Sorry I didn't get a chance to blog again before Christmas, but I hope you have all had a lovely festive few days. I really appreciated spending two days just relaxing with Mum and Dad, with no pressure to do anything but help cook the dinner and then eat it!

Mum had gone for a white, silver and glass theme on her tree this year, with white candles

and these traditional German straw stars.

There's nothing nicer than sitting by a real log fire is there?

Portscatho is looking very festive at the moment, so one bitterly cold evening last week after I'd closed the shop I took a wander round the village to show you the Christmas lights......

This tiny cottage on the Lugger always goes to town with loads of flashing lights in all colours and designs!

The winking snowman!

Just opposite my shop are two lovely galleries: The Harbour Gallery and Spindrift Gallery.

Cynthia Greenslade who runs Spindrift is herself a practising artist and always has a beautiful selection of jewellery, ceramics, glassware and paintings on display.



This is the view down the road leading to The Sea Garden.......

and the shop itself.


Here's a random selection of what's on sale at the moment............



An amazing doll from the 1870's with moveable wooden joints, and several recycled notebooks fashioned from vintage hardback books, with original illustrations retained.






These gorgeous hand-made porcelain buttons are by Amanda Mercer.

I put flower lights up round my bed-head last Christmas, and then couldn't bear to take them down again, so they remain up all year long now. It makes going to bed even more of a pleasure. Go on, put some lights up round your bed - you feel like a princess!

Best wishes to all of you friends for a very happy and fulfilling year ahead; your company as I have progressed on my journey as a new blogger has been inspirational - thank you!

Candlelight


Christmas is a time to celebrate our relationships with family and friends. Tonight I think of all those whose Christmas will be tinged with sadness with the remembrance of a dear loved one who is lost or missing from their lives this year.
I light a candle for you. x

sarah mclachlan - wintersong

Winter Walks

I managed to grab two lovely walks in the winter sunshine this week. On Monday I did a circuit round the Trewithen estate which I am lucky enough to have right on my doorstep. There are some truly magnificent trees in the grounds, beautifully silhouetted against the sky at this time of year.


The lichen on this rough hewn branch fence is always something I stop to look at when I pass.

Like tiny miniature forests....

When I return home I pick up a parcel from the post office - it's come all the way from California! I will show you what was inside later...

Then on Wednesday a walk to Ladock down winding country lanes,

Underneath the railway bridge that serves the Penzance - London mainline,

To the beautiful old church at Ladock.


This window is one of the loveliest I know, I love to sit and look at it.



I particularly adore the roses and lilies in this ladies lap and on her headdress

The main window above the altar was designed by the two great Pre-Raphaelite painters Edward Burne-Jones and William Morris.


Can you spot the little shepherds and kings at the sides of the altar below?

The window above the side altar is also by William Morris.

We were just about to leave when there was a scuffling of footsteps and a chatter of voices outside, and in came the children from the school next door to decorate the tree!

Lots of tinsel and handmade baubles,


and these adorably sweet angels!


On the way to Ladock I had spotted a large Hawthorn branch which had fallen onto the hedge not too far from home, so when we passed it on the return journey I retrieved it and hoisted it onto my shoulder, and carried it triumphantly back to the cottage. It felt like I had an enormous pair of antlers growing out of my head. My friend thought me quite mad!

But I knew it would make a wonderful twiggy Christmas tree!

This wooly shepherd and his cute sheep always has to be part of my Christmas tableau!

I have kept the decoration of my tree to a minimum, hanging little glass holders with tealights inside, a few baubles and wooden hearts and stars, some tiny red ceramic hearts, and three stitched fabric heart hangings by Lynn of 'Sea Angels'.

This is what was in the California parcel - two little ceramic cups that I won from the very talented Julie Whitmore when I came runner-up in her giveaway recently. Aren't they so sweet!

Snowman and robins on their little frozen pond....

I will post again when I light the candles for the first time and take some pics. Hope you are all loving decorating your homes too!

Dünyada iyi olan hiçbir şey, tutkusuz başarılmamıştır


Mayalanma sürecinin ardından gazını çıkartırsınız sonra şekil verip tekrar mayalanır çocuk. Fırını bir güzel atılır ve o muazzam, insanın ağzını sulandıran koku fırından çıkmaya başlar. Bir de taş fırında yaptığınızı düşünün sevgili okuyucularım. Amanın amanınnn! :) Ekmeğin en sevdiğim yanı; yaparken hep yüzüm gülüyor. Ellerime un, su veya mayanın bulaşmasına bayılıyorum. Yaptığınız şeye resmen bir hayat katıyorsunuz aslında. Ona bir kişilik kazandırıyorsunuz. Hatta sizin ruh halinizi bile alıyor. İnsanlarda da öyle değil midir? Dokunmak, sizin elektromanyatik gücünüzü karşı tarafa aktarmanızı sağlar. Bırakın beni 7/24 ekmek yapayım modunda saçını başını bu yolda feda etmiş, enkazlardan kurtulmuş ve engellere karşı dimdik duran insan bedeninde nev-i şahsına munhasır bir kişiliğim! Sıfırdan bir şey yaratmak nasıl harikulade bir duygudur anlatamam size. Hele sonuç güzel olunca değmesin kimse keyfinize! :) Şöyle paşalar gibi koltukta oturup arkanıza yaslanıyorsunuz ve bir derin iç çekiş, ardından yaptığınız esere bakıyorsunuz veee o başarı hissi.. Başarısızlıklar, bize sadece nasıl başaracağımızı öğretir. Ben belki milyon kere başarısız olmuşumdur hayatta ama omun iki katı kadar başarılı olmuşumdur. Ukalalık değil inanın! Bir şeyi bir kere başaramıyorsanız, durun ve yeniden başlayın! Hiçbir şey için asla geç değildir çünkü.. Bakın bana! Sizce hala geç mi? Gerçekten?..
Geçen gün, bir süre sonra sizinle nasıl yapıldığını çok eğlenceli bir şekilde anlatacağım, İngiliz Somun Ekmeği yaptım. Biraz sabredin sadece. Aslında klasik somun ekmeği kendisi. İçerisinde, Un, Su, Yaş Maya ve Tuz bulunuyor. Özelliği bir tek dışında Haş Haş bulunması! Çok klasik! Geleneksel şeyleri seviyorum ne yapayım! :) Tabi ben kuru kuru yapmadım kendisini! İçine Kuru domates ve Çecil Peyniri koydum. Biraz değişiklikte fayda var ne de olsa değil mi sevgili okuyucularım?! :)) Güzelce yoğurdum. Annem beni seyrederken hamuru yoğuruşumun bile inanılmaz değiştiğini söyledi. Ehhh.. Olmasa ayıp olurdu değil mi? :) Ertesi gün okul olmasına rağmen gecenin 00:30'unda hala ekmeğiyle uğraşan bir tip olduğum için geç yatmakta bana koymuyor. Yeter ki, ben birşeyler üreteyim! Unutmayın, Georg Wilhelm Hegel amca demiş ki, "Dünyada iyi olan hiçbir şey, tutkusuz başarılmamıştır."
Bunu bir düşünün derim..
Bon Appetit!

Asla Vazgeçmeyin!

Bazen ne kadar güçlü olursanız olun böyle sağdan bir şey vurur ve manga karakterleri gibi koltuğunuza oturmuş, yanaklar kıpkırmızı bir şekilde duvara bakarsanız. Nitekim bende de oldu!.. Gelecek kaygıları mı desem içimde yaşadığım haykırışlar mı bilmiyorum. Sizde de oluyor mu? Karamsar olup elinizi ayağınızı herşeyden çekmek istiyorsunuz. Kara kara düşünmekten nefret ediyorum. O zamanlarda bütün herşey birbirine giriyor üstüne zaten. Hani çık işin içinden bakayım pozisyonu oluyor! Haydaaaaaa..! Sadece bir gece karamsarlığın içinde kayboldum. Evet! İtiraf ediyorum! İnsan ayağa kalkması gerektiğini sanırım yere düşüp dizini kanattığında anlıyor. Bana da bu lazımdı! Normalde benim orta kararım yoktur. Ya çok mutluyum ya çok mutsuzum, ki mutsuz olmayı tercih etmiyorum. Ya gülerim ya ağlarım. Gri tonlarını hiç sevmem.. Kabul, normal bir şey değil bu. Ama başka türlü de yaşamam mümkün değil. Yine böyle histerik bir gece yaşadıktan sonra silkinmeye karar verdim. Çünkü değiştirebilirdim. Hemde herşeyi.. Geri adım atmaktan korktuğunuz o an vardır ya, işte o an, ileriye korkusuzca bir adım atmanız gerekir. Düz giden bir şeyi tersine çevirmeli insan. Okul bayağı yoruyor beni, üstüne onca saat ayakta kalma ve çalışma,uykusuz kalma, haliyle sonuçları malum sizde tahmin edersiniz sevgili okuyucularım. Ne takat kalıyor başka bir şey yapmak için ne de zaman. Her zaman, insanalrın herşey için zamanının olduğunu savunmuşumdur ben. Zamanı biz yaratırız! Sadece biz.. Eğer istersek.. Bende yere düştüm. Ayağınız kaydığında sizi kolunuzdan tutacak birinin olması çok büyük bir şanstır. Binlerce şükür ki, ben buna sahibim. Ayağa kalkarken şöyle bir etrafıma baktım. Bu ben değildim. Sabah kalktım ve dedim ki kendime; " Kızım, durma! Senin koşman lazım! Değiştirebilirsin!" ve okul çıkışı Eminönüne gittim ve bir güzel alışveriş yaptım. Ivır zıvır ne varsa topladım. Hatta sipariş bile verdim olmayanları. Elimde kaldıramayacağım kadar ağır torbalarla yürürken zıplıyordum biliyor musunuz? O bir şey yapma isteği, heyecan ve başarabileceğini bilmek çok muazzam bir duygu. Eğer vazgeçerseniz, işte o sizin hayallerinizi de yaşama isteğinizi de öldürür. Kılpayı döndüm mü? Döndüm! Bir hayal kurarak bu yola girdim. "Neden olmasın?" dedim. Unutmayın, hayat bizim kendi yaptığımız seçimlerimizdir. Buddha amca demiş ki, " Olmuş olduğumuz herşey düşünmüş olduklarımızın sonucudur!" Sizde düşünün ne olmak istediğinizi. Nasıl bir hayat yaşamak istediğimi biliyorum. Ayağa kalktım ve yürümeye devam ediyorum. Hemde daha öncekinden daha emin ve güçlü adımlarla! Zaman mı? İşte size zaman! Gecenin bu saatinde fırında İngiliz Somon Ekmeğim pişiyor. ve ben usanmadan yapım aşamasını videoya aldım. Annemin yardımıyla tabi. :) En yakın zamanda da sizinle paylaşacağım sevgili okuyucularım.
Hayatta herşey olabilir. Sizi yıldırmaya çalışabilirler, anlamayabilirler hatta usandırmaya bile çalışabilirler. Derin bir nefes alın. ve benim gibi, bildiğinizi okuyun!
Hayat, uzun gözüküyor ama düşündüğümüzden çok daha kısa! Bunu unutmayın..!
Bon Appetit!

Uzay Yolculuğu



İnsanlar önce çeşitli araçlarla uçmayı denediler.

İşte sırtına kanat takmış biri uçmayı deniyor.


Sonra balon bulundu.

Balonla uçmak güzel ama pek güvenli değil.


19. yüzyılın sonunda ilk uçak yapıldı.

Bu da en gelişmiş uçak.


İnsanlar sonra uzayı merak ettiler.

Ve roketleri yaptılar.

Roket ve füze aynı anlamda kullanılır.


Füze arkadan fışkırttığı gazın tepkisiyle hedefe doğru yol alır.

Gökyüzü araştırmaları ile uğraşan kişilere astronom, uzay araçlarını kullananlara da astronot ya da kozmonot denir.

20 Temmuz 1969'da Apollo 11 denilen uzay aracı aya gitti.

İçindeki üç astronottan ikisi Kartal ve Ay Örümceği denen araçla Apollo 11'den ayrılarak aya indiler.

Araştan çıkarak ay üzerinde iki saat dolaştılar.

İncelemek için taş ve toprak aldılar ve dünyaya geri döndüler.

Sonra gördüklerini anlattılar.

Ayda yerçekimi az olduğundan denge kaybediliyor.

Ay toprağı pudra gibi toz halinde; yürürken birden durulmuyor.

Amerikalılar 1972 yılında da beşinci kez aya insan gönderdiler.

Bu astronotlar ayda ay jipi ile dolaştılar. Ayda pirinç yetiştirdiler.

Uzayda kalma rekorunu kıran Ski-Laib'in üç astronotu 84 günde iniş roketlerini ateşleyip Pasifik Okyanusu'na indiler.

Bu uzay laboratuvarı altı veya on yıl daha uzayda dönmeye devam edecek.

Uzay yolculuğunda bir insana su, yemek ve oksijen gerekli.

Uzayda hava olmadığından basınç sağlayacak özel uzay elbisesi de gerekir.

Meşe Ağacı İle Çoban




Sonbaharın son günleri olmasına rağmen hava o gün çok güzelmiş. Güneşin ışıkları soğuk havayı biraz olsun yumuşatıyormuş. Belki iklim koşullarının düzensizliğinden, etrafta ne bir hayvan ne de bir ağaç varmış. Yerlerde birkaç sararmış ot dışında hiçbir canlı kalmamış. Otun bulunmadığı yerlerde toprak da yok olmuş ve kayalar ortaya çıkmış. Bu nedenle bütün canlılar birer birer bozkırı terk ediyorlarmış.

Bozkırın sessizliğini artık yalnızca bir çoban ve sürüsü bozuyormuş. Tabii, çobanın ardındaki beş keçiye sürü denilirse. Oysa on yıl önce çobanın köyünde her biri en az yüz keçiden oluşan tam dokuz tane sürü varmış. Otlar azaldıkça sürülerdeki keçi sayısı da azalmış. Sonunda köyde çobanın sürüsündeki beş keçiden başka keçi kalmamış.

Keçileri kalmadığı için süt, peynir, yün üretmeyen köylüler geçinemez olmuşlar. Çoğu evlerini bırakıp kente göçmüşler. Köyde kalanlarsa hayatlarını kentteki yakınlarının yolladığı çok az para ile zar zor sürdürmekteymişler.

Köyün yakınlarında bir tek ağaç varmış. Bu yaşlı bir meşe ağacıymış. Çoban, her öğlen sürüsünü bu yaşlı meşe ağacının altında toplarmış. Bu öğlen de yine öyle yapmış. Çıkınını açarak yemeğini yemiş. Karnını doyurunca meşe ağacının altı, çobana pek atatlı gelmiş. Gözlerini kapatmış ve derin bir uykuya dalmış.

Çoban uykusunda aniden irkilmiş. Çünkü rüyasında tok sesli birisi kendisine seslenmekteymiş: "Hemşerim, hey sana diyorum. Beni dinle." Çoban şaşırıp, çevresine bakınmış. Ama çevresinde yaşlı meşe ağacından başka kimse yokmuş. Meşe Ağacı, "Hemşerim" demiş, "Şaşkın şaşkın bakınma. Konuşan benim. Ben, Meşe Ağacı. Sana söyleyeceklerim var." Çoban, Meşe Ağacı'nın konuşmasından korkmuş. "Konuşmak için bula bula beni mi buldun? Sen bir ağaçsın, nasıl konuşabiliyorsun?" diye sormuş. Meşe Ağacı: "Korkma sana söyleyeceklerim var. Beni dinlemeni istiyorum."

Çoban, "Peki anlat. Seni dinliyorum." "Ben senden, babandan ve dedenden bile daha yaşlıyım. Belki iki yüz yaşındayım. Büyüklerimin anlattıklarına göre, beni insanoğlu dikmemiş. Toprağa düşen bir palamuttan kendiliğinden filizlenmişim. Fidanlık dönemim çok mutlu geçti. O zamanlar sizin köyünüz yoktu. Her tarafta yüzlerce çeşitten, milyonlarca ağaç vardı. Birbirimizle kavga etmeden mutlu bir şekilde yaşıyorduk. Her tarafta bin bir çeşit çiçek açar, çevremizde geyikler, ceylanlar, dallarımızda sincaplar koşardı.

Dallarımızda rengarenk kuşlar yuva yapar ve cıvıldaşırdı. Ara sıra insanoğlu gelip dallarımızı kesip yakardı ama, yaralarımızı çabucak kapatır, tekrar eski neşemize kavuşurduk."

Çoban "Peki, sonra ne oldu?" diye sorunca Yaşlı meşe anlatmaya devam etmiş: "Gün geçtikçe insan sayısı arttı. Her geçen gün bir önceki günü arattı. Kimi odun elde etmek, kimi tarla açmak, kimileri de orman ürünlerinin üretimini artırmak için bizleri kestiler, yaktılar. Acımadan bütün ailemi katlettiler. Milyonlarca ağaçtan bugüne bir tek ben kaldım. Ben de her yıl yanıma yaklaşan insanları görünce korkudan zangır zangır titriyordum.

Insanlara yaptıklarının yanlışlığını anlatmak istiyordum. Ama bir türlü anlatamıyordum. Fark ederse beni de keserler diye sessizce duruyordum."

Meşe'yi dikkatle dinleyen çoban, "Peki şimdi neden benimle konuşuyorsun?" diye sormuş. Meşe, "Ben artık yaşlandım. Yakında biriniz kesmese de öleceğim. Bunun için artık beni kesmenizden korkmuyorum. Ama sizin için çok üzülüyorum. Artık uyanın. Anadolu, toprak erozyonu ile vatanlıktan çıkıp taş yığınına dönüyor. Her gün 150.000 kamyon dolusu toprak bir daha geri dönmemek üzere denizlerin tuzlu sularına gömülüyor. Bunu engellemezseniz hepiniz aç ve açıkta kalacaksınız. Ben yalnızca sizi düşünüyorum" demiş.

"Bu yaşlı ve yorgun halimle bile her yıl on binlerce palamut üretiyorum. Bu palamutlarla sizin köyün arazisinin otuz katı arazide ağaç yetişebilir. Ama palamutlarımın çoğu açıkta kalıp, çürüyor çimlenenleri de senin keçilerin yiyor. Köklerimle yere bağlı olmasam keçilerini kendim uzaklaştırırdım. Hem o zaman sizlerden yardım beklemeden Anadolu'nun bütün dağlarını, ovalarını, yaylarını dolaşır, palamutlarımı toprağa kendim gömerdim. Böylece bütün Anadolu'yu yeşertirdim. Ama ne yazık ki toprağa bağlıyım."

"Siz insanoğulları ne kendinizi, ne bizleri, ne de ortak vatanımız Anadolu'yu düşünüyorsunuz. Bizleri kesseniz de, yaksanız da biz yine sizlerin en yakın dostlarınızız. Sizler bizlere çok kötülük yaptınız, ama biz size hiç kötülük yapmadık. Artık siz de şunu anlayın. Bizler yok olursak çıkacak seller, kuraklıklar, çığlar daha nice felaketler gelir başınıza. Fakirleşip hastalık ve açlıktan ölmekten kurtulamazsınız.

Çoban, "Ben sel istemiyorum. Çığ da, istemiyorum. Fakirleşmek de istemiyorum. Ama cahil bir çoban olarak ben ne yapabilirim?" demiş. Yaşlı Meşe, "Git bütün Anadolu'yu köy köy, şehir şehir dolaş. Sana anlattıklarımı herkese anlat. Önce kendi köyünden işe başla. Tüm insanlar çalışsın. Ormanları kesenlere engel olsunlar. Dağlara, ovalara, yaylalara hem benim palamutlarımı hem de diğer ağaçların tohumlarını diksinler. Sürekli ağaç diker ve dikilenleri korursanız on yıl içinde Anadolu yeşerir. Çölleşen topraklar önceki neşesine kavuşur. Kuşlar yine neşe ile cıvıldar, geyikler coşku ile koşar. Sular bollaşır, nehirlerden çamur akmaz. Dediğimi yapacak mısın?" demiş.

"Evet, yapacağım." diye yanıtlamış çoban.

Uyuyan çobanın yüzündeki gerginlik yerini mutlu bir gülümsemeye bırakmış. Alnından akan ter damlacıklarının yerini ise sevinçten süzülen göz yaşları almış. Uyandığında ulu meşe ağacına saygı ve sevgi ile uzun uzun bakmış. Sonra keçilerinin yeni filizlenmiş yavru meşeleri yediğini görmüş. Hemen keçilerini küçük meşelerden uzaklaştırarak köye dönmüş.

Ertesi gün önce köylülerini meydana toplamış. Bütün Köylülere meşe ağacından öğrendiklerini anlatmış. Hep birlikte yaşlı meşenin yanına gitmişler. O gün yüzlerce palamutu toprağa dikmişler. Çoban, köylülerinden ağaç dikmeye devam edecekleri sözünü aldıktan sonra köyden ayrılmış.

Görenlerin söylediklerine göre çoban köy köy, şehir şehir bütün Türkiye'yi dolaşıyor, topladığı palamutlardan birini bile ziyan etmeden hepsini dağlara dikiyormuş. Gördüğü rüyayı da herkese anlatıyormuş. Daha şimdiden on binlerce meşe ağacı yetiştirmiş. Ama çobanın henüz gidemediği bir sürü köy olduğunu ben biliyorum. O köylere de bizim gidip ağaç dikmemiz gerekiyor. Bunu için de meşe palamudunun nasıl ekileceğini bilmeliyiz. Meşe palamudu için en uygun ekim zamanı kasım ayının sonu ve aralık ayıdır. Bu aylarda toprağa doğrudan ekim yapılabilir. Baharda ekilmek isteniyor ise, palamutlar hafif nemli kum içerisinde saklanır ve bahar geldiğinde toprağa ekilir. Ekim için, toprağa palamut büyüklüğünün iki ya da üç katı derinliğinde bir çukur açılır. Bu çukura ocak denir. Her ocağa üç adet palamut aralıklı olarak konur ve sonra ocağın üzeri toprak ile örtülür.

Ağaç dikmek için Anadolu'nun dağlarına, ovalarına, yaylalarına gittiğinizde elinde kazmasıyla palamut diken birisini görürseniz durun ve kim olduğunu sorun. Kim bilir belki çobanla karşılaşmışsınızdır. O zaman o güzel rüyayı çobanın kendi ağzından dinleyebilirsiniz.

Kediler




- Hey baksana bana! Ben güzel miyim?

- Niye sordun?

- Merak ediiyorum. Çirkin mi yoksa güzel miyim?

- Güzelliğin yorumu bakana göre değişir. Ben seni güzel bulabilirim ama bir başkası seni itici ve sevimsiz bulabilir.

- Nasıl olur bu?

- Nasıl baktığına, seni nasıl yorumladığına göre değişir. Sende beklediğini bulabilirse sana yakın olur. Yoksa senden bucak bucak kaçar, istemez seni.

Bu sözleri söyledikten sonra, kendinden emin bir tavırla gözlerini yumdu, başını ön ayaklarının arasına sokup, kaldığı yerden uykusunu sürdürdü. Karşısındaki yerinde duramıyordu. Küçücük pencesini uzatıp yavaşça ona dokundu. Birden gözlerini açtı.

İrkilmişti. Hemen ayaklarının üzerine doğruldu. Tüyleri kabarmış, sırtı kamburlaşmıştı. Dişlerini göstererek:

- Neden bana dokundun?

- Daha soruların bitmemişti. Sen yumdum gözlerini hemen uyudun.

- Hayır uyumuyordum. Seni öyle de dinleyebilirdim.

- Beni umursamıyorsun gibi geldi bana. Lütfen bana kızma. Bak ben çok yeniyim.

- Onu görüyorum çok küçüksün.

- Bana yardım edemez misin?

- Sorduklarını yanıtlamadım mı?

- Daha soracaklarım var ama?

- Sor o zaman.

- Ben güzel miyim?

- Onu daha önce sordun ya.

- Olsun. Yanıtını pek anlayamadım.

- Neresini anlamadın?

- "Bakana göre değişir" dedin.

- Evet.

- Biri beni güzel buluyorsa, herkesin beni güzel bulmasını nasıl sağlarım?

- Herkesin onun gibi bakmasını sağlayarak.

- Örneğin şu uzun kulaklı, iri dişli, havlayan hayvanın güzel bakmasını nasıl sağlarım?

- O sana hiç bir zaman güzel bakmaz. O sana hep saldırır. O bir köpek. Köpekler kedileri sevmez.

- Biz kedi miyiz?

- Evet, bize benziyen hayvanlara insanlar "Kedi" derler.

- Köpekler bizi niye sevmez?

- Onların davranışları bizimkinden ayrıdır. Biz de onları sevmeyiz.

- Bana saldıranı sevmemi bekleyemezsin.

- O da bizden hoşnut olmadığı için saldırıyor unutma.

- Bizim sevmeyip saldırdığımız hayvanlar var mı?

- Var elbette. Fareleri hiç sevmeyiz. Yakalarsak öldürürüz onları.

- Köpekler bizi yakalarsa öldürür mü?

- Hayır onlar bizi çevrelerinden uzaklaştırırlar. Henüz bizi yakalamayı istemediler.

- O zaman, hem fareler, hem de köpekler beni güzel bulmayacaklar.

- Fareler için canavar sayılırız. Köpekler için sevimsiz.

- Onun için bakana göre güzellik değişiyor.

- Şimdi anladın. Başka sorun yoksa ben uyuyacağım.

- Şimdilik yok.

Başka soru sormasını beklemeden büyük kedi, koltuğun kenarındaki yerine çekildi ve uyuklamaya başladı. Küçük kedicik, önce çevresine bakındı sonra küçük adımlarla sessizce oradan uzaklaştı.

Küçücüktü daha. Misafir olarak geldiği evi tanımaya çalışıyordu. Gördüğü her şeye dikkatle yaklaşıyor, önce ayağıyla yokluyor, sonra ona sarılıp oynamaya başlıyordu. Küçük olduğu için bazen devrilip yuvarlandığı oluyordu. Şaşkınlığı geçince kendini toplayıp aynı oyunu sürdürüyordu.

Çok sevimli, yaramaz bir kedi yavrusuydu. Evin içinde bir aralık görmesin: Merakla kafasını uzatıp içeriye bakıyor, sonra giriveriyordu; kapı aralığından bir başka odaya, bir çiçek vazosuna, masanın üzerindeki meyva tabağının içine...

Takla atarak yuvarlandığı, atlarken uzaklığı kestiremediği için yere düştüğü çok oluyordu. Böyle durumlarda hiç ses çıkartmadan çevresine bakınır, bir yolunu bulup yeniden deneme yapmaya çalışır, sonunda başarısızlığını yenerdi.

Ona bakanlar, bir koltuktan diğerine atlamak için kaç kez yere düştüğünü izleyebilir, kendi başına öğrenmeye çalıştığını, beceri kazanmak için nasıl uğraştığını görebilirdiler. Onu izleyenlerin yüzünde bir gülümseme, yüreklerinde bir kıpırdanma olurdu.

Onu sevgiyle kucaklamak isterdiler. Ama o küçücük yavrucuk çevresindeki ilgiden habersiz, kendi başına debelenerek yaşamı öğrenmeye çalışmaktadır. Belki de çevresindekilerin neden kendine bakıp da güldüklerini hiç anlamadığı için seslere kulak asmamakta, seslerin geldiği yöne "Ne var?" der gibi bir bakış atıp oyununa dönmekteydi. Onun çevresini umursamazlığı, ürkmeden oyununu oynamayı sürdürmesi, görülmeye değer bir tabloya benziyordu...

Küçük kedi, bir gün yine kendi başına halının kenarındaki saçaklarla oynarken, onları ayağıyla iteleyip, üzerinden atlamaya uğraşırken köşeden, komidinin arkasından, gelen tıkırtıyı duyunca kulaklarını dikti ve oyununu kesti. O yöne doğru ilerlemeye başladı. Adımını atmadan bir ayağını havaya kaldırıyor biraz bekletip sessizce yere koyunca diğerini aynı biçimde kaldırarak, tıkırtının geldiği yöne ilerliyordu.

Komidinin yanına gelince altına doğru eğildi. Köşede duvar dibinde duran bir hayvan gördü. Ön ayağını uzatıp hayvana dokundu. Köşeye sinmiş, kocaman gözlerle titreyerek kediye bakan hayvan o an korkudan ölebilirdi. Kedinin pençe darbesiyle yerinden oynamıştı. Küçük kedi ne olduğıunu anlamaya çalışırken, hayvan bir çığlık attı:

- Ay!

- Ne oldu? Neden titriyorsun?

Küçük fare sonunun geldiğini düşünerek titrek bir sesle:

- Şey çok korktum. diyebildi. Temkinli olmaya çalışıyordu. Küçük kedi merakla:

- Neden korktun?

- Birden sessizce üzerine geldin. Boş bulundum. Korktum işte.

- Buradan bir tıkırtı geliyordu. Merak ettim. Seni görünce dokundum. Yaşıyor mu? diye baktım.

- Sence yaşıyor muyum?

Fare bu soruyu kediye sormamış, belki de kendine sormuştu. Artık yaşadığına bile inancı kalmamış gibiydi.

- Evet. Hareket ediyormuşsun. Hem de konuşuyorsun. Bence yaşıyorsun.

Fare bir an duraladı. Karşısında duran kedi küçücüktü. Çok küçük bir yavru. Daha onu eğiten olmamıştı. Yoksa kendisine öyle meraklı gözlerle bakmaz, bir hamlede işini bitirebilirdi. Belki de daha önce hiç fare görmemiş olabilirdi. Fare'nin adını duymamış da olabilirdi. Biraz korku; biraz da çekince içinde kediye sordu:

- Sen yeni mi geldin?

- Bu eve mi?

- Evet

- İki hafta oldu. Kimse bana yakınlık göstermedi. Ben de kendi kendime oynuyorum.

- Canın sıkılmasın diye mi?

- Hayır oyun oynamayı çok seviyorum. Hem oynarken öğreniyorum.

- Ne öğreniyorsun?

- Nasıl atlanır? Nasıl yakalanır gibi şeyler.

- Öğrendiklerin güzel mi?

- Bilmem oyalanıyorum işte. Güzel mi diye sorunca merak ettim. Ben güzel miyim?

- Hiç o gözle bakmadım.

- Anladım beni korkunç mu buluyorsun?

- Biraz

- Senin adın ne? senin gibi hayvanlara ne derler?

Fare, o zaman bu kedinin hiç fare görmemiş olduğunu anladı. İçi rahatladı. Birden kediyi oyalayarak ölümden kurtulabileceğini düşündü. Kedinin ilgisini çekecek bir biçimde konuşmalıydı.

- Ben de senin gibi çok küçüğüm. Bana benzeyen birini daha önce görmedim. Adım var mı bilmiyorum. Hiç bana adımla seslenen olmadı. Senin adın var mı?

- Ben de bilmiyorum. Bana da adımla seslenen olmadı. Ama ben öğrendim. Benim gibilere "Kedi" diyorlar. Köpekler bizi sevmezmiş. Fareler de bizden korkarmış. Sen benden korkuyorsun. Yoksa sen fare misin?

Fare, kedinin sorusunu açıkla yanıtlayamadı. Biraz sıkılarak:

- Sen çok büyüksün. Birden karşıma çıktın. "Bana zarar verirsin" diye korktum.

- Niye zarar vereyim? Sen bana saldırmayınca ben de sana dokunmam.

- O belli olmaz. Sen büyüksün. Birden öfkelenip bana zarar verirsin.

- Söz sana zarar vermeyeceğim. Beraber oynayalım mı?

- Ne oynayacağız?

- Sen kaçarsın ben seni yakalamaya çalışırım. Bir şey yuvarlanırken, ya da kaçarken tutmak çok hoşuma gidiyor.

"İçgüdüsel olmalı" diye düşündü küçük fare. Böyle bir oyuna girmeyi hiç istemediğini belli ederek:

- Şey, ben öyle ortalıkta dolaşamam. Kimse sevmez beni. Hep köşelerde durup sessizce çevreme bakarım.

- Niye sevmesinler? Küçücüksün sen de benim gibi.

- Bilmiyorum. Çok çirkin olmalıyım.

Diyerek soruyu geçiştirmeye çalıştı. Ama meraklı küçük kedi onu pek bırakacak gibi değilidi. Ön ayağını uzattı. Onu köşeden çıkaracak kadar hızla vurdu ve:

- Bana ne. Ben seninle oynamak istiyorum. dedi şımarık bir tavırla.

Aldığı darbeyle odanın ortasına değin yuvarlanmış olan fare, toparlanıp hemen doğruldu. Üzerini silkeledi. Yerine kaçmak üzereyken kedi önüne dikiliverdi. Fareyi ön ayaklarının arasına kıstırdı. Fare kendini toplayamadan, küçük kedi yuvarlanmaya başladı. Fareyi istediği oyuna zorla sokmuştu. Yuvarlanırken fare elinden kaçınca, birden çevik bir hareketle dönüyor, kaçmaya çalışan fareyi yakalıyor, arkasında bir pençe savurup onu odanın ortasına fırlatıyordu. Daha fare havada süzülürken, dönüp o yöne koşuyor, zıplayıp onu havada yakalıyor, ön ayakları arasına kıstırıyordu.

Sonra yine beraberce yuvarlanmaya başlıyordular. Bu oyundan çok hoşlanmıştı.

Arada farenin kendini toparlayıp kaçmaya çalıştığını görüyor, bir ayağıyla üzerine bastırıyor, fareyi denetimi altına alınca, yine odanın ortasına fırlatıp oyununu sürdürüyordu.

Fare bunalmıştı. Oradan oraya itilip kakılması onu huzursuz etmiş, yorulmuştu. Sonunda dayanamadı çığlık atarak bağırmaya başladı:

- Yeter artık. Oynama benimle...

Farenin çığlıklarını koltuğun üzerinde uyuklamakta olan büyük kedi duydu. Hemen yerinden doğruldu. Bir çırpıda halının üzerindeki yavru kediden kaçmaya çalışan farenin önüne dikildi, beklemeden pençesini indirdi. Eğilip dişlerini geçirince, fare cansız uzandı odanın ortasına.

Büyük kedinin yaptıklarını kocaman olmuş gözleriyle izleyen küçük kedi, oyuncağının elinden alınmış olmasına öfkelenerek:

- Ne yaptın? Ben onunla oynuyordum.

- O neydi biliyor musun?

- Hayır.

- O bir fareydi. Fareyle oyun oynanmaz. Hemen yakalayıp öldürmen gerekirdi.

- Bana bir zararı yoktu. Ben de ona zarar vermeyeceğimi söylemiştim.

- Hiç kediyle fare arkadaş olabilir mi?

- Ben olacaktım.

- Nasıl olacaktın? Ben onun çığlığına uyandım. Bir yolunu bulup senden kurtulsa, bir daha senin yanına gelmezdi.

- Neden gelmesin?

- Hem korkmuştu hem de canı yanmıştı.

Küçük kedi, kendine söylenenleri hareketsiz dinledi. Sonra hiç bir şey olmamış gibi döndü arkasına, halının saçaklarına doğru koştu. Onları ayağıyla iteleyerek oyununa başladı...

Büyük kedi ağzında taşıdığı fare ölüsüyle hemen balkona çıktı.

Oracıkta yedi fareyi...

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...