Confessions of a Contrarian

If you care about some area of human life, and you look at it closely, it probably won't take you long to become a contrarian about it: to know it is to see its weaknesses.  Our fallibilities as a species are everywhere to be found. We could just accept that and motor along, or we can recognize, react, and resist!  Unfortunately, the older you get and perhaps the more secure (so you can afford to criticize), the more flaws you may see and the more you may wish to try to change them.

That often means criticizing, in part because better ways of doing things may not be obvious, thus suggesting positive changes not so easy.  Of course, established parts of society resist change.  The 'in's' usually want to protect their privilege, resources, and status quo.  The young may not see the issues or may be intimidated by the structures because it's risky to critique them (making it harder to get jobs, grants, etc.).  Resistance is difficult and often doesn't work.

But if you've read much of what we have to say here on MT, you know that I, at least, feel that pointing out problems is important, despite the obstacles.  Change often means mass, and often grass-roots, resistance.  But first, it requires recognition of the problems and that often in turn requires repetition.  If something is worth saying, and it's something people don't want to hear because it may threaten comfortable business-as-usual, it's worth repeating.  I do that sort of repetition here, but usually in the context of reasons for my view and/or thoughts about how to change things.

Some may see this as contrarian.  To that, I must plead guilty.

We here are not the only ones to note what is going on in terms of funding, careers in science, hyperbole in science reporting, PhDs without jobs or careers, but lots of debt, well into their 30's, the huge locked-in funding system of well-heeled, locked-in un-killable projects, universities hungry for more graduate students even though this mainly is for their own bragging rights (since the students aren't getting jobs), and so on.  These are real problems worth crabbing about.

Also, the inertia of science is such that, at present, we are ever-increasing the size and duration of projects that essentially just do the same thing as has been done for years before, with only minor tweaks in technology and major increases in scale, as if scale is a good substitute for thought--indeed, it's often presented that way, in the common implicit or even sometimes explicit boasting about hypothesis-free science.

Albert Einstein is often credited (falsely, apparently) with defining insanity as continuing to do the same thing and hoping the result will be different.   Even showing deep flaws in what is going on is often presented as a reason for doing even more of the same--for example, the commentary and article by Lek et al. in the 18 August issue of Nature.  Similar points can be made about the highly publicized issues of statistical inference that we've posted about before.  Nobody wants to, or perhaps knows how to, or dares to say that what we're doing is continuing along a path of wishful-thinking. Science is an Establishment that is naturally inertial and resists change.  But I believe the problems need to be pointed out.

Wendell Berry; Wikipedia (photo by By Guy Mendes

It may take a contrarian to assert this point of view.  Doing so may be in vain, but it isn't pointless and repetition does not make it false.  Our concern here on MT is about science and its position in society (I can be contrarian about other things, too!).  I try to be responsible in presenting my view, and to explain and to justify it. I am afraid I don't do it with eloquence.  But the poet-contrarian Wendell Berry, whom I have had the privilege of meeting a few times, does, having expressed contrariness quite well, as you can see on the OnBeing blogsite, and here's their link to Wendell reading it himself.  The poem begins, "I am done with apologies. If contrariness is my/inheritance and destiny, so be it. If it is my mission/to go in at exits and come out at entrances, so be it."  I won't complain if you leave here to go read the rest.

Minik Yazar Neredesin?



Datça'da "Çadır Sayfaları" Yazarken



Bu aralar yazmak üzerinde uzun uzun düşüncelere dalmış durumdayım. Bazen kelimeler ve harflerle aram çok iyiyken bazen de bana o kadar yabancı ve ürkütücü geliyorlar ki... Bir şey yazmak zorundaysam eğer bu beni çok zorluyor. Zorundaysam zorluyor olması doğal tabi ki... Sanatçının Yolu kitabında 12 haftayı tamamladım. Her gün sanatçı buluşmalarımı yapamadım, görevlerimin bazılarını da aksattım ama sadece 3 gün fire ile sabah sayfalarımı her sabah yazdım. Bu o kadar güzeldi ki. Yazdıklarımı birinin okumayacak olmasının verdiği rahatlıkla tüm duygularımı en içten şekilde kağıda döktüm. Blogumu da yazarken kendimi görece daha rahat hissediyorum. Acaba iş duyguları değil de düşünceleri yazmak olduğunda mı zorlanıyorum. Aslında bu da bir yanılsama çünkü bazen öyle bir zaman geliyor ki her şey kendiliğinden akıveriyor. İçteki o bağlantıyı yakalamak gerekiyor, anlatmakla aynı şey sanırım.  Yazmanın ve anlatmanın kendi içinde farklı dinamikleri var ve her ikisi de bağlantı kurmadan olmuyor. Bu aralar peşine düştüğüm konulardan biri de bu... Minik yazarım içimde nerelerde kaybolduysan seni bulacağım, orada olduğundan eminim ve seni seviyorum.

Çünkü Happymis Özeliz


  USS'leri olmalı herkesin cancağızım. Yetmemeli her zamanki kullandıkları. Hatta gün be gün, olmazsa hafta be hafta, hiç yoksa ay be ay değişmeli, gelişmeli bu USS'ler. 
 Şahsen bana dar geliyor umumun, hususileri. Herkesin işine kimse karışamaz. Saçmalıksa saçmalık, orjinallikse orjinallik, marjinallikse marjinallik, teknolojikse teknolojik. (Bu buraya olmadı, neyse).




  Her şeyde bir estetik aramıyor muyuz cancağızım? Bunda da bulunur zaar. Sana has bir şey ortaya koyacaksın (mesela yüreğini) ve bu önemsenmeyecek (mesela kulak ardı edilecek) öyle mi? Buna inanmayı reddediyor, bilakis gülümsemek gibi hızla yayılacağını iddia ediyorum. Var mısın iddiaya?.. 

   Başkalarına benzememek arzusuyla yanıp tutuşuyoruz ya. USS'ler tam da buna hizmet ediyor işte. Kalabalıklar içinde aşkına göz kırpmak gibi. Kimsenin bilmediği bir hazineye muttali olmak gibi. Orkestrada kırk yılda bir çalan üçgen zil gibi. Sınav ortasında cevap E diye bağırmak gibi...




 Sence de her şey yapaylığa doğru meyletmiyor mu cancağızım? İşittim ki, yoğurtların üstü kaymaklı görünsün diye bilmem ne koyuyorlarmış. Yufkalar uzun süre dayansın diye bilmem ne. İçecekler kırmızı görünsün diye bilmem ne. 

  Ve yine işittim ki, sosyal medyada takibe takip, unf yapma engeli yersin diyorlarmış. Bunlar da ahir zaman iğretiliği. 

 Bunca sahteliğin içinden kurtarmalı gönlümüzden geçen güzellikleri.




    Ha?.. 
Tabi ya, USS'nin ne olduğunu söylemeyi unuttum. USS, Uyduruk Sevgi Sözcükleri demek. En tatlısından, en şığininden.

 Hadi... Benim USS'lerimi sesli söyle. Gülümseyeceksin... 
  Böbeyim, gocikuş, pönçik, hınhın, cüncüş, bituçi, pincir, fofik, cüngül, höri, bibiş, bötici. 

Şimdi sıra sende!..


❤ 







Vaveyla





Biraz önce, şakır şakır yağan yağmurdan kaçışan insanların boşalttığı sokakta yürüyen kadının, ince topuklu ayakkabılarından çıkan ahenkli tıkırtı ile kalbinin ritmik tıkırtısı aynıydı. 

   Uzun mavi kiloş eteği  dar kesim beyaz  gömleği    kocaman bir çantası  , siyah  omuzlarında saçları ve  sim siyah gözleriyle  sesi umursamıyor hatta  daha sert basıyordu ayaklarını .

Sokak  boş olunca ağladığını kimse görmüyordu   elini çantasına atıp çantanın ön kısmındaki fermuarlı kısımdan telefonunu çıkardı  hızlıca içini açıp hattı çıkardı.   
 Titreyen elleriyle  kırmaya çalıştı kırılmadı iki büklüm oluyordu ancak kırılmıyordu, ağzına alıp dişleriyle  geveledi nihayetinde  kırdı    hızla  ilerlediği yolda bir su birikintisine fırlattı...
 Göz yaşları az önceki yağmurdan daha hızlı akıyordu yüreği fırtına yeriydi.
 Her defasında umutlar yeşerterek başladığı ve başarısızlıkla sonuçlandırdığı  bu kaçıncı ilişkisiydi ?
Yine ayrılmıştı yine hayal kırıklıkları yine  depresyonlar 
arkadaşlarının saatlerce verdiği vaazlar bekliyordu onu.
 Bu defa çok inanmıştı oysa ne dediyse yapmıştı terk edilmeyi hazmedemiyordu!
  Sorun onda mıydı? yoksa hep yanlış insanlara mı denk geliyordu! ilerideki büfeye saptı 
-bir paket sigara,  çakmak
-bayan  hangi marka
-fark etmez
-olur mu hiç bayan bir sürü marka var 
adam tam gevezeliğe vuracaktı ki sert bir sesle susturdu
- en pahalısını ver ...
 Sigara ve çakmağı alıp sahile doğru indi her yer ıslaktı eteğinin çamur olacağını bile bile  setin üzerine oturdu,  sigarayı çıkarıp yaktı ilk nefeste   içine çekti içini yakan isli tuhaf bir kokuydu acıydı sanki,   başı döndü midesi berbat oldu nede olsa ilk defa içiyordu ne kadar iğrenç bir şey deyip denize fırlattı  bir beş dakika sessizce denizi izledi tekrar bir sigara yaktı az önceki kadar iğrenç değildi...
Tanıştıkları günden itibaren tek dünyası o olmuştu...
 Yaşadıkları tek tek gözünün önünden geçiyordu, onun  uğruna kimleri kırmamıştı ki , o buluşmak istediğinde illa gidecekti evde hasta varmış ,misafir varmış umursamazdı, o ne derse  kulağına o kadar hoş  gelirdi ki hemen yapardı . Adam  ise daha az önce  çok dırdır yaptığından uyumsuz olduğundan bahsediyordu,  bunu kimseye söyleyemezdi  kadın ayrıldık   beni istemiyormuş diyemezdi, belki barışacaklardı,  iyice üşüdü   üstelik ilk defa sigara içen birine göre çok fazla içmişti  hafif başı dönüyordu  tam ayağa kalkarken  topukluları birden kaydı setten  aşağı doğru kayıyordu tıpkı kaydıraktan kayan bir çocuk gibi kendine engel olamıyordu, kendini denizin soğuk sularında buldu...
 Yüzme biliyordu ancak  kıyıya çıkamıyordu set çok yüksekti, gözlerindeki yaşlar az önceki aşk acısından daha  fazla akıyordu   ne  aşkı, ne  terk edilişi, nede az önce ölmeyi düşünmesi umrundaydı 
 Sadece yaşamak istiyordu çırpınıyordu, kelimeler boğazına düğüm düğüm oluyor  çırpınmaktan yorgun,  son  bir  çaba ile  imdat imdattt!

 Not: Sahildeki kameralardan görülünce , arama kurtarma ekipleri devreye  girdi  üç gün sonra yirmili yaşlarda  bir bayan cesedi  denizden  çıkarıldı.


:( Mutsuzum





Aslında dış güzelliğe hiç önem vermeyen biriyimdir, yada bu güne kadar önem vermiyordum bu burun ameliyatı benim bütün düzenimi alt üst etti yaklaşık yirmi gün olmasına rağmen burnum çok yamuk , sağdan baktığında başka biri soldan baktığında başka biri karşıdan bakınca başka biri oluyorum:((

 Yirmi günde on kilo verdim , gözlerimin altı hala mor, hayata küstüm, mutluymuş gibi numaralar yapıyorum, hemde böyle saçma bir şeyi kafaya takmanın çok saçma olduğunu bile bile canımın acısı bir yandan bu çirkin burunla bir ömür yaşayacağım, yüzüme bakmak istemiyorum:((
 Bambaşka biri oldum daha karşıdan bakınca aa burnun yamuk diyorlar:(
 Onca sorun , dert, üzüntünün içinde buna taktım ya bana  brawo:(

 Bende durumlar böyle  psikolojinin dibine vurmuş durumdayım
                                            ya siz?









All those little LGP (Little Green People) out there: A space fantasy

Ah, yes, the highly publicized, if not hyped, search for planets with life 'out there'!  A promotor's dream, because how can you ever falsify the idea that we're not in this alone?  NASA and other funding-hungry semi-sci-fi agencies continue to drop hints about habitable planets and so on.  You know the patter, and the promises almost as flagrant as those of 'precision' genomic medicine.

Well, forget the hype, promise and 'artist' impressions, and let's take a little look at what is in a sense being promised.....

First, let's go back to Aristotle's time and before, and imagine space as a crystal sphere in which the Earth is centered. That is, what we can see is the encircling sky dome.  There we peer into the stars, galaxies, and so on.

Now let us suppose that there really is 'life' out there, and as a short-cut for our purposes here let's further suppose that what we mean by 'life' is living organisms that are advanced enough to use and/or transmit electromagnetic waves strong enough to reach Earth detectably.  Now, to make the SETI (search for extra-terrestrial intelligence) effort easier, let's imagine that these particular emanations can be discriminated from all other sources of electromagnetic radiation in the skies, like light from stars, microwave background from the Big Bang, and so forth--that is, so we can specifically visualize the life-signals' beams by their being green.  I pick green so we can think of them as being (intentional or not, but at least direct evidence) from the Little Green People (LGP) that are out there--if any of them are. That we exist suggests that thinking that life of interesting sorts exists elsewhere is not particularly surprising, and it must have many forms we might not even recognize.

So, let's grant NASA's and the ESL's (and sci-fi writers) wishes and assume that not just life but LGP are out there.  Indeed, let's make our effort to contact them really, really easy, and simply assume that there are millions of planets, even just in the visible universe, that have such LGPs on them.  That's at least plausible; whether it's probable can't be said because we have no way to evaluate what 'probable' would mean.

The figure very schematically suggests what I mean.  The ring around the Earth represents what we can see today. Again, we assume we can discriminate the 'green' radiation from all the other radiation coming in.  The length of each arrow represents the length of time the civilization out there was sending a signal, and let's allow these to be for millions of years (note I'm being very generous: for example, any human-sent signal emanating from Earth would only be about 100 years' long, since radio signaling is only that old).  The place of origin will usually millions or billions of light years away, way, way, way beyond this figure, and the signal has taken that number of years getting here, as it's doing just now when we see it.  After the end of an arrow, that civilization was no longer sending, probably no longer exists, but we don't know that until the end of the signal arrives.  Before the arrowhead, the civilization hadn't developed appropriate signaling technology, so we can't know it is (or was) there.   Incoming signals outside of that ring are not yet visible to us--we don't know they're on their way here and have no way to know those LGP civilizations even exist.

The green-dappled sky
OK, envision our celestial globe, with its hundreds of billions of stars in the Milky Way, and the hundreds of billions of similar galaxies we know are in the heavens, again, just considering our 14 billion year old universe's visible horizon, which is I think tens of billions of light-years in diameter. If life is here on Earth, why not all over the place out there?  There are similar environments, presumably, in countless planets.  At any given moment, we would see green dots on the celestial sphere wherever an LGP signal was incoming.

So, let's say, just to be as favorable to the LGP search as possible, that we see a million such dots. That's not implausible, and let us assume, again to be generous, that each emitting population actively disseminates electromagnetic radiation for a million years, from the time they developed the technology until they evolved on to extinction or disinterest or whatever.

This should mean rich hunting grounds.  But I think it does no such thing.

By far most, if not essentially all such LGP emanations will be from more than a million light years away from Earth.  That means that by the time we can detect them, the emanations will have stopped and the people probably become extinct (many reasons, such as their local star blew up, they evolved to some other species, they damaged their environment beyond sustainability, they overpopulated themselves into starvation....).  And of course, we have no idea just by seeing a dot whether it's one of those, or one from a still-living source.

Even if such a source were still viable, and even if we guess right about which one that may be at the time we mount an expedition or sent a 'Hello!' message, it would likely take 'us' so long to reach them, with either generations of astronauts in transit or just a radio signal, that the LGP would be done-for by the time we or our signal got there.  A manned expedition would take hugely more generations than have ever existed for our species, of course.  And, of course, no matter how clever they were, the LGP wouldn't be able to detect us for millions of years after we sent our message to them, assuming they were still alive at that time so distant from when we received their emanation.  And, of course, we'd be extinct or would have polluted the Earth out of life, by the time any such contact occurred.

So, it is essentially hopeless to wave around vague suggestions of finding 'life in space'.  In fact, most of the universe isn't just a few millions of light years away from us, it's billions of them.  Even hinting at connecting with LGP borders on fraud by those who want our attention, and funds, to explore these possibilities.

The hopeful (sort-of) side
However, there is, surprisingly (sort of), a hopeful side.  That's because if there in fact are LGP out there, most of their signals won't be visible to us at any given time.  Millions or billions or even trillions of little green dots may be approaching us from any or all directions, but just haven't gotten here yet.  That would only be expected if we can see a million of them at our particular time today.

Out of all of those incoming signals, maybe some are close enough to us to constitute something to be excited about....except that once we see their blip, it will at best have been sent at the beginning of their signal-generating lifespan and we'll have no idea how long ago that happened, and hence whether they're still there and sending, so we can't know how long the blip will keep appearing, and most of the time the signal will be millions if not billions of years old, and as above, the senders long-gone.

If some movie or video game outfit develops a real tele-transporter or wormhole traversing system, we might dream of going 'there', wherever there is.  Even then, we'll have to choose which of the million green dot sources to travel to, and just hope the senders are still there.  Of course, they're not really green, so choosing light blips to pursue won't be easy!

There are enough fascinating things about space, and enough real, not imaginary, needs right here on our green earth.  We should keep fantasies to the world of fiction.

Harun Kolçak



Biliyorum belki de bu yazıyı hiç okumayacak!
  Biz yıldızları  görüyoruz diye yıldızlarda bizi görecek değil ya...  Belki de ondan  gök yüzünde ki yıldızlara benzetilmişler... 

Bu adama hayranım sesi şarkılar beni büyülüyor. Şu son resimindeki gözlerinin içinin gülüşü her şeye rağmen   der gibi  adeta
 Okur inşAllah ,  moral olsun dedim yıllarca  kıvır kıvır ahenkle dans eden o saçlarını kıskandım  be adam:))
 Gözlüklerinden bile belli olan bastırdığın acılar 
ben güçlüyüm diyen o asil duruş
 kimse veya kimsenin hiç bir şeyi umrumda değil tavırları  
en güzel cevabı şarkılarıyla veren adam...   
 İlham perilerini kıskandığım adam...
Dualarım seninle İnşAllah bir an önce iyileşirsin seni çooooook seviyorum...



21 Haziran gecesi şiddetli karın ağrısı ve solunum sıkıntısı nedeniyle acil olarak hastaneye kaldırılan Harun Kolçak'tan güzel haberler gelmeye devam ediyor.
Kısa bir süre önce yoğun bakımdaki tedavisi tamamlanan Kolçak, daha önce  hastane odasında çekilen fotoğrafını Instagram  hesabından takipçileriyle paylaşarak sevenlerine 'iyiyim' mesajı vermişti.
Kolçak şimdi de hastanede fizik tedaviden bir fotoğrafını, "İki ay sonra ilk adımlar" notuyla sosyal medya hesabı üzerinden paylaştı.

Harun Kolçak
Doğum 15 Temmuz 1955 (61 yaşında)
İstanbul, Türkiye
Uyruk Türk
Tarzlar Pop
Meslekler Müzisyen, Şarkı sözü yazarı, Şarkıcı, Besteci , Oyuncu
Çalgılar Bas Gitar
Etkin yılları 1977–günümüz
Plak şirketi Fono Müzik (1990-1993)
Raks S Müzik (1995-1998)
İdobay (2000)
Seyhan Müzik (2006)
Esen Entertainment (2012)
Arpej Yapım (2015-günümüz)
İlişkili hareketler Onno Tunç, Sezen Aksu, Aşkın Nur Yengi, Bendeniz
Önemli çalgılar
Bas Gitar, Piyano, Mandolin



Zorundayım....
bir hayaldin öncesinde 
adın konmuş aşk dilinde 
ben senin sadece imkansızındım 
kelimeler tükendi de sen bitmedin bak içimde 
bunu senden beklemezdim 
hangi yalan hangi sebeb cevabın yok bitti demek 
belkide ben senin korkularındım 
zorundayım..zorundasın..hangi yolun sonundasın 
belkide sakladıgın bir şey var 

biri varsa aramızda cığlıklarım yanlızlığa 
bu ayrılık akşamında gözyasıma boguldu dünya 
sorma bana sensizliği sorma bana gücün yoksa 
gelen aynı giden aynı bırak beni yanlızlığıma... 

hangi yalan hangi sebeb cevabın yok bitti demek 
belkide ben senin korkularındım 
zorundayım..zorundasın..hangi yolun sonundasın 
belkide sakladıgın bir şey var...

 Not : haber ve resim netten alıntıdır. yazı  tabiki bana ait.






Many more words are extinct than those we get to read

I'm starting a new human evolution book project. Technically I've already started it but I've got the greenlight from my agent so it's for real. 

So much writing, at least for me, is just exploratory, organizational vomit that I never times infinity wish to see on the printed page. 

But, here, let me show you my vomit from this morning:

High heels are sexy because they change a woman’s posture so that her boobs and butt stick out and that’s attractive because boobs and butts and because waist hip ratio. 

Wait, no, they’re sexy because they make a person taller and taller is universally attractive. 

What if they’re a handicap or a fitness indicator like a risky bird call or a peacock’s tail? The hampered, painful locomotion signals to potential mates how badass the high heel wearer is. “We will have badass kids!” say high heels. 

source

Or they keep women from being able to escape too quickly if ambushed by aroused men, but that’s too macabre for me to consider further and pisses me off. 

How about, they’re sexy because we decided they are. Culture is weird and powerful: neck lengthening rings, circumcision, Taco Bell. 

Or they’re sexy because they make a woman’s feet look small for her height and this is sexy because … Fibonacci? (Must do calculations.) I don’t know. "Hold me closer tiny footed," isn’t how the song goes. 

But, wait, high heels change a woman’s locomotion. Women who walk in them have an exaggerated female-stereotyped gait. Ask those biomechanists who said so. That’s why heels are sexy, then, they heighten femininity and project its signal further out across the savannah, and into the gaze of more men for longer in each of their numerous salivating minds. 

But why are swinging hips sexy? Because they’re opposite of a man’s? 

But there’s something else that heels do to gait. They make a person unstable, careful, as if they're just learning to walk. One slips into those torture slippers and they're suddenly precious, adorable, in need of rapt attention. Like a toddler, walking for the very first time. 

The idea’s out there, somewhere, that heels make a woman helpless and that’s attractive to men who want to rescue women. This toddler idea is just a fraction of a degree away from that one. Is male attraction to helpless women the same thing that drives them to be doting fathers? Gawd. If that’s true, that means I shouldn’t be as annoyed when they want to rescue full grown women, and when full grown women want to be rescued, because, after all, it’s just good fatherly mojo. But, we’re not babies, dammit. 

High heels. Sexy for so many reasons, but also because they make women into babies and, hey, wait a second...

We don’t think babies are sexy. What the bleep am I talking about? Back up: what we prefer in babies can be preferred in adults for fundamentally similar reasons but those preferences can result in different outcomes. 

Attractive helpless babies get cared for and not sexualized (too much) and attractive helpless women do too but that affection includes bleeping. 

It all makes perfect sense. How on earth did our lineage survive this long without high heels?

Şşş! Kızlar bağırmaz


 Şşşş Kızlar bağırmaz

 Eğer anne ve ya anne adayı  iseniz mutlaka izlemeniz gereken bir  film...

Bu filmin bir karesine  instagramda  rastladığımda izlemeye karar verdim 




Ramazanda  gece birde işten gelince  sahura kadar 
uyumayayım diye  açtım filmi.   Film o kadar etkileyici ve sürükleyiciydi ki     film bittiğinde  sabah ezanına sadece beş dakika kalmış...

 Sadece su içebildim filmin üzerine 
yemek falan yiyemezdim zaten rüyamda da  Şirini gördüm  günlerce içimden çıkmadı  . Filmin beni bu kadar çok etkilemesinin sebebi ise çok gerçekçi olması  ...




Oyuncular:Babak Hamidian, Merila Zare'i, Tannaz Tabatabayi 
Tür:İran SinemasıYapım 
Yılı:2010
Orjinal İsim:Hiss Dokhtarha Faryad Nemizanand


 Puanı 8.2
Bir okuyucunun yorumu
Dünya meşgaleleri yüzünden çocukları ile ilgilenmeyen ebeveynler
Şehvetleri  ve sapkın düşünceleri  kendini bile düşünmeyen   caniler, masumların hayatlarını karartan sübyancılar...
Dile düşmemek için şikayetten kaçınan sözde onur(!) düşkünü aileler..
Aşık olup da hayata tutunan ve hayata tutunduran vefalı gençler..
Ve İslami-ilahi adaletin peşinden giden avukat ve polisler..



İçimdeki Minik Yazarı Onurlandırıyorum



Hemen şimdi bu satırları yazmak istedim, bu bana sık olan bir şey değildir. Balkonun önündeki koltuğuma oturmuş esen serin rüzgarın eşliğinde kitabımı okurken (yazar burada anlatımını süslemeyi amaçlamaktadır) kitapta yazan bir şey birden bire bende bir yazma isteği uyandırdı. Tabi ben onu - sonra yazarsın canım- şu kitabını güzel güzel oku diye susturdum ve okumaya devam ettim. Gerçekten de çok etkileyici idi, okuduğum şeyler, yaşadığım şeylerle bir çok bağlantı oluşturmaya başladı. Sonra küçük yazarım yine - ama hemen yazarız hadi yaz- dedi. ben de boşver canım okumamak için yapıyorsun dedim. Ama sonra zihnimden cümleler  hızlıca geçmeye başladı ve ben okumaya daha fazla devam edemedim ve işte ta tamm küçük yazarımı mutlu etmek için bilgisayarımı kucağıma aldım ve aynı koltukta bunları yazıyorum.
ne okudum? ne okudum da bu beni bağlantı kurmaya ve bunu ifade etmeye itti. Hemen yazıyorum


"Kişi sadece bir şey kaleme alır  - kendi deneyimini. Her şey kişinin bu deneyimin acı veya tatlı kendisine verebileceği en son damlasını, elde etmek için ne derece bıkıp usanmaksızın çaba gösterdiğine bağlıdır. Sanatçının tek gerçek kaygısı hayatın düzensizliğinin içinden sanat olarak adlandırılan düzeni yeniden yaratmaktır  ( Baldwin)

Baldwin kim bilmiyorum, öğreneceğim, ben bu satırlarla Patton'un Nitel Araştırma ve Değerlendirme Yöntemleri Kitabını okurken karşılaştım, evet heyecanla okuduğum kitap buydu.
Bilenler bilirler, yüksek lisans tezimi yazmaya çalışıyorum hem de en sevdiğim konuyla ilgili, anlatıcılık. Ama yazamıyorum. Olmadı, olamadı. Kaynaklarımı okudum, alıntılarımı yazdım. Bölümlemeyi oluşturdum ama işte olmadı. Özlem Hocam ile bu konuları konuşurken bana nitel araştırma yönteminden bahsetti, bence senin araştırman için bu yöntem daha uygun dedi ve bana inanılmaz bir kapı açtı. Sonra ben şunu farkettim, akademik bir şey yazarken kendimi tam bir aptal gibi hissediyorum. Bir şeyi anlatırken aşırı resmi olmam ve olmadığım bir kimliğe bürünmem gerekiyor ve ben - bu bağlamda, dıdısının dıdısı düzleminde ve pek çoğunu da anlayıp anlamlandıramadığım cümleler karşısında şaşıp kalıyorum. Onları yazamıyorum çünkü öyle düşünemiyorum ve bu benim kendimi yetersiz hissetmeme sebep oluyor ve ben de öyle yazamadığım için düşüncelerimi ifade etmekten çekiniyorum. Bunu anlayınca birden aydınlandım. Tek bir ifade yöntemi yok, akademide bile. Sonrasında da Patton'un kitabı ve nitel araştırma yöntemi beni çok heyecanlandırdı.
Aslında yaptığım iş buydu, kendi deneyimlerimi paylaşmak. Hikaye anlatmak yoluyla. Konuşabiliyorum ama neden yazamıyorum. Yazmanın bir kuralı olabilir mi? neden bir kuralı olsun ki. Bence tek kural insanlar seni anlıyorlar mı? ikinci bir kural da olabilir, samimi olmak. İçimdeki minik yazarı onurlandırmaya karar verdim. Canım benim, kim bilir içeride ne  kadar sıkılmıştır ya da sabırla büyümeyi beklemiştir. Nitel araştırma ve benim kurduğum bağlantılar hakkında daha sonra yazacağım. Şimdi içimdeki araştırmacı bir kaç saat daha oku diyor. Akşama düğüne gideceğim, içimdeki süslü de kuaföre git diyor. Sevgiler

Mim Geldi Hanımmmm





    Nicedir mimler okur, fakat yapmaz idim. Halihazırda blogumdaki iki mim yetiyor idi. Lakin aynı mime dört kez davet gelince ayıp olur, ne lakayt kız derler fikriyatiyle el attım. Aşk ile buyrun...


Blogger denilince aklına gelen 3 şey?

   * Blogunu takibe aldım, bana da beklerim. (Çoğumuz bu cümleye gıcık olsak da en az bir kez kurduk. Kurmayanlar derhal kursun, yalancı çıkarmayın beni.)

  * Tanımadığımız insanlarla kısa zamanda oluşan olağanüstü samimiyet. (Kendimden biliyorum, böyle bir sevgi pıtırcığı, can ciğer olmalar. Ay toplanıp da sarılsak ya doya doya. Vallaha.)

 * Kontrol panelime sürekli düşen krem, losyon, ben sürdüm allandım, sen de sür pullan ürün tanıtımları. (Piyasayı sizden öğreniyorum kızlar, Allah razı olsun.)


Yazılarını en çok beğendiğin, okumaktan bıkmadığın bloglar neler? 

  Çok azizim, pek çok. Ayıramam. Hepiniz yavrularımsınız. (Fonda, bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır.)


Blog yazmaya başlayan arkadaşlara verebileceğin öneriler?

 Daha bir yılımı doldurmadığımdan, kendimi hâlâ çöm görüyorum. İlle de öneri derseniz; samimi olun. Farklı konularda yazın ve kendi anlatım dilinizi oluşturun.
  (It is always good to be original, hemi.)


Hangi ülkede yaşamak isterdin? Ya da en çok gitmek istediğin mekanlar?

 Dünyayı gezmek istiyorum desem soru yavan kalacak zaar. Tamam o zaman, dünyayı gezmek istiyorum.

⭐ 

  Bir mimin daha sonuna geldik. Beni davet eden sevgili Tuğba Doğan, Calimero, Ece Evren ve Kore Fenomeni canlara müteşekkirim.
 
   Elim değmişken şu kızın öbür mimlerine de bakayım derseniz ahanda şurada.
Bir Bakış: Emine Bektaşi
Kişisel Blog Yazarları Ne Düşünüyor?


   Dileyen mimi yapsın efendim. Tutmayın küçük enişteyi, salıverin gitsin. 


 ⭐



Meteor Yağmuru



Benden Başka   gözleri  karanlıklara  dikmiş bir şeyler görebilirmiyim umuduyla  yıldızları  gözlemleyenler var mı?




Meteor yağmuru şölenini kaçırmak istemeyenler iki gece uykusuz kalacak zira bu gece ve Cuma gecesi gök yüzünü meraklılarını görsel bir şölen bekliyor.

 Bir şeyler görenler bana da  söylesin:))










Blog keşif etmek isteyenlere tavsiyeler...

Şanssızlık işte  ben kadere çok inanırım sabahın   köründen bu yana  uğraşıp emek verdiğim blog tanıtımı yazımı nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde salisede sildim  
 Olsun sil baştan   başlarım 
 Candan EÇETİN eşliğinde ağlayasım vardı zaten...
 Yalannn Bu dünyada ölümden başkası yalann..

   Neyse Aynısı olurmu*? bilmiyorum  moral çöküntüsüyle  başlıyorum     olmayacak işte aynısı üüü:( 
  Hepsi şu alt katımda oturanlar yüzünden bir çıkamadı ha bire  sesleniyor ya memleket sapık dolu yaşlı diyorsun  teyze, amca diyorsun vallahi kimseye  acıyamıyorum artık dedemle yaşıt ama    çok tuhaf  neyse çemkirmeyeceğim ya sabır...
 Sizinde apartmanınızda böyle tuhaf varlıklar varmı?


 Şimdi cici şeyler düşünüyoruz  içinde zerre kadar kötülük bulundurmayan bir kalple tanıştırayım sizi yumuşak, merhametli   tarifleri kadar güzel bir yüreğe sahip  tabikide , hamur yoğura yoğura kendide  o kadar güzel kıvam almış ki az çok her şeyi yaşamış hayattan iyisiyle kötüsüyle nasibini almış    tarifleri harika 200* derece  ısınmış bir   kalbinin sıcaklığıyla okuyacağınız hissedeceğiniz  bir blog.  
 Hep böyle kal, koca yürekli  güzel insan...






       







 










Gazeteci N.G.

Sokak Fotoğrafçısı

 Yeni keşfettiğim bir blog
Gelecek vaat eden genç bir gazeteci adayı umarım ileride iyi yerlere geldiğinde sende beni hatırlarsın:)
 Şu aralar martılara simit satıyor :) 



Gazetecilik mezunuyum. Bir kaç iş deneyiminden sonra gazetecilik yapmamaya karar verdim. Sokak fotoğrafları çekiyorum. Bir fotoğrafım (Setrak Yelegen-Galatasaraylı Amca) bayağı yayıldı Türkiye çapında, diğer yazılarımda bunu yazacağım. Yazdıklarımın ne olduğunu bilmiyorum, sadece yazıyorum :) Sonbaharı ve İstanbul'u severim :) diyor... 


















 Taze bir gelin :) 
 Gelinin bayatı nasıl oluyor sa:))



   tam bir  şeker yazılarıyla paylaşımlarıyla  her şeyden biraz  var bloğunda  yazılarındaki sıcacık gülüşlerini hissediyorsunuz adeta
 tabikii  hayvan dostlarımız için yaptığım etkinlik için yolladığın resimi unuttum sanma, Bu güne kısmetmiş...
 Dostumuda düşmanımıda unutmam dedikten sonra:))


   İşte bu güzel hayvan dostu   arkadaşımızın diğer bir kaç resmi 
 Yok ben doyamadım diyorsanız...















 Ve  ben şuna inanırım birinin sizden  kaçmasını istiyorsanız onu çok sevin  , iflas etmek istiyorsanız ucuza verin en kaliteliyi, çünkü emin olun ne kadar  iterseniz o kadar gelir karşınızdaki...
 Bunu sevgili Neşeli süs evimi ziyaret ederseniz çok iyi anlayacaksınız  ...

  Maddi yada manevi imkanı olmayan ama çocuklarını mutlu etmek isteyen aileler için çok güzel doğum günü konseptleri sunuyor,  bir çok kişi  bundan faydalanıyor ama bir teşekkürü çok görüyor bundan hayıflandığı yok ama ben   hayıflanıyorum,
 Çok mu  zor bir teşekkür ederim yazmak...







 






 Vee  tanıtmaktan bıkmayacağım bir blog  onu herkes tanımalı o bir anne   yaşı benden küçükte olsa elinden öpmek istediğim bir kadın   ... 

Herkesin vardır hayata dair söylenecek bir çift sözü.. Hele ki bu bir anne ise paylaşılacak o kadar çok konu var ki..Hadi gelin paylaşalım hayatı,sevinçleri,hüzünleri.. en önemlisi tecrübeleri..düşmemek için düşmemiz gerekmesin önce..


Yeri gelmişken onunda  hayvan dostlarımız için yolladığı  resim 
 Bu güzel anneyi tanımak istiyorsanız 
  Buradan buyrun tık



 Şimdilik bu kadar...
 Dosta, düşmana  selam olsun Candan ERÇETİNden açıp Volkan KONAKtan  kapatayım .

 Göklerde kartal gibiydim kanatlarımdan  vuruldum 
 Mor çiçekli dal gibiydin bahar vaktinde kırıldınn...




Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...