Vaktiyle büyük bir padişah vardı. Bunun Gülsün Sultan adlı bir kızı vardı. Bu kızı başka bir padişahın oğluna istediler. Babası kızını verdi. Şehzade memleketine götürmek için, Gülsün Sultan’ı altun arabasına bindirerek alayla yola çıkardı. Bir gün yolda giderken şehzade yerde bir nar tanesi gördü. Derhal, atından aşağıya inerek nar tanesini yerden aldı, ağzına attı. Gülsün Sultan, şehzadenin bu hareketini dikkatle seyretmişti. Yerden bir nar tanesini alıp da ağzına atan bir insanın – bir şehzade olsa bile - kibar ve nazik bir adam olamayacağına hükmetti. Kendisinin böyle kaba ruhlu bir gençle beraber yaşayamayacağını anladı. Heman arabacısına, arabayı geri çevirmesini emretti. Yaverleri vasıtasıyla da, kendine ait bütün arabaları geri çevirtti.
Şehzade, yalnız kendi adamlarıyla elleri bomboş olarak memleketine döndü; fakat, uğradığı bu hakaret ona çok acı geldi. Bundan başka, gerçekten gönül verdiği güzel nişanlısından mahrum olmakta, kalbini ateşli bir testere gibi kemiriyordu. Şehzade, hem kendisine hakaret eden o mamur sultandan öç almak ihtirasıyla, hem de gönlünü beraber alıp götüren o güzel vücuda kavuşmak iştiyakiyle yanıp tutuşuyordu. Nihayet günlerden bir gün, şehzade kararını verdi. Masallarda olduğu gibi, başına bir işkembe geçirerek, kendisini bir Keloğlan kılığına soktu. Bu şekilde, sevgilisinin memleketine gitti.
Şehzade, Gülsün Sultan’ın, öteden beri eli yordamlı bir bahçıvan aramakta olduğunu biliyordu. Keloğlan kılığında olarak saraya gitti. Kapıcıbaşıyla bahçıvanlıkta çok hünerli olduğunu, sarayda bir bahçıvana ihtiyaç varsa, kendisinin bu işi pek a’la yapabileceğini haber verdi. Sarayın kapıcıbaşısı, Gülsün Sultan tarafından iyi bir bahçıvan aramaya memur edilmişti. Derhal, Keloğlan’ı Gülsün Sultan’ın huzuruna götürdü. Gülsün Sultan, güllerin her rengini, her çeşidini severdi. Keloğlan’a, “Gül yetiştirmesini bilir misin?” diye sordu. Keloğlan, “Bilmeseydim, hiç böyle bir sarayın bahçıvanlığını isteyebilir miydim?” dedi.
Ertesi sabah, Gülsün Sultan uykudan uyanıp da bahçenin baştan başa pembe güllerle bezendiğini gördü; bir gün evvel, kızıl topraktan başka bir şey görülmeyen saray bahçesi, bu sabah cennetin gül tarlalarına benziyordu. Bir gecede, böyle bir gül tarlasını vücuda getirmek nasıl mümkün olurdu? Gülsün Sultan, büyük bir meraka düştü. Hemen maşlahını omzuna atarak bahçeye indi. Bahçenin uzak bir köşesinden çok hüzünlü bir şarkı sesi geliyordu. Oraya yaklaşınca, Keloğlan’ın kendi kulübesinde türkü söylemekte olduğunu gördü:
Aç, gülüm aç desem güller açıyor;
Saç gülüm saç desem renkler saçıyor; Lakin değil hiçbirisi gözümde;
Çünkü benim yârim benden kaçıyor.
Gülsün Sultan –Keloğlan senin sevdiğin çok zalim bir kız olmalı! Bir nefesiyle dünyayı gülistana çeviren senin gibi bir sihirbaza nasıl oluyor da gönül vermiyor?
Keloğlan – Ah, sultanım, Allah sizi bir şefkat meleği diye yaratmış... Siz benim için Allah’a yalvarıveriniz; mutlaka o da gönlünü verir.
Gülsün Sultan, ellerini göğe kaldırarak, Keloğlan için dua etti. Duadan sonra Keloğlan’ı daha sevimli, daha nazik görmeye başladı.
İkinci sabah, Gülsün Sultan, uyanınca yine pencereden baktı. Bugün de bahçe baştan başa beyaz güllerle donatılmıştı. Hemen maşlahı omzuna atarak bahçeye indi. Yine şarkı sesleri geliyordu. Keloğlan’ın kulübesine yaklaşınca, şu türküyü işitti:
Yârim bana ya hep cefa göstersin
Yahut gerçek, tam bir vefa göstersin...
Gözyaşımla bahçesini sulayayım
Benim hüznüm ona sefa göstersin.
Bu gün Gülsün Sultan, Keloğlan’ı daha yakışıklı görmeye başladı.
Üçüncü sabah, Gülsün Sultan bahçesinin sarı güllerle bezenmiş olduğunu gördü.Keloğlan’ın kulübesine gidince, şu türküyü işitti:
Ey gülleri seven, sen de bir gülsün,
Bana karşı gül ki, bahtım da gülsün
Sorma kimdir yârim o da sultandır,
Darılmazsan adı onun da Gülsün!
Bugün Gülsün Sultan, başka birisini değil, kendisini sevdiğini anladı. Kendi gönlünü yoklayınca, orada da Keloğlan’a karşı bir aşk ateşi alevlenmekte olduğunu gördü. Hemen kararını verdi, Keloğlan’ın yanına gitti: “Ben de seni seviyorum; fakat babam beni sana vermez. Bu memleketten gizlice kaçalım. Başka bir diyara hür, serbest birbirimizin oluruz!” dedi. Keloğlan, evvelce her ne lazımsa hazırlamıştı. Hemen o gece, saraydan kaçarak yola düştüler. Gündüzleri ormanlarda gizleniyorlar, gece yürüyorlardı. Nihayet, memleketin hududunu aştılar. Artık ele geçmek, yakalanmak korkusu kalmadı. Şimdi, gündüzleri de yürüyorlardı. Bir gün yolda giderken, Keloğlan yerde ağaçtan yapılmış eski, kırık bir tarak gördü. Gülsün Hanım’a, “Bunu al, bohçana koy!” dedi.
“Niçin alayım? Bu neye yarar?”
“Başını taramak için bir tarak lazım değil mi? Bakalım, gideceğimiz yerde bunu bulabilecek misin?”
Gülsün Hanım, tiksinerek tarağı yerden aldı. Bohçasına koydu. Biraz daha yürüdüler. Keloğlan yerde yamalı, yırtık bir peştamal parçası gördü. Gülsün Hanım’a, “Bunu al, bohçana koy!” dedi. Gülsün Hanım, “Niçin alayım?” demesi üzerine, “Hamamda bir peştemala ihtiyacın olmayacak mı? Bakalım, gideceğimiz yerde bunu bulabilecek misin?” dedi. Biraz daha yürüdükten sonra, yerde tenekeden kirli bir taş
Sponsorlu Bağlantılar
gördü. Gülsün Hanım’a “Bunu da al!” dedi. Gülsün Hanım’ın yine “Niçin alayım?” sualine cevaben, “Hamamda başına su dökmek için bir tas lazım. Bakalım, gideceğimiz yerde bunu bulabilecek misin?” dedi. . Gülsün Hanım, bu kirli tası da tiksinerek aldı. Bohçasının bir tarafına sıkıştırdı. Bu suretle, her ikisi de yaya olarak, yürüye yürüye, Keloğlan’ın baba yurduna geldiler. Keloğlan, Gülsün Hanım’ı sarayın yanında bir kulübeye yerleştirdi. Kendisi, şehzade elbisesi giyerek, saraya gitti. Seyahatte eski aşkından kurtulduğunu, şimdi büyük vezirin kızıyla evlenmek istediğini, hemen düğün hazırlıklarına başlanmasını bildirdi. Sarayda düğün hazırlıklarına başlandı. Şehzade günde bir defa, Keloğlan kıyafetinde sultanın kulübesine geliyordu.
Keloğlan, bir gün Gülsün’e dedi ki, “Bu memleketin şehzadesi evleniyor. Sen de dikişçi kadınlar arasında saraya git. Hem elinin emeğine karşı bir ücret alırsın, hem de bir parça ipekli kumaş aşırırsan, doğuracağın çocuğa güzel bir elbise yaparsın!” Gülsün, bir dikişçi kadın sıfatıyla saraya girdi. Gelinin çok çirkin bir kız olduğunu gördü. Bir zaman, bir saraya gelin olarak geleceğini hatırladı. Bir nar tanesinin ne suretle talihini değiştirdiğini düşündü; fakat o, şimdiki halinden çok memnundu; çünkü, kocasını candan, gönülden seviyordu. Bu anda kocasının söylediği sözler hatırına geldi. Her ne kadar, seciyyesinin, ahlâkının zıttı ise de, nefsini zorlayarak o sözlere itaat etti. Bir parça ipekli kumaşı çarşafının altında sakladı. Şehzade, bir gün evvel baş kalfaya yarın, işçi kadınların da, kumaş çalınmış diyerek yoklama yapılmasını emretmişti. Yoklama yapıldı, aranılan kumaş parçası Gülsün Kadın’ın çarşafı altında bulundu. Kadıncağız bin türlü hakaret görerek, zorla, canını kulübesine atabildi.
Kocasına işi anlattı. Kocası, “Bu kere beceriksiz davranmışsın. Bir daha girersen daha ustalıkla aşırırsın!” dedi. Gülsün, manyetizma uykusuna yatırılmış gibi, kocasının her dediğini ihtiyatsız yapıyordu. Aşk, bütün iradesini elinden almıştı. Yine sabah, Keloğlan, “Bugün yakınımızdaki hamama git!” dedi. Gülsün, tasını, tarağını toplayarak hamama gitti. Meğer, o gün sarayın bütün hanımları da hamamda imişler. Şehzade bir tepsinin içine bir parça altun, bir parça şeker, bir gül, bir diken, bir nar tanesi koyarak baş kalfayla hamama gönderdi. “Hanımlardan hangisi bu tepsideki bilmeceye cevap verirse, şehzade, onu alacaktır deyiniz ve fakir olsun, zengin olsun mutlaka her hanıma bu tepsiyi gösteriniz!” dedi. Cariyeler, tepsiyi hamamdaki bütün hanımlara gösterdiler. Hiçbirisi bilmeceyi anlayamadı. Nihayet, hamamda Keloğlan’ın karısı Gülsün Kadından başka kimse kalmadığını görünce, ona da göstermeye mecbur oldular; çünkü şehzade, fakir olsun zengin olsun her kadına gösterilmesini emretmişti. Tepsiyi, Keloğlan’ın karısına da gösterdiler. Kadıncağız ihtiyatsız şu sözleri söyledi:
Altun gibi azizdim Şeker gibi lezizdim
Saltanat ağacında Yetişmiş tek filizdim
Naz bağında gül iken
Oldum bir kaba diken
Sebep bir nar tanesi
Keloğlana vardım ben
Cariyeler unutmamak için bu sözleri yazdılar. Şehzadeye götürdüler. Şehzade, “Alacağım kız işte budur!” dedi. Derhal, cariyeler Gülsün Hanım’ı, gelin sultana hazırlanan kulübeye götürdüler. Kadıncağız, kırık tarağıyla tasından, yırtık peştemalından bir türlü vazgeçmek istemiyordu. Cariyeler bunları elinden alarak bir tarafa attılar; beline sultanlara mahsus bir peştamal sardılar. Saçlarını fil dişinden elmas taraklarla taradılar. Başına altun taslarla su döktüler. Güzelce yıkadıktan sonra ipekli havlulara sararak hamamdan çıkardılar. Gelin sultan için yapılan elbiseleri ona giydirdiler. O, istemiyor, “Ben Keloğlan’ın karısıyım. Beni, yanlış olarak başkasına benzettiniz!” deyip duruyordu. Cariyeler büyük bir nezaket ve hürmetle onu, altun arabaya bindirdiler; saraya götürdüler. Doğru şehzadenin odasına çıkardılar. O ağlıyor, “İstemem, istemem, Keloğlan’dan başka kimseyi istemem!” diyordu.
Bu anda şehzade geldi. Gülsün Kadın, ona da, “Ben evli bir kadınım. Keloğlan’ın karısıyım. Onu seviyorum. Kim olursa olsun başkasını istemem!” dedi. Şehzade dedi ki, “Mademki sen Keloğlan’dan başkasını istemiyorsun, işte ben de bir Keloğlan olacağım!”. Derhal, duvardaki bir dağarcıktan eski bir işkembe çıkardı. Başına taktı. Keloğlan’ın yırtık hırkasını da çıkararak sırtına geçirdi. Bu kıyafetle Gülsün Hanım’ın önünde durdu. Kadıncağız, sevgilisi olan Keloğlan’ı karşısında görünce, şimdiye kadar bir Keloğlan zannettiği kocasının, nar tanesini yiyen şehzade olduğunu anladı.
Şehzade, “Nasıl!” dedi, “şimdi artık beni isteyecek misin?”.
Gülsün Hanım, “Evet, şimdi isterim; çünkü sen bir şehzade iken seninle hiç görüşmeyerek, hiç tanışmayarak evlenecektim. Keloğlanı ise gördüm, konuştum. Çehresinin çirkinliğine bakmayarak sevdim.Eğer Keloğlan’ın bu düzme çirkinliği altında güzel bir şehzade saklı ise, bundan dolayı teessüf edecek de değilim. Güzel ruh, güzel çehre ile beraber olursa, nimet nimet üstüne demektir. Şimdi, şehzadem, senden bir şey soracağım. Bir nar tanesinden dolayı beni affedecek misin?”
Şehzade, “Hayır, af isteyecek benim; çünkü sana bu kadar eziyetleri çektirdim. Seni bu kadar hakaretlere uğrattım. Bilmem sultanım, bu cinayetlerimi affedebilecek misin?”
Sultan, “O halde, birbirimizle ödeşmişiz sayalım. Geçmişi unutalım. Bizim için hayat, asıl bundan sonra başlayacak. Nasıl şehzadem, bundan sonra birbirimizi hep seveceğiz değil mi? hele ilk çocuğumuz dünyaya gelirse, bahtiyarlığımız iki kat olacak; o vakit yeniden kırk gün kırk gece düğün yapacağız, değil mi?”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder