Yalnız Adam Masalı

Yalnız Adam Masalı

Masal bu ya, uzak bir ülkede, kara bulutların karamsarlık yağdırdığı yüzyıllar yaşanırmış. Kara bulutların arasından güneş bir yolunu bulup görünemezmiş bir türlü. O ülkede doğan hayvanlar olsun, insanlar olsun hiç güneş yüzü görmeden ölür gidermişler. Yalnız bir söylence içinde geçermiş güneşin adı. Bunun için de kimse güneşin varlığına inanmazmış...

Bu karanlık ülkede herkes birbirine kızar, arkasından konuşur, kavga ederek yaşamlarını sürdürürmüşler. Bu sıkıcı yaşam biçiminden, insanlar mutsuzmuşlar. Yüzlerinden düşen bin parça olurmuş. Sokakta yürüyenler sıkça görünmezmiş. Tek tük asık yüzlü insanların, paltolarının yakasını kaldırarak saçakların altından hızla ilerlediği görülürmüş ama; genelde sokaklar boş, ıslak ve karanlıkmış. Yalnız başı boş aylakça dolaşan hayvanlar varmış. Evlerin kepenkleri çoğu zaman kapalı dururmuş. İçeriden ara sıra ağıt, ya da yas çığlıkları duyulurmuş.

Bu karamsar, ıslak ve çamurlu ülkenin uzak bir köşesinde, bir bahçe içindeki kulübede, tek başına yaşıyan bir adamcağız varmış. Evinden pek çıkmaz, kimseyle konuşmaz, kitap okur ya da bahçesi ile uğraşırmış. Aslında zamanının çoğunu bahçesinde geçirirmiş. Amacı bahçedeki balçığı temizleyip, kara toprak üzerinde çim ve çiçek yetiştirmekmiş. Söylenceye göre; yeşillik, güneşi geri getirecekmiş. Söylence belki de doğrudur diye, sabahları erkenden kalkar, bahçeyi balçıktan temizlemek için saatlerce uğraşırmış. Bu çok zor bir işmiş. Sürekli yağan yağmur altında çamurları temizlemek için harcanan çaba, bir başka çamur ve pis su göleti oluşturmaktan öteye gitmiyormuş.

Önce küçük kanallar yapmış. Yağan yağmuru bu kanallara yönlendirerek toprak parçasının çamurlaşmasını önlemeye çalışmış. Toprak, yağan yağmura doymuş olduğundan kolay kolay istenilen sonucu verememiş. Kanalları daha derinleştirmiş. Toprak parçasına yeterli eğimi vermiş. Gündüz bahçede kazma kürekle, akşam masa başında plan yaparak bitmeyen bir enerji ile uğraşmış durmuş...

İlerleyen haftalarda; çabalarının başarıya ulaşacağını gösteren küçük belirtiler görmeye başlamış. Toprak artık yağmuru emmiyor, suyun açılan kanala doğru akmasını sağlıyormuş. Tümsekler çamur yığını değil de bir toprak parçası gibi görünmeye başlamış. Bir gün evin önündeki verandaya çıkıp, bahçeye şöyle bir bakmış :

- Artık tohumları ve fidanları dikmeliyim.

demiş kendi kendine. Ertesi gün erkenden kalkıp işe koyulmuş. Çim tohumlarını toprağa özenle serpiştirmiş. Bahçe duvarı dibindeki toprağa da, çiçek ve ağaç fidanları dikmiş.

İşi bitince verandadan bahçeye bakıp :

- Bir gün yemyeşil olacak. Güzel kokulu renk renk çiçekler açacaklar.

diye söylenmiş.

Geceleri rüyasında bahçesinin gelecekteki biçimini görürmüş. Uyanınca rüyasına sevinir :

- Yemyeşil bahçeye kuşlar da gelir. Ötüşürler cıvıl cıvıl.

diye düş bile kurarmış.

Günlerce, aylarca uğraşmış. Sonunda çamuru kurutmayı başarmış. Çim tohumları ve çiçek fideleri artık çamur içinde kalmıyormuşlar. Yoldan geçenler bahçedeki değişikliği görüyorlar ama

`Nasıl olsa başaramaz. Burada hiçbirşey yaşamaz.`

diyerek önemsemiyormuşlar yapılan işi.

Çamur tümüyle yok olunca, çevredekiler rahatsız olmaya başlamışlar.

`Çamur olmayan bahçe olmamalı`

diyerek geceleri yoldan topladıkları çamurları bahçe duvarından içeriye küreyip, bahçeyi çamura bulamaya çalışmışlar. Ancak tüm çabaları boş çıkmış. Adamın bahçede açtığı su arkları o kadar düzenli ve güzelmiş ki; yağan yağmur, toprağa karışan çamuru, su yollarına sürükleyip toprağın çamura bulanmasını engelliyormuş.

Gün geçtikçe toprakta bir hareket belirmiş. Artık toprak kabarıyor, canlanıp hava alıyormuş. Kabaran toprak hava aldıkça, suyu emiyor ve yağan yağmur toprağa zarar veremiyor, hatta yararlı bile oluyormuş.

Bir sabah, yalnız adam, bahçede bir değişiklik gözlemlemiş. O gece birkaç çim tohumu filizlenip kıl gibi ince sürgünler halinde topraktan çıkmayı başarmışlar. Adamın keyfine diyecek yokmuş. Sevinçten gözlerinden akan mutluluk damlalarını nasırlaşmış ellerinin tersi ile silmiş. Hoş bir ezgi mırıldanmaya başlamış gülümseyerek. Yalnız Adam, belki de ülkenin ilk gülümseyen kişisiymiş.

- Sonunda başardım. Birkaç tane de olsa çim sürgünleri topraktan çıktılar ve Özgürlüklerine kavuştular.

demiş verandadan bahçeye bakarken.

Artık çalışmalarını daha özenle sürdürüyor, umitsizliğe kapılmıyormuş. O gece, uykusundan birkaç kez uyanmış. Rüyasında, bahçesini yemyeşil çim halının kapladığını görmüş.

- Bu rüya hiç bitmesin, gerçek olsun.

diye yakarmış mutlulukla. Sabah olmasını bekleyememiş. Hemen bahçeye çıkıp çalışmaya başlamış gecenin karanlığında. Çalışırken toprak tepeciklerine basmamaya, yeşeren cılız çim sürgünlerini ezmemeye özen göstermiş.

Gün ağırırken biraz ara vermiş. Ağrıyan belini elleri ile tutarken şöyle bir bakmış bahçeye. Başka çim sürgünleri görmüş toprağı yarıp özgürlüğe koşuşan. Artık toprağın üzerinde aralıklarla yayılmış çim sürgünleri varmış. Cılız ama sayıca çok. Sayıları her geçen gün hızla artmaya başlamış sürgünlerin. Sayıları çoğaldıkça güçlenmişler. Artık ilk çıkan sürgünler kalınlaşmış birer çim topağı olmuşlar bile.

Bir hafta sonra, civardakiler de gözlemeye başlamışlar bahçedeki ayrıcalığı. Çünkü toprağın üzerindeki yeşil örtü, artık bahçe duvarının ötesinden de görünüyormuş. Yeşil örtü hızla koyulaşıyor, gürleşiyormuş. Yalnız Adam`ın bahçesi, diğer çamurlu yerlere göre çok farklıymış. Eskiden şöyle bir bakıp geçerken dudak bükenler, bahçe duvarından çamur atanlar, artık durup hayretle bahçeye bakıyormuşlar. Yeşeren toprağın nasıl böyle olduğunu yorumlamaya çalışıyormuşlar akıllarınca. Bazıları kendilerine pay bile çıkartmaya başlamışlar :

- Çim tohumlarını benden almıştı.
- Gübreyi de ben satmıştım.
- Çapayı ben vermiştim.
- Ne yapması gerektiğini ben söyledim O`na.

Sanki onların verdiği destek olmasa başaramazmış gibi bir tavır içine girmişler, bahçedeki emeği hiçe sayarak ortak olmuşlar her şeye. Bahçenin ünü tüm ülkeye yayılmış. Ama hala kötümser görüşü savunanlar çoğunluktaymış :

- Hep yağmur yağıyor. Bir süre sonra bu çimler çürüyüp ölür.
- Bir sağanakta yok olur bu bitkiler, yine çamur olur her yer.
- Daha önce kimse başaramamış. Bu toprak verimsiz. Bu adam da başaramıyacak.

diye yorumlarla gelişmeleri gölgelemeye çalışmışlar. Bahçeyi görmeyenlerin çoğu inanmış kötümser yorumlara. Hatta bazıları kötümser yorumları savunan kitaplar bile yazmışlar.

Aylar sonra, cılız çim sürgünleri dört parmak boy atıp, bir yeşil örtü gibi bahçeyi kapladığında ülkenin tek yeşil bahçesini görmek için meraklılar gelmeye başlamış her yerden. Yalnız Adam`dan nasıl başardığını öğrenmek isteyenler, çim tohumları satın alanlar, evlerine dönerken dükkandan satın aldıkları çapayı sırtlayıp yollara düşünler her geçen gün çoğalmaya başlamış. Yalnız Adam yapabildiğine göre, kendileri de yapabilirler diye düşünenlerin sayısı çoğalınca bahçelerini işleyenler artmış. Söylentiler yayılmış başka bahçelerde de çim yetiştiği yolunda. Çim yetiştirenler gülmeyi ve gülümsemeyi de beceriyormuşlar. Çim yetiştirenlerin neşeli ve güler yüzlü olmaları, ülkedeki karamsar tabloyu değiştirmek üzereymiş...

Tüm yaşamlarını, karamsarlığı ve karanlığı temel alan düzene ayak uydurmuş olanlar, değişimden hoşnut olmamışlar. Karamsarlığı savunacak güvenilir adamlar yetiştirmeye başlamışlar. Sonra bu adamları, gözlem yapmak için yemyeşil bahçelerin bulunduğu yerlere göndermişler. Karamsar güçlere, her gün bahçelerdeki gelişmeler bildirilmiş. Karamsar güçler de, gelişmeleri engellemek için en uygun anı beklemeye başlamışlar.

Yalnız Adam, tüm gelişmeleri sevinçle izliyor, kendi gibi çabalayanlara yardım ediyor, başlattığı yeniliğe katılanlara kucak açıp, destek oluyormuş. Ama bahçesini hiç unutmamış. İşini hiç aksatmadan, her sabah çalışmış. Çimlerin büyümeleri tek başına yeterli değilmiş onun için. O çiçekleri de görmek, ağaçların büyüdüğünü de izlemek, olursa meyvelerini de toplamak istiyormuş.

- Bir de söylence doğru olsa, güneş çıksa, ülke aydınlığa kavuşsa...

diyormuş kendi kendine verandada oturup bahçesine bakarken.

Bir sabah, duvar dibindeki çiçek fidelerinden birinden, beyaz taç yapraklarını açarak dünyaya gelen ilk papatyayı görmüş sevinç çığlıkları atarak. Bu karamsar ülkede açan ilk beyaz çiçekmiş. Tüm yandaşlarına, gönül birliği yapanlara duyurmuş çiçeğin doğuşunu. Halk, bu söylenti ile çalkalanmaya başlamış. Çoğunluk artık aydınlık günlerin doğacağını, söylencenin gerçekleşeceğini konuşur olmuş. Herkes güneşin doğacağı günü ümitle beklemeye başlamış.

Karanlıktan beklentisi olan, çamuru ve karamsarlığı kendileriyle özdeşleştirmiş olanlar, gelişmelere `dur` demenin zamanı geldiğini düşünüp, plan yapmaya başlamışlar. Birden halkın tepkisini alıp, halkla karşı karşıya gelmemek için küçük oyunlar kurmuşlar. Küçük ama, yeşil bahçelere zarar verecek oyunlar.

Güvenilir güçler, kimselere görünmeden bahçelere saldırılar düzenlemişler. Bazı bahçelere gece girip çamur serpmişler. Çiçekleri koparmışlar. Kabaralı büyük postallarla çimlerin üzerinde tepinmişler. Harap olan bahçeyi ertesi gün gördüklerinde, sanki bahçeye zarar veren kendileri değilmiş gibi halkla beraber bağırıp, karanlık güçlere ateş püskürmüşler. Üzüntülerini bildiren bildiriler dağıtmışlar. Ama bu küçük oyunlar hızla bir çığ gibi büyüyen yeşil bahçe akımını engellemeye, yıldırmaya yetmemiş.

Bir sabah, yalnız adam yatağında uyandığında, camdan içeri sızın bir ışık kümesi görünce çok korkmuş. Önce karanlık güçlerin bahçesini talan ettiğini, sonra evine bir el feneri ile baktıklarını sanmış. Hemen giyinip panik içinde evden dışarı çıkmış. Verandaya geldiğinde gözlerine inanamamış. Gökten süzülerek bahçesine kadar uzanan ışık kümesi, yeşil çimlere değdikçe çimler parlaklaşıyor, duvar dibindeki çiçekler taç yapraklarını gökten gelen sıcak ışık kümesine açarak onu kucaklamaya çabalıyormuşlar. Bu, sabahın ilk saatlerinde doğan güneşin ilk belirtileriymiş. Hayatında ilk kez güneşin doğuşunu gören Yalnız Adam, çimlerin ve çiçeklerin çoşkusuna katılmış ve bahçesi içinde koşarken:

- Söylence gerçekleşti. Güneş doğuyor. Aydınlıklar sizinle olsun arkadaşlar.

diye çığlık atıyormuş. Kara bulutların arasından sızıp bahçesine uzanan güneş ışınlarını gören çevredekiler, bahçenin etrafına toplanmaya başlamışlar. Hep beraber hayretle ve korkarak güneş ışınlarının yeşil çimler üzerinde gezinişini, rengarenk çiçekleri okşayışını izlemişler. Kıskananlar ve inanmayanlar da sarmışlar bahçenin etrafını. Güneşi ilk kez görmenin mutluluğunu yaşayan birkaç dost, sevinç göz yaşları dökerken, kalabalığın arasına karışan güvenli güçler, homurdanmaya başlamışlar :

- Büyücü bu adam. Bakın sonunda güneşi de doğdurdu. Ama yalnız kendi bahçesine. Bize birşey vermedi. Vermeyecek de. Yok edelim. Aydınlığı ve güneşi alalım elinden. Bu adam insanlığa zararlıdır.

Ön sıralarda kıskanarak bahçeye bakanlar, önce bir adım atmışlar bahçeye basmamaya özen göstererek. Kimin olduğu belli olmayan kocaman eller, arkalarından onları bahçeye doğru itince, sendelemişler ve fazla zorlanmadan adımlarını atmışlar bahçedeki çimlerin üzerine.

Çimler ezilince, aydınlık güneş ışınının kendilerine zarar vermediğini görenler, bahçe içinde koşmaya başlamışlar. Her bastıkları yerde, çimler toprağa yapışıp tutsaklar gibi etkisiz ve güçsüz kalınca, daha çok cesaretlenmişler. Bazıları çimlerin üzerinde zıplamışlar toprağa daha çok gömülsün, hiç çıkmasınlar diye.

Yalnız Adam çırpınarak bir ona bir ötekine koşmuş :

- Yapmayın. Çok emek verdim. Ne olur bozmayın bahçemi. Size bir zararı yok onların. Bakın aydınlık da oldu. Artık güneş hepimizi ısıtacak...

Gözleri hırçınlıktan kızarmış, asık yüzlü insanlar ellerinin tersi ile itmişler Yalnız Adam`ı. Sonra daha hırsla tepinmişler çimlerin üzerinde. Adam aldığı darbe ile sendeleyip yere düşünce, onu gören biri tekme atmış hırsını yenmek için. Bunu gören diğerleri, çullanmışlar adamın üzerine, tüm güçleri ile yumruklamaya ve tekmelemeye başlamışlar adamı. Yalnız Adam, aldığı darbelerden korunmak için kollarını kafasına sarmış ve yüzü koyun toprağın üzerine kapanmış. Hareket etmeden hem saldırıların durmasını beklemiş, hem de bedeni kadar çimi korumak istemiş.

Aynı anda güvenli güçler, başka bahçelere de saldırmışlar. Bu toplu saldırı eskiden yaptıkları küçük oyunlardan çok farklıymış. Burada karanlık güçlerin, aydınlığı yok etme eylemini başlatmışlar. Güneşin başka bahçelerde doğması olasalığını beklemeden tüm bahçeleri talan etmişler bilinçle.

Yalnız Adam`ın bahçesindeki uğultular ve bağırmalar sonunda kesilmiş. Sonsuz bir sessizlik başlamış. Yalnız Adam kollarını kullanarak, uzandığı topraktan yavaşça başını kaldırmış. Acılar içinde, bir eliyle belini tutarken, dizlerinin üzerine doğrulmuş ve gözlerinden sicim gibi akan hüzünlü yaşlar arasından bahçesine, emeğinin yok oluşuna bakmış. Çiçeklerin koparılmış, çimlerin ezilerek toprağa gömülmüş olduğunu görmüş.

- Size bir zararı yoktu çimlerin. Yalnızca güzel kokuyordu çiçekler. Neden yaptınız bunu ?

diyebilmiş. Sonra elleriyle yüzüne kapatmış. Hareket etmeden bir süre öyle durmuş, yavaşça sağ tarafına doğru ulu bir çınar gibi yıkılmış.

Uzaktan tüm çirkinliği ile olayları izleyen yaşlı bir adam harap olan bahçede gördüğü manzaraya bakmış, gözleri sulanarak. Bahçenin köşesine sinmiş, tüyleri çamura bulanmış ve korkulu gözlerle etrafa bakan kediyi görünce ona doğru yürüyüp, kucağına almak istemiş. Yalnız Adam`ın anısına kediyi evine götürüp beslemekmiş amacı. Kedi, yaşlı adamın kendisine zarar vereceğini sanarak, bir hamlede bahçe duvarının üzerine sıçramış ve gözden kaybolmuş. Yaşlı adam, kedinin bulunduğu yerde, saldırıdan zarar görmemiş bir tutam çimi ve bir çiçek fidesini görünce sevinmiş ve dönüp evine gitmiş.

Bu olaydan sonra, ülkede aydınlıktan söz edilmez olmuş. Güvenli güçler, halkın da desteği ile tüm bahçeleri yok etmişler. Bahçe yapanlar dışlanmış, ya da sudan bir gerekçe ile tutuklanıp yargılanmışlar. Karanlık ve çamuru kendileriyle özdeşleştirmiş olanlar, eskisi gibi güven içinde, yaşamlarını sürdürmüşler...

Yalnız Adam`ın ölümüyle sonuçlanan olaydan sonra, bahçenin önünden geçenler, olayı hep anımsamışlar. Ama kimse bir daha ne eve ne de bahçeye girmiş. Çoğu zaman yollarını değiştirmişler. O bölgede görünmemeye özen göstermişler.

Her sabah cılız bir tutam güneş ışını, bahçenin köşesinde kalan çimi ve çiçek fidesini kısacık bir süre aydınlatmaya devam etmiş. Kimse görememiş bu olayı. Küçük aydınlık, yalnız adamın görevini üstlenmiş, yaşatmaya çalışmış çimi ve çiçeği. Bu olay, zaman içinde bahçenin bazı bölgelerinde yer yer türeyen yaban otlarının yeşermesine neden olmuş. Artık bahçeye özenle bakan olmadığı için, yeşeren yaban otları ve çiçekler eskisi kadar güzel değilmiş...

Kimse gelişmeyi gözlemleyemeden, gelişmeye karşı bir önlem alamadan, yaban otları tüm ülkeyi sarmış. Değişim o kadar yavaş olmuş ki, kimse bilememiş yaban otlarının çamuru yok ettiğini. Çamur, örtememiş aydınlığı. Otlar çoğaldıkça güneş daha sık görülür olmuş. Bazen güneş tüm gün görünmüş, ışıl ışıl sıcaklığını yaymış, insanların içini ısıtmış. Düzensiz büyüyen yaban otlarının ve çiçeklerin, özgürce aydınlığı kucaklaması, ilk günkü gibi saf ve temiz kalmış. Bu duygu hiç kaybolmamış...

Ülkede yaşayanlardan bazıları, anlayamamışlar karanlıkla aydınlığın farkını. Pekçok kişi hala karanlıkta olduklarını sanırken, aydınlığı ve özgürlüğü bilenler, özlemle beklemişler aydınlığın yaygınlaşmasını. Bazı güçler de kendilerine çıkar bile sağlamışlar aydınlığın olanaklarından. Onlar değişim gösteren karanlığı kullanmışlar araç olarak.

Zavallı insanlar, yaşları ilerledikçe kuşaktan kuşağa anlatmışlar o kötü günü. Aydınlığı nasıl yok ettiklerini. Söylencenin nasıl gerçek olduğunu...

Yalnız, yaban otları, çiçekler ve onların varlığına inananlar, aydınlığı ve güneşin sıcaklığını bilerek yaşamışlar sonsuza değin...

Gül Sultan Masalı


Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellâl iken, pire berber iken ben anamın beşiğini tıngır mıngır, şıngır mıngır sallar iken, bir padişah ve bu padişahın bir tek oğlu varmış. Şehzade silah kullanmakta, ata binmekte pek usta imiş… Bu konularda ülkenin hiçbir yiğidi kendisine yetişemez, şehzade birinciliği hiç kimseye kaptırmazmış. Her sabah yatağından kalkar kalkmaz güzelce kahvaltı eder, babasının, anasının ellerini öpüp hayır dualarını aldıktan sonra, atına atladığı gibi ormana avlanmaya gidermiş….

Günlerden bir gün, yine atına atlayıp düşmüş yollara. Orası senin burası benim derken epeyce yol alarak o zamana kadar görmediği kocaman bir ormana ulaşmış. Aksilik bu ya, ne kadar aradıysa, ne kadar dikkat ettiyse de hiçbir ava rastlayamamış… Saraya eli boş dönmeyi de yiğitlik şanına yakıştıramadığından inatla kendisine bir av aramaya devam etmiş. Derken, bir pınar başına geldiğinde su içen sürmeli gözlü, altın boynuzlu bir geyiğe rastlamış. Geyik o kadar güzel o kadar gösterişliymiş ki, şehzade onu öldürmektense canlı olarak yakalayıp padişah babasına armağan etmeyi uygun görmüş. Ancak kemendi ile geyiği yakalamak için ilerlediği sırada hayvan şehzadeyi fark edip ok gibi yerinden fırlayarak kaçmaya başlamış. Şehzade de hemen atına atlayıp düşmüş güzel geyiğin peşine. Geyik kaçmış, o kovalamış, geyik kaçmış o kovalamış. Ama, şehzade bir türlü geyiği yakalamaya muvaffak olamamış. Güzel hayvan bu kovalamacanın sonunda bir bahçeden içeri atlayarak gözden kaybolmuş. Şehzade de bahçeye doğru sürmüş atını. Bahçe kapısında yaşlı bir adama rastlamış. Adam şehzadeye:
- Buralarda ne arıyorsun? diye sormuş.
Şehzade geyiğin peşine takılarak bahçe kapısına geldiğini söyleyince:
- İlahi oğul, demiş, yaşlı adam, senin o geyik dediğin aslında kötü kalpli bir cadıdır. Seni tuzağa düşürmek için böyle davranmış.
Şehzade:
- Peki ama, diye sormuş, bu bahçe kimin bahçesidir?
Yaşlı adam:
- Oğlum, demiş, bu bahçe yüzü gülmez padişahın kızı Gül Sultan’ın bahçesidir. İçeride bir köşk vardır. Gül Sultan bu köşkte dadısıyla birlikte oturur. Ben onun bekçisiyim. Tam yedi yıldır buraları bekliyorum. Yedi yıldan beri senden başka hiçbir Ademoğlu buralar gelmedi.
Şehzade bu açıklama üzerine kimliğini bütün ayrıntılarıyla yaşlı adama anlatmış. Yaşlı adam:
- Haydi oğlum, demiş, var git işine seni buralarda görürlerse öldürürler.
Şehzade:
- Bekçi baba, demiş, ben kendimi savunmasını bilirim. Sen bu bakımdan hiç tasalanma. Sen bir müsaade et bana bahçeye girip Gül Sultan’ı göreyim. Onu öylesine merak ediyorum ki…
Yaşlı bekçi:
- Aman oğlum, sen ne diyorsun, demiş, içeriye girdiğin an hem kendini, hem de beni yok bil. Çünkü köşkün kapısına bir aslan bir de kaplan bağlanmıştır. Seni görünce zincirlerini kopararak üzerine saldırırlar. Gel bu sevdadan vazgeç.
Şehzadeye bu uyarmalar da fayda vermemiş. Nuh diyor, peygamber demiyor, ille de bahçeye girip Gül Sultan’ı göreceğim, diye diretiyormuş.
Yaşlı bekçi en sonunda:
- Mademki bu kadar ısrar ediyorsun. Haydi bakalım gir, diyerek bahçenin kapısını şehzadeye açmış.
Şehzade bahçeye girer girmez gözleri kamaşmış. Ağaçlar, çiçekler, meyveler, şırıl şırıl akan sular, küçük gölcüklerde yüzen nazlı kuğular, sanki bahçe değil cennetten bir köşe… Az ilerleyince şehzade köşkü de görmüş. Köşkün önünde bir havuz, havuzda dört tane fıskiye varmış. Ama, köşkün önünde bağlı duran aslanla kaplan onun kokusunu alır almaz kükremeye başlamışlar. Gül Sultan gürültü üzerine pencereye çıkınca şehzadeyi görmüş. Ve ona bir bakışta yürekten sevdalanmış. Dadısına:
- Haydi git, şu zavallıyı hayvanlar parçalamadan yanıma getir, demiş.
Dadı bahçeye giderek şehzadeyi yanına alıp Gül Sultan’ın karşısına çıkartmış. Şehzade Gül Sultan’ın güzelliği karşısında önce şaşırmış. Sonra da “şak” diye düşüp bayılmış… Dadı genç adamı güç bela ayıltmış. Gül Sultan kendisini hayran hayran seyreden şehzadeye:
- Kalk yiğidim, demiş, kimsin nesin, buralara kadar niçin geldin, anlat bana.
Şehzade başından geçenlerin hepsini anlatmış.
Gül Sultan:
- Ey yiğit, demiş, ben daha ilk gördüğüm anadan itibaren sana yürekten sevdalandım. Ama benim çok zalim bir babam vardır. Şimdi bizim birlikte olduğumuzu duyarsa ikimizi de öldürür. Onun için buradan hemen kaçalım. Belki böylelikle elinden kurtulmuş oluruz.
Kız, eşyalarını toplamış, yanına dadısın da almış. Şehzade ile birlikte çıkmışlar yola.
Gül Sultan’ın şehzadeyle birlikte bahçeden dışarı çıktığını gören aslan ile kaplan zincirlerini kopartarak peşlerine düşmüş. Şehzade arkasındaki bu iki azgın hayvanı görünce:
- Eyvah, demiş Gül Sultan’a, aslan ile kaplan peşimize düştü.
Gül Sultan:
- Merak etme yiğidim demiş, onlar benden hiç ayrılmazlar benim her yerde koruyuculuğumu, bekçiliğimi yaparlar.
Neyse efendim, uzatmayalım, çok geçmeden şehzadenin sarayına varmışlar. Herkes şehzadenin avdan bir prenses ve iki azgın hayvanla döndüğünü görünce şaşırmış. Şehzade babasına başından geçenleri bir bir anlatınca iş aydınlığa çıkmış.
Şehzade ile Gül Sultan kırk gün kırk gece süren büyük bir düğün ile dünya evine girmişler …

Zavallı Çoban Masalı

Zavallı Çoban Masalı

Bundan yıllarca önce, köyün birinde yetim bir çoban yaşarmış Anası, babası, kimi kimsesi yokmuş Sabahları gün ağarırken kalkar, ekmeğini, soğanını, peynirini, kavalını torbasına koyar, koyunlarını evinin yanındaki ağıldan çıkarır, eline sopasını alır, köpeği Karabaş’ la birlikte erkenden yola çıkarmış Çimenin, çayırın bol olduğu yerlerde koyunları otlatır, öğle üzeri dere kenarında oturup yemeğini yedikten sonra kendi yaptığı kavalı çalar, türkü çağırırmış Akşamüstü gün kararırken koyunları toplar, evine geri dönermiş Bu böyle haftalarca, aylarca sürmüş

Bir gün sabah erkenden koyunlar önde, kendisi arkada giderken yol kenarında sırma saplı, altın yaldızlı bir kaval bulmuş Kavalı yerden almış, öttürmüş, sesi pek hoşuna gitmiş
“ Bizim köyden kimsenin böyle kavalı yoktu Herhalde yabancı birisi düşürmüş olacak, diye düşünmüş Kavalı ben buldum, benim oldu “ demiş Eski kavalı atmış, yeni kavalı çalmaya başlamış Daha sonraki günlerde işleri ters gitmeye başlamış Koyunlarını hastalık kırıp geçirmiş Elli koyundan iki ay içinde beş koyun kalmış Zavallı çoban çok sıkıntılı günler geçirmeye başlamış Koyun sütü içemez, peynir yapıp yiyemez, soğan bile alamaz duruma gelmiş Ekmeğe su katık eder olmuş Bizim koyunlar da hastalanmasın diye komşuları gelip gitmez olmuşlar

Bir gün öğle vakti yemeğini yedikten sonra sırma saplı, altın yaldızlı kavalı çalarken uykuya dalmış Saatler sonra köpeği Karabaşın havlamasına uyanmış Bakmış kalan beş koyunu kurtlar götürüyor Sopasını kaptığı gibi kurtların peşine düşmüş, yetişememiş Yorgun argın, üzgün, perişan bir şekilde uyuyup kaldığı yere dönmüş Başlamış dövünmeye, söylenmeye:

“ Vah benim kara talihim, kötü kaderim, alınyazım Ne güzel bir sürü koyunum vardı Ne güzel geçinip gidiyordum Hastalık aldı götür hepsiniBari şu beş koyunu kurtlar kapmasaydı Kuru ekmeğe de razıydım…Vay benim yoksulluğum, vay benim alınyazım” diye dövünüp ağlarken aniden yan tarafında;

“ Zavallı Çoban neden kadere bu kadar isyan edersin? Kader hep kederle gelir, bilmez misin? Yoksulluk alınyazısı değildir “ diyen tatlı bir genç kızı duymuş Çok şaşırıp ayağa kalkmış, etrafına bakınmış, kimseler yokmuş “ Öyleyse bu ses nereden geldi? “ diye düşünmüş Yine aynı genç kız sesi: “ Zavallı Çoban, ben kavalın içindeyim ” demiş Bunun üzerine çoban: “ Kavalın içinde misin?Kaval konuşur mu?Hem oraya nasıl girdin? ” diye sormuş

Genç kız sesi:

“ Ben bu ülke padişahının kızı Prenses Nazlı’yım Saray büyücüsü herkese kötülük yapmaya başladığı için babam büyücüyü saraydan kovdu Saray dışında gezintiye çıktığım bir gün büyücü intikam almak için muhafızlarımı öldürüp beni kaçırdı Kara ormandaki kulübesinde bana sihirli şerbetler içirtip büyü yaptıktan sonra beni bu kavalın içine hapsetti Sonra da “Bu kavalı bulup çalanın işleri rast gitmesin, her şeyini kaybetsin ” diye beddualar etti Büyücünün büyüyü her gün dua ederek aynı seviyede tutması gerekiyorduHerhalde benim konuşabilmem büyücünün son günlerde dua etmeyi unutmasından meydana geldi Bu büyücünün büyük işler peşinde olduğunu, babamı tahtından indirip yerine geçtikten sonra komşu ülkelere saldırıp, savaş çıkarmayı planladığını gösteriyor Şimdi beni saraya götür”

Zavallı Çoban kaval elinde, yanında köpeği Karabaş’ la beraber günlerce yol yürüdükten sonra başkente varmış Tahta bir sandığın içine kavalı koymuş Saraya gitmiş Prenses Nazlı’ dan haber getirdiğini söyleyince padişahın huzuruna çıkarmışlar Zavallı Çoban tahta sandığı masanın üstüne koymuş Sandıktaki kaval konuşmaya başlamış:

“ Baba, ben Prenses Nazlı’ yım Saraydan kovduğun büyücü beni kaçırdı, büyü yaptı ve beni bu sandığın içindeki kavala hapsetti Kara ormandaki kulübesinde yaşıyor Büyük kötülükler planlıyor Ancak büyücünün ölmesi beni eski halime döndürebilir Bu sandığı odama çıkarın Zavallı çoban büyü yüzünden çok sıkıntı çekti, her şeyini kaybetti Kendisini yedirin, içirin, giydirin; iki kese de altın verin, rahat etmesini sağlayın”

Padişahın ilk şaşkınlığı geçtikten sonra komutanına gerekli emirleri vermiş Komutan askerlerle birlikte gidip büyücüyü kara ormanda yakalayıp öldürmüş Büyücünün ölmesi ile büyünün tılsımı bozulmuş Büyü yeni dualarla beslenemediği için Prenses Nazlı birkaç gün sonra altın yaldızlı kavalın içindeki hapis hayatından kurtulmuş Eski haline dönmüş, genç ve dünya güzeli bir kız olmuş Zavallı Çoban sarayda okuma-yazma öğrenmiş, bilgi ve becerisini geliştirmiş Devlet yönetimi hakkında kitaplar okumuş, dersler almış Sonraki yıllarda yaşlı padişah vefat edince Prenses Nazlı “ Kraliçe “ olmuş, Zavallı Çoban’ a “ Vezir “ lik rütbesi vermiş Vezirçoban, ülkenin ilerlemesine, yoksulluğun azalmasına, insanların hakça ve mutlu olarak yaşamalarına çalışmış

Demokrasi Bekçisi Masalı

Yıllar önce bir ülkenin başkanı, aynaya bakıp, kendinin değişmez olduğunu düşünmüş. Bulunduğu göreve seçimle gelmiş olmasına aldırmadan, koltuğu bırakmamak için çok direnmiş. Süresi dolduğu halde yerinden ayrılmak istememiş. Danışmanlarını çağırıp : `Anayasa değişse de süremi uzatsalar` demiş. Danışmanlar nasıl `Hayır` diyebilirler ki? Onların tüm geliri Başkan`ın iki dudağı arasındaymış. `Sizi istemiyorum` dese aç kalırmışlar. Bunun üzerine kolları sıvayıp söylenti yaymışlar. Söylenti yaymak, onların danışmanlık görevleri arasında olduğundan, bu konuda çok da başarılıymışlar. Bir süre sonra ülkede herkes: `Yerine kimi getirebiliriz ki? Bırakalım görevi sürdürsün.` demeye bile başlamış. Halbuki ülke halkı bu Başkan`ın tutarsız davranışlarından, bulunduğu göreve yakışmayan tavırlarından son derece rahatsızmış. Başkan`ın adını kullanmadan onu anlatan fıkra ve öyküler, dilden dile dolaşırmış. Ülke o zamanlar bir tarım ülkesi olduğundan, büyük baş hayvanlardan birinin adını Başkan`a takma ad bile yapmışlar. Evde, kahvede ya da sokakta birbirlerine yeni duydukları fırkayı anlatıp, dağarcıklarını zenginleştirmeyi sürdürürken, birden Başkan`ın görevinin uzatılmasını düşünmeleri akıl alacak bir davranış değilmiş. Aydınlar ve sağduyusu olanlar kendi aralarında: `Bu halk ne zaman tutarlı ve akıllı davranacak` diye söylenir olmuşlar. Herkes bir kurtarıcı aramış. Siyasetçilerin ortaya çıkıp: `Olmaz` demesini sabırla bekleyip durmuşlar. Nedense yer yarılmış, tüm siyasetçiler içine girmiş olmalılar ki, birden ortalıktan yok olmuşlar. Kimseden `Çıt` çıkmamış... Açık alınlı, köylü ağızlı biri ortaya çıkmış. Hem de çok yiğitçe `Olmaz` demiş. Yasaları korumak istemiş. `Nasıl yaparsınız?` diyerek diğer siyasetçileri uyarmış. Onun öncü olduğunu gören siyasetçiler saklandıkları çukurlardan, mağralardan ve kuytu köşelerden çıkıp, öncünün arkasından homurdanarak yürümüşler: `Olmaz ya! Nasıl değiştirirsiniz? Anayasa`yı koruyalım. Demokrasi elden gidiyor...` diyerek Başkan`ın tavrını eleştirmişler. Çok sevdiği koltuğunu bırakan Başkan, başı öne eğik, üzüntüyle görevden ayrılmak zorunda kalmış. Öncü, başarmış olmanın mutluluğunu yaşarken, halk onu uzun süre desteklemiş. Onun öncü davranışını hiç unutmamış. Yaşı ilerleyince ona `Baba` bile demişler... Gel zaman, git zaman `Baba`, halkın yüreğinde sevgiyle yaşamını sürdürmüş. Ülkenin önemli siyasetçisi olarak partisine ve halka hizmet vermiş. Bazen seçimleri kazanıp ülke yönetimini üstlenmiş, bazen başkalarının yönetimini denetlemiş. Halka olan güvenini yitirmeden uzun yıllar siyaset konuşmuş. Hem de ne kadar uzun... Onu ilk seçenlerin hepsi toprak olup gitmişler. Onların oğulları büyümüş, yaşlı birer insan olup, torunlarının ellerinden tutmuşlar. O hala ülke yönetiminde söz sahibiymiş. Torunlar da büyümüşler. Onu hep `Baba` olarak tanıdıklarından, ondan sevgilerini esirgememişler. İnsan aile büyüklerinden sevgisini esirger mi? Bir gün Başkanlık seçimi yapılacakmış. Tüm siyasetçiler bir araya gelip en uygun aday konusunda birleşmişler. Evet! `Baba` sonunda muradına ermiş ve `Başkan` olmuş... `Başkan` olunca, tüm taraflılığını unutarak, yaşamı boyu sürdürdüğü siyaseti bir kıyıya atıp, gerektiği gibi hizmet sunar görünmüş. Halk da onun Başkanlığını benimsemiş. Tepki göstermemiş... Aslında tarafsız olunca, kimseyi kayırıp görevini kötü amaçla kullanmayınca, tepki göstermemeleri doğalmış. Onun Başkan olmasına ses çıkartmamaları, babaları olduğu kabul etmiş olmalarındanmış. Yoksa... Yoksa ne yapabilirler ki? Yalnızca bol bol öykü ve söylence üretip, tahlihsiz kaderlerine küsebilirmişler... `Baba` tüm sevecenliğiyle halkı kucaklamaya çalışmış. Kendisini demokrasinin bekçisi olarak tanıtmış. Eskiler ve yaşlılarla düşünceli ve bükük boyunlu uzun kulaklı eşekler (pek çok masalda eşeklerin iyi birer düşünür oldukları yazıldığı için onları atlamak istemedim) her zaman unutkan halk gibi düşünmemişler. Baba`nın kendi çıkarı için neler yapabildiğini hiç akıllarından çıkarmamışlar... Ama Başkan`ın karşısına çıkıp, tek söz bile söylememişler. Nasıl söylesinler ki? Yasalar Başkan hakkında ileri geri yazı yazmaya, söz söylemeye `Asla` izin vermiyormuş. Sessizce gülümseyerek unutkan halkı izlemişler... Yıllar durmuyor ilerliyormuş. Masal da olsa, zaman geçip gidiyormuş. Bir gün Başkan kara kara düşünürken, odasına giren Baş Danışman onun dalgın halini görüp: `Hayır ola. Bir sorun mu var?` `Hayır sorun yok. Ama küçük bir şey var. Beni üzüyor.` `Sen Başkan`sın. Emret, hemen sorunu yok edelim.` `Yapar mısın?` `Elbette.` `O zaman... Şey... Benim görev sürem bitiyor. Acaba Anayasa`yı değiştirip görev süremi uzatabilir miyiz?`

Leyleğin Yavruları Masalı

Sıcak ülkelerin birinde evin çatısında anne ve yavru leylekler yaşarmış. Yavrular küçükmüş. Uçamazlarmış. Anne leylek yavrularını büyütmek için her gün yiyecek toplamaya gidermiş. Yavrular annelerinin yolunu beklermiş. Anne leylek en güzel yiyecekleri bulup getirirmiş. 

Bir süre sonra bazı çocuklar leylek yavrularının yuvasını Öğrenmişler. Yuvanın karşısına geçip bağırırlarmış. Leylek yavrularını korkuturlarmış. Çocuklardan biri arkadaşlarına: 

-Bu yaptığınız yanlış. Yavruları korkutmanız doğru değil, dermiş. Arkadaşları gibi yavru leyleklere bağırmazmış. 

Çocukların bağırmasından yavru leylekler çok korkarmış. An neleri yanlarına gelince: 

-Çocuklar bizi korkutuyor anne, demişler. 

-Onlara aldırmayın yavrularım. Size bağırıyor olabilirler. Fakat size bir . k yapmazlar. korkmayın, dermiş. 

Günler geçip gitmiş. Leylek yavruları büyümeye başlamış. Çocuklar yavruları zaman zaman rahatsız etmeyi sürdürmüşler. Yuvanın karşısına geçip bağırıyorlarmış. Yavru leylekler de onları annelerine şikayet ediyorlarmış. Anne leylek: 

-Onlara aldırmayın yavrularım. Siz büyüyüp uçmaya başlayacaksınız. İyice uçmaya başlayınca buralardan göçeceğiz. Buralarda havalar soğumaya başlayacak. 0 çocuklar bu soğuk ülkede üşümeye başlayacak. Bizler sıcak ülkelere gideceğiz. Orada bahar olacak. Her yer yemyeşil olacak. Güneşimiz hep parlak olacak. Burası ise soğuk olacak. Güneş iyi aydınlatamayacak, deyip yavrularına sabırlı olmalarını söylermiş. 

Zaman geçmiş, yavrular büyümüş. Kanatları uzamış. Bir gün anne leylek: 

-Artık uçma zamanı, demiş. Yavrularını yuvadan çıkarmış. Onlara uçuş denemeleri yaptırmış. Önce yavrular çok korkmuşlar. Uçamamışlar. Sonra bir süre havada kalacak kadar uçabilmişler. İçlerinden birisi; 

-Anne ben uçmak istemiyorum, demiş. 

-O zaman sen de bu soğuk ülkede kalırsın. Biz sıcak ve güneşli ülkelere gideriz, demiş anneleri. 

Çok korkmuş yavru. Korku ile kanat çırpmaya başlamış. Kısa süre sonra hepsi uçmaya başlamış. Çocuklar da her zaman yuvanın altına gelip kuşlara bağırıyorlarmış. Yavru leylekler uçmaya başladıkları için eskisi kadar çok korkmuyorlarmış. Annelerine; 

-Bu kötü kalpli çocuklara bir ceza verelim anne, demişler. 

-Onlara zamanı gelince ceza veririz, demiş anne leylek. 

Yavru leylekler annelerinin önderliğinde kısa zamanda iyi birer uçucu olmuşlar. Kanatlarını çırpıp uzaklara gidip gelebiliyorlarmış. 

Artık büyük göçe hazırlarmış. 

Yaz mevsiminin sonu yaklaşmış. Havalar serinlemeye başlamış. Bir gün anne leylek: 

-Büyük göçün zamanı geldi çocuklar. Hazırlanın, demiş. Hemen hazırlıklar yapılmış. Binlerce leyleğin alayına karışmış leylek aile si. Yavru leylekler iyi eğitildikleri için rahatça uyum sağlamışlar göçe. 

Leylekler dağları aşmışlar. Kentlerin, kasabaların üzerinden geçmişler. Yükseklerden dağları, ormanları, kentleri seyretmek leyleklerin çok hoşuna gitmiş. Sonunda piramitlerin bulunduğu yere gelmişler. 

Sulak, yeşili bol bir yermiş. Göç sona ermiş. Yavru leylekler de burasını sevmişler. Unuttukları bir konuyu annelerine anımsatmışlar. 

-Anne kötü çocuklara bir ders verecektik. Unuttun mu? 

-Unutmadım yavrularım. Onlara unutmayacakları bir ders vereceğiz. Benim bildiğim bir göl var. Leylekler bütün insanlara çocuklarını o gölden getirirler. Biz de şimdi göle gideriz. İyi çocuklara o gölden birer kardeş alıp götürürüz. Kötü niyetli çocuklara da götürmeyiz. Kardeşleri olmayınca o çocuklar üzülürler. Böylece onları cezalandırmış oluruz, demiş anne leylek.

Büyü Dükkanı Masalı

Büyü Dükkanı Masalı


Uzak diyarlardan birinde bir ülkede, yemyeşil tepelerin arasında, kışın bembeyaz bir kar örtüsü ile, baharda rengarenk kır çiçekleri ile kaplanan bir vadi vardı. Ortasından küçük bir ırmağın geçtiği bu vadi `büyülü vadi` olarak anılırdı. Ona bu adı veren ise, vadideki ilginç bir dükkân ile, bu dükkânda yaşananlardı. Ünü ülkenin dört bir yanına yayılmış olan dükkânın adı `büyü dükkânı` idi.
Büyü Dükkânı`nın sahibi, ak saçlı, ak sakallı bir ihtiyardı. Burası, aynı zamanda onun yasadığı yerdi. Bu nedenle dükkânın dışarıdan görüntüsü, tıpkı bir ev gibiydi. Üç tarafında da yeşil çerçeveli pencerelerin olduğu, tamamı ahşaptan yapılmış olan bu binaya, bir verandadan giriliyordu. İçeri girer girmez, ilginç eşyalarla donanmış oldukça geniş bir oda ile karsılaşıyordunuz. Büyük bir kütüphane, üzerlerinde çok sayıda eşyanın bulunduğu raflar, masa ve konsollar, dükkânın dört bir tarafını kaplıyordu.
Ancak bu kalabalık görüntü içinde çok etkileyici bir düzen göze çarpıyordu. Bütün eşyalar, belli bir estetik içinde duruyor ve bu estetik hiçbir zaman bozulmuyordu.
Büyü dükkânını çevreleyen pencereler, içerdeyken bile günün aydınlığına ve vadinin güzelliğine hakim olmanıza izin veriyordu. Dükkânın içinde, arka taraftaki bölmeye açılan bir kapı vardı. Bu bölmede mutfak, banyo ve yatak odası bulunuyordu. Dükkâna gelen müşteriler, arka tarafa açılan kapıyı daima kapalı görürlerdi.
Her insanin yaşamında çok istediği ancak sahip olamadığı birşeyler vardır ya da sahip olup kaybettiği şeyler. Bazen de sahip olduğu ancak kurtulmak istediği şeyler. İşte bütün bunlar, o ülkede yaşayan insanların bir kısmı için, büyü dükkânına gelme nedeniydi. Bu dükkânda, isteklerinizi sınırlamak zorunda değildiniz. Müşteriler, hayal edebildikleri her şeyi isteme ve alma hakkına sahiptiler. Tabii, bedelini ödedikleri takdirde. Her yerde olduğu gibi bu dükkânda da almak istediğiniz şeyin bir bedeli vardı.
Bu bedelin ne olacağı, dükkân sahibiyle yaptığınız pazarlık sonucunda ortaya çıkardı. Ancak, büyü dükkânında yapılan pazarlıklar, günlük yasamdakilerden biraz farklı olur ve pek çok müşteriyi şaşırtırdı.
Dükkân sahibi yaşlı adam, her sabah gün ağarırken kalkar, kendine büyük bir fincan kahve yapar ve bir insanın isteyebileceği her şeyin var olduğu dükkânıyla gurur duyarak kahvesini yudumlardı. Kahvenin ardından gelen zevkli bir kahvaltıdan sonra da pencerenin perdelerini sonuna kadar açarak, sallanan koltuğuna oturur ve içeri dolan gün ışığının yardımıyla okumaya başlardı.
Büyü dükkânında satıcı olmak bilgelik isterdi. O güne kadar dükkâna gelen hiçbir müşteriyi geri çevirmemişti dükkân sahibi. Herkes, çok istediği birşeye sahip olmak uğruna onca yolu göze alarak gelir ve mutlaka alabileceği en iyi şeyi almış olarak çıkardı. Ama genellikle aldığı şey, istediği şeyden çok farklı olurdu.
Yaşlı adam ara sıra, okuduğu kitaptan başını kaldırır, yolu gören pencereye bir göz atardı. Bazı sabahlar dışarı baktığında, yağan karın yolu iyice kapattığını görür, bu havada gelen giden olmaz diye düşünüp, hüzünlenirdi.
Büyü dükkânı, hemen her gün bir müşteri ağırlardı. Ancak, yılda birkaç kere de olsa kimsenin uğramadığı günler olurdu. 
Yaşlı adam, o günün de bunlardan biri olmasından korktu. Nedense işsizlik içini ürpertmişti. Tam o sırada uzakta bir karartı gördü. Kar beyazının kamaştırdığı gözlerini kırpıştırıp tekrar baktığında, bunun yaklaşmakta olan bir insan olduğunu anladı. İçini bir sevinç kapladı. Gidip sobasına bir odun attı ve tam pencerenin karşısındaki sallanan koltuğa oturup, müşterisini beklemeye koyuldu. Kış mevsiminin bu soğuk gününde epeyce üşümüş, yorgun düşmüş olmalıydı. Kapının önüne gelinceye kadar, gözlerini hiç ayırmadan izledi onu. İyice kulak kabarttı. Üç basamakla çıkılan, ahşap zeminli verandadaki ayak seslerini ve onlara eşlik eden gıcırtıyı duymaktan çok hoşlanırdı. Beklediği kişinin ayak sesleri, ikinci basamakta kesilirdi. Müşteri çalmadan, kapıyı açmamayı prensip edinmişti yaşlı adam. Çünkü, hemen herkes o kapının önünde durup, bir kez daha düşünürdü.
Kapıyı çalmaktan vazgeçip dönenler, az da olsa olmuştu. O gün de aynı şeyi yaptı. Sonunda kapı çalındı. Açtığında, karşısında soğuktan kızarmış elleriyle atkısını çıkarmaya çalışan bir erkek gördü. `İyi sabahlar, girebilir miyim?` diye sordu müşteri.
Dükkân sahibi, müşterisini içeri aldıktan sonra, ısınması için ona bir kahve ikram etti. Sessizce kahvesini içerken etrafı seyreden adam, karşısında oturan yaşlı satıcının ikna edilmesi pek güç olmayan biri olduğunu düşündü. Herhalde o da müşterisini anlar, onun haklı isteğini geri çevirmek istemezdi. Acaba büyü dükkânından çıkarken istediği gibi bir alışveriş yapmış olacak miydi?
Bir süre söze nasıl başlayacağını bilemedi. Belki de dükkân sahibinin birşeyler söylemesi gerekirdi. Ancak karşısında sabırlı bir ifade ile müşterisinin gözlerinin içine bakarak oturan satıcının, alışverişi başlatmaya niyetli olmadığını anladı. Bu sabırlı bekleyiş, onda hem cesaret hem de yumuşak bir etki oluşturdu. Anlaşılan, başlangıç sözleri kendisinden bekleniyordu.
Sonunda, fazla düşünmeden aklından ilk geçeni söyleyiverdi;
`Ününüzü duyunca çok uzaklardan kalkıp geldim buraya. İstediğim şeyi, bir tek sizin dükkânınızda bulabileceğimi söylediler. Karşılığında ne isterseniz vermeye hazırım.`
`İstediğiniz şeyin ne olduğunu öğrenebilir miyim?`
`Bakın, ben elli beş yaşındayım. Yani yolun yarısını geçeli çok oldu. Söylemeye dilim varmıyor ama yolun sonuna yaklaştım galiba. Bu gerçeğe tahammülüm yok. Ben bugüne kadar ki hayatımı geri istiyorum. Mümkün mü?`
`Elbette mümkün. Biliyorsunuz, dükkânımda her şey mevcut. Ancak tam olarak ne istediğinizi anlayabilmem için, bana geri istediğiniz hayatınızı biraz anlatabilir misiniz?`
Dükkân sahibinin sorduğu soru, müşteriyi iç dünyasına döndürmüştü. Gözünün önünden geçen sahnelerin kendi yaşamına ait olduğunu kabul etmek için kendini zorluyordu. Bütün görüntüler, bir kargaşa ve telaş içinde birbirlerine karışarak geçip gittiler ve geride yalnızca ıssız bir hüzün bıraktılar.
Hüznünün yüzüne yansımasına engel olamayan müşteri, yaşlı satıcının sorusu karşısında ancak şunları söyleyebildi;
`Geçmiş yaşamımda birçok hata yaptım. Bunlar için pişmanlık duyuyorum. Yanlış kararlar verdim, kayıplara uğradım. Zamanı hovardaca harcadım. Bir gün bir de baktım ki, hayat yanımdan geçip gidiyor. Paniğe kapıldım ve bir çare aramaya başladım. Dostlarımla konuşmayı denedim. Beni teselli edip derdimi unutturmaya çalışanlar da oldu, yardım etmeye çalışanlar da. Ama hiçbiri kâr etmedi. Kendimi çok mutsuz hissediyordum. Derken, bir gün birisi bana sizden ve büyü dükkânından söz etti. Bunu duyar duymaz sanki içimde bir ışık yandı. Büyük bir umutla hemen yollara düşüp size geldim. Kendimi çok çaresiz hissediyorum. Lütfen elli beş yılımı bana geri verin.`
`Yani, siz pişmanlık duyduğunuz hayatınızı yeniden yasamak mı istiyorsunuz?`
`Elbette hayır. Söylemek istediğim bu değil. Ben yalnızca kaybettiğim yıllarımı geri istiyorum. Eğer bir sansım daha olursa ayni hataları tekrarlamayacağım.`
`Herhalde bunu çok istiyorsunuz.`
`Evet, hem de her şeyimi verecek kadar.`
`Peki, benim size vereceğim elli beş yılın karşılığında siz bana ne verebilirsiniz?`
`Ne isterseniz?`
`Sanki bunun için her şeyden vazgeçmeye hazır gibisiniz.`
`Hiç kuskunuz olmasın. Su anda sahip olduğum her şeyden vazgeçebilirim. Yeter ki geride bıraktığım yıllarımı bana geri verin.`
Yaşlı adam, ellerini sakallarında dolaştırırken, kendini sallanan koltuğunun devinimlerine bırakmıştı. Bir süre düşündü. Müşterisinin, sabırsızlıkla, pazarlığın bitmesini beklediğinden emindi. Büyü dükkânına gelen kişiler, genellikle bir an önce istediklerini alıp gitmek için acele ederlerdi. Bu nedenle, yaşlı adam, pazarlığın başındaki düşünce yolculuklarında yalnız kalırdı. Şu anda da, sessizliğin yalnızca kendi işine yaradığını biliyordu.
Koltuğu ile birlikte öne doğru eğilerek müşterisinin gözlerinin içine baktı ve ağır ağır konuşmaya başladı;
`Beyefendi, her ne kadar siz elli beş yıl karşılığında bana her şeyinizi vermeye hazır olsanız da, ben sizden bir tek şey isteyeceğim.`
`Dileyin benden ne dilerseniz.`
`Belleğinizi...`
`Anlamadım?`
`Belleğinizi dedim. Elli beş yılın yaşantısını içinde barındıran belleğinizi istiyorum.`
`Ah evet anladım. İlginç bir bedel. Kabul ediyorum. Tamam alın belleğimi.`
`Emin misiniz?`
`Neden olmayayım? Elli beş yıl kazanacağım.`
`Belleğinizi, içindeki her şeyle birlikte bu dükkânda bırakıp gideceksiniz. Elli beş yılın tek bir anını hatırlamayacaksınız, buraya neden geldiğinizi bile.`
`Daha iyi ya. Her şeye yeniden başlayacağım. Zaten geçmişi hatırlamak istemiyorum ki.`
`O halde, korkarım elli beş yıl sonra buraya tekrar gelirsiniz. Tabii o zaman benim yerime bir başkası size yardımcı olur.`
`Hayır hayır. Emin olun ki, şu dakika belleğimi size bırakıp elli beş yılımı geri alacağım ve dükkânınızı bir daha dönmemek üzere terk edeceğim. Ve yine söz veriyorum, şu ana kadar yaptığım hataların hiçbirini tekrar etmeyeceğim.`
`İsterseniz başka sözler vermeyin. Çünkü, az sonra, belleğinizle birlikte bütün hepsini burada bırakıp gideceksiniz.`
Yaşlı adamın son sözleri, müşterinin duraklamasına neden olmuştu. Bu sözlerin anlamını kavrayabilmek için birkaç saniye düsünmek zorunda kaldı.
`Nasıl yani? Buradan çıktığımda hiçbir şey hatırlamayacak mıyım? Sizinle konuştuklarımızı bile, öyle mi?`
`..................................`
`Yani hiçbir şeyi mi? Buraya neden geldiğimi, sizin kim olduğunuzu ve hatta...`
`Ne yazık ki!`
Yaslı adam, şu anda pazarlığın sonuna geldiklerini hissediyordu. Karşısında oturan müşterinin yüzünde gördüğü aydınlanma, pazarlık sahnelerinin en hoşlandığı görüntüsüydü. Son sözleri müşterisinin söylemesini istediği için bir süre sessiz kaldı ve bekledi. Bu seferki sessizliğin, müşterisinin işine yaradığından emindi. Onun aydınlanan yüzünün ortasında parlayan gözbebekleri, yaşlı satıcı için, sessizliğin içinden çıkacak sesli bir coşkunun habercisi gibiydi.
Gerçekten de, konuşmaya başlayan müşterisi onu yanıltmadı;
`Sanırım ne demek istediğinizi simdi anlıyorum. Eğer elli beş yılın bedeli bu ise, pes ediyorum. Belleğimden vazgeçemem. Bu neye benziyor biliyor musunuz? Bir kadının, çok istediği bir tokayı, saçları karşılığında satın almasına. Çok ilginç bir insansınız. Bana, büyü dükkanından almak istediğimden çok farklı birşeyle çıkacağımı söylemişlerdi de inanmamıştım. Ben, bugüne kadar ki yaşamımı almak için gelmiştim, ancak bugünden sonraki yaşamımı alıp gidiyorum. Size teşekkür ederim.`
`Birşey değil. Güzel bir pazarlıktı. Hoşçakalın.`

Siyah İnci Masalı

Siyah İnci Masalı

Denizin kıyısındaki küçücük bir kumsalın çevresini saran tepeler, kumsalın iki yanından denize doğru yengeç kolları gibi uzanmıştı. Kumsal, kollarını açmış, denizi kucaklamak istiyordu… Denize uzanan kayalara dalgalar çarpıyor, köpürerek beyazlaşıp üstlerini örtüyordu. Dalgalar çekilince, kayaların koyu renkli ıslak çıplaklığı görünüyordu…

Küçücük kumsal, koyun içindeki denizle kucaklaşmış sessizce güneşlenirken, çevredeki tepelere doğru bakınca, kumsalın yeşil otlar arasında kaybolduğu, ileride yeşil örtünün, yer yer ağaçlarla gölgelendiği görülüyordu. Burası insan eli değmemiş, doğanın en güzel köşelerinden birisiydi…

İşte masalımız bu güzel doğa parçasında, dalgaların dövdüğü kayaların hemen dibinde geçer…

Denizdeki dalgalar, öfkelerini dindirmek için kayalara çarparken, buralara küçük yaşam tohumlarını taşımışlar. Bazıları çekilen dalgaların gücüyle yeniden denize dönmüş. Bazıları kaygan yüzlü kayalara tutunmayı başarıp, minik yaşamlarını başlatmışlar. Bu minik yaşam, bir süre sonra yeşilli kahverengili yosunlara dönüşmüş. Bundan sonra kayalara çarpan dalgalar, yosunları da okşamışlar. Yosun tutan kayaların dibinde başlayan yaşam, yiyecek bulmak için buraya gelen diğer canlılarla süslenmiş. Kayaların arasında gürültüyle kırılan ve köpüren dalgaların dibinde, yaşamın sessiz canlılığı sürüyormuş…
Dalgalarla sürüklenerek kayalara değin gelen küçük bir midye, tam kayalara çarpmak üzereyken yosunlara tutunup, parçalanmaktan kurtulmuş. Yosunların arasından yuvarlanarak denizin dibine değin inmiş. Burada yaşamını sürdürebileceği kuytu bir köşeye yerleşmiş. Sırtını dayadığı kayalardan destek alıp, yosunların arasındaki besinleri yiyerek yaşamını sürdürmeye başlamış. Güvenlik içinde büyüyüp gelişen midye, çevresine yayılan yavrularıyla mutlu bir yaşamın sürüyormuş. Bazen balıklar, yosunların arasından süzülüp, midyelerin yanına gelirmişler.

Midyeler, suyun içinde süzülen, kıpır kıpır dolanan balıklara ağızları açık baka kalırmış. Çünkü midyelerin kayalara yapışmış, yosunlara sarılmış yaşamı, balıkların özgür yaşamına hiç banzemezmiş. Midye, kendi çevresine bağımlı yaşamını düşünüp, balıklara benzemediğine çok üzülürmüş. Böyle durumlarda hüzünlü göz yaşları kabuğunun içine yayılırmış. Deniz suyuna karışan gözyaşları kabuğun içinde ince bir sedef katmanı oluştururmuş.

Midye ağzını açınca, beyaz sedef katman suyun içinde parıldayarak, balıkların dikkatini çekermiş. Balıklar ışıl ışıl parıldayan sedefe doğru yüzermiş. Midye, gözyaşlarından oluşan sedefin, balıkların ilgisini çektiğini bilemez, onların kendi iç güzelliğine tutkun olduklarını anlayamazmış. Onun istediği; balıklar gibi gezip çevresini ve evreni öğrenmekmiş… Kayalara yapışık yaşam, onun hoşuna gitmiyormuş. Bazı geceler, karanlık sularda, kimselere belli etmeden sessizce ağlarmış…

Günlerden bir gün, hırçın dalgalar, kumsaldan kaldırdıkları küçücük çakıl taşlarını kayalara savurmuşlar. Kayalara çarpınca çıtırdayarak akan, yuvarlanan küçük çakıl taşları, denizin dibine düşmeye başlamışlar. Midye o güne değin dalgaların bunca hırçın olabileceklerini bilmiyormuş. Bazı yosunlar bile kayalardan kopup, dalgalarla uzaklara sürüklenmişler. Bir ara ağzı açık fırtınaya izleyen midye, dalgalarla yuvarlanan küçücük bir çakıl taşının ağzından içeriye girmesine engel olamamış. Midye ağzını kapatmaya çalışmış ama çok geç kalmış. Taş çoktan göğsünün üzerindeymiş. Midye, ağzını kapayınca oraya yapışmış. Midye neye uğradığını anlayamamış. Acıyla kıvranmış. O taştan kurtulmak istemiş, ağzını açmış, kaslarını germiş, ama tüm çabaları boşunaymış. Taşın artan ağırlığını hissettikçe, ondan kurulamadığını anlıyormuş.

Tutsaklar gibi sürdürdüğü yaşama bir de göğsünün tam ortasına yerleşen kara bir taşın ağırlığı eklenince, midyenin gözü kararmış, yaşam çekilmez olmuş. Olanak buldukça ağzını açıp göğsüne yapışan kara taştan kurtulmak istemiş. Dalgalardan, çevresinde dolanan balıklardan, yosunların arasında gezinen diğer kabuklu deniz hayvanlarından yardım beklemiş. Umutları hep boşa çıkmış. Beklediği yardım hiç gelmemiş…

Karamsarlık midyenin tüm benliğini kaplamış. Karanlıkta akıttığı göz yaşları, deniz suyuyla sertleşirken salt kabuğuna bulaşmıyor, taşın çevresini de sarıyormuş. Küçük çakıl taşı çevresini saran kara sıvının katılaşmasıyla büyümeye başlamış. Midye iyice huzursuz olmuş. Taştan kurtulamamaktan daha kötüsü: Taşın büyümesiymiş. Midye: “Taş beyaz olsaydı neyse. Bedenimle sarar başkalarından saklardım. Ama, bu utanç karasını bembeyaz kabuğun içinde gizlemem olanaksız” diye dertleniyormuş.

Taş büyüdükçe “Herkes görecek” korkusuyla ağzını açmamaya çalışıyormuş. Çünkü, göğsünde büyüyen kapkara bir taşla yaşamak onu çok utandırıyormuş. Çevresinde yüzen balıkları görünce ağzını sımsıkı kapıyormuş. Çevresine bakınıp, yüzen canlı olmadığını anlayınca, ancak o zaman ağzını korkuyla aralıyormuş. Eskisi gibi kayalara tutunup ağzını denizin akıntısına açmak, kabuğun içindeki sedefin yansıyan parıltısını kullanarak balıkların dikkatini çekmeye çalışmak onun için artık bir düşmüş. Midye tüm neşesini yitirip kedere gömülmüş…

Bir gün, ağzını hafifçe aralamış denizin akıntısını solurken, yanına yaklaşıp aralıktan içeriye bakmaya çalışan balığı görünce, çok utanıp hemen ağzını kapatmış. Balık midyenin çevresinde kıvrılarak dolanıp yine karşısına dikilmiş. Yüzgeçlerini açıp kapayarak:

- Niye kapattın ağzını?

- Sen niye öyle dikkatle bana bakıyordun?

- Çok değişik bir şey görür gibi oldum.

- Bende öyle bir şey yok.

- Yanılmıyorsam var.

- Sence ne olabilir?

- Sanırım çok değerli bir şey.

- Ben bir midyeyim. Midyede değerli hiç bir şey olmaz.

- Hayır olur. Sen farkında değilsin.

- Neyin farkında değilim?

- İncinin. Bence sende inci var.

- İnci nedir?

- Midyelerde olur. Çok değerli bir taştır. İyi göremedim. Ağzını tam açmamıştın. İçerisi de karanlıktı. Sanırım senin incinin rengi de siyah.

- Kapkara bir taş işte.

- Çok değerlidir. Biraz ağzını açsan da görsem. Büyük mü acaba?

Midye biraz utanarak, biraz da çekinerek yavaşça ağzını aralamış. Balık uzanmış, aralıktan içeriye bakmış. Balık, çok iyi görememiş. Kabuğun içindeki sedefin yansıttığı aydınlıktan midyenin göğsünde kocaman bir karaltı olduğunu anlamış.

- Ağzını biraz daha açsana. İyi göremiyorum.

Midye, çekinerek ağzını biraz daha aralamış. O zaman balık çığlık atarak:

- İnanılmayacak kadar büyük!

demiş ve çevresinde dönüp durmuş. Balık, heyecanı yatışınca, midyenin önünde durmuş. Söze ilk midye başlamış:

- Demiştim. Kapkara bir taş işte.

- Bunca deniz gezdim. Bunca inci gördüm. Ama, bu kadar büyük ve parlak olan siyah inci görmedim.

- Doğru mu söylüyorsun?

- İnan bana doğru söylüyorum. Bu çok güzel bir inci. Hem de çok değerli…

Sevinçten midyenin kabuğundaki sedef daha çok parlamış. Midye, kendisine huzursuzluk veren, utanç duyduğu kara taşın gerçekte çok değerli bir inci olduğunu öğrenince şaşırmış. Midye nereden bilsin? Böyle bir taş çevresindeki diğer midyelerde de yokmuş. Daha önce inci görmediği için değerini bilemezmiş. Utanarak balığa teşekkür etmiş. Balık, siyah inciye bir süre daha bakmış. Sonra:

- Gözlerimi alamıyorum. Çok güzel. Senin güzelliğini yansıtıyor olmalı. Şimdi gitmem gerek. Sonra yine gelirim.

demiş ve midyenin yanından yüzerek uzaklaşmış. Balık gözden kaybolunca, midye hemen ağzını kapatmış. Çevresindekilere göğsünde beslediği siyah inciyi göstermek niyetinde değilmiş. “Anlamazlar ne olduğunu” diye düşünmüş. Birden bire içini korku kaplamış.

“İşte bu çok kötü. Kara taşın değerini bilmezken, yalnız huzursuz oluyor, onu gizlemeye çalışıyordum. Ama, yine de yaşam güzeldi. Şimdi bir korku girdi içime. Siyah inciyi elimden almalarından korkuyorum. Sonra balık gelip siyah inciyi görmek isterse, ona gösterememekten korkuyorum” demiş kendi kendine.

Balık yokken, midye göğsündeki kara taşı özenle korumuş. Onu herşeyden, herkesten sakınmış.

Balık gelip de siyah inciyi görmek istediğinde, midye kabuğunu açıp, tüm güzelliğiyle parıldayan siyah inciyi ona göstermiş. İncinin kocaman olması kendisini pek mutlu etmiyormuş ama, balığın dolu dolu gözlerle inciye bakmasından hoşlanıyormuş. Balık bir keresinde:

- Bu güzelliği sonsuza değin izleyebilirim. dediğinde, midye mutluluktan göz taşlarını tutamamış. Midye sonsuza değin siyah inciyi nasıl koruyacağını bilmediğinden, balığın ona sonsuza değin bakamayacağını düşünmüş. Midye, sonsuza değin yaşamayacağı için, bir gün yaşamının biteceğini ve incinin de kendisiyle yok olacağını anlayıp: “Bu inciyi sonsuza değin koruyabilmeliyim” demiş.

Sıradan günlerden birinde, herşey sıradan sürüp giderken, birden olağan üstü bir olay olmuş. Bir dalgıç kayaların arasında yüzüyormuş. Midye onu görünce “Dalgıç inciden anlar. Beni yakalayınca inciyi korur. Benim yaşamım biter ama inci ölümsüzleşebilir.” diyerek hemen ağzını açmış. Kabuğun içindeki parlak sedef dalgıcın gözünü almış. Dalgıç, midyeye doğru bakınca, göğsündeki inciyi görmüş.

Bunu sezen midye, kabuğunu sıkıca kapatmış. Dalgıç hemen çelik bıçağını çıkarıp, midyeyi kayalardan koparmış. Onu belinde asılı duran torbanın dibine bıraktıktan sonra, “Belki başka midyelerde de inci vardır” diyerek, çevredeki tüm midyeleri bıçağıyla söküp torbasına doldurmuş.

Bu arada siyah inciye bakmak için kayalara gelen balık, dalgıçı görüp, midyeyi yerinde bulamayınca fazla oyalanmamış. Oradan uzaklaşırken:

- Çok güzel bir inciydi. Sanırım bu kadar güzelini bir daha göremem. demiş.

Hemen kıyıya çıkan dalgıç, torbasındaki midyeleri kuma boşaltmış. Bıçağıyla tüm midyeleri açmaya başlamış. Aradığı inciyi bulamayınca, midye kabuklarını kumun üzerine savurmaya başlamış. Kuşlar ağaçlardan uçup gelmişler. Dalgıcın attığı midye kabuklarının içini yiyerek karınlarını doyurmuşlar. Dalgıcın çevresi cıvıldaşan kuşlarla dolmuş. O hiç birine aldırmadan midye kabuklarını ikiye bölüyor, içinden inci çıkmadığını görünce kabukları kuma fırlatıyormuş. Kabuk kuma düşünce, çevresindeki kuşlar hemen kabuğun üzerine üşüşüyor, içindeki yemeğe başlıyormuş… Kumsal, birden sedef kaplı midye kabuklarıyla dolmuş.

Sonunda midyenin birini ikiye bölünce, ortasındaki siyah inciyi görüp duralamış. Dalgıç, elleri titrerken siyah inciyi midyeden ayırmış. Parmaklarının ucunda güneşe uzatıp bakmış. “Hiç bu kadar güzelini görmemiştim” diyebilmiş. Telaşlanmadan parmakları ucunda tuttuğu inciyi küçük bir keseye koyup, eşyalarını toplamış. Yolda hep siyah inciyi düşünüyor: “Bu çok özel inciye bir ad vermeli” diye söyleniyormuş.

Evden içeriye girdiğinde karısı ev işleriyle uğraşıyor, iki yaşındaki kızı da yerde, bebeğiyle oynuyormuş. Karısının elinden tutup masa başına götürmüş. Dalgıç, gözlerinin içi gülerken, kesenin ağzını açıp, içindeki inciyi karısının avucuna yuvarlamış. Karısı hayretle avucunun içindeki siyah incinin büyülü güzelliğine bakıyormuş. Dalgıç:

- Ben bu değerli inciye bir ad vermek istiyorum. Ona “Siyah Ofre” diyelim mi?.

dediğinde karısı, inciden gözlerini ayırmadan:

- Güzel bir ad. diye mırıldanmış.

Karı koca çok düşünmüşler. Satıldığında yaşamlarını değiştirecek kadar çok paraları olabilecekken, Siyah Ofre’den ayrılmak istememişler. Onu küçük kızları için yaptırdıkları bir kolyenin tam ortasına yerleştirmişler. Küçük kız büyüyünce babası, kolyeyi ona verirken:

- Siyah Orfe’yi denizden çıkarttığımda satmayıp senin için saklamıştım. Sen de zorda kalmayınca satma, çocuklarına kalsın. demiş.

Midyenin bilmeden ürettiği bu değerli taş, uzun yıllar genç kızın boynunu süslemiş. Ondan çocuklarına, çocuklarından torunlarına geçerek ölümsüzleşmiş…

Küçük Oğlan Ve Zümrüdü Anka Kuşu Masalı

Küçük Oğlan Ve Zümrüdü Anka Kuşu Masalı

Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal iken, sinek berber iken, katır çalgıcı, eşek köçek iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken üç tane erkek çocuğu olan bir padişah varmış. Bu padişahın bir de dillere destan bahçesi varmış ama bu bahçeye gel zaman git zaman bir Dev dadanmış. Dev hem bahçeye durmadan zarar veriyormuş hem de padişaha meydan okuyormuş. Birgün padişahın oğullarından büyüğü ileri atılmış ve Dev’i öldüreceğini söylemiş. Silahlarını kuşanıp Dev’in karşısına çıkmış ama Dev’i görünce korkusundan eli ayağına dolaşmış. Dev de aleviyle onu yakıp bayıltmış. Sonra ortanca oğlan da aynı şekilde Dev’in karşısına çıkmış ve o da mağlup olmuş. Sıra küçük oğlana gelince çok iyi ok kullanan küçük oğlan Dev’i bir okla yaralamış. Dev kaçmaya başlayınca da peşinden kovalamış. Dev, bir kuyudan içeri dalmış ve gözden kaybolmuş. Bunu gören ağabeyleri kendilerinden utanıp Dev ile küçük kardeşlerinin peşinden kuyuya dalmışlar. Kuyunun dibi çok derin ve ipleri de ince ve kısa olduğu için son çare olarak küçük kardeşlerini kuyunun dibine sarkıtmışlar. İp dibe ulaşmasına yetmemiş ama yiğit oğlan, kendini kuyunun dibine bırakıvermiş. Bir de görmüş ki kuyunun dibinde üç tane dünya güzeli kız gergef işler. Kızlara yaralı Dev’i sormuş. Kızlar, “o bizim bekçimizdir” demişler. Tam o sırada Dev tekrar oğlanın karşısına öfkeyle çıkmış ama bu sefer oğlanın oklarından kurtulamış. Oğlan devi öldürmüş ve yukarıda haber bekleyen abilerine aşağıya uzunca ve sağlam bir ip sarkıtmaları için seslenmiş. Kızların en büyüğünü ipe bağlamış ve büyük abisine “bu senin” diye göndermiş. Sonra ortanca abisine seslenmiş ve kızların ortancasını göndermiş “abiciğim bu da senin”. Bir de bakmış ki kızların en güzeli küçüğüdür. Kızların küçüğünü de ipe bağlamış “ve bu da benim hakkım” diyerek yukarı göndermiş. Abileri küçük kızın güzelliğini görünce şaşkına dönmüşler. “en güzelini kendisine saklamış” diyerek kıskançlığa başlamışlar. Ve ipin ucunu bırakarak küçük kardeşlerini kuyunun dibinde yapayalnız bırakmışlar. Devle dövüştüğü için zaten çok yorgun olan oğlan, ipin de düştüğünü görünce bir ihanete uğradığını anlamış ve kuyunun dibindeki bir geçitten geçerek, bir yeraltı ülkesine gelmiş. Yorgunluktan bitap düştüğü için uyuyacak bir ağaç dibi ararken üzerindeki kuş yuvasındaki yumurtalara doğru hain bir yılanın yaklaşmakta olduğu bir ağaç bulmuş. Bir ok atışıyla yılanı öldürmüş ve ağacın dibinde uykuya dalmış. Uyandığında ne görsün… Pırıl pırıl tüylü dev bir kuş, kanatlarını açmış oğlana gölge yapıyor. Oğlan, kuşun kurtardığı yumurtalar için minnettar olduğunu anlamış. Kuş konuşmaya başlamış: “Bana Zümrüd- ü Anka kuşu derler. Kuşların efendisiyim. Bu hain yılandan yavrularımı kurtardığın için sana minnettarım”. Ve ardından ilave etmiş “al bu iki tüyümü, ne zaman başın sıkışırsa bunları birbirine sürt ben koşar gelirim ve derdine çare olurum” demiş. Oğlan Zümrüd-ü Anka kuşunun yanında ona ait iki tüyü alarak uzaklaşmış. Tek bir amacı varmış. Yeraltı dünyasından kurtulmak ve tekrar yeryüzüne çıkabilmek… Birden aklına gelmiş. “Madem Zümrüd-ü Anka kuşundan iki tüy aldım ve o benim isteklerimi yerine getirecek… O halde neden ondan beni yeryüzüne çıkarmasını istemiyorum?” Tüyleri birbirine sürtmüş ve kuş da hemen orada belirivermiş… “Beni yeryüzüne çıkar”. “Tamam” demiş kuş. Ve oğlanı sırtına almış. Oğlan kuşun sırtına atlamış ve hemen yola çıkmışlar ve çok uzun süreler yolculuk yapmışlar. Yeryüzüne vardıklarında oğlanın ülkesine varabilmesi için de bir hayli yürümesi gerekmiş. Ama nihayetinde babasının ve kardeşlerinin yaşadığı şehre varmış. Şehre vardığında babasından ve abilerinden haber almak isteyen oğlan, abilerinin kırk gün sonra kuyudan çıkan iki kızla nikahı olacağını öğrenmiş. Babasını çok özlemiş olsa da saraya hemen gidip kimliğini açıklamak istememiş. Kardeşlerinin babasına neler anlattığını merak etmiş. Kendine bir kuyumcu dükkanında iş bulmuş, çalışmaya başlamış. Ama kim olduğu belli olmasın diye de başına bir işkembe geçirmiş ve bir keloğlan oluvermiş. Sarayda ise bir düğün telaşı her yeri sarmış. Sarayın en güzel mücevherleri gelinler için hazırlanmış ama elmas bir dal parçasından sadece bir tane varmış. Bunun üzerine gelinler arasında anlaşmazlık çıkmasın diye ülkenin en yetenekli kuyumcusu çağırılmış ve hayatı pahasına da olsa ikinci bir elmas dal yapması istenmiş. Kuyumcu yapamam dediyse de dinletememiş. Ve biliyor musun canım oğlum benim? O kuyumcunun çırağı da bizim küçük veliahtmış.
-Veliaht ne anne?
Padişahın küçük oğluymuş yani. Herneyse… Kuyumcu kara kara ne yapacağını düşünürken çırağı ona demiş ki “İstediğin elmas dalı ben yaparım! ama ben şu odaya kapanacağım ve kırk gün boyunca kimse beni görmeyecek” demiş. Kuyumcu çaresiz oğlanın isteğini kabul etmiş. Oğlan odasına kapanmış ama anahtar deliğinden gizli gizli oğlanı gözetleyen kuyumcu 39 gün boyunca oğlanın hiç birşey yaptığını görmemiş. Oğlan yan gelip yatmış. Nihayet kırkıncı gün oğlan, sahip olduğu iki tüyü tekrar birbirine sürtmüş ve Zümrüd-ü Anka kuşu hemencecik odasında belirivermiş… Belirmiş ve oğlanın istediği elmas dalı yapması bir olmuş. Padişahın askerleri elmas dalı almaya geldiklerinde oğlan “illa ki ben kendi elimle padişaha teslim edeceğim” dediğinde dalı kırmasından korktukları için mecburen kabul etmişler. Padişaha elmas dalı uzatırken “sizde de bana ait bir şey var” demiş. Herkes keloğlanın bu cüretine şaşmış. Padişah merak ve öfkeyle “neymiş o?” diye sormuş. Oğlan “kuyudan çıkan en küçük kız benimdir” demiş. Padişah daha da öfkelenmiş “Bu ne cüret!” diye haykıracakken oğlan “eğer kızın sırtında tam benim elime uygun bir leke bulursanız kız benimdir eğer leke yoksa benim değildir” demiş. Hemen kızın sırtını açmışlar bakmışlar bir de ne görsünler… Kızın sırtında tam keloğlanın eli büyüklüğünde bir leke. Meğer bizim küçük oğlan devi öldürdükten sonra kuyunun dibindeyken kanlı elleriyle kızın sırtından tutarak ipe bağlamış… Elinin kanlı izi kurumuş ve hep kızın sırtında kalmış… Padişah bu izi görünce anlamış ki o oğlan kendi öz oğludur… Keloğlan da padişahın, durumu anlayıp ağlamaya başladığını görünce kafasındaki işkembeyi çıkarmış ve babasına sarılmış. Baba oğul uzun süre hasret gidermişler. Padişah oğlanın ağabeylerine kızacak olmuş ama küçük oğlan babasına engel olmuş. Abileri de hatalarını anlayıp pişman olmuşlar.

Yeşil Kuş Masalı

Yeşil Kuş Masalı

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir padişahın güzel bir kızı varmış. Günlerden bir gün, zengin bir adamın oğlu padişahtan kızını istemiş. Her iki taraf iyice görüşüp ko­nuştuktan sonra, padişah, zengin adamın oğlunu damatlığa kabul etmiş.
Bir zaman sonra kırk gün, kırk gece düğün yapılmış, iki genç evlenmiş. Evlendikleri gece, delikanlı kızın kendisini se­vip sevmediğini anlamak için bir deneme yapmış: Bir altın ta­bağın içinde beyaz üzüm, bir gümüş tabağın içine de kara üzüm koyarak, karısına demiş ki:
- Ey padişah kızı, söyle bakalım, bu üzümlerin hangisi tabağına uygun düştü?
Hiç beklemediği bir soru ile karşılaşan padişah kızı, ta­baklara şöyle bir baktıktan sonra:
- Gümüş tabak içinde kara üzüm daha güzel görünüyor, cevabını vermiş.
Delikanlı bu cevabı beklemediği için birden köpürmüş:
- Demek sen beni değil, kapımdaki Arap uşağı sevdin ha!
Kocasının bu sözü karşısında şaşkına dönen kız, kendisi­ni haklı olarak savunmaya hazırlanırken, daha fena bir şeyle karşılaşmış. Kocası eline geçirdiği bir sopa İle üzerine doğru geliyormuş. Kendini korumak için odanın bir köşesine kaç­mışsa da delikanlı hemen arkasından yetişerek onu yakala­mış, dövmeye başlamış. Tam kırk sopa vurarak zavallı kızı adeta hasta etmiş.
Bir gün böyle, iki gün böyle… Kırk gündür kız, kocasın­dan sopa yiyormuş.
Biz bırakalım onları bu hâllerinde…
O civarda fakir bir kocakarının bir oğlu varmış. Oğlan bir gün kazandığı para ile bir top bez alıp anasına getirerek:
- Ana, demiş, bu bezden bana birkaç tane gömlek yap. Ama gömlekleri hiç tasası olmayan bir insana kestir ki ben de hiç tasa çekmeden onları sırtıma giyebileyim…
Kadıncağız düşünmeye başlamış. Acaba komşular ara­sında tasasız kim var ki? Çok geçmeden, buldum diye sevi­nerek oğluna koşmuş:
- Daha geçenlerde evlenen padişah kızı var, demiş. On­dan tasasız kim olabilir ki? Ben hemen ona gidiyorum oğul!
Oğlan:
- İyi buldun ana, demiş, hem padişah kızı hem de zen­gin bir eve gelin gitti. Elbette ondan tasasız kimse bulamayız.
Kadın hazırlanmış. Koltuğuna bir top bezi alarak yola çıkmış. Sevinerek girmeye başlamış. Çok geçmeden zengin adamın köşküne varmış.
Kapıyı hizmetçiler açmış. O sırada adam evde olmadığı için kadını gelinin yanına çıkarmışlar.
Yediği dayaklardan her tarafı çürük içinde kalan, kemik­lerinin sızısından yerinde güç oturabilen kız, hâlini belli etme­meye çalışarak:
- Buyurun teyzeciğim, demiş. Bir dileğiniz mi var?
Kocakarı, padişah kızının kendisini güler yüzle karşıladı­ğını görünce içi ferahlamış, konuşmaya başlamış:
- Ah evladım, sakın seni böyle sabah sabah rahatsız etti­ğim için gücenme. Benim bir oğlum var. Kazandığı para ile şu bir top bezi alıp gelmiş, gömlek istiyor. Ama tasasız bir kimseye kestir de ben de tasasız giyeyim diyor. Düşündüm, taşındım sizden daha tasasız kim olabilir? Bezi alıp geldim… Güzel ellerinizle oğluma birkaç gömlek keserseniz memnun olurum.
Kocakarının sözlerini dikkatle dinleyen kız, kendi kendi­ne şöyle bir düşündükten sonra:
- Teyzeciğim, demiş, dünyada tasasız insan yoktur ki ben de tasasız olayım? Sana ben tasamı anlatmaya başlasam, inanmazsın! Onun için bu gece benim misafirim ol, seni odamdaki dolapta saklayayım. Benim ne büyük tasam oldu­ğunu o zaman anlarsın!
Kocakarı, padişah kızının da tasası olduğunu öğrenince, ne diyeceğini bilememiş. O gece orada kalıp kızın tasasını öğrenmeye karar vermiş.
Kız, misafirine yemek yedirdikten sonra, onu kimseye göstermeden odasındaki dolapların en büyüğüne saklamış.
Akşam olunca, zengin adamın oğlu gelmiş:
- Sen beni sevmedin de kapımdaki Arap uşağı sevdin ha, diyerek elindeki sopa ile kızı dövmeye başlamış. Kırk so­pa vurduktan sonra çıkıp gitmiş.
Zavallı kızın bağırmasına, inlemesine dayanamayan ko­cakarı, dolaptan çıkarak kızın vücuduna ilaç sürmüş. Sabaha kadar onun acısını paylaşmış. Gün ışırken, bezini koltuğuna aldığı gibi kestirmeden evine dönmüş.
Annesini merak eden oğlan:
- Nerede kaldın ana, demiş. Kocakarı gördüklerini bir bir oğluna anlatmış. Oğlan da padişah kızının tasasına üzülmüş. Anasına demiş ki:
- Ana, ben eski gömlekle gezsem de olur ama padişah kızını tasadan kurtarmak lazım! Şimdi sen ona git, kocası bu akşam gene onu dövmeye gelince “Ne seni seviyorum ne de Arap uşağı, yeşil kuşların dedesini seviyorum.” desin. Adam evden çıkarak yeşil kuşların dedesini aramaya gider. Kız on­dan sonra kurtulacak, üzülmesin…
Kocakarı, oğlundan bu aklı alınca hiç beklemeden yola çıkıp padişah kızının yanına gitmiş, oğlundan öğrendiklerini ona tekrar etmiş. Sonra evine dönmüş.
Akşam olunca, adam yine gelmiş. Karısını dövmeye ha­zırlanırken, o:
- Ne seni seviyorum ne de Arap uşağı demiş. Ben yeşil kuşların dedesini seviyorum…
Kız böyle deyince adam duraklamış. Yeşil kuşların dede­si acaba nerede? Gidip onu bulayım diye düşünerek yola çık­mış.
Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Altı ay bir güz gitmiş, bir çayıra varmış. Orada kocaman bir konak görmüş. Yanına giderek uşaklarla konuşmuş. Atını bir ahıra bağlaya­rak yukarıya çıkmış. Önüne bir kapı gelmiş. Biraz sonra kapı kendi kendine açılınca kendisini büyük bir odada bulmuş. Burası odadan çok hiç kimsenin girmediği bir orman or­tasında bir bahçeye benziyormuş. Her tarafta ağaçlar, çiçek­ler, çalılar varmış. Her ağacın dallarında, her çiçeğin üstünde, her çalının dibinde birçok, hem de pek güzel yeşil kuş varmış. Odanın en sonunda bir ağaç kovuğunda da uzun beyaz sa­kallı bir ihtiyar oturuyor, kuşlara bir şeyler öğretiyormuş.
Delikanlı, selam verip yürümeye başlamış. Yeşil kuşların dedesi, delikanlının selamını alarak yer göstermiş.
Yeşil kuşların dedesi:
- Söyle bakalım evlat, demiş. Buralarda işin ne senin?
İhtiyar, gelen misafire böyle seslenince, kuşların hepsi su­sup yeni gelene bakmışlar. Onun vereceği cevabı beklemişler.
Delikanlı, derdini anlatmaya başlamış:
- Ben bir padişah kızı ile evlendim. Evlendiğimiz gece bir altın tabağa beyaz üzüm, bir gümüş tabağa da siyah üzüm koyarak bunların hangisi uygun düştü diye sordum. Gümüş tabağa siyah üzüm daha uygun demesin mi? O zaman anla­dım ki bu kız beni değil kapımdaki Arap uşağı seviyor. Ben de ona her gün kırk deynek vurmaya başladım. Kırk gündür hep böyle dövmekteyim…
Son günü bana:
“Ne seni seviyorum ne de Arap uşağı, ben yeşil kuşların dedesini seviyorum.” dedi.
Ben de onun için seni almaya geldim, demiş. Yeşil kuşların dedesi:
- Oğlum, demiş. Daha söyleyeceğin var mı? Delikanlı:
- Hayır, demiş. Bu kadar… Bu sefer dede:
- Oğlum, sen haksızsın, demiş. Karının hiç kabahati yok. Sen fikrini sormuşsun o da söylemiş. Onun sözünden fena mana çıkmaz ki… Hem senin karın gül gibi bîr kadındır. Onun kıymetini bilmemişsin. Bak ben sana başımdan geçenle­ri anlatayım da o zaman dünyada ne kadınlar varmış öğren:
Vakti zamanında ben okumuş, sözü sohbeti yerinde, pi­şirdiği yenir, diktiği giyilir bir kadınla evlenmiştim. Her akşam ben filan komşuya gidiyorum, diyerek çıkar, sabaha kadar gelmezdi. Bir gün böyle, iki gün böyle, baktım ki olacak gibi değil… Nihayet gittiği yeri öğrenmek için bir akşam ben de arkasından çıkarak peşine takıldım. Az gittik, uz gittik, çok geçmeden bir kayanın önünde durduk. O beni görmüyordu. Birdenbire: - Yarıl kayam yarıl, diye seslendi.
Kayalar açılmaz mı? O hemen içeriye girdi. Ben dışarıda kaldım, çaresini bulamayınca eve dönüp yattım. O, sabaha karşı eve geldi.
O akşam ben yanıma bir yiyecek torbası ile bir kılıç ala­rak yine belli etmeden karımın arkasına takıldım. Yolda ona görünmeden öne geçip kayanın yanına vardım. Bir köşeye gizlendim.
- Yarıl kayam yarıl, dedi. Kaya yarıldı. Ben ondan evvel içeriye girdim. O da arkamdan girdi. Baktım zayıf bir ışık var. Görünmemek için bir köşeye çekildim. Karım ilerleyerek o ışığın yanına gitti. Çok geçmeden onun yanına bir Arap gel­mez mi? Bu Arap’ın bir dudağı yerde, bir dudağı da gökte idi. Bizim kadın onun yanına yaklaşarak:
-Aman beyim, canım beyim, sakın bana darılma, bizim herifi uyutamadım da onun için geç kaldım, diye dil dökme­ye başlamaz mı? Ondan sonra eğlenmeye koyuldular. İyice yorulunca yatıp uyudular. Ben o zaman yanlarına giderek bir kılıç vuruşta Arap’ın kellesini kopardım. Toprağa koyup ka­yanın açıldığı yere gelerek:
-Yarıl kayam yarıl, dedim, kaya yarılmadı. Beklemeye başladım. Sabaha karşı bizim kadın uyandı. Yanındaki Arap’ın kafasının kesilip götürüldüğünü görünce, hem kork­tu, hem de keder etti. Kendi kendine:
- Bizim herif olmasa, burada kalır, Arap için yas tutar­dım, demez mi?
Kan beynime sıçradı. Fakat yerimden kımıldamadım. O yanıma kadar geldi. Beni görmüyordu.
-Yarıl kayam yarıl, dedi. Kaya yarıldı. Ben ondan önce çıkarak eve geldim, yatağıma yattım. O da biraz sonra yanı­ma geldi. Ertesi sabah kalktığım zaman bana: - Benim kırk gün, kırk gece yasım var, beni bekleme, gi­diyorum deyince, fena hâlde kızdım. Hemen torbayı alarak baş aşağı ettim. Arap’in kafası odanın ortasına “pat” diye dü­şünce, bizim kadının gözleri yerinden fırladı. Yere eğildi. Arap’ın başını eline alır almaz o anda bir eşek oldu. Bir gözün­den yaş, bir gözünden de kan akmaya başladı. Tutup onu ahıra götürdüm, bağladım. Şimdi orada. İşte oğlum, benim başıma da bunlar geldi.
Yeşil kuşların dedesi sözlerini bitirince, delikanlı düşünce­ye dalmış. Dedenin başına gelenleri öğrendikten sonra, ken­disinin haksız olduğunu daha iyi anlamış. Fakat oradaki yeşil kuşları merak eden delikanlı, dedeye sormuş:
- Dede, bu kuşları niçin burada topladın? Yeşil kuşların dedesi demiş ki:
- Oğlum, bu kuşların her biri insandır. Hem de tasalı in­sanlar. Dünyanın neresinde haksızlık görmüş, kederli, tasalı insan varsa haber alır almaz yeşil bir kuş hâline sokarak onları buraya getirir, kendime evlat edinir, her gün güzel sözlerle ta­salarını, kederlerini gidermeye çalışırım. Anladın mı şimdi?
Delikanlı, dedenin bu sözü üzerine, karısının kendisini ni­çin buraya gönderdiğini daha iyi anlamış. Allaha ısmarladık diyerek oradan ayrılacağı sırada, yeşil kuşların dedesi buna bir çiçek uzatarak:
- Al bu çiçeği de, demiş. Kalbi sana kırık olan karına ver. Başına taksın; tasadan, kederden kurtulacaktır…
Delikanlı, çiçeği alarak oradan ayrılmış. Atına binerek yola koyulmuş. Dere tepe düz, gece gündüz giderek evine varmış. Karısının yanına çıkarak yeşil kuşların dedesinin gön­derdiği çiçeği ona vermiş. Başına takmasını söylemiş.
Kız sevinçle çiçeği alarak başına takmış. Fakat o ne? Çi­çeği eline alır almaz ortadan kaybolan karısını arayan delikanlı, bir de ne görsün? Karısı yeşil bir kuş olmuş, pencere­den dışarı uçmuyor mu? Pencereyi kapayıp karısını kaçırma­mak için koşmuş ama yetişememiş. Kuş uçup gitmiş.
Delikanlı, karısına kırk gün haksız yere dayak atmakla ne kadar yanlış yaptığını, onu elinden kaçırmakla da daha iyi anlamış; ama onu eve getirmek için yeşil kuşların memleke­tine gitmenin de faydasız olduğunu düşünerek kaderine razı olmuş. Hatasını anlamış. Bir daha da haksızlık yapmamaya karar vermiş.

Türk Masalları >> Altın Kozalaklı Gümüş Selvi Masalı

 Altın Kozalaklı Gümüş Selvi Masalı

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur sa­man içinde, hiç çocuğu olmayan bir kadın varmış.
Çocuğu çok sevdiğinden kendisini avutmak için bir tah­ta parçası üzerine kömürle kaş göz yapmış, bunu bezlere sar­mış, salıncağa koyarak sallamaya başlamış.
Artık her gün salıncağın başında oturuyor, oradan hiç ayrılmıyormuş. Kocası akşamüzeri eve geldiği zaman yiyecek yemek bulamadığı gibi evi süpürülmemiş, hiçbir işe bakıl­mamış buluyormuş.
Nihayet bir gün canı sıkılmış, karısına demiş ki:
-Yahu senin yaptığını deliler yapmaz doğrusu. Hiç tah­ta parçasından çocuk olur mu? Bırak artık çocukluğu da evi­nin işine gücüne bak!
Kadın bu sözlere ehemmiyet vermemiş. Zaman zaman:
- Aman çocuğum sancılandı, vah çocuğum üzüldü, diye çırpınır, kocasına geceleri uyku uyutmazmış.
Karısının bu hâlleri canını pek sıkmaya başlayınca, adam bir gece ansızın bu tahta bebeği pencereden atmış. Tahta be­beğin düştüğü yerde, o anda, bir selvi ağacı meydana gelmez mi? Kendisi gümüşten, kozalakları da altından bir selvi…
Senelerce sonra bir gün, padişahın oğlu askerleriyle ora­dan geçerken selvi ağacının dibinde çadırını kurmuş. Şehza­de her gece yatağının baş ucunda altın şamdan, ayak ucun­da gümüş şamdan yaktırır, bir masa üzerine de bir tabak tatlı koydururmuş. Adeti böyle imiş. Fakat bir selvi ağacının dibinde çadırını kurduğu günden beri her sabah kalkınca altın şamdanı ayak ucuna, gümüş şamdanı da baş ucuna getirilmiş, tatlı tabağını da boş bulurmuş. Bu vaziyete fena hâlde hiddetlenen şehzade, her sefe­rinde kapısındaki askeri, dikkatsizlik gösteriyor, diye değiştirirmiş. Hâlbuki hiçbir şeyden haberleri olmadığı gibi çadırda temizlik yaparlarken, her şeyi yerli yerine koyarlarmış. Şehzade, bu işlerin kimin tarafından yapıldığını anlayamayınca, geceleyin uyumamaya, sabaha kadar oturup bek­lemeye karar vermiş. Her akşam bu kararla yatağına uzanarak uyur gibi yapan şehzade çok geçmeden uyuyakalırmış. Nihayet bir gece kü­çük parmağını keserek kanatmış. Acısından gözüne uyku gir­memiş. Beklemeye başlamış. Tam gece yansı, çadırın tepesi yavaşçacık açılmış. Ora­dan beyaz bir elbise içinde, saçları uzun, ay gibi güzel bir kız süzülüp çadıra inmiş. Kız başlamış şamdanların yerini değiş­tirmeye o iş bittikten sonra masanın başına geçerek tabak­taki tatlıyı da yemiş. Çadırın tepesindeki açık yerden tekrar gideceği sırada, şehzade hemen kalkıp bileğinden yakalamış. Birdenbire korkan kız, şehzadenin güler yüzü karşısında sakinleşmiş. Yatağın bir kenarına oturmuş.
Şehzade bu kızın güzelliğine hayran olmuş. Ona demiş ki:
- Güzel kız ne olur her akşam ki gibi çadırıma yine gel! Ama çabuk kaçma! Olmaz mı?
Güzel kız cevap vermiş:
- Gelirim şehzadem. Fakat gün doğmadan selvi anne­min yanına dönmezsem beni evlatlıktan atar.
Şehzade razı olmuş, böylece anlaştıktan sonra güzel kız her akşam çadıra gelmeye, sabaha karşı gün doğmadan da gitmeye başlamış.
Bir gün padişah, oğluna bir haberci göndererek üç güne kadar dönmesini istemiş. Şehzade bu habere üzülmüş ama ne yapsın? Evlatlar babalarının isteklerini yerine getirmeye mecbur değiller mi?
O da hazırlanmaya başlamış.
Son gece kıza babasından gelen haberi söylemiş. Kız bu fena habere çok üzülmüş. O zaman şehzade, kendisine bera­ber gitmek için ısrar etmiş. Israr etmiş ama kız razı olmamış. Selvi annesinden ayrılamayacağını söylemiş.
O gece geç vakte kadar oturup konuşmuşlar. Sonra uy­kuları gelmiş. Yatmışlar. Sabaha karşı erkenden uyanan şeh­zade, kızı uykuda İken alnından öperek askerleriyle beraber yola çıkmış. Kız hâlâ uyuyormuş.
Biraz sonra güneş doğmuş. Çok geçmeden uyanan kız, bir de ne görsün? Gün doğmamış mı? Güzel kız incili çadırdan çıkarak etrafına bakmış, kimse­ler yok. Başlamış ağlamaya Ağlaya ağlaya selvi annesine gitmiş:
- Kuzum selvi anneciğim, canım selvi anneciğim, demiş, bir kusur ettim. Beni affet, içeriye al!
Selvi anne kızı kabul etmemiş, kovmuş. Güzel kız, yanak­larından süzülen yaşları sile sile selvinin yanından uzaklaş­mış.
Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Yolda bir çobana rastlamış. Ona yalvararak elbisesini, çadırını, kavalını alıp giymiş. Kendi elbisesini de ona vermiş.
Yine yürümeye başlamış. Dere tepe düz, tam bir güz git­tikten sonra şehzadenin memleketine varmış. O sırada sa­rayın penceresinde oturan şehzade, sokakta yorgun bir ço­ban görünce, seslenmiş:
- Çoban, çoban, böyle nereden geliyorsun, diye sormuş. Çoban da:
- Altın Kozalıklı Gümüş Selvi’den, diye cevap vermiş.
Bu cevap karşısında hem şaşıran hem de sevinen şehza­de, koşarak aşağıya inmiş. Çobanı sarayın bahçesine alarak ellerine sarılmış:
- Söyle bana, demiş, orada ne gördün? Çoban demiş ki:
- İncili çadır kurulu gördüm. Keten gömlek dürülü gör­düm. Yâr, yârinden ayrılmış, ah edip ağlar gördüm!
Bu sözlerden orada neler olduğunu anlayan şehzade, çok üzülmüş. Baygınlıklar geçirmiş. Sarayın adamları gelerek ken­disini iyi etmişler. Aklı başına gelen şehzade, çobanı yanına çağırtmış. Ona, ölünceye kadar yanında kalmasını söylemiş.
Esasen çobanın maksadı da bu olduğundan, sarayda kalmış.
Şehzade, çobanı yanından hiç ayırmazmış, ona her za­man nereden geldiğini, oralarda daha başka neler gördü­ğünü sorar, dururmuş.
Bir gün padişah, oğlunu yanına çağırarak demiş ki:
- Sevgili oğlum, artık evlenecek yaşa geldin. Seni evlen­direceğiz. Annenle beraber bir kız beğendik. Yakında hazır­lığa başlayacağız. Selvi annenin kızına deli gibi âşık olan şehzade, baba­sının bu teklifi karşısında üzülmüş ama ses çıkaramamış. Ka­bul ettiğini bildirmiş. Fakat evlenince çobanıyla sıkışık konu­şamayacağını düşünerek müteessir oluyormuş.
Şehzadenin üzüntüsünü gören çoban demiş ki:
- Şehzadem, bana senin odanın üst katındaki odayı ayırt. İçine yeşil bir döşeme yapsınlar. Tavana salıncak kur­sunlar. Canım sıkıldıkça salıncakta sallanır, vakit geçiririm.
Şehzade, evlenmeden önce sevgili çobanın isteklerini ye­rine getirmiş.
Düğün günü koltuk töreni sırasında şehzade bir koluna karısını, öteki koluna da çobanı almış; üst kata bu şekilde çık­mışlar. Birçok eğlencelerden sonra herkes odasına çekilmiş. Çoban, şehzadenin yanında ayrılıp da odasına girdiği za­man o kadar müteessir olmuş ki dayanamamış, oturup uzun uzun ağlamış. Arkasından çoban elbisesini çıkarmış. Saçlarını çözmüş. Sonra sandalyeye çıkarak salıncağın ipini boğazına bağlamış. Tam kendisini asacağı sırada eski günlerini hatır­layıp uzun uzun düşünceye dalmış. Meğer o sırada da şehzade çobanı merak etmiş. Onu görmek üzere merdivenlerden çıkıyormuş. Kapının önüne gelince, içeriye girmeden evvel, anahtar deliğine gözünü uy­durarak bakmaya başlamış. Bir de ne görsün? İçeride, çoban yerine, selvi annesinin kızı yok mu? Sevgilisini görünce bir­denbire heyecanlanan şehzade, onu ölümden kurtarmış. Bu iş bittikten sonra hemen aşağıya inen şehzade, gelini evine göndermiş. Yeniden bir düğün hazırlatarak gümüş selvinin güzel kızı ile evlenmiş.
Onlar ermiş muradına, biz gidelim kapı ardına…

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...