşma olmuştu. İşte bu benim geliştirmek istediğim projenin ilk tohumu oldu. “Ziyaretçiler, görünen eserin gizlediği duygulara nasıl ulaşabilirdi?”

Öğleden sonra, tüm ekip bir araya geldik ve proje hakkında yeniden konuşmaya başladık. Herkes, yavaş yavaş belirmeye başlamış olan ilk proje fikirlerinden bahsetti.Daha sonra; farklı liselerden gençlerin, okul müdürünün, farklı sanatçıların ve kültür sanat yöneticilerinin katıldığı world cafe aşamasına geçtik. Bu metodla birbirinden farklı bir çok kişi, bir masanın etrafında toplanıyor ve kolaylaştırıcı eşliğinde tartışılan konu ile ilgili farklı görüşler toplanıyor.  (http://kolektifbilinc.wordpress.com/ortak-akil/).

Aramıza sadece world cafe için katılmış kişilere, “Müzelerin daha çekici hale getirmek için ne yapmalıyız?, Ne olursa müzeleri ziyaret etmek istersiniz?” gibi sorular sorarak, gençlerin perspektifini anlamaya çalıştık. Aldığımız cevaplardan bazıları şöyleydi;

Lise öğrencileri;
  • Müzede yaşı ilerlemiş, asık suraklı insanlar çalışıyorlar. Bizim gibi gençleri de çalışma ekibine alsalar nasıl olurdu?
  • Bode Müzesinin girişi çok sıkıcı, burası nasıl daha atraktif hale getirilebilinir?
  • Müzelerin yaşadığımız çağ ile bağı nasıl kurulabilinir?
  • Müzelerde bizim de katılabileceğimiz; film, tiyatro, dans, anlatı vs. etkinleri tasarlanabilir mi?
  • Müze duvarları neden daha renkli değil?
  • Okuldaki dersleri, özellikle de tarih dersini müzelerde yapabilir miyiz?
  • Neden hep müzelerde sessiz olmak zorundayız? Haftanın belirli günlerinde müzelerde istediğimiz gibi gürültü yapsak nasıl olur?:)
  • Müzelerde eserleri sergilenen sanatçıların, o zamanlar nasıl yaşadığını anlatan belgeseller olsa, nasıl olurdu?

Okul müdürü ise world cafede şu soruları sordu;
  • Okullardaki kimi dersleri ( sanat, tiyatro vs.) müzelerde yapabilir miyiz?
  • Genellikle biz, okullar olarak müzelere geliyoruz. Neden müze çalışanları da okula gelip, bize kendilerini anlatmıyorlar?
  • Okulda müze nasıl olurdu?
  • Daha misafirperver bir karşılama olabilir miydi?

 
World Cafe notları

Worl Cafe’de cesurca sorular sorup, yeni fikirleri de not ettikten sonra, günün geri kalan kısmında kendi aramızda çalışmaya devam ettik. Oldukça yoğun geçen bir günün sonunda müzeden dışarıya çıktığımda sıcacık Berlin güneşi içimi ısıtmaya devam ediyordu. Akşam güneşinin altında, aklımda binbir düşünce saatlerce yürüdüm.

Müze önünde ben :)

2. GÜN

Son gün her sanatçı çalışmaya nasıl devam edeceğine kendisi karar verdi. Ben ilk gün kaçırdığım Speed-Dating programını yapmak istedim. Geliştirdiğim ve üzerine çalışmaya başladığım proje fikri Bode Müzesi ve İslam Sanatları Müzesi arasında geçiyordu. Bunun için İslam sanatları müzesinin Kültür Pedagogu ile çalışmak istiyordum. İki gün boyunca Bode Müzesi hakkında çok şey duymuştum. Ama İslam Sanatları Müzesini henüz çok iyi tanımıyordum. Bu çalışmada müze ile ilgili merak ettiğim herşeyi sorabilecektim. Yaptığımız konuşma sonrası İslam Sanatları Müzesinin çok daha iyi tanıtım. Projemde yavaş yavaş ete kemiğe bürünmeye başladı. 2.günün geri kalan kısmında Bode Müzesini  tek başıma gezip, ilham kaynaklarımı teker teker fotoğraflayıp, notlar almaya başladım. Projem ve sorularım neredeyse son hailini almış gibiydi. Yine de kendime düşüncelerimin olgunlaşması için biraz daha zaman vermek istiyordum.

16 Mayıs Cuma öğleden sonra, üç günlük yoğun karşılaşma ve çalışma sonrası veda vakti gelmişti. Kapanış çemberinde proje fikrini ortaya atan vakıf çalışanları, bizlerden her ince ayrıntısı düşünülmüş, hazır konseptler istemediklerini; mümkünse vizyoner düşünüp aklımıza gelebilecek her türlü soruyu sorabileceğimizi söylediler.Öte yandan da; önereceğimiz somut, genel hatlarıyla yazılmış, yeni proje fikirlerini de beklediklerini belirttiler. Burada bir kez daha anladım ki, bu süreç onlar içinde oldukça deneysel bir süreçti ve gelebilecek her türlü yeni fikre açıktılar. Ben de hem sorularımı, eleştiri noktalarımı, önerilerimi hemde geliştirdiğim somut proje önerisini yazmaya karar verdim.

Proje sonrası 4 gün daha Berlin’de kaldım. Berlin sokaklarında gezdim, dostlarımla buluştum. Proje fikirlerimin olgunlaşması için kendime biraz zaman tanıdım. Daha sonra Josep Campell’in “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” fikrinden yola çıkarak, disiplinler ve müzeler arası uygulanabilecek bir Hikaye Anlatıcılığı projesi geliştirdim. Şimdilerde proje fikirleri değerlendirme aşamasında. Büyük olasılıkla sonbaharda tekrar buluşup fikirleri geliştirmeye devam edeceğiz. Almanya’daki müzelerde önümüzdeki dönemlerde uygulanacak projelerin kaynağı bu üç günlük konsept geliştirme çalışması olacak.

Bu sürecin bana düşündürdüklerine gelince;
  •  Müzeler gibi kökleşmiş her kurumsal yapı yenilenmek, çağa ayak uydurmak istiyorlarsa herşeyden önce varlığı ve var olma biçimi üzerine cesurca sorular sorabilmelidir.
  • Bu sorgulama süreçlerinde, kurumun dışından davet edilmiş dış gözler sürecin daha verimli geçmesine yardımcı olabilirler.
  • Sanatçıların ve alanında uzman farklı bilim insanlarının bu tarz süreçlere dahil olması, çözüm önerilerini zenginleştirebilir.
  • Neden Türkiye’de sanatçılar, özellikle çağdaş sanatçılar müze, okul vb. gibi kurumlarla birlikte çalışmıyorlar? 


BERLİN BODE MÜZESİNDE SERGİLENEN BAZI ESERLER

Meryem Ana'nın koruyucu paltosu


Simson ve Delila


Sultanahmet Hipodromundan götürülen oyun taşı


Afrodit'in doğuşu


Merkür


Atmaca












UNUTMA

  Artık tahta sıralara oturulmuyor okullarda bildiğim kadarıyla ama ben doğum tarihim sebebiyle kaçırmış olduğum birçok kıymetli  şeye rağmen şükür  tahta sıralara yetiştim.Bizden önceki öğrencilerin üzerlerine isimlerini,yaşanılan özel günlerin tarihleri yazdığı tahta sıralar.
   Öğretmenlerimiz kızardı ilkokuldayken okulun - yani devletin ama asla bizim değil- malına zarar verdiğimiz için. Ben bunun bir zarar verme olduğunu düşünmezdim o yıllarda -ki çalışkan olmanın bedeli olan kurallara uyma zorunluluğunun nasıl da ağır bir yük olduğunu bilmeden omuzlarımda gururla taşıdığım zamanlardı- ki hala düşünmüyorum.
   Bir sonsuz olma çabasıydı kazınan her harf, yani yazılan şiirin , bulunan şifanın,çekilen filmin hatta  belki de yaşamın kaynağı olan bir dürtünün en naif haliydi. İlk aşkların baş harfleri sanki sonsuza dek sürecek  bir heyecanla  kazınıyordu sıralara matematik derslerinde. Teneffüs aralarında on dakikalık ‘’genç’’liklere sıkıştırılan çocuk aşklar sonsuzlaştırıyordu iki harf ve bir kalp simgesiyle.
    Sadece aşkların romantik panosu değildi sıralarımız küçük iktidar oyunları oynağımız yaşam alanlarımızdı. Zaman zaman silgiler boya kalemleri ortaya dökülüp kolektif bir yaşam sürülür  zaman zaman edilen kavgalar sonucu tam oraya bir hudut çizilirdi kurşunun yetişkinler dünyasındaki tahribatından habersiz masum kalemlerimizle ve kavganın ateşiyle kurallar belirlenirdi. 
Kimse kendi bölgesi dışındaki alana taşmayacak , herkes kendi eşyasını kullanacak… 
O hudut savaşlarını hatırlıyorum ama barışmalar yok zihnimde ; muhtemelen fark etmeden aşıveriyorduk sınırları . Kalbimize ve doğal olarak duygulara en yakın olduğumuz yıllardı. Çocuktuk hesapsızca kızıp fark etmeden, çetele tutmadan barışıyorduk. Savaş da barış da yetişkinlerin sinsi planlarından uzak kalbe en yakın ve en yalın haliyle var oluyordu hayatımızda.

  Sonrası zaman…
   Kalpten uzaklaşmaya başladığımız yıllar ve nereye gidileceği belirsiz ,zaman zaman tekinsiz yollar.

    Şimdi ruhumda kendimle ve dünyayla kavga etmenin sonucu kalın bir hudut.
Bir tarafımda dünüm,çocukluğum,hayallerim,alıştıklarım,korkularım,evlatlığım,öğretilmiş doğrularım …
Çok iyi tanıdığım, göz yaşlarını bildiğim ,başarı kabul edilen başarmaları sonucu etrafındaki takdiri birlikte kabul ettiğim , çocukluğunun tüm kırık yönlerine dokunduğum, korkularını anlayabildiğim yanım. Gerçekte de güneşin  küçükken çizdiği resimlerdeki gibi  dağların arasından  gülümsediğini zanneden, umut eden bir kız çocuğu. Tedirgin , kararsız belki de korkak. 
Diğer tarafımda geleceğim,gençliğim,kadınlığım,hedeflerim,merakım,umudum,öfkem,özgürlüğüm,masalım…
Sorular sormaya başlamış , bilmenin dayanılmaz ağırlığına karşı hayatın inanılmaz bilgeliğine sığınmayı şifa edinmiş , sevmelerin riskine gözü kara dalmış , vazgeçilmenin yalnızlığıyla büyümüş , ölümle tanışmış, zalime karşı tepeden tırnağa öfke ile dolmuş, yetişkinliğin acımasız umutsuzluğuyla mücadele eden yanım. Yaşadım diyebilecek gibi yaşamak isteyen , hayal sandıklarını açmaya hazır , heyecanı nefesini kesen köksüz ve özgür yanım.
İçimde bunlar olurken dışımda kendime benzettiğim ortadan ikiye bölünmüş bir ülke.
    Bir yanı bahar bahçe ,aydınlık ,ağaç ,deniz ,söz ,müzik ,sevda ,mavi ,özgürlük …
    Diğer yanı zalimin zulmü altında acıyla kavrulan güzel bir ülke.
    Bağrında zulmü ve şifayı koyun koyuna saklayan topraklar.  

İnsanın iliklerine işleyen geçmiş mirası acılar yetmezmiş gibi hayatı kabusa çeviren kapkara bir canilik düştü bizim de payımıza. Bu yüzden gözümü kapatıp anneme masallar anlattırmak istiyorum bazen , görmeyeyim , duymayayım , bilmeyeyim istiyorum .Korkak yanıma sığınıyorum ne olacak ki bu şekilde yaşayabilen milyonlarca insan var diyorum. 
Öyle anlarda  öfkem okkalı bir tokat sallıyor, unutmayacaksın diyor, göreceksin ,bileceksin ,hayat sandığın gibi bir şey değil bunu bir kere keşfettikten sonra her başın sıkıştığında sığınamazsın korkmalarına,susmalarına ; bunca acıya karşı yapacağın bir şey elbette var bunu bulmak zorundasın diye inletiyor içimin duvarlarını.  
Tıpkı çocukken olduğu gibi aşacaksın içinin sınırlarını. Karışacaksın dününe ve yarınına...
Dününden gelerek yarınına gidebilmeyi öğreneceksin. Ve bugününde sen olacaksın . Bir kere sordun sorularını , bir kere gördün artık susamazsın.

Yapacağın bir şey elbette var , bir amacı var nefesinin ..
Bulmak zorundasın diyor
Şu an elinden gelen tek şey ağlamaksa ağla
           
 ama bir gün o yaşa şifa olmak zorundasın
                                                                          
bunu
                                                                                         unutma !!!

umutla

Vintage and Handmade Spring Fair 2014


Yes folks, it's that time again when all us vintage luvvies descend on Chipping Sodbury Town Hall for a good dose of nostalgic shopping at The Vintage and Handmade Spring Fair! This coming Saturday 31st May, 10am - 4pm


My stand this year will have a distinctive shells theme, with collages, cards and these new packs of papers and stickers featuring lovely colourful shell illustrations. A lot of customers ask me when they see these packs, 'well, what exactly are they for?', and my answer is usually: "If you enjoy scrapbooking, collaging or making cards, then these are ideal. Different papers to cut out and stick in artistic arrangements when making cards and gift tags, and the stickers can be used when wrapping gifts or as an added embellishment on collages....just use your imagination!"
                                                xxx

TEŞEKKÜR EDERİM

 Sevilesi bir aydır Mayıs bence. Okullarda öğretmenler geziler düzenlemeye başlar , beden dersleri daha bir anlam kazanır. Çiçekler açar, kısa kollular dolaplara yerleştirilmeye başlanır, sinemaya değil de sahillere gidilmeye başlanır, tatil planları yapılır parası olsun olmasın herkes bir şeyler planlar kimisi köye gitmeyi ister kimisi kaynının yazlığına.
 
 Aslına bakılırsa güzel bir aydır Mayıs. Yaz meyveleri bir bir düşer masaya hem de öyle sadece zengin sofrasına değil sana bana da düşer yemyeşil erikleri yemek ,gelecek  kirazlara hazırlanmak . Balkonlarda oturmaya başlar şanslı olanlarımız. Hayatın balkonsuzluk sunduğu şanssızlarımıza da açıveriririz balkonları ve paylaşırız birer fincan kahveyi. Akşam ezanı geç okunur sokakta kalma saati uzar çocukların. Çocukluğun büyüsü erik ağaçlarının dibinde olamasa da egzoza da karışsa oynamak telaşı,rağmenlere rağmen yine aynı saf büyüdür. Sokaklara çocuk sesleri yayılır .
  
   Bana sorarsanız güzel zamandır derdim Mayıs.

   Büyümenin sadece büyümek olduğunu zannediyor muşum meğer.


   Büyümek ölüme dokunmak, acıyla yanmak ve tüm bunlar olurken hayata devam edebilmekmiş.
 Bu sene bir  Mayıs günü  ailemin ortasına düştü ölüm hem de öyle  yönetmenle anlaşamayan oyuncunun  diziden
ayrılması için çalakalem yazılmış bir senaryoyla değil tüm gerçeğiyle ve çaresizliğiyle. Bir vardı bir yoktu . Öyle dediler arkasından. Benim doğum günlerimde vardı mesela , bayramlarda vardı , düğünlerde vardı, akşam oturmalarında vardı ama kızının mezuniyetinde olamayacaktı, gelin kızını göremeyecekti , dede olamayacaktı , emekli olup karısıyla bir göz oda bir ev alamayacaktı. Artık olmayacaktı. Konuşmayacak,duymayacaktı. Aslında ölümü bilmediğimden habersiz idrak etmeye çalışırken olan biteni, bir haber geldi yüzlerce ölümü ilan eden bir haber.
   Televizyonlar , sokaklar ,evler , derslikler ve ruhum kömür karasına bulanmıştı. Zaten belki de hiç olamamış yüzlerce insan çirkin adamların kirli beyaz gömleklerine karşı kapkara ama tertemiz yüzleriyle sonsuza kadar susmuşlardı.
   Ben ne hissedeceğimi bilemez hislerle resmi rakamlarca da bir yıl daha büyümüştüm.
   Bu sefer resmi makamlar haklıydı ben bu Mayıs gerçekten büyümüştüm.Şairin dizesini tüm ruhumda hissedecek kadar büyümüştüm; ölümden korktuğum halde yaşamak yanım ağır bastığından zeytin dikebilecek kadar büyümüştüm.
  
  Aklımda ruhumda kelimeler uçuşurken daha cümleleşmemişken tüm bunlar hadi geliyorsun  dediler , gittim. Sadece bir büyüğü değil çocukluğumu,korkularımı,kaybedişlerimi,kazandıklarımı,dostluklarımı,içimdeki şarkılarımı ve en önemlisi hayallerimi ve masalımı koyabileceğim bir masa kurdular bana. Bir şarkıdan çıkıp gelmiş kirli beyaz muşamba örtüleri sermişlerdi o masalara . Masalar ağaç altında. Dışarıda hayat sesleri. Tuvalet kapısında beyaz saçlı bir ‘’güzellik’’.  Hayat akıyordu şişeden sohbete börülceye,aşkta,geçmişe…
 Geçmişle bağlı kadınların sofrasına aşkla sızıp dostlukla yer bulmuş güzel bir adamda vardı. 
Karşısındaki kadına aşkla dokunan , bizde dostlukla var olan.
  
    Bu yazı, karşısında mükemmele yakın bir teslimiyetle ruhumu açtığım o kıymetli kadına
    Bu yazı, sadece gönülle açıklanabilecek çocuklukla sarmanabilecek tüm hatalarımızın kazancı  dostluk olan o çocuk kadına
    Bu yazı, elini tuttuğu kadına ve bize dostluğun güveniyle yaklaşan o güzel adama
    Bu yazı, tanımadığım , tanıyamadan kaybettiğim o mükemmel aşık kadına
    Bu yazı, tanımayı , tanışmayı , dostluğunu arzuladığım dostluğu ve aşkı kutsayan o ozan kadına
    Bu yazı, çalmış ,söylemiş, okumuş , yazmış tüm o güzel kadınlara ve adamlara
    Bu yazı, hayata  bir teşekkür yazısıdır.


  En büyük acıların karşısında sadece büyük sevmelerle durulabileceğini hissede hissede öğrendiğim yirmi ikinci mayısıma bir teşekkür yazısıdır .

Teşekkür ederim ...



    

YİRMİ İKİNCİ MAYIS

İnsan hayatın içinden geçerken zamanın akışkan olduğunu unutuveriyor.
Sanki o ‘’an’’ sonsuzmuşcasına o anın etrafına örüyor hayallerini. Çocukluğunun sıcak yazlarının geçtiği o merdivenli sokak hiç gitmezmiş gibi düşünüyor, o bahçesine yayıldığın okul bitmezmiş gibi, avarelik edebildiğin o öğrenci olmak hali hep olacakmış gibi, ucuz bira içtiğin o kafeden başka yerde oturulmazmış gibi  hissediyor.
   Ama hayat bütün bilgeliğiyle bütün çocuklarına bıkmadan usanmadan öğretmeye çalışıyor zamanın geçtiğini, değiştirdiğini , dönüştürdüğünü. Bitimli bir düzende sevmek dışında her şeyin sonlu olduğunu.
   Dünya üzerindeki zavallı bir zerrecik olan bendenizin hayatında da zaman geçiyor elbet. Devirler kapanıyor, ölümler hizaya sokuyor vahşi insan egosunu . Hayat elindeki fırçasıyla benim de hayatımı boyuyor ,şekillendiriyor. Bu sene turuncu değil Mayısım . Kömür karası. Kelimeler tükendi . Çaresizlik,öfke,isyan , dua ,utanç  birbirine karıştı. Tanıdığımı sandığım sokakların karanlığını sindi mayısın üstüne. Kömür karasına umutsuzluğun dumanı karıştı , nefes alınmaz oldu.
   O an işte nefesin kesildiği an minik bir meleğin güzel sesi yayıldı telefonumdan ruhuma ki aynı esnada geçmişin yaşı süzülüyordu yanaklarımdan. Televizyonlardan acı doluyordu evimin salonuna ve kapıda çocukluğumun tanıdık yüzleri bir tutam geçmişle zili çalıyordu. Hayatın devamlılığının önemli nişanelerinden olan yemek sofrası kurulmuştu üzerinde bir kaç tabak tabaklarda hayat …
      
     Bu Mayıs bana kapanan devirler,
                                              biten ömürler ,
                                                         içine ateş düşen ocaklar

    Kelimeler aciz


15.05.2014

MASAL


Yazan: Nörobiyolog, Prof.Dr. Gerald Hüther Çeviren: Nazlı Çevik 
Bu yazı 2005 sonbaharında, BaldKarlshafen’da yapılan Masal Kongresi için yazılmıştır. 



Çocuklar Neden Masallara İhtiyaç Duyarlar

Masal Anlatma Kültürünün Korunması İçin Öne Sürülen Kimi Nörobiyolojik Argümanlar

1.Giriş:

Elinizde çocuklarınızın sakince oturup dinlemelerini sağlayacak, aynı zamanda hayal gücünü geliştirecek, kelime dağarcığını arttıracak ve tüm bunlarında ötesinde empati kurma becerilerini geliştirip, özgüvenini arttırarak, geleceğe daha güvenli ve korkusuzca bakmasını sağlayacak büyülü bir değnek olduğunu hayal edin. Çocuk beyni için oldukça faydalı olan ve hiçbir ücret ödemeden edinebileceğiniz bu değnek aslında zaten mevcut. Bu büyülü değneği kullandığınızda kazanacağınız çok şey olacaktır. Bunlar arasında yakınlık, güven ve çocuklarınızın gözlerindeki ışıltıyı sayabiliriz. Bedelini hiçbir şeyle ödeyemeyeceğimiz bu büyülü değnek, çocuklarımıza anlattığımız veya okuduğumuz masallardır. Masal saatleri öğrenmenin en üst seviyeye ulaştığı en etkili saatlerdir.
Çocuklarda öğrenme (tıpkı yetişkinlerde de olduğu gibi) beyindeki duygu merkezleri uyarılınca, yani heyecan yaratıp, güçlü etkiler bırakınca gerçekleşir. Bu durumda beyin hücreleri arasındaki yeni bağlantıları sağlayacak olan hormonların salınımı giderek artmaya başlar. Öğrenmeyi bu derece etkili kılan en etkili şeylerden birisi “oyun” dur. Çocuk kendini ve dünyayı oyun aracılığı ile keşfeder. Diğeri ise, aynı şekilde çocukların dünyaya ve hayata dair birçok şeyi deneyimledikleri “Masal Saatleri” dir. Bu da, çocuğun güvendiği birinin ona masalı anlatması veya okuması ile gerçekleşir. Bu güçlü duyguların (beyindeki duygu merkezlerinin çok yoğun bir biçimde uyarıldığı, hormonların, korku merkezleri uyarıldığındaki “alarm” durumunu yaşamadığı), oluşabilmesi için yaratılan atmosfer çok önemlidir. Bunun için masal saatlerinde bir mum yakılabilir veya bu saatlere özel başka bir ritüel bulunabilinir. Bu tarz bir atmosfer çocukların, sükûneti yakalayıp, odaklanmalarına yardımcı olacaktır. Ancak bu şekilde çocuk beyninde karmaşık uyarıcı örüntüler(kodlar/sinaptik bağlantılar) kurulabilir ve beyinde kalıcı hale getirilebilirler. Ayrıca masalın içeriği de bu atmosferlerin oluşmasına yardımcı olacak şekilde “uygun” olmak zorundadır. Çocukları heyecanlandıran ve korkutan masal öğeleri, ancak masal mutlu sonla bittiği sürece uygundur. Ayrıca masalın nasıl anlatıldığı veya okunduğu da çok önemlidir. Çocuk masalı anlatan veya okuyan yetişkinin de masaldan etkilendiğini, heyecanlandığını, üzüldüğünü veya şaşırdığını görmek ister. Bu duygusal kıvılcımlar çocuğa ancak;  yetişkin masalı yaşayarak ve çocuğun gözlerinin içine bakarak anlattığı zaman geçebilir. Çocuk ile yetişkin arasındaki bu yakın temas ve çocuğun masalın duygu dünyasına girmesini sağlamak, yetişkinin masalı okuması ile değil anlatması ile elde edilir. Ses kayıt cihazları veya videolar, bu duygusal yakınlığın oluşmasına izin vermez, çünkü bu araçlar çocuğun masalı dinlerken verdiği tepkilere karşılık veremezler. Çocukları yaşadıkları duygularla yalnız bırakırlar. Buradan bakıldığında, aslında sihirli değnek masallar değildir. Yetişkinin masalı kendisi yaşıyormuşçasına anlatmasıdır. Bu şekilde çocuğun masalın duygu dünyasına girmesini ve masalın karakterleri ile kurduğu duygusal ilişkinin onu sürüklemesine izin vermesini sağlayacaktır. Masallar çocuk beynini güçlendiren besinler gibidir.

Hepsi bu kadar mı? Hayır, değil. Çünkü masalı çocuğa anlatan yetişkinin beyninde de bir takım değişiklikler gerçekleşir. Yetişkinin beyninde eski hatıralar, yaşantılar canlanır. Bunlar sadece masalın o an anlatılan içeriğine dair yaşantılar değildir, çocukken masal dinlediği (masal dinleyerek büyümüşse tabi) zamanlardaki anıları ve masal dinlerken hissettiği duyguları canlanır. Ve o zamanlar ki, sevdiği bir yetişkinle yaşadığı yoğun karşılaşma deneyimi ve atmosferi beyinde yeniden canlanır. Hatta sıklıkla bu durumla bağlantılı olarak, bedenin hafızası canlanır ve kimi duyumların (sarılma, ürperti, karıncalanma) bedendeki etkileri ve masal dinlerken oturduğu koltuğun, yattığı yatağın hissi beyinde yeniden canlanır. Tüm bunlar, erken çocukluk döneminde yaşanmış deneyimlerin beyinde kaydedildiği yerden, hissedilebilir ve görünebilir şekilde ortaya çıkarlar. Masallar biz yetişkinleri de esrarengiz bir şekilde güçlendirir, çünkü masallar genel olarak eski, duygusal ve pozitif olarak değerlendirilip beyinde kaydedilmiş anıları yeniden canlandırırlar. İç sıkıntılar, endişe ve korkular kaybolurlar ve kişi kendini çok daha iyi, güçlü, korkusuz, özgürleşmiş ve aynı zamanda köklenmiş hisseder. Masallar yetişkin ruhu için ilaç gibidir.

Hepsi bu kadar mı? Tabii ki hala değil. Masallar yalnızca hikayeleri değil, kendilerine ait imajları, yetişkinlerin içlerinde büyüdüğü aile, sülale ve topluluğun iletilerini, saklı mesajlarını, sonunda da belli bir kültürün kodlarını, o kültürün içinde yaşayan çocuğa aktarırlar. Bir toplulukta oluşturulmuş ve topluluk içinde yayılan bilginin sunulduğu, güvenli ve tanıdık bir platform sunarlar. Buradan bakıldığında masallar kültürel kimliklerin oluşmasına katkı sunarlar ve toplulukların birlik güçlendirirler. Başka şekilde ifade etmek gerekirse,masallar kültürel birliktelikleri kuran, bağlayan balmumu gibidir.

Beyin araştırmacılarının son yıllardaki görüntüleme teknikleriyle (EMAR) gösterebildikleri gibi, beyindeki sinir hücrelerinin birbirleriyle kurdukları bağlantılar;  düşünce, duygu ve eylemde bulunma biçimlerinin içsel temsilleri, bugüne kadar kabul edilen görüşün ötesinde, kişisel deneyimlerin biçimlendirdiği bir şeydir. Yaşamda kalma deneyimlerinin kişisel ve kolektif biçimleri kuşaktan kuşağa aktarılır (Bilginin, yeteneklerin, becerilerin, hayallerin, kuralların, değerlendirme kriterlerinin, davranış ve yön bulma biçimlerinin devredilmesi sonraki kuşaklara aktarılması). Masallar, hayatta kalma stratejilerine dair önemli mesajların kuşaklar arası aktarımını sağlayan, ayrıca insanlar arası ilişkilerin nasıl yapılandırılacağına dair önemli bilgileri taşıyan araçlardır. İnsanların birbirlerine anlattıkları masallar, ilişki kurma becerilerini, yaratıcılığı ve toplulukların hayallerini belirleyici güçlere sahiptirler. Bunun da ötesinde insanların beyinlerinde, sinir hücrelerinin birbirleriyle yaptıkları yeni bağlantıların ve içsel temsillerin (içsel imajlar) oluşmasına neden olurlar.

2. Beynin Gelişimi Açısından Güvenli Bağlanma İlişkilerinin Önemi

Çocuklar dünyaya geldiklerinde yetişkinlerin yardımına ihtiyaç duyarlar. İhtiyaç duydukları tek şey, onları sıcak tutacak, besleyecek, temiz tutacak ve onlarla ilgilenecek birileri değildir. Bunlardan daha da önemlisi korktuklarında yanlarında olacak ve korkularını yenmelerine yardımcı olacak yetişkinlere ihtiyaç duyarlar. Eğer şanslılarsa etraflarında onlara bu tarz durumlarda düzenli olarak yardım eden, güven, emniyet ve şefkat dolu bir ortam sunabilen yetişkinler vardır. Bu durumda da çocukların beyninde aktive edilmiş tüm bağlantılar sağlıklı bir şekilde kurulur. Bu şekilde çocuğun ilk olarak bağ kurduğu kişi veya kişilerle arasında güvenli bağlanma ilişkileri oluşmaya başlar.
Anne-babaların çoğu bunu bilirler ve çocuklarıyla bu bağı güçlendirmek için oyun oynarlar. Örn; kısa süreliğine saklanırlar, çocuk korkmaya ve anne-babasını aramaya başladığında yeniden ortaya çıkarlar. Bu durumda çocuklara; saklanan kişiyi, kendi çabasıyla yeniden bulabilecekleri duygusunu verirler. Bununla birlikte hayattaki “tehlikeli” hallerle baş etmesi gerektiğinde, kendilerine güvenebilecekleri duygusunu da vermiş olurlar. Ayrıca bu oyunsu süreçlerde, beyindeki sinir hücreleri arasında bu bilgiyi taşıyan sinaptik bağlar kurulur. Bu şekilde kendine güven duygusu ve problemlerin çözümünde kendi yetilerine güvenme duygusu geliştirilmiş olur. Zamanla çocuğun ilişki kurduğu kişi sayısı artar ve çocuk da bu kişilerin sahip olduğu davranış biçimlerini, yetileri ve yaşamdaki duruş biçimlerini taklit etmeye başlar. Bu yetiler çocuğun iç dünyasının düzenlenmesi, yani korku ve stress durumlarıyla baş edebilmesi için yardımcı olurlar. Çocuk; bilgisini, yetilerini ve becerilerini deneyimleyerek arttırdıkça, erken dönemde çocuklukta ihtiyaç duyduğu güvenli bağlanma anlamını kaybetmeye başlar. Bu gelişim; bedende ciddi değişikliklere neden olan seks hormonlarının salınımın arttığı ve bununla beraberde düşünme, hissetme ve davranış biçimlerinin de değişmeye başladığı ergenlik döneminde had safhaya ulaşır. Başlangıçta başkalarına bağımlı olan bebek bu süreçlerin sonunda, kendisinin de seçebildiği, karmaşık, sosyal ilişkiler ağına bağlı bir insan olur.

Malesef bu süreçler her zaman yukarıda belirtildiği gibi sağlıklı ilerlemez. Çocukluk ve ergenlik döneminde; kendine olan güvenin bağımsız bir şekilde gelişmesini sağlayacak farklı deneyimleri yaşayamayan yetişkinlerin sayısı az değildir. Bu kişiler ya yaşamlarının ilk yıllarında bağlandıkları kişilerle bağımlılık ilişkilerini sürdürmeye devam ederler veya yetişkinlik dönemlerinde bu bağımlılık ilişkilerini devam ettirebilecekleri insanlarla ilişki kurmayı tercih ederler. Ve çocuk sahibi olduklarında da çocuklarını bu şekilde bağımlı yetiştirirler.

Erken çocukluk döneminde gelişen bu sorunlu bağımlı ilişkilerin en önemli sebebi, çocuğa o dönemde yeterince ruhsal ve duygusal destek verilmemesidir. Kariyerini her şeyden daha fazla önemseyen, hala kendini gerçekleştirmeyle uğraşan ve yaşamda birçok şeyin tadına bakıp, hayattan sadece zevk almaya çalışan anne-babaların sayısı azımsanamayacak kadar çoktur. Bu yetişkinler çoğunlukla; nasıl göründükleri, hobileri, evlerinin dekorasyonu ve elde ettikleri statülerini sergilemeyle uğraşırlar. Bu şekilde sadece kendi amaçlarını gerçekleştirmek isteyen anne-babalar için çocuklar daha çok bir “engel” sayılırlar. Her çocuğun ihtiyaç duyduğu; güven, ilgi ve ruhsal destek onlar için rahatsız edici durumlar yaratır. Bu tarz anne-babalar, çocuklarına karşı yapmaları gereken “görevlerini”  yaparlar, hatta zaman zaman çok da iyi yaptıklarını düşünürler. Çocuklarının dengeli beslenmelerini sağlarlar, temizliklerine ve hijyenlerine önem verirler, çocuklarına modaya uygun kıyafetler giydirirler ve çocukları için iyi olduğunu düşündükleri her şeyi satın alırlar. Çocuğa sürekli bir şeyler alarak, aslında kendi vicdanlarını rahatlatırlar. Çocuğun esas ihtiyacı olan şey; anne-babanın herşeyiyle onun yanında olması, çocuğun bedensel, duygusal ve ruhsal ihtiyaçlarını gidermesidir. Ama bu ebeveynler maalesef çocuklarına ihtiyaç duydukları bu şeyleri ya hiç vermezler ya da çocukların gerçekten ihtiyaç duydukları zamanda  veremezler. O yüzden bu tarz çocuklar, erken yaşta kendi kendileriyle kalmayı ve zorluklarla tek başlarına baş etmeyi öğrenmek zorunda kalırlar.
Bu çocuklarda, bağlanacakları ilk kişiye karşı güvenlik bağlanma yeterince gelişmez. Böylece eksik kalmış güvenlik hissini aşırı derecede benmerkezci olarak dengelemeye çalışırlar. Bu şekilde kendilerine sadece kendilerinin belirlediği bir dünya kurarlar. Kendilerini, onların tasavvurlarına uymayan ve yabancı insanlardan gelecek etkilere ve önerilere karşı koruma altına alırlar. Bu durumda kendilerinin oluşturduğu bu dünyada zorluklarla baş etme diye bir şey yoktur. Farklı deneyimler yaşanmaz ve gelişmekte olan beyine yerleşmezler. Çocuğun beyninde gerçekleşmesi gereken önemli kimi gelişimler ya gerçekleşmez ya da sınırlı düzeyde gerçekleşir. Bu çocuklar çoğunlukla masal dinlemeyi de reddederler. Motivasyon, bir konuyu kendi bağlamında anlama, akılda tutma, hatırlama, tanıma ve problemlerin anlaşılıp, çözülmesi gibi çocukların öğrenmeleri gereken yetiler yeterince gelişmez. Sosyal yaşamda; kendi yarattıkları dünyaya çekilme, yabancı düşünce ve tasavvurları reddetme, kendi tutum ve davranışını agresif bir biçimde savunma davranışlarını sergilediklerini gözlemleriz.

Çoğunlukla bu durumlarda kendi korkularını yenmek için geliştirdikleri sahte, tek taraflı bir özerklik stratejisi sergilediklerini görürüz. Bu durumda aktive olan sinir hücrelerinin kurulumu, ne kadar erken oluşmaya başlarsa o kadar kalıcı olur. Ve bu hücreler çocukların tüm hissetme, düşünme ve harekete geçme biçimlerini belirlemeye başlarlar. Bu durumla karşılaşmış çocuklar kendileri ile başkaları, özellikle de yetişkinler arasına sınırlar koyarlar. Ve eksik kalmış duyarlılıkları yüzünden çok yönlü sosyal becerileri gelişmez. Bununla birlikte, başkalarıyla birlikte geçerli çözümler bulma ve hem kendi hem de başkaları için sorumluluk alabilmenin temel koşulları oluşmamış olur.
Erken çocukluk döneminde gerçekleşen bağlanma ile ilgili bu problemler çocuğun beyninin ve kişiliğinin gelişimi üzerinde, ilerleyen yaşlarda düzeltilmesi çok zor etkiler bırakırlar. Güvenli bağlar geliştirememiş çocuklar bedensel ve duygusal yakınlık kurmaktan korkarlar. Bu korkularını yenemezlerse, ömür boyu izole, benmerkezci ve bağlanma problemleri olan yetişkinler olarak yaşamlarına devam ederler. Kimileri ise şanslı oldukları için; onları anlayan, başkalarıyla yavaş yavaş ilişki geliştirmelerine, insan ilişkilerine güvenmelerine ve problemler karşısında yavaş yavaş birlikte çözümler geliştirme konusunda onlara yardımcı olabilecek bir öğretmen veya eğitmen bulabilirler. Kimisi de zorluklarla baş edebilmek için geliştirdikleri sahte özerklik stratejilerinin devamı niteliğinde kendilerini yok ederler.

Beynin Gelişimi Açısından Güvenlik Sunan Yönelimlerin Anlamı

Erken çocukluk dönemindeki bağlanma durumu, yalnızca uzun ve karmaşık sosyalizasyon süreçlerinin ilk adımıdır. Her çocuk bu süreçlerde beynini; kimi yetileri ve becerilerini ötekilere göre daha fazla geliştirecek, kimi şeylere ötekilere göre daha fazla reaksiyon gösterecek, kimi duyguları ötekilere göre daha yoğun yaşayacak şekilde kullanmayı öğrenir. Veya beyin, içinde yaşadığı toplumda kendi yolunu bulabilmesi için buna; mecbur bırakılır, teşvik edilir ya da cesaretlendirilir.
Karmaşık ve kullanıma bağlı gelişen sinir ağlarının oluşumunu sağlayan beyin bölgesi, insanda en yavaş gelişen bölgedir. Bu bölge hayvan atalarına kıyasla insan beyninde daha çok gelişmiştir. Buna anatomik olarak frontal veya ön lob denir. Bu bölge; beynin diğer bölgelerinde daha önce oluşmuş ve orada depolanmış heyecan verici kimi motifleri bir araya getirerek bütünsel bir resmin oluşmasını sağlayan bölgedir. Bu durumda; derinlerde yatan, çok eskiden oluşmuş ve depolanmış bu motifler frontal lob tarafından yönetilir. İnsan; beyninin ön lobu olmadan geleceğe dair tasarımlar kuramaz, plan yapamaz, olayların gelişim sırasında göre sonuçlarını tahmin edemez, empati kuramaz, başkalarının duygularını anlayamaz ve sorumluluk duygusunu duyumsayamaz. Bizi diğer hayvanlardan en net şekilde ayıran bölge beynimizdeki frontal lobtur. Ve bu bölge, bizim eğitim veya sosyalizasyon dediğimiz süreçler ile biçimlendirilir.

Beynimizin kullanıma bağlı olarak biçim verilebilecek kısımları hakkında ne kadar az şey biliyoruz. İnsan beyninin gelişime bağlı biçimsel değişimleri, gelişmiş kimi metodlarla görselleştirilebiliyor. Bu da bugüne kadar doğru saydığımız kimi bilimsel gerçeklerin geçerliliğini yitirmesine sebep oluyor. Özellikle 3-6 yaş arası çocuklarda, planlama, organizasyon ve odaklanma becerilerini yöneten beynin ön lobu çok daha büyük bir hacim kaplar. 6-12 yaş arası çocuklarda; hacmi büyümüş ve yapısı giderek değişmeye başlayan bu bölge, mekan algısını yöneten ve soyut düşünmeden sorumlu olan bölgedir. Frontal bölgenin yapısı; ergenlikte bu bölgedeki nöronların birbirleriyle yaptığı bağlantılar ile ikinci kez değişir. Böylelikle bu bölgenin ölçülebilir bir şekilde hacimsel değişikliğe de uğradığı gözlemlenir. Beynin yapısındaki değişimler ergenlikten sonra da devam eder. Bu süreçteki değişimler ise, “use it, or lose it” (kullan ya da kaybet) prensibine bağlıdır.
Bütün bunların anlamı; sadece çocukluk dönemi değil ergenlik dönemi de, beynin bu dönemlerdeki kullanımına bağlı programlamanın yapıldığı çok önemli dönemlerdir. Beynin hacmi ve nöronların birbirleriyle yaptıkları bağlantılar (sinapslar), özellikle de frontal bölgedekiler, beynin çocukluk ve ergenlik döneminde, eğitim ve sosyalizasyon sürecinde kullanıma bağlı olarak değişir. Bu durumda mantık gereği, insan beyninin bu bölgesi sosyal bir ürün olarak görülebilir. Beynin frontal bölgesinde ve bu bölgenin diğer bölgeler (subkortikal) ile arasındaki bağlantıların oluşması ancak, çocuğa emzirme çağından itibaren çok yönlü deneyimlerin sunulması ve diğer insanlar üzerinde etki yaratabileceğini deneyimlemesi ile oluşurlar. Problemlerin üzerine gitmeyip kenara iten ebeveynler, çocuklarına başkalarının yardımıyla (ebeveynler) problemlerin çözülebileceği deneyimini yaşatmamış olurlar. Masallar bu noktada çocuğa kendi çözümlerini bulmasına yardımcı olabilecek önemli araçlardır. Bu deneyimlerden yoksun çocuklar yalnızca kendi arzuları, ihtiyaçları ve tasarımları doğrultusunda yaşarlar. Bu çocuklar benmerkezci, dik kafalı, despot olurlar ve öyle de kalırlar. Kendi yaşlarına uygun problemlerle karşılaşıp onların çözümlerine kafa yormayan çocuklar da, kendisinin etki alanlarını deneyimleme ve problem çözme konusundaki istekleri konusunda eksiklik yaşarlar. Bu durumda sadece özgüvenleri zayıflamaz, ayrıca benlikleri de çok duyarlı, hassas ve dağılmaya açık hale gelir. Bu çocuklar, anaokulunda veya ilkokulda belli bir şekilde düşünmeye ve davranmaya yönlendirildiklerinde çok zorluk çekerler. Bu zorlanmaları her nekadar yaşları itibariyle normal gibi görünse de aslında sosyal gelişimleri açısında küçük bir çocuğun yaşadığı aşamada takılı kalmışlardır.

Çocukların diğer insanlarla etkileşim kurmalarının engellenmesi, kendi yeti ve yeteneklerini deneyimleyip geliştirebilecekleri durumları yaşayamamaları, çocuklardaki bu gelişim geriliğini besleyen durumlardır. Örneğin tüm gün televizyon karşısında vakit geçiren çocuklar bu durumla karşı karşıyadırlar. Bu çocuklar “rahat” dursunlar diye, renkli imajlar, aksiyon dolu sahneler, sürekli değişen ve farklı duygu durumlarının oluşmasını sağlayan izlenimler ve korku uyandıran imajlarla cezalandırılırlar. Onların sorularına hiç kimse cevap vermez, hiçbirşeyi değiştiremezler, engelleyemezler ve yardımcı olup, olayların oluşumuna etkide bulanamazlar. Onlara kalan ise düşünsel ve davranışsal düzeyde yaşantılayamadıkları, çözüm arayışlarının önemsiz olduğu ve onlar olmadan, olayların onların etkisi olmadan da gelişebileceği duygusudur. Bu çocuklar davranışsal yetilerini, olaylara ve şeylere biçim verme yetilerini ve kendi değerlerini çok zor geliştirirler. Bunun sonunda herşeyi sürekli başkalarından bekleyen tüketiciler olup çıkarlar. Çünkü kendilerinden birşeyler verebilme ve durumlar karşısında kendi etkisini gösterebilme deneyiminden yoksun kalmışlardır. Çoğunlukla yalnız kalırlar, arkadaş bulamazlar, ilişkilerde derinleşemezler ve güven ilişkisi kurmadan korkularını gösteremezler.

Güvensizlik ve korku, karmaşık algıların ve reaksiyon mekanizmalarının oluşumunu engeller. Bu da çocukların, zorluklar karşısında hızlı kararlar alıp, önceden deneyimlenip beyinde kodlanmış stratejileri kullanmalarını zorlaştırır. Bu koşullar altında gerçekleşmeyen şey ise; var olan çözüm olanaklarının ötesine geçip karmaşık algı sistemlerinin filtrelenmesi, değerlendirilmesi ve bütünleştirmesine yarayacak yetilerin (yaratıcı süreçlerin ç.n) gelişememesidir. Çocuklar kendi algılarını çözüm süreçlerine, ancak daha önce bunu deneyimlediyseler entegre edebilirler. Yeni algılar ile daha önce yapılmış deneyimlerin birbirleriyle bağının kurulabilmesi gerekir. Düzenlenmemiş birçok farklı algının aynı anda aktif olması ve birbirine çarpması, bir yetişkin için dayanılmaz olduğu gibi çocuk için de öyledir. Bu karmaşa, frontal lobun yapması gereken kimi görevleri yerine getirememesine sebep olur. Muhtemelen bu durumu yaratan başka faktörlerde vardır. Çünkü günümüzde çocuklar beyinlerinin ön loplarında karışık sinir bağlantıları kuramıyorlar ve bunu stabilize edemiyorlar. Tüm bu göstergeler ilgi çekici kimi ortak durumlara dikkat çekiyor: Çocukların, hayatta bir karşılığı olan cevapları bulmalarına yardımcı olunmuyor. Çocuklara ya “her şeyi yaparım” veya “hiçbir şey yapmam” deniliyor. Ya da sordukları soruların akıllıca bir soru olmadığı söyleniyor. Çocuklar ve gençler için bu üç cevapta aynı oranda felakettir.
 İhtiyacınız olan tek şey şu sorular üzerine düşünüp bir vizyona sahip olmak: Çocuklar neden bu dünyadalar? Kendi deneyimlerini edinmeleri, becerileri kazanmaları ve bilgi edinmeleri neden bu kadar önemli? Burada yolculuğun nereye gideceğini bilemeyen kişi, bu yolculukta neye ihtiyacı oladuğunu, yanına ne alması gerektiğini de bilmez. Çocukların ve özellikle de gençlerin bu durumda yapacakları şey çok açık. Öncelikli olarak sizin “istediğiniz” şeyleri çantalarına tıkarlar. Daha sonra bir gün o tıktıkları bilgileri onlardan bıkmış bir halde bir köşeye atıverirler ve bir daha da yüzelerine bile bakmazlar ve canları “hiçbir şey “ yapmak istemez.
Bu durumda, kendi yaşamına yön verme ve bir anlam arayışı kaçınılmaz olarak sonlanır. Geride kalan tek şey ise olumsuz düşünmeye meğilli olma, rahatına düşkünlük ve tüketim olur. “Ben” ilgi çekebilmenin tek merkezine dönüşür. Bunu yaşamış olanlar büyümek de istemezler, masal dinlemek de. Çocukların günümüzde, beklenti, fırsatlar ve talepler kargaşasından kurtulup kendi yollarını bulabilmeleri için yönlendirilmeye ihtiyaçları vardır. Yani onlara bir dayanak noktası noktası sunan ve kararlarını almalarında yardımcı olacak, model alabilecekleri örneklere, içsel ortak değerlere ihtiyaçları vardır.

Çocuklar ancak hassas bir koruma ve yetkili bir yetişkinin rehberliğinde, önlerine sunulan bunca fırsat karşısında yaratıcı yetilerini kullanabilir ve kendi yetilerini, becerilerini geliştirip onların farkına varabilir. Ancak bu şekilde beynin frontal lobunda bir şeylere etki edebileceğine dair bilgileri taşıyan bağlantılar kurulur ve sabitlenir. Bundan sonraki öğrenme süreçlerinde ihtiyaç duyulacak olan kendi kendini motive edebilme hali de bu şekilde öğrenilecektir.
EĞİTİM şu koşullar altında başarısız olacaktır: Çocuklar, eğitimin ve bilgi edinmenin değersiz sayıldığı eğlence toplumunda büyüdüklerinde. aDünyanın yeniden yapılandırılmasına katkıda bulunmalarına izin verilmediğinde, yani sadece pasif tüketiciler olduklarında, Yaratıcılıklarını oyunsal süreçlerle keşfedip deneyimleyebilecekleri boş alanlar bırakılmadığında. Altından kalkamayacakları beklentiler altında boğulduklarında. Kendilerine olan güvenleri kırıldığında ve korku dolduklarında. Zorluklar ve problemler karşısında kendi deneyimlerini yaşayıp, kendi çözümlerini bulmalarına fırsat tanınmadığında. İstek ve ihtiyaçları dikkate alınmadığında.
Beyin araştırmaları gösteriyor ki, öğrenme ancak, çocuğa içine doğduğu ve büyüdüğü dünyada, kendi yolunu bulacak ve kendi çözümlerini üretmesine yardımcı olacak her türlü şey sayesinde gerçekleşir.

Artık daha fazla masal anlatılmasaydı...

Bu sorunun net bir şekilde cevaplandırılabilmesi için öncelikli olarak şu soruyu cevaplamaya ihtiyacımız var: Çocuklar, istedikleri şeyleri daha çok, bunun karşısında ihtiyaç duydukları şeyleri de daha az elde ettiklerinde ne olurdu? Henüz doğmamış bebek dahi anne karnında, beyninde birçok sinir ağlarının örülmesine sebep olan farklı deneyimler yaşar. Bunlar beyinde daha sonra dünyada kendi yollarını bulmalarına yardımcı olacak, hatırlamaya yardımcı içsel temsiller olarak kaydedilir. Bununla birlikte erken dönemde oluşmuş bu motifler zamanla gelişir ve başka motifler tarafından tamamlanır. Çocuğun yaşadığı bu deneyimler, onun beyninde şekillenen ve kök salan, tipik insani deneyimlerdir ve zamanla “insansı bireysellik”  denen durumun gelişmesine neden olur. Bütün memeli hayvanlar, hatta yumurtanın içindeki kuş yavruları bile dünyaya, kendilerine özgü spesifik deneyimler yaşayarak gelirler. Bunun tavuk ve ördek yavrularında çok net gözlemleyebiliriz. Yumurtadan çıkmadan önce anneleriyle çoktan “konuşmaya” başlamışlardır bile. Dünyaya geldiklerinde kendilerine ait bir bireysellikleri vardır. Bu tabii ki insansı değil, “ördeksi” veya “tavuksu” bir bireyselliktir. Ötücü kuşlarda, örn. bülbüllerde, yavru kuşlar yuvalarında otururken bile beyinlerindeki ötme merkezi olgunlaşmaya devam eder. Burada evvela sinir hücreleri sığ ve karmaşık bir biçimde bir ağ oluşturur. Zamanla baba kuş yuvanın yakınlarında şarkılarını ötmeye başladığında, yavru kuşların bu şarkıları dinlemeleriyle birlikte beyinlerindeki karmaşık sinir ağlarından, o türe özgü ötmeden sorumlu, karasteristik sinir ağları şekillenmeye başlar. Bu ne kadar sık gerçekleşirse, yavru kuşun beynindeki sinir ağları da o kadar sağlamlaşır. Aynı şekilde yavrular türe özgü şarkıları ne kadar az dinlerlerse, bunların beyinlerindeki iç temsilleri de o kadar zayıflar ve beynin gelişimi bu durumda normal seyrinde ilerlemez. Bu durumda kullanılmayan sinir ağlar yavaş yavaş çözülmeye başlar. Geriye kalan ise, bülbülün beynindeki şarkıları dinleyerek geliştirdiği ve bu şarkıların içsel temsillerinin karşılığı olan sinir ağlarıdır. Yavru kuşun beyninde bu süreçlerin yaşanabilmesi için, baba kuşun sıklıkla, sanatsal bir şekilde ve rahatsız edilmeden türe özgü bu şarkıları ötmesi gerekir. Bu yüzden bülbüller bu karmaşık şarkılarını yavrularına geceleri, herkesin uyuduğu zamanda öterler. Yavru kuşların bu şarkıları beyinlerine işleyebilmeleri için, tabii ki rahatsız edilmemeleri gerekir. Bülbüller yavrularına bu şarkıları sessiz ortamlarda söyleyemeselerdi, bülbülü bülbül yapan özellikler de ortadan kaybolmaya başlardı.

Bizler de çocuklarımıza masal anlatmadığımızda, masal anlatıcılığı ile sabitlenen ve çocuk beynini güçlendirilen her şey kaybolmaya mahkum olurdu. Bu şeylerin ne olduğunu unutan biri varsa, tekrar başa dönmesi gerekir.





Not: Bu makale Prf. Dr. Gerald Hüther'in izniyle çevirilmiştir ve izin alınmadan kopyalanıp çoğaltılamaz.

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...