Many more words are extinct than those we get to read

I'm starting a new human evolution book project. Technically I've already started it but I've got the greenlight from my agent so it's for real. 

So much writing, at least for me, is just exploratory, organizational vomit that I never times infinity wish to see on the printed page. 

But, here, let me show you my vomit from this morning:

High heels are sexy because they change a woman’s posture so that her boobs and butt stick out and that’s attractive because boobs and butts and because waist hip ratio. 

Wait, no, they’re sexy because they make a person taller and taller is universally attractive. 

What if they’re a handicap or a fitness indicator like a risky bird call or a peacock’s tail? The hampered, painful locomotion signals to potential mates how badass the high heel wearer is. “We will have badass kids!” say high heels. 

source

Or they keep women from being able to escape too quickly if ambushed by aroused men, but that’s too macabre for me to consider further and pisses me off. 

How about, they’re sexy because we decided they are. Culture is weird and powerful: neck lengthening rings, circumcision, Taco Bell. 

Or they’re sexy because they make a woman’s feet look small for her height and this is sexy because … Fibonacci? (Must do calculations.) I don’t know. "Hold me closer tiny footed," isn’t how the song goes. 

But, wait, high heels change a woman’s locomotion. Women who walk in them have an exaggerated female-stereotyped gait. Ask those biomechanists who said so. That’s why heels are sexy, then, they heighten femininity and project its signal further out across the savannah, and into the gaze of more men for longer in each of their numerous salivating minds. 

But why are swinging hips sexy? Because they’re opposite of a man’s? 

But there’s something else that heels do to gait. They make a person unstable, careful, as if they're just learning to walk. One slips into those torture slippers and they're suddenly precious, adorable, in need of rapt attention. Like a toddler, walking for the very first time. 

The idea’s out there, somewhere, that heels make a woman helpless and that’s attractive to men who want to rescue women. This toddler idea is just a fraction of a degree away from that one. Is male attraction to helpless women the same thing that drives them to be doting fathers? Gawd. If that’s true, that means I shouldn’t be as annoyed when they want to rescue full grown women, and when full grown women want to be rescued, because, after all, it’s just good fatherly mojo. But, we’re not babies, dammit. 

High heels. Sexy for so many reasons, but also because they make women into babies and, hey, wait a second...

We don’t think babies are sexy. What the bleep am I talking about? Back up: what we prefer in babies can be preferred in adults for fundamentally similar reasons but those preferences can result in different outcomes. 

Attractive helpless babies get cared for and not sexualized (too much) and attractive helpless women do too but that affection includes bleeping. 

It all makes perfect sense. How on earth did our lineage survive this long without high heels?

Şşş! Kızlar bağırmaz


 Şşşş Kızlar bağırmaz

 Eğer anne ve ya anne adayı  iseniz mutlaka izlemeniz gereken bir  film...

Bu filmin bir karesine  instagramda  rastladığımda izlemeye karar verdim 




Ramazanda  gece birde işten gelince  sahura kadar 
uyumayayım diye  açtım filmi.   Film o kadar etkileyici ve sürükleyiciydi ki     film bittiğinde  sabah ezanına sadece beş dakika kalmış...

 Sadece su içebildim filmin üzerine 
yemek falan yiyemezdim zaten rüyamda da  Şirini gördüm  günlerce içimden çıkmadı  . Filmin beni bu kadar çok etkilemesinin sebebi ise çok gerçekçi olması  ...




Oyuncular:Babak Hamidian, Merila Zare'i, Tannaz Tabatabayi 
Tür:İran SinemasıYapım 
Yılı:2010
Orjinal İsim:Hiss Dokhtarha Faryad Nemizanand


 Puanı 8.2
Bir okuyucunun yorumu
Dünya meşgaleleri yüzünden çocukları ile ilgilenmeyen ebeveynler
Şehvetleri  ve sapkın düşünceleri  kendini bile düşünmeyen   caniler, masumların hayatlarını karartan sübyancılar...
Dile düşmemek için şikayetten kaçınan sözde onur(!) düşkünü aileler..
Aşık olup da hayata tutunan ve hayata tutunduran vefalı gençler..
Ve İslami-ilahi adaletin peşinden giden avukat ve polisler..



İçimdeki Minik Yazarı Onurlandırıyorum



Hemen şimdi bu satırları yazmak istedim, bu bana sık olan bir şey değildir. Balkonun önündeki koltuğuma oturmuş esen serin rüzgarın eşliğinde kitabımı okurken (yazar burada anlatımını süslemeyi amaçlamaktadır) kitapta yazan bir şey birden bire bende bir yazma isteği uyandırdı. Tabi ben onu - sonra yazarsın canım- şu kitabını güzel güzel oku diye susturdum ve okumaya devam ettim. Gerçekten de çok etkileyici idi, okuduğum şeyler, yaşadığım şeylerle bir çok bağlantı oluşturmaya başladı. Sonra küçük yazarım yine - ama hemen yazarız hadi yaz- dedi. ben de boşver canım okumamak için yapıyorsun dedim. Ama sonra zihnimden cümleler  hızlıca geçmeye başladı ve ben okumaya daha fazla devam edemedim ve işte ta tamm küçük yazarımı mutlu etmek için bilgisayarımı kucağıma aldım ve aynı koltukta bunları yazıyorum.
ne okudum? ne okudum da bu beni bağlantı kurmaya ve bunu ifade etmeye itti. Hemen yazıyorum


"Kişi sadece bir şey kaleme alır  - kendi deneyimini. Her şey kişinin bu deneyimin acı veya tatlı kendisine verebileceği en son damlasını, elde etmek için ne derece bıkıp usanmaksızın çaba gösterdiğine bağlıdır. Sanatçının tek gerçek kaygısı hayatın düzensizliğinin içinden sanat olarak adlandırılan düzeni yeniden yaratmaktır  ( Baldwin)

Baldwin kim bilmiyorum, öğreneceğim, ben bu satırlarla Patton'un Nitel Araştırma ve Değerlendirme Yöntemleri Kitabını okurken karşılaştım, evet heyecanla okuduğum kitap buydu.
Bilenler bilirler, yüksek lisans tezimi yazmaya çalışıyorum hem de en sevdiğim konuyla ilgili, anlatıcılık. Ama yazamıyorum. Olmadı, olamadı. Kaynaklarımı okudum, alıntılarımı yazdım. Bölümlemeyi oluşturdum ama işte olmadı. Özlem Hocam ile bu konuları konuşurken bana nitel araştırma yönteminden bahsetti, bence senin araştırman için bu yöntem daha uygun dedi ve bana inanılmaz bir kapı açtı. Sonra ben şunu farkettim, akademik bir şey yazarken kendimi tam bir aptal gibi hissediyorum. Bir şeyi anlatırken aşırı resmi olmam ve olmadığım bir kimliğe bürünmem gerekiyor ve ben - bu bağlamda, dıdısının dıdısı düzleminde ve pek çoğunu da anlayıp anlamlandıramadığım cümleler karşısında şaşıp kalıyorum. Onları yazamıyorum çünkü öyle düşünemiyorum ve bu benim kendimi yetersiz hissetmeme sebep oluyor ve ben de öyle yazamadığım için düşüncelerimi ifade etmekten çekiniyorum. Bunu anlayınca birden aydınlandım. Tek bir ifade yöntemi yok, akademide bile. Sonrasında da Patton'un kitabı ve nitel araştırma yöntemi beni çok heyecanlandırdı.
Aslında yaptığım iş buydu, kendi deneyimlerimi paylaşmak. Hikaye anlatmak yoluyla. Konuşabiliyorum ama neden yazamıyorum. Yazmanın bir kuralı olabilir mi? neden bir kuralı olsun ki. Bence tek kural insanlar seni anlıyorlar mı? ikinci bir kural da olabilir, samimi olmak. İçimdeki minik yazarı onurlandırmaya karar verdim. Canım benim, kim bilir içeride ne  kadar sıkılmıştır ya da sabırla büyümeyi beklemiştir. Nitel araştırma ve benim kurduğum bağlantılar hakkında daha sonra yazacağım. Şimdi içimdeki araştırmacı bir kaç saat daha oku diyor. Akşama düğüne gideceğim, içimdeki süslü de kuaföre git diyor. Sevgiler

Mim Geldi Hanımmmm





    Nicedir mimler okur, fakat yapmaz idim. Halihazırda blogumdaki iki mim yetiyor idi. Lakin aynı mime dört kez davet gelince ayıp olur, ne lakayt kız derler fikriyatiyle el attım. Aşk ile buyrun...


Blogger denilince aklına gelen 3 şey?

   * Blogunu takibe aldım, bana da beklerim. (Çoğumuz bu cümleye gıcık olsak da en az bir kez kurduk. Kurmayanlar derhal kursun, yalancı çıkarmayın beni.)

  * Tanımadığımız insanlarla kısa zamanda oluşan olağanüstü samimiyet. (Kendimden biliyorum, böyle bir sevgi pıtırcığı, can ciğer olmalar. Ay toplanıp da sarılsak ya doya doya. Vallaha.)

 * Kontrol panelime sürekli düşen krem, losyon, ben sürdüm allandım, sen de sür pullan ürün tanıtımları. (Piyasayı sizden öğreniyorum kızlar, Allah razı olsun.)


Yazılarını en çok beğendiğin, okumaktan bıkmadığın bloglar neler? 

  Çok azizim, pek çok. Ayıramam. Hepiniz yavrularımsınız. (Fonda, bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır.)


Blog yazmaya başlayan arkadaşlara verebileceğin öneriler?

 Daha bir yılımı doldurmadığımdan, kendimi hâlâ çöm görüyorum. İlle de öneri derseniz; samimi olun. Farklı konularda yazın ve kendi anlatım dilinizi oluşturun.
  (It is always good to be original, hemi.)


Hangi ülkede yaşamak isterdin? Ya da en çok gitmek istediğin mekanlar?

 Dünyayı gezmek istiyorum desem soru yavan kalacak zaar. Tamam o zaman, dünyayı gezmek istiyorum.

⭐ 

  Bir mimin daha sonuna geldik. Beni davet eden sevgili Tuğba Doğan, Calimero, Ece Evren ve Kore Fenomeni canlara müteşekkirim.
 
   Elim değmişken şu kızın öbür mimlerine de bakayım derseniz ahanda şurada.
Bir Bakış: Emine Bektaşi
Kişisel Blog Yazarları Ne Düşünüyor?


   Dileyen mimi yapsın efendim. Tutmayın küçük enişteyi, salıverin gitsin. 


 ⭐



Meteor Yağmuru



Benden Başka   gözleri  karanlıklara  dikmiş bir şeyler görebilirmiyim umuduyla  yıldızları  gözlemleyenler var mı?




Meteor yağmuru şölenini kaçırmak istemeyenler iki gece uykusuz kalacak zira bu gece ve Cuma gecesi gök yüzünü meraklılarını görsel bir şölen bekliyor.

 Bir şeyler görenler bana da  söylesin:))










Blog keşif etmek isteyenlere tavsiyeler...

Şanssızlık işte  ben kadere çok inanırım sabahın   köründen bu yana  uğraşıp emek verdiğim blog tanıtımı yazımı nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde salisede sildim  
 Olsun sil baştan   başlarım 
 Candan EÇETİN eşliğinde ağlayasım vardı zaten...
 Yalannn Bu dünyada ölümden başkası yalann..

   Neyse Aynısı olurmu*? bilmiyorum  moral çöküntüsüyle  başlıyorum     olmayacak işte aynısı üüü:( 
  Hepsi şu alt katımda oturanlar yüzünden bir çıkamadı ha bire  sesleniyor ya memleket sapık dolu yaşlı diyorsun  teyze, amca diyorsun vallahi kimseye  acıyamıyorum artık dedemle yaşıt ama    çok tuhaf  neyse çemkirmeyeceğim ya sabır...
 Sizinde apartmanınızda böyle tuhaf varlıklar varmı?


 Şimdi cici şeyler düşünüyoruz  içinde zerre kadar kötülük bulundurmayan bir kalple tanıştırayım sizi yumuşak, merhametli   tarifleri kadar güzel bir yüreğe sahip  tabikide , hamur yoğura yoğura kendide  o kadar güzel kıvam almış ki az çok her şeyi yaşamış hayattan iyisiyle kötüsüyle nasibini almış    tarifleri harika 200* derece  ısınmış bir   kalbinin sıcaklığıyla okuyacağınız hissedeceğiniz  bir blog.  
 Hep böyle kal, koca yürekli  güzel insan...






       







 










Gazeteci N.G.

Sokak Fotoğrafçısı

 Yeni keşfettiğim bir blog
Gelecek vaat eden genç bir gazeteci adayı umarım ileride iyi yerlere geldiğinde sende beni hatırlarsın:)
 Şu aralar martılara simit satıyor :) 



Gazetecilik mezunuyum. Bir kaç iş deneyiminden sonra gazetecilik yapmamaya karar verdim. Sokak fotoğrafları çekiyorum. Bir fotoğrafım (Setrak Yelegen-Galatasaraylı Amca) bayağı yayıldı Türkiye çapında, diğer yazılarımda bunu yazacağım. Yazdıklarımın ne olduğunu bilmiyorum, sadece yazıyorum :) Sonbaharı ve İstanbul'u severim :) diyor... 


















 Taze bir gelin :) 
 Gelinin bayatı nasıl oluyor sa:))



   tam bir  şeker yazılarıyla paylaşımlarıyla  her şeyden biraz  var bloğunda  yazılarındaki sıcacık gülüşlerini hissediyorsunuz adeta
 tabikii  hayvan dostlarımız için yaptığım etkinlik için yolladığın resimi unuttum sanma, Bu güne kısmetmiş...
 Dostumuda düşmanımıda unutmam dedikten sonra:))


   İşte bu güzel hayvan dostu   arkadaşımızın diğer bir kaç resmi 
 Yok ben doyamadım diyorsanız...















 Ve  ben şuna inanırım birinin sizden  kaçmasını istiyorsanız onu çok sevin  , iflas etmek istiyorsanız ucuza verin en kaliteliyi, çünkü emin olun ne kadar  iterseniz o kadar gelir karşınızdaki...
 Bunu sevgili Neşeli süs evimi ziyaret ederseniz çok iyi anlayacaksınız  ...

  Maddi yada manevi imkanı olmayan ama çocuklarını mutlu etmek isteyen aileler için çok güzel doğum günü konseptleri sunuyor,  bir çok kişi  bundan faydalanıyor ama bir teşekkürü çok görüyor bundan hayıflandığı yok ama ben   hayıflanıyorum,
 Çok mu  zor bir teşekkür ederim yazmak...







 






 Vee  tanıtmaktan bıkmayacağım bir blog  onu herkes tanımalı o bir anne   yaşı benden küçükte olsa elinden öpmek istediğim bir kadın   ... 

Herkesin vardır hayata dair söylenecek bir çift sözü.. Hele ki bu bir anne ise paylaşılacak o kadar çok konu var ki..Hadi gelin paylaşalım hayatı,sevinçleri,hüzünleri.. en önemlisi tecrübeleri..düşmemek için düşmemiz gerekmesin önce..


Yeri gelmişken onunda  hayvan dostlarımız için yolladığı  resim 
 Bu güzel anneyi tanımak istiyorsanız 
  Buradan buyrun tık



 Şimdilik bu kadar...
 Dosta, düşmana  selam olsun Candan ERÇETİNden açıp Volkan KONAKtan  kapatayım .

 Göklerde kartal gibiydim kanatlarımdan  vuruldum 
 Mor çiçekli dal gibiydin bahar vaktinde kırıldınn...




Ya olamaz ama:(

Tam üç saattir özene bezene  hazırladığım yazıları bir salisede silince ben:(
  













Kitap: Kardeşimin Hikayesi



  Çekirge sesleri ve dağ esintisiyle dolu muhteşem bir geceden yazıyorum. Kucağımda Canobibiş... 

  Bu kitapta seni cezbeyleyen nedir ki, durmayalım tez elden okuyalım diye soran azizcanlar; hay hay efendim. 
   Gizem var, cinayet var, psikolojik derinlik var, aşk var... 




 Livaneli'nin okuduğum ilk kitabı idi. (Diğeri Serenad) Üslubu ve  içeriği hakkında bilgim yoktu. Bir müzisyenin yazarlığını merak ettiğim için almıştım sadece. 

  Tekli koltukta şekilden şekle girerek, arada kahve molası vererek bir günde bitirdim kitabı. Zamana kastım yoktu lakin bırakamadım aybalam. 

⭐ 

   Sakin bir köyde genç bir kadın cinayete kurban gidiyor. Güzel ve meraklı gazeteci kızımız Pelin, emekli inşaat mühendisi Ahmet Arslan'dan dinledikleri ile olayı çözmeye çalışıyor. 

    Aslında olay değil olaylar demeliyim. İşin içine Ahmet'in ikizi Mehmet'in serencamesi de girince adeta kurgu-gerçek birbirine karışıyor. 
  Adım adım katili ararken gayet emin, kesin şudur diyorsunuz. Sonra hoyy! Livaneli sizi ta en başa götürüyor, kendinizi deli gibi sayfaları çevirirken buluyorsunuz. 

⭐ 

  Yazarın kalemini çok sevdim. Psikolojiye dair kullandığı kavramlar, iç içe geçmiş olaylar, kitabın Ahmet'in ağzından bir sohbet havasında yazılması ve hiç bitmeyen merak unsuru ile harikaydı. Ahmet ve Mehmet, ikisi de orijinal karakterler gerçekten. (İpucu vermeden anca bu kadar yazılıyor. Daha ileri gidemiycim gari).

 Hani bittikten sonra etrafa mel mel baktıran, yahu ben bir su içip kendime geleyim dediğimiz kitaplar vardır ya, hah işte bu onlardan!.. 

Okuyalım, okutalım. Sevelim, sevilelim ❤ 








Burun ameliyatında tampon çıkarma



Tampon ve hediye...

Breh arkadaş meğerse ne yamukmuşta burnum 
kimseler söylemezmiş yıllardır kimsenin sesi çıkmıyordu 
şimdi herkes aa biraz yamuktu demezmi:)) 
hadi len oradan...
  Burun ameliyatı sonrası insana en acı veren şeylerden biri  buruna takılan tampon 
 Ben hastaneye yatmadan önceki gün iş yerindeki arkadaşlarım    bu ameliyatı olan eşleri, yakınları olanlar  beni durdurup aman çok acıyormuş  beynine kadar tampon sokuyorlarmış,çıkarırken çok acıyormuş,  burnunu balyoz la kırıyorlarmış, bazıları çekiç ve testereyle kırıyormuş, adam üstüne çıkıp dizleriyle üzerine bastırıyormuş sonra  çekiçle kırıyormuş. 
Hatta kırarken ayılıyormuşsun acıdan baylıyormuşsun  her kafadan bir ses  aa dedim yeterin kendinize saklayın   canice  hislerinizi ben sağlık için bu ameliyatı olacağım kışın birde bademciklerim şişiyor burundan nefes yok zaten ağızdanda yok nereden nefes alıyorum bi tahmin edin:)
 Yalnız  bir ara vazgeçmeyi düşündüm  çekiçle burunmu kırılır hiç ya çenemide kırarsalar diye:)))
 Ameliyat psikolojisi...

 Çok şükür ki ameliyat sonrası   ayıldığımda çok  ağrılarım olmadı tabii ağrı kesici vurdular o kadar caniler mi ? neden ben ağrı sızı içindeyken hiç bir şey yapmasınlar ki.

 Ameliyat sırasında yapılanları hiç hissetmedim, ameliyatın ertesi günü ve bir kaç gün devamlı kanadığını hissettim haliyle tamponum hiç kurumadı ve burun içine yapışmadı   dördüncü gün tamponu doktor çıkardı.
  Biz üç kişiydik onun hastası bizi alt kata çağırdı iki asker vardı onların çok şişlik yoktu yüzlerinde sırayla onlar girdiler biraz uzun sürdü  ve gözleri kan çanağı  çıktılar hatta biri çıkınca bile ağlıyordu tabii ben  dahada panik oldum bana sıra gelince içeri girdim  Ya Allah deyip yattım koltuğa ,  çıkarırken   biraz acıdı tabii ki ama abartı değil iş o değilmiş!
 Hiç kimse bu işin püf noktasını söylemiyor   tamponum çıkarıldıktan kısa bir süre sonra ben küütt gittim  fenalaşıp bayıldm ama sebebi ne acı ne tampon...  
Sebebi  4 gün boyunca burun tıkalı hatta öncesi var yıllardır tıkalı burundan  hiç bu kadar saf ve fazla oksijen girmemiş vücuduma.

 Birden  tamponun çıkmasıyla aldığın nefes  başını döndürüyor  ne doktor nede şimdiye kadar ameliyat olan biri hiç mi akıl etmedi bunu çok merak ediyorum sonra tampona mana bulunuyor 
 hemen  tekerlekli sandalye getirdiler  kendime gelince ona oturtup yukarı çıkaracaklar oda ayrı bir komedi...
 Benim gazoz kapağım gitti   sandalye almaya  hasta bakıcılardan yardım istememiş o götürecek  iki kez beni tümseklere çıkardı   konuşamıyorumda burnum kanıyor   hı hooo bir şeyler geveliyorum  meğerse iki kızın ayağının üzerinden geçmiş:))
'' ne yapayım çekilin diyorum,  sıra bizde diyorlar ya hastam bayıldı içeride diyorum bizde bayılacağız diyorlar''  tekerlekli sandalyeyle çiğnemiş onları  sen yokken  de ezdim bunlar ilk kurbanlarım değil  demezmi:)
 anasının kızı işte ne olacak:)
 Bu gün burun ameliyatımın sekizinci günü
  ilk gün narkozluydum  pek bir şey hissetmedim benim ikinci gün biraz şişti asıl üçüncü gün çok şişti  göz altlarım su topladı   yüzüm gözümde şişti  Bu gün fazla kanamam yok   dünden bu yana burnum tıkandı  umarım grip olmam  birde antibiyotik krem vermiş ti doktor biz bu güne kadar hep üstüne sürdük içine sürülecekmiş o  :)
 geçmiş olsun için arkadaşlar para toplayıp bana  çaydanlık seti almışlar  emaye   çok merak ediyorum  bütün emaye çaydanlıkların ibrik kısmı soyuk mu?  alışverişi yapan arkadaşa  geri yolladım değiştirsin diye arkamdan bir sürü laf etmiş biz hediye aldıkta   bilmem ne sanki tek başına aldı 60 kişi para vermiş   bardaklarda  yapım hatası vardı sanki çatlak gibi duruyor  çaydanlığın altı hep soyuk , ibriğide soyuk öyle olurmuş emayeler


bunu layık görmüş,  kendine öylemi alışveriş yapıyor acaba   git değiştir diyor birde   bu sıcakta deli dürttü beni  ben iyileşince kendime  sağlamını alırım . bir şeyide yapıyorlar ama sırf olsun diye kafadan savma  onca para verip değer veren insanın hakkını yiyorlar .



Zaman



Kaç yaşındayım şu titrek sokak lambasının yanından geçerken? 5 mi 16 mı 30 mu? Peki annem kaç yaşında aynı kaldırımdan her gün geçerken. Hepisini sırayla mı yaşıyoruz yoksa aynı anda mı? Gülibrişim ağacının yanında durmuş çiçeklerinin pudra kokusunu içime çekerken ben kimim? O ağacı ilk gördüğünde hayretten ağzı açık kalan çocuk mu? yoksa o ağacı unutup tekrar hatırladığında adını öğrenmeye çalışan yeni anne mi? yoksa şimdi o ağaçla farklı bir bağ kuran ben mi? Ben o ağacı her gördüğümde tüm bu duyguları yaşıyorsam o zaman bunları nasıl sıraya koyarım? Bu yazıdan mantıklı bir sonuç çıkarayamayacağım. Tek bildiğim geçmişin bir hayalet gibi peşimde dolandığı ve köşe başında beni beklediği, kendisine kapılırsam melankoli de bize eşlik ediyor.

Tüm bunlar, çocukluğumda yaşadığım mahalleye tekrar taşınmamla başladı yani bundan 4 yıl önce. Geçtiğim her sokakta anılarım yeniden canlandı. Ben o zamana kadar çocukluğumu ve gençliğimi rafa kaldırdığımın farkında değildim. Geçmişi hatırladıkça kim olduğumu da hatırlamaya başladım ama belki de anılarım beni yanıltıyordu. İşte bunu hiç bir zaman bilemem. Sonra kendimi çocukluğumun dışında daha farklı bir yerde bulacağımı farkettim. Kalbimde. İşte o zaman her şey birbirine karıştı. Geçmiş, şimdi ve gelecek. Bu kez köşeleri dönerken yalnızca eskideki ben değil, gelecekteki ben de bana selam vermeye başladı ve ben şimdiki aklımla onları anlamaya çalıştım. Yanıldım. Akılla çözemeyeceğimiz şeylerdendi onlar. Sezgi gerektiren şeylerdi.
Gençliğimin doruklarında 16 yaşlarındayken mahallede yürürdük arkadaşımla geceleri. Elimizde bir fincan olurdu içinde de kahve ve o sokaklar bizim evimiz gibiydi, kendimizi özgür ve mutlu hissederdik. Şimdi her sokak beynimin bir kıvrımı gibi geliyor bana, labirentin bir duvarı, kalbime giden damarlar gibiler. Örümcek ağı gibi hepsi de. Ben o zaman oralarda gezerken her köşe başına bir duygumu saklamışım, şimdi çıkarılmayı bekliyorlar.

Burun ameliyatı

Hayrettin abi



Hayatımda hiç bir olayı normal yaşamadım ya en dipte ya en yüksekteydim her daim, aslında her şeyim planlıyken hiç bir şeyimi plana uygun yapamam...
 Geçen hafta  geceleri uykumda zombi gibi uyanmaktan ve göz altlarımın durmadan esrarkeşler gibi morarmasından  bıkıp hadi bir cesaret deyip Doktora gittim.
Doktor fobisi olanlar bilir 40 derece ateşle yansalar  akıllarına Doktor gelmez abidik gubidik şeyler denerler.. Aynen ben gibi .
Muayene sonrası Doktor burnun ameliyatlık karar ver  öyle gel deyince  içimdeki canavar tamam kabul ediyorum deyiverdi :(

Ertesi gün tahliller derken yatış cuma sabahı kendimi   ameliyat önlüğü, serum ve korkularımla baş başa buldum  .
 burun ameliyatını googlede o kadar çok araştırdım ki  iki gün içinde rüyamda bile  burun görür olmuştum.
 Okuduğum yazılarda herkesin ortak şikayeti en kötüsü tamponun verdiği acı ve çıkarılma esnasında duyulan acıymış.

 Sabah ameliyata gireceğim bende uyku yok, arkadaşlar mesaj atıyor moral için watsap yazışmaları telefon görüşmeleri yok  kalp krizi geçireceğim korkudan . Altı üstü sinüzler temizlenecek   içte kemik eğriliği varmış o düzeltilecek birde  tam anlayamadığım burun iki tarafına   bir şey koyacağım dedi üç defa sordum anlayamadım adam özellikle anlamayayım diyemi mır mır konuşuyor onuda anlamadım kıkırdak yada yumuşak doku kıkırdağı dedi  bir şeyler koydu:)
 Gece on ikiden sonra bir şey yeme dediler bir ilaç verdiler sabah yedi buçukta  ameliyat kıyafetimi  giydirdiler serumumu taktılar   küpelerim (altı tane) kolyem hepsini çıkardık  iç çamaşırı da çıkacakmış  tamam dedim  içimden bende ''boxer giyerim''   , giydimde...  burun ameliyatı bu sanki açıp bakacaklarmı ayy giymişsin çıkar hemen:) diyen olmadı tabikide:)
 bekle bekle gelmez kimse beni almaya bir sorun çıkmış  neyse nihayet geldiler   bende  ameliyat korkusu yok  uyanınca duyacağım acının  telaşındayım  dua, selavat okuya okuya  yattım sedyede  maşallah fır fır döndüre döndüre götürdü görevlide bir ara   atlı karıncadayım sandım.
 Amelyathaneye girerken beni başka bir görevli aldı   ameliyat edilecek sedyenin üzerine itina ile yerleştim   içeride müzik çalıyor,  ben heryeri inceliyor olacaklara odaklanmaya çalışıyordum bunu farkeden  görevli hepsi yeşil kıyafetli kim hemşire kim anestezist kim dr anlayamıyorum ağızlarda kapalı.

 Biri nerelisin? diye sordu
  klasik soru dedim içimden  bu bayıltacak beni belli oldu lafa tutuyor
- ******* köyündenim dedim 
- kimlerdensin?
 -babamın adı ****  ( sanki tanıyacak ) 
Dr henüz gelmemiş   oradakilerden birine mesaj atmış hastayı hazırlayın geliyorum diye kolumdaki serumdan    iğneyi salmaya başladılar arka fonda hayatımın   şarkısı  volkan konak nefesim nefesime   o şarkıyı koyun desem bulup açamazlar .  gözlerim dolu dolu O geldi bir kaç saniyeliğine aklıma ve o an  adımı soran  yeşil elbiseli adam   telefon etti birine....
 Kanka bil bakalım yanımda kim var?
 bende etrafa bakıyorum kim var diye
  kızın elimde, hiç söylemiyorsunda hayırsız! 

 Kolumdan sıvıyı  salıyorlar telefonu kulağıma dayadı telefondaki ses  babam 
kızım nasılsınn
    baba bu kimmmm? 
hayrettin abin derken
 ben küt gitmişim en  hayalimdeki en iğrenç bayılma şekli tabi daha ayılma şeklini anlatmadığım için öyle  4 saatin sonunda odamda yarı aygın bir şekilde ben   istemsizce hayrettin abiii diye haykırıyorum   odadakiler tamam  tamam diyorlar ben yine hayrettin abiiiiii ne varsa haykırıyorum  neyseki ağrı kesici iğne sonrası uyumuşum tamamen ayıldığımda  anlattılar ayılmaya başladığım andan itibaren hayatımda ilk defa gördüğüm bu adamın adını sayıklayarak uyanmışım ve saatlerce sayıklamışım  ne arka fondaki müzik ne dualarım hiç bir şey  hafızamda kalmamış tabi bizimkiler gülmekten  bir hal oldular aman ne komik:)


 
Not devamı var...


İç Ses - 24 (SICAK)

Çok sıcak.
Sıcak insanın ruhu ve bedeninin arasına doluyor sanki.
Ruhla beden arasında boşluk var mıdır acaba ?
Şu sıralar okuduğum romanın kahramanı da hiç sevmiyor-muş yazı.
Ben normalde severim aslında. Küçüklüğümde yazlara aşıktım çünkü ananeme çıkardı. Biraz büyüdükçe ergenlikte çok da hoşlanmadım, benim dışımda aklımın almadığı gerilimlerle ve terleme ile doluydu. Sonra yetişkinliğe geçtikçe yazla aramız düzeldi. Aklımdan geçiremeyeceğim hayal edemediğim güzellikler denk geldi yazlarıma. Yani severim ben yazları normalde. Ama bu sene hayat son derece anormalde akıyor.  Yaz ağır bir nem bulutu oldu çöktü her yere her şeye.  Gençliğe, kadınlığa, umuda, hayallere, bugüne, yarına, yalana hatta gerçeğe çöktü.  Hiçbir şeyin bir gecede olmadığını bilmek, yazın, sıcağın, kederin öyle pat diye bir gecede ortaya çıkmadığını bağıran zihnim yorgun.  Hayat ikiye ayrılmış gibi. Dünya. Ülke.  Düşünerek içinden çıkmak zor.   İçinde kalmak yorucu.  Hava sıcak.  Toplasam sevdiklerimi bir adaya gitsek, bir köye, bir  koya.  Okusak, anlasak, anlatsak, ağlasak…  Çalışsak, üretsek. Kitap da yazsa birimiz, reçel de yapsa.  İnsanlığımızı,  çocukluğumuzu hatırlasak.  Gitmek gibi değil ama kalabilmek için, biraz serinlemek için sadece kahkahasını dilediğimiz, kederine inandığımız ‘’bizimkilerle’’ dinlensek, geçer mi?
  Bu yaz hayatımın yirmi dördüncü yazı. Sıcak ve dönüştürücü. Düşündürücü. Sonbahar başka bir evde başlayacak. Toplanmak lazım. Hâlâ aklımdan çok kalbim. Hâlâ kazanmaktan çok inanmak. Hâlâ kelam, hâlâ kalem, hâlâ … 

FAS - Fishy Association Studies

           
                                  On Saturday, July 19, 1879, the brilliant opera 
                                  composer, Richard Wagner, "had a bad night; 
                                  he thinks that...he ate too much trout."  
                                             Quoted from Cosima Wagner's Diary, Vol. II, 1878-83.

As I was reading Cosima Wagner's doting diary of life with her famous husband, I chanced across the above quote that seemed an appropriate, if snarky, way to frame today's post. The incident she related exemplifies how we routinely assign causation even to one-off events in daily life. Science, on the other hand, purports to be about causation of a deeper sort, with some sufficient form of regularity or replicability.

Cause and effect can be elusive concepts, especially difficult to winnow out from observations in the complex living world.  We've hammered on about this on MT over the years.  The best science at least tries to collect adequate evidence in order to infer causation in credible rather than casual ways. There are, for example, likely to be lots of reasons, other than eating trout, that could explain why a cranky genius like Wagner had a bad night.  It is all too easy to over-interpret associations in causal terms.










By such thinking, the above figures (from Wikimedia commons) might be interpreted as having the following predictive power:
     One fish = bad night
     Two fish = total insomnia
     Many fish = hours of nightmarish dissonance called Tristan und Isolde!

Too often, we salivate over GWAS (genomewide association studies) results as if they justify ever-bigger and longer studies.  But equally too often, these are FAS, fishy association studies.  That is what we get when the science community doesn't pay heed to the serious and often fundamental difficulties in determining causation that may well undermine their findings and the advice so blithely proffered to the public.

We are not the only ones who have been writing that the current enumerative, 'Big Data', approach to biomedical and even behavior genetic causation leaves, to say the least, much to be desired.  Among other issues, there's too much asserting conclusions on inadequate evidence, and not enough recognition of when assertions are effectively not that much more robust than saying one 'ate too much trout'.  Weak statistical associations, so typically the result of these association studies, are not the same as demonstrations of causation.

The idea of mapping complex traits by huge genomewide case-control or population sample studies is a captivating one for biomedical researchers.  It's mechanical, perfectly designed to be done by huge computer database analysis by people who may never have seen the inside of a wet lab (e.g., programmers and 'informatics' or statistical specialists who have little serious critical understanding of the underlying biology).  It's often largely thought-free, because that makes the results safe to publish, safe for getting more grants, and so on; but more than being 'captivating' it is 'capturing'.... a hog-trough's share of research resources.

The promise, not even always carefully hedged with escape-words lest it be shown to be wrong, is that from your genome your future biomedical (and behavioral) traits can be known.  A recent article in the July 28 issue of the Journal of the American Medical Association (JAMA), Joyner et al. describes the stubborn persistence of under-performing but costly research that becomes entrenched, a perpetuation that NIH's misnomered 'precision based genomic medicine' continues or even expands upon. Below is our riff on the article, but it's open-source so you can read the points they make and judge for yourself if we have the right 'take' on what they say.  It is one of many articles that have been making similar points....in case anyone is listening.

The problem is complex causation
The underlying basic problem is the complex nature of causation of 'complex' traits, like many if not most behavioral or chronic or late-onset diseases. The word complex, long-used for such traits, refers not to identified causes but to the fact that the outcomes clearly did not have simple, identified causes.  It seemed clear that their causation was due mainly to countless combinations of many individually small causal factors, some of which were inherited; but the specifics were usually unknown. Computer and various DNA technologies made it possible, in principle, to identify and sort through huge numbers of possible causes or at least statistically associated factors, including DNA sequence variants.  But underlying this source for this approach has been the idea, always a myth really, that identifying some enumerated set of causes in a statistical sample would allow accurate prediction of outcomes.  This has proven not to be the case nearly as generally as has been promised.

To me, the push to do large-scale huge-sample, survey-based genomewide risk analysis was at least partly justified, at least in principle, years ago when there might have been some doubt about the nature of the causal biology underlying complex traits, including the increasingly common chronic disease problems that our aging population faces.  But the results are in, and in fact have been in for quite a long time.  Moreover, and a credit to the validity of the science, is that the results support what we had good reason to know for a long time.  The results show that this approach is not, or at least clearly no longer the optimal way to do science in this area or contribute to improving public health (and much of the same applies to evolutionary biology as well).

I think it fair to say that I was making these points, in print, in prominent places, starting as long ago as nearly 30 years, in books and journal articles (and more recently here on MT), that is, ever since the relevant actual data were beginning to appear.  But neither I nor my collaborators were the original discoverers of this insight: instead, the basic truth has been known in principle and in many empirical experimental (such as agricultural breeding) and observational contexts, for nearly a century! Struggling with the inheritance of causal elements ('genes' as they were generically known), the 1930s' 'modern synthesis' of evolutionary biology reconciled (1) Darwin's idea of gradual evolution, mainly of quantitative traits, with the experimental evidence of the quantitative nature of their inheritance, and (2) the discrete nature of inheritance of discrete causal elements first systematically demonstrated by Mendel for selected 2-state traits.  That was a powerful understanding but in too many ways it has thoughtlessly been taken to imply that all traits, not just genes, are usefully 'Mendelian', due to substantial, enumerable, strongly causal genetic agents.  That has always been the exception, not the rule.

A view is possible that is not wholly cynical 
We have been outspoken about the sociocultural aspect of modern research, which can be understood by what one might call the FTM (Follow the Money) approach, in some ways a better way to understand where we are than looking at the science itself.  Who has what to gain by the current approaches?  Our understanding is aided by realizing that the science is presented to us by scientists and journalists, supplier industries and bureaucrats, who have vested interests that are served by promoting that way of doing business.

FTM isn't the only useful perspective, however.  A less cynical, and yet still appropriate way to look at this is in terms of diminishing returns.  The investment in the current way of doing science in this (and other areas) is part of our culture.  From a scientific point of view, the first forays into a new way or approach, or a theoretical idea, yield quick and, by definition, new results.  Eventually, it becomes more routine and the per-study yield diminishes. We asymptotically approach what we can glean from the approach.  Eventually some chance insight will yield some forms of better and more powerful approaches, whatever they'll be.

If current approaches were just yielding low-cost incremental gain, or were being done in well-off investigators' basement labs, it would be a normal course of scientific-history, and nobody would have reason to complain.  But that isn't how it works these days.  These days understanding via FTM is important: the science establishment's hands are in all our pockets, and we should expect more in return than the satisfaction that the trough has been feeding many very nice careers (including mine), in universities, journalism, and so on.  How, when, and where a properly increased expectation of science for societal benefits will be fulfilled is not predictable, because facts are elusive and Nature often opaque.  However, simply more-of-the-same, at its current costs, with continuing entrenched justification, isn't the best way for public resources to be used.

There will always be a place for 'big data' resources.  A unified system of online biomedical records would save a lot of excess repeat-testing and other clinical costs, if every doctor you consult could access those records.  The records could potentially be used for research purposes, to the (limited) extent that they could be informative.  For a variety of conditions that would be very useful and cost-effective indeed; but most of those would be relatively rare.

Continuing to pour research funds into the idea that ever more 'data' will lead to dramatic improvements of 'precision' medicine is far more about the health of entrenched university labs and investigators than that of the general citizenry. Focused laboratory work that is more rigorously supported by theory or definitive experiment, with some accountability (but no expectations nor promises of miracles) is in order, given what the GWAS etc. era, plus a century of evolutionary genetics, has shown. There are countless areas, especially many serious early onset diseases, for which we have a focused, persuasive, meaningful understanding of causation and where resources should now be invested more heavily.

Intentionally open-ended beetle collecting ventures joined at the hip to promises of 'precision' without those promising even knowing what that word means (but hinting that it means 'perfection'), or glorifying the occasional seriously good findings as if they are typical or as though more focussed, less open-ended research wouldn't be a better investment, is not a legitimate approach.  Yet that is largely what is going on today.  The scientists, at least the smart ones, know this very well and say so (in confidence, of course).

Understanding complex causation is complex, and we have to face up to that.  We can't demand inexpensive or instant or even predictable answers.  These are inconvenient facts few want to face up to.  But we and others have said this ad nauseam before, so here we wanted to point out the current JAMA paper as yet another formal and prominently published realization of the costly inertia in which we are embedded, and by highly capable authors. In any aspect of society, not just science, prying resources loose from the hands of a small elite is never easy, even when there are other ways to use those resources that might have better payoff for all of us.

Usually, such resource reallocation seems to require some major new and imminent external threat, or some unpredicted discovery, which I think is far more likely to come from some smaller operation where thinking was more important than cranking out yet another mass-scale statistical survey of Big Data sausage.  Still, every push against wasteful inertia, like the Joyner et al. JAMA paper,  helps. Indeed, those many whose careers are entrapped by that part of the System have the skills and neuronal power to do something better if circumstances enabled it to happen more readily.  To encourage that, perhaps we should stop paying so much attention to Fishy stories.

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...