Rapunzel

Bir zamanlar bir kadınla kocasının çocukları yokmuş ve çocuk sahibi olmayı çok istiyorlarmış. Gel zaman git zaman kadın sonunda bir bebek beklediğini fark etmiş.

Bir gün pncereden komşu evin bahçesindeki güzel çiçekleri ve sebzeleri seyrederken, kadının gözleri sıra sıra ekilmiş özel bir tür marula takılmış. O anda sanki büyülenmiş ve o marullardan başka şey düşünemez olmuş.

“Ya bu marullardan yerim ya da ölürüm” demiş kendi kendine. Yemeden içmeden kesilmiş, zayıfladıkça zayıflamış.
Sonunda kocası kadının bu durumundan öylesine endişelenmiş, öylesine endişelenmiş ki, tüm cesaretini toplayıp yandaki evin bahçe duvarına tırmanmış, bahçeye girmiş ve bir avuç marul yaprağı toplamış. Ancak, o bahçeye girmek büyük cesaret istiyormuş, çünkü orası güçlü bir cadıya aitmiş.

Kadın kocasının getirdiği marulları afiyetle yemiş ama bir avuç yaprak ona yetmemiş. Kocası ertesi günün akşamı çaresiz tekrar bahçeye girmiş. Fakat bu sefer cadı pusuya yatmış, onu bekliyormuş.

“Bahçeme girip benim marullarımı çalmaya nasıl cesaret edersin sen!” diye ciyaklamış cadı. “Bunun hesabını vereceksin!”

Kadının kocası kendisini affetmesi için yarvarmış cadıya. Karısının bahçedeki marulları nasıl canının çektiğini, onlar yüzünden nasıl yemeden içmeden kesildiğini bir bir anlatmış.

“O zaman,” demiş cadı sesini biraz daha alçaltarak, “alabilirsin, canı ne kadar çekiyorsa alabilirsin. Ama bir şartım var, bebeğiniz doğar doğmaz onu bana vereceksiniz.” Kadının kocası cadının korkusundan bu şartı hemen kabul etmiş.

Birkaç haftasonra bebek doğmuş. Daha hemen o gün cadı gelip yeni doğan bebeği almış. Bebeğe Rapunzel adını vermiş. Çünkü annesinin ne yapıp edip yemek istediği bahçedeki marul türünün adı da Rapunzel’miş.

Cadı küçük kıza çok iyi bakmış. Rapunzel oniki yaşına gelince, dünyalar güzeli bir çocuk olmuş. Cadı bir ormanın göbeğinde, yüksek bir kuleye yerleştirmiş onu. Bu kulenin hiç merdiveni yokmuş, sadece en tepesinde küçük bir penceresi varmış.

Cadı onu ziyarete geldiğinde, aşağıdan “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını !” diye seslenirmiş. Rapunzel uzun örgülü saçlarını percereden uzatır, cadı da onun saçlarına tutuna tutuna yukarı tırmanırmış.

Bu yıllarca böyle sürüp gitmiş. Bir gün bir kralın oğlu avlanmak için ormana girmiş. Daha çok uzaktayken güzel sesli birinin söylediği şarkıyı duymuş. Ormanda atını oradan oraya sürmüş ve kuleye varmış sonunda. Fakat sağa bakmış, sola bakmış, ne merdiven görmüş ne de yukarıya çıkılacak başka bir şey.

Bu güzel sesin büyüsüne kapılan Prens, cadının kuleye nasıl çıktığını görüp öğrenene kadar hergün oraya uğrar olmuş. Ertesi gün hava kararırken, alçak bir sesle “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını !” diye seslenirmiş. Sonrada kızın saçlarına tutunup bir çırpıda yukarı tırmanmış.

Rapunzelönce biraz korkmuş, çünkü o güne kadar cadıdan başkası gelmemiş ziyaretine. Fakat prens onu şarkı söylerken dinlediğini, sesine aşık olduğunu anlatınca korkusu yatışmış. Prens Rapunzel’e evlenme teklif etmiş, Rapunzel’de kabul etmiş, yüzü hafifce kızararak.

Ama Rapunzel’in bu yüksek kuleden kaçmasına imkan yokmuş. Akıllı kızın parlak bir fikri varmış. Prens her gelişinde yanında bir ipek çilesi getirirse, Rapunzel’de bunları birbirine ekleyerek bir merdiven yapabilirmiş.

Her şey yolunda gitmiş ve cadı olanları hiç farketmemiş. Fakat bir gün Rapunzel boş bulunup da. “Anne, Prens neden senden daha hızlı tırmanıyor saçlarıma?” diye sorunca herşey ortaya çıkmış.

“Seni rezil kız! Beni nasıl da aldattın! Ben seni dünyanın kötülüklerinden korumaya çalışıyordum!” diye bağırmaya başlamış cadı öfkeyle. Rapunzel’i tuttuğu gibi saçlarını kesmiş ve sonrada onu çok uzaklara bir çöle göndermiş.

O gece cadı kalede kalıp Prensi beklemiş. Prens, “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını !” diye seslenince. cadı Rapunzel’den kestiği saç örgüsünü uzatmış aşağıya. Prens başına neler geleceğini bilmeden yukarıya tırmanmış.

Prens kederinden kendini pencereden atmış. Fakat yere düşünce ölmemiş, yalnız kulenin dibindeki dikenler gözlerine batmış. Yıllarca gözleri kör bir halde yitirdiği Rapunzel’e gözyaşları dökerek ormanda dolaşıp durmuş ve sadece bitki kökü ve yabani yemiş yiyerek yaşamış.

Derken bir gün Rapunzel’in yaşadığı çöle varmış. Uzaklardan şarkı söyleyen tatlı bir ses gelmiş kulaklarına.

“Rapunzel! Rapunzel!” diye seslenmiş. Rapunzel, prensini görünce sevinçten bir çığlık atmış ve Rapunzel’in iki damla mutluluk göz yaşı Prensin gözlerine akmış. Birden bir mucize olmuş, Prensin gözleri açılmış ve Prens görmeye başlamış.

Birlikte mutlu bir şekilde Prensin ülkesine gitmişler. Orada halk onları sevinçle karşılamış. Mutlulukları ömür boyu hiç bozulm

Zürafa İle Tırtıl

Bir ağacın altında, uzun boynunu uzatarak

Dallardaki yaprakları yiyen zürafanın

Gözüne bir tırtıl ilişmişti ki,

Ağacın koca gövdesinde ağır ağır ilerliyordu.

Zürafa dayanamayıp seslendi:

Üzüldüm halinize bay tırtıl,

Bunca zahmetle sürünerek

Bir yaprak yiyebilmek niyetiyle

Geçeceksin koca ağacın gövdesini

Doğrusu acıdım size.

İyi ki benim uzun boynum var;

İstediğim yapraksa, anında uzanıyorum.

Bay tırtıl cevap verdi:

Benim için üzülmeyiniz efendim,

Başımın çaresine bakabilirim.

Az bir zaman sonra

Zürafa başını kaldırdığında,

Ağacın en tepesindeki tırtılı gördü.

Kendisinin dahi ulaşamayacağı

Dallardaki taze yaprakları

Afiyetçe yiyordu.


Günlerce de oradan ayrılmayacaktı.

Zürafa anlamıştı hatasını.

Vardır her canlının kendine göre yeteneği;

O yüzden kimseyi küçümsememeli.

Sinağrit Baba

Cehennem nişanında beş sandaldık. Güzel bir ocak akşamı. Hava lodos. Denize kırmızı rengin türlüsü yayılmış. Çok kaynamış ıhlamur rengindeki yayvan, geniş, ölü dalgalar. Sandallar ağır ağır sallanıyor, oltalar bekliyor, insanlar susuyor...

Otuz sekiz kulaç suyun altındaki derin sessizliğe, dibindeki dallı budaklı kayaların arasına yedi rengin en koyusu girer mi şimdi. Sinağrit Baba döner mi avdan. Pırıl pırıl, eleğim sağma rengi pullarıyla ağır ağır, muhteşem, bir ilkçağ kralı gibi zengin, cömert, asil ve zalim mantosu ile dolaşır mı kim bilir. Altını, zümrüdü, incisi, mercanı, sedefi lacivertliğin içinde yanıp sönen sarayını özlemiş, acele mi ediyordu?

Sinağrit Baba ömründe konuşmamış, ömrü boyunca evlenmemiş, ömrü boyunca yalnız yaşamıştır. Onun kovuğundaki zümrüt pencereden ne facialar seyretmiştir Sinağrit Baba, ne oltalar koparmıştır. Bu akşam kimin oltasını seçmeli de artık bitirmeli bu yorucu ömrü. Daha her yeri pırıl pırılken, mantosu sırtında iken, daha eti mayoneze gelirken bitirmeli bu ömrü. Sonra hesapta bir gün pis bir "Vatos'un, bir sırtı renksiz, yapışkan ve parazitli bir canavarın dişine bir tarafını kaptırmak var. İyisi mi, muhteşem bir sofraya kurulmalı, bir zaferle dolu ömrün sonunu beyaz şarapla, suların üstündeki başka dünyada yaşayan bir akıllı mahluka kendini teslim etmeli.

Sinağrit Baba oltalardan birini kokladı. Bu balıkçı Hristo'dur: kusurlu adam. Gözü açtır onun. İçinden pazarlıklıdır. Evet, fukaradır ama, kibirli değildir. Sinağrit baba fukaralıkta gururu sever. Öteki oltaya geçti. Kokladı. Bu balıkçı Hasan'dır. Geç! Cart curt etmesine bakma! Korkaktır. Sinağrit Baba cesur insandan hoşlanır. Bir başka oltaya başvurdu. Balıkçı Yakup iyidir, hoştur, sevimlidir, edepsizdir, külhanidir. Ama kıskançtır. Kıskançları sevmez Sinağrit Baba, geç. Şu olta, hasisin tuttuğu olta. Sinağrit Baba cömertten hoşlanır. Ama bu oltaya bir baş vurmaya değer. Bir baş vurdu. Hasisin oltasının iğnesini dümdüz etti. Sinağrit Baba iğneden kopardığı yarım kolyozu çiğnemeden yuttu. Hasis, oltasını hızla topladı:

-Vay anasını be, Nikoli! -dedi-, iğneyi dümdüz etti.

Nikoli'nin oltasının yemini kuyruğuyla sarsmakta olan Sinağrit Baba, Nikoli'nin bir kusurunu arıyordu. Onda kusur mu yoktu. Evvela sarhoştu. Sonra ahlaksızdı, kendini düşünürdü ama, cesurdu, cömertti, hiç kıskanç değildi. Fukaraydı. Kibirliydi de. Sinağrit Baba, kibirli fukarayı severdi ama, Nikoli'nin kibrini beğenmiyordu. İnsanoğlunda o başka bir şey, gurura pek benzeyen şey, yerinde, vaktinde bir gurur, o da değil, insanoğlunun insanlığından, ta saçının dibinden, oltasını tutuşundan beliren, isteyerek olmayan, ama pek istemeyerek de gelmeyen bir gurur isterdi. Öyle bir elin oltasını düzleyemez, misinasını kesemez, bedeni fırdöndüsünden alıp gidemezdi. Beş sandalın beşini de kokladı, beğenmedi.

Sinağrit Baba, kayasının kenarında durmuş, lacivert alem içinde hafifçe yakamozlanan oltalarla, civalı zokalardan aydınlanan saray meydanını seyrediyordu. Sinağrit ve mercanlar şehrinin göbeğinde şimdi tatlı tatlı sallanan on beş tane fener vardı. Öteki kovuklardan mercan balıkları çıkıyor, fenerlerden birine hücum ediyor, budalaca yakalanıyorlardı. Gözleri büyümüş bir halde yukarı çıkarken dönüp tekrar aşağıya kadar geliyor, yukarıdaki dünyayı görmeye bir türlü karar veremiyorlardı. Sinağrit Babaya büyüyen gözleriyle, "Bizi kurtar şu lanetlemeden" der gibi bakıyorlardı. Sinağrit Baba düşünüyordu. Gidip o yakamoz yapan ipe bir diş vurdu muydu, tamamdı. Ama hiçbirini kurtarmıyor, hareketsiz duruyordu. Sinağrit Baba onları kurtarmanın bu kadar kolay olduğunu biliyordu ama, bildiği bir şey daha vardı. O da ister su, ister kara, ister hava, ister boşluk, ister hayvan, ister nebat aleminde olsun, bir kişinin aklı ile hiçbir şeyin halledilemeyeceğini bilmesidir. Ancak bütün balıklar oltaya tutulan hemcinslerini kurtarmanın tek çaresini koşup o yakamoz yapan ipi koparmak olduğunu akıl ettikleri zaman, bir hareketin bir neticesi ve faydası olabilirdi. Yoksa, gidip Sinağrit Baba oltayı kesmiş, biraz sonra Sinağrit Baba tutulduğu zaman kim kesecek? Kim akıl edecek yakamozu dişlemeyi?..

O sırada büyük büyük ışıklar saçan bir olta aşağıya inmişti. Sinağrit Baba ümitle koştu. Bu oltayı da kokladı. Hiç tanıdığı birisi değildi. Yemi ağzına aldığı zaman bu olta sahibinin, tam aradığı adam olduğunu bir an sandı. Bu anda da yakalandı. Kepçeden sandala düştüğü zaman, Sinağrit Baba, büyük gözleriyle kendisini yakalayana sevinçle baktı. Sinağrit Baba, etrafı kırmızı, içi aydınlık siyah gözleriyle bir daha baktı. Birdenbire ürperdi. Hiddetinden ayaklarını yere vuran bir genç kız gibi sandalın döşemesini dövdü. Belki bizim bile bilemediğimiz bir işaret görmüştü kendisini tutan oltanın sahibinde: Bu adam şimdiye kadar hiç imtihan geçirmemişti. Ömrü boyunca, cesur, cömert, Sinağrit Baba'nın istediği şekilde mağrur yaşamıştı. Ama Sinağrit Baba bu adamın ne korkunç bir iki yüzlü köpek olduğunu bizim göremediğimiz bir yerinden anlayıvermişti. Bütün devirler ve seneler boyunca kendisini tutan oltanın sahibi ne cesaretini, ne cömertliğini, ne gururunu bir tecrübeye, bir imtihana tabi tutturmamış, her devirde talihi yaver gitmiş birisiydi. Kimdi, neydi? Sinağrit Baba da bilemezdi. Ama belki de ölünceye kadar cömert, cesur, mağrur yaşayacak olan bu adamın şu ana kadar bir defa bile bir imtihana sokulmadığını anlamıştı. Belki de sonuna kadar bir imtihandan kurtulacaktı. Sinağrit Baba böylesine hiç rastlamamıştı. Ölmeden evvel adama bir daha baktı. Namuslu, cesur, cömert ölecek bu adamın hakikatte korkakların en korkağı, namussuzların en namussuzu olduğunu alnından okuyordu. Bu adam o kadar talihliydi ki, daha ikiyüzlülüğünü kendi kendisine bile duyacak fırsat düşmemişti. Yoksa Sinağrit Baba yakalanır mıydı? Sinağrit Baba hırsından tekrar tepindi. Bağırmak ister gibi ağzını açtı. Kapadı. Sinağrit Baba son nefesini böylece hiçbir insanlık imtihanı geçirmemişin sandalında pişman ve mağlup verdi.

Şahin İle Horoz

Vakti zamanında bir köylünün, bir şahini ile bir de horozu varmış. Efendisi, şahini çağırdığı zaman; şahin hemen uçup efendisinin omuzuna konarmış. Horoz ise bırakın sahibine yaklaşmayı; sahibi kendisine yaklaşır yaklaşmaz bağıra çağıra kaçarmış. Bir gün şahin, horoza:

"Siz horozlar çok nankörsünüz. İyilik nedir bilmez; acıkmadıkça efendinize yaklaşmazsınız. Halbuki biz şahinler, efendimiz çağırdığı zaman hemen onların yanına sokulur ve hiçbir zaman da onların bizi beslediklerini unutmayız." demiş.

Horoz, şahine gülerek demiş ki:

"Tabii ki siz insanlardan kaçmazsınız. Çünkü hiçbiriniz kızartılmış bir şahin görmemişsiniz de ondan. Ama biz insanoğlunun elinde kızartılmış tavuk veya horoz çok gördük."

Çıtı Pıtı Hanım

Büyük yemyeşil bir adada sadece maymunlar yaşarmış. Bu maymunlar ülkesinde Çıtı Pıtı Hanım adında iyi kalpli bir maymun kız da varmış. Çıtı Pıtı Hanım zayıf, ufacık tefecik bir maymunmuş. Doğduğunda minicik bir bebek olduğu için annesi, maymun kızının adını Çıtı Pıtı Hanım koymuş. Çıtı Pıtı Hanım’ı tanıyan herkes onu çok severmiş. O, hiç kimse için kötülük düşünmez, iyilik yapmaktan çok hoşlanırmış.

Çıtı Pıtı Hanım, ufak tefek olmasını dert etmezmiş. Tanımayanlar onu küçük bir kız zannederlermiş. Genç bir kız olduğunu öğrendiklerinde ise ona şaşkın şaşkın bakarlarmış. Bazen alay edenler de olurmuş ama Çıtı Pıtı Hanım onlara aldırış etmezmiş.

“Terbiyem kıt olacağına, boyum kısa olsun, zararı yok.” dermiş.

Bir gün ülkenin bütün genç kızları saraya davet edilmiş. Maymun kral, oğlunu evlendirmek istiyormuş. Prens, genç kızları görüp tanışsın diye büyük bir davet düzenlenmiş. Çıtı Pıtı Hanım bu daveti duyar duymaz heyecanlanmış. Prenses olma hayallerine kapılmış.

Çıtı Pıtı Hanım’ın yüzü çok güzel değilmiş ama gözleri çok güzelmiş. Prens gözlerimi bir fark etse kesin bana aşık olur diye düşünüyormuş. Davetin olduğu gün Çıtı Pıtı Hanım da giyinip kuşanıp saraya gitmiş. Çiçekli, güzel bir elbise giymiş. Gitmiş gitmesine ama kapıdan içeri girmesi bile sorun olmuş. Kapıda bekleyen iri yarı maymun, onu durdurmuş.

-Sen içeri giremezsin küçük kız, demiş.

Çıtı Pıtı Hanım başını kaldırmış dev gibi duran maymuna bakmış. Sesini olabildiği en kalın ve en yüksek tonda çıkarmaya çalışarak bağırmış:

-Ben küçük bir kız değilim, sadece boyum kısa, demiş.

Nöbetçi maymun ona inanmamış, içeri girmesine izin vermemiş. Çıtı Pıtı Hanım’ın boyu kısaymış ama azmi büyükmüş. Öyle hemen mücadele etmeden vazgeçmezmiş. Kapının karşı tarafında bir yere saklanmış ve onu tanıyan birinin gelmesini beklemiş. Az sonra onların mahallesinde oturan bir maymun genç kız gelmiş. Çıtı Pıtı Hanım hemen onun yanına gitmiş, durumu anlatmış.

-Ne olur şu nöbetçiye benim de senin yaşında olduğumu söyle, demiş.

Kız onu küçümser bir edayla süzmüş.

-Nasıl olsa prens seni beğenmeyecek, içeri girmenin sana bir faydası olmayacak. Boş yere kalabalık edip ayak altında dolaşma, demiş ve kırmızı kabarık elbisesinin eteğini sürüye sürüye içeri girmiş.

Çıtı Pıtı Hanım üzülmüş onun sözlerine ama yine vazgeçmemiş. Bir tanıdık daha gelir belki diye beklemiş. Az sonra okul arkadaşı gelmiş. Çıtı Pıtı Hanım ona da hemen durumu anlatmış.

-Tamam hadi gel birlikte gidelim, ben senin de benimle aynı yaşta olduğunu söylerim, demiş.

Nöbetçinin yanına gitmişler. Arkadaşı nöbetçiye:

-Çıtı Pıtı Hanım benim okul arkadaşımdır, aynı yaştayız, demiş.

Nöbetçi gülmüş.

-Tabi tabi benim de askerlik arkadaşım olur kendisi, demiş.

Okul arkadaşı:

-Yalan değil gerçekten benimle aynı yaşta, demiş.

Nöbetçi:

-Hanımefendi bu çocuğu sevindirmek için uğraştığınızı fark ediyorum. Fakat kralımızın emri var. Yaşlılar ve çocuklar alınmayacak. Sadece genç kızlar girebilir, demiş.

Okul arkadaşı nöbetçiyi ikna edemeyince Çıtı Pıtı Hanımı orada bırakıp içeri girmiş.

Çıtı Pıtı Hanım yine vazgeçmemiş. Acaba içeriye başka türlü nasıl girebilirim diye düşünmüş. Sarayın etrafında dolanmış. Pencereleri kontrol etmiş, içeriye girmenin yollarını araştırmış. Fakat her pencerenin altında bir nöbetçi bekliyormuş. Yeniden kapıya döndüğünde teyzesinin kızıyla karşılaşmış. Teyzesinin kızı çok güzelmiş. Hele o gece giydiği pembe, kabarık etekli elbisenin içinde bir kuğu gibi güzel ve edalı duruyormuş. Çıtı Pıtı Hanım ona durumu anlatmış.

Teyzesinin kızı:

-Tabi ki yardım ederim ama ne yapabiliriz. Şimdi nöbetçi bana da inanmaz, demiş.

Çıtı Pıtı Hanım biraz düşünmüş. Aklına bir fikir gelmiş.

-Ben senin eteğinin altına saklanayım, demiş. Zaten yeterince kabarık. Azcık başımı eğdiğim zaman rahat rahat içinde yürüyebilirim.

Teyzesinin kızına bu plan pek parlak gelmemiş.

-Ya nöbetçi fark ederse, demiş.

Çıtı Pıtı Hanım:

-Merak etme, demiş. Sen o kadar güzelsin ki yüzüne bakmaktan eteğine dikkat etmezler.

Çıtı Pıtı Hanım teyzesinin kızının eteğinin altına saklanıp onunla birlikte içeri girmeyi başarmış. Gerçekten de nöbetçiler kızın güzelliğine bakmaktan eteğinin anormal kabarıklığını fark etmemişler bile.

Sarayın muhteşem salonunda yüzlerce genç kız prensin gelmesini beklemiş.

Yakışıklı prens geldiğinde heyecandan hepsinin kalbi küt küt atmaya başlamış. Çıtı Pıtı Hanım prensi görür görmez aşık olmuş. Prens kızlara tek tek hoşgeldiniz deyip tanışmaya başlamış. Çıtı Pıtı Hanım’ın sıra kendisine geldiğinde neredeyse kalbi duracakmış. Bütün kızlar küçümser bir edayla onu süzüyorlarmış.

-İsmim Çıtı Pıtı Hanım prensim, demiş.

Prens de onu küçük bir kız sanmış.

-Memnun oldum. Ablanla birlikte mi geldin canım, demiş.

Çıtı Pıtı Hanım bu sözlere üzülmüş. Güzel gözlerini prense dikerek:

-Hayır ben küçük değilim, genç bir kızım, demiş

Demiş demesine ama Prens onun güzel gözlerini fark etmemiş. Onu dinlememiş bile. Yanındaki genç kızla konuşmaya başlamış. Tanışma bittikten sonra prens Çıtı Pıtı Hanım’ın teyzesinin kızıyla çok ilgilenmiş. Prens ondan gözlerini alamıyormuş. Çıtı Pıtı Hanım bütün gece prensin dikkatini çekmek için etrafında dolaştıysa da prens onunla hiç ilgilenmemiş.

O gece Çıtı Pıtı Hanım çok üzgün dönmüş evine. O günden sonra da boyunun kısa oluşuna üzülmeye başlamış. Boyum uzun olsaydı prens benimle evlenirdi, diye düşünmüş. Anne ve babası kızlarının derdine ortak oluyorlarmış. Fakat ne söylerlerse söylesinler Çıtı Pıtı Hanım’ı üzüntüsünden kurtaramıyorlarmış. Kederinden yemekten içmekten kesilen Çıtı Pıtı Hanım iyice zayıflayıp küçülmüş.

Bu arada teyzesinin kızıyla prens evleneceklermiş. Çıtı Pıtı Hanım teyzesinin kızının düğününe gitmemiş.

-Teyzemin kızı da olsa prensimin başkasıyla evlendiğini görmeye dayanamam, demiş.

Sarayda kırk gün kırk gece yapılan gösterişli düğünle prensle teyzesinin kızı evlenmişler.

Aradan aylar geçmiş. Zamanla Çıtı Pıtı Hanım’ın acısı azalmış. Bir gün annesine:

-Ben gideyim de teyzemin kızına hayırlı olsun diyeyim, demiş.

Saraya düğün hediyesi alıp öyle gitmiş. “Kim bilir, o şimdi ne kadar mutludur ona mutsuzluğumu belli etmeyeyim,” diye düşünüyormuş. Teyzesinin kızı onu gördüğüne çok sevinmiş. Aynen onun hayal ettiği gibi güzel bir elbise giyinmiş. Yere kadar uzun olan elbisesi, incilerle süslü ve pembe renkteymiş. Fakat Çıtı Pıtı Hanım’ın beklediği gibi mutlu değilmiş.

Çıtı Pıtı Hanım:

-Rengin solmuş, gözlerinin altı çökmüş, hasta mısın? diye sormuş.

Teyzesinin kızı:

-Hayır hasta değilim, sadece çok mutsuzum, demiş.

Çıtı Pıtı Hanım çok şaşırmış.

-Mutsuz musun? diye sormuş inanmayan gözlerle.

Teyzesinin kızı:

-Evet çok mutsuzum, demiş.

Çıtı Pıtı Hanım:

-Nasıl mutsuz olursun! demiş hayretle. Ülkemizin yakışıklı prensiyle evlendin, prenses oldun. Sarayda yaşıyorsun. İlerde kraliçe olacaksın. Nasıl mutsuz olursun, inanamıyorum.

Teyzesinin kızı:

-Mutsuzum çünkü prens hiç hayal ettiğim gibi biri değilmiş, demiş. Evet yüzü güzel ama huyu çok kötü. Çok kaba biri. İnanmazsın belki ama muzu soyup kabuğunu yere atıyor. Bana çok kötü davranıyor, yürürken eteğime basıp gülüyor, bana hiç değer vermiyor. Kızınca beni dövüyor. Koskoca sarayda yapayalnızım.

Çıtı Pıtı Hanım güzel gözlerini kırpıştırarak,

-Bu söylediklerine inanamıyorum, demiş.

Teyzesinin kızı:

-Maalesef doğru, demiş.

Çıtı Pıtı Hanım onun için çok üzülmüş. Teyzesinin kızı da sadece prensin zenginliğine, yakışıklılığına baktığı için sonunda pişmanmış. Çıtı Pıtı Hanım bu olayda kendisinin de aynı hatayı yaptığını hatırlamış.

O günden sonra Çıtı Pıtı Hanım bir daha hiçbir şeyde dış görünüşe aldanmamış. Onu eskiden beri sevip isteyen, boyu boyuna uygun bir gençle evlenmiş. Sarayda mutsuz bir prenses olacağına küçük ağaç evinin mutlu prensesi olmuş.

Yıl Dede'nin Dört Kızı

Zaman adlı ölümsüz bir dev vardı. Bir gün Zaman, Yıl Dede'yi dört kızıyla birlikte yeryüzüne indirdi. Kızlar, yeryüzünü çok sevdiler. Hepsi bir yana dağılıp gittiler. Yıl Dede, bu duruma çok üzülüyordu. Çünkü yapayalnız olduğunu düşünüyordu. Zaman, Yıl Dede'ye:

- Sana üç yüz altmış beş boncuk vereceğim. Bunları gökyüzüne doğru atar tutar, eğlenirsin, üzülme, dedi.

Yıl Dede, bir yanı sarı, bir yanı siyah boncuklarla gerçekten eğleniyordu. Bir gün, kızlarının üçer çocuğu olduğunu öğrendi. Demek ki tam on iki torunu vardı. Buna çok sevindi. "Boncukları kızlarıma dağıtayım da torunlarıma birer kolye yapsınlar." diye düşündü. Kızlarına, yanma gelsinler diye haber saldı. Onları beklerken boncukları dört ayrı torbaya bölmeye çalıştı. Ne var ki matematiği pek iyi değildi. İlk iki torbaya doksan ikişer boncuk koydu. Geriye yüz seksen bir boncuk kalmıştı. Bunların doksan birini üçüncü, doksanını da dördüncü torbaya doldurdu. dersimiz.com

Yıl Dede çok beklemedi. İlkbahar adlı kızı çıkageldi. Ona aile içinde kısaca "Bahar" da derlerdi. Bahar, cıvıl cıvıl bir kızdı. Uzun, yemyeşil saçları vardı. Saçlarına her zaman rengârenk çiçekler takardı. Saati saatine uymazdı. Bazen yüzünde güller açardı. Bazen hüzünlenir, gözleri yaşlarla dolardı. Yıl Dede, Bahar'a içinde doksan iki boncuk olan ilk torbayı verdi.

- Boncuklardan üç kızına birer kolye yaparsın, dedi.

Bahar, babasının yanından ayrılmadan Yaz geldi. Yaz, Yıl Dede'nin en sıcakkanlı kızıydı. Sapsarı saçları, bulutsuz gökler gibi mavi gözleri vardı. Bahar'a babalarının ona kaç boncuk verdiğini sordu. Öğrenince babasına:

- Ben de o kadar boncuk isterim, dedi. Babası ona da doksan iki boncuk verdi.

Yaz giderken kapıda Sonbahar'a rastladı. Ona "Güz" de derlerdi. Güz; duygulu, olgun, ağırbaşlı bir kızdı. Açık kahverengi saçlarını sarı yapraklarla süslerdi. Babalarının kendilerine kaçar boncuk verdiğini Yaz ona hemen söyledi. Güz, "Babam, elbette bana da onlara verdiği kadar boncuk verir." diye düşündü. Babasına hiçbir şey söylemedi. Babası:

- Bu torbalardan birinde doksan bir, ötekinde doksan boncuk var. Hangisini istersin, diye sordu. Güz:

- Siz hangisini verirseniz, onu isterim babacığım, dedi. Yıl Dede, ona içinde doksan bir boncuk olan torbayı verdi.

Kış, en sona kalmıştı. Çok soğuk, az gülen bir kızdı. Kapkara saçlarına bazen bembeyaz karlar döküp dolaşırdı. Babasından, içinde en az boncuk olan torbanın kendisine kaldığını öğrendi. Bu duruma canı çok sıkılmıştı. Hemen suratını astı. Babası:

- Ne yapayım, en sona kalmasaydın, dedi. Kış, babasına soğuk soğuk baktı. Torbayı alıp gitti.

Bahar, Yaz ve Güz evlerine gidince boncuklardan üçer kolye yaptılar. Kızlarının boyunlarına taktılar. Kolyelerin bazısı otuz, bazısı otuz bir boncukluydu.

Kış, eve gelince torbayı bir kenara attı. İkiz olan Aralık ve Ocak koşup geldiler. Torbadan otuz birer boncuk aldılar. Küçük Şubat'a yirmi sekiz boncuk kalmıştı. Şubat, bunun haksızlık olduğunu ablalarına söyleyince:

- Teyzemiz Yaz'ın ikizleri Temmuz ve Ağustos'un otuz birer boncuğu var. Biz de ikiziz. Onlardan aşağı kalamayız. Kusura bakma, deyip oralı bile olmadılar. Şubat, annesine gitti. Ablalarının yaptığını anlattı. Annesi:

- Bunların sebebi dedendir. Bana az boncuk vermeseydi, böyle olmazdı, dedi.

Şubat, ağlaya ağlaya dedesine gitti. Olup biteni anlattı. Dedesi, onun bu kadar üzülmesine dayanamadı. Gidip içeriden bir boncuk getirdi.

- Sevgili Şubat, bu sihirli bir boncuk. Bundan hiçbir torunumda yok. İşte bunu sana veriyorum. Bu boncuk, hep kolyende olacak ama üç yıl onu kimse göremeyecek. Dördüncü yılda ise pırıl pırıl belirecek. Haydi al bunu, kolyene tak, dedi. Şubat, bu kez sevinçten ağlamaya başladı.

Derler ki o günden beri Yıl Dede'nin diğer torunları Şubat'ın sihirli boncuğuna bakar, onu hep kıskanırlarmış.

Kaplumbağa İle Tavşan

Tavşanın birisi çok övünüyormuş.

- Bu ormanda benden hızlı koşan yoktur. Varsa gelsin yarışalım diye söyleyip geziyormuş. Kaplumbağa bir gün:

- O kadar böbürlenme kendine de o kadar güvenme. Ben senden daha hızlı koşarım.İstersen

yarışalım, demiş .

Tavşan kaplumbağanın bu sözlerine kahkahalarla gülerek:

- Sen mi benimle yarışacaksın. diyerek alay etmiş. Ama yinede yarışı kabul etmiş.

Yarışın başlangıç ve bitiş yerlerini belirlemişler,yarış başlamış.

Tavşan çok hızlı başlamış. Ama biraz ileriye gidince geri dönüp bakmış ki tavşan, kaplumbağa hiç görünmüyor. Yatmış bir ağacın dibine uyumuş. Uyandığında. , bakmış ki kaplumbağa yarışı bitirmek üzere.

Tavşan koşmuş fakat kaplumbağa varış yerine ondan önce ulaşmış.

Kaplumbağa tavşana:

“ Hiçbir zaman kendini başkalarından üstün görme.

Sen, uyudun, Ben çalışarak seni geçtim”demiş ...

Ceylan, Kaplumbağa, Fare Ve Karga

Bir varmış, bir yokmuş; Hayvanların mutlu yaşadığı bir ülke varmış. Bu ülkede ceylan, kaplumbağa, karga ve fare bir arada güzel güzel yaşıyormuş. Yurtları uzak, çok uzak bir yerdeymiş. Mutlulukları da bu yüzdenmiş. Bir gün ceylan çayırda oynuyormuş, halinden çok mutluymuş. Ancak birdenbire insanoğlunun en iyi dostu olarak bilinen bir köpek çıkmış ortaya. Tabi arkasından da bir insan gelmiş. Köpek ve adam ceylanın peşinden koşmaya başlamış. Ceylan kaçmış onlar kovalamışlar. Bu sırada evde yemek zamanıymış. Sofrayı hazırlayan fare, bakmış arkadaşlarından biri eksik. Arkadaşlarına dönerek:

- Neden, demiş hep dörtken bu gün üçüz? Ceylan arkadaşımız bizi unuttu mu dersiniz?

- Unutmaz, demiş kaplumbağa. Mutlaka başı dertte olmalı. Ne olurdu karga gibi kanatlarım olsaydı, uçar dolanırdım çayırları. Ya ceylanın yardımımıza ihtiyacı varsa, ne olduğunu bilmeden onu yargılamak doğru olmaz. Karga hak vermiş kaplumbağaya. Kanatlarını çırpıp havalanmış ve ceylanı aramaya başlamış. Birde ne görsün, ceylan ormanda bir tuzağa düşmemiş mi? Ağlardan kurtulmak için çırpınıp duruyor. Karga hemen dostlarına haber vermiş. Üçü düşünüp bir sonuca varmışlar. Biri evi bekliyecek, diğer ikisi ceylanı kurtarmaya gidecekmiş. Tabiki evde kaplumbağa kalmış. Fare ile karga fırlayıp gitmiş. Kaplumbağa kalmış kalmasına ama, aklı hep dostlarındaymış. Sonunda oda çıkmış yola. Bir süre sonra fare ile karga ceylanın yanına gelmiş. Fare ağları kemirmiş. Sonra hepsi oradan ayrılmış. Avcı oraya gelip ağları parçalamış, tuzağıda bomboş görünce küplere binmiş. Öfke ile etrafa bakınmış o sıra kaplumbağayı görmüş. Onu çantasına koymuş.

- Ceylan bir başka güne kalsın. Biz bu akşam kaplumbağa ile yetinelim. Karga olup bitenleri yukarıdan görmüş. Hemen uçarak olanları ceylana ve fareye anlatmış. Üçü hemen bir araya gelip dostlarını nasıl kurtaracaklarını düşünmeye başlamışlar. Sonunda bir yol bulmuşlar. Ceylan, avcının önüne çıkıp kendini göstermiş. Ceylanı karşısında gören avcı hemen onun peşine düşmüş. Avcı kovalıyor, ceylan koşuyormuş. Sonunda avcı yorulup sırtındaki çantayı yere atmış. Farede bunu bekliyormuş. Hemen koşup, çantayı kemirmiş ve dostunu kurtarmış. Onlar ermiş muradına, avcı boş dönmüş evine.

Hüthütün Yavrucukları

Bir varmış, bir yokmuş. Anlar pek çokmuş, ama vakit yokmuş...

Ninem elini cebine sokmuş,leblebi tanesi çıkarmış. Karşısında duran yüz yirmi bin torununa vermiş, hepsi birer ısırık almış, geriye kocaman leblebi kalmış. Yiyen rüyalara dalmış...

Ninecik başlarında beklemiş,güne gün eklemiş.

Yüz bin torun güzel düşler görmüş. Ama bütün rüyalar birmiş!

Derken... Yüz yirmi bin torun gözlerini açmış, hepsinin uykuları kaçmış. Hepsi de gördükleri masal düşleri anlatmak istiyormuş. Ninecik demiş ki:

-Bir anlatışta on bin düş dinlerim. Anlatmaya başlayın bakalım!

En öndeki on bin torun masalı anlatmaya, sözlerine ballar katmaya başlamış. Biz de dinleyelim mi?

Mim’in güzel vadisinde İlahiler Ormanında bir Hüthüt varmış. Ulu çınarın en kalın dalına yuva oymuş. Küçük mü küçük, nohut kafalı yavrularını büyütmeye çalışıyor, durmadan onlara yiyecek taşıyormuş.

Aradan günler geçip yavrular tüylenmeye başlayınca Hüthüt çok mutlu olmuş.

Bir gün yavruları için yiyecek arıyormuş. Birden üstünde kocaman gölge görmüş. O tarafa bakınca korkudan neredeyse uçmayı bırakacakmış! Kocaman kartal onu avlamak istiyormuş. Hemen en yakın ağaca uçup en kuytu dalların arasına saklanmış.

Kartal gelip üst dala konmuş, beklemeye başlamış. Hüthüt korku içinde ötmüş:

- Hüt hüt hüt! Yavrularım bekliyor. Canımı bağışla. Beni yersen açlıktan ölecekler.

Kartal çığlık atmış:

-Çok açııım!

Pençe atıp onun saklandığı dalları kırıvermiş.

Hüthüt bütün kalbiye Allah’a yalvarmış, merhamet dilemiş.

O an Yüce Allah, kartalın gözlerinin önüne Hüthüt’ün yavrularını getirmiş. Gagalarını açıp kapatıyorlar, annelerini çağırıyorlarmış. Açlıktan bitkin düşmüş, birbirilerine sokulmuşlar.

Kartal çok üzülmüş, büyük pişmanlık duymuş.

Akıl Okulu

Gecelerden bir gece, sevgili aynacık bakın neler anlatmaya başlamış

Birgün ülkenin küçük kasabalarından olan Yitan’da şöyle bir haber yayılmış:

- Güzel başkentimizde bir Akıl Okulu varmış. Her kim o okula giderse orada ona akıl öğretiliyormuş.

Herkes bu haberi şaşkınlıkla birbirine anlatıyormuş. Şehrin en zenginlerinden olan bir adam da bu haberi duyunca kahkahalarla gülmeye başlamış:

- Efendim, hayatımda hiç bu kadar komik bir şey duymamıştım. Bir insan akıllıysa akıllıdır. Sonradan akıl kazanılır mı hiç? Olacak şey midir? Duyulmuş mudur? Görülmüş müdür?

Bu adam çok zengin olduğu için çocuklarının hiçbirisini okutmamış. Öyle çok parası varmış ki, istese şehrin tamamını satın alabilirmiş. Fakat çocuklarına devamlı şöyle diyormuş:

- Şükürler olsun çok paramız var. Yine de paramıza para katmalıyız. Ne kadar çok kazanırsak o kadar güçlü oluruz.

Çocuklarından biri ise, babasının bu düşüncesine katılmıyormuş. Devamlı;

- Babacığım, okumak gibisi var mıdır, diyormuş. Bak ne çok paramız var. Ama bu parayla bilgi satın alamayız. Buna kimsenin de gücü yetmez. Neden okumayı kötü görüyorsun?

Adam, çocuğunun bu sözlerini günlerce, gecelerce düşünmüş durmuş. Sabahlara kadar sayıklar olmuş: Akıl Okulu Akıl Okulu

Bir sabah dayanamamış ve kararını vermiş:

- Böyle olmayacak. Şu Akıl Okulu neymiş gidip göreceğim.

Adam yolculuk için hazırlanmış. Atına binmiş ve yola koyulmuş. Günler geçmiş. Geceler geçmiş. Memleketinden ayrılalı tam otuz-iki gün olmuş. Günün birinde, yolda ağır ağır yürüyen bir ihtiyara rastlamış. İhtiyarın gözleri görmüyormuş. Adam bu ihtiyarın hâline acımış. Yanına yaklaşarak;

- Ey yolcu, nereye gidiyorsun, diye sormuş.

İhtiyar da başkente gitmek istediğini söylemiş. Bunun üzerine adam atından inmiş ve ihtiyarı atına bindirmiş:

- Ben de başkente gidiyorum, demiş. Bir günlük yolum kaldı. Birlikte konuşa konuşa gideriz.

İhtiyar atın üzerinde, adam yaya yolculuklarına devam etmişler. Şehre vardıkları zaman adam ihtiyara;

- İşte başkente geldik, demiş. Burada inebilirsin.

Fakat ihtiyar, adama şunları söylemiş:

- Madem bir iyilik yaptın, bunun gerisini de getir. Beni şehrin meydanına kadar götür. Ondan sonra var git nereye gideceksen.

Adam hiç karşı çıkmamış ve “tamam” demiş. Beş-on dakika sonra şehrin meydanına gelmişler. Tam bu sırada ihtiyar bağırmaya başlamış:

- İmdat!.. Yardım edin. Bu adam atımı çalmak istiyor. Bu garibana yardım elini uzatacak yok mu? İmdat!..

Meydandaki insanlar koşa koşa gelmişler onların yanına. İhtiyar kör olduğu için ona acımışlar ve adamı suçlamışlar:

- Utanmıyor musun bu yaşta hırsızlık yapmaya. Hem de kör bir adamın atını çalmaya çalışıyorsun.

Adam haykırıyormuş:

- Hayır, yalan söylüyor. Bu at benim. Onu yoldan ben aldım. İhtiyardır, yorulmasın, bir iyilik yapmış olayım, dedim. Bu at benim. Ben hayatımda hırsızlık yapmadım. O yalancıdır.

Fakat gelgelelim insanlar adamı dinlememişler. Atı, kör ihtiyarı ve adamı doğruca şehrin hakimine götürmüşler. Hakim önce kör ihtiyarı, sonra adamı dinlemiş. Ardından da şöyle demiş:

- Bana bir baytar, bir nalbant, bir de saraç çağırın. Hemen gelsinler. Bekliyoruz.

Adam bu üç kişinin neden çağrıldığını bir türlü anlayamamış. Kimseye de soramamış. Mecburen çağırılanların gelmesini beklemiş. Kısa bir zaman sonra da hepberaber gelmişler. Hakim gelenleri tek tek huzuruna kabul etmiş. Önce baytar alınmış odaya. Hakim ona sormuş:

- Ata bak. Bu at hangi memlekete aittir?

Baytar şöyle karşılık vermiş:

- Çok fazla incelemeye gerek yok. Bu at bu şehirden alınmamış. Yitan yöresine ait bir aittir.

Adam kendi memleketinin ismini duyunca hayretler içinde kalmış. Bu sefer de hakim nalbantı çağırmış ve ona;

- Sen de bu atın nerede nallandığına bak, demiş.

Nalbant biraz inceledikten sonra şunları söylemiş:

- Bu at burada nallanmamış. Yitan yöresinde atlar böyle nallanır. Bizimkine benzemez.

Adam yine şaşırmış. Kendi kendine, “Nasıl bilebilirler?” diye sorup duruyormuş. Hakim son olarak saraca;

- Bu atın koşumlarını incele, demiş. Nasıl eyerlenmiş?

Saraç hiç beklemeden cevap vermiş:

- Efendim, ilk bakışta bizim yöremize ait olmadığı anlaşılıyor. Yitan yöresinin koşum şeklidir bu.

Hakim cevapları aldıktan sonra atın sahibine dönerek;

- Evet, sen doğru söylüyordun, demiş. Bu at senin. Artık atını alıp gidebilirsin. İhtiyara da gereken ceza verilecektir. Hiç meraklanma.

Fakat adam dayanamayarak hakime sormuş:

- Siz böyle bir şey yapmayı nasıl düşündünüz? Bu adamlar, bu atın Yitan yöresine ait olduğunu nereden anladılar? Lütfen bana söyler misiniz bütün bunlar nasıl olabiliyor?

Hakim adamın sorusuna gülerek cevap vermiş:

- Ben ve bu gördüğün herkes, bu şehirdeki Akıl Okulu’nu bitirdik. Her şeyi o okulda öğrendik. Orada doğrunun nerede ve nasıl bulunacağı öğretilir.

Adam böylece Akıl Okulu’nun ne anlama geldiğini yaşayarak öğrenmiş. Heyecanla memleketi olan Yitan’a dönmüş. Bütün olanları ailesine ve arkadaşlarına anlatmış. Sonra da bütün çocuklarını bu Akıl Okulu’na göndermiş. Anlamış ki, herkeste akıl var, ama onu kullanabilmek için eğitim gerekiyor

Karagöz İle Hacivat: Hacivat'ın Atı

Hacivat’ın son zamanlarda işleri iyi gider. Çok para kazanır. Bu birikimi değerlendirmek için, bir yarış atı satın alır. Girdiği her yarışı kazanan meşhur bir at: Küheylan. Olayı duyan Karagöz, Hacivat’ın evine gidip kapıyı çalar. Hacivat pencereye çıkar ve sorar: “ Buyur Karagöz’üm, bir şey mi istemiştin? “

Karagöz: “ Evet Hacivat, bir şey istemiştim. Duyduğuma göre, Küheylan’ı satın almışsın. Onu bana satar mısın? “

Hacivat: ” Neden olmasın Karagöz’üm. İyi bir fiyat verirsen satarım. De bakalım, ne veriyorsun? “

Karagöz: “ Hı?..”

Hacivat: “ Yani kaç para verirsin? Küheylan’ı kaça alırsın? “

Karagöz: “ On altın veririm. Sattın mı? “

Hacivat: “ Dur bakalım, Karagöz’üm. Hemen sattın mı olur mu? Bir pazarlık yapalım, değil mi? “

Karagöz: “ Nazarlık taktırırım, Küheylan’a. Anlaştık o zaman. “

Hacivat: “ Yapma Karagöz’üm. Alışverişi oldubittiye getirme. On altına Küheylan mı satılırmış? Çık biraz, çık çık. “

Hacivat’ın ne dediğini tam olarak anlayamayan Karagöz evin merdivenlerini çıkmaya başlar. Sonunda, burnu kapıya dayanır.

Hacivat: “ Çık Karagöz’üm, çık çık. “

Karagöz: “ Kapıya kadar çıktım. Daha fazla çıkamıyorum. “

Hacivat: “ Ben sana merdivenleri çık demedim. Fiyatta çık, yani on altın dedin ya onu arttır, yirmi de, otuz de. “

Karagöz: “ Yirmi, otuz. “

Hacivat: “ Çık, çık. “

Karagöz: “ Elli, altmış. “

Hacivat: “ Çık, çık. “

Hacivat’ın çok para istemesine kızan Karagöz bağırır: “ Çık çıkı, çık çık. Sanki zil takıp oynuyorsun. Bre Hacivat, sen ne istiyorsun bu ata, onu söyle bakalım. “

Hacivat: “ Bak Karagöz’üm, ben atı yüz altına aldım. Üstüne kar da koy.Yüzü geç, yüzü geç.”

Karagöz: “ Yüzgeç balıklarda olur, alık. “

Hacivat: “ Hemen sinirlenme Karagöz’üm. Şunun şurasında ne güzel pazarlık yapıyoruz. Bak Karagöz’üm, Küheylan’ı sana veririm ama yüz yirmi altınını alırım. Bir kuruş aşağı olmaz. “

Hacivat’ın konuşmasına içerleyen ve Küheylan’ı alamadığına üzülen Karagöz, Hacivat’a küser. Bir hafta ne Hacivat’ın evinin önünden geçer, ne de onunla konuşur. Daha sonra iki eski dost tekrar barışırlar.

Yıldız Yağmuru

Kış, beyaz ağaçlar yaratır topraktan; bazı insanlardan umutsuzluk yaratır, ama bir sevgi iliştirir bu umutsuzluğa, dünyanın en garip çiçeğini yaratır.

Annesi babası ölmüştü kızın, başında bir kukuletası sırtında yırtık bir elbisesi ve tüyleri yağmur yemiş bir paltosu vardı. Böyle bir kızın cebinde olsa olsa bir dilim ekmeği olur ancak, avucunda sıkı sıkı tuttuğu birazcık bozuk parası olur. Ama kış güveni nedense kaybolmamıştır. Kuşlara bakarak ısınmaya çalışır. Titrerken düşünüyordu kız.

-Bahar gelecek günün birinde Kar taneleri yerine tomurcuk yağacak gökten sincaplar ılıklığı yukarı taşıyacak. Kış baharın habercisidir, meleklere mektup yazar, gönderilmesini ister baharın bu arada yeryüzünü oyalar.

Bunları düşünürken yaşlı bir adam çıktı karşısına.

-Param yok, karnım aç, dedi bana para ver biraz, sen küçük bir çocuksun nasılsa doyururlar seni.

Hiç düşünmedi bile kız bütün parasını ihtiyara uzattı. Sanki beyaz bir aslan girmişti şehre, alev yerine kar soluyordu şemsiyesi olanların şemsiyesini, düşleri olanların düşlerini parçalıyordu. Ama umutsuzluğa kapılmadı kız, sokakta bir başına yürüdü.

Bir kadın belirdi yanı başına.

-Güzel çocuk, dedi yiyecek bir şey var mı cebinde? Ağzıma üç gündür lokma koymadım kime başvurduysam geri çevirdi beni...

Bir dilim ekmeği vardı ya, onu yesin zavallı kadın, kendisi bir şey yemeyeli iki gün olmuştu daha.

-Al teyze, dedi, benim karnım tok, daha demin yemek yedim. İnan bana, daha olsaydı daha verirdim.

Sonra küçük bir çocuğa giydirdi paltosunu, gömleğini kendi boyunda bir kıza armağan etti, hava kararmıştı nasıl olsa, kimseler göremezdi kendisini.

Ama o bir kedi yavrusunu gördü; soğuktan sesi bile donmuştu kedinin, bıyıklarında buz tutmuştu miyavlaması. dergiciler görseydi, kış resmi olarak dağların değil onun resmini koyarlardı dergi kapaklarına. Başından çıkardığı kukuletaya sardı kediyi.

Kış,adımlarını yönetir insanların; kürklü olanları tiyatroya götürür, paltolu olanları sinemaya götürür, ceketli olanları evlerine götürür, çıplak olanları korulara götürür.

Derken, kendini bir koruda buldu kız, saçlarının arasına sokup ellerini gökyüzüne baktı. O anda tipi dindi, bulutlar açıldı ve ansızın beliren samanyolundan bir yıldız kaydı, sonra bir yıldız,bir yıldız daha, bütün samanyolu, büyük ayı, küçük ayı, hepsi ayaklarının dibine düştü kızın, sonra çoban yıldızı düştü.

Yeryüzü inanılmaz sevinçler yaratır. Eğilip baktı kız, toprağa değdikçe altın oluyordu yıldızlar.

Artık gelmemek üzere gidiyordu kış yoksulların, kedilerin yanından; güzel yemekler, kalın kumaşlar alınırdı bu altınlarla.

Göğü seven denizcilerin tanıdığı bütün yıldızlar birer birer düştü yere onları gören ay bile çekinmedi havada parçalandı ve dallarına altın birer yaprak olarak kondu ağaçların.

Alışverişi seven sincaplar için işte bir sürü altın.


Odun Yarıcı

Bugün günlerden ne acaba? Dün ağustos ayına girdik. Bugün ayın ikisi, hafta ortası falan olsa gerek. Her neyse çarşamba veya perşembe ne fark eder? Hava da çok sıcak. Boğucu bir sıcaklık var. Ter içinde kalmışım. Biraz daha gezeyim sonra dinlenirim. Zaten vakit de öğleni geçeli bir saat oluyor. Bugün de iş çıkmayacak galiba. Üç dört gün önce yarım araba odun kesmiştim. O zamandan bu yana boşa dolaşıyorum ya neyse. Gezmeden, dolaşmadan da olmuyor ki. Kim bilecek benim evi de gelecek, “ Hasan Usta, gel bizim şu odunları kesiver “ diyecek. Sonbahar geleydi işler açılırdı, ama oraya daha iki ay var. Tek tük yazdan odun alanlar olmasa bilmem ne olurdu?

Geçen yazın bu sokakta, galiba şu evin bahçesinde odun kesmiştim. İyi de para vermişlerdi. Bakalım belki yine odun aldılarsa çağırıverirler belki. Sesleneyim biraz durup da: “ Haydi, odun yarıcı geldi, odun yarıcı…Haydi, odun yarıcı geldi, odun yarıcı…” Ses seda yok. İş çıkmayacak galiba. Boş ver. İçim de bayılmaya başladı. Acıkmışım. Sabah evde içtiğim çorba hepsi o kadar. İlerde bir bakkal olmalıydı. Bir ekmek alıp, yarısını yiyip, yarısını torbaya koyup, akşama saklamalı.

Oh be, dünya varmış! Neredeyse ekmeğin tümünü yiyiverecektim. Az kaldı ya, pasta gibiymiş. Üstüne çeşmeden kana kana bir de su içtim, kendime geldim azıcık. İyi ki, bu çınarın dibine oturmuşum. Gölgelik, serin burası. Dinleneyim on beş yirmi dakika burada. Karşıdan gelen şu genci birisine benzeteceğim, ama kime? Dur bakalım, yaklaşsın biraz. O’na benziyor ama O değil. O olsaydı, durup şöyle bir bakar, mutlaka beni tanır, hiç çekinmez gelir yanıma oturur, hal hatır sorar konuşurdu. Bu kafasını kaldırıp bakmadı bile. Olsun canım, ben bu genci de pek sevdim. Beni iki üç ay öncesine döndürdü.

O’nu daha önceden de görmüşlüğüm vardı. Ben bu ihtiyar halimle, baltam omzumda, kesilecek odun ararken yollarda birkaç defa denk geldiydi. Yanımdan geçerken yavaşlar yüzüme bakardı. Dikkat ederdim, gözleri yaşarır gibi olurdu. Bir iki derken rast geldiği, acaba dedim beni dedesine falan mı benzetiyor da ondan ağlamaklı oluyor. Sonra hiç unutmam tenha bir sokakta oturmuş, öğle vakti ekmeğimi yiyordum. Yoldan geçerken gördü beni, yanıma geldi, oturdu. Hal-hatır sordu. Oldukça mütevaziydi. Laf lafı açtı. Beni sordu: Yaşım 65 dedim. Tek odalı bir evim var dedim. Gençliğimden beri hep oduncuyum dedim, anlattım durdum. Kendisi hikayeler yazarmış. “ Senin için de bir hikaye yazacağım dede, dedi. Herkes seni bu hikaye ile tanısın, bilsin, yaşasın istiyorum “ dedi. Acaba yazdı mı ki?..

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...