Amerika'da Alemlere Akmak





Hooop bir dakika öyle değil. Bu alemler bize göre türden. Bahsettiğim, arkadaş edinmek, konu komşuya açılmak, event event gezmek ve coşmak hobaaa...

Bugünkü ikinci yazım blogda. Hem arayı kapatmak, hem de çok sorulan bu mevzuyu tecrübe ettiğim kadarıyla açıklığa kavuşturmak istedim.

Amerika'ya geldim. İmkanlar, hayat, her şey çok güzel ama yalnızım, lök gibi kaldım. Ne yapmam lazım?


Burda lök gibi kalmak için gerçekten evde lök gibi oturmak lazım, zira Amerika sizi sosyalleşmeniz için adeta dürtüyor.


Peki neler var?

 Birçok kilisenin conversation classları var. Bunu internetten civarınızdaki kiliselere bakarak öğrenebilirsiniz.

  Bu kiliselerin kendi cafelerinde haftada bir bizim gibi international kişiler toplanırlar. Başlarında kiliseye hizmet eden Amerikalılar bulunur. Her hafta bir konu belirlenir ve 5-6 kişilik masalarda gruplar İngilizce sohbet ederler. Hem buraya dair çok şey öğrenir, hem de bizim kültürümüzü onlara anlatırsınız. Çok eğlenceli ve öğreticidir.


  Kilise dedim diye ürkmeyin. Kimse burda dinini dikte etmez, hatta katılanlar İslam'ı merak ettiklerinden çok soru sorarlar. Kiliseye hizmet edenler ise sizin yiyecek konusundaki hassasiyetinize kadar dikkat eder, içeriği sakıncalı yiyeceklerde sizi uyarırlar.


  Farklı dinden insanların saygı ve hoşgörü içinde, birbirinin inançları hakkında soru sormaları, öğrenmeleri, onlara hal ve söz ile örnek olmaya gayret etmek, tüm bunları gözlemlemek ve içinde olmak muazzamdır.


  Bunun dışında kilise görevlisi ayda iki kez  sadece kadınlara program düzenler, gezilere götürür, katılanlar birbirlerinin evinde yöresel yemekler yaparlar.



  Devlet okullarının bir kısmında, genelde haftada iki kez, ücretsiz akşam dil sınıfı olur. Başlangıç seviyesinden ileri seviyeye kadar. Bu okullar ücretsiz olduğu için orta ve ileri seviye için tatmin edici olmayabilir ama arkadaş edinmek ve konuşmak için güzel bir fırsattır. Niye bu kadar için kullandım ben de bilmiyorum.


  Komşu edinmek zaman isteyen bir iştir. Türkiye'de bile nasıl ki yeni tanıştığımız birinin evine hemen gidip kendi evimize davet edemiyorsak, tanıma süreci yaşıyorsak burda da öyle. Kaldı ki Amerika göçmenlerden dolayı kültür zengini bir ülke. Haliyle güven kazanma süreci uzun olabiliyor.


  Biz bu yıl yeni evimizde komşulara aşure programı yaptık. Çok memnun kaldılar. Bu tür geleneksel anları değerlendirebilirsiniz.



  Sürekli selamlaştığınız kişileri Türk çayı veya Türk kahvesi içmeye evinize davet edebilirsiniz. Eğer kabul etmezse bunu şahsi olarak düşünüp alınmayın ve ısrar etmeyin. Zamana ihtiyaç var demektir. 
Bazı insanlar ev davetinden hoşlanmayıp dışarda görüşmeyi tercih edebiliyorlar.

  Diğer bir önemli nokta, evinize ilk kez davet edeceğiniz yabancı arkadaş veya komşunuzu evliyse eşli, bekarsa onun da tanıdığı bir arkadaşla davet edin ve bunu kendisine bildirin. Güven için önemli. Hiç kimse kültürü, inancı veya dili tamamen farklı birinin evine ilk davette yalnız gitmek istemez.

  Bazı kültürlerde bizdeki gibi sırayla gitme olayı olmuyor. Ben çağırdım, şimdi de o çağırsın demeyin. Dilinizi geliştirmek, kültürünüzü göstermek, yemeklerinizi tattırmak, kısa sürede ortam yapmak için gerekirse hep siz davet edin. Coşun coşturun.


  Türklerden mümkün mertebe uzak durun. En azından belli bir süre. Yeter görüştünüz Türkiye'de. This is a new life gülüm.
  
 Elbette ki, sürekli Türk arkadaşlarla haşir neşir olarak burayı kendinize küçük bir Türkiye yapabilirsiniz ama ben şahsen Amerikalıların ve diğer milletlerden göçmenlerin arasına balıklama dalmayı, yeni arkadaşlar edinmeyi, evimi adeta kafeye çevirmeyi, buraya uyum sağlamayı tercih ettim ve bundan da gayet memnunum. 



E o zaman bol kahveli, bol keyifli günler.











Amerika Hakkında Sık Sorulan Sorular





 Öhhööö öhhöö... Uuu... köh köh köhh... 
Aylardır uğramadım, toz böcük basmış burayı. Yettim gari. 

   İnstagramdan çok soru geliyor Amerika ile ilgili. Orda toplu bir cevap aşkettiydim, buraya da nakşedeyim dursun. Lazım olan alır geder, olmayan bırahır gaçar.

  Bacınıza Dm'den Sık Sorulan Sorular 

Bana Iphone getirebilir misin? 
Getiremem.

Amerika'ya gelmenin en ucuz ve en kolay yolu nedir? 
Green Card.

Green Card için ne yapmam lazım? 
Çekilişle çekilmen lazım.

Amerika'da eğitim pahalı mı? 
Ben eğitilmiş geldim bilmiyorum.

Dil kursları ne kadar? 
Semtine göre değişiyor. Nişantaşı Bebek civarı 5 bini bulur. Sultanbeyli Güllübağlar daha makul.

Seneye Amerika'ya geleceğim ne getirmeliyim? 
Heyecan bastı, şimdiden bavul hazırlayacaksın peki. 
Düdüklü tencere, çay bardağı, çay tabağı, çay kaşığı, çaydanlık, cezve, kahve fincanı, tahana falan yazacağım ama kilo sınırından hiçbirini koyamayacaksın. 
Olsun, hangimizin içine oturmadı ki çay bardağına 16 dolar vermek.

Amerika'ya geleceğim ama tesettürlüyüm, nasıl davranırlar? 
Trafikte, yolda, kursta her an durdurup eşarbının çok yakıştığını söyleyebilirler. Burası kafandaki örtüye değil içindekine bakıyor.

İnsanlar yabancılara karşı nasıl? 
Sıcakkanlı ve iletişime açıklar. Hatta birkaç Amerikalı bize şöyle dedi; 
Bizim dedelerimiz buraya yüz yıl önce göç etmişler, siz yüz gün önce. Fark yok. Hepimiz göçmeniz ve burası hepimizin vatanı... 
Yurtdışında yaşayanlardan duyduğumuz gurbet algısını yerle bir ediyor burası.

Dil bilmiyorum sorun olur mu? 
Valla arkadaşın annesi gelmiş sıfır İngilizceyle. Nasıl etmişse komşularla öyle bir anlaşmış ki, döndükten sonra bile haberleşiyorlarmış. Gönül dili başka tabi. Dur hemen yayılma, sen 60'lık teyze değilsin, öğrenmek zorundasın.

Şimdi orda saat kaç? 
Bulunduğum bölgede Türkiye'den 7 saat gerideyiz. Daha batıda artıyor fark. 

Uçakla kaç saat? 
Yaklaşık 11 saat. Uçağa binerken grand tuvalet giyinmiş yolcuların inmeye yakın çarpılmış halleri geldi aklıma. Benim şal kaymış, bir göz küçülmüş. Bütün yolcularda, ne oldu ya binerken gündüzdü, indik gene gündüz, aha kafam gidiyo bakışı.

Kaç para ile gelelim?
10 bin dolara kadar izin veriyor hökümet. Artık kalanı ananız arkanızdan yollasın. 

İş bulma durumları nasıl?
Valla gelince bulurum deyip benzincide, pizzacıda perişan olan çok. Ayarlayıp gelmek veya en azından birikimle gelmek lazım. Sonra vay efendim Amerikan rüyam kabusa döndüydü olmasın. 

Evet soru cevaplar devam edecek.
Sevirem sizi. Bir parça da özlemişem. 


My so-called view of life

It's no secret I love evolution.

But I usually feel like such an outsider when it comes both to how it's done professionally and in pop culture. I think it's my tendency to see proximate rather than ultimate causes and it's the ultimate causes that seduce and bedazzle. I've learned that if you question ultimate evolutionary narratives, you're a party pooper. I'm a party pooper.

Here I am
Typing to myself
I've got the outsider's blues

Let's start with some recent fish science. These guppies of the same species, born big and born little, have been very nicely shown to grow at the same pace. The big ones are born later and into a competitive food environment. Researchers offer that it's due to selection for context-dependent control over gestation length/birth timing.  But why? What about a proximate view? Surely the mother's context and its impact on her biology and on her eggs and babies is important. There may be no need to imagine a fancy adaptation that switches birth timing so that babies are badass food competitors ... Like there is no need to imagine a fancy adaptation that switches birth timing so that human babies escape the birth canal in time.

And, also today, there's news of a conference paper on human inbreeding. Most everyone believes inbreeding is bad, especially evolutionary scientists, many of whom rely on it being bad to make sense of animal behavior through their own culturally-tinted, taboo-tainted goggles. It's also foundational to how many evolutionary scientists explain cooperation with non-kin and our taboos against inbreeding. The news report linked above describes an enormous study of parents, all over the world, who are cousins who produce children. There's a list of biological trends for the outcomes of inbreeding that are assumed to be less than ideal (e.g. these kids are 1 cm shorter than average and less than 1 kg lighter at birth) and it's explained by genetics, of combining genomes of close relatives. Included in these traits of interest is age at first sex (delayed in offspring of inbreeding), age at first birth (same), number of opposite-sex partners (fewer in the inbred), number of offspring (fewer begat by the inbred). Sooo, I trend with the inbred. Am I inbred? No. To me, these trends don't scream bad genes from naughty parents. These outcomes look like they'd be influenced pretty heavily by complex cultural conditions and socioeconomic status, which may be intimately linked with conditions that pair-up cousins in the first place. Did these factors enter into the analysis? We'll have to wait and see when the paper's published.

And another news item today has me kicking a can out here. What if, rather than it being due to a fancy adaptation to seasonal fluctuation in resources, shrews' skulls shrink over winter as they experience the pressure and temperature of hard, cold dirt?

For some reason today--and maybe it's because my life writ-large lacks much opportunity to hold these discussions with people in real life, and my life writ-small has me pulled hard away from learning and doing evolution, period--I'm feeling nostalgic. The guppies, the inbreeding, and the shrew skulls awoke some ghosts of my past...

What if perpetual evolution due to mutation* causes speciation, rather than natural selection?

There's no way that everything that differs between males and females is explained by sexual selection. So what if body size and strength differences are a bigger story than that?

In that vein, what if women are smart BECAUSE HUMANS ARE SMART, and not to outfox rapists?

What if man's big penis is due to man's big vagina and not so much due to survival of the biggest?

What if the same mutation in multiple individuals can be induced by a virus? That kind of head start would seem to make it much easier for a mutation to go to fixation whether due to drift or selection.

I'm more similar, genetically, than 50% to my mom, to you, and to every single person on this planet. So what are we actually supposed to learn from all these fancy evolutionary equations that insist I'm only 50% similar to my parents, and less and less similar to everyone else, including you, in the tree?

And, I realize this may sound silly and obvious, but animals don't know where babies come from. Given the words we use, reading about the evolution of animal behavior is so confusing, in this light.

To those who get it
To evolution's outsiders
Do you wanna form a band?


* (and, in the myriad species who have it, the coin-flip of extinction or inheritance for each part of the genome, known as recombination and segregation during the halving of the genome during sperm and egg production)

Understanding Obesity? Fat Chance!

Obesity is one of our more widespread and serious health-threatening traits.  Many large-scale mapping as well as extensive environmental/behavioral epidemiological studies of obesity have been done over recent decades.  But if anything, the obesity epidemic seems to be getting worse.

There's deep meaning in that last sentence: the prevalence of obesity is changing rapidly.  This is being documented globally, and happening rapidly before our eyes.  Perhaps the most obvious implication is that this serious problem is not due to genetics!  That is, it is not due to genotypes that in themselves make you obese.  Although everyone's genotype is different, the changes are happening during lifetimes, so we can't attribute it to the different details of each generation's genotypes or their evolution over time. Instead, the trend is clearly due to lifestyle changes during lifetimes.

Of course, if you see everything through gene-colored lenses, you might argue (as people have) that sure, it's lifestyles, but only some key nutrient-responding genes are responsible for the surge in obesity.  These are the 'druggable' targets that we ought to be finding, and it should be rather easy since the change is so rapid that the genes must be few, so that even if we can't rein in McD and KFC toxicity, or passive TV-addiction, we can at least medicate the result.  That was always, at best, wishful thinking, and at worst, rationalization for funding Big Data studies.  Such a simple explanation would be good for KFC, and an income flood for BigPharma, the GWAS industry, DNA sequencer makers, and more.....except not so good for  those paying the medical price, and those who are trying to think about the problem in a disinterested scientific way.  Unfortunately, even when it is entirely sincere, that convenient hope for a simple genetic cause is being shown to be false.

A serious parody?
Year by year, more factors are identified that, by statistical association at least and sometimes by experimental testing, contribute to obesity.  A very fine review of this subject has appeared in the mid-October 201 Nature Reviews Genetics, by Ghosh and Bouchard, which takes seriously not just genetics but all the plausible causes of obesity, including behavior and environment, and their relationships as best we know them, and outlines the current state of knowledge.

Ghosh and Bouchard provide a well-caveated assessment of these various threads of evidence now in hand, and though they do end up with the pro forma plea for yet more funding to identify yet more details, they provide a clear picture that a serious reader can take seriously on its own merits.  However, we think that the proper message is not the usual one.  It is that we need to rethink what we've been investing so heavily on.

To their great credit, the authors melded behavioral, environmental, and genetic causation in their analysis. This is shown in this figure, from their summary; it is probably the best current causal map of obesity based on the studies the authors included in their analysis:



If this diagram were being discussed by John Cleese on Monty Python, we'd roar with laughter at what was an obvious parody of science.  But nobody's laughing and this isn't a parody!   And it is by no means of unusual shape and complexity.  Diagrams like this (but with little if any environmental component) have been produced by analyzing gene expression patterns even just of the early development of the simple sea urchin.  But we seem not to be laughing, which is understandable because they're serious diagrams.  On the other hand, we don't seem to be reacting other than by saying we need more of the same.  I think that is rather weird, for scientists, whose job it is to understand, not just list, the nature of Nature.

We said at the outset of this post that 'the obesity epidemic seems to be getting worse'.  There's a deep message there, but one essentially missing even from this careful obesity paper: it is that many of the causal factors, including genetic variants, are changing before our eyes. The frequency of genetic variants changes from population to population and generation to generation, so that all samples will look different.  And, mutations happen in every meiosis, adding new variants to a population every time a baby is born.   The results of many studies, as reflected in the current summary by Ghosh and Bouchard, show the many gene regions that contribute to obesity, their total net contribution is still minor.  It is possible, though perhaps very difficult to demonstrate, that an individual site might account more than minimally for some individual carriers in ways GWAS results can't really identify.  And the authors do cite published opinions that claim a higher efficacy of GWAS relative to obesity than we think is seriously defensible; but even if we're wrong, causation is very complex as the figure shows.

The individual genomic variants will vary in their presence or absence or frequency or average effect among studies, not to mention populations.  In addition, most contributing genetic variants are too rare or weak to be detected by the methods used in mapping studies, because of the constraints on statistical significance criteria, which is why so much of the trait's heritability in GWAS is typically unaccounted for by mapping.  These aspects and their details will differ greatly among samples and studies.

Relevant risk factors will come or go or change in exposure levels in the future--but these cannot be predicted, not even in principle.  Their interactions and contributions are also manifestly context-specific, as secular trends clearly show.  Even with the set of known genetic variants and other contributing factors, there are essentially an unmanageable number of possible combinations, so that each person is genetically and environmentally unique, and the complex combinations of future individuals are not predictable.

Risk assessment is essentially based on replicability, which in a sense is why statistical testing can be used (on which these sorts of results heavily rely).  However, because these risk factor combinations are each unique they're not replicable.  At best, as some advocate, the individual effects are additive so that if we just measure each in some individual add up each factor's effect, and predict the person's obesity (if the effects are not additive, this won't work).  We can probably predict, if perhaps not control, at least some of the major risk factors (people will still down pizzas or fried chicken while sitting in front of a TV). But even the known genetic factors in total only account for a small percentage of the trait's variance (the authors' Table 2), though the paper cites more optimistic authors.

The result of these indisputable facts is that as long as our eyes are focused, for research strategic reasons or lack of better ideas, on the litter of countless minor factors, even those we can identify, we have a fat chance of really addressing the problem this way.

If you pick any of the arrows (links) in this diagram, you can ask how strong or necessary that link is, how much it may vary among samples or depend on the European nature of the data used here, or to what extent even its identification could be a sampling or statistical artifact.  Links like 'smoking' or 'medication', not to mention specific genes, even if they're wholly correct, surely have quantitative effects that vary among people even within the sample, and the effect sizes probably often have very large variance. Many exposures are notoriously inaccurately reported or measured, or change in unmeasured ways.   Some are quite vague, like 'lifestyle', 'eating behavior', and many others--both hard to define and hard to assess with knowable precision, much less predictability.  Whether their various many effects are additive or have more complex interaction is another issue, and the connectivity diagram may be tentative in many places.  Maybe--probably?--in such traits simple behavioral changes would over-ride most of these behavioral factors, leaving those persons for whom obesity really is due to their genotype, which would then be amenable to gene-focused approaches.

If this is a friable diagram, that is, if the items, strengths, connections and so on are highly changeable, even if through no fault of the authors whatever, we can ask when and where and how this complex map is actually useful, no matter how carefully it was assembled.  Indeed, even if this is a rigidly accurate diagram for the samples used, how applicable is it to other samples or to the future?Or how useful is it in predicting not just group patterns, but individual risk?

Our personal view is that the rather ritual plea for more and more and bigger and bigger statistical association studies is misplaced, and, in truth, a way of maintaining funding and the status quo, something we've written much about--the sociopolitical economics of science today.  With obesity rising at a continuing rate and about a third of the US population recently reported as obese, we know that the future health care costs for the consequences will dwarf even the mega-scale genome mapping on which so much is currently being spent, if not largely wasted.  We know how to prevent much or most obesity in behavioral terms, and we think it is entirely fair to ask why we still pour resources into genetic mapping of this particular problem.

There are many papers on other complex traits that might seem to be simple like stature and blood pressure, not to mention more mysterious ones like schizophrenia or intelligence, in which hundreds of genomewide sites are implicated, strewn across the genome.  Different studies find different sites, and in most cases most of the heritability is not accounted for, meaning that many more sites are at work (and this doesn't include environmental effects).  In many instances, even the trait's definition itself may be comparably vague, or may change over time.  This is a landscape 'shape' in which every detail is different, within and between traits, but is found in common with complex traits.  That in itself is a tipoff that there is something consistent about these landscapes but we've not yet really awakened to it or learned how to approach it.

Rather than being skeptical about these Ghosh and Bouchard's' careful analysis or their underlying findings, I think we should accept their general nature, even if the details in any given study or analysis may not individually be so rigid and replicable, and ask: OK, this is the landscape--what do we do now?

Is there a different way to think about biological causation?  If not, what is the use or point of this kind of complexity enumeration, in which every person is different and the risks for the future may not be those estimated from past data to produce figures like the one above?  The rapid change in prevalence shows how unreliable these factors must be, at prediction--they are retrospective of the particular patterns of the study subjects.  Since we cannot predict the strengths or even presence of these or other new factors, what should we do?  How can we rethink the problem?

These are the harder question, much harder than analyzing the data; but they are in our view the real scientific questions that need to be asked.

Selvedge at Charleston!

I am very excited because this Saturday I shall be attending the Selvedge Magazine Textile Fair at Charleston Farmhouse in East Sussex! I've never been to a Selvedge Fair before and only visited Charleston once a couple of years ago. I absolutely loved the interior of Charleston and can't wait to see it again. This summer Mum and I were going through some papers belonging to my great uncle Edward Morland Lewis, an artist who trained under Sir Walter Sickert and later shared Sickert's painting studio in London. I suddenly noticed Duncan Grant's signature at the bottom of a handwritten letter; it was a letter of personal recommendation by Grant of Lewis as an excellent painting tutor; so the two were obviously acquainted! My great uncle may well have been a house guest at Charleston; I wish I had had the chance to talk with him, but he died of tuberculosis in North Africa during WW11, aged only 40.

Talking of fairs, it is not long now till Homespun returns to Portscatho on 22nd October! Loads of gorgeous vintage goodies on offer and of course delicious homemade cakes and pasties in the pop-up tearoom. We are hoping there will be lots of visitors down for the half-term holiday. Click here for more info.
Have a great weekend everybody! xxx

An article in Issues in Science and Technology

Regular MT readers will know that some of us here have a very skeptical view of the obsession with genomewide association mapping (GWAS) for every trait under the sun.  We think that mapping served a purpose once upon a time, to show that complex apparently polygenic traits really were complex and polygenic.  Identifying many contributing genome regions showed that, and that each individual has a unique genotype and that many or most relevant variants were too rare or their effects too weak to be detected (most heritability wasn't accounted for by the mapping).  When tens, hundreds, or even thousands (yes!) of genome sites were claimed to contribute, it has seemed we're lost in never-never land when it comes to sensible explanations of causation.

But the funding keeps flowing for this mostly useless sort of Big Data (sorry, we can't salivate over that phrase the way so many do, because we're no longer out hunting for Big Grants).  Our view, expressed many times and in many ways here, is that we need better ideas about the relationships between genes and health, and between genes and our traits and their evolution.

We've written about this in the past, but rather than do that again, I've written some of these issues in a somewhat different way in a new paper.  That paper, in the new, Fall 2017, Issues in Science and Technology, "Is precision medicine possible?", lays out some thoughts about genetic causal complexity vis-à-vis 'precision' genomic medicine, and the challenges we face.




Rather than rehashing here what you can see in that article, if you're interested, just go to the article. It's in a journal related to policy, but the odds that any policymaker will read it carefully much less do anything constructive in response are between slim and none.  Still, blogs are for stating a point of view!

The people whose truly genetic disorders are not being alleviated because we're dumping so much resource into stale ideas are being shortchanged.  However, until we've made the alternative investment, in attack rather than 'mapping' disease, we'll not know how preventable or treatable they may be.
 Oh beautiful day! I was only on duty in the shop for an hour at lunchtime today so I decided to walk to Portscatho along the coastpath. From Pendower the path meanders through meadows of scrubby bracken, fern and wildflowers, where a group of wild Dartmoor ponies graze during the summer months. 
 At Curgurrel Farm I cut down to the beach and strolled along the pebbly shore, picking up the odd shell here and there. There was not a breath of wind, and the sea was gently lapping the sand in between the rocky coves.



 The first glimpse of Porthcurnick Beach with the 'Hidden Hut' cafe just visible in the hollow at the top of the beach.
 This wonderful cafe is open every day from April to the end of October and serves delicious freshly cooked curries and soups, all served outdoors on huge wooden tables where everyone sits and eats together.


 After a hearty roast squash and chestnut soup I took to the coast path once more and headed towards Portscatho, which was looking truly idyllic!

 Some hydrangea heads in one of the gardens along the sea front; I love the way the colour slowly drains out of the petals.

 Some new porcelain bowls made by a lovely lady called Tara who I met at The Country Brocante Fair at Daylesford a couple of weeks ago, and handmade hair grips by Gil Fox.

 I have decided this winter to convert part of the shop into a workspace for me to be able to sew, and also to hold crafting days and workshops. To begin with I will run Christmas-themed workshops during November and December, such as cards and tags, angels, garlands and decorations. Post Christmas I think I will offer workshops in simple beaded jewellery and sewing projects as well as further card making ideas. Once I have decided on dates for these workshops I will post them up on the blog sidebar. I hope that some of you may be able to join me! 

Binbir Gece Masallarının Sihri

Efe Elmas, Binbir Gece Masallarının Sihri'nin doğuş hikayesini yazdı... Keyifli okumalar


"Elinde meşale gölgelerden çıkagelince, karanlıklar aydınlığa
dönüşmüş; saçtığı ışık şafağı söndürmüş adeta; güneşler onun ışığını yansıtmış; ay gözlerinin gülüşünü...
Sırlarının tülleri yırtılınca; yaratıklar baygın, ayaklarına serilmişler. Tatlı bakışının yoğun ışığı karşısında tutkulu gözyaşları kirpikleri ıslatmış." (Binbir gece masallarından bir şiir)
Bambaşkadır Binbir Gece masalları.... Bu dizeler Şehrazad'ı hatırlatır bana. Onunla tanışmamız yıllar öncesine dayanıyor.... 

Yıllar önce, 2014 yılının Kasım ayında rüyama bir altın bülbül girdi. Öyle güzel şakıdı öyle güzel şakıdı ki beni büyüledi... Tüyleri pullu pulluydu, renkleri muhteşemdi. Çok etkilendim renginden, tüylerinden ve sesinden. Uyandığımda altın bülbül sanki hala yanımda şakıyordu. Daha derinine dalmalıyım bu altın bülbülün dedim ve şamanik yolculuk yaptım. 
20 Kasım günü, yolculuğumda nagualimin rehberliğinde örümcek ağlarını geçerek muazzam bir odaya girdim. Çember şeklinde bir odaydı, ahştaptandı yatak, tüller ve ruha işleyen, huzur veren, dinginleştiren, ehlileştiren bir koku beni sardı. Çok otantikti... Değerli taşlarla süslemeli bir sandık vardı odanın köşesinde, diğer köşesinde ise süslü bir boy aynası. Ve ahşap yatak üzerinde esmer bir kadın bana bakıyordu. Saçları örgü şeklindeydi ve üzerinde eski arap giysileri vardı. Gülümsedi, gözleri parladı. Ve tek isim yankılandı kafamda "Şehrazad"... Şehrazad eliyle eski aynayı işaret etti ve derin sesiyle "Sana bir hikaye anlatmamı ister misin?" diye sordu. Evet diye yanıtladığım anda bir yolculukta buldum kendimi...
Şamanik yolculuktan çıkarken Şehrazad oradaydı ve sadece fısıldadı "Sakın beni unutma" diye...
Elbette unuttum onu...  Ara ara aklıma geldi ama aklımda yoktu, halbuki tüm masal yolculuğunun her anında benleymiş. Ama iyi ki not etmişim yolculuklarımı ve rüyalarımı. (Bakınız; Yazmanın önemi)
Ve aynı yolculukta altın bülbül "kalbinin şarkısını duymayı öğretmeye geldim" diye cevap vermiş bana. (Bülbül imgesi için bakınız: https://www.facebook.com/kadimlisan/posts/380852805627150 )
Yıllar sonra geçmişe dönüp baktığımda, notlarımı okuduğumda anladım bu yolculuğun anlamını; Şehrazad bana masalların kapısını açmış, masalların gizemini ve sırlarını paylaşmıştı, bu uzun yolculukta rehberlik edecekti. Çünkü 27 Kasım 2014 yılında Arya bebek doğacaktı, kalbimi açacak ve yeni bir dönemin başladığının müjdesini verecekti ve o akşam Arya bebeğin doğduğu akşam, Sıla Topçam ilk masal akşamını yapacak ve ben ilk masalımı dinlemiş olacaktım. Yolculuktan 7 gün sonra...
Şehrazad Sıla'nın herkese açık bir yerde ilk masal akşamında masalını anlattığını sırada ona masalı fısıldarken bana da masalın gizemlerini fısıldıyordu. Ve o masal akşamını hiç unutmadık.
2015 yılına kadar masallar ve masalların yorumlanmasıyla ilgili Sıla ile sohbetlerimiz devam etti. Ben Sıla'dan masallar dinledim, yeni ve derin masallar, o benden yorumları, arketipleri, simgeleri dinledi. 2015 yılı bu konuşmalar sonucu "Masal ve Arketip" atölyemizin başladığı yıldı. 
Ve Şifalı Masallar doğdu, Kabilenin Yolculuğu masal kampı doğdu ve 2017 yılında, bundan aylar öncesinde, Sıla Topçam'ın eline eskaza ama kesinlikle tesadüf olmayacak şekilde Binbir gece masalları düştü. Bir masalcının eline bir masal düşerse ne olur; tabi ki masallar yaşam bulur...
Öyle olunca Sıla ile başladık Binbir gece üzerine konuşmaya. Daha önceden okumuştum biraz, Sıla'da okumuştu. Ama bir daha okumaya başladık. Üzerine konuştuk, tartıştık... Ve dedim ki Sıla'ya "Bence anlatmalısın." Sıla, "Nasıl anlatayım, bu klasik masallar gibi değil" diye biraz geri çekildi anlatmaktan. Batılıların tekniğiyle değil, farklı bir teknikle, Binbir gecenin ruhuyla bağ kurarak anlatabilirsin, o tekniği bul diye yanıtladım.
Ve Sıla düşündü, sesli okudu, bağ kurdu ve buldu nasıl anlatacağını...
Böylece Şehrazad kendini hatırlattı bize, yıllar önce "beni unutma" demesi bundandı, onun sesi olacaktık hazır olduğumuzda. 
Şimdiden geçmişe bakınca kaderin örülen ağlarını görmek muhteşem. Yolculuğumdaki örümcek ağları, kaderin ağlarıydı, niyetlerimizin neleri öreceğini, ilmek ilmek masalların ve imgelerin bizi nasıl değiştireceğinin habercisiydi. Şamanın kozmik aleminde ve masal diyarında zaman lineer değil, döngüseldir.... Bir yolculuk veya bir masal zamana ekilmiş bir tohumdur, filizlenir ve mesajını getirir, fısıldar zamanın ötesinden duymaya açık kulaklara. Ve yine yeniliğin habercisi olarak o döngüsel zamanda bulduk kendimizi.
Şehrazad tekrar imgelerimizde yer aldı ve Binbir Gece Masallarının Sihrinin ilk denemesini Temmuz'da yaptık. Artık hazırdık. Sıla, Binbir gece masallarını anlatmaya devam etti, ben yorumlamaya. Ama şimdi aylardır plandığımız özel atölyeyi paylaşmaya niyetlendik bu perşembe günü. Çok heyecanlıyız. 
Bu perşembe biliyorum ki Şehrazad da bizimle olacak, masallarıyla, bilgeliğiyle ve sihriyle... Yine fısıldayacak gönüllerimize.


Gönlü çağıran dostları bekleriz... O benim de, Sıla'nın da yıllar önce geçtiği sihirli kapıdan geçeceğiz 28 Eylül akşamı.
Efe Elmas

Masal Anlatıcılığı Nedir? Masal Anlatıcısı Kimdir?

Masal Anlatıcılığı Nedir?



Masal anlatıcılığı kadim zamanlardan beridir süregelir ve dünyanın her yerinde karşımıza çıkar. Kültürden kültüre farklılıklar gösterir. Bunlar; anlatım tarzları, anlattıkları hikâyeler, toplum içindeki görevleri gibi öğeler olabilir. Masal anlatıcılığının kökleri şamanizme dayanır ve o zamanlardan bu yana insanları iyileştirmek, varoluşlarını hatırlatmak, ortak bir zaman ve alan yaratmak için anlatılır. Burada Mircea Eliade'den bir alıntı yapmak istiyorum;


“ Topluluk için önemli olan olaylar sırasında – bol bir hasat, seçkin bir üyenin ölümü, vb – bir tören evi (marapu) yapılır, bu nedenle de anlatıcılar Yaratılış'ın ve Atalar'ın öyküsünü anlatırlar. Bütün bu olaylar dolayısıyla, anlatıcılar büyük bir saygı ve sevgiyle “başlangıçlar'ı, yani sahip olunan şeylerin en değerlisi olarak korunması gereken kültürün kendi ilkelerinin oluştuğu an'ı anımsatırlar.”

Masal anlatıcısı kabilelerde çok önemli bir yere sahiptir, genelde masal anlatıcısı bir hastalık, büyük bir kaza, bir düş sonrası anlatıcı olur ve masal anlatmaktan başka çaresi yoktur. Masal anlatıcılığı hem çok saygı gören bir iştir hem de zor koşullarından dolayı korkulan bir de tarafı vardır. Eski Türk geleneklerinde masalcılar bir işte ya da tarlada çalışmazlar sadece masal anlatıp kişilerin verdiği yiyeceklerle yaşamlarını sürdürürlermiş.

Bu noktada “masal” ve “mit” ayırımına da değinmek isterim. Kabile geleneklerinde masal, ateş başında tüm topluluğa anlatılır, ancak mitler sadece kabilede erginlenme töreninden geçenlere anlatılır. Çünkü mitler, kutsal sözlerdir. Onları anlatmanın kuralları vardır, örnek vermek gerekirse gündüz mit anlatılmaz, mutlaka gece anlatmak gerekir, anlatım kesinlikle yarım bırakılmaz gibi.

Ben bu yazıda “masal anlatıcısı” diye ortak bir terim kullanacağım. Bu noktada masal anlatıcısı; mit, masal, hikâye, mesel, fıkra, anı, destan, dinsel öyküler, kahramanlık hikâyeleri, efsane gibi türlerde anlatım yapabilir. Bunlar farklı isimlerle adlandırılıyor bizim geleneğimizde. Bazılarından kısaca bahsetmek isterim.

Meddahlık, kültürümüzde ve geleneksel sanatlarımızda çok önemli bir yere sahip olan bir masal anlatıcısıdır. Meddahlar, genellikle büyük şehirlerde, kahvehanelerde, köşe başlarında, berber dükkanlarının önünde hikâyelerini anlatılarmış. Meddahların en önemli özellikleri çok iyi bir taklit yeteneğine sahip olmaları. Bir meddah anlatımında her karakteri ustalıkla ve birebir taklit etme yeteneğine sahipmiş. Öyle ki dinleyiciler, bazı meddahların sırf o taklidini görebilmek için koşup onu dinlemeye gelirlermiş.

Dengbejler, kürt masal anlatıcısıdır. “Kılam” adında deyişler söylerler ve destanlar anlatırlar. Anlatımları hem şarkı hem söz içerir. Gırtlaklarını çok iyi kullanılar ve seslerinin formlarını değiştirerek dinleyiciler üzerinde derin etkiler bırakırlar.

Âşıklar, yâr elinden bade içenler ve badesizler diye ikiye ayrılır. Yâr elinden bade içenler ya rüyalarında ya bir hastalık sırasında bir güzel görürler bu yaşlı bir derviş de olabilir ve o kişi onlara bir yiyecek verir ya da bade içirir sonrasında kişi âşık olur ve başlar elinde sazla anlatmaya, türkü söylemeye, badesizler de onların yanlarında yetişen çıraklarıdır.

Masal anaları ve masal ataları köylerde olurlar, onlar akşamları genelde kendi evlerinde çevrelerine insanları toplayıp masallar anlatırlar. Gezgin masalcılar da köyden köye dolaşıp her kaldıkları köyde konaklayıp ve halkın verdiği yiyeceklerle yaşamını sürdüren masal anlatıcılarıdır.

Bir masal anlatıcısı neden masal anlatır?
Temel olarak baktığımızda masallar, geleneği aktarmak için çok güçlü birer araçtır. Kökleri hatırlamak, kutsal olanla bağlantıyı korumak için anlatılır masallar. Bir yandan da toplumsal kuralları aktarmak, toplum yaşayışını ayakta tutmak için, adaleti anlatabilmek ve hissettirmek için anlatılırlar. Eski zamanlarda avcılar, ava çıktıklarında onlara bir de masalcı eşlik edermiş. Masalcı masallarını anlatarak, Tanrıları onurlandır ve Tanrılar da o avda acılara iyi avlar sunarlarmış. Aynı zamanda masal anlatıcıları masalları, keyifli vakit geçirmek için, neşelenmek için, bir arada olmanın mutluluğunu yaşamak için anlatır. 
Söyleyecek bir sözün olması, anlatacak bir hikâyenin olması masal anlatıcısı olmak için güzel ve güçlü bir sebeptir. Kadim zamanlardaki gibi "hayatta kalmak" için anlatır masal anlatıcısı ama bugünün "hayatta kalma" durumu daha farklı. Ben bir masal anlatıcısı olarak ruhumu kurtarmak için masal anlatmaya başladım. Sadece modern dünyanın kurallarına uyarak, yaşamak için yaşamak yerine daha zengin olmak ve bu zenginliğimi paylaşmak için masallar anlatmaya başladım. 

Günümüz masal anlatıcılığı...
Ülkemiz ve dünyada son yıllarda çok güzel bir şey oluyor. Masal anlatıcılığı yeniden doğuşun içinde. Aslına bakılırsa, masal anlatıcılığı hiç ölmedi. O zaman bu yeniden doğan nedir?
Şehirlerde, birbirinden farklı topluluklara masal anlatan kişiler “Modern Masalcılar” Geleneksel olarak bakıldığında bir köyde, belli bir topluluğa masal anlatmaktan, ibadet için masal anlatmaktan, iyi bir av için masal anlatmaktan ya da “yâr elinden bade içmiş olmak”tan daha farklı bir yerde modern masal anlatıcılığı.
Masal anlatıcısı, masal performansları düzenliyor ancak bunlara tam anlamıyla performans sanatı diyebilir miyiz? Masal anlatıcısı, kendi sözlerini de performans sırasında söylediği, seyirci ile birebir temas halinde olduğu, her anının doğaçlama geliştiği bir performans yapıyor. Bu noktada  masal anlatıcılığını çağdaş bir performanstan ayıran şey temelde “masal”. Performans sanatının “köksüz” olmasının aksine masal köklere bağlanıyor.
Masal, anlatıcıyı geleneğe bağlıyor ama tek bir geleneğe değil. Geleneksel masalcılar gibi sözlü kültürün içinde yetişmemiştir modern masal anlatıcısı. Yazılı kültürün içine doğmuş durumda, bu bakımdan her gelenekten masala kolayca ulaşıp, kendi değer yargıları ile sentezleyip o şekilde aktarıyor. Şehirlerde, her masal anlatımına gelen farklı insanlara anlatıyor ve ortak bir dil yaratmaya çalışıyor. Hayallerin, rüyaların, sıra dışı hayatın dili. Bu dilin unutulmaya başlandığı, bu çağda hayal ettiklerini seyircilere gördürmek için yola çıkıyor.
Masal anlatıcılığı, paylaşacak bir hikâyenin olması durumudur. Masal anlatıcısı “düş zamanını” - her şeyin bir olduğu, zamanın döngüsel olduğu dünya- hatırlamamıza yardımcı olur. Masal anlatıcısı, köklerimizle ve ruhumuzla yeniden bağlanmamıza vesile olur. Adalet kavramını hatırlamamızı ve onu hissetmemizi sağlar.
Modern masalcı, yazgılı olduğu yazılı kültür ile özlemini çektiği sözlü kültüre açılan kapıyı önce kendi içinde bulur, sonra diğerlerine yolu gösterir. 

TedXDEU Kutumun Dışında Konuşması




2016 yılından bu yana hayatımda pek çok şey değişti. Aslında değişim 2012 yılında kızımın doğumuyla ve çocukluğumun geçtiği mahalleye taşınmamızla başladı. Hatırlamaya başladım, o zamana kadar aklımdan çıkan her şeyi. Sorgulamaya başladım, nasıl bir çocuktum, nelerden hoşlanırdım, neler beni mutlu ederdi, kendimi nerede kapattım? Kendimi nerede unuttum? Sonra hayatıma masal anlatıcılığı girdi ve hemen ardından da şamanizm. Sonrasında ise değişim hızlandı, hızla hatırlamaya ve anlamaya başladım. Anladıkça değiştirdim hikâyemi.


Hayatımızı anlamlandırmak için kendimize hikâyeler uyduruyoruz, bunların değişebildiğini farkettiğimde özgürleştim. Bu videoda çocukluğumdan bahsediyorum ve kendimi hapsettiğim kutuları gördüğüm zamanları anlatıyorum sonra da kendi otantik kutumla mutlu mesut yaşayabileceğimi anlatıyorum.

Videoda da bahsetmişim, hikâyeler değişir. Şimdi bu yaşadığım sürecin hikâyesini başka anlatıyorum. Değişmeyen tek şey hakikattir, hakikate ne kadar yaklaşırsam onu anlatış biçimim değişiyor.

Hakikat aynı, hikâye değişik.....

Şimdi geçtiğim iki yıla bakıyorum da ne çok şey yaşandı, ne çok şey çözüldü ve ben ne çok şey öğrendim. Bu videoya baktığımda öğrendiğim en önemli şey ise; kollarımın hareketini engelleyen ve beni 80 yaşında gösteren şalları artık takmıyor oluşum, şükürler olsun:)



Fok Kadın Masalı Videosu



Fethiye Faralya'da 2017 Temmuz ayında gerçekleştirdiğimiz Kabilenin Yolculuğu - Masallarla İçsel Keşif Kampı'nda Fok Kadın masalını anlatmıştım. Masal, Clarissa P. Estes'in Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabından en sevdiğim masallardan biri. O gün, dolunay günüydü. Önce Kelebekler Vadisi'nde Efe Elmas ile kadim labirentin sırlarını keşfettik. Sonra tekne bizi Faralya'ya geri getirdi, güneş batmak üzereydi. Hepimiz yaşlı kayanın üzerine oturduk, masalı anlatmak yoktu hesapta ama her şey o masal içindi sanki... O gün hayatımda yaşadığım en büyülü anlardan biriydi. Videoda bence o anın sadece küçük bir kısmı hissediliyor. Cırcır böceklerinin sesi, denizin sakinliği ve gökyüzünün muhteşemliği... Masallar yazıldığında nasıl donuyorsa videoya alındığında da donuyor bence. Ben bunu paylaşmak istedim, her şeyden öte muhteşem doğanın hatırına. Umarım bu masal sizlere de ilham olur.

Masalı dinlemek için tıklayın

İzmir'de Masal Kapısı Masal Anlatıcılığı Atölyesi




Masal anlatıcılığının kapılarını aralamak isteyenler için İzmir'de “Masal Kapısı Masal Anlatıcılığı Atölyesi” eğitimi başlangıç oluşturacak temel bir eğitimdir. İlhamdan performansa kadar olan süreçte masalcı neler yapar? Anlatımına duyularını ve duygularını nasıl katar? Beden ve sesin anlatıcılıktaki önemi nedir? Performans hazırlamanın ve anlatma tutkusunu daimi tutmanın sırrı nedir? 
Yer yaştan ve her meslek grubundan yetişkin katılımcı için yapılacak olan “Masal Kapısı” anlatıcılık eğitimi masal anlatıcısı olmak, öğrencilerine masal anlatmak, çocuklarına masal anlatmak, içindeki çocukla bağlantı kurmak, yaratıcılık ve ilhamı açığa çıkartmak isteyen herkes için bu eğitim uygundur. 



1.Ders
Hayaller, İlham ve Yaratıcılık
Masal anlatmak, hayal kurmakla mümkündür. Masalcı doğru masalı bulduğunda onu görmeye de başlar. Bu derste hayal kurmanın önemi üzerine çalışacağız, yaratıcılığı geliştirmek, sonsuz kaynağımızla bağlantı kurmak için egzersizler yapacağız ve ilhamla dolacağız.


2.Ders
Duygular ve Duyular
Masalcı kendi duygularıyla bağlantıda olmazsa, masaldaki duyguların da farkında olamaz. Onları aktarabilmek için duygularımızın derinine inmeliyiz. Kelimeler ve duygularımız arasındaki ilişkiye yakından bakacağız. Duygularımızı ifade ederken kullandığımız bir diğer şey de duyularımızdır. Duyusal algımızı zenginleştirerek, onları yaşayan bir hale getireceğiz.

3.Ders
Beden ve Ses Kullanımı
Bedeni masalcının enstrumanıdır. İyi kullanılmayan bir enstruman amaca hizmet etmez. Bu derste bedenimizi ve sesimizi rahatlatmayı, nefesimizi doğru kullanmayı öğreneceğiz. Bir masalcı konuşamasaydı tüm masalı bedeniyle nasıl yaratırdı?

4.Ders
İfade ve Tutku
Dinleyen birileri olmadıktan sonra masal anlatmak neye yarar? Masalı hayal ettik, duyularımızı ve duygularımızı kattık, bedenimiz hazır peki bunu bir performans haline nasıl getireceğiz? Bir bütün olarak nasıl ifade edeceğiz? Bu derste kendimizi ifade etmeyi, performans hazırlamayı ve eğer içimizde yanan masalcı ateşi varsa bunu sonsuz hale getirmeyi deneyimleyeceğiz.


Salı- Perşembe 19:30- 21:30
Toplam 4 ders (İki hafta)
Toplam ücret: 400 TL
Yer: Kadim Lisan - Üçkuyular- Fahrettin Altay / İzmir
Bilgi ve Kayıt için arayınız
05327623658





Sıla Topçam Kimdir?

1986 yılında İzmir'de doğdu. Tiyatro eğitimini Süleyman Demirel Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları, Oyunculuk Bölümü’nde tamamladı. Aldığı drama eğitimine kendi özgün çalışmalarını katarak çocuklar ve gençler için atölyeler düzenledi. 8 yıl boyunca Ege Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi’nde yaratıcı drama liderliği ve oyunculuk eğitmenliği yaptı. İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü’nde yüksek lisans programında, “Masal Anlatıcılığı Eğitimi” üst başlığıyla tez çalışmalarına devam etmektedir.
Kızı Asya Mavi'nin doğmasıyla başlayan annelik sürecinde masallarla iletişim kurdu. Okumanın ötesine geçerek anlatmaya karar verdi ve Judith Liberman'ın masal kampına katıldı. Nazlı Çevik Azazi, Şeyda Çevik, Ayşe Senem Donatan'ın kurucuları olduğu Seiba Uluslararası Hikâye Anlatılıcılığı Merkezi'nde “Anlatıcının Yolu” sertifikalı programına katıldı. Bu eğitim kapsamında bir çok ülkeden masal anlatıcısı ile çalışma fırsatı buldu. Sue Hollingsworth'un “Biyografik Hikâye Anlatıcılığı” eğitimine katıldı. Kitabevlerinde, kişisel gelişim merkezlerinde, yoga kamplarında, sanat atölyelerinde, tiyatro sahnelerinde, cezaevlerinde, hastanelerde, okullarda ve uluslararası festivallerde ve yüreğinin çağırdığı her yerde masalların tohumlarını ekti.
Kadim anlatıcılık geleneğinin köklerini araştırmak ve anlamak için “Şamanın Kozmik Dünyası” isimli kitabın yazarı Maya Şamanı Ayşe Nilgün Arıt'tan Temel Şaman Eğitimini aldı.
Efe Elmas ile masalların ve mitlerin simge ve arketipleri üzerine çalıştı. Ruhun Yolculuğu başlığı altında “Masal ve Arketip” , “Şifalı Masallar” atölyeleri ve “Kabilenin Yolculuğu” masal kampları düzenlediler. Bu düzenledikleri kamplar ve eğitimlerde masal ve mitolojilerin kadim dilini, sözlü geleneğin sembolizmle aktarılışını anlamak ve imge çalışmaları ile masalların daha derinine inmeyi kolaylaştırmak için kendi yöntemlerini paylaştılar. Farklı bir sembolizm ve anlatım doğası olan Binbir Gece Masalları üzerine araştırma ve çalışmalar düzenlediler. Ayrıca Binbir Gece Masallarını, masal performansı olarak sergilemektedir.
“Çocuğuma Nasıl Kitap Okurum, Masal Anlatırım?” atölyesi ile ebeveynlerle ve öğretmenlerle masalların doğasını anlamak üzere çalışmalar yapmaktadır.
Sıla Topçam tiyatro geçmişiyle, masal anlatıcılığını harmanlamış ve kendine özgü eğitim biçimini oluşturmuştur.

"Hayır"da Hayır Vardır.



Vatan Şaşmaz cinayeti ile ilgili haberleri okudum, hepsini değil. Bir sürü tespitte bulunulmuş, dedikodu kısmını ise hiç bilmiyorum. Benim bu olayda gördüğüm şey, çetrefilli bir aşk hikâyesi ve "hayır" diyemeyen bir erkek.

Hayır diyemeyen birini görünce de eski yaralarıma dokunulmuş oldu. "Vatan Şaşmaz'ın o odada ne işi vardı?" diye düşündüm. Onu suçlamak için değil, merak ettiğim için. Bitmiş bir ilişki, bir taraftan da bir evlilik ve doğacak olan bir bebek var. O kişi neden o odaya girmiştir ve odadan çıkmak üzereyken sırtından vurulmuştur?


Bu konu üzerine düşünmeye başladım, artık "hayır" diyebildiğimi düşünüyorum derken "hayır" diyemediğim kişiler olduğunu farkettim ve bu beni çok rahatsız etti. Sonra çevremde bunu yapamayan insanları düşündüm. Emekleri sömürüldüğü halde, istemedikleri durumlara sokuldukları halde, o kişiyi sevmedikleri halde "hayır" diyemiyorlar. Hayatımıza karışılmasına izin veriyoruz, duygularımızın sömürülmesine ve suistimal edilmeye izin veriyoruz.

Anne ve babamıza "hayır" diyemiyoruz en başta. Onlara hayır dersek, hayırsız evlat olacağımız öğretilmiş. Öğretmenlerimize karşı gelemiyoruz, patronlarımıza zaten ses çıkaramıyoruz. Ama temelde suistimal ailede başlıyor. Kaçımız akrabalarımızdan birini öpmek istemediğimiz halde annemizin ayıp oluyor bakışıyla onu öptük? Bedenimiz, duygularımız, düşüncelerimiz üzerinde söz sahibi olabilmek için ciddi bir mücadeleye girmemiz gerekiyor, hem de en sevdiklerimizle. Sonra da bu mücadeleye girersek onların bizi sevmeyeceklerini düşünüyoruz.

"Hayır" dediğimizde karşı tarafı özgürleştirmiş oluyoruz aslında, ona karmaşık cevaplar vermiyoruz. İstemediğin halde yanında bulunmak, istemediğin halde yaptıklarına göz yummak karşı taraftaki kişi için dayanılmaz. Bize lafla "hayır" deyip bir kaç kez ısrar ettiğinizde "tamam" diyen birine ne kadar güvenebiliriz?. Sadece şu mesajı alırız "ısrarlarına devam et"   Bunu da ailelerimizden öğreniyoruz, "hayır" demeyi bilmeyen, sözünün arkasında durmayan ana babalar kafa karışıklığından başka bir şey yaratmıyorlar. Size hiç bir zaman tam anlamıyla "hayır" denmemişse durmayı ve başkasının sınırlarına saygı duymayı beceremiyorsunuz. O "hayır"ların hepsi "ısrar edersem evet'e çevrilebilir" gibi geliyor. Bu yüzden ilişki istemeyen bir kadının "hayır"ı naz olarak algılanıyor. Taciz de hak sayılıyor, çünkü gerçekten "hayır" dediğini anlayamıyor.

Bir ilişkiyi süründürerek, o kişi üzülmesin, kırılmasın, ayıp olur, söz vermiş oldum diye düşünerek sadece kendi ölüm ilanımızı hazırlamış oluyoruz, sırtımızdan vurulmamış olabiliriz ama ruhumuzdan vuruluyoruz. İstemeden yaptığımız her hareket, sınırını çizemediğimiz her durum hayat enerjimizi sömürüyor, bizi yavaş yavaş öldürüyor. Çevremizde kaç kişi var, istemediğimiz halde hayatımıza bir yerden girmeye çalışan? Biz kimlerin hayatına pek de bizi istemediğini sezdiğimiz halde giriyoruz? Hayır diyemez nasıl olsa diye haketmediğimiz şeyleri istiyoruz?
"Hayır" diyebildiğimiz ve "Hayır"lara saygılı olduğumuz güzel bir ömür dilerim...

HİKÂYE ANLATICILIĞINDA SÖZÜN GÜCÜ-2-


MASALCIYA MEKTUPLAR...




Sevgili Masalcı,

Diyorlar ki masal insan hayatını değiştirip dönüştürebilir. İnsana, yılanın eskimiş derisini bırakması gibi, eskimiş varoluşlarını atmasını öğretir. Yaşam yolculuğunda insana rehber olur. Diyorlar ki masal çölde yolunu kaybetmiş yolcular için kuzey yıldızıdır.

 Peki ama bunu nasıl yapar masal? Bu gücünü nereden alır? Masal bu dönüşüme tek başına mı vesile olur? Ona yardım eden,  gücünü açığa çıkartan birileri var mıdır?

Masal “SÖZ” dür diyorlar… 

Kağıt üzerine hapsedilmiş kelimeler masal değildir. Masal yaşayan insanın ruhundan  kopup gelen sözün ta kendisidir. Ruh canlıdır, kendi kaynağına ulaşmak için her an değişip dönüşür. Denizlere ulaşmak için onca engeli aşan nehirler gibidir ruh. Hep geldiği yere gitme, çıktığı kaynağa geri dönme sevdası ile yanıp tutuşur. Masal da ruha kaynağına ulaşabilmesi için yol gösterendir. Öyleyse masal hem yolun kendisi hem yolun gösterenidir.

Masal “İMGE”dir, diyorlar...

İmgeler kısaca masalın resimleridir. Bu resimler sadece göz ile görülmez. Kulak ile duyulur, burun ile koklanır, deri ile dokunulur, dil ile tadılırlar. İmgeler duyuların dış dünyayı iç âlemin diline çevirirken kullandığı dildir. İmge ne ise  odur. Gösterdiği şeydir yani. Ne eksik ne fazlasıdır. Her masal imge yüklü resimli kitaplara benzer.

Masal “SİMGE” dir, diyorlar…

İmgeler aynı zamanda masalın içindeki simgelerdir. “Her simge bir imgedir.” (Metin Bobaroğlu) Simge kendini göstermez. Her daim kendinin dışındaki başka bir şeyi gösterir. Ancak o zaman simge (sembol, metafor) olur. Mesela bir elma simge olduğunda pazardan satın alıp yediğimiz elma değildir artık. O artık bilginin, bereketin, ilk günahın ve daha başka bir çok haikatin temsilidir. Simgeler elle tutulamayan, gözle görülemeyen, duyular aracılığı ile algılanamayan hakikatleri duyuların önüne getirirler. Çok anlamlıdır ve yoruma açıktırlar. İmge görünümündeki simge çokluğu birliğe çeker. Böylece bir çok hakikat bir simgede bedenlenmiş olur. Nasıl ki ruh bu dünyada var olmak için bedene ihtiyaç duyar. Bunun gibi soyut olan hakikatler de masalda bedenlenirler ve böylece duyuların önüne gelirler. 

Masal ARKETİP’dir,  diyorlar…

Her arketip bir simgedir. Arkeler, İlkeler evrensel değerlerdir. Evrensel olan coğrafi konuma, tarihe, kültüre, insana göre değişmez. Bu evrensel ilkeler, arketipler insan ruhuna içrektir. Her ruh varlığının derinliklerine işlenmiş arketipler ile gelir bu dünyaya. Arketipler insan ruhunda “kollektif bilinçdışının” temsili olarak var olurlar. Arketipler kollektif olanın bireysel olandaki görünümüdür. 

Ne çok şeymiş masal. Ne derin, ne hikmetli bir varoluş! 

Başlangıçta imgeler, simgeler, arketipler soyut kavramlardır (ki zaten kavram soyut olandır). Hayal alemlerinde yaşarlar. Görünmez âlemi mesken tutmuşturlardır.  Yaşadığımız dünyada fiziksel bir varlıkları yoktur onların. Ruhun bu dünyada var olmak için bedenlenmeye ihtiyaç duyması gibi simgeler aracılığı ile temsil edilen soyut hakikatler de bedenlenmek için fiziksel bir mekana ihtiyaç duyarlar. İşte bu mekan masalcının tüm varlığıdır. Beden ruhun evidir. Masalcı da masalın ikamet edeceği sarayı…

Masal bir “HAZİNE SANDIĞI” dır, diyorlar. 

Bu sandığın içinde bereketli tohumlar gizlidir. Her  bir imge, simge ve arketip kalbinde yepyeni  yaşamların potansiyellerini gizleyen bir tohumdur. 

Masal “DÖNÜŞÜMDÜR” dür, diyorlar…

Bunun gerçek olabilmesi için önce masalcı hazine sandığını açmalı, sonra da sandığın içindeki hakikat tohumlarını büyük bir özenle kendi ruh topraklarına ekmelidir. Masalcı masalın gizli hazinelerini kendi ruhuna ekerken aklını, gönlünü ve duyularını kullanır. Bunlar masalcının aletleridir. Böylece masalcı masalı; aklen, kalben ve duyuları aracılığı ile masalı bilmeye başlar. Bilme yolculuğu bitince diller susar, bambaşka bir hakikatin kapısı açılır. Masalcı masalın kendisi olur. Bu aşamaya gelince masalcı susarken masal olur, bakarken masal gibi bakar,  konuşurken masalın dilinden konuşur.

Masalın hakikat tohumları ancak masalcının ruhunda can bulabilir. Tohum varlığındaki tüm güzellikleri masalcının ruhunda açığa çıkartınca bu kadim topraklar muhteşem bir çiçek bahçesine dönüşür. Böyle olunca masalcı değişir. Bunun için bir bahçıvanın sabrına, kudretine ve hikmetine ihtiyaç duyar masalcı. Masalcı hem bahçıvandır hem toprak hem çiçek hem de çiçeğin başkalarını cezbeden kokusu. Böyle olunca da masalcının dudaklarından dökülen SÖZ dinleyicisini değiştirip dönüştürür. 

Anlattığı masalın taşıdığı hazineleri kendi benliğine katamamış, kendisi değişip dönüşmemiş masalcının sözü “hazmedilmemiş bir kelamdan” (İsmail Emre) öteye gidemez. Hazmı zor bu kelam masalcıyı dönüştüremediği için dinleyicisi üzerinde de etki bırakmaz.

Masal “AŞK” tır, diyorlar…

Masal ve masalcı birbirine aşık iki maşuktur. Seven ile sevilen birbirinin uzağında durur mu hiç? İç içe geçmek bir olmak hiç ayrılmamak isterler. Masal ve masalcı da böyle hemhal olmak, bir olmak için yanıp tutuşurlar. Masalın hakikatleri masalcının benliğinde çiçek açmaya başlayınca vuslat gerçekleşmiş olur. Bu vuslatın meyveleri masalcının tüm varlığında görünür olmaya başlar. Onun hali değişmiştir artık. Sözleri, bakışları, duruşu dinleyenine sunulan bereketli meyveler gibidir. Dinleyici bu bereketli meyveleri yemeye başladı mı o da dönüşmeye başlar. 

Masal “SÖZ” dür diyorlar… (Başladığımız yere geri döndük şimdi.)

“Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı. diyor Johanna İncilinde. Sözün Tanrının kelamı olabilmesi için masalcının ruhundan kopup gelmesi, onun halini taşıması gerekir. Söz ancak o zaman hakiki olur ve Tanrı’nın kelamını bize taşır.

Söz ve kelime arasında bir fark vardır. Örneğin ADALET kelimesi 6 harften oluşmuş bir simgedir. Bu kelimenin harflerinin şeklinden ötürü bir görselliği, ağızdan çıkınca da bir sesi vardır. Kelime dediğimizde bu görsellik ve sesi kast ederiz. Her kelime aynı zamanda bir simgedir. Tıpkı suyu taşıyan bir kap gibi. Kap kelime ise içindeki su kelimenin gösterdiği hakikattir. Kelimenin görüntüsü ve sesi onun fiziksel varlığı iken hakikati de onun içsel varlığıdır, özüdür. Adalet kelimesinin dış varlığından yukarıda bahsetmiştik. Peki onun iç varlığı neye benzer? Adalet kavramı insanda bedenlenince insanın hali nasıl değişir? Buna bağlı olarak toplumun yapısında neler gözlemlenir? 

İnsan ancak kendi bireysel yaşamında adaleti tahsis edebilirse bu soyut kavram görünür olmaya, ete kemiğe bürünmeye başlar. Kanunların herkes için eşit derecede geçerli olduğu, barış ve huzurun egemen olduğu bir toplum bize göz kırpar. Böyle bir toplumda insanlar güven içinde yaşarlar. Mutlu olurlar. Başkalarının hakkını kendi hakları gibi korurlar. Topluluk olma bilinci gelişmiştir. Masalların bize en çok gösterdiği hakikatkerden birisi adalet olduğuna göre masalcı kendi yaşamında adaleti tahsis etmedikçe anlattığı masallarda adaletin önemine hakikatte nasıl vurgu yapabilir? Masalcı kendi yaşamında adil ise  o zaman ağzından çıkan adalet kavramı söz niteliğine bürünür. Çünkü o zaman masalcı bu kelimenin hem iç hem de dış varlığı ile temas kurmuştur. O sözün kendisi, ete kemiğe bürünmüş yaşayan örneği olmuştur. İşte bu söz dinleyenini değiştirip dönüştürme gücüne sahiptir.
Hülasa masalcı masalın taşıdığı hakikatker aracılığı ile değişip dönüştükçe, masalın özünü kendi benliğine kattıkça ruhunda açmış olan hakikat çiçekleri ile dinleyicisini de dönüştürebilir. Bunu yapamıyorsa hiç konuşmasa, hiç anlatmasa daha iyidir. Çünkü o suskunluk ham konuşmalardan daha bereketlidir. 

Biz derdimizi anlatmak için onca laf kalabalığı ettik. Ama biliyoruz ki bu derdi hikâyeler kısa ve öz daha iyi anlatabilirler ve çok daha güçlü etkiler bırakabilirler. O zaman sözü bereketli Anadolu topraklarının yetiştirdiği en büyük kamil insanlardan birisi olan İsmail Emre’ye bırakalım da bize bir hikâye anlatsın;

 “-İmâm-ı Azam devrinde halkı salgın halde sıtma tutuyor. Doktorlar bir türlü hastalığın önünü alamıyorlar. Nihayet sebebini anlıyorlar; kavundan oluyormuş. Halka münadilerle “Ey ahali! Kavun yemeyin; sıtmayı yapan kavundur.” diye tehlikeyi ilân ediyorlar. Fakat kimse dinlemiyor. Nihayet İmâm-ı A’zam’ın nüfuzundan istifade etmek istiyorlar. Ona rica ediyorlar: “Siz va’z edin; halk sizin sözünüzü dinler” diyorlar. İmâm-ı A’zam düşünüyor, parmaklarıyla bir şeyler hesap ediyor: “bugünlerde va’z edemem. Ancak 23 gün sonra va’z ederim” diyor. Doktorlar şaşırıyorlar: “Niçin 23 gün sonra?” diyorlar. İmâm-ı A’zam şu cevabı veriyor: “Ben 17 gün evvel kavun yedim. Kavun vücutta 40 gün kalır. 40 gün sonra yenen kavundan vücutta eser kalmaz. Ben 23 gün daha beklemeliyim ki 17 gün evvel yediğim kavun vücudumdan çıksın. İşte o zaman söyleyeceğim sözü tutarlar. Benim kanımda kavun varken halka nasıl “kavun yemeyin” diyeyim…***

*** İsmail Emre’nin Tasavvufî Sohbetleri, 14 Temmuz 1952, Sayı 51  (http://www.ismailemre.net/sohbetler.asp?yazno=1&katno=6)






Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...