hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

ORMANDA UYUYAN GÜZEL

ORMANDA UYUYAN GÜZEL



Evvel zaman içinde bir kralla bir kraliçe varmış. Tanrının günü:

- Ah bir çocuğumuz olsaydı!

der dururlarmış. Gel gelelim, bir türlü çocukları olmazmış.

Gel zaman, git zaman, günün birinde kraliçe hamamdayken sudan bir kurbağa çıkmış:

- Yakarmaların kabul olunacak, demiş, bir yıl geçmeden bir kız dünyaya getireceksin! Kurbağanın dediği çıkmış: kraliçe bir kız doğurmuş. Bu kız o kadar güzelmiş ki, kral sevincinden ne yapacağını şaşırmış. Büyük bir tören hazırlamış. Bu törene yalnızca akrabalarını, dostlarını, tanıdıklarını çağırmakla kalmamış; bilgin kadınları da çağırmış. Çocuğa bunların hayır dua edeceklerini düşünmüş. Ülkesinde bu kadınlardan on üç tane varmış, ama onların yemek yiyecekleri altın tabaklardan on iki tane olduğu için bu kadınlardan birinin evde kalması gerekmiş. Tören pek parlak olmuş. Sona erdiği zaman bilgin kadınlar çocuğa tılsımlı armağanlarını vermişler: biri namus, öbürü güzellik, üçüncüsü zenginlik, kısaca her biri dünyada istenen iyi bir şey bağışlamış. On birinci duasını bitirir bitirmez, birdenbire içeriye on üçüncü kadın girmiş. Törene çağırılmadığı için öç almaya gelmişmiş. Kadın kimseye selam vermeden, kimsenin yüzüne bile bakmadan yüksek sesle:

- Prenses on beş yaşına girince eline bir iğ batsın, ölü olarak yere düşsün! demiş. Yine başka bir söz söylemeden geri dönmüş, salondan çıkmış. Herkes donakalmış. Duasını henüz yapmamış olan on ikinci kadın bu sırada ortaya çıkmış. Kadın deminki kötü duayı büsbütün bozamazmış ama hafifletebilirmiş. Bunun üzerine:

- Prenses ölmesin; yüz yıllık derin bir uykuya dalsın! demiş.

Sevgili çocuğunu bu felaketten korumayı candan isteyen kral her yana fermanlar yollamış; krallık toprakları üzerinde ne kadar iğ varsa hepsinin yakılmasını buyurmuş. Bilgin kadınların iyilik duaları birer birer kabul olunmuş. Kız o kadar güzel, o kadar ahlaklı,

güler yüzlü, akıllı olmuş ki, onu kim görse sevmemek elinden gelmezmiş.



Gel zaman, git zaman... Kızın on beş yaşına girdiği gün kralla kraliçe evde yoklarmış. Kızı sarayda yapayalnız bırakmışlarmış. Kız da köşe bucağı dolaşmaya başlamış. Canının istediği odaya girip çıkıyormuş. Sonunda eski bir kuleye gelmiş. Dar döner merdivenden yukarı çıkmış, küçük bir kapının önüne varmış. Kilidin üzerinde paslı bir anahtar sokulu duruyormuş. Kız bunu çevirince kapı açılıvermiş. İçeride, küçük bir odada yaşlı bir kadın oturuyor, elindeki iğle durmadan bez dokuyormuş. Prenses:

- Günaydın nineciğim, ne yapıyorsun orada? demiş. Kocakarı:

- Bez dokuyorum, diye başıyla işaret etmiş. Kız:

- Böyle oradan oraya koşup duran şey ne bakayım?

diye iği almış... O da bez dokumak istemiş ama daha iğe dokunur dokunmaz kadının kötü duası tutmuş, iği parmağına batırmış.

Kız bu batışın acısını duyduğu anda orada duran yatağın içine düşüvermiş, derin bir uykuya dalmış. Bu uyku bütün sarayı kaplamış. Tam bu sırada saraya dönerek salona girmiş bulunan kralla kraliçe uyuklamaya başlamışlar. Onlarla birlikte bütün saray halkı da uyumuş. Ahırdaki atlar, avludaki köpekler, damdaki güvercinler, duvardaki sinekler, hatta ocakta alev alev yanan ateş de uyuya kalmışlar. Kızartmanın cızırtısı kesilmiş. Dikkatsizlik eden yamağının saçlarından tutan aşçı çocuğu bırakmış, uykuya dalmış.

Rüzgâr dinmiş... Sarayın önündeki ağaçların tek yaprağı bile kımıldamaz olmuş. Sarayın çevresinde dikenlerden çepeçevre bir çit yetişmeye başlamış. Bunlar her yıl büyüye büyüye sonunda bütün sarayı kaplamışlar, tepesinden aşmışlar. Artık bir şey görünmez olmuş. Hatta damdaki bayrak bile.

Zaman geçtikçe uyuyan güzelin masalı ülkede dilden dile dolaşmaya başlamış. Ara sıra prensler gelip çitler arasından saraya girmek istemişler. Fakat hiçbiri bunu başaramamış. Çünkü bu dikenler, sanki elleri varmış gibi, onları sımsıkı yakalamışlar. Delikanlılar burada takılı kalmışlar, kendilerini kurtaramamışlar, bağıra bağıra ölmüşler.

Aradan uzun yıllar geçmiş. Günün birinde ülkeye bir prens daha gelmiş. Yaşlı bir adamın bu dikenli çit hakkında anlattıklarını dinlemiş: Bunun arkasında bir saray varmış. İçinde gayet güzel bir kız yüz yıldan beri uyuyormuş. Onunla birlikte kralla kraliçe, bütün saray halkı uyuyorlarmış. Büyük babasından işittiğine göre de, buraya birçok prens gelmiş. Dikenli çitten geçmek istemiş, fakat orada takılı kalmış, bar bar bağırarak ölmüşlermiş. Bunları dinleyen delikanlı:

- Ben korkmam, demiş, gidip uyuyan güzeli göreceğim!

İyi yürekli yaşlı adam oğlanı kararından vazgeçirmeye çalışmış ama oğlan sözlerine kulak asmamış.

O sırada yüz yıl tamam olmuş, uyuyan güzelin uyanma vakti gelmiş. Prens dikenli çite yaklaşınca bunlar iri, güzel çiçekler, oluvermişler. Kendiliklerinden iki yana açılmışlar. Oğlan rahatça içeri girmiş. Arkasından yine kapanmışlar, eskisi gibi diken olmuşlar. Sarayın avlusunda oğlan atların, renk renk av köpeklerinin serili yattıklarını, uyukladıklarını görmüş. Damda güvercinler tünemiş, küçük başlarını kanatlarının altına sokmuşlarmış. Oğlan saraya girince duvarda sineklerin uyukladığını, mutfakta ahçının hâlâ yamağı tutmak ister gibi eli uzanmış durduğunu, alazlanacak kara tavuğun önünde hizmetçi kızın oturduğunu görmüş. İlerlemiş, salonda bütün saray halkını uyur bulmuş. Yukarda tahtın yanında kralla kraliçe yatıyorlarmış. Oğlan biraz daha ilerlemiş. Ortalıkta çıt çıkmıyormuş. İnsan kendi soluğunu duyabilecek gibiymiş. Sonunda kuleye varmış. Kızın uyuduğu küçük odanın kapısını açmış. Kız burada yatıyormuş. O kadar güzelmiş ki, oğlan gözünü kızdan ayıramamış, eğilmiş kızı öpmüş. Dudağı kızın yüzüne dokunur dokunmaz uyuyan güzel gözlerini açmış, uyanmış, oğlana gülümseyerek bakmış. Bunun üzerine ikisi birlikte aşağı inmişler. Kralla kraliçe, bütün saray halkı birden bire uyanmış. Birbirleriyle şaşkın şaşkın bakışmaya başlamışlar. Avludaki atlar ayağa kalkarak silkinmişler. Av köpekleri yerlerinden fırlayıp kuyruklarını sallamışlar. Damdaki güvercinler başlarını kanatlarının altından çıkarmışlar, çevrelerine bakınmışlar, sonra kırlara uçmuşlar. Duvarlardaki sinekler uçuşmaya başlamışlar. Ocaktaki ateş yeniden parlamış, yemeği pişirmiş. Kızartma yine cızırdamaya başlamış. Aşçı, yamağına öyle bir tokat aşk etmiş ki, oğlan bar bar bağırmış. Hizmetçi kız tavuğun tüylerini alazlayıp bitirmiş.

Prens ile uyuyan güzelin düğünleri pek parlak olmuş. ikisi de ömürlerinin sonuna kadar dirlik düzenlik içinde yaşamışlar.

PAMUK PRENSESLE YEDİ CÜCELER

PAMUK PRENSESLE YEDİ CÜCELER



Vaktiyle bir kış ortası... Kar taneleri gökten yere tüyler gibi dökülürken, kraliçenin biri, siyah abanoz çerçeveli bir pencerenin önüne oturmuş, dikiş dikiyormuş. Bu aralık pencereden dışarı bakarken parmağına iğne batmış. Üç damla kan karlar üzerine damlamış. Beyaz kar üstünde bu al renk pek hoş göründüğü için kraliçe aklından şunları geçirmiş: "Ah böyle kar gibi ak, kan gibi al, çerçevedeki tahta gibi kara bir çocuğum olsaydı!" demiş.

Aradan çok geçmemiş; kraliçe bir kız doğurmuş. Bu kız kar gibi ak, kan gibi al renkli, abanoz gibi kara saçlıymış. Bunun için adını "Pamuk Prenses" koymuşlar. Çocuk doğar doğmaz kraliçe ölmüş.

Bir yıl geçince kral başka biriyle evlenmiş. Bu kadın güzelmiş ama pek kendini beğenmiş bir şeymiş. Kimsenin kendinden daha güzel olmasına dayanamazmış. Kadının sihirli bir aynası varmış. Karşısına geçip de içine bakarak:

- Küçük ayna, söyle bakayım, ülkenin en güzel kadını kim?

diye sorunca ayna yanıt verirmiş:

- Bu ülkenin en güzel kadını sizsiniz kraliçe hazretleri!

Bunun üzerine kadının içi rahat edermiş. Çünkü aynanın doğruyu söylediğini bilirmiş. Gel zaman, git zaman... Pamuk Prenses büyüyüp gelişiyor; gitgide daha güzel bir kız oluyormuş. Yedi yaşına girdiği sırada kraliçeden bile güzel, ayın on dördü gibi bir kız olmuş.

Kadın günün birinde yine aynasına sormuş:

- Küçük ayna, söyle bakayım, ülkenin en güzel kadını kim? Ayna dile gelmiş:

- Buranın en güzel kadını sizsiniz kraliçe hazretleri, ama Pamuk Prenses sizden bin kat daha güzel!

Kadın bunu duyunca irkilmiş; kıskançlığından yüzü sapsarı, yemyeşil olmuş. O saatten sonra nerede Pamuk Prenses'i görse içi burkulurmuş. Kızdan o kadar tiksinmeye başlamış. Kıskançlıkla, kendini beğenmişlik, bir yabanıl ot gibi yüreğinde büyümüş, büyümüş... Artık ne gece, ne gündüz kadında iç rahatlığı kalmamış.

Bunun üzerine bir avcı çağırtmış:

- Çocuğu al, ormana götür, demiş. Artık gözüm görmesin. Onu öldüreceksin... Ciğerlerini de bana getireceksin.

Avcı:

- Peki!

demiş, kızı alıp götürmüş. Pamuk Prensesin suçsuz yüreğini oyup çıkarmak için bıçağını eline alınca kızcağız ağlamaya başlamış:

- Kuzum avcı, canım avcı... Ne olursun kıyma bana... Canımı bağışla... Şu ıssız ormanda dolaşırım, bir daha eve dönmem!

diye yalvarmış. Avcı kızın güzelliğine dayanamamış... Ona acımış:

- Haydi öyleyse git zavallı çocuk!

demiş. "Az sonra yabanıl hayvanlar nasıl olsa seni yerler" diye düşünmüş ama sanki bağrındaki taş da düşmüş. Kızı öldürmeye gerek kalmadığı için rahat bir soluk almış. Tam bu sırada oradan geçen bir hayvan yavrusunu tutup kesmiş; ciğerlerini çıkarmış. Kraliçeye bunları götürmüş. Kraliçe aşçısına onları tuzlatıp pişirtmiş, yemiş. Pamuk

Prensesin ciğerlerini yedim sanmış.

Çocukcağız koskoca ormanın içinde yapayalnız kalmış. İçine bir korku girmiş. Sanki ağaçların bütün yaprakları kendisini seyrediyorlar sanıyormuş. Ne yapacağını da bilmiyormuş. Koşmaya başlamış. Sivri taşlar üzerinden, dikenler arasından geçip giderken, birçok yabanıl hayvan önünden geçiyormuş ama ona bir şey yapmıyorlarmış. Çocuk ayaklarının olanca gücüyle akşama kadar koşmuş. Sonunda mini mini bir ev görmüş; dinlenmek için içeri girmiş.

Bu evde her şey o kadar küçük, o kadar cici bici, o kadar temizmiş ki dille anlatılamazmış. Ortada apak örtülü, yedi tabaklı bir sofra duruyormuş. Her tabağın yanında minicik kaşıklar, yedi küçük bıçakla çatal, yedi tane de ufacık bardak.

Duvarın önünde yanyana dizili yedi karyolacık varmış. Örtüleri kar gibi akmış. Pamuk Prenses hem çok aç, hem de susuz olduğu için her tabaktan bir parça sebzeyle ekmek yemiş; her bardaktan birer yudum şarap içmiş. Bir kişinin bütün yiyeceğini yiyip bitirmek istemiyormuş. Kızcağız pek yorgun olduğundan karyolacıklardan birine uzanmak istemiş. Gel gelelim, hiçbiri boyuna uymuyormuş. Biri pek uzun, biri pek kısa geliyormuş.

Sonunda yedinciyi uygun bulmuş. İçine girip yatmış, duasını etmiş, uykuya dalmış. Ortalık iyiden iyiye kararınca ev sahipleri gelmişler. Bunlar yedi cücelermiş. Dağlardan maden çıkarırlarmış. Hepsi lambalarını yakmışlar. Küçük evin içi aydınlanınca, içeriye birinin girdiğini anlamışlar. Çünkü her şey bıraktıkları düzende durmuyormuş. Birinci:

- Sandalyeme kim oturmuş? İkinci:

- Tabağımdan kim yemiş? Üçüncü:

- Ekmeğimden kim koparmış? Dördüncü:

- Sebzemden kim yemiş? Beşinci:

- Çatalımı kim kullanmış? Altıncı:

- Bıçağımla kim kesmiş? Yedinci:

- Bardağımdan kim içmiş?

Sonra birinci cüce çevresine bakınmış. Yatağında hafif bir çukurluk görmüş:

- Yatağıma kim girmiş?

diye seslenmiş. Öbürleri koşarak gelmişler. Altısı birden:

- Benim yatağımda da biri yatmış!

diye bağrışmışlar. Yedinci cüce ise yatağına bakınca, içinde yatıp uyuyan Pamuk Prensesi görmüş. Öbürlerini çağırmış. Hepsi gelmişler; şaşırarak bağırmışlar:

- Aman Tanrım, ne güzel çocuk bu!..

O kadar hoşlarına gitmiş ki, çocuğu uyandırmaya kıyamamışlar. Yedinci cüce her arkadaşının koynunda bir saat uyuyarak sabahı etmiş.

Ertesi sabah Pamuk Prenses uyanmış. Yedi cüceleri görünce birdenbire korkmuş, ama cüceler ona güler yüz göstermişler:

- Adın ne senin? diye sormuşlar; Kız:

- Benim adım Pamuk Prenses! demiş.

- Nasıl oldu da bizim eve geldin?

Kız üvey annenin kendisini öldürtmek istediğini, avcının ona canını bağışladığını, küçücük evlerini buluncaya kadar bütün gün koştuğunu bir bir anlatmış. Cüceler:

- Bizim evin işlerini görürsen, yemek pişirirsen, yatakları yaparsan, çamaşır yıkarsan, dikiş dikersen, yama yaparsan, sonra her şeyi derli toplu, tertemiz tutarsan bizim yanımızda kalabilirsin. Sana bir şeyden sıkıntı çektirmeyiz!

demişler. Pamuk Prenses:

- Peki, hepsini seve seve yapacağım!

demiş, orada kalmış. Evin işlerini düzene koymuş. Sabah oldu mu cüceler dağlara gider, madende altın ararlarmış. Akşam olunca eve dönerlermiş. O zaman yemekleri hazır olmalıymış. Kız bütün gün evde tek başına otururmuş. Bunun için iyi yürekli cüceler ona şöyle öğüt verirlermiş:

- Üvey annenden kendini koru... Senin burada olduğunu, nasıl olsa, yakında öğrenir. Kimseyi içeri alma sakın! derlermiş.

Kraliçe, Pamuk Prensesin ciğerlerini yedim sandıktan sonra, en güzel kadının yine kendisi olduğunu düşünür; başka bir şey aklına getirmezmiş. Bir gün aynasının karşısına geçip:

- Küçük ayna, söyle bakayım, ülkenin en güzel kadını kim?

diye sormuş. Ayna dile gelmiş:

- Buranın en güzel kadını sizsiniz kraliçe hazretleri, ama dağlar başında, yedi cücelerin yanındaki Pamuk Prenses sizden bin kat daha güzel! demiş.

Kadın bunu duyunca irkilmiş. Çünkü aynanın asılsız bir şey söylemediğini biliyormuş. O zaman avcının kendisini aldattığını, Pamuk Prenses'in sağ olduğunu anlamış. Kızı öldürmek için yeni bir çare düşünmeye başlamış. Çünkü bu kız ülkenin en güzeli kaldıkça kıskançlıktan rahat edemeyeceğini biliyormuş. Sonunda aklına bir çare gelmiş: Yüzünü boyamış, yaşlı bir satıcı kadın kılığına girmiş; tanınmaz bir hale gelmiş. Bu kılıkta yedi dağlara, yedi cücelerin bulunduğu yere gitmiş; kapıyı çalmış:

- Güzel şeyler satarım! diye bağırmış. Pamuk Prenses pencereden bakmış:

- Güneydın kadınım, demiş, neler satıyorsun bakayım? Kadın:

- İyi şeyler, güzel şeyler! Her renkten kuşaklarım var!

demiş. Alaca renkli ipeklerden örülmüş bir kuşak çıkarmış. Pamuk Prenses: Bu saf kadıncağızı içeri alabilirim!

diye düşünmüş, kapının sürgüsünü çekmiş: o güzel kuşağı satın almış. Kocakarı:

- Aman ne güzel şeymişsin sen yavrum! demiş; - Dur da şu kuşağı beline güzelce ben sarıvereyim.

Pamuk Prenses'in aklına bir kötülük gelmemiş. Kadının önüne durmuş, yeni kuşağı beline sardırmış. Kocakarı o kadar çabuk, o kadar sıkı dolamış ki, Pamuk Prenses soluk alamaz olmuş... Ölü gibi yere yuvarlanmış. Kadın:

- Haydi bakalım... Bir zamanlar ülkenin en güzeli olmuştun!

demiş, kaçıp gitmiş.

Aradan çok geçmeden, akşam vakti, yedi cüceler eve dönmüşler, ama sevgili Pamuk Prenseslerini yerde serili görünce akılları başlarından gitmiş. Kız sanki ölmüş gibi kıpırdamıyormuş bile. Kızı ayağa kaldırmışlar... Kuşağın sımsıkı bağlanmış olduğunu görünce bunu ortasından kesip açmışlar. Kız yavaş yavaş soluk almaya başlamış... Gitgide vücuduna can gelmiş.

Cüceler o gün olup bitenleri öğrenince:

- O yaşlı satıcı kadın, alçak kraliçeden başka biri değildi, demişler. Biz evde yokken sakın bir daha hiç kimseyi içeri alma!



Kötü yürekli kadın eve döner dönmez aynanın önüne gitmiş:

- Küçük ayna, söyle bakayım, ülkenin en güzel kadını kim?

diye sormuş. Ayna her zamanki gibi:

- Buranın en güzel kadını sizsiniz kraliçe hazretleri, ama dağlar başında, yedi cücelerin yanındaki Pamuk Prenses sizden bin kat daha güzel! demiş.

Kadın bu sözleri duyunca o kadar kötü olmuş ki, bütün kanı beynine sıçramış. Çünkü

Pamuk Prenses'in yine dirildiğini anlamış; kendi kendine:

- Alacağın olsun, demiş, öyle bir şey bulayım ki, seni yok etsin de bak gör!

Bildiği büyücülük yardımıyla zehirli bir tarak yapmış. Sonra başka bir kocakarı kılığına girmiş. Böylece yedi dağlara, yedi cücelerin bulunduğu yere gitmiş. Kapıyı çalmış:

- İyi şeyler satarım!

diye bağırmış Pamuk Prenses dışarı bakmış:

- Haydi yolunuza gidin, demiş, kimseyi içeri alamam. Kocakarı:

- Bakman da yasak değil ya?

diye zehirli tarağı çıkarıp kıza uzatmış. Tarak çocuğun o kadar hoşuna gitmiş ki, her şeyi unutarak kapıyı açmış. Pazarlıkta uzlaşınca kocakarı:

- Gel şu saçlarını güzelce tarayayım!

demiş. Zavallı Pamuk Prenses'in aklına bir kötülük gelmemiş, kocakarıya güvenmiş. Kadın daha tarağı saçlarına değdirir değdirmez zehir etkisini göstermiş; kız kendinden geçerek yere yuvarlanmış.

Kötü yürekli karı:

- Ey güzellik örneği, bu kez işin tamam!

demiş, sıvışıp gitmiş.

Bereket versin, yedi cücelerin eve dönme zamanı yaklaşmışmış. Pamuk Prenses'i ölü gibi yerde yatar görünce, ilk akıllarına gelen şey üvey anne olmuş. Araya taraya zehirli tarağı bulmuşlar. Saçlarının arasından çıkarır çıkarmaz Pamuk Prenses kendine gelivermiş. O gün olup bitenleri bir bir anlatmış. Cüceler, kendini sakınması, kimseye kapıyı açmaması için onu bir daha uyarmışlar.

Kraliçe evde aynanın karşısına geçmiş:

- Küçük ayna, söyle bakayım, ülkenin en güzel kadını kim?

diye sormuş. Ayna yine önceki gibi:

- Buranın en güzel kadını sizsiniz kraliçe hazretleri, ama dağlar başında, yedi cücelerin yanındaki Pamuk Prenses sizden bin kat daha güzel! demiş.

Kadın aynanın böyle söylediğini duyunca hırsından zangır zangır titremiş, ter ter tepinmiş:

- Yaşamım pahasına da olsa Pamuk Prenses kesinlikle ölmelidir! diye bağırmış.

Bunun üzerine kimsenin uğramayacağı gizli, uzak bir yerde bir odaya kapanmış. Orada zehirli, pek zehirli bir elma yapmış. Bu elma görünüşte çok güzelmiş. Kabuğunun bir yanı kırmızı, bir yanı akmış. Bu elmayı kim görse hemen alıp yemek istermiş. Fakat ondan bir lokma ısıran kesin ölürmüş. Elma tamam olunca kadın yüzünü boyamış; bir köylü kadını kılığına girmiş. Yedi dağlara, yedi cücelerin bulunduğu yere gitmiş. Kapıyı çalmış. Pamuk Prenses başını pencereden çıkarmış:

- Kimseyi içeri alamam... Yedi cüceler böyle tembih etti!

demiş. Köylü karısı:

- Peki, öyle olsun ama şu elmaları elden çıkarmak istiyorum. Al işte bir tanesini de sana vereyim demiş. Pamuk Prenses:

- Hayır, hiçbir şey kabul edemem!

demiş. Kocakarı:

- Zehirden mi korkuyorsun yoksa? diye sormuş. Bak işte ortasından kesiyorum. Kırmızı yanını sen ye... Ben de beyaz yanını yiyeyim.

Elma öyle ustalıklı yapılmış ki, yalnızca kırmızı yanı zehirliymiş. Pamuk Prenses elmaya imrenmiş. Köylü kadının da bir parçasını yediğini görünce daha fazla dayanamamış; elini dışarı uzatıp zehirli parçayı almış. Gel gelelim, daha ilk ısırdığı parça ağzındayken ölü gibi yere yıkılıvermiş. Kraliçe bu durumu yırtıcı bakışlarıyla seyretmiş. Sonra bir kahkaha atmış:

- Kar gibi ak, kan gibi al, abanoz ağacı gibi kara ha?.. Bu sefer cüceler seni yeniden diriltemeyecekler! demiş.

Kadın eve döner dönmez aynaya sormuş:

- Küçük ayna, söyle bakayım, bu ülkenin en güzel kadını kim? Ayna dile gelmiş:

- Bu ülkenin en güzel kadını sizsiniz kraliçe hazretleri!

demiş. Bunun üzerine kadının kıskanç yüreğine su serpilmiş ama kıskançlar ne kadar rahat edebilirlerse o kadar...

Akşam olup cüceler eve döndükleri zaman Pamuk Prenses'i yerde serili görmüşler. Kızcağızın soluğu çıkmıyormuş, ölmüşmüş. Onu yerden kaldırmışlar. Zehirli bir şey bulur muyuz? diye çevreyi araştırmışlar kızın kuşağını çözmüşler, saçlarını taramışlar, onu

suyla, şarapla yıkamışlar. Gel gelelim, hiçbirinin yararı olmamış, yavrucak dirilmemiş. Cüceler kızı bir tabuta koymuşlar. Yedisi de çevresine oturmuşlar. Üç gün üç gece göz yaşı dökmüşler, ağlamışlar. Kızı gömmek istiyorlarmış ama kız hâlâ canlı bir insana benziyormuş. Yanaklarının al al rengi solmamışmış:

- Bunu kara topraklara bırakamayız!

demişler. Camdan bir tabut yaptırmışlar. Nereden bakılsa içerisi görünüyormuş. Kızı içine yatırmışlar; üzerine altın harflerle hem adını, hem de bir prenses olduğunu yazmışlar. Sonra tabutu dışarı çıkarıp dağın üzerine koymuşlar. Sürekli içlerinden biri tabutun yanında kalarak nöbet beklemeye başlamış. Hayvanlar da gelir, Pamuk Prenses için göz yaşı dökerlermiş. Önce bir baykuş gelmiş, sonra bir karga, en sonra da mini mini bir güvercin...

Pamuk Prenses uzun, çok uzun zaman böyle tabutun içinde yatmış ama çürüyüp dağılmamış... Görenler uyuyor sanırlarmış. Çünkü hâlâ kar gibi ak, kan gibi al renkli, abanoz gibi kara saçlı duruyormuş.

Gel zaman, git zaman... Günün birinde bir prensin yolu bu ormana düşmüş. Geceyi geçirmek için cücelerin evine gelmiş. Dağın üzerindeki tabutu, içinde yatan güzel Pamuk Prenses'i görmüş. Altın harflerle üzerine yazılı yazıyı okumuş. Cücelere:

- Ne isterseniz vereyim... Bu tabutu bana bırakın!

demiş; fakat cüceler:

- Dünyanın bütün altınlarını verseler yine onu vermeyiz!

demişler. Oğlan:

- Öyleyse bunu bana bağışlayın... Pamuk Prenses'i görmeden yaşayamayacağım. Onun değerini bileceğim... Ona dünyada en çok sevdiğim şey gözüyle bakacağım! diye yalvarmış.

Oğlan böyle deyince iyi yürekli cüceler ona acımışlar; tabutu kendisine vermişler. Prens tabutu uşaklarının omuzuna verip yola çıkmış. Olacak ya, uşakların ayağı bir çalıya takılmış, sendelemişler. Pamuk Prenses'in ısırdığı zehirli elma parçası bu sarsıntıyla boğazından fırlamış. Aradan çok geçmeden de kız dirilmiş, gözlerini açmış, tabutun kapağını kaldırmış, yerinde doğrulmuş:

- Allah allah, ben neredeyim?

diye seslenmiş. Prens sevinçle:

- Yanımdasın!

demiş. Olup bitenleri kıza anlattıktan sonra:

- Seni dünyada her şeyden fazla seviyorum... Gel, babamın sarayına gidelim... Benim yaşam arkadaşım ol!

demiş.

Pamuk Prenses razı olmuş, onunla birlikte gitmiş. Düğünleri pek parlak, pek eğlenceli olmuş.

Bu düğüne Pamuk Prenses'in kötü yürekli üvey annesi de çağrılmışmış. Kadın güzel giysilerini giydikten sonra aynanın karşısına geçmiş:

- Küçük ayna, söyle bakayım, bu ülkenin en güzel kadını kim? diye sormuş. Ayna dile gelmiş:

Buranın en güzel kadını sizsiniz kraliçe hazretleri ama genç kraliçe sizden bin kat daha güzel! demiş.

Bunu duyar duymaz alçak karı ağır bir küfür savurmuş. İçine öyle bir korku girmiş ki, ne yapacağını bilememiş. Önce düğüne gitmek istememiş ama içi rahat etmemiş... Gidip genç kraliçeyi görmek isteğine dayanamamış.

İçeri girince Pamuk Prenses'i tanımış. Korkudan, şaşkınlıktan olduğu yerde donakalmış. Önceden demir terlikler hazırlayıp ateşe koymuşlarmış. Bunları maşalarla tutarak içeri getirmişler, kadının önüne koymuşlar. Kadın bu kıpkırmızı olmuş demir terlikleri giymek zorunda kalmış. Cansız olarak yere düşünceye kadar kendini oradan oraya çarpmış durmuş.

AL BAŞLIKLI KIZ

AL BAŞLIKLI KIZ



Vaktiyle küçük, sevimli bir kızcağız varmış. Onu kim görse beğenirmiş. Hele büyükannesi herkesten çok severmiş. Torununu sevindirmek için neler vereceğini bilemezmiş. Günün birinde ona al kadifeden bir başlık vermiş. Bu başlık kıza çok yakışmış. Onun için

başından hiç çıkarmaz, başka renkte başlık da giymek istemezmiş. Bu yüzden küçük kıza

"Al Başlıklı Kız" adını takmışlar. Günün birinde annesi demiş ki:

- Gel kızım, bak şurada bir parça çörekle bir şişe şarap duruyor. Bunları al, büyükannene götür! Kadıncağız hasta, zayıf.... Biraz yer, içerse belki iyileşir, kendini toplar. Fazla sıcak basmadan haydi yola çık.. Uslu uslu yürü! Yollarda koşma! Sonra düşersin, şişeyi kırarsın... O zaman büyükannen şarapsız kalır. Oraya vardığın zaman "günaydın" demeyi de unutma! Hem de içeri girer girmez köşe bucağa bakmaya başlama!

Al Başlıklı Kız:

- Peki anneciğim, sözünü tutacağım, demiş, annesinin elini öpmüş, evden çıkmış. Büyükannesi, köyden yarım saat uzakta bir ormanda oturuyormuş. Al Başlıklı Kız ormana girince karşısına kurt çıkmış. Kız bunun ne kadar kötü bir hayvan olduğunu bilmiyormuş. Bunun için ondan korkmamış. Kurt:

- Günaydın Al Başlıklı Kız, demiş.

- Sağol kurt!

- Böyle sabah sabah nereye gidiyorsun?

- Büyükanneme!

- Önlüğünün altındakiler ne?

- Çörekle şarap... Dün pişirmiştik. Büyükannem hasta da onun için bunları götürüyorum. Biraz yiyip içer de belki iyileşir, kendini toplar, diye...

- Al Başlıklı Kız! Büyükannen nerede oturuyor?

- Bir çeyrek kadar ötede... Ormanın içinde... Hani üç meşe ağacı yok mu? İşte onların altındaki evde... Biliyorsun değil mi?.. Alt yanında da cevizler var...

Kurt içinden şöyle düşünmüş: "Bu küçük, çıtı pıtı şey yağlıca bir lokma olur... Hem de yaşlı kadından daha lezzetlidir. Kurnazca davranmalısın. Böylelikle ikisini de afiyetle yiyebilirsin."

Bir süre küçük kızla birlikte yürümüş; sonra:

- Al Başlıklı Kız, demiş, bak çevremizdeki şu çiçekler ne kadar güzel!.. Niçin sağına soluna bakmıyorsun?.. Galiba kuşların ne kadar hoş ötüştüklerini duymuyorsun?.. Sanki okula gidermiş gibi dosdoğru yürüyüp duruyorsun. Burası orman... Her yan neşe dolu.

Al Başlıklı Kız gözlerini yukarı kaldırmış. Güneşin yapraklar arasından süzülüşünü, her yanın güzel çiçeklerle dolu olduğunu görünce, kendi kendine:

-Şu taze çiçeklerden bir demet toplayıp büyükanneme götürürsem kimbilir ne kadar hoşuna gider? Daha erken... Nasıl olsa çabucak evine varırım! diye düşünmüş.

Yoldan ayrılmış, ormanın içine dalmış, çiçek toplamaya koyulmuş. Kız çiçeklerden birini koparınca ötede daha güzelini görüyor, onu da koparmak istiyormuş. Böylece ormanın daha iç yanlarına doğru gidiyormuş.

Kurt dosdoğru yoldan giderek büyükannenin evine varmış. Kapıyı çalmış:

- Kim o?..

- Al Başlıklı Kız, sana çörekle şarap getirdi, aç kapıyı! Büyükanne:

- Tokmağı çeviriver, halim yok, ayağa kalkamıyorum!

diye seslenmiş.

Kurt tokmağı çevirmiş, kapı açılmış. Sesini çıkarmadan içeri girmiş. Doğru büyükannenin yatağına gitmiş, kadıncağızı yutmuş. Sonra giysilerini üzerine geçirmiş, başörtüsünü örtmüş, yatağına girmiş, cibinliği kapamış.

Bu arada Al Başlıklı Kız çiçeklerin peşinde dolaşıyormuş. Kucak dolusu çiçek topladıktan sonra aklına büyükannesi gelmiş. Geri dönmüş, yola koyulmuş. Eve geldiği zaman kapıları açık görünce şaşırmış. Odaya girince de ortalıkta bir değişiklik görmüş. Kendi kendine:

- Hayırdır inşallah, demiş, bugün içime bir korku girdi... Oysa başka zamanlar büyükannemin evine gelince içim açılırdı. Sonra:

- Günaydın! diye seslenmiş. Karşılık alamamış. Yatağa yaklaşmış. Cibinliğin bir ucunu kaldırmış. Büyükannesi yatakta yatıyormuş. Başörtüsünü burnuna kadar çekmişmiş:

- Aman büyükanneciğim, kulakların niçin bu kadar kocaman?

- Sesini daha iyi işitmek için yavrum.

- Ya gözlerin neden bu kadar iri?

- Seni daha iyi görmek için yavrum!

- E, ellerin neden o kadar büyük?

- Seni daha iyi kucaklamak için yavrum!

- Peki, ya ağzın neden bu kadar kocaman, böyle korkunç?

- Seni çıtır çıtır yemek için!

Kurt bu son sözü söyler söylemez yataktan fırlamış, zavallı kızcağızı yutuvermiş.

Kurt karnını doyurunca yeniden yatağa uzanmış; uykuya dalmış, horlamaya başlamış. O

sırada evin önünden avcı geçiyormuş. Kendi kendine:

- Yaşlı kadıncağız ne kadar horluyor? Dur gireyim de bakayım. Belki başına bir şey gelmiştir! demiş, eve girmiş. Yatağın yanına geldiği zaman içinde kurdun yatmakta olduğunu görmüş:

- İşte seni elime geçirdim, koca canavar! Ne kadar zamandır seni arayıp duruyordum zaten! demiş.

Omuzundan çifteyi almış. Kurdun üzerine sıkacağı sırada aklına büyükanne gelmiş. "Belki de kurt onu yutmuştur. Kadıncağızı belki kurtarabilirim" diye çiftenin tetiğini çekmemiş. Eline bir makas almış. Uyuyan kurdun karnını yarmaya başlamış.



Yarık bir parça büyüyünce al başlık görünmüş. Bir parça daha yarınca küçük kız dışarı fırlamış:

- Aman öyle korkmuştum ki, demiş, kurdun karnı ne kadar karanlıkmış... Arkasından büyükanne de diri diri dışarı çıkmış. Kadıncağız hemen hemen soluk alamayacak bir durumdaymış.

Al Başlıklı Kız koşup gitmiş, iri taşlar toplayıp getirmiş. Bunları kurdun karnına doldurmuşlar. Kurt uyandığı zaman onları görünce kaçmak istemiş, ama karnındaki iri taşlar çok ağırmış. Hemen yere düşüp ölmüş.

Üçü de çok sevinmişler. Avcı kurdun derisini yüzmüş; alıp evine götürmüş. Büyükanne

Al Başlıklı Kızın getirdiği çöreği yemiş, şarabı içmiş, kendine gelmiş. Al Başlıklı Kız da kendi kendine şöyle demiş:

- Bundan sonra bir daha annenin sözünden dışarı çıkmayacaksın. Doğru yoldan ayrılarak, yalnız başına ormanların içinde dolaşmıyacaksın!

KURUL SOFRAM KURUL!

KURUL SOFRAM KURUL!



Evvel zaman içinde bir terzinin üç oğluyla bir tanecik keçisi varmış. Hepsi onun sütüyle beslenirlermiş. Bunun için de kendisini her gün çayıra götürmek, bol bol beslemek gerekiyormuş. Çocuklar bu işi nöbetleşe yaparlarmış.

Günün birinde büyük oğlan keçiyi kilise alanına götürmüş. En güzel otlar burada bulunurmuş. Hayvanı dolaşıp otlamaya salmış. Akşam üzeri eve dönme vakti gelince sormuş:

- Keçi, karnın doydu mu? Keçi:

- Yedim, içtim karnım tok; Tek yaprak yiyesim yok. Me... me... me...

Oğlan:

- Öyleyse haydi eve!

demiş. Keçiyi ipinden tutmuş, eve getirip ahıra bağlamış. Yaşlı terzi sormuş:

- E, keçi iyice karnını doyurdu mu bari? Oğlu:

- Elbette, demiş, yedi içti karnı tok... Tek yaprak yiyesi yok!

Ama babası, bu söze iyice aklı yatsın diye ahıra gitmiş, sevimli hayvanı okşamış:

- Keçi, diye sormuş, sahiden karnın doydu mu? Keçi:

- Atladım bütün gün sade dağ, dere; Tok olur mu insan böyle boş yere? Ağzıma koymadım tek yaprak bile. Me... me... me... me...

Terzi:

- Bunu da mı duyacaktım?

diye bağırmış, hemen yukarı fırlamış, oğluna:

- Seni gidi yalancı seni... Keçinin karnı doydu demiştin... Oysa hayvanı aç bırakmışsın.

Bu kızgınlıkla duvardaki cetvel tahtasını kapınca oğlanın peşine düşmüş; döve döve kapı dışarı atmış.

Ertesi gün sıra ikinci oğlandaymış. O da bahçe çitlerinin kıyısında, bol otlu bir yer arayıp bulmuş. Keçi bu otları silip süpürmüş. Akşam üzeri, eve dönerlerken sormuş:

- Keçi, karnın doydu mu? Keçi:

- Yedim, içtim karnım tok; Tek yaprak yiyesim yok. Me... me... me...

Oğlan:

- Öyleyse haydi eve!

demiş. Keçiyi götürüp ahıra bağlamış. Yaşlı terzi sormuş:

- E, keçi iyice karnını doyurdu mu bari? Oğlu:

- Elbette; demiş, yedi içti karnı tok... Tek yaprak yiyesi yok! Terzinin bu sözle içi rahat etmemiş, ahıra gitmiş, keçiye sormuş:

- Keçi, demiş, sahiden karnın doydu mu? Keçi:

- Atladım bütün gün sade dağ, dere; Tok olur mu insan böyle boş yere? Ağzıma koymadım tek yaprak bile. Me... me... me... me...

Terzi:

- Seni dinsiz imansız seni, diye bağırmış, dilsiz ağızsız hayvancağızı aç bırakırsın ha?.. Hemen yukarı fırlamış. Cetvelle oğlanı pataklaya pataklaya kapı dışarı etmiş.

Sıra üçüncüye gelmiş. Oğlan işini sağlam tutmak istemiş. En güzel yapraklı bir fundalık arayıp bulmuş. Keçiyi bunların arasına salmış. Akşam üzeri eve dönerken sormuş:

- Keçi, karnın doydu mu? Keçi:

- Yedim, içtim karnım tok; Tek yaprak yiyesim yok. Me... me... me...

Oğlan:

- Öyleyse haydi eve!

demiş. Keçiyi ahıra götürüp bağlamış. Yaşlı terzi sormuş:

- E, keçi iyice karnını doyurdu mu bari? Oğlu:

- Elbette, demiş, yedi içti karnı tok... Tek yaprak yiyesi yok! Terzi bu söze inanmamış. Gitmiş, keçiye sormuş:

- Keçi, demiş, sahiden karnın doydu mu? Şirret hayvan:

,Atladım bütün gün sade dağ, dere; Tok olur mu insan böyle boş yere? Ağzıma koymadım tek yaprak bile. Me... me... me... me...

demiş. Terzi:

- Seni yalancı köpek seni... Demek sen de ötekiler gibi Tanrı'dan korkmaz, görevini bilmez birisin ha? Bundan sonra beni daha fazla budala yerine koyamayacaksınız!

diye bağırmış. Öfkeden çılgına dönerek yukarı fırlamış, oğlanın sırtına cetvel tahtasını öyle bir indirmiş ki, çocuk kendini evden dışarı zor atmış.

Böylece yaşlı terzi keçisiyle yapayalnız kalmış. Ertesi sabah ahıra inmiş, keçiyi okşamış:

- Gel benim sevgili keçim, demiş, seni çayıra kendim götüreceğim!

Keçinin ipinden tutmuş, keçilerin seve seve yedikleri otların olduğu bir yere götürmüş:

- İşte burada istediğin gibi karnını doyurabilirsin!

demiş. Keçiyi akşama kadar otlamaya salmış. Akşam olunca sormuş:

- Keçi, karnın doydu mu? Keçi:

- Yedim, içtim karnım tok; Tek yaprak yiyesim yok. Me... me... me...

Terzi:

- Öyleyse haydi eve!

demiş. Ahıra götürüp bağlamış. Çıkıp giderken bir kez daha arkasına dönüp sormuş:

- E, bu sefer karnın herhalde doymuştur, değil mi? Keçi ona da yine:

- Atladım bütün gün sade dağ, dere; Tok olur mu insan böyle boş yere? Ağzıma koymadım tek yaprak bile. Me... me... me... me...

demez mi? Bu sözleri duyunca terzinin aklı başından gitmiş. Üç oğlunu da evden boş yere kovduğunu anlamış:

- Alacağın olsun senin iyilik bilmez yaratık, diye bağırmış, seni defedivermekten bir şey çıkmaz. Seni namuslu, onurlu terziler arasında dolaşamayacak duruma sokayım da bir gör!

Çabucak yukarı çıkmış, usturasını alıp getirmiş; keçinin kafasını sabunladıktan sonra bir güzel tıraş etmiş. Daha sonra eline kamçıyı almış. (Çünkü oğullarını dövdüğü cetvelle dayak yemesi onurlu bir şey olacakmış; oysa artık buna bile değmezmiş.) Terzi keçiyi öyle pataklamış ki, hayvan can havliyle bir iki sıçrayışta kaçıp kurtulmuş.

Terzi böylece evde tek başına kalıverince içine bir gariplik çökmüş. Ne olurdu, çocukları dönüp gelseydiler? Ama onların nereye kaçıp gittiklerini bilen yokmuş.

Büyük oğlan bir doğramacının yanına çırak girmiş. Yılmadan, usanmadan çalışmış. Ayrılma vakti gelince ustası ona küçük bir masa armağan etmiş. Görünüşte bu masanın göz alır yanı yokmuş. Bayağı tahtalardan yapılmış, ama hoş bir becerisi varmış. Bir yere konulup da:

- Kurul sofram kurul!

dendi mi, masa hemen beyaz bir örtü ile örtülürmüş. Yanında bir tabak, bir bıçak, bir de çatal peyda olurmuş. Kızartmalarla, haşlamalarla dolu tabaklar, içinde kırmızı şarap parıldıyan büyük bir bardak... görenlerin ağızları sulanırmış.

Oğlan kendi kendine:

- Ömrüm oldukça bu sana yeter!

demiş. Her yanı dolaşmaya başlamış. Bir lokantanın iyi yahut kötü oluşu, yiyecek bir şey bulunup bulunmayışı umurunda bile değilmiş.



Canı istemezse bir yere girip konaklamaz; kırda, ormanda, bir çayırlıkta, nerede olursa masacığını sırtından indirir, önüne kor, sonra:

- Kurul sofram kurul!

dermiş. Bunun üzerine de istediği her şey sofraya geliverirmiş.

Günün birinde aklına babasının yanına dönmek gelmiş: Herhalde Öfkesi geçmiş olmalı. Hem de bu "kurul sofram kurul"u görünce beni canla başla evine alır diye düşünmüş. Oğlan evine dönmekte olsun... Bir akşam bir hana varmış. İçerisi tıklım tıklım müşteriyle doluymuş. Ona "hoş geldin" demişler. Yanlarına yemeye çağırmışlar. "Başka türlü yiyecek bulamazsın" demişler.

Marangoz:

- Hayır, demiş, sizin lokmalarınıza ortak olmak istemem. Daha iyisi siz benim soframa buyurun!

Hepsi gülüşmüşler. Kendileriyle şakalaşıyor sanmışlar. Fakat oğlan masasını ortaya koymuş:

- Kurul sofram kurul!

der demez masanın üstü türlü türlü yemeklerle doluvermiş. Bu kadar güzel yemekleri

hancı bulup getiremezmiş. Bu yemeklerden çıkan hoş kokular bütün müşterilerin burunlarına dolmaya başlamış.

Marangoz:

- Buyurun kardeşler!

demiş. Müşteriler ikinci çağrıya vakit bırakmamışlar, sofra başına toplanmışlar. Bıçaklarını çıkararak yemekleri atıştırmaya başlamışlar.

En çok şaştıkları şey: Tabak boşalınca onun yerine kendiliğinden bir dolusunun gelişi olmuş. Hancı bir köşede durmuş; bu işin nasıl olduğuna bakarmış. Ne söyleyeceğini şaşırmış. Aklından şunları geçirmiş: "Böyle bir ahçı senin işine ne kadar yarardı!" demiş. Marangozla sofra arkadaşları gecenin geç vaktine kadar gülüp eğlenmişler. Sonra yatıp uyumuşlar. Oğlan da yatağa girmiş, sihirli masacığını da duvara dayamış. Fakat hancının gözüne bir türlü uyku girmiyormuş. Eski eşyaların yığılı durduğu odadaki eski bir masa aklına gelmiş. Bu, tıpkı berikine benziyormuş. Usulca gidip onu çıkarmış. Oğlanın masasını almış, yerine bunu bırakmış.

Ertesi sabah marangoz yatak parasını vermiş, masacığını sırtına vurmuş. Bunun kendi masası olmadığını aklına bile getirmeden yola koyulmuş. Öğle üzeri babasının evine varmış. Adamcağız oğlunu büyük bir sevinçle karşılamış:

- Sevgili yavrum, demiş, neler öğrendin bakayım?

diye sormuş.

Marangoz oldum, babacığım.

- İyi bir sanat E... gezip dolaştığın yerlerden ne getirdin bakalım?

- Getirdiğim şeylerin en iyisi işte şu masacık babacığım! Terzi masayı evirip çevirerek iyice gözden geçirmiş; sonra:

- Bunda bir ustalık göstermişe benzemiyorsun. Bu hem eski, hem de kötü masacık işte!

demiş. Oğlan:

- Öyle ama bu bir "Kurul sofram kurul"dur, demiş, bunu yere koyup da kurulmasını söyledim mi, üzerine en güzel yemekler hemen diziliverir. Yanında da şarabı... İçenin ömrü artar. Bütün eşi dostu, hısım akrabayı çağırın... Yiyip içsinler de yüzlerine kan gelsin.. Bu masa hepsini tıka basa doyurur.

Çağrılılar toplanınca oğlan masasını odanın ortasına koymuş:

- Kurul sofram kurul! demiş. Gel gelelim, masa kıpırdamamış bile.. Dilden anlamayan başka masalar gibi bomboş durmuş. O zaman zavallı oğlan masasının değiştirildiğini anlamış. İnsanlara karşı yalancı çıktığından utanmış. Hısım akrabası onunla alaya başlamışlar. Aç susuz evlerine dönmüşler. Bunun üzerine babası kumaş parçalarını yeniden eline almış; bunları kesip biçmeye yeniden koyulmuş. Oğlan da bir ustanın yanında iş bularak çalışmaya başlamış.

İkinci oğlan bir değirmenciye gitmiş. Yanına çırak girmiş. Yılı tamam olunca ustası demiş ki:

- Bugüne kadar akıllı uslu işini gördün. Ben de sana acayip bir eşek bağışlıyorum. Bu hayvan ne araba çeker, ne de çuval taşır.

Oğlan sormuş:

- Öyleyse ne işe yarar? Değirmenci:

- Ağzından altın dökülür, demiş. Bunu bir çuval üstüne bastırır da "briklebrit" dedin mi, hayvan hemen önden, arkadan altın çıkarmaya başlar.

Oğlan:

- İşte bu hoş bir şey! demiş. Ustasına teşekkür etmiş, yola çıkmış.

Oğlana para gerekti mi eşeğe "briklebrit" demesi yetermiş. Hemen bir altın yağmuru başlarmış. O zaman bunları eğilip toplamaktan başka bir zahmet kalmazmış. Oğlan nereye gitse her şeyin en iyisini -ucuzuna, pahalısına bakmadan- alabilirmiş. Öyle ya... Kesesi her zaman dopdolu olurmuş. Uzun zaman böylece gezip tozduktan sonra günün birinde

kendi kendine demiş ki: "Babanı aramalısın. Bu altın fabrikası eşeğinle gidersen öfkesi geçer. Seni hoş karşılar."

Oğlan evine gitmekte olsun. Günün birinde ağabeysinin sofrasını çaldırdığı hana varmış. Eşeğinin yularını da elinden bırakmıyormuş. Hancı hayvanı alıp bir yere bağlamak istemiş. Oğlan:

- Size zahmet olmasın, demiş, eşeğimi kendim ahıra götürüp bağlarım. Onun yerini bilmem gerek.

Hancı bu sözleri tuhafça bulmuş. Böyle kendi eşeğine kendisi bakan adamdan fazla para çıkmayacağını sanmış. Ama yabancı keseye davranıp da iki altın çıkarak güzel şeyler satın almak istediğini söyleyince hancının gözleri faltaşı gibi açılmış. Hemen koşmuş; sürebileceği en güzel şeyleri aramaya koyulmuş. Yemekten sonra müşteri hesap istemiş. Hancı her şeyi iki katlı hesaplamaktan kaçınmamış. "Birkaç altın daha vereceksiniz"

demiş. Oğlan cebine el atmış. Aksi gibi o sırada parası tükenmişmiş:

- Bana bir dakika izin hancı başı, demiş, gidip para getireyim.

Dışarı çıkarken sofra örtüsünü de alıp götürmüş. Hancı buna bir anlam verememiş, merak etmiş; gizlice oğlanın peşine düşmüş. Müşteri ahırın kapısını arkasından sürgüleyince bir delikten içerisini gözetlemiş. Yabancı eşeğin altına örtüyü yaymış, "Briklebrit" der demez hayvanın ağzından, ardından yere pıtır pıtır altınlar dökülmeye başlamış. Hancı kendi kendine:

- Vay canına, demiş, darphane misin be mübarek? Böyle bir altın çuvalı hiç kötü değil, doğrusu!

Müşteri hesabını ödemiş, yatağına uzanmış. Hancı gece yarısı sessizce aşağıya, ahıra inmiş. Canlı darphaneyi çözmüş, yerine başka bir eşek bağlamış.

Ertesi sabah erkenden oğlan eşeğiyle birlikte yola çıkmış. Bu hayvanı kendi eşeği sanıyormuş. Öğle vakti babasının evine varmış. Adamcağız onu görünce çok sevinmiş, hoş karşılamış:

- Ne oldun bakalım, oğlum?

diye sormuş. Oğlan:

- Değirmenci oldum babacığım! demiş.

- E.. gezip dolaştığın yerlerden ne getirdin bakayım?

- Bir eşekten başka bir şey getirmedim. Babası:

- Burada istediğin kadar eşek var. İyi bir keçi olsaydı daha hoşuma giderdi doğrusu!

demiş. Oğlu:

- Öyle ama bu senin bildiğin eşeklerden değil, demiş, altın yapan bir eşek bu... ona "Briklebrit" dedim mi, hayvan hemen size bir bez dolusu altın çıkarır. Bütün hısım akrabayı buraya çağırın... Hepsini zengin edeyim!

Babası:

- Pekâlâ, demek artık iğneyle kuyu kazmama gerek kalmayacak, demiş.

Hemen fırlayıp gitmiş; bütün hısım akrabayı oraya çağırmış. Hepsi toplanır toplanmaz değirmenci bir yer açmalarını söylemiş. Çulunu yere yaymış, eşeği ortaya getirmiş:

- Şimdi dikkat edin, demiş. Sonra "briklebrit" diye bağırmış. Gel gelelim yere dökülenler

altın değilmiş. Hayvanın incelikten anlamadığı da ortaya çıkmış. Her eşek işi bu kadar ileri götüremezmiş.

Bunu görünce zavallı değirmenci suratı asmış. Dolandırıldığını anlamış. Evlerine yine eli boş dönen hısım akrabadan özürler dilemiş. Bunun üzerine yaşlı adamın yine iğneyi eline almasından, oğlanın da bir değirmenci yanına girmesinden başka çare kalmamış.

Üçüncü oğlan bir tornacının yanına çırak girmiş. Bu iş ince bir sanat olduğu için oğlan uzun zaman burada çalışmış. Ağabeyleri ona bir mektup yollamışlar; işlerinin kötü gittiğini, eve dönerken son gece hancının sihirli mallarına yaptığı işi anlatmışlar. Tornacı, sanatı iyice öğrenip yola çıkmak isteyince ustası ona bir torba vermiş, demiş ki:

- İçinde bir sopa var. Oğlan:

- Torbayı sırtıma bağlayayım. Herhalde çok işime yarar ama içindeki sopa ne olacak sanki? Yük olmaktan başka neye yarar?

Ustası:

- Bak söyleyeyim de dinle, demiş, biri sana kötülük ederse hemen "sopam çık torbadan" de! Bunu söyler söylemez sopa dışarı fırlar, oradakilerin ensesinde öyle bir boza pişirir ki, bir hafta kollarını, bacaklarını kımıldatacak halleri kalmaz. Sen "sopam torbaya" deyinceye kadar pataklayıp durur.

Oğlan ustasına teşekkür etmiş, torbayı sırtlamış. Biri kendisine yaklaşıp da üzerine atılmak isteyince:

- Sopam çık torbadan!

dermiş. Sopa hemen dışarı fırlar; rasgelen yerine vurmaya başlarmış. Bu pataklayış o kadar hızlı olurmuş ki, kimse sıra kendine gelmeden önce toparlanıp kaçamazmış. Akşam vakti genç tornacı, kardeşlerinin dolandırıldığı hana varmış. Torbasını gözünün önüne koymuş. Dünyada gördüğü acayip şeyleri anlatmaya başlamış:

- Evet, demiş, dünyada neler var!... Örneğin bir "kurul sofram kurul" bir "altın çıkaran eşek" gibi türlü türlü hoş şeyler... Ben bunlardan hiçbirini küçük görmem ama benim elime geçen hazinenin yanında bunların hiçbiri beş para etmez. Bu hazine işte şu torbamda duruyor.

Hancı kulak kabartmış; kendi kendine:

- Şu dünyada neler yok ki! demiş. Şu torba herhalde değerli taşlarla dolu olsa gerek. Şunu da kolayca bir ele geçirsem... Öyle ya, hak oyun üçtür derler.

Uyku zamanı gelince müşteri bir kerevetin üzerine uzanmış; torbasını da başının altına koymuş. Hancı müşterinin uykuyu koyulttuğunu sanmış. Ona yaklaşmış. Bu torbayı alıp yerine bir başkasını koymak istemiş.

Yavaş yavaş, dikkatle torbanın yanına gitmiş, ama tornacı deminden beri onu bekliyormuş. Hancı tam dokunacağı sırada:

- Sopam çık torbadan!

diye seslenir seslenmez sopa dışarı fırlamış; hancıyı bir temiz pataklamış. Hancı "aman" diye bağırdıkça sopa daha hızlı vuruyormuş. Sonunda bitkin bir durumda yere yıkılmış. O zaman tornacı demiş ki:

- Eğer "kurul sofram kurul"la "altın çıkaran eşek"i getirip geri vermezsen bu şölen yeniden başlayacak.

Hancı boğuk boğuk seslenmiş:

- Aman... aman... Hepsini çıkarıp vereceğim, ama, söyle de şu mendebur, torbaya tıkılsın. Bunun üzerine oğlan:

- Sizi mahkemeye vermekten vazgeçiyorum ama bir daha başkalarına zarar vermekten sakının! demiş. Sonra:

- Sopam torbaya! diye bağırmış. Hancıyı da bırakmış.

Ertesi sabah tornacı "kurul sofram kurul"u, "altın çıkaran eşek"i de yanına alarak evine, babasının yanına gitmiş.

Terzi oğlunu yeniden görünce çok sevinmiş. Yabancı yörelerde neler öğrendiğini ona da sormuş; oğlan:

- Tornacı oldum, babacığım! demiş. Babası:

- İnce bir sanat, demiş. E... gezip dolaştığın yerlerden ne getirdin bakalım? Oğlu:

- Çok değerli bir şey babacığım, demiş. Torbamda bir sopa! Babası bağırmış:

- Ne?... bir sopa mı?... Doğrusu emeğine değer. Böyle bir sopayı hangi ağaçtan istesen kesebilirsin yahu!

- Ama böylesini değil babacığım. "Sopam çık torbadan" dedim mi sopa hemen torbadan fırlar, bana kötülük niyetinde olana haddini bildirir. Yere yıkılıp "amanTanrı" demedikçe işini bırakmaz. Bakın, bu sopa sayesinde hem "kurul sofram kurul"u, hem de "altın çıkaran eşek"i alıp buraya getirdim. Bunları o hırsız hancı, kardeşlerimden aşırmışmış. Haydi onları çağırın... Hısım akrabayı da çağırın. Hepsinin karınlarını doyuracağım... Ceplerini

de altınla dolduracağım.

Yaşlı terzi bu sözlere pek inanmamış ama yine gidip hısım akrabayı toplamış. Tornacı odanın ortasına bir bez yaymış. Eşeği içeri getirmiş. Sonra kardeşine demiş ki:

- Haydi ağabeyciğim, konuş bakalım şununla! Değirmenci:

- Briklebrit!

der demez altınlar bir sağnak gibi, bezin üstüne dökülmeye başlamış. Herkes taşıyacağı kadar altın toplamadan da bu sağnağın ardı kesilmemiş. (Ne olurdu, sen de orda bulunsaydın değil mi?)

Tornacı sonra gitmiş, küçük masayı getirmiş:

- Ağabeyciğim, demiş, haydi şununla konuş!

Marangozun "kurul sofram kurul" demesiyle birlikte sofra kuruluvermiş. Üzerinde her türlü yiyecekten bol bol varmış. Bunun üzerine öyle bir yemek yenmiş ki, o güne kadar terzinin evinde böyle bir şölen verilmemişmiş. Bütün hısım akraba gece geç vakte kadar orada kalmışlar... Hepsi neşeli, hepsi hoşnutmuşlar.

Terzi iğne ipliğini, cetvel tahtasını, ütüsünü bir dolaba kaldırıp kilitlemiş. O günden sonra da üç oğluyla birlikte rahatça yaşamış.

Terzinin üç oğlunu kovmasına neden olan keçi ne oldu diye merak ediyorsanız, durun, size onu da anlatayım:

Dazlak bir kafayla dolaşmaktan utanmış. Gitmiş, bir tilki inine girmiş. Tilki eve gelince, karanlıkta iki kocaman gözün parıltısını görmüş, korkmuş; geri çekilip kaçmış. Yolda ayıya rasgelmiş. Tilkinin bir şeyden korktuğu yüzünden belli oluyormuş. Ayı:

- Ne oldu sana tilki kardeş? diye sormuş, bu ne surat böyle? Tilki:

- Ah sorma, demiş, inimde yırtıcı bir hayvan oturuyor. Alev gibi gözleriyle bana öyle bir bakış baktı ki...

Ayı:

- Onu şimdi defederiz!

demiş. Tilkiyle birlikte ine gitmiş, içeri bakmış. Alev alev parlayan bu gözleri görünce onu da bir korku almış. "Bu yabanıl hayvanla bir alış verişim yok benim" diye tabanları

kaldırıp kaçmış. Yolda karşısına arı çıkmış. Ayının durumunda bir başkalık olduğunu hemen sezmiş.

- Ayı, demiş suratın neden asık?... Hani senin şakraklığın nerede kaldı kuzum? Ayı:

- Evet, söylemesi kolaydır... Tilkinin evinde koca gözlü bir yabanıl hayvan oturuyor. Onu oradan defedemedik.

Arı:

- Yazıklar olsun sana ayı, demiş bak ben çelimsiz zavallı bir yaratığım. Yolda beni gören başını çevirip bakmaz bile. Ama bana öyle geliyor ki, bu işte size yardımım dokunacak. Bunları söyledikten sonra uçarak tilkinin inine varmış... Keçinin tıraşlı, dazlak kafasına konmuş... Öyle bir sokuş sokmuş ki keçi: "Me, me, me..." diye bağıra bağıra yerinden fırlamış; deli gibi kaçmaya başlamış.

O günden beri bu keçinin nerelerde olduğunu bilen kimse çıkmamış.

Limon Kız Masalı

Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde… Develer tellallık eder eski hamam içinde…Hamamcının tası yok. külhancının baltası yok…Arap bacı hamama gider, koltuğunda bohçası yok…Handadır handa, yetmiş iki deli ile bir manda. Yedik, içtik, dişimizin dibi et yüzü görmedi… Bereket versin hacı cambaza… Bize bir at verdi, dorudur diye… At bize bir tekme vurdu. Geri dur diye… Deniz ortasına vardık kıyıdır diye…Tophane güllesini cebimize doldurduk, darıdır diye… Kız kulesini belimize soktuk borudur diye… Tuttu bizi bir zaptiye, delidir diye… Attı tımarhaneye, bir gün, iki gün, üç gün…Tuttuk pirenin birisini, yüzdük derisini, çadır kurduk Üsküdar’dan berisini… Masaldır bunun adı… Söylemekle çıkar tadı… Her kim ki dinlemezse, hakkından gelsin topal dadı… Vakti zamanında çok iyilik sever bir padişah varmış… Fakirlere ramazanlarda yiyecek, bayramlarda giyecek dağıtırmış… Yılda bir gün de sarayının karşısındaki çeşmenin bir musluğundan yağ, bir musluğundan da bal akıtır, herkesin duasını alırmış… Gene böyle çeşmenin musluklarından yağ . ile bal aktığı bir gün, ihtiyar bir kadın çeşmeye gelmiş. Elindeki ağzı kırık testiye yağ doldurmuş. O sırada, padişahın yaramaz oğlu da, sarayın penceresinden çeşmeye gelip gidenleri seyrediyormuş. İhtiyar kadın çeşmenin yanından uzaklaşırken, okunu çektiği gibi onun testisini parçalamış. Yağ yerlere dökülmüş. Şehzade, ihtiyar kadının haline kahkahalarla gülmeye başlamış. Neye uğradığını anlayamayan kadıncağız, başını kaldırıp, şehzadeye: Hey oğlum! diye seslenmiş, ben sana ne yaptım da testimi kırdın? Dilerim Allah’tan, Limon Kız’a âşık olasın da, onu göremeyesin! O günden sonra şehzadeyi bir düşüncedir almış… Acaba bu Limon Kız nasıl bir şeydir, diye akşamlara kadar düşünüyor, meraktan çatlayacak hale geliyormuş. Oğlunun bu düşünceli haline canı sıkılan padişah, bir gün onu yanına çağırarak sebebini sormuş. Şehzade de Limon Kızı merak ettiğini, izin verirse gidip onu arayacağını söylemiş. Padişah, çaresiz razı olmuş. Şehzade, hazırlandıktan sonra bir gün padişah babası ile sultan annesine veda ederek yola düşmüş… Az gitmiş, uz gitmiş… Dere tepe düz gitmiş… Günlerce yol almış… Nihayet bir dağ başında ihtiyar bir adama rastlamış. Selam verip ihtiyarın elini öpmüş. Bu delikanlının kendisine saygı gösterip elini öpmesine pek memnun olan ihtiyar: Hayır ola evlat, diye sormuş, böyle tek başına nereye gidiyorsun? Şehzade: Bir Limon Kız varmış, diye cevap vermiş. Onu pek merak ediyorum da, aramaya çıktım. Ama, günlerden beri yol yürüdüğüm halde hâlâ bir iz bulamadım… İhtiyar gülerek: Ben Limon Kız’ın bulunduğu yeri biliyorum, demiş. Sana tarif edeyim: Şuradan doğru yürü. Karşıki dağın arkasına git. orada önüne bir gül bahçesi çıkacak. Gül ağaçlarının kocaman, kocaman dikenleri vardır. “Ne güzel güller” diyerek bir gül koparıp kokla. Ellerinin kanamasına bakma! Oradan çıkıp yürü… Suyu kan gibi kırmızı akan bir dere ile karşılaşacaksın. Yanına gidip “aman ne temiz su” diyerek biraz iç… Yoluna devam et… Bir köşe başında zincirlerle ağaçlara bağlanmış bir at ile bir köpeğe rastlayacaksın. Atın önündeki eti köpeğin önüne, köpekin önündeki otu da atın önüne koy… Oradan uzaklaş… İlerde karşına iki kapı çıkacak. Bir kapalı, öteki açıktır. Kapalı kapıyı aç, açık kapıyı kapa! Açılan kapıdan geçerek yürü… Büyük bir bahçeye gireceksin. Burası devin sarayının bahçesidir. Bahçede binlerce meyve ağacı arasında bir tane de limon ağacı vardır. O ağacı arayıp bul! Üzerinde üç tane limon göreceksin. Bu üç limonu da kopar, arkana bakmadan geri dön! Geldiğin yerlerden geç… Bu limonları keserken her birinden bir kız çıkar. Senden bir şey isteyecekler: İstediklerini yaparsan ne âlâ… Yapmazsan ölürler. Dikkatli davran… Haydi yolun açık olsun evladım! Şehzade, ihtiyara teşekkür etmiş, elini öpmek için eğildiği zaman karşısında kimseyi bulamamış. İhtiyar birdenbire ortadan yok olmuş. Hemen yola çıkarak yürümeye başlamış. Çok geçmeden dağın arkasına varmış. Biraz sonra gül bahçesine ulaşmış. Güllerin arasına dalmış. Elleri dikenlerden kan içinde kaldığı halde, bir gül koparıp “ne güzel . güller” diye koklamış. Oradan çıkmış. Suyu kan gibi akan dere ile karşılaşmış. Kenarına gidip eğilmiş, “aman ne temiz su” diyerek biraz içmiş, kalkıp yoluna devam etmiş. Bir köşe başında zincirlerle ağaçlara bağlı at ile köpeği görmüş. Köpeğin önündeki otu, atın önüne, atın önündeki eti de köpeğin önüne koyarak oradan uzaklaşmış. . Biraz sonra karşısına iki kapı çıkmış. Açık kapıyı kapamış, kapalı kapıyı da açarak içinden geçmiş ve devin meyve bahçesine girmiş. Koca bahçede araya araya limon ağacını bulmuş. Hakikaten ağaçta üç tane limon varmış. Üç limonu da koparıp geriye dönmüş. Tam bahçenin kapısına yaklaştığı zaman, dev, bahçesinden limonların koparıldığının farkına vararak, yeri göğü inleten sesi ile bağırmış: Tutun kapılar! Şu oğlanı tutun! Açık kapı dile gelip deve cevap vermiş: Ben kaç yıldır kapalı duruyordum. Kimse bana halin nedir diye sormadı. Bu delikanlı beni açtı, biraz ferahladım. Ben onu tutamam! Güle güle gitsin! Şehzade, kapıdan geçmiş. Dev, bu sefer at ile köpeğe seslenmiş: At! Köpek! Şu oğlanı tutun! Bırakmayın! At ile köpek birlikte cevap vermişler: Biz onu tutmayız. Yıllardan beri birimize zorla et, birimize de ot yediriyorsun. O bizi bundan kurtardı. Etle otun yerini değiştirdi. Allah ondan razı olsun. Biz ona fenalık yapamayız! Şehzade, atla köpeğin önünden de geçmiş. Bu sefer dev, dereye seslenmiş: Kanlı dere! Kanlı dere! Şu oğlanı bırakma! Dere, dile gelip cevap vermiş: Ben ona fenalık yapamam. Sen her zaman “kanlı dere” diye benim suyumu içmezdim. Halbuki o, “aman ne temiz su” diyerek içti, gönlümü . hoş etti. Varsın geçsin, yolu açık olsun! Şehzade, dereden de geçerek gül bahçesine girmiş. Dev, arkadan gene seslenmiş: Dikenli güller! Dikenli güller! Şu oğlanı tutun! Bırakmayın! Güller de dile gelip hep bir ağızdan deve cevap vermişler: Sen tenezzül edip de bir gün olsun bizi koklamadın. Her . zaman “dikenli güller” diye hakaret ettin. Halbuki bu delikanlı dikenlerimize bakmadı. Ellerinin kanamasına aldırmadı. Bizden bir tane kopararak “ne güzel güller” diye kokladı. Bizi sevindirdi. Allah da onu sevindirsin. İşi rastgitsin! Şehzade, gül bahçesinden de çıkıp yola koyulmuş. Dev, çaresiz kalınca, bahçesinden çıkarak oğlanın arkasından koşmaya başlamış. Kapılardan, . sonra da atla köpeğin önünden geçmiş, dereye gelmiş. Fakat, dere ona yol vermemiş. Sularını kabartmış, kabartmış… Her tarafı kaplamış, devi boğmuş. Şehzade, herşeyden habersiz olarak yol alırken, limonlardan birini kesmeyi düşünmüş. Yol kenarına oturarak bıçağı ile limonun birini kesmiş. Limon iki parça olur olmaz, içinden son derece güzel bir kız çıkmış. Şehzadeye: Su! Su! diye seslenmiş. Şehzade, kızın su istediğini anlamış. Etrafına bakınmaya başlamış. Aksi gibi oralarda ne bir dere, ne de bir çeşme görememiş. Zavallı kız da: Su! Su! diye diye ölmüş. Şehzade bu hale fena halde üzülmüş. Ama ne çare? Yerinden kalkmış. Kederli kederli yol almaya başlamış. Biraz yorulmuş. Bir ağaç altına oturarak dinlenmeye koyulmuş. Bu sırada ikinci limonu da kesmiş. Bu limondan da göz kamaştıracak kadar güzel bir kız çıkmaz mı? O da, evvelki gibi: Su! Su! demeye başlamış. Fena halde telaşlanan şehzade, sağına soluna bakınarak su aramış. Fakat Allah’ın dağında ne bir pınar, ne de bir dere yokmuş. Çaresizlik içinde bu kızın da: Su! Su! diye diye inleyerek öldüğünü görmüş. O kadar üzülmüş ki, neden bu ikinci limonu bir su kenarında kesmedim diye kendi kendine kızmış. Kederli kederli yerinden kalkmış. Düşünceli düşünceli yola koyulmuş. Ne olursa olsun üçüncü limonu bir su kenarında kesmeye karar vermiş. Böylece epey zaman yol almış, nihayet bir şehre yaklaşmış. Şehre girmeden yol kenarında ağaçlıklı bir bahçe görmüş. Bahçenin ortasında kocaman bir havuz varmış. Etrafta da kimsecikler yokmuş. Gidip havuzun kenarına oturmuş. Elleri titreye titreye üçüncü limonu çıkarıp kesmiş. Bu sefer, içinden, evvelkilerden daha güzel, ayın ondördü gibi bir kız çıkmış. Başlamış: Su! Su! demeye… Şehzade hemen onu tutup havuzun içine atmış. Bol suya kavuşan Limon Kız, kana kana içmiş, doya doya yıkanmış. Şen kahkahalar atmaya başlamış. Limon Kız’ı ölmekten kurtardığı için şehzadenin sevincine . son yokmuş… Neşe içinde Limon Kız’ı seyrediyormuş. Limon Kız havuzda yıkanırken, şehzade: Sultanım, demiş, sizi bu halde sarayımıza götüremem. Burada bekleyin. Ben gidip size güzel bir elbise getireyim. Askerlerimi de alayım. Saraya öyle döneriz. Limon Kız: Peki şehzadem, demiş, ben sizi şurada ağacın üzerine çıkarak beklerim. Yalnız, saraya gittiğiniz zaman annenizle babanıza, alnınızdan öptürmeyin. Sonra beni unutursunuz. Şehzade “peki” demiş. Sonra parmağındaki yeşil taşlı yüzüğü çıkararak: Limon Kız, diye seslenmiş, al bu yüzüğü de, parmağına tak! Birbirimizi kaybedersek, bununla kolay buluruz… Yüzüğü havuza doğru fırlatmış. Limon Kız yakalayarak parmağına takmış. Şehzade de oradan uzaklaşıp gitmiş. Saraya varır varmaz, oğullarına yeniden kavuşan padişah ile sultan, onu kucaklamışlar, önce alnından, sonra da yanaklarından öpmüşler. O andan itibaren de, şehzade Limon Kız’ı unutmuş. Şehzade unutadursun, biz gelelim Limon Kız’a: Şehzade uzaklaştıktan sonra, Limon Kız sudan çıkmış. Havuzun kenarında yüksek bir çınar ağacı varmış. Ona yaklaşarak: Eğil çınar ağacı! Diye seslenmiş. Çınar ağacı yavaş yavaş eğilmiş. Limon Kız dallarından birine oturduktan sonra, ağaç düzelmiş. Limon Kız, ağaçta yapraklar arasına gizlenmiş. Bir taraftan da başını uzatarak havuzun durgun suyunu seyrediyormuş. O sırada, şehirdeki evlerden birinin arap hizmetçisi havuza su almaya gelmiş. Elindeki testiyi havuza daldıracağı sırada, birdenbire durmuş. Havuzun suyunda Limon Kız’ın güzel hayali varmış. Arap kız bunu kendi hayali zannederek hayran hayran seyre dalmış. Sonra, kendi kendine: Ben bu kadar güzelim de, demiş, bana ne diye hizmetçilik yaptırıyorlar? Testiyi doldurup havuz başından uzaklaşmış. Eve geldiği zaman, hanımına: Havuzdan testiyi doldururken suda kendimi gördüm, demiş. Ben çok güzel bir kızmışım. Ne diye bana hizmetçilik yaptırıyorsunuz? Bundan sonra ben su getirmeye falan gitmem! Hanım gülmüş: Hay aptal kız hay, demiş, bir kere başını kaldırıp da ağaca baksaydın, o zaman kimin güzel olduğunu anlardın! Arap kız, bu söz üzerine, evden çıkarak doğruca havuzun kenarına gitmiş. Hayali gördüğü yerde başını kaldırarak ağaca bakmış. Dallar arasında ayın ondördü kadar güzel bir kız görünce, hanımına hak vermiş. Hemen Limon Kız’a seslenmiş: Güzel kız! Cici kız! Ne olur, beni de yukarı alsana! Şehzadenin dönmesi geciktiği için Limon Kız’ın . canı sıkılıyormuş. Biraz konuşup vakit geçirmek için arap kızı yukarıya almaya razı olmuş. Derhal: Eğil çınar ağacı, eğil! diye seslenmiş. Arap kız, ne oluyor diye şaşkın şaşkın bakarken, çınar ağacı yere doğru eğilmeye başlamış. Limon Kız’ın oturduğu dal toprağa iyice yaklaşınca, arap kız, yanına oturmuş. Çınar ağacı düzelmiş. Öteden beriden konuşmaya başlamışlar. Sonra da, vakit geçsin diye, Limon Kız ona başından geçenleri anlatmış. Arap kız, onun hayatını öğrendikten sonra: Mademki sen bir peri kızısın, demiş, elbet bir tılsımın vardır. Bana söylemez misin? Aklına hiçbir fenalık getirmeyen Limon Kız: Benim tılsımım başımdaki küçücük altın taraktır, diye cevap vermiş. Eğer bu küçük altın tarak, yerine konmazsa, ben kuş olup uçarım… Sonra gene konuşmaya dalmışlar. Bir aralık arap kız: Sultanım, demiş, saçlarınız pek dağınık. Başınızı eğinde biraz tarayayım… Limon Kız başını eğmiş. Arap kızı da küçük altın tarakla onun saçlarını taramaya başlamış. Tarama işi . bittikten sonra, tarağı çıkardığı yere değil, saçlarının başka bir tarafına takmış. Limon Kız da beyaz bir güvercin olup uçmuş… Limon Kız kuş olup uçtuktan sonra, arap kız sevincinden geniş bir nefes almış. Sonra üzerindeki elbiseleri çıkarıp Limon Kız gibi ağacın yaprakları arasına gizlenmiş. Şehzadeyi beklemeye başlamış. İşte bu sıralarda, şehzade, Limon Kız`ı hatırlamış. Hemen askerlerini toplamış. Bir kat ipekli sultan elbisesini de yanına alarak yola çıkmış. Atını önden sürerek havuzun olduğu yere varmış. Başını kaldırıp ağaçta arap kızı görünce, şaşırmış: Kız sana ne oldu böyle? diye sormuş. Arap kız, üzüntülü görünerek: Ne olacak şehzadem, demiş, beni unuttunuz. Burada otura otura güneş vurdu kararttı, rüzgâr esti sararttı. Ağlamaktan gözlerim bozuldu. Şehzade bu sözlere inanmış. Arap kız güzelce giyindikten sonra şehzadenin yardımı ile aşağıya inmiş. Hep beraber saraya dönmüşler. Padişahla sultan anne arap kızı görünce şaşırmışlar. Şehzade`nin dediği gibi bu kızın hiç de güzel tarafı yokmuş. Çaresiz kalarak oğullarının hatırı için ses çıkarmamışlar. Kırk gün, kırk gece düğün yaparak bunları evlendirmişler. Düğünden sonra sarayın bahçesine beyaz bir güvercin dadanmış. Hergün bir ağaca konar, bahçıvana: Bahçıvan başı! Bahçıvan başı! diye seslenirmiş. Şehzade uyuyorsa, uyusun, uyansın, uykuları yağ bal olsun! Arap kızı uyuyorsa, . uyusun, uyansın, uykuları zehir olsun. Bastığım dallar kurusun, çiçek, meyve vermez olsun! Sonra uçup gidermiş. Böylece her gün konduğu ağaçların dalları kuruyormuş. Bir gün sarayın bahçesine inen şehzade, bazı ağaçların dallarını kurumuş görünce, bahçıvana: Neden bu ağaçlara iyi bakmıyorsun? diye çıkışmış. Bahçıvan da, dalların neden kuruduğunu anlatmak zorunda kalmış. Bunun üzerine şehzade: O halde bütün dallara zift sür, güvercini yakala! demiş. Bahçıvan, şehzadenin dediklerini hemen yapmış. Ertesi gün güvercin gelip dallardan birine konarak: Bastığım dallar kurusun, çiçek, meyve vermez olsun! demiş. Fakat, uçarken ayakları zifte yapıştığı için dalda kalakalmış. Şehzadeye hemen haber vermişler. Güvercini alıp bir kafese koymuşlar. Şehzade, güvercini çok sevmiş. Kafesi alıp kendi odasına götürerek bir köşeye asmış. Güvercin, şehzade odada iken, bir şeyler cıvıldar, âdeta bir insan gibi konuşur, o odadan çıkınca, susarmış. Arap kız, güvercini görünce tanıdığı için, onu yok etmeyi düşünüyormuş. Bir gün yalandan hastalanarak: Benim canım beyaz güvercin eti istiyor, demiş, yoksa ölürüm… Şehzade, çarşıdan bir beyaz güvercin aldırmaya kalkmış. Arap kız: İlle bu güvercin olacak! Başkasını istemem! diye tutturmuş. Şehzade, ne yaptı, ne ettiyse, arap kızı razı edememiş. Kafesteki beyaz güvercini kestirmiş. Sarayın bahçesinde güvercini kestikleri yer kıpkırmızı kan olmuş. Kanların olduğu yerde o anda kocaman bir selvi ağacı meydana gelmiş. Arap kız, selvi ağacını görünce, dayanamamış, bu sefer de: Bu selvi ağacından bana bir taht yaptırın! diye tutturmuş. Başka bir selvi ağacı bulup keselim demişlerse de, anlatamamışlar. Çaresiz selviyi kesmişler. Arap kıza güzel . bir taht yapmışlar. Artan tahta parçalarını fakir bir kadına vermişler. O da ocakta yakmak için dua ederek alıp evine götürmüş, bir kenara koymuş. Öteberi almak için çarşıya çıktığı bir sırada, tahta parçaları kımıldamaya başlamış. Çok geçmeden tahtaların arasından Limon Kız ortaya çıkmaz mı? Hemen kollarını sıvayarak evi baştan aşağıya . temizlemiş, gül gibi yapmış. Sonra mutfağa giderek yemekler pişirmiş, bulaşıkları yıkayıp kurulamış, kapları yerine kaldırmış. Yemek sofrasını kurmuş. Her iş bittikten sonra da, bir dolaba girip saklanmış. O sırada fakir kadın eve gelmiş. İçeri girer girmez şaşırmış. Acaba bunları kim yaptı diye evi aramaya başlamış. Kimseyi göremeyince: İn misin, cin misin? diye seslenmiş. Limon Kız, saklandığı yerden çıkarak: Ne inim, ne de cin, demiş. Bir peri kızıyım. Ama artık senin gibi bir insan oldum… Sonra gidip kadının elini öpmüş. Başından geçenleri ona anlatarak, evlatlığa kabul etmesini rica etmiş. Yalnızlıktan zaten canı çok sıkılan fakir kadın, onu hemen evlatlığa kabul etmiş. O günden sonra, güzel güzel geçinmeye başlamışlar. Günlerden bir gün, şehzade hastalanmış. Hekimler bol bol çorba içmesini söylemişler. Her gün bir evden çorba gönderiliyor, şehzade beğenirse hepsini içiyor, beğenmezse bir kaşık alıp bırakıyormuş. Limon Kız bunu haber alır almaz güzel bir çorba pişirmiş. Şehzadenin havuz başında kendisine verdiği yeşil taşlı yüzüğü çorbanın içine atmış. Fakir kadına: Anneciğim, demiş, şehzademiz için ben de bir çorba yaptım. Ne olur saraya götürür müsün? Kadıncağız: Hay hay yavrum! diyerek çorba tasını almış, saraya gitmiş. Askerler, üstü başı eski olan bu kadını saraya sokmak istememişler. Şehzade, kadını pencereden gördüğü için askerlere bırakmalarını emretmiş. Kadın yukarıya çıkarak çorbayı şehzadeye vermiş. Odadan çıkarken, şehzade çorbadan bir kaşık içmiş, beğenmiş. Arkasından ikinci kaşığı almış. Ağzına katı bir şey gelmiş. Bir de çıkarıp bakmış ki, Limon Kız`a verdiği yeşil taşlı yüzük değil mi? O zaman anlamış ki, . Limon Kız diyerek evlendiği arap kız, başka biri. Arkasından adam koşturup fakir kadını çağırtmış. Odaya gelince: Teyze, demiş, senin kızın var mı? Kadıncağız: Var oğlum, diye cevap vermiş, hem de bir peri kızı. Ama şimdi o da bizim gibi bir insan sayılır… Kadının bu sözleri şehzadeyi . o kadar sevindirmiş ki, birdenbire hastalığı falan geçmiş. Kadını yanına oturtarak, ne biliyorsa anlatmasını rica etmiş. Fakir kadın da Limon Kız`ın anlattıklarını şehzadeye bir bir söylemiş. Şehzade işin doğrusunu öğrenince, ellerini çırpmış. Odaya giren arap uşağa: Çabuk bizim kadını çağırın! diye emir vermiş. Biraz sonra arap . kız odaya girmiş. Korkudan tirtir titriyormuş. Şehzade: Seni yalancı, hain kadın seni! diye bağırmış. Söyle bakalım, kırk katır mı istersin, yoksa kırk satır mı? Arap kız: Kırk satırı ne yapayım, diye cevap vermiş, kırk katır isterim ki, memleketime döneyim! Arap kızı hemen kırk katırın kuyruğuna . bağlayıp dağlara salmışlar. Sarayda yeniden düğün hazırlıkları yapılmış. Şehzade ile Limon Kız`ı kırk gün, kırk gece süren görülmemiş şenliklerle evlendirmişler. Onlar ermiş muradına, darısı sizlerin başına

ODUNCU




Bir varmış, bir yokmuş Allah’ın kulu çokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde uzak bir ormanda, bir oduncu ve karısı yaşarlarmış. Oduncu gündüz ormanda ağaç keser, akşamüzeri odunları satar. Eline geçen paralarla bakkaldan bir şeyler alır ev,ne getirirmiş. Sonra da birlikte eğlenip dururlarmış.

Onlar böyle geçinedursunlar, padişah geceleri mum yakılmasını yasaklamış. Bu yasağa herkes uymuş ama bizim odunca gece mum yakmaktan, çalıp oynamaktan vazgeçmez.

Bir gece padişah çıkıp mahalleleri, evleri dolaşmaya başlar. Geze geze oduncunun evine kadar gelir, bakar ki, bir gürültü bi tıngırtı, çalgı gırla gidiyor.

Padişah bir süre pencerenin aralığından onları seyreder, pek hoşuna gider ve oduncunun evini unutmamak için kapısına bir işaret koyup uzaklaşır.

Ertesi gün adamlarına oduncunun evine gitmelerini bir at ve elbise götürmelerini söyler. Onlar söyleneni yaparlar ama oduncunun karısı “ kocam evde yok, odun kesmek için ormana gitti” der. Onlarda oduncuyu ormanda bulurlar. Padişahın gönderdiği urbaları giydirip, ata bindirerek yola çıkarırlar. Yolda giderlerken oduncuyu gören dilenciler oduncudan para istemişler. Oduncu elini cebine sokar ve para olmadığını görünce,”dönüşte , dönüşte” diye bağırır. Bu arada padişahın yanına getirirler. Padişah bu oduncudan çok hoşlanır ve ona kapıcıbaşı ünvanını verir ve güzel bir kılıcıda eline vrdirir.

Oduncu evine dönerken yolda yine o dilencilerle karşılaşır, dilenciler yine para isterler, ellerini cebine atar, para yoktur”Siz dede yok, bende de yok” diye diye evine kadar gider.

Eve geldiğinde karısı kapıyı açar. Oduncu içeri girer. Oturup konuşmaya başlarlar.. Adam o gün başından geçenleri anlatır. Bu arada akşam karanlığı basar, karınları acıkır. Adam “bu iyi olmadı” der. Para pul ve yiyecekleri yoktur.

Kadın” Hadi git şu padişahın verdiği kılıcı sat yiyecek bir şeyler al” der.

Adam kılıcı alır bakkala gider, yiyecek bir şeyler alır, karısıyla birlikte yer, içer eğlenirler.Padişahın adamlarından biri kılıcı bakkala bıraktıklarını görüp, padişaha anlatır. Bu arada oduncu da kendine tahtadan bir kılıç yapar. O zamanlarda bu şekilde kılıç verilen kişiler aynı zamanda padişahın korunmasından da sorumlu olurlarmış Padişah oduncuyu yanına çağırıp, hadi kurtar beni diye bağırmış. Oduncu tahta kılıcına sarılıp”Allah Allah” diye saldırmış karşısındaki askerlere. O tahta kılıçla öyle şeyler yapmış ki, hepsi şaşırmışlar.

Padişah ona yeni bir kılıç ve altın verdirmiş. Oduncuya bir de konak vermiş. Oduncu ve karısı ömürlerinin sonuna kadar o konakta mutlu mesut yaşamışlar.

FAKİR BALIK

FAKİR BALIK

Denizde bir balık varmış. Çok fakirmiş. İş arar bulamaz, avare gezermiş. Günlerden bir gün bu balık sahile uğramış. Demişler ki: “ Bak fakir balık, karşıki tepecikte varlık havuzu var. Oraya ulaşırsan zengin olursun. Fakir balık sahile çıkmış. Kumun üstünde takla atmış, debelenmiş, sonunda varlık havuzuna ulaşıp, suya atlamış. Havuza gelinceye kadar gösterdiği gayreti izleyen zengin balıklar fakir balığı coşkuyla karşılayıp çeşitli hediyeler vermişler. Bu hediyeler öyle çokmuş ki, artık fakir balık, zengin balık olmuş. Zengin balık ertesi günden itibaren gözlerini denize dikip bir fakir balığın havuza gelmesini beklemeye başlamış.

Zengin balıklar isteseler ve yardım etseler dünyada bir tane fakir balık kalmaz. Bunun için tepecikteki havuzdan çıkıp denize ulaşmaları gerekir. Ama bunu hiç istemezler, çünkü fakir balıklardan gereksiz yere korkarlar. Bu korkuyu yendikleri takdirde mutlulukla kucaklaşacaklardır. Vakit henüz geç değildir. Zengin balıkların tepecikten ayrılıp denize doğru geldiklerini ve denizdeki fakir balıkların onları alkışladıklarını görür gibi oluyorum.

Yazan : Serdar Yıldırım

CİCİ KUŞ

CİCİ KUŞ

Ormanda yaşamakta olan binlerce bülbül ve kanarya aralarında çıkan tartışmalara bir türlü engel olamayarak yollarını ayırmışlar, ormanın bir tarafında bülbüller, diğer tarafında kanaryalar yaşamaya başlamıştı. Sadece bir bülbül yuvasını terk etmemiş, kanaryalar arasında kalmıştı. İşte, bu bülbül cici kuştu.

Yavru bir kanarya bülbüller tarafına geçince yakalandı ve kafese kapatıldı. Olayı öğrenen kanaryalar elçi göndererek, özür dileyip, yavru kanaryayı geri isteyeceklerdi. Fakat hiçbir kanarya bu işe gönüllü değildi. Sonunda, kanaryalar cici kuşa gittiler ve yavru kanaryayı kurtarmasını rica ettiler. Cici kuş teklifi kabul edip yola çıktı.

Cici kuş bülbüller tarafından sevinçle karşılandı. Baş köşeye oturtuldu. O da bir bülbüldü ve kanaryalar arasında daha fazla kalamayarak hemcinslerinin yanına dönmüştü. Bu kanaryalarla bir arada yaşanmazdı zaten. Ertesi gün cici kuş geliş nedenini açıklayınca ortalık karıştı. Yoksa cici kuş bir hain miydi? Bülbüller, buna fazla kafa yormadılar ve cici kuşu da bir kafese kapattılar.

Cici kuş kendini ve yavru kanaryayı kurtarabilmek için akla karayı seçti. Kötü bir niyetinin olmadığını, yalnızca yavru kanaryayı kurtarmak için geldiğini tekrar tekrar anlattı. Günler sonra yavru kanaryayla birlikte kanaryalar tarafına geçerken, ilk aklına gelen fikre doğrudur deyip başka hiçbir fikri önemsemeyen basmakalıpçılara laf anlatmanın deveye hendek atlatmaktan daha zor olduğunu düşünüyordu cici kuş.

Yazan: Serdar Yıldırım ( 15-1-1993 ) - Bursa

AYLA İLE CADI MEMORY

AYLA İLE CADI MEMORY

Ülkenin birinde Ayla adında güzel bir genç kız yaşıyordu. Ayla okul sıralarında fizik dersine büyük ilgi duyuyor ve bilim adamlarının teorilerini dikkatle okuyordu. Acaba bilim adamlarının aklına bu teoriler nasıl geliyordu? Hiçbir somut kanıta, elle tutulur, gözle görülür hiçbir dayanağa bağlı kalınmadan üretilen teoriler, bazen aynı bilim adamı tarafından, bazen başka bir bilim adamı tarafından fikir ve düşünce sistemleri en üst düzeylere çıkarılarak somutlaştırılıp insanlığa yararlı hale getiriliyordu. Örneğin, Jules Verne “ Aya Yolculuk “ adında bir roman yazacak ve insanlar bu romandaki teorilerin izinden giderek, Ay’a ilk yolculuğu gerçekleştirecekti.

Ayla’nın kafasına Albert Einstein’ın “ İzafiyet Teorisi “ takılıyordu. Bir cisim Dünya’nın dönüş istikametinin ters yönünde Dünya’nın dönüş hızından daha hızlı giderse geçmişe dönmek mümkün olur. Aynı cisim aynı yönde daha hızlı giderse geleceğe gidilir.

Ayla geçmişe dönmek ve bir prenses olmak istiyordu. Bunun için bir zaman makinesi yapması lazımdı. Çeşitli kitaplar okudu, türlü aletler, araçlar aldı. Planlar yaptı, şekiller çizdi. Aylarca uğraştı ve pek çok denemeden sonra zaman makinesini çalışır hale getirdi. Ayla daha sonra zaman makinesinin bilgisayarını 400 yıl öncesinin Avrupa’sına programladı. Bilgisayara tarihle ilgili bilgilerin girişi yapıldığı için, amaca uygun bir ülkeye ışınlandı.

Ayla bilgisayarın seçtiği ülkede ilgiyle karşılandı. Kısa sürede adı herkes tarafından duyuldu. Gelecekten geldiğini söylemiş, başından geçenleri anlatmıştı. Olamaz gibiydi ama olmuş olmuştu. Hem genç kız arabalardan, uçaklardan, gemilerden bahsediyordu. Medeniyetin hayali bile güzeldi. Güzel olan bir şeye güzel değil diyemezdin. Güzellikle çirkinlik on kere yarışsalar dokuzunu güzellik kazanırdı. Kalan bir yarış berabere biterdi.

Ayla penslerle arkadaş olmuştu. Genç adamlar onun etrafında birer pervaneydi. Prenslerin ilerici fikirleri destek görüyordu. Ayla 1997 yılından gelmiş, yaşadığı zamanı anlatıyordu ama prensler sonraki yıllara da fikir çubuklarını uzatıyorlar ve 2000’li, 3000’li yılları tahmin etmeye çalışıyorlardı.

Prensleri sihirli aynasında devamlı olarak takip eden ve beş prense de aşık Cadı Memory, Ayla’dan hiç hoşlanmamıştı. Prensler, Cadı Memory’nin kendilerine aşık olduğunu biliyorlardı. O zaman, bu nasıl küstahlıktı. Cadı Memory, prensleri birer alabalık haline getirip, Ayla ile birlikte, geldiği zamana gönderdi. Ayla evine geri döndü. Beş alabalık ise, bahçeli bir çayhanenin kapalı kısmındaki havuzda yüzüp duruyordu.

Yazan: Serdar Yıldırım

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...