Guguk Guk Yağ Döktük Masalı

Guguk Guk Yağ Döktük Masalı

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler cirit oynarken eski hamam içinde… Ben deyim şu dağdan, siz deyin bu bağdan. Ne dağdaki ne de bağdaki, kuşun kanadı kırık, tuttu bize hıçkırık. Ben hıçkırdım, o hıçkırdı, sonunda bir dala vardı. Uçtu uçtu kuş uçtu, kuş uçmadı Elif uçtu. Elif uçar mı, uçmaz mı demeye kalmadı; anam düştü eşikten, babam düştü beşikten… Onlar düşe dursun ben çıktım yola. Selam verdim sağa sola. Uydurayım dedim uyduramadım, durdurayım dedim durduramadım. Baktım olmuyor, boş dolmuyor, dolu almıyor, bıraktım mavalı, anlattım masalı..
Çok çok eski zamanlarda Acıpayam Ovası’ndaki bir köyde Mahmut Ağa ve ailesi yaşarmış. Aile Pek zengin, pek de yoksul sayılmazlarmış. Kendilerine göre yiyecek aşları, içecek ayranları, toprak damlı evleri, üç beş inekleri, yay boynuzlu öküzleri, gül ibikli horozları sürüyle de tavukları varmış. Bağlarıyla, bahçeleriyle, ekinleriyle dikinleriyle uğraşırlar, kimseye muhtaç olmadan kendi yağlarıyla kavrulurlarmış. Birisinin adı Aliş, diğerinin adı maviş olmak üzeri iki de çocukları varmış.
Kendi hallerinde mutlu, şen şakrak yaşayıp gidiyorlarmış. Zaman hızla geçiyor, küçükler büyüyor, büyükler yaşlanıyormuş. Yazları güzler, güzleri kışlar, kışları baharlar kovalıyormuş. İşti bu mevsimlerin birisinde ne olduysa olmuş. Kem gözlerden mi desem, alın yazısı kader mi desem bilemiyorum ama bir kara bulut gelip ailenin damına çöreklenmiş. Evin hanımı hastalanıvermiş.
O zamanlar, şimdiki gibi doktorlar, hastahaneler, eczaneler yokmuş. Baba hısım akrabaya koşmuş. Aklı erenlere varmış. Hastalıktan anlayanlara başvurmuş. Otlar toplamış kaynatmış, anneye içirmiş ama nafile. Ne yaptılarsa olmamış. Anne bir türlü şifa bulmamış. Gül gibi kadın günden güne bir mum gibi eriyip gitmiş. Bir sabah vakti de ölüvermiş. Aliş ağlamış, maviş ağlamış, baba ağlamış, evde feryadı figan kopmuş. Konu komşu toplanmışlar. Hısım akraba gelmişler. Baş sağlığı dileyip “ölenle ölünmez.” Demişler. Anayı kara toprağa vermişler.
Aile günlerce yas tutmuş. Yemeden içmeden kesilmişlerde iğneden ipliğe dönmüşler. Konu komşu, hısım akraba ilk günleri ellerinden gelen yardımı yapmışlar. Yemeklerini pişirmişler, kirlilerini yıkamışlar, söküklerini dikmişler. Bağ, bahçe ve dahi tarla işlerine koşmuşlar. Ama bir iki hafta sonra gelen giden azalmış, el ayak çekilmiş, aile kendi başlarına kalıvermişler. İş başa düşünce baba acısını içine gömmüş ve öküzün, sabanın başına dönmüş. Aliş babasına yardım ederken Maviş’de evde ufak tefek ev işlerini görmeye başlamış. Elinden geldiğince yemek yapıyor, bulaşıkları yıkıyor, ortalığı düzeltiyor, etrafı silip süpürüyor, kuzulara bakıyormuş. Birkaç ay içinde de kendilerini tümden işe vermişler. Analarının acısı da içlerinde bir top yumak olmuş öylece kalmış.
Günler geçmiş yaz bitmiş, güz bitmiş, kış gelmiş. Köylü köyüne, evli evine çekilmiş. Ocaklar yanmış bacalar tütmeye başlamış. Eş dost hısım akraba, dayı emmi, hala teyze bir olmuşlar. Maviş’le, Aliş’le ve dahi Mahmut Ağa ile ilgilenmeye başlamışlar.
-“Bak a Mahmut ağa, ölenle ölünmüyor. Bu genç yaşında ve dahi iki küçük çocukla bu böyle olmaz. Bu eve bir kadın gerek. Bir ana gerek.” Demişler. Günler geçtikse konu komşu baskısı artmış. Eli eren, gücü yeten ve dahi dili olan bir şeyler söylemiş. Mahmut Ağa hepsini dinlemiş. Önceleri hık mık etmiş. Kimisini başından savmış. Kimisine “ Allah Razı olsun, ama sonra…” deyip başından savmış. Ama bir süre sonra mahalleli Mahmut Ağa’yı evirip çevirmiş ve dahi devirivermiş. Çaresiz kalan Mahmut Ağa:
“-Gayri ne diyeyim, siz nasıl münasip görürseniz öyle olsun.” Deyivermiş.
Tüm mahalleli ve dahi hısım akraba bu kadarcık oluru aldılar ya hiç dururlar mı? Hemen o ev senin bu ev benim kız olsun, evde kalmış olsun, dul olsun münasip birisini bulmak için kapı kapı dolaşmaya başlamışlar. Filanın kızı çok iyi, yok o olmaz filana bakalım, onun boyu uzun, Zeynep cenin burnu eğri, Gülsümün kaşı kara, Emine’nin gözü ela diye diye sonunda uygun bir gelin adayı bulunuvermiş. Buldukları Kel Mehmet’in üç bucuk telli, kurbağa belli, adamdan azma, dişleri kazma, bir gözü aya, bir gözü güneşe bakan kızı Hatce’ymiş. Mahmut Ağa’nın bu işe pek gönlü olmamış ama dinleyen kim. Üstelik birde bir güzel azar yemiş. “Böyle gül gibi bir kızı buldu da burun kıvırıyor.” diye.
Bir günde kız istenmiş. Ertesi günü de gelin eve gelivermiş. Sonra da “Varın bir yastıkta kocayın, bizlere de ömrünüz boyunca duacın olun” diyerekten herkes evlerine mutlu bir şekilde çekilivermiş.
İlk günler Hatçe öyle iyi, öyle iyiymiş ki sormayın.Aliş’i okşamış, Maviş’i okşamış. Onların seveceği yemekler yapmış. Her tarafı toplamış. Mahmut ağa’ya yardım etmiş. Aileye neşe, sevinç ve güzellik getirmiş. Hatçe’yi önceden bilenler de Onun bu hallerine bakıp bakıp da “Allah Allah bu Hatce meğer melekmiş de biz bilememişiz” diyerekten şaşkınlıklarını belli etmişler. “İnsanın hası sonradan belli olurmuş, bizim Mahmut’ta durdu durdu turnayı gözünden vurdu.” Diyerek ten de azıcık kıskanmışlar. Önceden Hatce’yi oğluna almayanlar ise pişmanlık içindeymişler.
Ne olduysa Hatce’nin kendisi gibi çirkin mi çirkin bir bebek dünyaya getirmesiyle olmuş. O iyilik, güzellik meleği yavaş yavaş uçmaya, evi terk etmeye başlamış.Yeni bebek eve uğur getireceğine kahır getirir olmuş. İlk günler herkes Hatce’deki bu değişikliğe önem vermemişler. Yeni doğumdan kurtuldu, elbette bu kadar olur. Hele biraz zaman geçsin yine eski haline gelir demişler. Aliş Olsun, Maviş olsun, Mahmut Ağa olsun Hatçe’yi rahat ettirmek için ellerinden geleni yapmaya, Onun etrafında dönüp durmaya çalışıyorlarmış. Ev işlerini yapıyorlar, durmadan ağlayan bebeği avutuyorlar, Hatce’yi hoş tutmak için çabalıyorlarmış. Hatce ise ahlar vahlar içindeymiş. Hiçbir şeyden memnun olmuyormuş. İşe önce ufak tefek azarlamalarla başlamış. Sonra azarlamaların, bağırıp çağırmalara küçük küçük tokat atmalar eklenmiş. Artık evin tüm işlerinden de el etek çekmiş.
Yaz gelip işler çoğaldığından Mahmut ağa evde pek durmuyor, Hatce’nin bu hallerinden haberi olmuyormuş. Çocuklar hem bağda bahçede tarlada çalışıyorlar, hem ev işlerinde ter döküyorlarmış. Aliş daha çok babasına yardım ettiğinden olan maviş’e oluyormuş. Evi süpürüyor, çamaşırları yıkıyor,yemeği yapıyor, bebeğe bakıyor, Hatce’nin ihtiyaçlarını karşılıyormuş. Hatce ise durmadan da emir veriyor, saçlarını çekiyor, süpürgeyle pataklıyormuş. Günler geçtikce yediği çimdiklerin ve dahi şamarların haddi hesabı olmamaya başlamış.
Gel zaman git zaman ailenin tadı tuzu kalmamaya başlamış. Mahmut ağa Hatce’nin şerrinden eve uğramamaya, bağ bahçede, tarlada sabahlamaya başlamış. Aliş çoğu kez babasıyla dışarıda olduğu için Hatce’nin şerrinden kısmen korunabiliyormuş ama ya maviş? O ne yapsın?
Günlerden bir gün Maviş ekmek yapmak için bahçedeki ekmek evinin ocağını yakmış. Unu elemiş. Zorlada olsa hamuru yoğurmuş. Aliş’de o gün evdeymiş. Kardeşine yardım etmekteymiş. Hatçe ise odada yatmakta, ahlar vahlar içinde bağırıp duruyormuş. Bir ara sesi soluğu kesilmiş. İki kardeş biraz rahat nefes almışlar. Maviş hamur hazır olunca önce saç ayağını sonra da ekmek saçını ateşin üzerine koymuş. Becerebildiği kadarıyla yufka açmaya ve pişirmeye başlamış.
İki kardeş öğleye kadar ocağın sıcağı başında yufka yapmışlar. Hamurun azaldığı bir sırada Aliş’in canı yağlı ekmek istemiş. Bu isteğini kardeşine söylemiş. Maviş üvey annesinden çok korktuğu için hemen kardeşine üvey annelerinin çok kızacağını söylemiş. Aliş ise ısrarcıymış. Ne yapsın annesinin yağlı ekmeğini özlemişmiş. Kardeşini kandırmak için elinden geleni yapmış. Sonunda Maviş istemeye istemeye de olsa kabul etmiş. Aliş’de gizlice eve koşup yağ şişesini alıp gelmiş. Gelmiş de her ikisinin de korkusundan kalpleri küt küt atıyormuş.
Aliş’in eve girip çıktığını Üvey anne Hatçe görmüş. Görmüş de “bakalım ne yapacaklar?”diye sesini çıkarmamış.
Aliş şişeyi getirince Maviş’de hamuru açmış. Kardeşinin istediği incelikte olması için de hayli uğraşmış. Yufkayı saçın üzerine koymuş. Sonra da yağ şişesini alıp yufkanın üzerine biraz yağ dökmek istemiş. İstemiş ama heyecandan mı, yaksa korkudan mı olacak şişe elinden düşüvermiş.Şişe bu düşer de kırılıvermez mi? İçindeki yağda hem saçın üzerine hem de ateşin üzerine saçılıvermez mi? İki kardeş korkudan bembeyaz kesilmişler. Öylece kalakalmışlar. Korkuyla bir birlerine bakışmışlar. Gizlice yapılan her zaman gizli kalmazmış. Kızgın bir yağ kokusu bir anda her tarafı sarıvermiş. İki kardeş kendilerine gelince hemen Üvey annelerinin görmemesi için kırık şişe parçalarını toplamışlar. Etrafa yayılan yağ izlerini yok etmek için üzerine kül dökmeye başlamışlar.
Onlar öyle uğraşa dursunlar zaten bir kulağı kirişte olan Hatce’nin burnu yağ kokusunu duymuş. Yağın ekmek yapılan yerden geldiğini de anlayınca yerinden fırlamış. “Aha şimdi elime düştünüz” diye bağırmış. Sonra beşikteki çocuğun ağlamasına bile aldırmadan odadan dışarıya fırlamış. Bağrı çağıra ekmek edilen yere gelmiş. Yağ şişesinin kırıklarını görünce de başlamış bağırıp çağırmaya. Daha sonra da öfkeden deliye dönmüş. Önce eline geçirdiği odunlarla iki kardeşe vurmaya başlamış. Vurdukça daha da hırslanmış. Dakikalarca vurmuş, bağırmış çağırmış. Daha sonra da ellerinin yanmasına bile aldırış etmeden ocaktaki kızgın ekmek saçını kaldırdığı gibi iki çocuğun üzerine atıvermiş. Bir anda ortalığa toz duman kaplamış. Acı bir feryat her yeri kaplamış. Feryatları duyan komşular koşarak gelmişler. Hemen Alişle Maviş’in üzerindeki kızgın saçı kaldırıp atmışlar. Atmışlar ama gördüklerine de inanamamışlar. Alişle Maviş herkesin gözü önünde güzel birer kumru kuşuna dönüşüvermişler. Başlamışlar ötmeye. “Guguk guk, yağ döktük, kül örttük, guguk guk….”
O günden sonra kumrular hep “Guguk guk, yağ döktük, kül örttük, guguk guk….” Diye öter olmuşlar. İnsanlar da kumrulara saygı göstermişler, onları hep korumuşlar. Hatce’ye gelince. O da çirkin mi çirkin bir kargaya dönüşmüş. O kadar çirkinmiş gibi hiçbir hayvan onu yanında istememiş. İnsanlar onu hiç sevmemiş. Her yerden kovulmuş.
Masalımız bitti derken gökten üç elma düştü. Birisi bu masalı anlatanın başına, Diğeri bu masalı dinleyenlerin başına. Üçüncüsü de daha masal yok mu diyenlerin başına.
Yazan : Bekir CANER

Padişah Oğlu Ve Kurbağa Masalı

 Padişah Oğlu Ve Kurbağa Masalı

Bir varmış bir yokmuş. Padişahın bir oğlu varmış. Çok heyecanlı çok saygılı bir oğlanmış. Her gün spor yapar, güreş tutar sadece geceleri dinlenirmiş. Sabah erkenden koşmaya başlar saati iki üç etmeden dağ bayır demeden koşar saraya o vakitten önce dönmezmiş. Yaveri onu uyarırmış efendimiz saati çoktan geçtik dönmemiz gerek dermiş. Ancak öyle farkına varır saraya dönerlermiş. Döndüklerinde herkes padişahın oğlunu bekler onun için telaşlanırlarmış. Padişahın oğlu da ne oldu bunlara diye sormuş yaverine. Yaveri de sizin için efendimiz adettendir diye cevap vermiş. Padişahın oğlu da böbürlenmiş neden telaşlanırlar benim için ben küçük müyüm? Beni bu kadar bunaltmasınlar üstüme gelmesinler ben bunalırım demiş. Akşam olmuş padişah gelmiş. Dinlenme odasına çıkmış. Çok geçmeden oğlu babasının yanına gitmiş. Efendim bu hizmetkârların beni bu kadar sıkması hiç hoşuma gitmiyor çok bunalıyorum ben artık küçük değilim demiş. Nasıl olsa yaverim her yere benimle geliyor. O bana yeter demiş. Padişah tamam oğlum nasıl istersen demiş. Hemen hizmetkârları toplamış padişah. Oğlumun üstüne çok gitmeyin sadece uzaktan takip edin ama ona belli etmeyin sizi görmesin demiş. Bir gün padişahın oğlu yaverine bu gün çok gezelim, çok spor yapalım demiş. Yaveri de peki efendimiz siz nasıl isterseniz demiş. Beraber gezmişler, spor yapmışlar, at koşturmuşlar. Çok susamışlar bir kuyu görmüşler. Kuyunun başına koşmuşlar. Suyu çekmeye başlamışlar ama yukarı çekememişler. Padişahın oğlu kuyuya bakmış içinde bir kurbağa. İki tane göz ama çok güzelmiş. Padişahın oğlunun gözüne doğru bakmış. Padişahın oğlu birden o iki göze aşık olmuş. Şaşkına dönmüş. Bu iki çift göz kurbağa gözü değil. Bu gözler bir kız gözüne benziyor. Yaverine dönüp ben bu kuyuda iki göz gördüm kendi kurbağa gibi görünüyor ama gözleri kız gözlerine benziyor demiş. Bu kurbağa gözü değil demiş. Yaveri efendimiz hayal görmüş olmayasınız demiş. Padişahın oğlu da ben aklımı yitirmedim hayal değil demiş. Atlarına binip saraya dönmüşler. Padişahın oğlu yol boyu düşünmüş. Saraya gelmişler. Odasına çıkıp yine düşünmeye başlamış. İki gözden başka hiçbir şey görmedim bu nasıl bir şey demiş kendi kendine. Ama benim bunu görmem gerek yoksa ölürüm, ben bunu anama sorayım, ona göre karar vereyim demiş. Ben aşık oldum ana bana bir akıl ver nasıl söyleyeceğimi bilemedim bu nasıl iş anacığım demiş. Anası her şeyin bir kolayı var oğlum. Kolay bir iş değil bu ana demiş. Anası da sen padişah oğlusun sakın korkma bununda bir çaresi vardır elbet. Oğlu ben o iki gözü arayacağım bulabilirsem eğer iyi olur. Ama sen babana söyle demiş anası. Oğlu da ben söyleyemem ana o zaman peşime koruyucu takar ben yaverimle giderim demiş. Tamam oğlum sen nasıl istersen demiş anası. Padişahın oğlu yaverini yanına çağırıp hazır ol kurbağayı arayacağız erkenden çıkalım demiş. Sabah erkenden kalkıp yola çıkmışlar. Önlerine çıkan her kuyuya bakraç salmışlar ama kurbağayı bulamamışlar. Padişahın oğlu sinirlenmiş ben koskoca padişah oğluyum bir kurbağayı bile bulamadım demiş. Bakracı bir daha kuyuya atmış kurbağa gülmeye başlamış vak vakk sen padişah oğlusun bende kurbağalar kralının kızıyım sen beni bulamazsın anladın mı demiş. Sen kendi dünyana dön ben de kendi dünyama insan oğlu demiş kurbağa. Padişahın oğlu bana bir kere göründün kuyuda yoktun buraya ne zaman geldin ben onu merak ediyorum demiş. Kurbağa da ben kral kızıyım her zaman her yerdeyim beni göremezsin ve bulamazsın unut demiş. Padişahın oğlu bana o gün nasıl göründün şimdi bir kez daha görün söz gideceğim demiş. Kurbağa yok olmaz o zaman buraya gelirsin gelirsen de ölürsün ben bunu göze alamam babama sordum olmaz dedi ben seni unutmayacağım sen de beni unutma demiş ve gitmiş. Padişahın oğlu ne yapacağını şaşırmış. Yaverine gidip ben şimdi ne yapacağım benimle konuştu ben kurbağalar kralının kızıyım beni bırak dedi babasına sormuş oda izin vermemiş seni astırırım demiş. Onun için buraya gelmiş. Ben seni unutmayacağım sen de beni unutma dedi beni asla bulamayacaksın dedi yaver ben şimdi ne yapayım. Yaver padişahın oğlunun durumuna çok üzülmüş efendimiz hasta galiba demiş kendi kendine. Padişahın oğlu istediğimi duyana kadar dünyayı dolaşacağım belki aklım başıma gelir demiş. Yaveriyle birlikte yola çıkmışlar. Padişahın oğlu önüne kim çıktıysa sormuş. Bu dünyada en güzel kim? Herkes tabiî ki dünya güzeli demiş. Her önüne gelen aynı şeyi söylemiş. En sonunda doğru bir adamla karşılaşmışlar. Sormuşlar bu dünyada en güzel kim? Adam cevap vermiş kim olacak tabiî ki dünya güzeli demiş. Padişahın oğlunun tepesi atmış adamın kafasını uçurmuş. En sonunda yaşlı bir nine görmüş yol kenarında oturuyormuş. Nine bu dünyada en güzel kim diye sormuş padişahın oğlu. Nine de kendi sevdiğini alamamış hala onu düşünüyormuş cevap vermiş kim olacak oğlum gönül kimi severse en güzel odur demiş. Padişahın oğlunun içi rahat etmiş ve saraya dönmüşler. Padişahın oğlu hemen annesinin yanına gitmiş. Ana buldum ama göremedim demiş. Anası üzülme oğlum Allah kolayını verir elbet demiş. Oğlu sevinmiş. Ben sevdiğim iki gözü bulacağım ama nerde nasıl bulacağımı bilemem demiş. Günlerce düşünmüş çok zayıflamış. Anası çok üzülmüş gece gündüz oğlunu düşünmüş. Benim biricik oğluma ne oluyor acaba ben bir ana olarak nerde yanlış yapmış olabilirim diye düşünürmüş. Padişah karısına sormuş sende bir haller var düşünüp duruyorsun bana bunu açıklar mısın demiş. Karısı ben nerede yanlışlık yaptım onu düşünüyorum ondan böyle üzülüyorum demiş. Padişah da sen çok iyi bir anasın hiçbir yanlış yapmadın üzülme oğlumuzun da kendine göre düşünceleri var o bilir işini sen canını sıkma demiş. Padişahın oğluyla yaveri dere tepe düz gitmişler. Önlerine bir tavşan çıkmış ama hiç aldırmamışlar. Tavşan da bir önlerinden bir arkalarından koşup dururmuş. Padişahın oğlu tavşanı hiç görmezmiş o kurbağayı aklından çıkaramaz hep onun gözlerini düşünürmüş. Yaveri tavşanı görmüş ve padişahın oğlunu durdurmuş. Efendim bu tavşan sizinle konuşmak istiyor galiba demiş. Padişahın oğlu tavşana bakmış kuyuyu gösteriyor hemen atını çevirim kuyuya doğru hızla koşturmaya başlamış. Kuyunun yanına varmışlar atından inmiş. Kuyunun başına koşmuş. O iki gözü tekrar görmüş. İçine inmeye karar vermiş. Kurbağa kız gülmeye başlamış. Ben burada arkandayım demiş. Padişahın oğlu şaşırmış. Neden şaşırdınız demiş kurbağa kız benim babam sizin gibi anamın belden aşağısı kurbağa yukarısı benim gibi demiş. Biz kurbağa dünyasına aidiz. Onun için böyle yaşıyoruz. Bir yandan da ağlarmış. Ama ne olursa olsun padişahın oğlu bu kızı alacakmış. Kafaya koymuş. Padişahın oğlu kim ne derse desin ben sana aşık oldum babamı seni istetmeye yollayacağım demiş. Kız ben böyleyim diye babam beni vermez demiş. Padişahın oğlu da o zaman ben de seni kaçırırım demiş. Peki benim doğurduğum çocuk da benim gibi olursa ne olur diye sormuş kurbağa kız. Hiçbir şey olmaz ben seni almazsam ölürüm demiş padişahın oğlu. Saraya dönmüşler. Padişahın oğlu hemen anasının yanına gitmiş. Ana ana buldum demiş. Sarılmış babam hemen gitsin demiş. Anası padişaha söylemiş. Padişah da hazırlık yapsınlar diye haber yollamış. Padişah kurbağa dünyasına gitmiş. Kurbağalar kralını bulmuş. Padişahı karşısında görünce çok şaşırmış kurbağalar kralı. Buyur demiş çok sevinmiş ama neden geldiğini bilmezmiş. Karısına sormuş karısı da ben de bilmem ki bey neler oluyor demiş. Kralın aklına gelmiş. Bu kız bizim gibimi olacak acaba demiş. Kurbağa kızı çağırmışlar. Babası sormuş kızım padişahın neden geldiğini biz bilemedik senin haberin var mı demiş. Kız da var babacığım oğlu beni kuyuda görmüş aşık olmuş. Babası sormuş peki kızım padişah seni isterse ne diyeceğiz? Bu iş olur babacığım demiş kız. Kral düşünmüş ben de anasına aşık olmuştum bunlar da haklı ben kızımı isterse veririm demiş. Padişahı çok güzel ağırlamışlar kahveler içilmiş padişah kızı istemiş. Kral düşünelim kızımıza bir soralım demiş. Çünkü benim kızım yarım kurbağa senin de torunların anası gibi olursa ne olur o zaman onu başta konuşalım demiş. Padişah olur demiş benim oğlum çok sevmiş. Ben bu kızı oğluma alacağım demiş. Padişah sarayına dönmüş. Oğlunu yanına çağırttırmış. Oğlu hemen babasının yanına gitmiş. Oğlum ben kurbağalar dünyasına gittim konuştum kız yarım kurbağa sen onu nerede gördün diye sormuş. Oğlan da ben onu kuyuda su çekerken gördüm aşık oldum alamazsam ölürüm demiş. Padişah çok üzülmüş. Kurbağa dünyasına gitmişler hemen düğün başlamış. Kırk gün kırk gece düğün sürmüş. Sonra gelini alıp saraya götürmüşler. Padişahın oğlu muradına ermiş. Mutlu bir hayat başlamış. Bu masal da burada bitmiş.


YAZAN: REFİKA DURAL

Horoson Dağlarında Peri Padişahı Masalı

Horoson Dağlarında Peri Padişahı Masalı

Bir zamanlar horasan dağlarında hiç ayak basılmamış yerlerde bir peri memleketi varmış. Tepede bir saray ve sarayda çok güzel bir kız varmış. Altın sarısı, upuzun saçlarıyla zarif, narin vücuduyla tüm peri erkekleri kendine âşık edermiş. Ama padişahın kızı olduğundan kimse yanına yaklaşamazmış. Kızın içinden geçenleri hiç kimse bilmezmiş. Kız ölümlü olmayı istiyormuş. Bir gün kralın oğlu ava çıkmış. Yanında seyisi varmış. Kralın oğlu atını kayalıklara doğru koşturmuş. Öyle bir yere gelmiş ki ucu görünmeyen bir kayalık. İnmiş, atına dereden su içirmiş. Kendide içmek için eğilmiş, avucunu açmış bide ne görsün, suyun içinde bir kız saçlarını kayanın üstüne sermiş, sırt üstü yatmış dinleniyor. Kralın oğlu seyisini çağırmış. Seyis gelmiş.
-Ne oldu? Ben rüya mı görüyorum? Bu derede bir kız var ama neresinde bir türlü bulamıyorum.
-Aman efendim ben bakayım. Demiş seyis.
-Efendim o kız derede değil. Yukarda kayalıklarda dinleniyor. Onun gölgesi bu.
-Ama bu kız oraya nasıl çıkmış?
-Vardır onun bir kolayı kralım. Ben yolu biliyorum sen korkma olmasa havadan uçarım. Yinede sizi o kızın yanına ulaştırırım.
Atlarına binmişler. Seyis önden kralın oğlu arkadan yola koyulmuşlar. Patika yollardan çıkmışlar sonunda yolu bulmuşlar. Kızın yanına gelmişler. Kız da bunları görünce şaşırmış korkmuş kaçmaya başlamış. Kralın oğlu birdenbire kıza âşık olmuş. Seyis engel olmaya çalışmış. “Efendim kralın oğlu size hiçbir zararı olmaz.” Kız sormuş:
-Siz ölümlü müsünüz?
-Evet biz ölümlüyüz. Efendimiz size âşık oldu.
-Ama ben bir peri kızıyım babam beni asla vermez.
-Bizde sizi kaçırırız.
-Ama benim babamın çok askeri var. Onlar sizi öldürür.
-O zaman bizde gelip sizi babanızdan isteriz.
-Ben peri padişahının kızıyım ölümsüzüm.
-Olsun hiçbir şey umrumda değil ben size âşık oldum. Sizi istemesi için babamı yollayacağım. Yoksa ölürüm.
-Ben anneme söyleyeyim bakalım ne diyecek. Ona göre bir şeyler düşünürüm. Demiş peri kızı.
Kız çok bitkin bir halde saraya dönmüş. Annesi korkmuş. Acaba bu kız âşık olmasın. Diye geçirmiş içinden. Odasına gitmiş. Kız ateşler içinde kıvranıyormuş. Annesi hemen padişahın yanına koşmuş.
-Padişahım kızımız çok hasta ateşler içinde yanıyor.
Padişah çok korkmuş. “Acaba âşık olmasın.”
-Yok o sadece aynalı kayaya saçlarını kurutmaya gitti. Orada kızımızı kim görecek?
Padişah peri doktorlara haber salmış. En iyilerini hemen sarayda toplatmış.
-Benim kızımı kim iyileştirirse ona yanımda istediği makamı vereceğim.
Doktorlar kızı muayene etmişler. Ama kimse anlayamamış. Bir araya toplanmışlar.
-Biz şimdi padişaha ne diyeceğiz? İçlerinden biri
-Padişahımız biz kızınızda bir sorun bulamadık. Padişah çok kızmış.
-Bu nasıl doktorluk? Benim biricik kızım kaç gündür ekmek yemez su içmez bunun dermanı yok mu? Yeniden bunu araştırın yoksa doktorluğunuzu elinizden alırım. Size bir hafta müsaade. Demiş padişah.
Doktorlar ne yapacaklarını şaşırırmışlar. Düşünmüşler ne yapabiliriz periliğimiz durduruldu. İçlerinden biri; “kendinizi bir yoklayın bakalım” demiş. Bakmışlar kiminin periliği duruyor kiminin durmuyor. Periliği devam edenler hemen işe koyulmuşlar. Bir periyi araştırma yapması için saraydan kaçırmışlar. Peri kralın oğlunun kızı gördüğü yere gelmiş. Derenin derin olduğu yerde peri kızını resmi varmış. Doktor aynalı kayaya çıkmış. Etrafa bakmış. Yerde kralın oğlunun kılıcının kınından bir parçayı görmüş. Peri doktor insan kılığına girmiş. Parçayı alıp aşağı inmiş. Birde ne görsün; kralın oğlunun seyisi. Yukarı çakacağım diye seslenmiş. Çıkma demiş peri doktor ben senin aradığını buldum. O zaman beni oraya götür demiş. Beraber yola çıkmışlar. Peri doktor sen kralın oğlunun yanına git ne tarafta olduğunu bana göster demiş. ben oraya gelirim ancak bir pencereyi açık bırak demiş. seyis tamam demiş ve gitmiş. İçeri girmiş hava karamış seyis odaya girmiş pencereyi açmış. Kralın oğlu kalkmış. Ne oldu buldun mu demeden peri doktor içeri girmiş. Eğilip selam vermiş. Kralın oğlu sen kimsin demiş kılıcını çekmiş. Peri doktor elini kaldırmış. Parçayı göstermiş. Kralın oğlu hemen elini çekmiş. Parçayı görmüş başını eğmiş. Nerede buldun diye sormuş. Peri doktor da senin aşık olduğun yerde demiş. kralın oğlu sen nereden bilirsin demiş. peri doktor ben bilirim kız bizim kızımız ondan bilirim demiş. kralın oğlu şaşırmış. Ama o kız bana peri olduğunu söylemişti. Ben de babamı istetmeye yollayacağı söylemiştim ben onu gördüğümden beri uyuyamıyorum. Peri doktor bizim kızımız çok hasta aşık olmuş babası bütün doktorları topladı. Onun hastalığının çaresi bulunmazsa doktorluğumuz elimizden alınacak. Sen babanı gönder biz elimizden geleni yaparız demiş. Peri doktor saraya dönmüş. Arkadaşlar bir ip ucu buldum bu cezayı almayacağız demiş. herkes çok sevinmiş. Sabah olmuş kalkmışlar. Tüm doktorlar kızın yanına gitmişler. Hepsi sırayla muayene etmişler. Hepsi aşık olduğu konusunda hemfikirmiş. Padişaha bunu bildirirmişler. Padişah çok şaşırmış. Bu kız nereye gitti ki aşık olsun imkânsız demiş. karısını çağırmış. Hanım düğüne eğlenceye gittiniz mi? Karısı cevap vermiş.Yok efendim sana sormadan nereye gidebiliriz ki. Ama kızımız sadece aynalı kayaya gitti başka bir yere gitmedi. Demiş. padişah da tamam demiş. benim amcamın kızı da orada aşık olmuştu şimdi anladım. O kayada bir şey var onu araştırmam lazım. Doktorlarım orada ne olduğunu bilir. Karıncalar kralı kızı istemeye gelmiş. Dört gün dört gece sonunda horasan tepesine ulaşmışlar. Askerlerini biraz uzakta bırakıp seyisleriyle gitmişler. Periler bunları çok güzel ağırlamış. Sofralar kurulmuş, türlü yemekler yenmiş. Kral kızı istemiş. Padişah da ben bir kızıma sorayım bakalım ne diyecek? Demiş. Kızı çağırmışlar padişah sormuş: sevgili kızım karıncalar kralı seni oğluna istiyor sen ne dersin demiş. Kız çok sevinmiş. İsterim baba demiş. Padişah ama kızım onlar ölümlü biliyorsun değil mi? Hem çok uzaklardan geldiler sen buraya nasıl geleceksin diye sormuş. Kızı olsun babacığım ben ölümlü istiyorum hem uzak olsun önemli değil vardır onunda bir kolayı demiş. peri padişahı kralın yanına gitmiş. Ben kızımı veriyorum demiş. padişah herkese haber yollamış sarayımı en iyi şekilde hazırlasınlar kızımın düğünü olacak. Her şey mükemmel olmalı biz periler saltanatımızı kaybetmeyelim demiş. kral ben de haber salayım memlekete hazırlık yapsınlar demiş. peri padişahı hemen iki periyi yanına çağırtmış. Onlara dört asker alın küçük anka kuşunu da alın gak deyince su guk deyince etini verin demiş. kral hiçbir eksik olmasın diye talimat vermiş. Anka kuşu gelmiş. Askerler ve periler yola çıkmışlar. Karınca memleketine gitmişler. Orada askerler inmiş. Kralın oğlu ile seyisi binmiş. Memlekete de haber verip saraya dönmüşler. Herkes kralın oğlu ile seyisini çok güzel karşılamış. Kralın oğlu çok şaşırmış. Bunlar bize çok iyi davranıyorlar bunun içinde bir iş olmasın diye şüphelenmiş. Peri kızı çok ölümlü olacağı için çok seviniyormuş. Anası bunu duymuş çok üzülmüş. Kendi kendine acaba neden böyle söylüyor neden ölümsüzlüğü istemiyor ben bunu bir araştırayım demiş. peri birlik başkanına gitmiş. Benim kızım ölümsüzlüğü istemiyor bu durumu istemesi sevmesi için ne yapabiliriz demiş. başkan kıza soralım ona göre düşünelim demiş. odasına gitmişler. Bir de ne görsün anası kız kralın oğlunun kucağında oturuyormuş. Anası çok üzülmüş. Başkanın yanına dönmüş. Kızım ölümlüyü içeri almış başkanım demiş. başkan bu kızın amcası da ölümlüyle evlendi o da bizim hayatımızı sevmezdi kızın amcasına çekmiş. Demiş. kızı kendine bırak üstüne gitme diye uyarmış. Anası kabul etmemiş. Kızın odasına tekrar gitmiş. Kapıyı çalmış. Kız açmış ne oldu ana ne istiyorsun demiş. anası sen ölümlüyü neden içeri aldın bizim şartlarımızı neden kabul etmiyorsun demiş. kızı ben bu hayatı hiç istemiyorum ana onun için ölümlü olmak istiyorum beni affet demiş. anası ama kızım peri olmak çok güzel ölümlüleri türlü türlü şekillere sokarsın. Onlarla dalga geçersin korkutursun demiş. kızı ben öyle şeyleri sevmiyorum ana insan gibi görünüyorsunuz ama sonra peri oluveriyorsunuz. İnsanlara kötülük yapıp dalga geçiyorsunuz. Ben bunları küçüklükten beri hiç sevmezdim ama size söyleyemedim. Anası şimdi anladım benim verdiğim görevleri bu yüzden yapmıyordun demiş. evet anacığım sizden korktuğumdan yapmıyordum ama artık ölümsüz olduğum için üzülmeme gerek kalmadı. Beni kralın oğlu çok mutlu edecek. Sen her şeyi bana bırak ana demiş. anası peki kızım doğurduğun çocuklar ölümsüz olsun o zaman demiş. kızı onu da kabul ermemiş. Düğün dernek kurulmuş. Ama ana peri ortalarda yokmuş. Kız şüphelenmiş. Anam bir iş peşinde ama benim bunu öğrenmem gerek diye düşünmüş. Padişahın huzuruna çıkmış. Babacığım anam ortalarda yok nerede olduğunu biliyor musun? Demiş. padişah yok kızım bilmiyorum demiş. kız babacığım anam benim onlara gelin gitmemi istemiyor bana baskı yapıyor. Ben anamdan korkuyorum çok kötülük yapıyor. Padişah sen korkma kızım hazırlığını yap ben ananı buldururum demiş. kız hazırlığını yapmaya gitmiş. Padişah adamlarını çağırmış. Karımı bulun bütün kötü huylarını iyiye çevirin demiş. peri ana tüm iyi huylarıyla eve dönmüş. Hiçbir şey olmamış gibi kötülükleri unutmuş. Misafirleri çok güzel ağırlamış. Gülmüşler. Eğlenmişler. Her ülkeden davetli periler gelmiş. Kız çok mutluymuş. Sarayda bir hafta düğün yapılmış. Gelinin her şeyi hazırlanmış. Düğün bitmiş. Büyük anka kuşu hediyelerle gelmiş. Başkan dört tane daha kuş istemiş. Kuşlar gelmiş. Askerler binmiş. Gelin kralın oğlu seyisleri ve koruyucuları ayrı kuşa bindirmişler. Horasan tepesi ışıl ışıl olmuş. Oradan geçen keloğlan burada neler olmuş böyle demiş. bir de ne görsün rüyasında gördüğü kız oradaymış. Kızın yanına gitmiş. Sen benim rüyamda gördüğüm kız değil misin? Diye sormuş. Kız git başımdan kel başlı oğlan benim seninle ne işim olur demiş. keloğlan beni severken böyle söylemezdin demiş. ben hep seni düşündüm bu zaman kadar demiş. bu rüya mı şimdi diye sormuş. Kız tabi ki rüya gerçek mi sandın keloğlan git başımdan demiş. keloğlan tamam demiş ve oradan ayrılmış. Kuşlar havalanmış gak diyene et guk diyene su vermişler. Karınca memleketine ulaşmışlar. Kralın askerleri onları karşılamış. Davetliler onları bekliyormuş. Kız için hemen bir saray yapmışlar. hediyeleri saraya taşımışlar. Aradan zaman geçmiş. Bir kız bir oğlan çocuğu meydana gelmiş. Kral oğlunu çağırmış. Oğlum sen karını al horasana git torunlar dedelerini ananelerini görsünler demiş. yarın erkenden yola çıkın ama demiş. kralın oğlu tamam baba demiş. karısının yanına gitmiş. Karıcığım babam bizi horasana babanların yanına gönderiyor ne dersin gidelim mi demiş. kız gidelim tabi çok özledim babamları demiş. padişaha haber salmış. Kral seyisi çağırmış atları hazırlatmış. Kral torunlardan ayrılamazmış ben onlarsız ne yapacağım diye düşünürmüş. Hadi bakalım çıkın yola gelinim çok güzel tam bir peri kızı ama o hayatı sevmiyor demiş. Yola çıkmışlar horasana varmışlar. Padişaha haber gitmiş. Padişah da herkese haber salmış kızım torunlarım geliyor hazırlık yapılsın demiş. Hazırlıklar bitmiş. Kızı damadı ve torunları nihayet gelmiş. Padişah çok sevinmiş. Ben bir torun bekliyordum ama iki tane geldi demiş. Benim hiç oğlum yok her şeyimi bu oğlana bırakacağım demiş. Peri ana çok kızmış. Onlar ölümlü bırakacaksan benim kardeşime bırak demiş. Padişah senin kardeşine neden bırakayım o benim soyumdan değil ki demiş. Sen kendi payına düşeni kardeşine bırakırsan ona bir şey diyemem demiş. Padişah başkanı çağırın demiş yönetim toplansın demiş. Toplanmışlar padişah karımın payına düşeni ayırın benim tüm varlığım torunlarımın olsun bu evrak benim dosyamda olsun demiş. Peri ana çok sinirlenmiş. Çılgına dönmüş. Kayabaşından atmak için ikizleri kaçırmış. Kızı çocuklarını bulamamış çok meraklanmış. Padişaha gitmiş. Baba çocuklarım yok anamda yok demiş. padişah hemen askerleri toplatmış. Anka kuşunu hazırlatmış hemen harekete geçmişler. Damatla karısı yola çıkmışlar. Aynalı kayaya doğru hızla yol almışlar. Askerler oraya varmışlar. Peri ana tam ikizleri kayadan atacakken onu yakalamışlar. Başkan kuşu oraya indirmiş. Padişah ikizleri hemen korumaya almış. Karısının tutuklanmasına karar vermişler. Savcılar hakimler büyükler aynalı kayaya toplanmış. Orada karar vermişler. Damat ve peri kızı ancak gelebilmişler. Kız anasına koşmuş anacığım neden böyle yaptın? Anasının gözleri dönmüş ben oğlan doğuramadım onları çok kıskandım demiş. Ölmelerini istedim demiş. Kız çok üzülmüş. Ama ana ben senin kızın değil miyim? Onlar benim çocuklarım senin de torunların demiş. Anasının gözleri büyümüş ben bunları hep unuttum demiş. Torunlarını görmek istemiş. Yönetim izin vermemiş. Doktorlar gördükten sonra karar verilecek demişler. Padişah zararlı mı değil mi ona göre rapor isterim. Yoksa hepinizin periliğini elinizden alırım demiş. Periler padişaha tamam demişler. Karar verilmiş. Peri anayı kontrol altına almışlar. Peri hastanesine götürmüşler. Hepsi ayrı ayrı muayene etmişler. Bu hasta değil mal davası demişler. Peri anaya sormuşlar neden bu çirkin işe başvurdun? Peri ana neden olacak kendi mirasını torunlarına bırakıyor demiş. doktor tabi ki torunlarına bırakacak başka kime bırakacak demiş. peri ana ben kardeşime isterim demiş. doktor olmaz suçlu düşer sen kendi hakkını kime bırakırsan bırak ama ona karışma demiş. peri ana çok sinirlenmiş oracıkta zehir içmiş. Doktorlar görmüş ama kimse yetişememiş. Peri ana ölmüş. Perilerin bir kaçı bu olaydan sonra ölümlü olmayı istemiş. Padişah tüm varlığını kızına torunlarına bırakmış. Oda ölümlü olmuş. Kızı çocukları ve kocasıyla karınca memleketine dönmüş. Oranın sayılı gelinlerinden olmuş. Mutlu yuvaları sürüp gitmiş. Bu masal da burada bitmiş.

YAZAN: REFİKA DURAL

Yürek Ana Masalı

 Yürek Ana Masalı

Ala dağlar, karlı dağlar yüceden yüce. Ömrümüzün yarısı gündüz yarısı gece. Denizler masal gökler bilmece. Eser evrende seher yeli ince ince. Yaşar gideriz bu koca dünyada oğul, kimimiz gaddar, kimimiz insanca. İlle de insanca çok zor işte. Kimler gelip gitmemiş ki; bu kavanoz dipli dünyadan. Akıllısından delisine, köründen, kelinden, kösesinden. Eşeğinden, atından, katırından. Korkak pısırıktan tutun da, devlere, canavarlara kafa tutanlara dek. Sayın sayabildiğinizce.

Çok eskilerde daha zaman belli değilken insanlar düşünüp dururlarmış kendince.

“Vakti zamanında ayların adları falan yokmuş. Yiğit ana denen yürekli bir kadının on iki erkek çocuğu varmış. Onlara evlatlarım der de başka bir şey demezmiş. Çocuklar gel zaman git zaman büyüyüp denizci olmuşlar. Her gün denize açılarak, balık sünger toplamışlar. Yani sizin anlayacağınız, hayırlı evlat olmaya yüz tutmuşlar. Yiğit ana, çocuklarının bu çalışkanlığından çok gururlanırmış. Nedir ki, mutluluğu uzun sürmemiş yiğit ananın. O zamanlarda kale sahibi olan zalim bir hükümdar; on iki kardeşi yakalayarak zindana attırmış. Acımasız hükümdar, bununla da kalmayarak kardeşleri zindanda birbirine zincirlerle bağlamış.

Kardeşler, kurtulmak için düşünmüş taşınmışlar sonunda, büyük olanı:

`Bizi burada kurtarırsa, bir yiğit ana kurtarır,” demiş.

“O değil, onun türküsü kurtarabilir ancak...” demiş ikinci oğlan.

Analarının kale duvarı dibinde türküye duracağı anı tam iki yıl beklemişler sabırsızlıkla. Kadının türküsünden güç alıp, zincirleri koparmanın, zindandan kurtulmanın tek çaresi türküymüş meğer ve sonunda muratlarına ermişler. Günlerden bir gün, sabrı tükenen yiğit ana; her türlü güçlüğe rağmen kalenin duvarı dibinde, sesi çıktığı kadar, yanık yanık türkü söylemeye başlamış...

Nice mertler durur mert ülkesinde
Adam heveslenir eğlenmesinde
Diyar-ı gurbetin çar köşesinde
Eğleşilmez kisb-u kâr olmayınca

Bu ezgiden sonra yiğit ana hemen ikinci bir türküye geçti ki, yürek dayanası değildi.

Bir yiğit düşmesin elin diline
Söyleyi söyleyi destan ederler
Nice Yavuz olsa yiğidin adı
Anı gurbet ile mihman ederler

Sevdiceğim bunun ile dört oldu
Saramadım yüreğime dert oldu
Öpmedim kaçmadım adım sevd’oldu
Billahi sevmedim bühtan ederler

Karac’oğlan der ki namı alemde
Kudretten çekilmiş kaşlar kalemde
Vadem yetip gurbet elde ölende
Duyar düşmanlarım bayram ederler

Gök mavisini denize, deniz mavisini güne, gün de mavisini ışığa verivermiş. Rüzgar türküyü, ahenkleştirerek zindana, çocukların yanına taşımış. Türkü ile birlikte çocukların yüreğine sevgi akmış buram buram. Zindanın içi bir anda aydınlanmış. Işıkla birlikte çocukların yüreği coşkuyla dolmuş. Coşkuyla birlik çekip koparmışlar zincirleri. Sevinçle çıkmışlar zindandan. Yiğit analarının yanına varıp, analarının boynuna doya doya sarılmışlar.

“Sen olmasaydın bu zindandan çürür kalırdık ana,” demişler.

Yiğit ana, çocuklarını bağrına basıp kokladıktan sonra, üzgünce:

“Buralarda fazla kalamazsınız. Varın gidin başka diyarlara, on iki ayrı kola dağılın, kendinize göre yaşamınızı kurun!..” demiş.

Oğulları hep bir ağızdan:

“Sensiz hiç bir yere gitmeyiz,” demişler.

Yiğit ana, gözü yaşlı:

“Ben sizin bulunduğunuz her yerde olacağım evlatlarım.. 

Yürekleriniz sevgi ve saygı ile çarpacağına göre, ben de heran yanınızda olacağımı unutmayın...” demiş.

Büyük oğlan, anasının boynuna sarılarak:

“Bizim adlarımız yok ki ana, böyle adsız, şansız nasıl gidebiliriz ki!..” demiş.

On ikinci oğlan:

“Üstelik de ne yapacağımız, ne iş tutacağımızı da bilmiyoruz!..” demiş.

Yiğit ana, bir an düşünmüş, taşınmış sonra da kendinden emin bir şekilde:

“Hele şöyle karşıma dizili verin bakalım,” demiş.

Oğlanlar, analarının isteğine uygun , karşısında boy sırası dizilmişler.

Yiğit ana, evlatlarını bir iyice süzdükten sonra, en büyük oğlundan başlayarak:

“Senin adın, bundan böyle ocak olacak,” demiş,

İkinci oğluna da:

“Senin adın, Şubat,”
“Senin adın , Mart,”
“Senin adın, Nisan,” 
“Senin adın. Mayıs,”
“Senin adın, Haziran,”
“Senin adın, Temmuz,”
“Senin adın, Ağustos,”
“Senin adın, Eylül,”
“Senin adın, Ekim,”
“Senin adın, Kasım,”
“Senin adın da Aralık,” diyerek, her oğluna sırayla bir adı taktıktan sonra , şöyle deyivermiş:

“Zamanla adınıza layık işlerin nasıl görüleceğini de Doğa Ana’dan öğrenmiş olacaksınız. Haydin şimdi uğrunuz açık, kılıcınız keskin, kazancınız bereketli ola, şimdi vakit yitirmeden dağılın ve uzaklaşın buralarda.” 

Ocak, ayrılmadan önce:

“Onu nasıl bulabiliriz?” diye sormuş.

Anaları:

“O sizi bulacak, meraklanmayın siz! Bulduğunda da görevlerinizi söyleyecek, iş verecek, aş verecek, canınızı sıkmayın siz.” demiş ...

Sanatevi Masalı

Sanatevi Masalı

Çok uzakta bir ülkenin küçücük bir kentinde, Vali ve halkı mutluluk içinde yaşarmış. Kentte herkes birbirini tanır, birbirine yardım edermiş. Bu kentin, ülkedeki diğer kentlere göre hiçbir ayrıcalığı yokmuş. Hatta diğer kentlerin bir çok üstünlükleri sıralanırken, bu kent halkı için `Çok sıradan` ve `Değersiz` kimseler olduğu bile söylenirmiş...

Vali bu küçücük yerleşimi, ülkede adından söz edilen önemli bir kent yapmak ve ünlü bir belde olmasını sağlamak istermiş. İnsanlar gözlerini kapayınca neler istemez ki? Vali de öyle. Geceleri düşlerini renklendiren düşüncelerle doluymuş. İçinde bir istek varmış. Bir yolunu bulup adını duyurmak, herkesin bu küçücük kentten söz etmesini sağlamak en büyük düşüymüş... Düşleri gelişip büyürken, bir fırsat kollayıp onları gerçekleştirmek istiyormuş. `Birini bulmalı, onun bir şey yapmasını sağlamalı... Adımızı duyurmalıyız` der dururmuş.

Kent halkı çalışıyor, Vali`yi mutlu etmek için uğraşıyormuş ama, kimse onun düşlerini yaşama geçirecek o büyük atılımı gerçekleştirecek yapıda değilmiş. Onlar yaşamı alıştıkları gibi sürdürmek istiyormuş. Yeni bir atılım yaparak yaşamı zorlaştırmak, yoğun emek harcamak istemiyormuşlar... `Böyle sürüp gitsin. Kimse bize bulaşmasın` türünden bir düşünce içindeymişler... İşte Vali`yle halk arasındaki en büyük çelişki buradaymış: Durağan bir halk kesimiyle, girişimci valinin düşünce yapısındaki ayrılık...

Vali, halkını çok seviyormuş ama, atılgan ve girişimci olmamaları karşısında üzüntü duyup günlük işlere bulaşmadan eli yanağında düşüncelere dalıyormuş... Sonunda, `Büyük taş yontucuyu çağırayım. Gerçi biraz yaşlandı ama, hala bir şeyler üretebilir...` demiş ve yardımcılarına görev vermiş: `Varın onu bulup getirin. Kentin meydanına bir yapıt kondursun`.

Ülkenin diğer köşesinde, büyücek bir kentin küçücük bir mahallesinde sessizce yaşamını sürdürmekte olan büyük taş yontucuya ulak göndermişler. Kentin ileri gelenleri onunla görüşmek istediklerini bildirmişler. Taş yontucu, pek bir anlam veremeden bu küçük kentte doğru yola çıkmış. Uzunca bir yolculuktan sonra küçük kentin yolunu bulabilmiş ve sora, sora kente ulaşmış. `Ne tuhaf? Yerini bile bilen yok. Bu kent halkı benden ne ister ki?` diye düşünmeden edememiş. Sonra, `Belki yeni kent olmuştur. Adını onun için bilmiyordurlar` diye yorum yapmış. Öyle ya, yeni bir kentin girişine kentin adının yazıldığı bir taş kapı olsa, bu kapıyı da taş yontucu yapsa, o zaman kendisinden bir şey istemeleri doğal olurmuş. Yoksa durup, dururken kim büyük taş yontucudan yararlanmak istesin? Herkes iyi kötü taş yontuyor. Sıradan bir iş için başkalarını bulurlar. Büyük taş yontucuya ödeyeceklerinden daha az bir bedelle işi yaptırabilirmişler.

Kent içinde dolanıp duran taş yontucu, Vali yardımcılarını bulmakta oldukça zorlanmış. Kent halkı nedense bir türlü ona yardım etmek istememişler. Sorularını yanıtsız bırakmışlar. Bir sözcük birinden, diğerini bir çocuktan derken, bin bir güçlükle gideceği yeri öğrenebilmiş. Bir çoğu, sorduğu adresi, bir çok yapının bulunduğu yönü eliyle gösterip `Orada` deyip yanından uzaklaşmış. Anlaşılan kimse üzerine yüklenecek yeni bir görevle yaşam biçimini değiştirmeye niyetli değilmiş. Zavallı taş yontucu, yorulup bir yapının merdivenlerine oturmuş. Yürümekten ayaklarına kara sular indiği için dinlemek istemiş. Neden sonra, yanından gelip geçenlerin konuşmalarına kulak misafiri olunca, bu yapının aradığı yer olduğunu anlamış. Girişteki görevli içeriye haber göndermiş ama, kuşkuyla taş yontucusunu süzüyormuş. İçeridekilere `Kapıda biri var. Merdivenlerde oturuyor. Sizinle görüşmek istiyor. Başımızdan savayım mı?` diye haber göndermiş. Bekleyenin taş yontucusu olduğunu anlayan Vali yardımcıları, istemeyerek adımın içeriye alınmasını buyurmuşlar. Sonunda sallana, sallana kapıya değin gelen uyuşuk bir görevli, `Buyurun Vali yardımcıları sizi bekliyorlar` diye yaşlı taş yontucusunu içeri almış. Nedenini öğrenme merakı olmasa, yaşlı taş yontucusu çoktan buralardan uzaklaşırmış. `Hele bir öğrenelim ne istediklerini, çalışıp çalışmamak konusunu sonra düşünürüz `demiş. Görevli önde, taş yontucu arkasında uzunca bir koridordan yürümüşler. Koridorun sonundaki kapıyı açan görevli, taş yontucusunu büyücek bir toplantı salonuna almış. Uzun masanın bir köşesine yerleşen yaşlı adam beklemeye başlamış. Biraz sonra odaya gelen görevliler birer ikişer masanın çevresine yerleşmişler. Gelenler masanın bir köşesinde kümelenirken, diğer köşede sessizce bekleyen taş yontucusu, kırışık göz kapaklarını aralayıp onları süzmüş. Gelenlere bakarak, ne tür bir iş için burada bulunduğunu anlamaya çalışıyormuş... Sonunda Vali yardımcılarından bir kaçı salona gelmişler ve toplantı başlamış. Hemen isteklerini anlatmışlar. Amaçları kentin merkezindeki alana bir çeşme yaptırmakmış. Havuz gibi fıskiyesi olan bir çeşmeden söz etmişler. Taş yontucu pek anlayamamış. Onca yolu bu kente çeşme yapmak için gelmiş olduğuna inanmamış. Konunun kendisine yanlış aktarılmış olabileceğini düşünmüş Kentten ayrılmadan Valiyi görüp asıl isteğinin ne olduğunu öğrenebilmek için o gece daracık bir sokaktaki küçük bir pansiyona yerleşmiş. Ertesi sabah erkenden Vali Konağına gidip görüşme isteğini bildirmiş. Kendisine Valinin dört gün sonra görüşebileceğini söylemişler. Bu küçük kentte dört gün beklemektense evine gitmeyi yeğleyen taş yontucusu yola koyulmuş.

Evde otururken, odadaki kuş kafesin kapısını açıp serçesini salmış. Serçe, oda içinde uçarken onu izlemiş. Serçecik kah perdelerin üzerine konuyor, kah omzuna konup kulağına hoş sözler fısıldıyormuş. Yaşlı taş yontucu serçesini izleyerek, kulağına fısıldadıklarını dinleyerek düşler kurmuş... Kurduğu düşlerden birçoğunu biçimlendirip Valiye öneri olarak götürmek istiyormuş. `Bir çeşme yapmak için beni çağırmış olamazlar` diye söyleniyormuş.. Amacı kent merkezine yapılacak sıradan bir havuz yerine kente yakışır bir yapıt oluşturmakmış. Vali de kendi gibi düşünmemiş olsa, onca yoldan kendisini çağırmış olmazmış. Birçok kurgu hazırlamış. Hepsini en ince ayrıntılarına değin düşünmüş. Çözümlerini ve gerekçelerini araştırmış...

Dört gün denen nedir ki? Göz açıp kapayıncaya değin geçivermiş. Gün gelmiş taş yontucu Vali Konağının salonunda, Vali ile yapacağı görüşmeyi beklemeye başlamış. Bir süre sonra Vali`nin odasına karşılıklı konuşmaya başlamışlar. Taş yontucu aklına gelen tüm kurguları anlatmış ama, Vali`den tepki gelmemiş. Onun istediği daha değişik bir işmiş. Vali öyle bir yapıt istiyormuş ki, içinde ülkenin her kentinden bir parça olsun, her kent bu yapıtla gurur duysun... Böylece küçük kent diğerleri arasında yücelsin, saygınlığı artsın... Taş yontucu bir çözüm üretmeye söz verip Valinin yanından ayrılmış.

Evine dönünce küçük serçeyi avucunun içine alıp düşünmeye başlamış. `Ne yapabilirim? Nasıl bir yapıt ülkenin her yerinden bir parça içerebilir?` diye bir çok soruyla günlerce uğraşmış. Bir çözüm üretememiş. Bir gün, küçük serçeyi ağzında taşıdığı küçük dal parçalarını kafesin bir köşesinde biriktirirken görmüş. Küçük serçe, dal parçalarını bir araya getirip kendine yuva yapmaya çalışıyormuş... Taş yontucu sevinmiş. `Buldum` demiş. Ülkenin her kentinden değişik bir taş alacak ve hepsini uyum içinde bir yapıda birleştirecekmiş. `Her kent kendinden bir parça olan bu yapıyı benimser ve onu yüceltir. Böylece Valinin istediği yerine gelir` demiş. Kolları sıvayıp çeşitli tasarımlar yapmış. Elinde bir çok örnek çalışmayla Valinin karşısına dikilmiş. Bu kez elindeki örnekler Valinin ilgisini çekmiş. Hatta bir kaçına yapıcı öneriler getirmiş. Sonunda tasarımlardan birini geliştirmek için anlaşmışlar. Taş yontucu, evine dönerken sevinç içindeymiş. Odasına girince serçesini avucunun içine alıp, parmaklarıyla ensesine okşamış. Küçük serçe, yuvasını kurarken kullandığı dal parçalarının, kocaman bir tasarımın oluşumuna katkısını bilmeden sevinç içinde ötmüş durmuş...

Taş yontucu tasarımı iyileştirirken hangi taşları nasıl kullanacağını, birleştirirken kullanacağı yöntemleri belirlemiş. Ne kadar zamanda işi yapacağını ve maliyetini saptamış. Sonra tüm çalışmalarını ve küçük serçesini yanına alıp Vali`nin kentine gitmiş...

Vali sunulan tasarımı incelemiş, sorularına uygun yanıtlar alınca taş yontucusunu Vali Konağının arkasındaki küçük odaya yerleştirip:

- `Burada çalışmalarına başla` demiş.

Taş yontucu bahçeye bakan alt kattaki odaya serçesiyle yerleşmiş. Bazen kapıyı açıp serçenin kafesini bahçeye çıkarıyor, güneşlenmesini sağlıyormuş. Taş yontucu ilk iş olarak, taşları nereden toplayacağını belirlemiş. Toplanan taşları düşlerindeki yapıda nasıl kullanacağını kurgulamış. O kurgularını hazırlaya dursun, serçecik kent içinde uçuşuyor, çevreyi araştırıyormuş. Sonra taş yontucunun omzuna konup kentte gördüklerini kulağına fısıldıyormuş. Kocaman Vali konağının küçücük bir odasında kimselere görünmeden çalışan taş yontucu, serçesinin anlattıklarından herkesin ne yaptığını, kimin işine yarayacağını öğrenmiş. Seçtiği kişilerle çalışmaya başlamak için kentin merkezinde göreve başlamış. Vali, taş yontucusunun seçtiği kişileri onun emrine vermiş. Hep birlikte çalışma alanını temizlemişler. Sonra çevresini tahta perdeyle kapamışlar. Köşeye küçük bir atölye kurmuşlar. Kentte bulunan en küçük keski ve çekiç, taş yontucuya iş aracı olarak verilmiş. Taş yontucu, bu araçlarla binlerce taşın yontulmayacağını biliyormuş ama, hiç ses çıkartmadan çalışmaya başlamış. Önce bulundukları kentten, sonra yakın çevredeki kentlerden buldukları taşları toplayıp çalışma alanına yığmışlar. Taş yontucu, bunları biçimlendirmeye başlamış. Bir gün çalışma alanına gelen Vali, irili ufaklı yontulmuş taşlara bakıp gülümsemiş. Yanındakiler bu taşların nasıl bir araya geleceğini pek anlamamışlar ama, yontulan taşların tozundan kardan adama dönen taş yontucusuna bakıp sevinmişler. Sevinçlerinin bir gerekçesi yokmuş. Onlar, `Vali gülümsedi, işler yolunda gidiyor olmalı` diye sevinmişler. Onları ilgilendiren, değişmesini istemedikleri yaşamlarının sıradan akışıymış... Taş yontucusu ve yaptıkları ilgilerini çekmiyormuş...

Çalışma alanı yeni getirilen renkli taşlar ve yontulup biçimlendirilmiş taş parçalarıyla doluymuş. Bir de çevreyi sis bulutu gibi saran yontulmuş taş tozları varmış. Herkes merak içinde çalışma alanına gelip yontulmuş taş parçalarının nasıl birleştirileceğini ve sonunda onlardan ne yapılacağını öğrenmeye çalışıyormuş. Bu arada yan gözle yorulmadan çalışan taş yontucusunu izlemeyi de unutmuyormuşlar. Taş yontucu işine ara verdiğinde, kafesin kapısın açıp serçesini avuçluyor, onunla konuşup dinleniyormuş. İzlendiğini önemsemeden çalışan ve dinlenen taş yontucu yaşamını sürdürürken kent halkı huzursuzmuş. Onlara göre kentin göbeğinde ak saçlı deli adam, sürekli taş yontup kenti toza buluyor ve birçok biçimsiz taş parçası üretiyormuş.

- `Ne olacak bu taşlar?` demeye başlamışlar.
- `Bunlar bir işe yaramaz. Sonunda taş yontucu gider. Biz de taşları temizleyip alanı çimlendiririz. Yuttuğumuz toz da yanımıza kar kalır` demişler.

Taş yontucu arada bir çantasına doldurduğu taş parçaları ve kafesiyle kentten uzaklaşıyor, birkaç gün ortalıklarda görünmüyormuş. Sonra çantası ve serçesiyle dönüp atölyede çalışmalarını sürdürüyormuş. Artık merak edip taş yontucusunu izleyenler, ne yaptığını öğrenebilmek için atölyeye yaklaşıp onunla konuşmaya başlamışlar.. Zavallı taş yontucusu, tozdan aklaşan kirpiklerini aralayıp gelenleri güler yüzle karşılıyor, sorularını yanıtlıyormuş.

Bir gün genç bir bayan çekinerek atölyeye yaklaşmış. Elinde büyücek bir tepsi varmış.

- `Ayran içer misiniz?`

Ayran? Yaşlı taş yontucu yıllardır ayran içmediğini anımsamış. Ama, genç ve güzel bayanı kırmamak için ayranı içmiş. Ayranı dinlenerek içerken, genç bayan yanındaki taşa oturup beklemiş. Taş yontucu ona baktıkça, gülerek konuşmuş. Konuştukça yaşlı adamın ilgisini çekmiş. İkisi uzun süren bir söyleşi içine girmişler. Biri konuşuyor, diğeri dinliyormuş. Arada gülüştükleri oluyormuş. Serçecik taş yontucusunun omzuna konmuş. Kulağına birkaç söz fısıldamış. O anda genç kızı dinlemekte olan yaşlı taş yontucu, serçenin söylediklerini duymamış. İkisi de aynı anda konuşunca, serçeninkileri anlayamamış. Serçe de öfkelenip kulağını gagalamış ve uçup gitmiş. Yaşlı adam kanat çırptığını duyunca, serçenin arkasından seslenmiş ama, geç kalmış. Serçe, bir çırpıda damların üzerinden uçup gözden kaybolmuş. Anlatanın sözünü kesemediği için serçesini dinleyemediğine çok üzülmüş. Hüzünle `Döner nasıl olsa, beni buralarda yalnız bırakmaz` diyerek, genç kızın anlattıklarını dinlemeyi sürdürmüş...

Genç bayan, bu kentte yaşıyormuş. Taş yontucusunun ne yaptığını öğrenmek için yanına geldiğini söylemiş. Ayran yakınlaşmak için bir gerekçeymiş... Taş yontucu gencin açık sözlülüğüne ve doğruluğuna inanmış. Güzel bayana yaptıklarını göstermek için yontulmuş taş parçalarını birleştirmeye başlamış. Her taş girintisine bir başkasının çıkıntısını birleştirip bir yığın oluşturmuş. İç içe geçmiş bir taş yığını yeterince yüksek olunca durmuş ve genç bayana dönüp:

- `Böyle bir şey yapıyorum` demiş.

Genç bayan taş yığının yanına gelmiş. Taşları incelemeye başlamış. Sonra, bir yere bakıp parmağını oradaki taşa dokundurmuş. Taş yerinden oynamış. Onun birlikte diğer taşlar da oynamış ve hepsi birden yere dökülmüşler. Genç kız gülerek taş yontucusuna bakmış:

- `Neden yıkıldılar?` demiş.

Ses tonunda alaycı bir anlam sezen taş yontucu, gözlerinin içi gülen bu gence bakmamaya çalışarak:

- `Bir sorun olmalı. Düzeltirim.` demekle yetinmiş.

Genç bayan gülerek taş yontucunun yanından uzaklaşmış. Genç bayan yanından uzaklaşınca, yığınları arasından onun bulduğu taşı aramış. Bu kilit taşı inceleyince yontuluşunda bir hata olduğunu görmüş. Kızın o taşı nasıl bulduğunu anlayamamış. `Çok becerikli ve dikkatli olmalı` diye düşünmüş.

Genç bayan, o günden sonra bir çok kez taş yontucunun yanına gelmiş. Onunla konuşmuş. Derdini dinlemiş. Serçesi yanında olmadığı için çalışmalarına ara verdiğinde taş yontucu genç bayanla konuşuyormuş. Aslında taş yontucu anlatıyor, genç bayan elini yanağına koyup onu dinliyormuş. Taş yontucu anlatmaktan yorulunca, taşları diziyor, kocaman bir tepecik oluşturuyor ve genç kıza dönüp:

- `Bu kez yıkamayacaksın.` diyormuş.

Oturduğu yerden kalkan genç bayan, yine taşları inceliyor, sonra parmağını uzatıp birine dokunuyor ve tüm taşlar çil yavrusu gibi dağılıp dökülüyormuş. Genç bayan gülerek taş yontucunun yanından uzaklaşırken, taş yontucu ellerini saçlarının arasına sokup yıkılan taş yığınlarına baka kalıyormuş...

Taş yontucu neredeyse yapıtı tümüyle unutmuş. Tüm uğraşısı genç bayanın yıkamayacağı bir yığın oluşturmak olmuş. Ama, her denemede genç bayan bir taş bulup hepsini devirebiliyormuş... Bu onun için bir oyun, taş yontucu için bir hırs biçimine dönüşmüş. Biri kurup diğeri yıkarken kent halkı onları izliyor, gülüp oynamalarına bakıyormuşlar. Onların ne yaptıklarını anlamayan, anlamaya çalışmayan kent halkı, hemen bir söylentidir tutturmuşlar.

- `Taş yontucu, genç bayanla oynaşıyor` demişler.

Bu söylenti Vali`nin kulağına değin gitmiş. Bir gün Vali, taş yontucunun yanına gelmiş. Genç bayan da tam o sırada parmağını uzatmış, dokunacağı taşı seçmek üzereymiş. Vali beklemiş. Genç bayan taşa dokununca, tüm taşlar alışılageldiği gibi yere dökülmüş. Taş yontucu öfkeden, genç bayan sevinçten gülerken, Vali onlara bakıp gülümsemiş. Sonra ikisini orada bırakıp hiçbir şey söylemeden yanlarından uzaklaşmış...

Bu olayı izleyen günlerde genç bayan görünmez olmuş. Taş yontucu neden gelmediğini öğrenememiş. Kimseye de soramamış. Genç bayan uzaklaşınca, serçesinin yokluğunu anlamış. Onun uzun zamandır yanında olmadığı, genç bayanın geldiğinde uçmuş olduğu ve bir daha dönmediğini anımsamış. Serçesinin kendisine küstüğünü, yeni arkadaşını kıskandığını düşünüp üzülmüş... Ama, üzüntü serçeyi geri getirmemiş. Taş yontucu artık yalnız çalışıyor, taşlarını yontarken yorulunca, sessizce bir köşeye çekilip dinlemiyormuş... Dudaklarında ne bir gülücük varmış, ne bir sözcük çıkıyormuş. Dilini yutmuş gibi konuşmadan sessizce çalışmış durmuş...

Taşları yontarken aklında genç bayanın davranışları, kulaklarında çınlayan kahkahaları varmış. `Daha dikkatli yontmalıyım. Onun bulduğu taşlar gibi baştan sağma olmamalı` diyerek işine daha çok özen göstermiş. Artık taşları daha özenle yontuyor, arada birleştirip yıkmaya çalışıyormuş. İlk zamanki gibi hızla taş yontmasa da daha düzenli ve temiz iş çıkartmaya başlamış. Bir gün Vali yanına gelmiş. Yapılanlar hakkında bilgi almış. Sonra taş yontucunun birkaç gün için evine gitme isteğini onaylamış. Taş yontucu, işi bırakıp kendi kentine dönmüş. Evine gidince, serçesini camın köşesinde beklerken bulmuş. Onu avuçlayıp yanağına götürmüş. Gözlerinden yaşlar akarken onu ne kadar özlemiş olduğunu anımsamış... Ona, kent halkının söylentilerinden söz etmiş. Genç bayanın nasıl bozuk taşları bulduğunu ve bozuk taşa dokununca nasıl taşların yere döküldüğünü anlatmış. Serçecik sessizce onu dinlemiş. Hiçbir şey söylememiş. `Cik` bile dememiş...

Dönüş hazırlıklarına başlayan taş yontucu, nedense serçesini yanına alamamış. Ne dediyse, ne söylemeye çalıştıysa serçe, onu dinlemeden yanından kaçıyor, uzaktan kendisini süzüyormuş. Serçe bir yanda direnirken, yok olan genç kızı bir daha görmeyeceğini bilirken, yalnızlığa gömüldüğünü anlamış. İşi tek başına bitirmek zorunda olduğunu düşünmüş. Ne yapsın. `İşin bitmesi daha önemli` diyerek serçeyi evde bırakıp yollara düşmüş...

Kente varınca, durup dinlenmeden taş yontmaya başlamış. Bir bölümüne özen gösterdiği taşların bir çoğunda eskisi gibi baştan sağma çalıştığını sezince, onları daha sonra yeniden elden geçirmek için ayrı yerlere yığıyormuş. Sonunda, elindeki taşların çoğunu yontmayı bitişmiş. Kalan birkaç taşı da, son anda gerek olursa kullanmak üzere, alanın bir köşesine taşımış. Sonra yontulan taşları birleştirmeye başlamış. Kent halkı birleştirilen taşlardan oluşan yapıta bakıp ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyormuş. Sessizce bakıp durmalarından, yapıt için bir yorum üretmedikleri belli oluyormuş. İnsanlar hep böyledir. Anlamasalar da anlasalar da `Olmayacak. Yapamayacak` demekten kendini alamaz. Kent halkı da aynı biçimde davranmış. `Olmadı` türünden söylentiler yaymaya başlamışlar...

Yapıt tamamlanmak üzereyken Vali gelip çalışmaları yeniden incelemiş. `Hafta`ya açılış yapalım` diyerek taş yontucunun yanından ayrılmış. Vali açılış konuşmasında `Sanat Evi` yapmalarının önemini anlatıncaya dek, kent halkından konuyu anlayan çıkmamış. Aslında konuşma bittiğinde bazılarının `Sanat Evi görkemli olmalıydı. Çok yalın bir görüntüsü var` diyerek eleştirilerini sürdürdükleri görülmüş. Bazıları sanatçılarla dolacak kentte, yaşam biçiminin değişeceğini anlayıp huzursuz olmuşlar. Kent halkı tümüyle eski durağan düzenlerinin artık sürmeyeceğini anlayıp `Sanat Evi, kurulmadan kapanmalı` demeye başlamış...

Açılışı izleyen günlerde kente bir çok yapım ustası, bir çok taslak çalışmayla gelmiş. Hepsi de çok sıradan ve yalın görünümü olan Sanat Evi`ni eleştirmeye başlamışlar. Görüntüye aldanıp küçücük taşların ülkedeki tüm kentlerden toplanarak bir araya getirilmiş olduğunu, yoğun emek harcandığını önemsemeden eleştirilerini sürdürmüşler. Bir çoğu kendilerinin görkemli Sanat Evi taslaklarını övmüşler. Bitmiş Sanat Evi`ni yıkıp, görkemli bir yapı kurmayı önerenler bile çıkmış.

Taş yontucu, neden Vali`nin bilgiyi başından beri kent halkından sakladığını sonunda anlayabilmiş. Vali düşüncelerini yaysa, kent halkı söylenti üretir, başka kentler hemen benzer projeler oluşturup Vali`nin düşüncelerini engelleyebilirmişler. Nitekim, açılıştan hemen sonra, birkaç büyük kent başka Sanat Evi yapma girişiminde olduklarını duyurmuşlar. Amaçları bu küçük kentte yönelen ilgiyi dağıtmak, Sanat Evi projesini başlamadan bitirmekmiş. Onların çabalarıyla kent halkının davranışlarının benzerliği taş yontucuya çok tuhaf gelmiş. Vali`nin akıllı yaklaşımını ve projesini son ana değin gizleme becerisini çok yerinde bulmuş. `Bu davranıştan bir ders çıkartmalı. Yapılan iş sonuçlanıncaya dek, kimseye yapıtın tümü anlatılmamalı` diye düşünmüş.

Sonunda Sanat Evi, çevre kentlerden gelen sanatçıların yapıtlarıyla dolup taşmış. Herkes Sanat Evi`ni gezmeye gelmiş. Gelenlerin harcamaları ve sanatçıların yapıtlarının satılışı kente yeni bir canlılık getirmiş. Kent halkı, istemese de yeni koşullara ayak uydurmuş...

Taş yontucu işler yoluna girince Vali`yle vedalaşıp kentten ayrılmış. Kentin dışına çıkınca yolun kıyısında genç kızı görmüş. Ona gülümseyip `Her şey gönlünüzce olsun. Sizin çabanızla bu günlere geldik` diyerek teşekkür etmiş. Biraz ileride yolun solundaki ağaçtan gelen kuş sesine dönmüş. Küçük serçesi ağacın dalına tünemiş ona sesleniyormuş:

- Haydi, evimize gidelim...`

Yaşlı taş yontucu serçesine bakmış. Gözleri dolmuş. Onu avuçlayıp sevgiyle yanağına dayamak istemiş. Ama eski günleri, onun küsüp uzaklaştığı, özgürlüğü seçtiği günleri düşünüp:

- `Sen özgür olunca çok daha güzelsin. Bak şimdi daha güzel ötüyorsun. Sen de özgür kalmalısın.` diye avuçlarını açmış.

Serçecik uçup ağacın dalına konmuş. Uzaktan yaşlı adama doğru bakmış. Bu ara yaşlı taş yontucu, tozlu topraklı yollarda ilerlerken `Başka yapıtlar, daha güzel ve anlamlı yapıtlar yapmalıyım` diye mırıldanıyormuş...

>> Tembel Adam Masalı

Tembel Adam Masalı

Dedem Korkut`un dediği gibi: Yıllar önce, develer tellal iken, ben babamın beşiğini sallar iken, doğruluklar ülkesinde insanlar mutluluk içinde yaşaryormuşlar. Tüm insanları mutlu etmenin yolunu bulmuş olduğu için herkes Kral`ı çok seviyormuş.

Bu ülkede herkes gücünün yettiği kadar çalışırmış. Toplanan gelirden gereksinimleri kadar pay alırmış. Ülkede herkes canla başla çalışırken yalnız Kral çalışmaz, çalışanların ürettiğini satıp gelir toplama işini üstlenerek çalışmalara katkıda bulunurmuş. Kral toplanan gelirin dağıtımını kendi yönetir, haksızlık olmamasına özen gösterirmiş.

Bir gün ülkeye tembel bir adam gelmiş. Ülkeyi çok sevmiş. Ülkede yaşamak için Kral`dan izin istemiş. Kral, yaşamla ilgili tüm kuralları anlatmış. Bu kurallara uyduğu sürece ülkede yaşayabileceğini söylemiş. Yabancı adam ülkeye kabul edilince, sevinç içinde Kral`ın yanından ayrılmış ve yeni ülkesinde diğer insanlar gibi yaşamaya başlamış.

İlk zamanlar, o da işine herkes gibi zamanında gider, gücü yettiğince çalışır, gelirden gereksinimi kadar pay alırmış. Kimse onun ülkedeki varlığından etkilenmemiş. Hatta, üretime katkısı olduğu için sevmişler bile.

Tembel adam zaman geçtikçe işe geç gelmeye, hasta olduğunu söyleyip bazen hiç gelmemeye başlamış. İşi aksattığında, bulduğu gerekçeler öyle inandırıcı imiş ki, kimse onun gerçek niyetini anlayamamış. Diğer çalışanlar iş aksamasın diye onun yapması gerekenleri de yapmak zorunda kalmışlar. Ürün yine eskisi gibi zamanında tamamlanmış. Tembel Adam`dan kaynaklanan geçikme, diğerlerinin onun yerine çalışmasıyla önlendiğinden, toplanan gelirde bir azalma olmamış.

Gelir payları dağıtılırken, bir gün önce yatak döşek hasta olan Tembel Adam, paydaşların en önünde yerini almış. Son zamanlarda kimse onu bu kadar canlı ve dinç görmemiş. Herkes sırasını beklerken Tembel Adam, öne fırlamış ve gereksinimlerini sıralayıp, gelirden en büyük payı almak istemiş. Herkes `Gerçekten doğru söylüyordur, muhakkak gereksinimi vardır` diye O`nun isteğine karşı gelmemişler. Tembel Adam payın en büyüğünü alınca, diğerleri gereksinimlerini karşılayacak kadar pay alamamışlar. Çünkü kalan pay herkese yetmiyormuş. `Olsun daha çok çalışır, bir sonraki gelir paylaşımında gereksinimlerimizi karşılarız` diye düşünüp, kalanı paylaşmakla yetinmişler.

Tembel Adam ilerleyen yıllarda da aynı davranışı sürdürünce, diğerleri Kral`a gidip yardım istemişler. Kral da halkın huzurunu korumak ve haksızlığı önlemek için çalışma yaşamı ve gelir paylaşımı konusunda yeni bir uygulama başlatmaya karar vermiş ;

- Bundan böyle çalışanlar her gün belirli saat çalışacaklar ve gelirden çalıştıkları saat kadar pay alacaklar

demiş. Kral, süreyi belirlerken Tembel Adam`ın çalışmakta olduğu süreyi temel almış. Kral bu yöntemle, Tembel Adam`ı kaldıramayacağı bir yükümlülük altına sokmamayı, diğer insanların da gereksiz ve haksız yere fazla çalışmasını önlemeyi amaçlamış. Ayrıca Tembel Adam`ın çalışmadığı süreler için gelir payı almasını engelleyerek, oluşan haksızlığı önlenecekmiş. Aldığı kararın en iyisi olduğunu düşünerek çok da sevinmiş.

Artık insanlar her sabah aynı saatte çalışmaya başlıyor; istenilen süre kadar çalışıyormuşlar. Bu yöntemin en büyük sorunu şuymuş: Ürün eskisi kadar çabuk üremiyor, yeni ürün elde etmek çok daha uzun zaman alıyormuş. Ürün azalmış olduğu için toplanan gelirde de azalma olmuş. Tembel Adam, yeni koşullara hemen kendisini uyarlamış. Sabahları yine herkesten daha geç gelmeye, akşam herkesden daha erken çıkmaya başlamış. Her zaman işe geç gelmesinin bir gerekçesi, işten erken ayrılmasının bir nedeni oluyormuş. Gerekçeleri geçerli olduğundan çalışmadığı süreleri her zaman çalışılmış süre olarak kabul ettiriyormuş. Ayrıca işte bulunduğu zaman oyalanıyor, hiç iş yapmamaya çalışıyormuş.

Gelirden pay dağıtımı yapılırken, yeni yönteme göre pay alan Tembel Adam, eskisine oranla daha az çalışıp, daha çok pay almış. Diğerleri daha az çalıştıkları için doğal olarak daha az pay almışlar. Çünkü artık satılan ürün daha az olduğundan kazanılan gelir de daha azalmış.

Halk yeni yöntemi pek sevmemiş. Gelirleri azaldığı için artık herkes gereksinimlerini karşılamakta güçlük çekiyormuşlar. Tembel Adam`a da sinirlenmeye başlamışlar. Çünkü eskisinden daha az çalışıp, eskisinden daha çok kazanan bir tek Tembel Adam varmış.

Kral, halkın istekleri ve huzursuzluğu karşısında yeniden düşünmeye başlamış. Yeni bir yöntem denemeye karar vermiş :

- Çalışanlar, işyerinde çalıştıkları her saat için gelirden pay alacaklar.

`Çalışıyor gözüküp de çalışmayanlar, iş yapmadıkları zaman gelirden pay alamayacakları için çalışmak zorunda kalırlar, daha çok ürün üretilir, daha çok gelir sağlanır. Ve gelir yalnız çalışanlar arasında pay edilirse, çalışanlar daha çok pay alacakları için mutlu olurlar` diye düşünmüş.

Tüm iş yerlerinde bir defter tutulmaya başlanmış. Çalışanlar çalışmaya başlayınca defterin kendilerine özel bölümünü imzalıyormuşlar. İşten ayrılırken de aynı kurala uyuyormuşlar. Böylece, çalışmadıkları zaman defterde görünüyormuş. Kral, defterleri denetleyecek ekipler kurmuş. Her zamanki gibi başlangıçta yeni yöntem yararlı olmuş. Çalışan iş saatlerinde boş durmuyor, payını arttırmak için sürekli emek harcıyormuş. Ama zaman içinde yorulmaya başlamışlar. Arada dinlenmek gerektiğinden bazen tüm gün çalışamamışlar. Çalışmadıkları süreler, imza atamadıkları için, defterde açıkça görülüyormuş.

Tembel Adam, bu soruna da bir çözüm bulmuş. Eline bir iş alıyor, hiç ara vermeden bu işle uğraşıyor, ne işi bitiriyor, ne de iş üzerinde çalışıyormuş. Ama boş durmadığı için defterde işaretlenmemiş ya da imzalanmamış çalışma süresi olmuyormuş.

Gelirden pay dağıtımı yapılırken, çalışanlar çalıştıkları saatler daha azalmış olduğu için eskisinden daha az pay almışlar. Tembel Adam hep çalışmış gibi gözüktüğü için aldığı pay daha çok olmuş. Çünkü bu yöntemle üretilen ürün eskisine oranla daha çokmuş.

Halk bu sonuçtan da mutlu olmamış. Daha çok çalıştıkları halde daha az pay aldıkları için gereksinimlerini karşılayamıyorlar, daha az yiyecek ya da giyecekle yetinmek zorunda kalıyormuşlar. Kral yeni yöntemin düşündüğü gibi halkın yararına olmadığını anlayınca yeni bir çözüm aramak zorunda kalmış. Emir vermiş :

- Artık herkes yaptığı birim işin karşılığı pay alacak.

Böylece, çok ürün üreten çok pay alacak, az ürün üreten daha az pay alacakmış. Kral, `Tembel Adam hiç üretmediği için hiç pay alamayacak` diye bıyık altından gülmüş.

Tembel Adam bu yötemin altından nasıl kalkabileceğine yormuş kafasını. Sonunda boşluğunu bulmuş ve kendine göre yeni bir biçim balirlemiş. Çabuk yapılacak ürünleri seçmiş. Bir ürün üzerinde birkaç dakika uğraşıyor. Bir günde çok ürün üretiyor, kalan iş süresinde aylak, aylak dolaşıyormuş. Pek çok çalışan ise bir ürün üzerinde günlerce, saatlerce uğraşıyor ve sonunda yalnız bir ürün üretmiş sayılıyormuş. Pay dağıtımında sorun ortaya çıkmış. En zor işi yapan en az payı alırken, en kolay işi yapan Tembel Adam, eskisinden de çok pay almış. Az pay alanlar artık hiçbir gereksinimini karşılayamaz konumuna düşmüşler.

Bu duruma en çok Kral öfkelenmiş. Doğruluklar ülkesinde aldığı kararlarla pek çok yanlış yaparak halkı rahatsız ettiği için üzülmüş. Mutlu halk, mutsuz yaşamaya mahkum olmuş onun yüzünden. Halkın daha çok haksızlık çekmesini önlemek için emir vermiş :

- Yapılacak her işin birim süresi belirlenerek bir katsayı saptanacak. Gelir paylaşımında bu katsayı temel alınacak.

Tüm görevliler gece gündüz çalışıp, ülkedeki her bir işin birim çalışma süresini belirlemişler. Bu süreler tüm çalışanlara duyurulmuş. Artık zor işte çalışan daha yüksek katsayı ile payını alacağından haksızlık önlenmiş olacakmış. Halk bu işe sevinmiş. `Tüm gelir, çalışma oranına göre dağıtılacak, haksızlık olmayacak` diye umutlanmışlar.

Tembel Adam yine her zamanki gibi bir kolayını bulmuş. Bu kez Kral`a danışmanlık yapmaya başlamış. Daha önce böyle bir görev tanımı olmadığı için bu hizmetin katsayısı da yokmuş. Kral`ın amacı ise Tembel Adam`ın niyetini öğrenip emirlerini ona göre vermek, halkın mutsuzluğunu ortadan kaldırmakmış. Bu arada görevlilere bu hizmetin birim katsayısını saptamaları için emir vermiş. Tembel Adam hep odasında oturuyor. Hiç çıkmıyormuş. Görevliler ne yaptığını sorduklarında `düşünüyorum` diye yanıtlıyormuş.

Gelirden pay dağıtımı yapılırken, Tembel Adam en öne çıkmış ve en büyük payı istemiş. Kral gerekçesini sorunca :

- Sizin için çalıştım. Hep düşündüm, gece gündüz. Hatta uyurken bile. Siz çok bilgili bir insansınız. Sizin bilemediğiniz bir konuda size öneri sunmam için hep çalışmak zorunda kaldım.

demiş. Kral bu durumda ne yapacağını bilememiş. Çaresiz isteğini kabul etmiş. Tembel Adam`ın istediği payı verince diğer çalışanlara hiç pay kalmamış. Kral çaresiz bir çözüm araken, danışmanı olan Tembel Adam :

- Payımın tamamını şimdi ödemeyin. İlerideki yıllarda kazanılacak gelirden ödersiniz. Diğer bir deyimle bana borçlanırsınız.

demiş. Tüm çalışanlar en azından bu yılki gelirden pay alabilecekleri, yaşamlarını sürdürebilecekleri için çok seveinmişler. Herkesin mutlu olduğunu görünce Kral borçlanmayı kabul etmiş. Paylar çalışanlara katsayı oranında eşit olarak dağıtılmış.

Yıllardır haklarından daha azını alan çalışanlar, aldıkları payla ancak yaşamlarını sürdürebildiklerinden oturdukları evler köhne ve bakımsızmış. Tembel Adam ise yıllardır herkesden çok pay aldığı için lüsk bir konakta bolluk içinde yaşıyormuş.

Tembel Adam`ın tüm kuralları bencil bir biçimde kendi çıkarına göre değiştirmesi ve hep kendine daha çok pay alması bir takım çalışanların aklını çelmiş. Onlar da Tembel Adam gibi yapıp çalışmadan pay almanın yollarını aramaya başlamışlar. Ülkede tembellerin sayısı her gün birer ikişer artmaya başlamış. Kral Tembel Adam`ların hepsi ile başa çıkamamış. Hepsini birden denetlemesi zaten olanaksızmış.

Gelirden pay dağıtımı yapılırken tembeller gelirin neredeyse hepsini almak istediğinden, Kral önce çalışanların azalmış paylarını dağıtıyor, daha sonra borçlanarak tembellerin gelir paylarını belirliyormuş.

Kral`ın borçları çoğalınca, tembel adamlar başka ülkelerden borç almaya başlamışlar. Başka ülkelere de bu Kral`daki alacaklarını teminat olarak göstermişler. Başka ülkeler kefil isteyince, gururlu ve dürüst halk, hemen borçlara kefil olmuşlar. Öyle ya, çalışırlar borçlarını ödermişler. Bir yere kaçtıkları da yokmuş. Bir gün Kral doğru yöntemi bulur, borçlar ödenir umudu ile yaşamaya çabalamışlar.

Tembel adamlar lüsk içinde çağdaş yaşam koşullarını oluşturarak yaşarken, ülkenin geleceğini ipotek altına almaya devam etmişler. Ülke tembellere, tembeller başka ülkelere borçlanmaya devam edince, çalışanların borçları her gün biraz daha artmış. Çalışanlar köhne evlerde, mağralarda yarı aç yaşamlarını sürdürürken, tembeller eğlencelerde, balolarda günü gün etmişler.

Onlar ersin muratlarına, biz çıkalım kerevetlerine...

Yalnız Adam Masalı

Yalnız Adam Masalı

Masal bu ya, uzak bir ülkede, kara bulutların karamsarlık yağdırdığı yüzyıllar yaşanırmış. Kara bulutların arasından güneş bir yolunu bulup görünemezmiş bir türlü. O ülkede doğan hayvanlar olsun, insanlar olsun hiç güneş yüzü görmeden ölür gidermişler. Yalnız bir söylence içinde geçermiş güneşin adı. Bunun için de kimse güneşin varlığına inanmazmış...

Bu karanlık ülkede herkes birbirine kızar, arkasından konuşur, kavga ederek yaşamlarını sürdürürmüşler. Bu sıkıcı yaşam biçiminden, insanlar mutsuzmuşlar. Yüzlerinden düşen bin parça olurmuş. Sokakta yürüyenler sıkça görünmezmiş. Tek tük asık yüzlü insanların, paltolarının yakasını kaldırarak saçakların altından hızla ilerlediği görülürmüş ama; genelde sokaklar boş, ıslak ve karanlıkmış. Yalnız başı boş aylakça dolaşan hayvanlar varmış. Evlerin kepenkleri çoğu zaman kapalı dururmuş. İçeriden ara sıra ağıt, ya da yas çığlıkları duyulurmuş.

Bu karamsar, ıslak ve çamurlu ülkenin uzak bir köşesinde, bir bahçe içindeki kulübede, tek başına yaşıyan bir adamcağız varmış. Evinden pek çıkmaz, kimseyle konuşmaz, kitap okur ya da bahçesi ile uğraşırmış. Aslında zamanının çoğunu bahçesinde geçirirmiş. Amacı bahçedeki balçığı temizleyip, kara toprak üzerinde çim ve çiçek yetiştirmekmiş. Söylenceye göre; yeşillik, güneşi geri getirecekmiş. Söylence belki de doğrudur diye, sabahları erkenden kalkar, bahçeyi balçıktan temizlemek için saatlerce uğraşırmış. Bu çok zor bir işmiş. Sürekli yağan yağmur altında çamurları temizlemek için harcanan çaba, bir başka çamur ve pis su göleti oluşturmaktan öteye gitmiyormuş.

Önce küçük kanallar yapmış. Yağan yağmuru bu kanallara yönlendirerek toprak parçasının çamurlaşmasını önlemeye çalışmış. Toprak, yağan yağmura doymuş olduğundan kolay kolay istenilen sonucu verememiş. Kanalları daha derinleştirmiş. Toprak parçasına yeterli eğimi vermiş. Gündüz bahçede kazma kürekle, akşam masa başında plan yaparak bitmeyen bir enerji ile uğraşmış durmuş...

İlerleyen haftalarda; çabalarının başarıya ulaşacağını gösteren küçük belirtiler görmeye başlamış. Toprak artık yağmuru emmiyor, suyun açılan kanala doğru akmasını sağlıyormuş. Tümsekler çamur yığını değil de bir toprak parçası gibi görünmeye başlamış. Bir gün evin önündeki verandaya çıkıp, bahçeye şöyle bir bakmış :

- Artık tohumları ve fidanları dikmeliyim.

demiş kendi kendine. Ertesi gün erkenden kalkıp işe koyulmuş. Çim tohumlarını toprağa özenle serpiştirmiş. Bahçe duvarı dibindeki toprağa da, çiçek ve ağaç fidanları dikmiş.

İşi bitince verandadan bahçeye bakıp :

- Bir gün yemyeşil olacak. Güzel kokulu renk renk çiçekler açacaklar.

diye söylenmiş.

Geceleri rüyasında bahçesinin gelecekteki biçimini görürmüş. Uyanınca rüyasına sevinir :

- Yemyeşil bahçeye kuşlar da gelir. Ötüşürler cıvıl cıvıl.

diye düş bile kurarmış.

Günlerce, aylarca uğraşmış. Sonunda çamuru kurutmayı başarmış. Çim tohumları ve çiçek fideleri artık çamur içinde kalmıyormuşlar. Yoldan geçenler bahçedeki değişikliği görüyorlar ama

`Nasıl olsa başaramaz. Burada hiçbirşey yaşamaz.`

diyerek önemsemiyormuşlar yapılan işi.

Çamur tümüyle yok olunca, çevredekiler rahatsız olmaya başlamışlar.

`Çamur olmayan bahçe olmamalı`

diyerek geceleri yoldan topladıkları çamurları bahçe duvarından içeriye küreyip, bahçeyi çamura bulamaya çalışmışlar. Ancak tüm çabaları boş çıkmış. Adamın bahçede açtığı su arkları o kadar düzenli ve güzelmiş ki; yağan yağmur, toprağa karışan çamuru, su yollarına sürükleyip toprağın çamura bulanmasını engelliyormuş.

Gün geçtikçe toprakta bir hareket belirmiş. Artık toprak kabarıyor, canlanıp hava alıyormuş. Kabaran toprak hava aldıkça, suyu emiyor ve yağan yağmur toprağa zarar veremiyor, hatta yararlı bile oluyormuş.

Bir sabah, yalnız adam, bahçede bir değişiklik gözlemlemiş. O gece birkaç çim tohumu filizlenip kıl gibi ince sürgünler halinde topraktan çıkmayı başarmışlar. Adamın keyfine diyecek yokmuş. Sevinçten gözlerinden akan mutluluk damlalarını nasırlaşmış ellerinin tersi ile silmiş. Hoş bir ezgi mırıldanmaya başlamış gülümseyerek. Yalnız Adam, belki de ülkenin ilk gülümseyen kişisiymiş.

- Sonunda başardım. Birkaç tane de olsa çim sürgünleri topraktan çıktılar ve Özgürlüklerine kavuştular.

demiş verandadan bahçeye bakarken.

Artık çalışmalarını daha özenle sürdürüyor, umitsizliğe kapılmıyormuş. O gece, uykusundan birkaç kez uyanmış. Rüyasında, bahçesini yemyeşil çim halının kapladığını görmüş.

- Bu rüya hiç bitmesin, gerçek olsun.

diye yakarmış mutlulukla. Sabah olmasını bekleyememiş. Hemen bahçeye çıkıp çalışmaya başlamış gecenin karanlığında. Çalışırken toprak tepeciklerine basmamaya, yeşeren cılız çim sürgünlerini ezmemeye özen göstermiş.

Gün ağırırken biraz ara vermiş. Ağrıyan belini elleri ile tutarken şöyle bir bakmış bahçeye. Başka çim sürgünleri görmüş toprağı yarıp özgürlüğe koşuşan. Artık toprağın üzerinde aralıklarla yayılmış çim sürgünleri varmış. Cılız ama sayıca çok. Sayıları her geçen gün hızla artmaya başlamış sürgünlerin. Sayıları çoğaldıkça güçlenmişler. Artık ilk çıkan sürgünler kalınlaşmış birer çim topağı olmuşlar bile.

Bir hafta sonra, civardakiler de gözlemeye başlamışlar bahçedeki ayrıcalığı. Çünkü toprağın üzerindeki yeşil örtü, artık bahçe duvarının ötesinden de görünüyormuş. Yeşil örtü hızla koyulaşıyor, gürleşiyormuş. Yalnız Adam`ın bahçesi, diğer çamurlu yerlere göre çok farklıymış. Eskiden şöyle bir bakıp geçerken dudak bükenler, bahçe duvarından çamur atanlar, artık durup hayretle bahçeye bakıyormuşlar. Yeşeren toprağın nasıl böyle olduğunu yorumlamaya çalışıyormuşlar akıllarınca. Bazıları kendilerine pay bile çıkartmaya başlamışlar :

- Çim tohumlarını benden almıştı.
- Gübreyi de ben satmıştım.
- Çapayı ben vermiştim.
- Ne yapması gerektiğini ben söyledim O`na.

Sanki onların verdiği destek olmasa başaramazmış gibi bir tavır içine girmişler, bahçedeki emeği hiçe sayarak ortak olmuşlar her şeye. Bahçenin ünü tüm ülkeye yayılmış. Ama hala kötümser görüşü savunanlar çoğunluktaymış :

- Hep yağmur yağıyor. Bir süre sonra bu çimler çürüyüp ölür.
- Bir sağanakta yok olur bu bitkiler, yine çamur olur her yer.
- Daha önce kimse başaramamış. Bu toprak verimsiz. Bu adam da başaramıyacak.

diye yorumlarla gelişmeleri gölgelemeye çalışmışlar. Bahçeyi görmeyenlerin çoğu inanmış kötümser yorumlara. Hatta bazıları kötümser yorumları savunan kitaplar bile yazmışlar.

Aylar sonra, cılız çim sürgünleri dört parmak boy atıp, bir yeşil örtü gibi bahçeyi kapladığında ülkenin tek yeşil bahçesini görmek için meraklılar gelmeye başlamış her yerden. Yalnız Adam`dan nasıl başardığını öğrenmek isteyenler, çim tohumları satın alanlar, evlerine dönerken dükkandan satın aldıkları çapayı sırtlayıp yollara düşünler her geçen gün çoğalmaya başlamış. Yalnız Adam yapabildiğine göre, kendileri de yapabilirler diye düşünenlerin sayısı çoğalınca bahçelerini işleyenler artmış. Söylentiler yayılmış başka bahçelerde de çim yetiştiği yolunda. Çim yetiştirenler gülmeyi ve gülümsemeyi de beceriyormuşlar. Çim yetiştirenlerin neşeli ve güler yüzlü olmaları, ülkedeki karamsar tabloyu değiştirmek üzereymiş...

Tüm yaşamlarını, karamsarlığı ve karanlığı temel alan düzene ayak uydurmuş olanlar, değişimden hoşnut olmamışlar. Karamsarlığı savunacak güvenilir adamlar yetiştirmeye başlamışlar. Sonra bu adamları, gözlem yapmak için yemyeşil bahçelerin bulunduğu yerlere göndermişler. Karamsar güçlere, her gün bahçelerdeki gelişmeler bildirilmiş. Karamsar güçler de, gelişmeleri engellemek için en uygun anı beklemeye başlamışlar.

Yalnız Adam, tüm gelişmeleri sevinçle izliyor, kendi gibi çabalayanlara yardım ediyor, başlattığı yeniliğe katılanlara kucak açıp, destek oluyormuş. Ama bahçesini hiç unutmamış. İşini hiç aksatmadan, her sabah çalışmış. Çimlerin büyümeleri tek başına yeterli değilmiş onun için. O çiçekleri de görmek, ağaçların büyüdüğünü de izlemek, olursa meyvelerini de toplamak istiyormuş.

- Bir de söylence doğru olsa, güneş çıksa, ülke aydınlığa kavuşsa...

diyormuş kendi kendine verandada oturup bahçesine bakarken.

Bir sabah, duvar dibindeki çiçek fidelerinden birinden, beyaz taç yapraklarını açarak dünyaya gelen ilk papatyayı görmüş sevinç çığlıkları atarak. Bu karamsar ülkede açan ilk beyaz çiçekmiş. Tüm yandaşlarına, gönül birliği yapanlara duyurmuş çiçeğin doğuşunu. Halk, bu söylenti ile çalkalanmaya başlamış. Çoğunluk artık aydınlık günlerin doğacağını, söylencenin gerçekleşeceğini konuşur olmuş. Herkes güneşin doğacağı günü ümitle beklemeye başlamış.

Karanlıktan beklentisi olan, çamuru ve karamsarlığı kendileriyle özdeşleştirmiş olanlar, gelişmelere `dur` demenin zamanı geldiğini düşünüp, plan yapmaya başlamışlar. Birden halkın tepkisini alıp, halkla karşı karşıya gelmemek için küçük oyunlar kurmuşlar. Küçük ama, yeşil bahçelere zarar verecek oyunlar.

Güvenilir güçler, kimselere görünmeden bahçelere saldırılar düzenlemişler. Bazı bahçelere gece girip çamur serpmişler. Çiçekleri koparmışlar. Kabaralı büyük postallarla çimlerin üzerinde tepinmişler. Harap olan bahçeyi ertesi gün gördüklerinde, sanki bahçeye zarar veren kendileri değilmiş gibi halkla beraber bağırıp, karanlık güçlere ateş püskürmüşler. Üzüntülerini bildiren bildiriler dağıtmışlar. Ama bu küçük oyunlar hızla bir çığ gibi büyüyen yeşil bahçe akımını engellemeye, yıldırmaya yetmemiş.

Bir sabah, yalnız adam yatağında uyandığında, camdan içeri sızın bir ışık kümesi görünce çok korkmuş. Önce karanlık güçlerin bahçesini talan ettiğini, sonra evine bir el feneri ile baktıklarını sanmış. Hemen giyinip panik içinde evden dışarı çıkmış. Verandaya geldiğinde gözlerine inanamamış. Gökten süzülerek bahçesine kadar uzanan ışık kümesi, yeşil çimlere değdikçe çimler parlaklaşıyor, duvar dibindeki çiçekler taç yapraklarını gökten gelen sıcak ışık kümesine açarak onu kucaklamaya çabalıyormuşlar. Bu, sabahın ilk saatlerinde doğan güneşin ilk belirtileriymiş. Hayatında ilk kez güneşin doğuşunu gören Yalnız Adam, çimlerin ve çiçeklerin çoşkusuna katılmış ve bahçesi içinde koşarken:

- Söylence gerçekleşti. Güneş doğuyor. Aydınlıklar sizinle olsun arkadaşlar.

diye çığlık atıyormuş. Kara bulutların arasından sızıp bahçesine uzanan güneş ışınlarını gören çevredekiler, bahçenin etrafına toplanmaya başlamışlar. Hep beraber hayretle ve korkarak güneş ışınlarının yeşil çimler üzerinde gezinişini, rengarenk çiçekleri okşayışını izlemişler. Kıskananlar ve inanmayanlar da sarmışlar bahçenin etrafını. Güneşi ilk kez görmenin mutluluğunu yaşayan birkaç dost, sevinç göz yaşları dökerken, kalabalığın arasına karışan güvenli güçler, homurdanmaya başlamışlar :

- Büyücü bu adam. Bakın sonunda güneşi de doğdurdu. Ama yalnız kendi bahçesine. Bize birşey vermedi. Vermeyecek de. Yok edelim. Aydınlığı ve güneşi alalım elinden. Bu adam insanlığa zararlıdır.

Ön sıralarda kıskanarak bahçeye bakanlar, önce bir adım atmışlar bahçeye basmamaya özen göstererek. Kimin olduğu belli olmayan kocaman eller, arkalarından onları bahçeye doğru itince, sendelemişler ve fazla zorlanmadan adımlarını atmışlar bahçedeki çimlerin üzerine.

Çimler ezilince, aydınlık güneş ışınının kendilerine zarar vermediğini görenler, bahçe içinde koşmaya başlamışlar. Her bastıkları yerde, çimler toprağa yapışıp tutsaklar gibi etkisiz ve güçsüz kalınca, daha çok cesaretlenmişler. Bazıları çimlerin üzerinde zıplamışlar toprağa daha çok gömülsün, hiç çıkmasınlar diye.

Yalnız Adam çırpınarak bir ona bir ötekine koşmuş :

- Yapmayın. Çok emek verdim. Ne olur bozmayın bahçemi. Size bir zararı yok onların. Bakın aydınlık da oldu. Artık güneş hepimizi ısıtacak...

Gözleri hırçınlıktan kızarmış, asık yüzlü insanlar ellerinin tersi ile itmişler Yalnız Adam`ı. Sonra daha hırsla tepinmişler çimlerin üzerinde. Adam aldığı darbe ile sendeleyip yere düşünce, onu gören biri tekme atmış hırsını yenmek için. Bunu gören diğerleri, çullanmışlar adamın üzerine, tüm güçleri ile yumruklamaya ve tekmelemeye başlamışlar adamı. Yalnız Adam, aldığı darbelerden korunmak için kollarını kafasına sarmış ve yüzü koyun toprağın üzerine kapanmış. Hareket etmeden hem saldırıların durmasını beklemiş, hem de bedeni kadar çimi korumak istemiş.

Aynı anda güvenli güçler, başka bahçelere de saldırmışlar. Bu toplu saldırı eskiden yaptıkları küçük oyunlardan çok farklıymış. Burada karanlık güçlerin, aydınlığı yok etme eylemini başlatmışlar. Güneşin başka bahçelerde doğması olasalığını beklemeden tüm bahçeleri talan etmişler bilinçle.

Yalnız Adam`ın bahçesindeki uğultular ve bağırmalar sonunda kesilmiş. Sonsuz bir sessizlik başlamış. Yalnız Adam kollarını kullanarak, uzandığı topraktan yavaşça başını kaldırmış. Acılar içinde, bir eliyle belini tutarken, dizlerinin üzerine doğrulmuş ve gözlerinden sicim gibi akan hüzünlü yaşlar arasından bahçesine, emeğinin yok oluşuna bakmış. Çiçeklerin koparılmış, çimlerin ezilerek toprağa gömülmüş olduğunu görmüş.

- Size bir zararı yoktu çimlerin. Yalnızca güzel kokuyordu çiçekler. Neden yaptınız bunu ?

diyebilmiş. Sonra elleriyle yüzüne kapatmış. Hareket etmeden bir süre öyle durmuş, yavaşça sağ tarafına doğru ulu bir çınar gibi yıkılmış.

Uzaktan tüm çirkinliği ile olayları izleyen yaşlı bir adam harap olan bahçede gördüğü manzaraya bakmış, gözleri sulanarak. Bahçenin köşesine sinmiş, tüyleri çamura bulanmış ve korkulu gözlerle etrafa bakan kediyi görünce ona doğru yürüyüp, kucağına almak istemiş. Yalnız Adam`ın anısına kediyi evine götürüp beslemekmiş amacı. Kedi, yaşlı adamın kendisine zarar vereceğini sanarak, bir hamlede bahçe duvarının üzerine sıçramış ve gözden kaybolmuş. Yaşlı adam, kedinin bulunduğu yerde, saldırıdan zarar görmemiş bir tutam çimi ve bir çiçek fidesini görünce sevinmiş ve dönüp evine gitmiş.

Bu olaydan sonra, ülkede aydınlıktan söz edilmez olmuş. Güvenli güçler, halkın da desteği ile tüm bahçeleri yok etmişler. Bahçe yapanlar dışlanmış, ya da sudan bir gerekçe ile tutuklanıp yargılanmışlar. Karanlık ve çamuru kendileriyle özdeşleştirmiş olanlar, eskisi gibi güven içinde, yaşamlarını sürdürmüşler...

Yalnız Adam`ın ölümüyle sonuçlanan olaydan sonra, bahçenin önünden geçenler, olayı hep anımsamışlar. Ama kimse bir daha ne eve ne de bahçeye girmiş. Çoğu zaman yollarını değiştirmişler. O bölgede görünmemeye özen göstermişler.

Her sabah cılız bir tutam güneş ışını, bahçenin köşesinde kalan çimi ve çiçek fidesini kısacık bir süre aydınlatmaya devam etmiş. Kimse görememiş bu olayı. Küçük aydınlık, yalnız adamın görevini üstlenmiş, yaşatmaya çalışmış çimi ve çiçeği. Bu olay, zaman içinde bahçenin bazı bölgelerinde yer yer türeyen yaban otlarının yeşermesine neden olmuş. Artık bahçeye özenle bakan olmadığı için, yeşeren yaban otları ve çiçekler eskisi kadar güzel değilmiş...

Kimse gelişmeyi gözlemleyemeden, gelişmeye karşı bir önlem alamadan, yaban otları tüm ülkeyi sarmış. Değişim o kadar yavaş olmuş ki, kimse bilememiş yaban otlarının çamuru yok ettiğini. Çamur, örtememiş aydınlığı. Otlar çoğaldıkça güneş daha sık görülür olmuş. Bazen güneş tüm gün görünmüş, ışıl ışıl sıcaklığını yaymış, insanların içini ısıtmış. Düzensiz büyüyen yaban otlarının ve çiçeklerin, özgürce aydınlığı kucaklaması, ilk günkü gibi saf ve temiz kalmış. Bu duygu hiç kaybolmamış...

Ülkede yaşayanlardan bazıları, anlayamamışlar karanlıkla aydınlığın farkını. Pekçok kişi hala karanlıkta olduklarını sanırken, aydınlığı ve özgürlüğü bilenler, özlemle beklemişler aydınlığın yaygınlaşmasını. Bazı güçler de kendilerine çıkar bile sağlamışlar aydınlığın olanaklarından. Onlar değişim gösteren karanlığı kullanmışlar araç olarak.

Zavallı insanlar, yaşları ilerledikçe kuşaktan kuşağa anlatmışlar o kötü günü. Aydınlığı nasıl yok ettiklerini. Söylencenin nasıl gerçek olduğunu...

Yalnız, yaban otları, çiçekler ve onların varlığına inananlar, aydınlığı ve güneşin sıcaklığını bilerek yaşamışlar sonsuza değin...

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...