Ava Giden Avlanır

Binlerce yıl önce, daha insanların birbirlerini anlamak ve düşüncelerine değer vermek yerine, silahlarıyla, sopalarıyla karşıtlarına saldırıp baskı uygulamaya çalıştıkları zamanlarda, geniş topraklar üzerine yayılmış bir ülke varmış. O zamanlar tüm ülkeleri krallar ve imparatorlar yönetirmiş. Bu ülke, krallıklara baş kaldırıp Dünyaya bağımsızlığını duyurmuş. Ülkede, o günler için tuhaf sayılabilecek bir yönetim biçimi kurulmuş. Burada halk, aralarından birini başkan seçer, ülke yönetimini onun denetimine bırakırmış. Başkanı, krallardan ayıran en büyük özellik; Her konuda özgürce karar alma hakkı olmamasıymış. Bazı önemli karar için ülkenin ileri gelenleri bir araya gelip, tartışır ve oylayarak sonuca bağlarmış...
Ülkede her şey düzenine uygun yürüyor görünürmüş. Bazı anlarda başkan, yapacak iş bulamadığı için çevresine biriken kişilerle eğlence düzenler, keyif içinde yaşamını sürdürürmüş. Ülkede yaşam durgun olduğu için (ya da Başkana böyle yansıtıldığı için) Başkanın eğlence yaşamına dalması çok doğalmış. Bu eğlencelerde başkanın kadınlara düşkünlüğü söylentisiyle ülke çalkalanırmış. Özellikle ülkenin ileri gelenleri (ülkelerinin çıkarı için toplanıp karar alanlar), başka ülkelerin yönetimlerine karışacakları, ya da ülkelerinde insanlık adına kötü sayılacak davranışlara girecekleri zaman, bu tür söylentilerle kendi ülke halkının akılını bulandırır, yaptıkları hoş görüden uzak çalışmaları gizlemeyi sürdürürmüş...
Ülkenin ileri gelenleri, başka ülkelere karışamadıklarında, boş kalıp sıkılmamak için, kendi ülkelerindeki insanları saç kesimine ve rengine göre sınıflara bölüp, bazı sınıfları yok etmeye çalışmayı görev edinmişler. O zamanların yaşam biçimini yansıtan bu davranışlar, kendileri, ya da başkaları için doğal karşılanırmış.
Neler yapmamışlar ki?
Yönetimde görevli bazı insanlar, geceleri başlarına geçirdikleri külahlarla çevreye dehşet saçmış, evleri yakmış, insanları öldürmüşler. Sonra hiçbir şey olmamış gibi işlerini sürdürüp saygın kişiliklerine bürünmüşler... Bazıları dağlarda yaşayan kavimlere saldırıp, ateş suyu ve süs eşyalarıyla onları kandırmaya, topraklarını ellerinden almaya kalkışırmış. Sonra aç ve güçsüz kavimlerin sudan nedenlerle kamplarını basıp, çadırlarını yakmışlar...
Derileri kara diye topladıkları köleleri uzun yıllar hayvan gibi kullanmışlar,
kişiliklerini oluşturmalarına engel olmuşlar, karşı duranlarla savaşmışlar. Zevk için kara derili köleleri öldürmüşler...
Irkçılık ve soy kıyımı konusunda ellerinden geleni yaparken, düşünebildikleri her tür insanlık dışı işkenceyi uygularken, başka ülkelerin yönetimlerine kendi düşüncelerine uygun insanları getirmek için uğraşmışlar. Kendi yaptıklarının "Moda" olmasını sağlamak istemişler. İnsanlık dışı davranışlarının başkaları tarafından da onaylanmasına göz yumacak yöneticileri bulup ülkelerin başlarına geçirmişler... O ülkelerin kaderini değiştirecek, ülke içinde binlerin, ya da on binlerin ölümüne neden olacak kıyımlara göz yumarak, kendi düşüncelerini Dünyadaki yaşam biçimiyle özdeşleştirmişler... Her şeyi kendi düşüncelerine uymayanları düzene sokmak için yaptıklarını söyleyerek, yalnız kendilerini ve kendi yandaşlarını avutmuşlar. Bir de doğal olarak eğlenceye meraklı başkanlarını...
Sayısız insanı öldürmek ve soylarını kurutmak için silah kullanmışlar. Bunca insanın ölümüne neden olan silahlarını her koşulda iyileştirmişler. Daha hızlı ve vurucu silah yapımı en büyük emelleri olmuş. Araştırmaların, yeniliklerin temeli hep silahlarını geliştirmeyi amaçlamış... Çevrelerinde öldürülecek sınıflar kalmayınca, ya da kalanların öldürülmesinin anlamı olmayınca, silahlarını ne yapacaklarını bilememişler. Başkanlarının da bir çözüm üretecek durumu yokmuş... O eğlencenin mutluluğunu yaşıyormuş... Aralarından biri çıkmış:
- Başka ülkelerde karışıklık çıkaralım. Silahlanmalarını sağlayalım. Elimizde kalan silahları onlara satalım.
demiş.
Toplananlar ,düşüncenin parlaklığını görüp konuşmacıyı ayakta alkışlamışlar. Sonra kolları sıvayıp ülkeleri birbirlerine düşürmüşler.
Silah, belki korunmak için gereklidir. Ama silahı elinde tutan, onu kullanırken korkar. Vereceği zarardan korkar. Onu kullanmak istemez. Halbuki satıcı, silahın kullanılmasını ister. Kullanılan silah bozulsun, yerine yenisi alınsın. Biri silahını kullanınca, diğer daha güçlü silahla kendisini savunsun. Daha güçlü silah almak istesin...
Silah satıcıları, ülkelerdeki karışıklıklara acımasızlığı aşılamak için ne yapacaklarını düşünürken, bir sözcü:

- Irk ayrımı. Irk ayrımını körükleyelim. Siyah için Beyazı, Beyaz için din ayrıcalığını,
dindar için toplumcu düşünceyi kötüleyelim. Kin, insanları acımasız yapar...
demiş. Böylece ayrımcılık ülkelerin içine sızmış... Karşıt görüşlerin düşünceleri acımasızlaşınca, silahların tetikleri işlemiş...
Ortadoğu'da "Kutsal Topraklar" uğruna yıllarca savaşılmış. Kardeş gibi yaşayan etnik sınıflar birden Avrupalıların gözü önünde birbirlerini biçmişler. Ülkelerindeki düzeni korumak için komşu ülkeler savaştan çıkar ummuşlar. Akdeniz'de yan yana yaşayan insanlar ellerinde silahları ilerideki adadan, ya da kara parçasından gelecek saldırıyı bekleyerek, yıllarca savaşın eşiğinde yaşamışlar. Bazılarında halk yönetime karşı ayaklanmış. Daha nice örnekler oluşmuş... Sonuçta ülkelerin yönetimleri, içten ve dıştan gelecek saldırılara karşı kendilerini korumak için silahlanmışlar. Ordular beslemişler. Kazançlarını silah alımına yönlendirmişler. Satıcılar "Daha iyi silah" satmak istedikçe, gözü dönen yöneticiler de "Daha iyi silah, daha güçlü iktidar" diyerek silahların kölesi olmuşlar...
Dünyamız barut kokusuyla, akan kanlarla kirlenirken, silah satıcıları kazançlarını çoğaltıp ellerini ovuşturmuşlar. Zenginlikleri dillere destan olmuş... Başka ülkelerde yaşayanlar da onlar gibi zengin olmak isteyince, onlar gibi silah yapmak, ya da uyuşturucu satmak yolunu seçmişler. Onların da amacı kısa sürede, yükselen ceset tepelerin sırtından para kazanmakmış... Amaçları aynı ama, yöntemleri ayrı olan bu ülkelerin bazılarında baskı yönetimi, silahların gölgesinde gelişiyormuş... Silahların tetiklerine dokunanlar, yüksek bedelli silahları almak isterken fakirleşmişler... Gelirleri azalmış... Zavallı ülkelerin "Uyanıp savaşmaktan vazgeçmelerini engellemek" için Vahşi Batıda yaşayanlar, kirli emellerini gizlemek istemişler. Dış görünüşün hak ve hukuk ilkelerine saygılı olduğunu göstermek için ülkelerindeki yolsuzlukları bulup, Dünyaya sunmuşlar. Yalnız kendi ülkelerinde bu oyunu oynamanın çok da inandırıcı olmayacağını düşünerek, başka ülkelerde de benzeri kurgular yapmışlar... "Dürüst olmak" gibi tuhaf bir görüntü sergiler olmuşlar... Parası azalan ülkelere borç vermişler...
O yıllar, çok eskiden yaşanmış yıllar, bugün bizim yaşadığımız Dünyaya benzemiyormuş. O zamanlar insanlar; Kulaktan dolma bilgilerle, saptırılmış görüşlerle yetiniyor, kendilerine anlatılana inanıyormuş... Bu nedenle insanların birbirlerinden bilgi saklaması çok kolaymış. Bilgisiz insanları, yanlış yönlendirmek, onların düşüncelerini karartmak, yaşamlarını sıkıntılara boğmak kolaymış... Kısacası insanları kandırmak için emek harcamak gerekmezmiş...
Bir gün eski Dünyanın aydın insanları, vahşi batıdan kaynaklanan ayrımcılığı
görebilmişler. "Biz de onlara kendi silahlarıyla saldıralım" diyerek kolları sıvamışlar. Onları birbirine düşürmek için sabırla beklemişler. Bir gün, o ülkedeki yönetim biçimine göre başkanlık seçimi yapılacakken "Tam zamanı" diyerek harekete geçmişler...
Başkanlık seçiminde, halkın önüne çıkarılan adaylardan birinin, külahlı saldırganlara benzeyen, insan öldürmeyi zevk edinen geçmişi varmış. Diğeri de bir bayanmış. Aydın insanlar; "Bayandan başkan olmaz. İnsan öldürmeyi seven başkan olunca ülkeyi kana bular" gibi sözlerle Vahşi Batıdaki halkın aklını çelmişler. Halk kimi seçeceğini bilememiş. Kararsız kalmış. Başka ülkelerdekine benzeyen karışık bir ortam oluşmuş. Seçim günü oy farkı çok az olmuş. Ya geçersiz oylar?... Onlar seçim sonucunu etkileyen oylardan daha çokmuş. Halk hala yönetim biçiminin hakça olduğunu düşünüp, mahkemelere hücum etmiş. Ama, sonuç alınamamış. Hatta seçimlerin dürüstlüğüne gölge düşmüş. Eski Dünyanın aydınları gülümseyerek: "Öyle olmaz, bizim gibi silahlanıp, gücünüzü gösterin. Karşıtlarınızı öldürün." diye halka akıl vermişler...
O günden sonra vahşi batıda yaşayanlar, başka ülkelere silah satmaz olmuşlar. Eski Dünyanın insanları da silahları olmayınca, savaşmaz olmuşlar. Aralarındaki çekişmelerin tümü son bulmuş. Ya silahlara ne olmuş? Vahşi Batı, silahları kendi içinde kullanmış. Bu silahlarla "Karşıt Görüşlü" toplum katmanları birbirini kırdırmışlar...

Aslan, Eşek ve Tilki

Aslan, eşek ve tilki birlikte avlanmaya çıkmışlardı. Her ne avlarlarsa, aralarında pay edeceklerdi. Anlaşmanın şartlarına da hepsi uyacaklardı. Kocaman besili bir geyik ele geçirdiler, aslan pay etme işini eşeğe verdi. Eşek düşündü, taşındı, anırdı ve bin bir güçlükle geyiği üç eşit parçaya ayırdı. Aslan eşeğin kendisine layık gördüğü parçaya o kadar sinirlendi ki, zavallı eşeğin üzerine atıldı ve onu parça parça etti.Sonra pay etme işini tilkiye verdi.

Tilki eşeğin başına gelenlerden o kadar korktu ki, en ufak parçayı kendisine ayırarak, gerisini aslana bıraktı. Aslan tilkinin bu hareketi karşısın da çok memnun oldu. Yanına yaklaşıp, başını sıvazladı. “Bu terbiye ve nezaketi nereden öğrendin akıllı tilki ?”

Tilki,”size hakikati söyleyeceğim , efendim” diye cevap verdi. “ Bu terbiyeyi, şurada yatan cansız eşekten aldım.

Aslanın Sarayı

Aslan ormandaki hayvanları sarayına davet etmiş. Hem onlarla tanışmak, hem de ormanın sorunlarını konuşmak istiyormuş.

İçeri ilk olarak içeri giren ayı saraydaki kokuyu beğenmemiş. Eliyle burnunu tutup yüzünü buruşturmuş. Ağzından da “Öffff çok pis kokuyor.” Sözleri dökülmüş. Aslan bu işe çok kızmış. Sarayını kötüleyen ayıyı bir pençede yere serip öldürmüş.

İkinci olarak sarayı giren maymun olanları gördüğü için “Efendim sarayınız mis gibi kokuyor.” Aslan maymuna da kızmış. Abartıyor, bana şirin görünmek istiyor diyerek bir pençede maymununda işini bitirmiş.

Bütün bu olayları gören tilki aslanın huzurunda tek bir söz bile söyleyememiş. Bu kez aslan sormuş. “Söyle bakalım sarayımı beğendin mi? Kokusu nasıl?
Tilki işi kurnazlığa vurarak. “Sayın kralım ben bu günlerde nezle olmuşumda burnum koku almıyor.” Demiş.

Aslan Olmayı İsteyen Eşek

Bir zamanlar aslan olmayı isteyen bir eşek varmış. Ona sahibi Karakaçan dermiş. Bu eşeğin kötü bir varmış. Çok tembelmiş. Bütün gün gezer, yatar, uyur ve hayal kurarmış. Hayalinde ormanlar kralı aslan olurmuş. Bütün hayvanlara krallık yaparmış.

Bir gün sahibi bir aslan postu getirmiş. Karakaçan bu işe çok sevinmiş. Aslan postunun içine girmiş.

— Nihayet eşeklikten kurtuldum. Şimdi ormana gidip aslan gibi yaşayabilirim, demiş.

Doğruca ormanın yolunu tutmuş. Az gitmiş, uz gitmiş. Dere tepe düz gitmiş. Sonunda yorulmuş ve bir ağacın altında uykuya dalmış.

Sabah uyandığında bir de bakmış ki, ormandaki bütün hayvanlar başına toplanmışlar. Onun aslan postuna bürünmüş bir eşek olduğun anlamışlar. Eşek:

— Ben ormanlar kralı aslanım, demiş. Hemen kralınıza selam verin!

— Madem aslansın, aslanlar gibi kükre bakalım, demiş tilki.

Eşek başlamış, “aii aii aii” demeye. Öyle komik olmuş ki, diğer hayvanlar gülmekten kendilerini alamamışlar.

Bu olanlara çok kızan kurt, onu kovalamaya başlamış. Kaçarken Karakaçan’ın aslan postu da yere düşmüş. Arkasına bakmadan kaçmaya başlamış. Evinin yolunu zor bulmuş.

O günden sonra sahibinin verdiği işleri mutlulukla yapmış. Elindeki ile yetinmenin en güzeli olduğunu anlamış.

Aslan İle Fare

Ormanlar kralı aslan ormanda bir gün avlanmaktan gelmiş, yatmış uyuyormuş. Minik bir fare aslanın üzerinde dolaşmaya başlamış.Aslan sinirlenerek uyanıp fareyi yakalayış. Tam öldüreceği sırada fare yalvarmış:

-Ne olur beni bırak! Gün olur benimda sana bir iyiliğim dokunur, demiş.
Aslan farenin bu sözlerine gülerek:
-Sen küçük bir faresin, bana ne iyiliğin dokunur ki deyip,fareye acımış ve fareyi bırakmış.
Fare sevinerek oradan uzaklasmış

Aradan zaman geçmiş, Aslan birgün avcıların kurduğu tuzağa yakalanmış.
Aslan çırpınmış, bağırmış ama tuzaktan bir türlü kurtulamamış. Oradan geçmekte olan minik fare aslanın bu durumunu görmüş. Hemen dişleri ile tuzağın iplerini kemirerek kesmiş. Aslanı tuzaktan kurtarmış.

Fare aslana:
- Beni küçük diye beğenmiyordun. Bak. senin canını kurtardım, demiş.
Aslan, böylece yapılan bir iyiliğin karşılıksız kalmayacağını anlamış.

Arifler Sultanı Olasın Oğlum

Dondurucu bir kış gecesi. Rüzgar evin damını dövüp durmakta...Kah pencereleri zorlamakta, kah kocaman ağaçların belini bükmekte, kah yürek hoplatarak ıslık çalmakta...Rüzgarın ve boranın çıkardığı ses geceye hakim...
Camları demir bir balyoz gibi döven, kapıları gıcırdatan rüzgarın sesiyle herkes uykunun derin iklimlerinde...Beyazıt’ın mübarek annesi de derin uykularda...Bir ara uykuyla uyanıklık arasında yattığı yerden oğluna seslendi:
-Tayfun, oğlum!.. Suuu...Susadım!..
Küçük Tayfun birden yerinden fırladı, buzlarla çevrili su testisini eline aldı...Ve annesinin yatağının başına koştu...
O da ne?
Anne çoktan kendinden geçti.Yeni bir uykunun iklimlerine dalıvermişti.Ne aklında su kalmış, ne de oğlu...
Harika çocuk, annesini uyandırmaya kıyamadı ve buzlu testi elinde beklemeye koyuldu...Ne vakte kadar bilinmez...Belki saatlerce, belki gece boyu, belki daha az bir zaman...Hep o halde kaldı ve gözlerini annesinden bir nefes bile ayırmadı...
Şimdi uyanır, şimdi su isterde veririm düşüncesiyle hep bekledi...Nihayet nice zaman sonra kadın gözlerini açtı ve seslendi:
-Su! Hani yavrum su?
Beyazıt, ak çiçekli gül dalı misali suyu uzattı:
-İşte tatlı annem!..
Hale bakınız ki, soğuktan Beyazıt’ın elleri testiye yapışıvermişti.
Dondurucu, titretici soğuk gibi, yüreklerinde takat getiremeyeceği bir manzara...Bu akıl almaz manzarayı göz ucuyla gören anne, gönlünün ta derinlerinden kopup gelen bir sesle içli içli inledi:
-Allah’ım!..Ben Tayfun’dan razıyım, sen de razı ol!..
Sonra nur yumağı çocuğu kendisine doğru çekti, alnına bir öpücük kondurup şiddetle kucakladı ve duaların en güzelini yaptı:
-Bilginler sultanı olasın oğlum...
Ve o harika çocuk, ileride bilginler sultanı oldu ve ünü her yerde duyuldu...Ve kıyamete kadar da şanla şerefle yücelecek.Ne mutlu ona!...

Asla Yalan Söyleme

Eski zamanlarda, insanlar ilim öğrenmek için çok çalışırlar, her türlü güçlüklere katlanırlardı. Küçük yaşlarında köylerinden, ailelerinden ilim öğrenmek için ayrılırlar, yıllarca onlardan uzaklarda zor şartlar altında yaşarlardı.
Seyyid Abdulkadir’in de küçük yaşta içine öğrenme arzusu düşmüş, bunun çarelerini aramaya başlamıştı. Sonunda dayanamadı, annesine gelerek;
-Anneciğim, ilim öğrenmek için Bağdat’a gitmek istiyorum...dedi.
Annesi ise;
-Senden ayrılmaya gönlüm razı olmuyor. Ancak seni de Allah yolundan alıkoymak istemem.
Annesi Abdulkadir için yol hazırlıkları yaptı. En sonunda da oğluna lazım olur diyerek, 40 altını kaybetmemesi için bir kese içinde yeleğinin koltuk altına dikti. Sonra oğlunun gözlerinin içine bakarak şöyle dedi;
-Sana son olarak nasihatim şudur ki, eğer beni ve Allah’ı memnun etmek istiyorsan asla yalan söyleme, doğruluktan ayrılma. Allah her zaman ve her yerde doğruların yardımcısıdır.
Seyyid Abdulkadir annesine söz verdi ve ağlayarak elini öptü. Bağdat’a giden bir kervana katılarak yola çıktı.
Hemedan yakınlarında dar bir geçide girdiklerinde kervanda bir bağrışma koptu. Eşkıyalar kervana saldırmışlardı. Bir anda bütün sandıklar yere yıkıldı, eşyalar yağma edilmeye başlandı. Haydutlar kervandakilerin neyi var neyi yoksa hepsini alıyorlardı. Eşkıyalardan biri de Abdulkadir’in yanına geldi. Onun fakir haline bakarak şaka olsun diye;
-Söyle bakalım senin neyin var fakir çocuk?
Abdulkadir;
-Yalnız 40 altınım var, diye cevap verdi. Haydut önce şaşırdı sonra gülmeye başladı. İnanamadı ve tekrar sordu;
-Doğru mu söylüyorsun?
Abdulkadir:
-Evet, doğru söylüyorum, 40 altınım var.
Eşkıya meraklandı. Abdulkadir’i elinden tutup reislerine götürdü.
Durumu reislerine anlattı. Haydutların başı;
-Senin 40 altının varmış, doğru mu bu?
Abdulkadir;
-Evet doğru.
Reis;
-Söyle bakalım. Onu nereye sakladın?
Abdulkadir;
-Hırkamın içinde koltuğumun altında saklı.
Bunun üzerine haydutlar hırkasının içinde, koltuğunun altında saklı bulunan 40 altını bularak reislerine verdiler. Herkes çok şaşırmıştı.
Reis hayretle sordu;
-Peki evladım, sen niçin üzerinde altın olduğunu söyledin? Eğer bize söylemeseydin onları bulamazdık.
Abdulkadir;
-Ben annemden ayrılırken, asla yalan söylemeyeceğime dair söz vermiştim. Arkadaşınız senin bir şeyin var mı diye sorunca, altınlarım olduğunu söyledim. 40 altın için verdiğim sözden döneceğimi mi zannediyorsunuz?
Bu sözleri duyan haydutların reisi çok şaşırdı ve derin bir düşünceye daldı. Sonra etrafındakilere dönerek;
-Yazıklar olsun bizlere. Bu çocuk kadar olamadık. Bu çocuk annesine verdiği sözünden dönmemek için her şeyini veriyor. Bizler ise Allah’a söz verdiğimiz halde, hiçbir zaman verdiğimiz sözlerde durmadık. O’nun yapma dediklerini yaptık yarın Allah’ın huzuruna çıktığımızda halimiz nice olacak?
Sonra şöyle devam etti:
-Sizler şahit olun. Şuanda bu çocuk benim kötü yoldan dönmeme sebep oldu.Şimdiye kadar yaptığım bütün günahlarım için pişman olup tövbe ediyorum. Bundan sonra iyi bir insan olup, Rabbim’in sevmediği işleri yapmayacağım.
Reislerine çok bağlı olan haydutlar hep bir ağızdan;
-Reisimiz, biz senden ayrılmayız.Sen hangi yolda yürürsen biz de o yolda yürürüz diyerek hepsi birden pişman olup tövbe ettiler.
Kervandaki insanlardan ne aldılarsa hepsini geri verdiler ve bir daha haydutluk yapmayacaklarına söz verdiler.
Seyyid Abdulkadir ise yoluna devam ederek Bağdat’a ulaştı. Orada ilim tahsiliyle meşgul oldu. Kısa bir zaman içinde çok ünlü bir alim oldu. Binlerce insanın
Kötülüklerden vazgeçip iyi birer insan olmalarına vesile oldu

Ardıç Ağacıyla Ardıç Kuşu

Çok çok çok eskiden ülkelerden bir ülkede ormanlardan bir orman , bu ormanda da  bir ağaçcık varmış . Yaprakları ince iğnecikler halinde olan bu ağaçcığın kahverengi de kozalakları varmış . Şimdi hepiniz niye ağaçcık diyorsun ? İğne yapraklı ince yaprakları ve kozalakları olduğuna göre çam olmalı o ağaç diceksiniz biliyorum ;ama asıl sorun burdan çıkmış ya .

Bu ağaçcığın yaprakları iğne gibi olmasına iğne gibiymiş de kozalakları da varmış ; ama boyu çok kısaymış .Öteki kocaman kocaman çam ağaçlarının yanında minicik kalıyormuş . O yüzden de çok üzülüyormuş . Önceleri buna pek aldırdığı yokmuş ; ama kendini beğenmiş kocaman ağaçlar "Bodur" diye alay etmeye başlayınca , hele " Şu ayak takımı çalıyı da kim soktu aramıza , şu boya bakın ağaçların yüz karası  ." diyince zavallının bütün günleri zehir olmaya başlamış . Onun bu halini gören ardıç kuşları ağaçcığa çok acıyorlarmış . Çünkü iyi niyetli yardımsever bi ağaçcıkmış o . Hele ardıç kuşlarına az yardımı dokunmamış . Öteki kendini beğenmiş ağaçların çoğu istemezmiş ardıç kuşlarını . Zaten o yüzden de ardıç ağacı diyorlar ya o ağaçcığa .

Ardıç kuşları hergün onun dallarına konar ona gezdikleri gördükleri yerleri anlatırlarmış . Ardıç ağacı da hiçbir ağaç boyu kısa olduğu için onunla konuşmadığı için kuş dostlarını dört gözle beklermiş. Ama kış gelince bütün ardıç kuşları güneye göç edermiş . İşte o zaman yapayalnız kalırmış ardıç ağacı . Koca bir kışı bütün çam ağaçlarının iğneli sözlerini dinlemekle geçirirmiş . Ardıç kuşları sevgili arkadaşları ardıç ağacının bu durumuna bi çare düşünmüşler ama bir şey bulamamışlar . Hatta bi kış güneye gitmeyip orda kalmayı da denemişler de başaramamışlar. Çünkü doğa ana onları soğuğa dayanıklı yaratmamış . O yüzden de o kış az kalsın donacaklarmış . Sonunda dayanamayıp yine güneye göç etmek zorunda kalmışlar . İlk baharda geri geldiklerinde doğruca doğa anaya gitmişler .
Doğa ana binlerce ardıç kuşunu karşısında görünce şaşırmış ."Ne oldu , niye hepiniz birden burdasınız ?" diye sormuş . O zaman ardıç kuşlarının başı sizden bir dileğimiz var diye başlamış söze. " Bizim her yıl konakladığımız , bize yiyecek veren,  dallarında yuva yaptığımız bize ses çıkarmayan bir ağacımız var . Ama boyu biraz kısa öteki ağaçlar onunla alay ediyorlar . Ne olur bu işe bir çare bulun ." diye yalvarmış.

Sonra doğa anayı alıp gitmişler ardıç ağacının yanına . Doğa ana ağaçcığı görünce " Niye boyunun uzamadığını şimdi anlıyorum , öteki ağaçla kökleriyle bütün toprağı kaplamışlar yeterli besin alamıyorsun üstelik boyun kısa olduğu için büyük ağaçlar güneşten yararlanmana da engel oluyorlar .
Ama üzülme sana öyle özellikler vereceğim ki bütün o kendini beğenmiş ağaçlardan üstün olucaksın . Çünkü yararlı olan güzeldir sen de yararlı bir bitki olucaksın . " demiş . Sonra da yapraklarına güzel kokular sürmüş . Hele doğa ana " Bundan böyle senin her şeyinden insanlar da yararlanacak ; ilaçlar yapacaklar hastalar için , kurşun kalem yapacaklar çocuklar için kısacası hem kuşların hem de insanların en sevdiği ağaç sen olacaksın. " deyince ardıç ağacı sevincinden yemyeşil olmuş . O günden sonra da kendini beğenmiş ağaçların alaylarına hiç kulak asmamış . Hatta "Yararlı olan güzeldir " diye düşünüp mutlu bile olmuş .

Aman Beni Acele Çine Gönder

Hazret-i Süleyman aleyhisselamın yanında bir zat oturuyordu. Ölüm meleği geldi ve o kimseye öyle bir baktı ki, kendisine korku ve ürperme geldi. Bu gelenin kim olduğunu Süleyman aleyhisselam’dan sordu. Ve ölüm meleği olduğunu öğrenince: “Ey Allah’ın peygamberi, ben ondan çok korktum. Beni Çin’e gönder de, ondan uzakta olayım.” dedi. Hazret-i Süleyman aleyhisselam, rüzgara emrederek o kimseyi Çin’e gönderdi. Biraz sonra ölüm meleği tekrar yanına geldi ve Süleyman aleyhisselam ölüm meleğine sordu: “Biraz önce buraya geldin baktın ve gittin. Bu meraklı bakış ve aniden gidişinin sebebi neydi?” Ölüm meleği cevap verdi: “Burada yanınızda oturan bir kimsenin, ruhunu Çin’de almakla emrolundum. Halbuki onu sizin yanınızda Kudüs’te görünce gayet şaşırdım ve hayret ettim. Oysa o kimse sizden Çin’e gönderilmesini istedi ve sizde bu isteği kabul ederek onu Çin’e gönderdiniz. Böylece bende aldığım emir gereğince Çin’e giderek onun ruhunu aldım..

Araba

Arkadaşım Paul erkek kardeşinden Noel hediyesi olarak bir araba almıştı. Paul Noel gecesi ofisten çıktığında, yeni parıl parıl parlayan arabasının başındaki afacan çocuk ağzından adeta sular akarak, Bu sizin arabanız mi bayım? diye sormuş.

Paul başıyla onaylamış ve Kardeşim Noel hediyesi olarak aldı demiş.

Çocuk şaşırmış.

Yani kardeşiniz bunu size hediye etti ve siz hiç para ödemek zorunda kalmadınız mı? Tanrım, umarım Çocuk cümlesini tamamlamakta tereddüt etmiş. Paul onun dileğinin ne olduğunu biliyormuş. Böyle bir kardeşi olmasını istediğinden eminmiş. Oysa çocuğun söylediği şey Paulü iliklerine kadar titretmiş. Umarım ben de böyle bir kardeş olurum.

Paul şaşkınlıkla çocuğa bakmış. Arabama binip bir tur atmak ister misin? diye sormuş.

Evet, bayılırım. Kısa bir tur attıktan sonra çocuk, Bayım, benim evimin önünden geçmenizde bir sakınca var mı? diye sormuş

Paul gülümsemiş. Çocuğun istediğinin ne olduğunu anladığını düşünmüş. Komşularına büyük bir arabayla geldiğini göstermek istiyordur demiş içinden. Ama Paul yine yanılmış.

Çocuk, şu iki basamağın olduğu yerde durabilir misiniz? diye sormuş. Basamaklardan çıkmış. Birkaç dakika sonra Paul onun yavaş yavaş yürüyerek geri geldiğini görmüş. Yaninda sakat kardeşini taşıyormuş. Kardeşini en alt basamağa oturtmuş ve iyice bir sarılıp ona arabayı göstermiş. İşte buddy, aynen az önce sana söylediğim gibi değil mi?

Erkek kardeşi Noel hediyesi olarak almış. Bir kuruş bile ödemek zorunda kalmamış. Bir gün ben de sana aynısını alacağım o zaman aynen sana anlatmaya çalıştığım gibi bütün hayallerin gerçek olacak.

Paul arabadan inmiş ve çocuğu arabanın ön koltuğuna oturtmuş, gözleri parlayan sakat kardeşini de yanına üçü birlikte arabayla unutamayacakları bir tur atmışlar.

Altın Yumurtlayan Tavuk

Yemyeşil, küçücük bir köyde yoksul bir köylü yaşarmış. Bu köylünün bir tavuğu varmış. Köylü tavuğu çok severmiş. Tavukta ona her gün bir yumurta yaparmış. Ama bu yumurtaların ilginç bir özelliği varmış. Yumurtalar altındanmış. Köylü her gün kümesten aldığı altın yumurtayı şehre götürür, kuyumcuda satarmış.

Yoksul köylü giderek zenginleşmeye başlamış. Zenginleştikçe huyu değişiyormuş. Artık para kazanmak için çalışmak zorunda kalmıyormuş. Çalışmadan, yorulmadan para geldiği içinde paranın değerini bilmiyormuş. Gereksiz yere para harcamaya, ihtiyacı olmayan şeyler almaya başlamış. Lüks içinde yaşamaya alıştığından bir süre sonra para yetersiz gelmeye başlamış.

Artık daha fazla parası olsun istiyormuş. Kümese gittiğinde, tavuğu eskisi kadar sevip okşamıyor, ona verdiği altın yumurtalar için minnet duymuyormuş. Zamanla tavuğun karnında bir hazine sakladığına inanmaya başlamış. Eğer tavuğun karnını keserse bu hazineye ulaşacağını, ömrü boyunca krallar gibi yaşayacağını düşünüyormuş.

Aç gözlü köylü, bir sabah elinde bıçakla kümese girmiş.Tavuk köylünün kötü niyetini anlayıp kaçmaya başlamış. Ama köylü hazineye ulaşmayı kafasına koymuş. Yakaladığı gibi kesmiş tavuğu. Acele ile karnını açmış, merakla içine bakmış, bir de ne görsün? Tavuğun karnında ne altın var, ne de hazine. Aç gözlülük yaptığı ancak o zaman aklına gelmiş. Ama artık iş işten geçmiş.

Altın Saçlı Kız

Zamanın birinde, bundan çok yıllar önce. Saraylarda padişahların yaşadığı, meydanlarda okların atıldığı, pazarlarda altın sikkelerle alış veriş yapıldığı zamanın birinde... Güzel bir bahçenin tam ortasına kurulu bembeyaz bir ev varmış. Bu evde altın sarısı saçları olan güzel mi güzel, alımlı mı alımlı; al yanaklı, gül dudaklı, boylu poslu, Bukle adında bir genç kız anneciği ile beraber otururmuş.

Güzeller güzeli Bukle her sabah, babaannesinden kalma bir kemik tarak ile saçlarını taramayı pek severmiş. Bir saat, iki saat hiç bıkmadan tarar da tararmış yumuşacık saçlarını. Sonra da tarağın dişlerine takılan, bir de yere dökülen tellerini itinayla toplarmış. Onları pembe ipek mendilinin içine sarar bir çekmecede saklarmış.

Oturdukları beyaz evin bahçesi öyle güzel çiçeklerle bezeliymiş ki, kokuları siz deyin on mahalle, ben diyeyim yirmi mahalle öteden duyulurmuş. Renkleri o kadar canlı, o kadar başkaymış ki; bahçenin önünden her geçen durup bakar, hayran kalırmış bu güzelliğe. Bukle’nin annesi Menzile, bir çocuk gibi severmiş bu güzel çiçekleri. Okşarmış, öpermiş; her akşam güneş batınca dağların gerisine, ay ışığı altında sularmış tek tek. Laleler onu gördüklerinde daha dik durmaya, menekşeler kokularını her köşeye yaymaya, güller iri iri açmaya çalışırlar; güzellik yarışına girişirlermiş. Hem çiçeklerle yaşamak öyle kolay da değilmiş. Çabuk küser, çabuk solar, çabuk bükerlermiş boyunlarını. Pek nazlı, pek nazenin, pek hassas, pek narin, pek kırılgan imişler. Öyleymişler işte. Sevgi imiş asıl onları besleyip büyüten.

Menzile haftada bir kere, karanlık çöker çökmez Bukle’nin altın sarısı tellerinden birisini alır, bahçedeki o güzel çiçeklerden seçtiğinin içine usulca koyarmış. Ertesi sabah da aynı çiçek bir altın verirmiş Menzile’ye. Bu, kimseye duyurmak istemedikleri bir sırmış. Anne kız böyle yaşar giderlermiş işte. Kimseye zararları yokmuş. Kimseye de muhtaç değillermiş.

Ancak insanlar çeşit çeşitmiş. İyiler de çokmuş, kötüler de... Kimin iyi, kimin kötü olduğunu ise bilebilmek pek zormuş. Günlerden bir gün nasıl olduysa, kadının biri, bir köşede durur iken Menzile’nin çiçekten aldığı altını görüvermiş. Hayret etmiş, gözlerine inanamamış, dönüp bir daha bakmış “gördüklerim doğru mu acep!” diye. Hemen aklında türlü fikirler dolaşmaya, bu fikirler bir kurt gibi beynini kemirmeye başlamış. Sonunda bu fikirlere yenilip de aklınca bir plan hazırlamış. Üzerine eski püskü, yırtık pırtık giysiler geçirip elini yüzünü kire pasa bulayıp, varmış güzel bahçeli beyaz evin kapısına.

Menzile çıkmış bu perişan görünen kadının karşısına. “Buyrun” demiş gülümseyerek. Kadın iki büklüm durarak, kısık sesle “misafir etseniz beni birkaç gün Allah rızası için” demiş ve kapının önüne yığılıp kalmış. Menzile kadına pek acımış, haline pek üzülmüş. Hemen ana kız içeri taşımışlar kadını. Yatağa yatırıp üstünü örtmüşler. Merakla başında beklemeye başlamışlar. Bir süre sonra kadın açmış gözlerini “su içsem” demiş. Bukle bir koşu su getimiş. “Açım” demiş bunun üzerine kadın. Bu sefer de Menzile koşmuş mutfağa, sıcak çorba getirmiş. Bir güzel karnını doyurmuş kadın. Ardından da açmış elerini, uzun uzun dua etmiş bu güzel insanlara:

“Allah ne muradınız varsa versin.
Sağlık, mutluluk, huzur dolsun eviniz.
Tuttuğunuz altın, sofranız bereketli olsun.
Eviniz sıcak, yüreğiniz ferah olsun.
Yarınınız güzel, seveniniz bol olsun.
Kötülük dokunamadan geçip gitsin çatınızın üzerinden.
..........”

Bir güzel dualar etmiş ki kadın oturduğu yerden, Bukle ve Menzile pek sevinmişler. Menzile “evin yoksa kal bizimle, yoldaş olursun bize” demiş. Kadın hiç beklemeden hemen atılmış. “Olur olur, kalırım” diyerek bir çığlık bırakmış havaya. Kim ne düşünür nereden bilsin Menzile. Kimin niyeti nedir nasıl bilsin Menzile.

O günden sonra birlikte yaşamaya başlamışlar beyaz evde. Güzel, temiz elbiseler vermiş Menzile kadına. Birlikte yiyip birlikte içmeye, birlikte gezip birlikte tozmaya, birlikte oturup birlikte kalkmaya kısa zamanda pek alışmışlar. Her sabah Bukle’nin altın sarısı saçlarını o tarar olmuş. Her teli itinayla toplamış, kimse görmeden bir kısmını ayırıp saklamış. Fırsat buldukça bahçeye çıkıp çiçeklere koymuş telleri. Ertesi sabah da bir bir toplamış altınları.

Günler geçmiş, haftalar geçmiş, aylar geçmiş. Kadın usanmış bu işten. Yorulmuş, bıkmış, “yeter artık” diyerek bir gece yarısı uyurken Bukle derin derin, mışıl mışıl; almış makası eline, altın saçını kökünden tutup kesmiş bir çırpıda.

İşte o an olmuş ne olduysa, altın saçın her bir teli kocaman bir yılana dönüşüp atlamışlar kadının üstüne. Oracıkta sokup öldüreceklermiş neredeyse, Bukle “durun” demeseymiş. Kadın korkudan küçük dilini yutmuş da, bir dahi hiç konuşamamış. Ödü “pat” diye patlamış da aklı yerinden oynamış. O günden sonra da kiminle karşılaştıysa, saçının tellerini yaşmağının ucundan gösterip birşeyler geveler, birşeyler anlatmak istermiş. Lakin kimse ne dediğini bir türlü anlayamazmış bu deli kadının. Acıdıklarından eline ekmek parası tutuşturup yollarına devam ederlermiş.

Birgün bir sokağın köşesinde bağdaş kurmuş otururken ak sakallı bir dede gelip durmuş karşısında. Uzun uzun bakmış gözlerine bir şey okur gibi. Sonra da “bir adam vardı buralarda yaşayan” demiş kadına. “Nalbant idi. Herkes sever, herkes hürmet eder, herkes pek güvenirdi ona. Bir sabah senin gibi o da gördü çiçeklerin verdiği altınları. Göz bir gördü mü, akıl bir yazdı mı kenara gözün gördüklerini insan kendini tutamaz olur. Günler boyu eline iş alamadı. Gelip gidenler “niye çalışmıyorsun, hasta mısın?” diye sordular uzun süre. Nalbant kimseyle tek kelime konuşmadı. Gözünün önünden çil çil altınlar gitmiyordu. Bir damla uyku girmedi gözüne. Sonra baktı ki olmayacak; eline koluna, diline kulağına bir de aklına hakim olamayacak. Her bir şeyini, neyi var neyi yoksa olduğu gibi bırakıp çekti gitti buralardan. Kimseler bir daha haber alamadı nalbanttan. Ne nereye gittiğini öğrendiler, ne de neler yaptığını duydular. Ben sana söyliyeyim mi ne oldu nalbanta?”

Kadın gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi bakmış dedeye, karşısında duran bir canavarmış gibi. Devam etmiş ak sakallı dede konuşmaya. “Nalbant şimdi padişahın sağ kolu. Vezir oldu memlekete. Eğer senin gibi tutamasaydı kendini, bu şehrin sokaklarında dolaşacak, adı “deli nalbant”a çıkacaktı belki de.”

Konuşması bitince dede yürüye yürüye uzaklaşmış kadının yanından. Onun arkasından bakakalan kadın saçını başını yola yola bağırmış da duyanlar gök yarıldı sanmış. Çocuklar öyle bir ağlamış ki üç gün üç gece susturamamışlar. Kediler korkup damdan dama atlaya atlaya başka şehirde miyavlamaya gitmişler.

Bukle’nin saçları da kısa sürede uzamış, yine eskisi gibi taranacak hale gelmiş. Açgözlü olmanın, yalan söylemenin, kötü düşüncelerin ne kadar zararlı olduğunu da daha iyi öğrenmiş. Anne kız uzun yıllar mutlu bir şekilde, beyaz evlerinde, güzel çiçekleri ile yaşamaya devam etmişler. Bir daha da kimseye güvenip evlerine almayı hiç düşünmemişler.

Akıl Okulu

Gecelerden bir gece, sevgili aynacık bakın neler anlatmaya başlamış

Birgün ülkenin küçük kasabalarından olan Yitan’da şöyle bir haber yayılmış:

- Güzel başkentimizde bir Akıl Okulu varmış. Her kim o okula giderse orada ona akıl öğretiliyormuş.

Herkes bu haberi şaşkınlıkla birbirine anlatıyormuş. Şehrin en zenginlerinden olan bir adam da bu haberi duyunca kahkahalarla gülmeye başlamış:

- Efendim, hayatımda hiç bu kadar komik bir şey duymamıştım. Bir insan akıllıysa akıllıdır. Sonradan akıl kazanılır mı hiç? Olacak şey midir? Duyulmuş mudur? Görülmüş müdür?

Bu adam çok zengin olduğu için çocuklarının hiçbirisini okutmamış. Öyle çok parası varmış ki, istese şehrin tamamını satın alabilirmiş. Fakat çocuklarına devamlı şöyle diyormuş:

- Şükürler olsun çok paramız var. Yine de paramıza para katmalıyız. Ne kadar çok kazanırsak o kadar güçlü oluruz.

Çocuklarından biri ise, babasının bu düşüncesine katılmıyormuş. Devamlı;

- Babacığım, okumak gibisi var mıdır, diyormuş. Bak ne çok paramız var. Ama bu parayla bilgi satın alamayız. Buna kimsenin de gücü yetmez. Neden okumayı kötü görüyorsun?

Adam, çocuğunun bu sözlerini günlerce, gecelerce düşünmüş durmuş. Sabahlara kadar sayıklar olmuş: Akıl Okulu Akıl Okulu

Bir sabah dayanamamış ve kararını vermiş:

- Böyle olmayacak. Şu Akıl Okulu neymiş gidip göreceğim.

Adam yolculuk için hazırlanmış. Atına binmiş ve yola koyulmuş. Günler geçmiş. Geceler geçmiş. Memleketinden ayrılalı tam otuz-iki gün olmuş. Günün birinde, yolda ağır ağır yürüyen bir ihtiyara rastlamış. İhtiyarın gözleri görmüyormuş. Adam bu ihtiyarın hâline acımış. Yanına yaklaşarak;

- Ey yolcu, nereye gidiyorsun, diye sormuş.

İhtiyar da başkente gitmek istediğini söylemiş. Bunun üzerine adam atından inmiş ve ihtiyarı atına bindirmiş:

- Ben de başkente gidiyorum, demiş. Bir günlük yolum kaldı. Birlikte konuşa konuşa gideriz.

İhtiyar atın üzerinde, adam yaya yolculuklarına devam etmişler. Şehre vardıkları zaman adam ihtiyara;

- İşte başkente geldik, demiş. Burada inebilirsin.

Fakat ihtiyar, adama şunları söylemiş:

- Madem bir iyilik yaptın, bunun gerisini de getir. Beni şehrin meydanına kadar götür. Ondan sonra var git nereye gideceksen.

Adam hiç karşı çıkmamış ve “tamam” demiş. Beş-on dakika sonra şehrin meydanına gelmişler. Tam bu sırada ihtiyar bağırmaya başlamış:

- İmdat!.. Yardım edin. Bu adam atımı çalmak istiyor. Bu garibana yardım elini uzatacak yok mu? İmdat!..

Meydandaki insanlar koşa koşa gelmişler onların yanına. İhtiyar kör olduğu için ona acımışlar ve adamı suçlamışlar:

- Utanmıyor musun bu yaşta hırsızlık yapmaya. Hem de kör bir adamın atını çalmaya çalışıyorsun.

Adam haykırıyormuş:

- Hayır, yalan söylüyor. Bu at benim. Onu yoldan ben aldım. İhtiyardır, yorulmasın, bir iyilik yapmış olayım, dedim. Bu at benim. Ben hayatımda hırsızlık yapmadım. O yalancıdır.

Fakat gelgelelim insanlar adamı dinlememişler. Atı, kör ihtiyarı ve adamı doğruca şehrin hakimine götürmüşler. Hakim önce kör ihtiyarı, sonra adamı dinlemiş. Ardından da şöyle demiş:

- Bana bir baytar, bir nalbant, bir de saraç çağırın. Hemen gelsinler. Bekliyoruz.

Adam bu üç kişinin neden çağrıldığını bir türlü anlayamamış. Kimseye de soramamış. Mecburen çağırılanların gelmesini beklemiş. Kısa bir zaman sonra da hepberaber gelmişler. Hakim gelenleri tek tek huzuruna kabul etmiş. Önce baytar alınmış odaya. Hakim ona sormuş:

- Ata bak. Bu at hangi memlekete aittir?

Baytar şöyle karşılık vermiş:

- Çok fazla incelemeye gerek yok. Bu at bu şehirden alınmamış. Yitan yöresine ait bir aittir.

Adam kendi memleketinin ismini duyunca hayretler içinde kalmış. Bu sefer de hakim nalbantı çağırmış ve ona;

- Sen de bu atın nerede nallandığına bak, demiş.

Nalbant biraz inceledikten sonra şunları söylemiş:

- Bu at burada nallanmamış. Yitan yöresinde atlar böyle nallanır. Bizimkine benzemez.

Adam yine şaşırmış. Kendi kendine, “Nasıl bilebilirler?” diye sorup duruyormuş. Hakim son olarak saraca;

- Bu atın koşumlarını incele, demiş. Nasıl eyerlenmiş?

Saraç hiç beklemeden cevap vermiş:

- Efendim, ilk bakışta bizim yöremize ait olmadığı anlaşılıyor. Yitan yöresinin koşum şeklidir bu.

Hakim cevapları aldıktan sonra atın sahibine dönerek;

- Evet, sen doğru söylüyordun, demiş. Bu at senin. Artık atını alıp gidebilirsin. İhtiyara da gereken ceza verilecektir. Hiç meraklanma.

Fakat adam dayanamayarak hakime sormuş:

- Siz böyle bir şey yapmayı nasıl düşündünüz? Bu adamlar, bu atın Yitan yöresine ait olduğunu nereden anladılar? Lütfen bana söyler misiniz bütün bunlar nasıl olabiliyor?

Hakim adamın sorusuna gülerek cevap vermiş:

- Ben ve bu gördüğün herkes, bu şehirdeki Akıl Okulu’nu bitirdik. Her şeyi o okulda öğrendik. Orada doğrunun nerede ve nasıl bulunacağı öğretilir.

Adam böylece Akıl Okulu’nun ne anlama geldiğini yaşayarak öğrenmiş. Heyecanla memleketi olan Yitan’a dönmüş. Bütün olanları ailesine ve arkadaşlarına anlatmış. Sonra da bütün çocuklarını bu Akıl Okulu’na göndermiş. Anlamış ki, herkeste akıl var, ama onu kullanabilmek için eğitim gerekiyor

Akıllı Çoban

Eski çağlarda Şahimerdan isimli bir hân yaşarmış. Hân, bir gün bütün halkı toplamış ve onlara şöyle bir vazife vermiş:
-Şu soruların cevabını en kısa zamanda bulun: Doğu ile batının arası kaç günlük yol? Allah, şu anda ne yapıyor? Bu iki sorunun cevabını üç gün içinde bulamazsanız hepinizin boynunu vururum!..
Hânın fermanına uymak lâzım, yoksa sonunda ölüm var. Ahali, üç gün düşünmüş taşınmış; fakat soruların cevabını bulamamış. Verilen üç gün bittikten sonra cellatlar, halkı sorgu alanına toplamışlar. Fakat, hânın sorularının cevabını hiç kimse bilmiyormuş. Yüce dağın eteklerinde koyun güden bir çoban, ahalinin müşkül hâlini görmüş. Yoldan geçen bir atlıya ne olup bittiğini sormuş. Yolcu şöyle demiş:
- Hân, halkına ‘Doğu ile batının arası kaç günlük yol? Allah, şu anda ne yapıyor?’ diye iki soru sordu. Soruların cevabını bulmak için de üç gün mühlet verdi. Bugün belirlenen vakit bitti. Fakat, henüz hiç kimse soruların cevabını bulabilmiş değil. Halkın böyle yorgun, bitkin ve üzgün olmasının sebebi ise ölüm korkusu...
Çoban, bu üzücü durumu öğrendikten sonra atın terkisine binmiş ve ahalinin toplandığı sorgu alanına gelmiş. Bütün halk toplandıktan sonra hân, tahtına oturmuş:
- Sorularımın cevabını bulan huzuruma gelip cevap versin. diye buyruk vermiş.
Meydana toplananların başları öne eğilmiş, ödleri kopmuş korkudan. Herkes ‘Sonumuz geldi.’ diye düşünürken, üstünde ak kaftanı, başında eski püskü başlığı ile bir genç, kalabalığı yara yara öne çıkmış:
-Hakanım, sorularınızın cevabını ben buldum, diyerek hânın huzuruna varmış. Bu durumu gören ahali, şaşkınlıktan âdeta donakalmış.
-Sorulara doğru cevap veremediğin takdirde başını alacağımı biliyorsun, değil mi?” diye sormuş hân, sert bir tavırla.
- Biliyorum, sultanım...
- Öyle ise söyle bakalım: Doğu ile batının arası kaç günlük yol?
- Yalnızca bir günlük yol, hakanım.
- Nereden biliyorsun öyle olduğunu?
- Eğer doğu ile batının arası iki günlük yol olsaydı, güneş yarı yolda kalırdı. Fakat öyle olmuyor; güneş sabahleyin doğudan doğuyor, akşamleyin de batıdan batıyor. Demek ki bu mesafe sadece bir günlük yol...
Bundan sonra hân;
-Allah şu anda ne yapıyor?” diyerek ikinci sorusuna geçmiş. Çoban bu sefer şöyle cevap vermiş:
- Hakanım, tahttan inerek yerinizi bana verin. Yerinize geçerek cevap vermek istiyorum.
Hân, çobanın bu ricasını kabul etmiş; yerinden kalkarak aşağı inmiş. Delikanlı, tahtın üstüne çıkarak ahalinin de işiteceği şekilde şöyle demiş:
- Yüce Allah, şu anda çobanı hânlığa, hânı da çobanlığa tayin ediyor.
Hân, delikanlının bu cevabını da kabul etmiş. “Böyle hazırcevap olana baskı yapılmaz, demiş ve meydana toplanan halkı da dağıtmış.
O günden sonra halk, çobana büyük saygı göstermeğe başlamış. Bir müşkülü olan ondan akıl sorar olmuş.

Alın Teri

Bir zamanlar, bir genç herkes gibi evlenmek istiyordu. Bu niyetini ailesine açtığında, babası ona şöyle dedi:

"Elbette oğlum, elbette evlenebilirsin. Bana kendi alın terinle kazandığın bir altın getirdiğinde, seni hemen evlendireceğim."

Delikanlı babasının bu sözlerine gülümsedi. Ne kadar da kolay bir sınavdı bu böyle! Ertesi gün, istenilen altın lirayı götürüp gururla babasının avucuna koydu. Babası hiçbir şey söylemeden, altını evlerinin yanından akan nehre fırlattı.

Çocuk, altının düştüğü nehre şaşkınlıkla bir-iki saniye baktıktan sonra, babasına döndü ve sordu:

"Şimdi evlenebilirim, değil mi babacığım?"

Babası başını iki yana salladı:

"Hayır oğlum. Sana kendi alın terinle ve emeğinle kazandığın bir altın getirmeni söylemiştim. Bu altını sen kazanmamışsın ki."

Genç delikanlı babasının gerçeği nasıl keşfettiğini anlayamamıştı. Ertesi gün bu defa annesinden bir altın borç aldı ve parayı babasına götürdü.

Babası altını aldı ve yine nehre fırlattı. Çocuk bir kez daha şaşırmıştı:

"Bunu niye yapıyorsun baba, anlamadım. Ama işte sana bir altın getirdim, artık evlenebilir miyim?"

Babası bu defa da izin vermedi oğluna:

"Bu altını da sen kazanmamışsın!"

Delikanlı babasının yanından ayrıldıktan sonra, uzun uzun düşündü. Başkasından borç alıp getirdiğinde babası parayı yine nehre atacaktı ve bu gidişle de evlenemeyecekti. O yüzden, genç adam bir iş bulup çalışmaya ve altını kendi emeğiyle kazanmaya karar verdi.

Günler geçti ve kazandığı bir altını babasına götürdü. Babası her zamanki gibi parayı nehre atmaya hazırlanıyordu ki, oğlu can havliyle babasının kolunu tuttu ve bağırmaya başladı! :

"Hayır baba! O altını nehre atamazsın! Onu kazanmak için günlerce çalıştım ve sırtım ağrılar içinde kaldı!"

Babası, yüzünde ışıltılı bir gülümseme ile elini oğlunun omzuna koydu ve:

"Oğlum işte şimdi evlenebilirsin" dedi. "Çünkü emeğinin karşılığı olan bu paranın değerini artık biliyorsun ve eminim ki onu akıllıca harcayacaksın."

Ak Benekli

Çoban Ali her gün erkenden kalkar, koyunlarını otlatmaya giderdi. O sabah da şafak sökmeden uyandı. Yatağının içinde iyice gerindi, uzun uzun esnedi. Kuzu postundan yapılmış tüylü yeleğini giydi. Alelacele yalınayak kulübesinden dışarı çıktı. Ağılın kapısını açtı. Sopasıyla birer birer hepsinin kuyruğundan dürttü.

- Hadi bakalım tembeller! Düşün yola!

Koyunlar, kuzular Ali'yi görünce sevindiler, meleştiler. Ak benekli olanı Ali'nin kucağına atladı, yanaklarını yalamaya başladı.

Ali Ak Benekli'yi çok şımartmıştı. Ak Benekli doğduktan iki gün sonra ayağını taşa çarpmış, yaralanmıştı. Zavallı pek minik olduğu için bir türlü iyileşememişti. Ali gece gündüz onun yanından ayrılmamış, aşağı köyde oturan Senem Nine'nin otlardan yaptığı merhemleri süre süre iyi etmişti Ak Benekli'yi. İşte o gün bu gündür Ak Benekli'yi diğerlerinden bir başka tutar, bir başka severdi Çoban Ali.

Düştüler yola.

Çoban Ali Ak Benekli kucağında, elinde sopa , arkada diğerleri çıngırak sesleriyle kah koştular, kah durdular. Dere boyuna geldiler.

Güneş yükseldi; parladı.

Çoban Ali “Ah bir ağaç olsaydı sırtımı yaslayacak, gölgesinde serinleyecek! " dedi. Böyle derken Ak Benekli'yi kucağından indirdi. Cebinden kavalını çıkarıp başladı çalmaya. Yere, kuru toprağa çömelmiş, çalıyor da çalıyordu Çoban Ali yanık yanık.

Dere boyunda az ilerde Senem Nine'nin kulübesi vardı. Kimsesizdi zavallı kadıncağız. Bir zamanlar Çoban Ali kadar bir torunu olduğunu söylerler köylüler. Kimse bilmez Senem Nine'nin torununa ne olduğunu.

Kimi "Öldü; öldü. Ben biliyorum", kimi de "Kayboldu; kaybolmuş galiba." der, ama kimse sormaya cesaret edemez Nine'ye.

Bir gün biri soracak olmuş; Nineciğin gözlerinden seller gibi yaşlar akmış akmış da hiçbir şey söylememiş.

Yalnız Çoban Ali onun “Ah onlar gelmeden her şey ne kadar güzeldi! Herkes ne kadar mutluydu!" dediğini duymuştu çoğu kez.

"Kimler nine? Kimler geldi buraya?" diyecek olsa Çoban Ali, “Hiç, hiç kimse. Sen bana bakma oğulcuğum. Kendi kendine konuşan bir ihtiyarım işte ben " der, geçiştirirdi Senem Nine.

Çoban Ali bir yandan kavalını çaldı, bir yandan bunları geçirdi aklından. "Zavallı Senem Nine!" diye mırıldandı.

Ak Benekli Çoban Ali'nin üzüldüğünü anladı. Yanına gelip başını onun dizlerine dayadı. Çoban Ali sevdi, okşadı Ak Benekli'yi.

Güneş iyice yükseldi. Öğle oldu. Çoban Ali'nin karnı acıktı. Yerinden doğruldu. İki elinin işaret parmaklarını ağzına götürdü, keskin bir ıslık çaldı. Bunun üzerine bütün koyunlar toplaştılar, meleştiler. Çıngırak sesleri birbirine karıştı.

Senem Nine kulübesinden çıktı. Elini salladı.

- Çoban Ali; gel; taze çörek yaptım.

Çoban Ali sevincinden iki kez takla attı.

- Yaşşaa nineciğim!

Nine iki büklüm, Çoban Ali'ye hizmet ediyordu. Çörekler getirdi, ayran yaptı.

Ali ağzını çöreklerle doldurdu. Ak Benekli'yi de yanına çağırdı.

Senem Nine onların karşısına geçti, oturdu. Gözlerinden iki damla yaş aktı.

- Hey Çoban Ali! Oğulcuğum. Torunum da yaşasaydı, senin kadar olacaktı. Ah onlar gelmeseydi, o adamlar! Her şey ne güzeldi!

Çoban Ali yerinden ok gibi fırladı:

- Söyle nineciğim. Söyle, kimler geldi? Hangi adamlar? Ne olur anlat nine! Torununa ne oldu?

Ali böyle haykırırken Senem Nine'nin dizlerine kapanmış, sımsıkı onun ellerinden tutuyordu.

Senem Nine ağlıyor, bir yandan da Çoban Ali'nin saçlarını okşuyordu.

- Peki Çoban Ali. Anlatacağım oğulcuğum.

Ali ninenin yanına çöktü. Ak Benekli sanki olağanüstü bir şeyler olduğunu anlamış gibi bir nineye, bir Çoban Ali'ye bakıyordu. Çoban Ali Ak Benekli'yi çekti, kucağına oturttu.

Nine bir eliyle gözyaşlarını sildi. Başını kaldırdı. Dere boyunun iki yanını gözleriyle uzun uzun taradı.

- Çoban Ali, şuraları görüyor musun?

İşaret parmağıyla ta uzakları gösterdi. Yine devam etti:

- İşte buraları bir zamanlar yemyeşil ormandı. Çamı, kavağı, meşesi; ne ağaçlardı onlar! Dallarında cıvıl cıvıl kuşlar öterdi... Gölgelerinde köylüler serinlerdi. Mis gibi havasını ciğerlerimize doldururduk. Kuraklık nedir bilmezdik. Bereketli yağmurlar yağardı hep. Kışın kar yağıp da ilkbaharda erimeye başlayınca dere dolup taşardı. Ama o güzelim ağaçlar bizleri selden korurdu.

Çoban Ali merakla sordu:

- Eee nineciğim, ne oldu o güzelim ağaçlara?

Senem Nine hırsla kalktı. Bir elini yukarı kaldırıp yumruğunu sıktı:

- Onlar geldiler, o baltalı adamlar Çoban Ali. Yıktılar, devirdiler ağaçlarımızı. Söktüler köklerinden. Sanki canlarımızı da aldılar gittiler. O gün bu gündür bu toprak çorak, bu toprak kurak...

Çoban Ali yine sordu :

- Torununa ne oldu nine?

Senem Nine yine çöktü yere. Başını iki yana salladı. Kısık bir sesle:

- O kış çok kar yağdı Ali buralara, dedi. İlkbahar geldi. Dağlardaki tepelerdeki karlar başladı erimeye. Bu dere doldukça doldu. Doldu da taştı. Sel bastı her yeri. İşte benim minik torunumu da o sel aldı gitti... Gidiş o gidiş...

Çoban Ali'nin gözleri kocaman açılmış, rengi sapsarı olmuştu. Sanki bir şeylerden korumak istiyormuş gibi Ak Benekli'yi sımsıkı sardı, göğsüne bastırdı. Göz pınarlarından damla damla yaşlar yanaklarına süzülüyordu. "Nineciğim, zavallı nineciğim benim!" dedi.

Senem Nine çocuğu üzdüğünü anlayıp gülümsemeye çalıştı. "Hadi Çoban Ali, kalk. Derle toparla sürünü. Seni üzdüm oğulcuğum." dedi.

Çoban Ali bugünden sonra Senem Nine'nin anlattıklarını hiç unutmadı. Günler, geceler boyu hep düşündü durdu.

Yaz bitti; sonbahar geçti; kış geldi. Lapa lapa kar yağdı. Öyle yağdı ki Çoban Ali günlerce sürüsünü çıkarıp otlatamadı. Yalnızca Ak Benekli'yi yanından hiç ayırmadı.

Bazı geceler Çoban Ali neşelenir, ocağın karşısına geçer, kavalını çalardı. Ak Benekli o zaman zıplar da zıplar, onun neşesine katılırdı. Ali'nin canı bir şeye sıkılacak olsa Ak Benekli de hüzünlenirdi. Böyle kuvvetli bir dostluk vardı aralarında.

Günler, geceler geçti. İlkbahar geldi. Çoban Ali sevindi. Ak Benekli zıplayıp dans etmeye başladı. Sürü indi dere boyuna. Meleştiler, otladılar. Senem Nine onları gördü; seslendi :

- Çoban Ali... Gel, çörek yaptım.

Sarıldılar, nineyle öpüştüler.

Nine "Ak Benekli görmeyeli ne kadar büyümüş! dedi.

Güneş parlıyor, karları eritiyordu. Dere coştukça coşuyordu.

Ertesi gün Çoban Ali yine sürüsünü otlatıyordu. Öğle vakti yaklaştı. Senem Nine'nin kulübesinin kapısı hala açılmamıştı.

Çoban Ali merakla koştu. Kapıyı çaldı.

- Nine; benim. Çoban Ali. Aç kapıyı.

Biraz sonra nine kapıyı açtı. Yüzü solgun, sapsarıydı. Gözlerinde korku vardı.

- Ne oldu nineciğim, hasta mısın?

Nine Çoban Ali'nin üzerinden dereye doğru baktı. "Korkuyorum Çoban Ali; korkuyorum!" dedi.

- Neden nine?

- Dere hoşuma gitmiyor. Taşacak gibi. Yine felaket getirecek gibi.

Çoban Ali geriye döndü. Dere gürültülü sesler çıkarıyor, taştıkça taşıyordu. Korkuyla yanına baktı. Ak Benekli yoktu. Koşarak sürünün yanına geldi. "Ak Benekli neredesin? " diye bağırdı.

Zavallı hayvanlar derenin sesinden ürkmüşler, taşan sulardan korunmak için bir oraya bir buraya kaçışıyorlardı.

Çoban Ali yine seslendi: Ak Benekli ! Ak Benekli!

Kavalını çıkardı, çaldı Ak Benekli duyar da gelir diye. Ama ne gelen vardı ne giden. Zaten suyun sesi yükselmiş, hiçbir şey duyulmaz olmuştu.

Senem Nine de kulübesinden çıktı; Ali'nin yanına geldi. "Çoban Ali, durma buralarda. Kaç, sürünü kurtar. Sel başladı " diyordu. Bir yandan da “Ah yine o felaket!" diye ağlıyordu.

Çoban Ali durmadı, koştu. Dere boyu sulara bata çıka koştu. Hem koşuyor hem sesleniyordu:

- Ak Benekli, Ak Benekli! Ak Benekli!

O da sulara daldı. Kayboldu gitti ta ki aşağı köylüler onu bulup kurtarana dek.

Ak Benekli'yi sel alıp götürmüştü. O günden sonra Çoban Ali'nin yüzü hiç gülmedi. Her gün dere boyuna inip "Ak Benekli! Ak Benekli!" diye ağladı.

Yaz geldi, sular çekildi. Çoban Ali yine dere boyuna inmiş ağlıyordu.

- Ak Benekli nerdesin?

Omuzuna biri dokundu. Çoban Ali sıçradı, döndü. Senem Nine'yi gördü.

Senem Nine "Yas tutmayı bırak Çoban Ali. Ağlamakla Ak Benekli'yi geri getiremezsin " dedi.

"Ne yapabilirim nine ?" diye ağlamaya devam etti çocuk.

- Çok şeyler yapabilirsin. Çok şeyler yapabiliriz Çoban Ali, diye bağırdı nine. Ağaç dikeriz, yeniden ağaçlandırırız buraları. Yemyeşil orman olur zamanla. Eskisi gibi cıvıl cıvıl kuşlar öter dallarında o güzelim ağaçların. Ötmez mi Çoban Ali?

Çoban Ali kalktı.

Gözyaşlarını siliyor, bağırıyordu . "Öter nineciğim, öter nineciğim " diyordu.

Şimdi aradan uzun yıllar geçti. Dere boyu yine eskisi gibi ağaçlık, yemyeşil orman oldu. Kuşlar cıvıl cıvıl. Havası mis gibi.

Kimin yolu düşerse, gitsin baksın. Çoban Ali ile Senem Nine'nin kulübesi hâlâ orada duruyor.

Hatta bazıları Ak Benekli'nin de meleyişini duyar gibi olduklarını söylüyorlar.

Akbabaların Umudu

Çok eski çağlarda, ülkenin birinde, dinozorların yuvalandığı bir yer vardı. Dinozorlar, yavrulama zamanı geldiğinde, yumurtalarını buraya bırakırdı. Bazı dinozorlar, bırakılan yumurtaların başını bekler, yavruların yumurtadan çıkışında, onların yaşama alışmaları için gereken ilk desteği sağlama görevini üstlenirdi. Bu dinozorlara "Öğretmen" denirdi. Dinozor yavruları, kendi başlarına yaşamlarını sürdürebilecekleri büyüklüğe gelince, yuvadan ayrılıp, ülkenin diğer yerlerine yayılırdılar.
Yuvadan çıkan dinozor yavrularının çoğu, ülkenin en verimli topraklarının bulunduğu batıya göç ederdi. Burada, yeşillikler ve bol yiyecek vardı.
Batının en verimli alanları, yedi tepeye yayılmış ağaçlık bölgeydi. Buraya "Yedi Tepe Ormanları" denirdi. Dinozor yavruları en çok, Yedi Tepe Ormanları'na giderdi. Yedi Tepe Ormanları'nın nehir gibi akan mavi denizin yanında olması, buraya ayrı bir güzellik veriyordu. Ormandaki hayvanlar, çoğu zaman dinlenmek için deniz kıyısına iner, boğazın diğer yakasındaki ormanlara ve kıyıdaki kumsala bakıp, zaman geçirir, birbirleriyle oynayıp eğlenirdi.
Yedi Tepe Ormanları'nda yaşayan dinozorların sayısı çoktu. Dinozorlar, ormandaki ağaçların arasında gizlenerek yaşadıklarından, sayılarının ne denli çok olduğu, diğer hayvanlarca bilinmezdi. İri gövdeli dinozorları görenler, onlardan korkup kaçardı. Gerçi dinozorların çoğu, başka hayvanlara zarar vermeden, ormandaki yiyeceklerle yetinmeye çalışırdı ama, diğer hayvanlar onların ürkütücü büyüklüğünden çekinir, onlara pek yaklaşmazdı.
Bazı kurnaz hayvanlar, dinozorların kendilerine saldıracağını düşünüp, orman yasalarını çiğnememeye çalışırdı. Bazıları da, belli etmeden, yasalara aykırı davranışlarını sürdürürdü...
Yedi Tepe Ormanları'nda yalnız dinozorlar yaşamıyordu. Bu ormanın çevresindeki taşlık alanlarda akbabalar da yaşardı. Bilirsiniz akbabalar yeşil alanları sevmezler. Onlar taş ve kum çöllerinde yuvalanırlar. Yedi Tepe Ormanları'nın çevresindeki taşlık alanları kullanan akbabaların gözü, hep Yedi Tepe Ormanları'ndaydı. Burayı nasıl taş çölüne çevireceklerini kuruyordular. Aslında bir çok orman alanını, taş çölüne çevirmeyi başarıp, buralara yuvalanarak sayılarını daha da çoğaltıyordular. Ormandaki ağaçların arasında gizlenmeye çalışan dinozorlar, ormanlar yok oldukça saklanacak yer bulma güçlüğü çekiyordular. Bu nedenle akbabaların taş çölleri, en çok dinozorları huzursuz ediyordu... Ormanları yok olan diğer hayvanlar, taş çölündeki oyukların arasına saklanıp yaşamlarını sürdürmeye çalışıyor ama, açlıktan güçsüz düşünce, akbabalara yem oluyordu.
Yedi Tepe Ormanları'nın taş çölüne dönüşmeye başlaması üzerine dinozorlar yaşamak için kendilerine yeni bir yer aramaya başladılar.

Sonunda boğaza bakan yamaçlardan birinde, yeşilliği bozulmamış, ağaçları
akbabalarca yok edilmemiş, bir vadi buldular. Bu alana "Yeşil Vadi" adını verdiler. Dinozorlar, buranın da taş çölüne dönüşmemesi için akbabaları Yeşil Vadi'den uzak tutma kararı aldılar. Yedi Tepe Ormanlarında yaşamlarını sürdüren dinozorlar, Yeşil Vadi'yi dinlenme alanı olarak kullanacaktı.
Yedi Tepe Ormanları'nı yalnız akbabalar yok etmiyordu. Diğer hayvanların bilinçsizce ağaçları kemirmesi sonucu, ağaçlar yok oluyor, yerini çıplak topraklara bırakıyordu. Yedi Tepe Ormanlarının yer yer kel olup, kabaklaştığı günlerde, Yeşil Vadi'nin el değmemiş güzelliği dinozorları pek sevindirdi. Bu alana kimse zarar versin istemediler. Dinozorların en irilerinden olan iki Trex, Yeşil Vadi'nin yönetimini üstlendiler. Tciretops ve Brantosaurus da onlara yardım etti. Yönetimin ilk işi, Yeşil Vadi'de yaşayan hayvanların türlerini belirlemek oldu. Yeşil Vadi'de ağaçların ve çalıların arasında yaşayan tüm hayvan türlerini belirlemek çok zordu. Trex, burada kaplumbağa yaşadığını öğrendi. Tüm dinozorlar, çevreyi araştırıp kaç tane kaplumbağa yaşadığını bulmak istediler. Gördükleri her kaplumbağa numaralandırıldı ve Yeşil Vadi'de oniki kablumbağa olduğunu anlaşıldı. Söylentiye göre, Yeşil Vadi'de papağanlar ve yılanlar da yaşıyordu. Dinozorlar, bulabildikleri yılanların boyunlarına halka geçirdiler. Papağanları da ayak bileklerinden numaraladılar. Yeşil Vadi'de yaşayan tüm hayvanlar belirlendikten sonra Trex, dinlenmeye gelen dinozorları topladı ve:
- Arkadaşlar. Bu alanda yaşıyan tüm hayvanları belirledik. Bu hayvanlar Yeşil Vadi'ye bugüne değin zarar vermemişler, bundan sonra da zarar vermezler. Başka hayvanların bu alana girmelerini engellersek Yeşil Vadi'nin yok olmasını önleriz.
diye seslendi. Dinozorlar Yeşil Vadi'de yaşayan hayvanların yaşam koşullarını iyileştirmek ve kendilerine güzel bir dinlence ortamı hazırlamak için Yeşil Vadi'yi onarmaya başladılar. Hayvanların yuvalarının bakımı yapıldı, dikenli çalılar budandı, açık alanlara çiçekler ekildi, yıkılan ağaçların yerine yeni ağaçlar dikildi. Yeşil Vadi daha güzel ve yaşanabilir bir ortam olmaya başladıkça dinozorlar seviniyordu.
Yeşil Vadi'nin çevresinde sarp kayalar vardı. Bazı akbabalar, bu kayaların üzerindeki taş yığınları arasına yuvalanmışdı. Bu alanda yaşıyan başka hayvanlar da vardı. Bunlar, arada Yeşil Vadi'ye inip, ağaçları kemirir, Yeşil Vadi'nin küçülmesine bilinçsizce katkıda bulunurdular. Akbabalar, kemirilen ağaçların bulunduğu yerlere taş yuvarlar ve bu alanı taş çölü yapardılar. Çevresi taşlarla çevrilen kabukları kemirilmiş ağaçlar, zamanla ölüp gidince, akbabalar bu taş çölüne inip, hemen yuva yapmaya başlardı. Yeşil Vadi de aynı Yedi Tepe Ormanları gibi taş çölüne dönüşmek üzereydi...

Bu durumu gören dinozorlar, Yeşil Vadi'de yaşamayan diğer hayvanları buradan
kovdular. Bu hayvanlar kayaların üzerindeki yuvalarına kaçışıp, öfkeyle Yeşil Vadi'ye bakarak iç çektiler. Akbabalar, sessizce dinozorların çabasına bakıp, diğer hayvanları Yeşil Vadi'den kovuşlarını görünce:
- Bir gün buraları da taş çölü olacak, dinozorlar bizimle baş edemezler...
diye için için güldüler. Akbabalar yalnız gülmekle kalmadı, Yeşil Vadi'yi taş çölüne dönüştürmek için kurnazca hazırlanmış kurgularla taş çölü sınırlarını, Yeşil Vadi'ye doğru ilerletmeye çalışdılar...
Akbabalar, bazen Yeşil Vadi sınırına yuvarladıkları taşların yanına gidip, sınır taşlarının yerini değiştirmeye, Yeşil Vadi'den toprak çalmaya çalışırdılar. Yeni yuvarlanan taşları üst üste dizerek sınır taşlarını eskiden de varmış gibi göstermeye çabalardılar...
Yeşil Vadi'nin adım adım ilerleyen sınır taşlarıyla küçüldüğünü gören dinozorlar, tam taşların yolu üzerine, derin bir hendek kazdılar. Hendeği suyla doldurduktan sonra yakın akrabaları olan timsahları buraya çağırıp, özgürce yaşamlarını sürdürmeyi önerdiler. Timsahlar, hendeğin çamurlu suyunda yaşamaya başlayınca akbabalar, timsahların kendilerini parçalamasından korkup, taş yuvarlamaktan vazgeçtiler. Akbabaların taş çölünü genişletme çabaları engellenince, boyunlarını büküp yeni kurnazlıklar düşünmeye başladılar... Amaçları Yeşil Vadi'ye yeni kayalar yuvarlayıp toprak kazanmak ve yeni taş yığınları arasında yuvalanmakdı... Yedi Tepe Ormanları'nı benzer yöntemlerle yok edip, taş çöllerine yuvalanan akbabaların yaptıklarını, Yeşil Vadi'de uygulayamamak, yamaçlara yuvalanmış akbabaları çok öfkelendiriyordu. Beceriksizliklerine gülen Yedi Tepe Ormanları çevresinde yaşıyan diğer akbabaların davranışlarına da çok içerliyordular...
Bir gün, kayalar arasındaki ininden çıkan çakal, boyunlarını büküp Yedi Vadi'ye bakan akbabaların hüzünlü duruşunu görünce dayanamadı ve sordu:
- Ne derdiniz var sizin? Niye böyle hüzünlüsünüz? - Şu önümüzde uzanan Yeşil Vadi'ye bakıp iç çekiyoruz.
Çakal çok şaşırdı. Daha önce yeşile bakıp da hüzünlenen hayvan görmediğini anımsadı. Gerekçelerini öğrenmek için:
- Neden?
dediğinde akbabalar üzgün bir tavırla:
- Bu vadiyi taş çölüne çeviremedik. Böyle giderse burası hep yeşil kalacak...
- Olsun bazı alanlar yeşil kalabilir. - Akrabalarımız bize gülüyor. Akbabaların yüz karası olduğumuzu düşünüyorlar. Onların arasına girmeye yüzümüz yok... - Taş yuvarlamayı denediniz mi? - Aşağıda timsahlar var. Hendeklere yaklaşmaya kalkınca bizi havada parçalıyorlar... - İşiniz zor anlaşılan. Size nasıl yardımcı olabilirim? - Yalan haber yaysak. Yeşil Vadi'de ağaçlar kesiliyor desek, kıyım yapılıyor desek belki diğer hayvanlar ayaklanıp buraya gelir, dinozorları buradan çıkarırlar. Sonra biz burayı taş çölüne çevirebiliriz. - Haberi nasıl yayacaksınız? - Onu bilemiyoruz iste. Senin tanıdıkların var mı? Bize yardım edermisin? - Ben de Yeşil Vadi'deki dinozorlardan hoşnut değilim. Yeşil Vadi'de avlanmamı engelliyorlar. Baykuş'tan yardım alabilir miyiz bir araştırayım. - Çok iyi olur. Sana bir gün borcumuzu öderiz. - Şöyle boğaza yakın bir yerde bir inim olsa iyi olur diyorum. - Söz sana güzel bir in veririz.
O gece çakal kimseye görünmeden baykuşun yanına gitti. Ona akbabaların kendisinden yardım istediklerini söyledi. Baykuş, akbabaların ne yapmak istediklerini bildiğinden, onlara yardım etmek istemedi. Çakal, baykuşun yardımını sağlamak için:
- Ama dinozorlar Yeşil Vadi'ye yerleştiler. Ağaçları kesiyorlar, doğayı yok ediyorlar...
diye yalanlarını sıralamaya başladı. Önce çakalın söylediklerine kulak asmayan baykuş, ardı arkası kesilmeyen yalanlara sonunda inanmaya başladı. İnandıkça öfkelendi, öfkelendikçe yerinde duramaz oldu. Dayanamayıp:
- Bu dinozorlara iyi bir ders vermeli...
deyince, çakal baykuşu kandırmış olduğunu düşünüp, mutluluk içinde inine döndü. Baykuş, Yeşil Vadi kıyımını dile getiren bir türkü besteledi. Kargaların hepsini yanına çağırdı. Bu türküyü bir çırpıda kargalara ezberletti. Sonra:
- Yarın, gün doğunca Yedi Tepe Ormanlarına gidecek, ağaçtan ağaca konup bu türküyü okuyacaksınız. Diğer hayvanlar da dinozorların neler yaptığını öğrensinler...
dedi. Kargalar öğrendikleri türküyü unutmamaya çalışarak uçuştular...
Sabah olunca kargalar daldan dala konarak, dinozorların kıyımını dile getiren
türküyü söylediler. Çirkin sesleriyle tüm hayvanlara haykırarak seslendiler:
- Kurtarın Yeşil Vadi'yi. Bir çıplak toprak parçasına daha dayanmamız söz konusu olamaz...
dediler. Yedi Tepe Ormanlarında yaşayan tüm hayvanlar kan ağlayıp, çevrelerindeki çıplak topraklara ve taş yığınlarına bakıp üzüntülerini dile getirdiler. Yedi Tepe Ormanlarında bir kıpırdanma başladı... Karga bu, pek akıllı değildir ya! Bir tanesi uçtu gitti Yeşil Vadi'ye. Bir dalın üstüne kondu. Biraz soluklanıp, dinlendikten sonra, o çirkin sesiyle baykuşun türküsünü söylemeye başladı. Karganın çirkin sesini duyan dinozorlar çok şaşırdılar. Biraz dinleyince, türkünün akbabaların kurnaz oyunlarından biri olduğunu hemen anladılar. Trex, dayanamayıp çığlık atarak karganın tünediği ağacın dibine gitti. Ağacın gövdesini elleriyle tutup sallamaya başladı. Karga çok korktu. Neye uğradığını bilemedi. Karga deprem olmuş gibi sallanan ağacın dalından düşmemeye çalışırken, yaprakların arasından uzanan Brantosaurus karganın uçmasını engelliyordu. Karga artık türküyü dile getirmiyor, sonunun yaklaştığını görüp çevresinden yardım almak için çığlık atıyordu. Onun çırpınışını gören Trex seslendi:
- Bu türküyü sana kim öğretti? - Baykuş - Hangi baykuş? - Yedi Tepe Ormanlarındaki Özgürlük Parkı'nda yaşayan baykuş.
Trex:
- O akıllı bir hayvandır. Böyle bir yalanı nasıl türkü yapmış olabilir? Ne gibi bir amacı vardır?
diye söylendi. Bu arada Pterezor gürültüyü duyduğu için kanat çırparak Trex'in yanına geldi. Brantosaurus, kargayı hırpalamayı sürdürürken, Pterezor:
- Gidip şu baykuşa sorayım mı? Neden bu türküyü bestelemiş?
Brantosaurus:
- Bu kargayı ne yapacağız? Trex! kargayı yemek ister misin? - Bırakalım gitsin. Bu küçük karga beni doyurmaz. Onun çirkin türküsüne öfkelenen biri nasıl olsa onu parçalar. Sonu benden olmasın. Brantosaurus kargayı hırpalamayı durdurunca, karga, korkuyla kanat çırpıp yanlarından uzaklaştı. O gece Pterezor, baykuşun yanına gitmek üzere Yeşil Vadi'den havalandı. Baykuş tünediği dalda bestelediği türküleri mırıldanırken kocaman Pterezor'un hemen yanına kanat çırparak konmasına pek şaşırdı. Korkuyla irkildi. Pterezor'un konuşmasını bekledi sabırla. Konduğu dala yerleşen Pterezor kanadını kaldırıp:
- Sen!
dedi öfkeyle. Sonra devam etti:
- O yalan ürküyü kargaların ağzından Yedi Tepe Ormanlarına yayan sen misin? - O türkü gerçekleri dile getiriyor. Yalan değil.
diye kendini savunmaya kalkan baykuşa, Pterezor öfkeyle seslendi:
- Kimden öğrendin hemen söyle bana? - Yeşil Vadi yamaçlarında yaşayan akbabalar görmüşler. Bana da çakal söyledi. - İnandım mı onların söylediklerine? - Evet - Burada pinekleyip duracağına, uçup gelseydin Yeşil Vadi'ye. Bizim ne yaptığımızı gözlerinle görseydin, bu yalan türküyü bestelemezdin.
diye başlayıp, Yeşil Vadi'de neler yaptıklarını anlattı. Hayvanları nasıl koruma altına aldıklarını, ne kadar ağaç diklerini söyledi. Baykuş Pterezor'a inanıp, çakalın kendisini aldatmış olduğunu anlayınca, türküyü yaymış olduğuna çok üzüldü. Pterezor'un anlattıklarını dinledikten sonra:
- Bu bir yanılgı. Hemen yeni bir türkü bestelerim. Yarın tüm Yedi Tepe Ormanlarında yeni türkü söylenir. Diğer hayvanları yatıştırmış olurum. - Kargalara öğretme. Artık onlara kimse inanmaz. Hem sesleri de çok çirkin. - Başka kuşlara öğretirim. Sakalara, sığırcık kuşlarına, bülbüllere öğretirim. - Bu olur işte.
Pterezor öfkesi yatışınca kanat çırparak baykuşun yanından ayrıldı.
Sabah olunca, Yeşil Vadi'deki dinozorlar, derin uykularından kuş cıvıltılarıyla uyandılar. Sesi güzel olan kuşlar bazen bir arada, bazen tek başına uzun uzun dinozorların gerçek öyküsünü dile getiren türküyü söylediler... Tüm Yedi Tepe Ormanları cıvıl cıvıl öten kuş sesleriyle doldu taştı. Arada kargalar da katıldı onlara. Bazıları yeni türküyü çirkin sesleriyle mırıldanırken, bazıları hala eski türküyü söylemeye çalışıyordu. Ama tüm hayvanlar güzel sesli kuşları dinlerken, kargaların cıyaklamasına kulak asmadılar. Bazıları kovaladılar kargaları...
Baykuş yaptığının ne denli kötü bir davranış olduğunu anlayınca, bir daha gözüyle görmeden, araştırmadan başkasının söylediklerine inanıp türkü bestelemedi.
Kuşların güzel türküsünü, geceleri bülbüller sürdürdü. Sabaha değin susmadan öttüler. Kuşlar bundan böyle, neşeyle daldan dala konarken hep bu türküyü söylediler... Yeni doğanlara ve unutanlara hep aynı türküyle seslenip, dinozorların Yeşil Vadi'de yaptıklarını anlattılar. Yeşil Vadi'nin nasıl taş çölü olmaktan kurtulduğunu dile getirdiler. Dinozorları, Yedi Tepe Ormanlarının kahraman koruyucuları olarak çevreye duyurdular...
Yedi Tepe Ormanlarında yaşayan diğer dinozorlar da Yeşil Vadi'nin güzelliğini görmek için buraya gelir oldular. Burada çoşup, neşeyle dans ettiler...

Akbabalar, dinozorların çalışmalarıyla doğal park biçimine gelen Yeşil Vadi'ye
baktılar umutla... Belki bir gün, istekleri gerçekleşir, Yeşil Vadi onların beklediği gibi "Taş çölüne" dönüşür diye düşlediler...
Yeşil Vadi yamaçlarında boyunlarını büküp, taşlarda tüneyerek bekleşen akbabalar, yüreklerinde taş çölü özlemiyle dinozorları izleyip durdular...

Ağaç Eken Adam

Kırk sene önce uzun bir yürüyüşe çıktım. Turistlerin bilmediği dağ yollarında, Alp Dağları'nın Provence'a uzandığı bölgede dolaştım. Arazinin güney ve güneydoğusu Durance nehrinin kolları ile - Sisteron ve Mirebeau ile çevrilidir. Kuzeyinde Drome nehrinin kaynağından, Die'ya kadar uzanan kolu, batısında ise Comtat Venaissin yaylası ve Ventoux Dağı'nın tepeleri yer alır. Gezi bölgem Drome'un güneyindeki kuzey Basses Alplerinin tamamını ve Vaucluse'un küçük bir parçasını da içine alıyordu. Yürüyüşe çıktığım bu terkedilmiş bölge, göz alabildiğine uzanan çorak topraklardan ibaretti. Deniz seviyesinden 1200 - 1300 metre yükseklikteki bu topraklarda sadece yabani lavanta yetişiyordu.

Bölgeyi en geniş noktasından geçmeye karar vermiştim. Üç günlük yürüyüşten sonra kendimi, ıssız bir yerde buldum. Terkedilmiş bir kasabanın iskeletinin yanında kamp kurdum. Bir önceki günden beri susuzdum ve hemen su içmem gerekiyordu. Arıkovanı gibi dipdibe dikilmiş olan evler çoktan harabeye dönmüştü, ama yine de bir zamanlar yakında bir yerde bir pınar veya kuyu olması gerektiğini düşündüm. Gerçekten de bir pınar vardı ama çoktan kurumuştu. Rüzgar ve yağmurun yiyip tükettiği, beş altı çatısı uçmuş ev ve yıkık kuleli bir kilise yaşayan kasabalardaki evler ve kiliseler gibi düzenlenmişti. Ama yaşam onları terk etmişti.

Güzel ve güneşli bir Haziran günüydü, ama gökyüzüne açık bu çıplak tepelerde, rüzgar acımasızca esiyordu. Evlerin yıkıntıları üzerinde uluyan rüzgarın sesi, avını yerken rahatsız edilen vahşi bir hayvanın sesini anımsatıyordu.

Yürümeye devam etmeliydim. Ama beş saat yürüdükten sonra hala su bulamamıştım; bulacağıma dair bir işaret de yoktu doğrusu. Her yerde aynı kurak topraklar, aynı kuru otlar vardı. Uzakta dik ve siyah bir şekil görür gibi oldum. Yalnız bir ağacın gövdesi olduğunu düşündüm. Yine de şansımı deneyip, ona doğru yürümeye koyuldum. Bir çobandı. Güneşten kavrulan toprakların üzerine yayılmış otuz kadar koyun etrafını çevirmişti. Bana matarasından su verdi. Kısa bir süre sonra beni bir girintinin içinde gizlenmiş çadırına götürdü. Suyun tadı harikaydı. Suyunu derin bir doğal kuyudan sağlıyordu, kuyunun üzerine ilkel bir çıkrık yapılmıştı.

Çok az konuşuyordu. Yalnız yaşayan insanların çoğu az konuşur. Ama bu kadar önemsiz bir yerde yaşayan biri için şaşırtıcı derecede kendine güvenli ve kontrollü bir adamdı. Bir kulübede değil, taştan yapılmış gerçek bir evde yaşıyordu.

Evi nasıl titizlikle onarıp bir harabeden yarattığı belliydi. Sağlam bir

çatısı vardı ve eve yağmur girmesini engelliyordu. Çatının üzerindeki rüzgarın sesi, kumsala vuran denizin sesini anımsatıyordu. Evin içi derli toplu ve temizdi, bulaşıklar yıkanmış, yer süpürülmüş, tabanca temizlenmiş ve yağlanmıştı. Ateşin üzerinde çorba pişiyordu. Sinekkaydı traşlı olduğunu, bütün düğmelerinin sımsıkı dikili ve giysilerinin yama yerlerini adeta görünmez kılacak bir özenle onarıldığını farkettim.

Çorbasını paylaşmamı teklif etti ve daha sonra tütün torbamı uzattığımda, sigara içmediğini söyledi. Kendisi gibi sessiz olan köpeği ise yaltaklanmadan dostça davranıyordu.

Başından beri geceyi orada geçireceğim belliydi. En yakın kasaba bir buçuk gün mesafedeydi, ayrıca buradaki kasabaların nasıl olduğunu da biliyordum. Dünyanın bu bölgesinde farklı kasabalara rastlamazdınız. Araba yollarının bittiği yerlerde, meşelikler arasında gömülü dört beş kasaba vardı.

Kasabalarda odun kömürü üreticileri yaşardı. Bu kasabalarda yaşam zordur. Yaz kış sert bir iklimde, itiş tıkış yaşayan ailelerde çatışan benlikler içten içe kaynar. Kaçma arzusu o kadar umutsuz ve o kadar güçlüdür ki, hırslar vahşi boyutlara ulaşır.

Erkekler odun kömürü ile yüklü arabalarını köylerden kasabaya götürür, getirir. En sağlam karakter bile sürekli baskı altında parçalanır.

Kadınlar evde oturur ve kinlerini büyütür. Herşey anlaşmazlık ve rekabet konusudur. Odun kömürü satışından kilisede hangi sırada oturulacağına, birbiriyle yarışan kötülüklerden, erdem ve kötülüğün her tür karışımına kadar her şey kavga sebebidir. Bütün bunların üstüne, durup durmaksızın esen rüzgar sinir bozar. Buralarda intihar salgınları ve genellikle cinayetle sonuçlanan delilik nöbetleri yaygındır.

Sigara içmeyen çoban gidip küçük bir torba aldı. Torbadan çıkardığı meşe palamutlarını masanın üzerine boşalttı. Onları teker teker inceleyip, iyi palamutları seçmeye başladı. Pipomu içtim ve yardım etmeyi teklif ettim. Bunun kendi işi olduğunu söyledi. Ne kadar dikkatli çalıştığını görünce ısrar etmedim. Bütün konuşmamız bundan ibaretti. Yeterli miktarda iyi palamut seçtikten sonra, palamutları onlu gruplara ayırmaya başladı.

Palamutları dikkatle inceleyip, küçük veya hafifçe çatlamış palamutları atmaya başladı. Yüz tane mükemmel palamut seçtikten sonra işini bıraktı ve yatmaya gittik.

Onunla olmak bana huzur veriyordu. Ertesi sabah bütün gün evinde kalıp, dinlenip dinlenemeyeceğimi sordum. Bu talebimi çok doğal karşıladı, ya da bana hiç bir şeyin onu rahatsız edemeyeceği hissini verdi. Dinlenmem gerekmiyordu ama ilgimi çekmişti ve onun hakkında daha çok şey bilmek istiyordum. Sürüsünü ağıldan çıkardı ve dikkatle seçip saydığı palamutları koyduğu torbayı aldı, bir kova suya soktu, çıkardı.

Değnek olarak başparmak kalınlığında ve bir buçuk metre uzunluğunda çelik bir çubuk taşıdığını fark ettim. Çobanınkine paralel bir yol izleyip, keyif yapan biri gibi yürümeye başladım. Koyunlarını mağara yakınlarına götürdü, köpeğinin bekçiliğinde otlamaya bıraktı. Daha sonra durduğum yere geldi. Benim bulunduğum tarafa gidiyordu ve yapacak daha iyi bir işim yoksa beni de kendisiyle birlikte gitmeye davet etti.

Gitmek istediği yere ulaştığı zaman, değneğiyle çukurlar açmaya, çukurların içine bir palamut yerleştirip, çukurları kapatmaya başladı. Meşe palamutları ekiyordu. Arazinin kendisinin olup olmadığını sordum. Değil dedi. Sahibinin kim olduğunu biliyor muydu? Hayır, bilmiyordu.

Ortak arazi olduğunu veya ilgisiz insanların toprağı olduğunu düşünüyordu. Sahiplerinin kim olduğu onu hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. Büyük bir özenle yüz meşe palamutunu ekti.

Öğle yemeğinden sonra, yeniden palamut seçmeye başladı. Bütün sorularıma cevap verdiğine göre ısrarla soru sormuş olmalıyım. Buraya tam üç senedir ağaç ekiyordu

Tam yüzbin palamut ekmişti. Bunlardan yirmi bin tanesi fidan vermişti. Yirmi bin fidanın yarısını da kemirgenler ve Tanrı'nın bilinmez planları yüzünden kaybedeceğini tahmin ediyordu. Bu bile, daha önce hiç bir şeyin olmadığı yerde on bin meşe ağacının yetişeceği anlamına geliyordu.

O an, kaç yaşında olduğunu merak ettim. Ellinin üzerinde olduğu belliydi. Elli beş dedi. Adı Elzeard Bouffier'di. Bir zamanlar ovada bir çiftliği varmış, bütün hayatını o çiftlikte geçirmiş.

Ama tek çocuğu olan oğlunu sonra da karısını kaybetmiş. Daha sonra yalnız kalmak için buralara gelmiş, koyunları ve köpeği ile telaştan uzak yaşayabilmek için. Ülkenin bu bölümünün ağaçsızlıktan öldüğünü farketmiş, yapacak başka bir şeyi olmadığı için de işleri yoluna koymaya karar vermiş.

Yalnız bir yaşam sürdüğüm için benim gibilerle ilişki kurmayı ve hassas oldukları konularda dikkatli davranmayı biliyordum. Ama onunla ilgili tek bir hata yaptım. Çok genç olduğum için doğal olarak geleceği kendimle bağlantılı olarak düşünüyordum ve herkesin aynı mutluluğun peşinde olduğunu varsayıyordum. On bin meşe ağacının otuz yıl içinde ne kadar muhteşem gözükeceği yorumunu yaptım. Bana basit bir yanıt verdi; Tanrı ona o kadar ömür verirse, bu otuz yıl içinde bir sürü ağaç dikeceğini ve on bin ağacın okyanus da sadece bir damla olacağını söyledi.

Kayın ağaçlarının üreme yöntemlerini incelemeye başlamıştı ve evinin yakınlarında küçük bir fidanlık kurmuştu. Fidanları koyunlarından korumak için çitle çevirmişti, daha şimdiden fidanlar türlerinin en iyi örnekleri arasındaydı. Yeterli derecede nem olduğunu düşündüğü alçak bölgelerde ise huş ağacı dikmeyi düşünüyordu.

Ertesi sabah ayrıldık.

Bir sonraki yıl, 1914 Savaşı başladı. Beş yıl orduda kaldım. Bir piyade olarak ağaçları düşünecek pek vaktim olmuyordu. Doğruyu söylemek gerekirse, gördüklerimden pek fazla etkilenmemiştim. Meşeleri, pul biriktirmek gibi bir hobi olarak görüyordum. Kısa bir süre sonra unuttum.

Birinci Dünya Savaşı bittiğinde, cebimde terhis edildiğimde verilen biraz para ve içimde temiz hava için derin bir arzu vardı. Biraz temiz hava almaktan başka bir amacım olmadan tekrar o çorak topraklara doğru yürüyüşe koyuldum. Bölge çok fazla değişmemişti. Ama ölü kasabayı geçtikten sonra uzakta tepeleri bir halı gibi kaplayan gri bir sis gördüm.

Son beş senede o kadar çok insanın öldüğünü görmüştüm ki, Elzeard Bouffier'in de öldüğünü kolayca hayal edebiliyordum. Yirmi yaşındakilere, elli yaşındaki insanlar bir ayağı çukurda gibi gözükür. Ama ölmemişti. Tam aksine, çok dinç ve sağlıklı gözüküyordu. Bambaşka bir meslek edinmişti. Sadece dört koyunu kalmıştı, ama yüze yakın kovanı vardı. Ağaçları için bir tehdit oluşturduklarından koyunlarını dağıtmış, arıcılığa başlamıştı. Kendisinin söylediği ve benim de gözlemlediğim gibi savaş hayatında bir değişiklik yaratmamış, eskisi gibi durmaksızın ağaç dikmeye devam etmişti.

1910 yılının meşeleri on yaşına gelmişti, boyları bizimkinden uzundu. Etkileyici bir görüntü oluşturuyorlardı.

Adeta dilim tutulmuştu, onun da sesi çıkmıyordu. Bütün bir günü sessizce ormanda yürüyerek geçirdik. Orman üç bölümden oluşuyordu. En geniş noktası 11 km uzunluğundaydı. Bütün bunların, aletleri olmayan tek bir kişinin ellerinden ve ruhundan çıktığını anımsayınca, insanın tahrip etme dışında diğer alanlarda da Tanrı kadar etkili olabileceğini görüyordunuz.

Omuzuma kadar gelen ve göz alabildiğince uzanan kayın ağaçlarını görünce, planlarını uyguladığını anladım. Meşeler kalın ve yoğun bir orman oluşturuyordu ve kemirgenlerin insafına kalacak yaşı çoktan geçmişlerdi. Tanrı ve yok etme gücüne gelince, çobanın yarattığı ormanı mahvetmek için artık bir kasırga gerekliydi. Benim Verdun'da savaştığım 1915 yılında ekilmiş huş ormanlarını gösterdi. Huş fidanlarını toprak yüzeyinin altında yeterince nem olduğunu düşündüğü alçak bölgelere dikmişti. Gençler gibi taze ve narindiler ve yaşam arzusuyla doluydular.

Bu eser bir tür zincirleme reaksiyon yaratmış gibiydi; ama Elzeard Bouffier bu konuda kafa yormuyordu.

Her zamanki gibi basit ve doğal olan görevini inatla yerine getirmeye devam ediyordu. Ama kasabadan geçerken, bildik bileli kuru olan derelerin tekrar suyla dolduğunu görmüştüm. Aslında bu gördüğüm en etkileyici zincirleme reaksiyondu. Bu derelerin aktığı en son zaman, antik çağlardı.

Hikayemin başında sözünü ettiğim ıssız kasabaların bazıları, eski Gal-Roman kasabalarının yerine kurulmuştu ve eski yerleşim yerlerinin izlerine hala rastlamak mümkündü. Arkeologlar yirminci yüzyılda sarnıçların tek su kaynağı olduğu bu kasabalarda balık oltaları bulmuşlardı.

Rüzgar da tohumları taşıyordu. Suyun geri gelmesiyle birlikte salkım söğütler, su kamışları, çayırlar, bahçeler, çiçekler ve yaşama nedenleri de geri dönmüştü.

Ama değişim o kadar yavaşça gerçekleşmişti ki, insanlar değişime alışmış ve doğal kabul etmeye başlamışlardı. Tavşanların ve yaban domuzlarının peşinden ıssız bölgelere giden avcılar genç fidanları görmüş, ama bunları doğanın sevimli kaprislerinden biri olarak değerlendirmişlerdi. Bu nedenle, kimse çobanın yaptıklarına müdahele etmemişti. Ne yaptığının farkına varsalardı, onu durdurmaya çalışırlardı. Ama hiç kimse şüphelenmemişti. Kasabalarda veya devlet dairelerinde kim bu kadar kararlılık ve muhteşem cömertlik hayal edebilir ki?

1920 yılı ve sonrasında Elzeard Bouffier'i her yıl ziyaret ettim. Onu hiç şüphe içinde veya zayıf görmedim. Tanrı, endişelenmesi için ne kadar neden verdiğini biliyor! Karşılaştığı hayal kırıklıkları ve engellerin hesabını tutmadım. Bu kadar büyük bir başarının sorunlarla karşılaşması kaçınılmazdı, bu tür bir tutku umutsuzluğa karşı verilen mücadeleler olmadan kazanılamazdı. Bir seneyi onbinin üzerinde meşe dikerek geçirdi.

Bütün meşeler öldüler. Ertesi sene meşelerden vazgeçip, kayınlara döndü. Kayınlar meşelerden de büyük bir sükutu hayale yol açtılar.


Bütün başardıklarını tam bir yalnızlık içinde gerçekleştirdiği anımsanırsa, ne kadar müstesna bir kişiliği olduğu çok daha iyi takdir edilebilir.

Yaşamının son yıllarında o kadar insanlardan uzaklaşmıştı ki, konuşma alışkanlığını yitirmişti. Veya konuşma gereğini hissetmiyordu.1933 yılında gördüklerine şaşıran bir orman koruma memuru kendisini ziyaret edip, "doğal" ormanı tehlikeye sokmaması için dışarıda ateş yakmaması gerektiğini söyledi.

Bu basit çoban cevap verip, ilk defa kendi kendine yetişen bir orman gördüğünü söyledi. Bu dönemde yaşadığı yerden oniki kilometre uzaklıkta bir bölgeye kayın ağaçları dikiyordu. Artık yetmişbeş yaşında olduğu için, her gece eve dönmekten kurtulmak için genç ağaçlar arasında kendisine taş bir kulübe inşa etmeye karar vermişti. Ertesi sene de kulübeyi inşa etti. 1935 yılında "doğal ormanı" incelemek için resmi bir heyet geldi.

Ziyaretçiler arasında Ormancılık Komisyonu'ndan üst düzey bir yetkili, bir milletvekili ve bir çok teknik eleman vardı. Bol bol boş konuşmalar yapıldı. Bir şey yapılmasına karar verildi, ama Allah'tan tek bir faydalı önlem dışında hiç bir şey yapılmadı. Ormanlar devlet koruması altına alındı ve odun kömürü imalatı yasaklandı. Bu sağlıklı ve genç ağaçların güzelliğinin etkisinde kalmamak mümkün değildi. Milletvekili bile büyülenmişti.

Onu heyetin teftiş yaptığı yerden yirmi kilometre uzakta deli gibi çalışırken bulduk. Orman koruma memuru boşuna arkadaşım olmamıştı, herşeyin yerini ve anlamını bilirdi ve boşuna konuşmazdı. Ona hediye olarak getirdiğim bir kaç yumurtayı verdim, sonra da tayınımızı üçe böldük. Yemek yerken ve yedikten bir süre sonra sessizce etrafı seyrettik. Geldiğimiz yön altı yedi metrelik ağaçlarla kaplıydı. Arazinin 1913 yılında nasıl göründüğünü anımsadım: boş ve vahşi bir doğa parçası.

Huzur dolu ve düzenli çalışma, tutumlu bir yaşam biçimi, dağların havasını teneffüs etmek, ve hepsinden önemlisi iç huzuru yaşlı adamın olağanüstü sağlıklı olmasını sağlamıştı. Tanrının sporcularından biriydi. Daha kaç dönüm toprağı ağaçlarla kaplayacağını düşündüm. Ayrılmadan önce arkadaşım basit ve kısa bir ifadeyle, bu bölgeye uygun olabilecek bazı ağaç türlerinden söz etti, ancak ısrarcı davranmadı. "Bu konuda benden çok daha fazla bilgili" dedi. Yaklaşık bir saat kadar yürüdükten sonra da, "Aslında dünyanın en bilge adamı. Mutluluk için harika bir reçete bulmuş" dedi.
Arkadaşım sayesinde sadece orman değil, kahramanımızın mutluluğu da koruma altına alınmıştı. Orman bölgesine üç orman koruma memuru atanmış ve öyle bir gözleri korkutulmuştu ki, kereste tüccarlarının kendilerine önerebilecekleri rüşvetlere karşı kayıtsız kalabiliyorlardı.

Ağaç diken adamın eseri 1939 savaşına kadar gerçek bir tehlikeyle karşı karşıya değildi. Bu günlerde otomobiller odunu gaza çeviren makinelerle çalışıyordu ve asla yeterli miktarda odun bulunamıyordu.

Vergons sadece umutla girişilebilecek başka işlerin de işaretlerini taşıyordu. Umut geri dönmüştü.Harabeler derlenip toparlanmış, yıkılmakta olan duvarlar yıkılmış, beş eski ev yeniden inşa edilmişti. Köyde tam yirmisekiz kişi yaşıyordu ve bunların sekizi yeni evli çiftlerdi. Yeni boyanmış evler sebze ve çiçek yetiştirilen küçük bahçelerle çevrilmişti, bahçede lahanalar gül fidanlarına, pırasalar aslanağzına, kereviz unutmabeni çiçeklerine karışıyordu. Köy insanın yaşamak isteyeceği bir yer haline gelmişti.

Yürümeye devam ettim. Savaş yeni sona ermişti, yaşama koşulları hala sınırlıydı, ama Lazarus mezarından çıkmıştı. Dağın alçak yamaçlarında arpa ve çavdar yetiştirilen küçük tarlaları, derin vadilerin içinde otlakların yeşil örtüsünü görebiliyordum. Arada geçen sekiz yıl içinde bütün bölge sağlığına ve refaha kavuşmuştu. 1913 yılında sadece harabeler gördüğüm yerlerde temiz, alçıyla sıvanmış çiftlik binaları vardı. Çiftlikler mutlu ve rahat bir yaşamın işaretlerini gösteriyordu. Ormanın getirdiği yağmur ve kar suyuyla beslenen eski kaynaklar tekrar gürül gürül akmaya başlamıştı, pınarlardan gelen sular özenle sulama kanallarına aktarılmıştı. Meşe koruları ortasında yer alan çiftliklerde, çeşmenin suları taşıp nanenin kilim gibi örttüğü toprağa akıyordu. Kasabalar yavaş yavaş tekrar inşa edilmişti. Toprağın pahalı olduğu ovalardan gelen insanlar buraya gelip yerleşmiş, beraberlerinde gençlik, hareket ve macera ruhunu da geri getirmişlerdi. Patika ve yollarda iyi beslenmiş kadın ve erkeklere, gülmesini bilen delikanlı ve gençkızlara rastlıyordunuz; eski kırsal bölge eğlenceleri ve sporları yeniden keşfedilmişti.

Yaşamları kolaylaştığından beri tanınmaz hale gelen bölgenin eski nüfusunu ve yeni gelenleri de sayarsak, on binden fazla kişi mutluluklarını Elzeard Bouffier'e borçluydu.

Fiziksel ve manevi kaynaklarından başka bir şeyi olmayan tek bir adamın bu çölü cennete çevirdiğini düşününce, her şeye rağmen insan olmanın hayran olunacak bir şey olduğunu hissediyorum. Bu sonuçlara ulaşmak için gereken tutarlılık, ruh büyüklüğü, azim ve cömertliği hesaplayınca, hiç bir yardım almadan Allah'a layık bir işi başarıyla tamamlayan o yaşlı, eğitimsiz köylüye büyük bir saygı duyuyorum.

Elzeard Bouffier 1947 yılında Banon'da bir yaşlılar evinde huzur içinde öldü.

İnsanlar 1910 yılında dikilen meşeleri kesmeye başlamışlardı, ama ağaçlar ana yollardan o kadar uzaktı ki, işletme masraflarını bile çıkarmadığından projeden vazgeçildi. Çobanın olanlardan haberi bile olmadı. Otuz kilometre uzakta işini yapıyor ve 1914 savaşını görmezden geldiği gibi 1939 savaşını da görmezden geliyordu.

Heyette yer alan üst düzey orman mühendislerinden biri arkadaşımdı. Doğal ormanın sırrını ona açıkladım, ertesi hafta onunla birlikte Elzeard Bouffier'i ziyarete gittik.

Elzeard Bouffier'i en son 1945 Haziranında gördüm. Seksenyedi yaşındaydı. Bölgeye doğru o bildiğim yoldan ilerledim, savaş yüzünden herşeyin bakımsız kalmasına karşın Durance vadisi ile dağlar arasında otobüs seferleri başlamıştı. Araziden oldukça hızlı geçtiğim için, yürüyerek geçtiğim yerleri tanıyamadığımı düşündüm. Geçtiğimiz bazı köylerin yeni yerleşim birimleri olduklarını sandım. Köylerin isimlerini duyunca bir zamanlar harabeye dönmüş ve terkedilmiş olan kasabalara geri geldiğimi anlayabildim. Vergons'ta otobüsten indim.

1913 yılında on bir hanelik bu köyde sadece üç kişi yaşıyordu. Bunlar birbirilerinden nefret eden, kaba ve toplumdan uzak üç kişiydi. Tuzak kurarak geçimlerini sağlıyor, maddi ve manevi açıdan adeta tarih öncesi koşullarda yaşıyorlardı.

Etraflarındaki boş evleri ısırgan otları kaplamıştı. Umutsuz bir yaşam sürüyorlardı, ölümden başka hiç bir beklentileri yoktu. Bu durumun erdemli bir yaşama yol açtığı da söylenemez.

Ama herşey değişmişti, hava bile. Daha önce gördüğüm kuru ve sert esintilerin yerini, hafif ve hoş kokulu bir meltem almıştı. Yükseklerde su sesi gibi bir ses duyuluyordu, bu ses ormandaki rüzgarın sesiydi. En şaşırtıcı olan da bir gölete doğru akan suyun sesiydi. Kasaba halkının bir çeşme inşa ettiğini gördüm: çeşmeden gürül gürül su akıyordu, içime en çok dokunan şey de çeşmenin başına yaklaşık dört yaşında bir limon ağacı dikilmiş olmasıydı.

Daha şimdiden sağlam bir ağaçtı bu ve yaşama dönüşün tartışılmaz simgesiydi

Ağustos Böceği İle Karınca

Eğlenceyi çok seven bir ağustos böceği varmış. Bu ağustos böceği sürekli saz çalar, şarkı söylermiş. Tüm gününü bu şekilde geçirirmiş. Derken güzel, sıcak günler bitmiş, kış gelmiş. Artık havalar çok soğuk ve yağışlıymış. Ağustos böceği şarkı söylemez hale gelmiş. Soğuktan çok üşüyormuş ve karnıda çok açıkmış. Ama hiç yiyeceği yokmuş. Çünkü tüm yazı saz çalarak ve şarkı söyleyerek geçirmiş. Kış için hiç hazırlık yapmamış. Ama o bu şekilde eğlenirken küçük komşusu karınca tüm yazı kış hazırlığı yaparak geçirmiş. Ağustos böceği bunu hatırlamış ve aklına karınca komşusundan ödünç istemek gelmiş;

— Karınca komşumdan ödünç yiyecek bir şeyler isteyeyim, hem ne var ağustosta tekrar öderim, demiş.

Ağustos böceği bu düşünce içerisinde karınca komşusunun kapısına gitmiş. Kapıyı çalmış. Karınca açmış kapıyı. Karşısında açlık ve soğuktan perişan olmuş ağustos böceğini görmüş;

— Ne istiyorsun ağustos böceği, demiş.

— Karınca kardeş havalar çok soğudu çok üşüyorum, üstelik karnımda çok aç ama yiyecek hiçbir şeyim yok. Bana ödünç yiyecek bir şeyler verir misin? Söz veriyorum ağustosta borcumu ödeyeceğim sana, demiş ağustos böceği.

Karınca;

— Neden yiyecek hiçbir şeyin yok, bütün yaz ne yaptın sen?

— Ağustos böceği çok utanmış, çok mahcup olmuş;

— Şeyyy, ben bütün yaz saz çaldım, şarkı söyledim. Kış için hiç hazırlık yapmadım.

Karınca çok sinirlenmiş bu cevabı duyunca;

— Madem öyle tüm yaz saz çalıp, şarkı söyledin şimdide oyna o zaman, demiş karınca ve tak diye kapıyı ağustos böceğinin yüzüne kapatmış.

Adil Paylaştırma

Aslan, kurt ve tilki arkadaş olup avlanmaya çıkmışlar. Günün sonunda, bir öküz, bir keçi ve bir de tavşan avlayan kafadarlar avlarını bir mağaraya getirmişler. Aslan kurda dönerek “Hadi bakalım!” demiş. “Şu hayvanları paylaştır da karnımızı doyuralım.” Demiş.
Kurt ezile büzüle: “Ey büyük sultanım.” Demiş. “Şu öküzü siz buyurun, keçi benim, tavşanda tilki kardeşin olsun.” Demiş.

Aslan birden çok kızmış. Ve “Bre küstah!” demiş. Sen kim oluyorsun? Ben varken sana pay etmek düşer mi?” Sonra da bir pençe darbesiyle kurdu yere sermiş. Bu kez tilkiye dönüp “Öyle aval aval bakma da paylaştır şu avları bakalım.” Demiş.

Tilki “Pay etmek haddim değil ama madem emir buyurdunuz söyleyeyim. Tavşan sabah kahvaltınız, öküz öğle yemeğiniz olur. Keçiyi de akşam yersiniz.” Demiş.

Aslan bu paylaştırmadan çok hoşlanmış ve tilkiye, bu kadar adil bir paylaştırmayı nereden öğrendiğini sormuş. Tilki de: “Yüce efendim!” demiş. “Şu haddini bilmez kurdun halinden öğrendim.” Demiş.

Adam Olacak Çocuk

Sultan II. Murad, şehzade Alaaddin Çelebi'nin vefat etmesi üzerine son derece üzüldü. Balkan ülkeleriyle on yıl süreli ikili anlaşmalar yaparak devlet işlerini on iki yaşındaki oğlu Sultan Mehmet'e bırakarak Manisa'ya çekildi.

İşte bu gelişmeler Macar kralı Ladislas için kaçırılmaz bir fırsat demekti. Derhal Osmanlılarla yaptığı antlaşmayı bozan Ladislas, savaş hazırlıklarına başladı. Haçlı ordusu Kasım ayının dokuzuncu günü Varna şehrine girdi. Müttefikler ordusunun saldırı hazırlıkları yaptığını haber alan Osmanlılar ise derhal bir harp meclisi topladılar.

Bu mecliste Sultan Murad'a mektup yazılmasına karar verildi. Bu mektupta Sultan Murad'a derhal tahtına çıkmasının gerekliliği bildirilmişti. Sultan Murad ise mektuba şöyle cevap veriyordu;

- "Oğlumuz Sultan Mehmed'e hilafet makamını ve saltanat tahtını devretmekten maksadımız, bundan böyle istirahat etmekten ibarettir. Padişahlık kendine lazımsa din ve devleti korusun!" Bunun üzerine Sultan Mehmed babasına ikinci bir mektup yazarak şöyle dedi;

- "Cihan sultanlığı kendisine ait ise, tahtının başına gelip düşmana ders vermesi farzdır. Yok padişah biz isek işte emrediyorum. Derhal ordunun başına geçin. Verilen emre uymak üzerinize elzemdir!"

Bu güzel emri alan II. Murad ordunun başına geçmiş ve Haçlı’ları Kosova’da büyük bir yenilgiye uğratarak tarihimize altın bir sayfa eklemiştir. 12 yaşında padişah olan küçük Mehmet ise 21 yaşında İstanbul’u fethederek Fatih ünvanını almıştır.

YAŞAMAK

   Çıplaklığın kutsandığı, şeffaflığın yuhalandığı çağlardan geçiyoruz.
    Elbiselerin altındaki şehvet altın tepsilerde sunuluyor . Lakin kimsenin kimseye bakmadığı zamanların çocuklarıyız. Acılarımızı, sevinçlerimizi, umutlarımızı görmeye de göstermeye de cesaretimiz yok . Herkes elinde defterleriyle alacak ,verecek, çalacak hesabının peşinde.
    Herkes  durumdan muzdarip olduğunu söylüyor ama bir yandan da  etraftaki kalbini birbirine tüm yorgunluğu ve umudu ile açmışları izliyor kuşkuyla . Merakla bekliyor ne zaman pişman olacak,vazgeçecek; ne zaman insana olan inancını yitirecek ne zaman anlayacak dostluğun , arkadaşlığın , aşkın  yüz yıl öncesinde kaldığını diye diye.
    
 İnsan doğduğu gibi gidebilse keşke bu dünyadan yalansız riyasız
    Kimsenin eline bulaşmasa insanoğlunun kabullenilmiş  zalimliği.
    Zor
    Zor çünkü kimsenin kendinden başkasını sevmeye cesareti yok.Kimse kendinden olmayana tahammül edemiyor, herkes duymak istediği sese açmış kulağını yalnızca, herkes görmek istediğini görüyor. Bin yıllarca kalabalığı ile var olmuş bu topraklarda herkes kendi ıssızlığının esaretinde.
     
Durdurulamayan bir sahip olma tutkusuyla yorarak ,yorularak, yok ederken yok olarak atlıyoruz yılların üstünden.  Üzerinde sahiplik kurmadığımız ilişkiler geliştiremiyoruz. Kalbin sesine kulak vermeyi yediremiyoruz o mükemmel insan egomuza.Kimsenin yavaş yavaş özenle bir ilişki kurmaya gönlü yok. Aşkı da dostluğu da iki durak arası yol üstü barlarında bulup , kaybediyoruz. Bir de bunun normalliğine inandırıyoruz zavallı zihnimizi.
     Oysa yaşamak tüketmek demek değil .
      Çaba gerektiriyor,sakin sakin el birliğiyle kurulan hayatlarda kendi dışındaki şeylere de yaşama hakkı vermeyi gerektiriyor.
      Yaşamak sevmeyi gerektiriyor.Senden olmayanı,sana benzemeyeni , farklıyı da sevebilmeyi gerektiriyor.   
       
Bazen  insanın aklının almadığı , kalbinin dayanmadığı bunca kötülüğe, cinayete, acımasızlığa,haksızlığa rağmen hala nasıl devam edebiliyoruz diye düşünüyorum. Nasıl oluyor da etrafımıza parçalanan patlayan kardeşlerimizin,çocuklarımızın,sevgililerimizin , umutlarımızın , aydınlığımızın bedenleri savrulurken , üstümüze ölüm yağarken, ümitlerimiz sırtından vurulurken  yaşayabiliyoruz .
Bırakıp kaçmalı mı ? Sahiden vazgeçmeli mi inanmaktan,sevmekten,direnmekten ?
       
 Sonra bir telefon geliyor küçük pembe beyaz yeni bir can yolda diye haber ediyorlar içimde kelebekler uçuşuveriyor, ya da birbirini sevip sonsuzluk doğurmaya öpüşen iki güzel kalbin şenliğinde anlamadığım ama çok iyi bildiğim bir dilde halaya duruyoruz el ele,aşkı kutlamaya.Ya da bir sabah ananemin yaşlı bedeni ve tertemiz ruhuyla çiçeğinin tomurcuğunu sevişine uyanıyorum öyle zamanlarda anlıyorum nasıl dayanabildiğimizi.
         
Öyle zamanlarda diyorum uzat elini tutacak bak karşında duruyor kocaman bir umut.Bak girmiş işte dostunun koluna geliyor sana doğru . Sıkı tut , vazgeçme , diren … Sevmek emekti hani uğruna bu kadar emek verdiğin sevmelerden sakın vazgeçme.
     
VAZ-GEÇ-ME

      

Sinderella 2 Rüyalar Gerçek Oluyor

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...