Tomorrow morning I shall be setting off on my journey up to West Sussex for the big Summer Country Brocante at Cowdray Park on Saturday. Having been to their Winter Fair last November I know that I'm in for a treat with so many beautiful things for sale. (Even though I'm selling my work it's also very nice to do a bit of buying too!)
 Some of my latest makes. It has been in my heart to make these for many months now, and to finally stitch them has been very satisfying. The flowers are Victorian corsages and I've used an old quilt as a backing, with some beautiful old lace.


 New collage cards made with old envelopes, bits of quilt, lace, stamps, buttons.....


 Hope to see some of you at the fair on Saturday!
 Doors open at 9am for the early birds. See side bar for more details.

Hint Filmi: Lage Raho Munna Bhai



  Bu film gününüzü, akşamınızı, hangi vakitte izliyorsanız o anı güzelleştirecek bir film azizim. Kendinizi sürekli gülerken yakalayacağınız, sıcacık, aşklı, maceralı, gizemli, hiç bitmese diyeceğiniz türden bir yapım. 
(Ha? Tabi ki Bollywood dostum!..) 



 Sanjay Dutt ve Vidya Balan'lı filmin konusuna gelince... (Film yazılarım spoiler içermez, organiktir, sağlıklıdır, rahatlıkla dibine kadar okuyabilirsiniz.) 

  Adamımız Murli Hindistan'da bir çete lideri. Radyo programcısı Jhanvi'ye delice aşık oluyor, görmeden, sadece sesinden. 
Her sabah, good morningggg Mumbaiiii diyen bir ses... (Hindistan'a gidersem ben de öyle bağıracağım.) 


  Jhanvi bir yarışma düzenliyor.  Gandhi hakkındaki soruları telefonda doğru cevaplayan radyoya konuk olmaya hak kazanacak. 
  Murli çetenin yardımı ile hepsini cevaplıyor. Hal böyle olunca radyoya konuk oluyor, kızla tanışıyor, ona tarih profesörü olduğunu söylüyor ve macera başlıyor. 


 Kıza rezil olmamak için kütüphaneye kapanıyor, Gandhi'nin hayatını öğreniyor. Tabi bu arada olaylar alıp başını gidiyor. Sevdiğimiz, şaşırtan, vurucu Bollywood sürprizleri de mevcut filmde. O yüzden ayrıntıya girmiyorum. 


   Murli'nin yakın arkadaşının konuşmasına ayrıca bayıldım. Hintçe zaten gırdi gırdi karışık bir dil, adam da  hızlı konuşunca pek sevimli olmuş.

   Evettt dönelim başa... İzlemediyseniz tez elden izleyin azizim. 
Hatta kocanızla, yavuklunuzla, olmadı kankanızla izleyin, mutlu olun ve içinizde kelebekler uçuşsun!..

Holle Kadın Masalı

Grimm Kardeşler



Dul bir kadının iki kızı varmış. Biri hem güzel, hem de çalışkanmış. Öteki ise hem çirkin, hem de tembelmiş; ama kendi öz kızı olduğu için kadın bunu daha çok severmiş. Evde her işi güzel kıza gördürürmüş. Zavallı kızcağız her gün sokakta bir kuyunun başında oturup bez dokurmuş. Hem de o kadar çok çalışırmış ki, parmaklarından kan fışkırırmış.



Günün birinde iplik sardığı makara kan içinde kalmış. Bunun üzerine kız kuyuya eğilerek makarayı yıkamak istemiş. fakat makara elinden kayıp kuyuya düşmüş.



Kızcağız ağlaya ağlaya üvey annesine koşmuş. Başına gelen kazayı anlatmış. Kadın çocuğu adamakıllı azarlamış, sonra da çocuğa hiç acımadan:

- Makarayı kuyuya nasıl düşürdünse öyle alıp getireceksin. Sonra karışmam ha... diye bağırmış.



Bunun üzerine kız kuyunun başına dönmüş ama ne yapacağını bilmiyormuş. Makarayı almak için "ne olursa olsun" diye kuyuya atlamış. Atlamış ama aklı başında değilmiş. Az sonra uyandığında, kendini güzel bir çayırlıkta bulmuş.

Güneş parıldıyor, çevrede binlerce çiçek görünüyormuş. Yolda karşısına bir fırın çıkmış. Fırının içi ekmekle doluymuş. Ekmek kıza seslenmiş:



- Ne olursun beni fırından çıkar, beni fırından çıkar; yoksa yanacağım, çoktan piştim ben...

Kız fırına yaklaşmış, ekmeklerin hepsini kürekle birer birer dışarı çıkarmış. Sonra yoluna gitmiş. Karşısına bir ağaç çıkmış; ağacın üzerinde pıtrak gibi elmalar sallanıyormuş, ağaç kıza seslenmiş:



- Beni silkele, beni silkele... Biz elmalar hep olduk!..

Kız ağacı sallamış, elmalar, yağmur taneleri gibi yere dökülmüşler. Kız ağacın üzerinde hiç elma kalmayıncaya kadar silkelemiş. Elmaları bir araya toplayarak koca bir yığın yapmış, sonra yine yola koyulmuş..



Sonunda küçük bir eve varmış. Penceresinden bir kocakarı bakıyormuş. Kadının dişleri pek iriymiş. Bunları görünce kızın içine korku girmiş. Oradan kaçmak istemiş. Fakat yaşlı kadın arkasından seslenmiş:

- Sevgili çocuk, neden korkuyorsun? Gel burda kal; evin bütün işlerini güzelce yaparsan sana bir kötülüğüm dokunmaz. En çok dikkat edeceğin şey yatağımı güzel düzeltmek, iyice silkelemektir. Bunu yapınca yatağın içindeki kuş tüyleri uçar. İşte o zaman yeryüzüne kar yağar. Benim adım Holle Kadın'dır.



Kocakarı böyle tatlı tatlı konuşunca kızın içi ferahlamış; orada kalmaya karar vermiş. İçeri girerek işine başlamış. Evin her işini seve seve yapıyormuş, yatağı her zaman o kadar güçlü silkeliyormuş ki, tüyler kar parçaları gibi uçuyorlarmış. Bu yüzden kadının evinde rahat bir yaşam geçiriyor, kötü söz işitmiyor, her gün kızartmalar, kebaplar yiyormuş.

Küçük kız uzun zaman Holle Kadın'ın yanında kalmış; fakat içinde hep bir üzüntü duyuyor, bunun nedenini kendisi de bilmiyormuş. Sonunda bunun farkına varmış; yurdunu özlemişmiş. Her ne kadar buradaki yaşamı kendi evindekinden bin kat daha iyi geçiyormuşsa da, o yine evine dönmek

Sponsorlu Bağlantılar



istiyormuş. Bir gün dayanamamış, Kocakarı'ya demiş ki:



- Evimi çok göreceğim geldi. Bu ayrılık acısına dayanamıyorum. Burada, yerin altında geçen yaşamım çok iyi ama artık daha fazla kalamayacağım. Yine yukarıya dönmek istiyorum.

Holle Kadın:



- Evine dönmek isteyişin hoşuma gitti. Bugüne kadar bana çok iyi hizmet ettiğin için, seni ben kendi elimle yukarı çıkaracağım, demiş.

Kızı elinden tutmuş; büyük bir kapıya doğru götürmüş. Kapı açılmış. Kız tam kapının altına geldiği zaman güçlü bir altın yağmuru başlamış. Durduğu yerle annesinin evi arasında çok az aralık varmış. Kız evin bahçesine girdiği zaman horoz kuyunun üzerine çıkmış, ötmeye başlamış.



- Ö ö rö ö, altından küçük bayanımız yine geldi!

Kız eve girmiş, annesinin yanına gitmiş. Her yanı altınla kaplı olduğu için kendisini hem annesi, hem üvey kız kardeşi güleryüzle karşılamışlar.



Kız başına gelenleri bir bir anlatmış. Annesi, bu altınların nasıl elde edildiğini öğrenince çirkin, tembel kızına da bunları kazandırmak istemiş. bu kızını da kuyunun başına oturtarak bez dokutmaya başlamış. Makarasının kana bulanması için kız parmağına iğne batırmış. Elini dikenli çitlere vurmuş. Sonra makarayı kuyuya atmış. Arkasından da kendisi atlamış. Öbür kız gibi kendini bir çayırda bulmuş. Aynı yoldan yürümeye başlamış. Fırına vardığı zaman ekmek yine bağırmış:

- Ne olursun beni dışarı çıkar, beni dışarı çıkar, yoksa yanacağım. Çoktan piştim ben!..



Fakat tembel kız:

- Doğrusu üstümü başımı kirletmeye vaktim yok!.. demiş yoluna gitmiş. Az sonra elma ağacının yanına varmış. Ağaç seslenmiş:



- Ne olursun, beni silkele, kuzum beni silkele... Biz elmalar hep olduk!

Kız:



- Ya... çok bilmişsin... seni silkeleyim de kafama elmalar düşsün değil mi? demiş; geçip gitmiş.

Holle Kadın'ın evine vardığı zaman hiç korkmamış. Çünkü onun koca dişlerini önceden duymuşmuş. Hemen kadının hizmetine girmiş. İlk gün çok çalışmış. Holle Kadın'ın her dediğini yapmış. Kocakarının kendisine vereceği altınları düşünüyormuş. Fakat ikinci gün tembelliğe, işleri başından savmaya başlamış. Üçüncü gün bu tembellik bir kat daha artmış. Sabah bir türlü yatağından kalkmak istemiyormuş. Tembel kız Holle Kadın'ın yatağını da yapmıyormuş. Bu yüzden tüyler de uçuşmuyormuş. Çok geçmeden bu durum Holle Kadın'ı kızdırmış. Kızı işinden çıkarmış.



Tembel kız buna seviniyormuş. Altın yağmurunun yağacağını umuyormuş. Holle Kadın onu da büyük kapıya kadar götürmüş. Fakat kız kapının altına gelince altın yerine kocaman bir kazan dolusu zift başından aşağı boşalmış.

Holle Kadın:



İşte bu da senin hizmetlerinin ödülü!... demiş. Kapıyı kapamış. Tembel kız eve dönmüş. Her yanı zifte bulanıkmış. Yine kuyunun başında duran horoz kızı görünce:

- Ö ö rö ö, pasaklı küçük bayanımız yine geldi diye ötmeye başlamış. Kıza bulaşan bu zift ömrü oldukça üzerinde kalmış.

Canı Sıkılan Fil

CANI SIKILAN FİL



“ Karşı yoldan bir insan geliyor. Ama ne hızlı. Koşuyor mu? Hayır koşmuyor. Dur bakayım, bir şeye binmiş. Acaba o şeyin adı ne? Biraz hızlanıp yetişeyim şuna. “



“ Hey, insan nasılsın? “



“ İyiyim, sağ ol fil. Sen nasılsın? “



“ Ben de iyiyim. Sen neyin üstündesin şimdi? “



“ Bu mu? Bisiklet canım. İki tekerlekli bisiklet. “



“ İki tekerlekli bisiklet mi? “



“ Evet. “



“ Hayatımda ilk defa görüyorum böyle bir şey. Her neyse. Ben sana ne soracaktım ya. Hah buldum. Canım çok sıkılıyor, ne yapayım? “



“ Canın mı sıkılıyor? O zaman bisiklete bin, rahatlarsın. “



“ Bisiklete mi bineyim? Beni taşımaz ki bisiklet. “



“ Sen de taşıyanını bul. “



“ Nerden bulayım? “



“ Bul bir yerden. “



“ Bulamazsam. “



“ Bulamazsan, seni taşıyacak kocaman bir bisiklet yap. İşim acele, haydi, bana müsaade. “



Adam bisikletle giderken, fil de, koşar adım ters yöne gitmeye başladı. Ama fil arada bir durup adamın arkasından baktı. Düşündü.



“ İnsana canım sıkılıyor dedim, bisiklete bin dedi. Rahatlarmışım. Acaba canı sıkıldığı

Sponsorlu Bağlantılar



için mi bisiklete biniyor? Tüh, keşke sorsaydım. Şuna bak, ne hızlı gidiyor. Sahi iki tekerleğin üstünde nasıl dengede duruyor, düşmüyor, hayret! ”



Fil bisikletli adama yetişti:



“ Şey, canın sıkıldığı için mi bisiklete biniyorsun? “



“ Peşimden geleceğini anlamıştım. Sen çok meraklı bir filsin. Evet, canım sıkıldı, şöyle bir tur atayım dedim. Bisiklete binmek can sıkıntısına iyi gelir. Sana boşuna mı öğüt verdim? “



“ Peki, iki tekerleğin üstünde nasıl dengede duruyorsun? “



“ Alışkanlık meselesi. Bine-ine alışıyor insan. Öğrenirken biraz zorlandım ama sonra alıştım. Şimdi basit geliyor. “



“ Ben de alışabilir miyim dersin bisiklete binmeye? “



“ Sen önce bir bisiklet sahibi ol, daha sonra bana o soruyu sor. “



“ Bisiklet su üstünde gider mi? “



“ Hayır, ne üstünde, ne altında gitmez. “



“ Uçar mı? “



“ Hayır uçmaz. “



“ O zaman ne yapar? “



“ Kaçar. “



“ Nasıl? “



“ İşte bak böyle. Sakın peşimden gelme.”



Bisikletli adam, hızını artırıp uzaklaşıp giderken, fil, adamın arkasından bakakaldı.





SON

İki Pamuk Nine Masalı

Üç katlı ahşap ev sokağın tam köşesindeydi. Gelip geçerken pencerenin birinde hep bir beyaz baş görürdüm. Bu beyaz baş dediğim, saçları kırlaşmış kadın başıydı. Bazen beyaz başlar ikileşirdi. Onlar herhalde seksenlik vardır diye düşünürdüm.



Yıl 1945. Hakkı Paşa, paşa olup da Bursa’ya tayini çıkınca, üç katlı bir konak yaptırmış. Kızları Neveser ve Kevser o zamanlar birer genç kız, birer huri. Kızların güzelliği Bursa’yı aydınlatsın diye, Hakkı Paşa yalının 40 odasında 40’ar lamba yaktırırmış geceleri. Ne genç subaylar, ne genç hakimler istemişler Hakkı Paşa’dan kızlarını da kızlar, onun kaşı kalın, şunun gözü büyük, bunun boyu kısa diye evlenme tekliflerini kabul

Sponsorlu Bağlantılar



etmemişler.



Kızların yaşı 30’u geçmiş, Hakkı Paşa öbür dünyaya göç etmiş, kalmışlar kızlar analarıyla birlikte paşa babalarının emekli maaşına. 40 odada yanan 40’ar lamba eder 1600 lambanın çoğu sönmüş. 40 odada 40 lamba yani her odada yanan bir lamba kalmış. Kızların yaşı 40’ı geçince, anaları vefat edince, kızlar şimdi oturdukları o tek odada tek lamba yakar olmuşlar. Geçen yıllar kızları yaşlandırmış, saçlarını kırlaştırmış, birbirleriyle hep eski günleri anar hale getirmiş. Şimdiye kadar hep iyilik düşünen, kimsenin kalbini kırmayan iki pamuk nine. Sizlerin hikâyesi dilden dile, gönülden gönüle dolaşacak. Bunu istemiyor muydunuz?



Yazan: Serdar Yıldırım

Gezgin Şehmuz İle Fakir Padişah Masalı

Gezgin Şehmuz geze geze yoklar, yoksulluklar ülkesine varmış. Gezdikçe, insanların nasıl bu kadar yoksul olduklarına şaşırıp kalmış. Giydikleri elbiseler eski, yamalı, yırtık pırtıkmış. Ayaklarında ise, birer tahta çarık, yalınayak dolaşanlar bile varmış. Köyler, kasabalar ve şehirlerdeki evler tek katlı, ahşap yapılarmış. Tarlalar, bağlar, bahçeler belirli yerlerde bulunuyor, fakat ülkenin genişliğine oranla az yer kaplıyormuş. Başkente gitmiş. Padişahın sarayının nerede olduğunu sormuş. İlerde, ağaçlar arasında demişler. Ağaçlığın kenarında atından inmiş.Ağaçların arasından yürümüş, sonunda yolu geniş bir düzlüğe çıkmış. Bakınmış ortada iki katlı ahşap bir evden başka bina görememiş. Ahşap binanın çevresinde beş altı kişi, ellerinde kazmalarla toprağı kazıyorlar, ekim - dikim işiyle uğraşıyorlarmış. Yanlarına yaklaşmış:



“ Kusura kalmayın ağalar, sarayı burada diye tarif ettiler. Acaba yanlış mı geldim? “ diye sormuş.



“ Doğru gelmişsin, beyim!..Bizim padişahın sarayı işte burası. “ demiş köylülerden birisi ve eliyle iki katlı ahşap yapıyı işaret etmiş.



Gezgin Şehmuz, iliklerine kadar titrediğini hissetmiş. Koca bir ülkenin padişahı, nasıl olur da bu eski binada hüküm sürer?..Aklına, hayallerine sığdıramamış. Başı dönmüş, bakışları bulanmış, olduğu yere çöküvermiş. Az biraz dinlendikten sonra, başını elleri arasına almış, düşünceye dalmış. ‘ Vah bana, vahlar bana. Nasıl oldu da düşünemedim? Onca yoksulluk varken, bu yoksulluğu yöneten padişahın da yoksul olacağını, fakir padişah olacağını. Çok yerler gördüm, çok insanlar tanıdım. Demek ki, tecrübe de bazı durumlarda pek işe yaramazmış.Neyse, kalk bakalım, Şehmuz.Gidelim, görelim şu fakir padişahı, yoksulluğunun derecesini ölçelim. ‘ Etrafında toplananlara:



“ Yok bir şeyim.Yorgunluktan herhalde başım döndü. Padişahınızla görüşmek isterim.Gezgin Şehmuz geldi deyin kendisine.“ demiş.Oradakiler, sevinçle birbirlerine bakınmışlar.İçlerinden birisi dönmüş. Koşarak, padişaha haber vermeye gitmiş.



Gezgin Şehmuz, biraz sonra padişahın odasına girmiş. Orta yaşlı padişah, kendisini ayakta karşılamış, gülerek:



“ Hoş geldin!..Sefalar getirdin. Demek Gezgin Şehmuz sensin. Yıllardır hakkında anlatılanları can kulağıyla dinlerim.Gittiğin yerlere hareket, bereket getirirmişsin.Bilgine,sözüne,sohbetine doyulmazmış. Ben seni daha yaşlı zannederdim; pek gençmişsin. “



“ Hoş bulduk, padişah hazretleri. Hakkın ihsanları üzerinize olsun efendim. On beş yaşlarında ilk gezilerimize başladık, bir o kadarı da, yollarda geçti. Yıllar yollarda kaçar, yollarda yılları kovalar dururum. Gezerim, dolaşırım, sorarım, öğrenirim. Öğrendiklerimi, bilmeyenlere öğretirim. Bilgiyi bilen yerlerden, bilgiyi bilmeyen yerlere bilgi taşırım. Benim yaptığıma bir nevi bilgi hamallığı denebilir. “



“ Doğru dersin Şehmuz, öğretenin olmadığı yerde bilginin varlığı bilinmiyor, hiçbir şey de öğrenilemiyor. Neyse, yorgunsundur. Buyur, geç otur şöyle, rahatına bak..” diyerek padişah,

Şehmuz’a tahta bir sandalye uzatmış, kendisi de başka bir sandalyeye oturmuş.



“ Şehmuz, sanırım buraya gelene kadar ülkemin birçok kasabasını, köyünü görmüşsündür. Halkımın çok yoksul oluşu, şehirlerde tüccar bulunmayışı, toprakların büyük kısmının verimsiz oluşu mutlaka dikkatini çekmiştir. Yabancı ülke tüccarları gelmezler benim ülkeme. Mal getirseler kime satacaklar? Halkım kendi karnını doyuramazken elbise mi, ayakkabı mı

düşünecek. O boş gördüğün topraklarda çok denemeler yaptık, her türlü ürünü yetiştirmeyi denedik. Sonuç sıfır…”



“ Değerli padişahım. Arazilerinizin büyük kısmı killi toprak tabir edilen cinsten.Killi topraklar geçirimsiz topraklardır. Bu toprağa dikilen nebatların kökleri hava ile temas edemez. Yağan yağmur suları bitkinin köklerine ulaşamaz. Hava ve su olmayınca da bitkiler yaşayamaz. Ülkeniz topraklarının verimli olan küçük bir bölümü kumlu topraklardır. Kumlu topraklar, bazı

Sponsorlu Bağlantılar



sebze ve meyvelerin yetişmesine elverişlidir. Fakat, kum oranı biraz fazlacadır. Uygun yerlerde killi toprakları kumlu topraklarla karıştıralım. Bu karışım gübre ile desteklenirse humuslu toprak oluşur. Humuslu topraklar verimli topraklardır. Bol ürün elde edilir. Ayrıca suni göletler yapılırsa, buralarda balık nesli çoğaltılabilir. Ülke insanlarının et ve protein ihtiyacı karşılanabilir. Zamanla ihtiyaç fazlası ürünler ve balıklar komşu ülkelere satılıp para bile kazanılabilir. “



Gezgin Şehmuz’un anlattıklarını dikkatle dinleyen padişah:



“Aman be Şehmuz,yeter ki kendimizi doyuralım, para kazanması eksik kalsın.Duymadığımız, bilmediğimiz nice şeyler söylersin. Ağzından bal akar. Demek ziraat işlerinde böylesine metotlar geliştirilmiş. İki yarımın toplamı bir değil, dört edermiş, beş edermiş demek ki. Hiç vakit kaybetmeye gelmez. Şehirlerden, kasabalardan, köylerden temsilciler gelsin. Burada yapmaları gerekenleri öğrensinler. Öğrendiklerini gittikleri yerlerde öğretsinler. Şu andan itibaren ülkemde genel tarım seferberliğini başlatıyorum. “ demiş.



Ekim-dikim işlerinin başladığı günlerde, Gezgin Şehmuz’un gelişi, fakir ülke için büyük bir şans olmuş. Herkes, Gezgin Şehmuz’un anlattıklarını can kulağı ile dinlemiş. Bilenler, bilmeyenlere anlatmış. Günlerce, haftalarca arabalarla kumlu toprak taşınmış. Yumuşak bir toprak çeşidi olan killi toprakla karıştırılmış. Hazırlanan tarlalar sürülmüş, gübrelenmiş, tohumlar atılmış. Su kanalları açılmış. Tarlalar sulanmış. Sonbahar yağmurları toprağın sulanma işine kesin çözüm getirmiş. Ekim-dikim işleri bittikten sonra uygun yerlerde suni göletler hazırlanmış. Buralarda balık yetiştirilmeye başlanmış. Aradan zaman geçmiş. Ülkenin birçok yerinde başaklar boy atmaya, sebzeler olgunlaşmaya başlamış. Herkes, sevinç içindeymiş. Sebzeler ve meyveler toplanmış. Ambarlar ürünle dolmuş. Büyük ve küçükbaş hayvanlar çayırlarda, çimenlerde otlamışlar. Eskiden, zayıflıktan kemikleri sayılacak halde olan hayvanlar gelişmişler, semizleşmişler.



Ertesi yıl, tarım yapılan topraklar daha da genişletilmiş. Tarlalara yeni tarlalar katılmış. Kendilerine yetecek kadar yiyecek yiyen fakir ülkenin insanları daha bir hırsla, azimle işlerine sarılmışlar. Çok çalışmışlar. Hasat mevsiminden sonra ürün fazlasını elbise, ayakkabı, kumaş, ev eşyası gibi acil ihtiyaçlar karşılığında komşu ülkelerle takas etmişler. Önceleri bu ülkenin adını bile anmayan yabancı tüccarlar gelir, gider olmuşlar. Ticaret gelişmeye başlamış.



Daha ertesi yıl ürün bol olmuş. Elbise, ayakkabı gibi ihtiyaçlarını karşılayan halk, ürünlerini parayla satmışlar. Eski ahşap evler yıkılıp, yerine taştan, tuğladan, sağlam, iki üç katlı evler yaptırmaya başlamışlar. Padişah ise, iki katlı ahşap sarayının tam karşısına büyük bir saray yaptırmış. Bu saraya taşınmış. Eski saray Gezgin Şehmuz’un ricası üzerine yıktırılmamış. Kapısına büyükçe bir levha asılmış. Levhaya Gezgin Şehmuz’un şu sözleri yazılmış.



“ Yok vardır. Var yoktadır. Önemli olan, yoktan varı ayırıp çekip almaktır. Yok bir tanedir. Bir yok, iki yok olmaz. Var yoktan ayrılırsa çoğalır: İki olur, üç olur, beş olur…Yok varın gelişmesini önler, hapseder. Var yokun yokluğunda var olur, varlık olur. “



Gezgin Şehmuz, üç yıldır bu ülkede olduğunu, ülkede yaşayan insanlara biraz olsun yardımcı olabildiyse kendisini bahtiyar ve mutlu hissedeceğini; öğrenme, inceleme, araştırma ile çıkar gözetmeksizin çok çalışmanın toplumları kalkındıracağını söyleyerek, padişahtan gitmek için izin istemiş. Padişah ve halk, her şeylerini borçlu oldukları, yoksulluğu yok eden bu değerli adamın kalması için fazla ısrar etmemişler. Biliyorlardı ki , O, bir gezgindir. Yardıma, öğrenmeye ihtiyaçları olan başkaları da bulunabilir. Gezgin Şehmuz padişah ile vedalaşıp saraydan ayrıldıktan sonra, padişah gözyaşlarını tutamamış. Evet…Bir padişah ağlıyormuş.



Yazan: Serdar Yıldırım

Ak Benekli Masalı

Çoban Ali her gün erkenden kalkar, koyunlarını otlatmaya giderdi. O sabah da şafak sökmeden uyandı. Yatağının içinde iyice gerindi, uzun uzun esnedi. Kuzu postundan yapılmış tüylü yeleğini giydi. Alelacele yalınayak kulübesinden dışarı çıktı. Ağılın kapısını açtı. Sopasıyla birer birer hepsinin kuyruğundan dürttü.



- Hadi bakalım tembeller! Düşün yola!



Koyunlar, kuzular Ali'yi görünce sevindiler, meleştiler. Ak benekli olanı Ali'nin kucağına atladı, yanaklarını yalamaya başladı.



Ali Ak Benekli'yi çok şımartmıştı. Ak Benekli doğduktan iki gün sonra ayağını taşa çarpmış, yaralanmıştı. Zavallı pek minik olduğu için bir türlü iyileşememişti. Ali gece gündüz onun yanından ayrılmamış, aşağı köyde oturan Senem Nine'nin otlardan yaptığı merhemleri süre süre iyi etmişti Ak Benekli'yi. İşte o gün bu gündür Ak Benekli'yi diğerlerinden bir başka tutar, bir başka severdi Çoban Ali.



Düştüler yola.



Çoban Ali Ak Benekli kucağında, elinde sopa , arkada diğerleri çıngırak sesleriyle kah koştular, kah durdular. Dere boyuna geldiler.



Güneş yükseldi; parladı.



Çoban Ali “Ah bir ağaç olsaydı sırtımı yaslayacak, gölgesinde serinleyecek! " dedi. Böyle derken Ak Benekli'yi kucağından indirdi. Cebinden kavalını çıkarıp başladı çalmaya. Yere, kuru toprağa çömelmiş, çalıyor da çalıyordu Çoban Ali yanık yanık.



Dere boyunda az ilerde Senem Nine'nin kulübesi vardı. Kimsesizdi zavallı kadıncağız. Bir zamanlar Çoban Ali kadar bir torunu olduğunu söylerler köylüler. Kimse bilmez Senem Nine'nin torununa ne olduğunu.



Kimi "Öldü; öldü. Ben biliyorum", kimi de "Kayboldu; kaybolmuş galiba." der, ama kimse sormaya cesaret edemez Nine'ye.



Bir gün biri soracak olmuş; Nineciğin gözlerinden seller gibi yaşlar akmış akmış da hiçbir şey söylememiş.



Yalnız Çoban Ali onun “Ah onlar gelmeden her şey ne kadar güzeldi! Herkes ne kadar mutluydu!" dediğini duymuştu çoğu kez.



"Kimler nine? Kimler geldi buraya?" diyecek olsa Çoban Ali, “Hiç, hiç kimse. Sen bana bakma oğulcuğum. Kendi kendine konuşan bir ihtiyarım işte ben " der, geçiştirirdi Senem Nine.



Çoban Ali bir yandan kavalını çaldı, bir yandan bunları geçirdi aklından. "Zavallı Senem Nine!" diye mırıldandı.



Ak Benekli Çoban Ali'nin üzüldüğünü anladı. Yanına gelip başını onun dizlerine dayadı. Çoban Ali sevdi, okşadı Ak Benekli'yi.



Güneş iyice yükseldi. Öğle oldu. Çoban Ali'nin karnı acıktı. Yerinden doğruldu. İki elinin işaret parmaklarını ağzına götürdü, keskin bir ıslık çaldı. Bunun üzerine bütün koyunlar toplaştılar, meleştiler. Çıngırak sesleri birbirine karıştı.



Senem Nine kulübesinden çıktı. Elini salladı.



- Çoban Ali; gel; taze çörek yaptım.



Çoban Ali sevincinden iki kez takla attı.



- Yaşşaa nineciğim!



Nine iki büklüm, Çoban Ali'ye hizmet ediyordu. Çörekler getirdi, ayran yaptı.



Ali ağzını çöreklerle doldurdu. Ak Benekli'yi de yanına çağırdı.



Senem Nine onların karşısına geçti, oturdu. Gözlerinden iki damla yaş aktı.



- Hey Çoban Ali! Oğulcuğum. Torunum da yaşasaydı, senin kadar olacaktı. Ah onlar gelmeseydi, o adamlar! Her şey ne güzeldi!



Çoban Ali yerinden ok gibi fırladı:



- Söyle nineciğim. Söyle, kimler geldi? Hangi adamlar? Ne olur anlat nine! Torununa ne oldu?



Ali böyle haykırırken Senem Nine'nin dizlerine kapanmış, sımsıkı onun ellerinden tutuyordu.



Senem Nine ağlıyor, bir yandan da Çoban Ali'nin saçlarını okşuyordu.



- Peki Çoban Ali. Anlatacağım oğulcuğum.



Ali ninenin yanına çöktü. Ak Benekli sanki olağanüstü bir şeyler olduğunu anlamış gibi bir nineye, bir Çoban Ali'ye bakıyordu. Çoban Ali Ak Benekli'yi çekti, kucağına oturttu.



Nine bir eliyle gözyaşlarını sildi. Başını kaldırdı. Dere boyunun iki yanını gözleriyle uzun uzun taradı.



- Çoban Ali, şuraları görüyor musun?



İşaret parmağıyla ta uzakları gösterdi. Yine devam etti:



- İşte buraları bir zamanlar yemyeşil ormandı. Çamı, kavağı, meşesi; ne ağaçlardı onlar! Dallarında cıvıl cıvıl kuşlar öterdi... Gölgelerinde köylüler serinlerdi. Mis gibi havasını ciğerlerimize doldururduk. Kuraklık nedir bilmezdik. Bereketli yağmurlar yağardı hep. Kışın kar yağıp da ilkbaharda erimeye başlayınca dere dolup taşardı. Ama o güzelim ağaçlar bizleri selden korurdu.



Çoban Ali merakla sordu:



- Eee nineciğim, ne oldu o güzelim ağaçlara?



Senem Nine hırsla kalktı. Bir elini yukarı kaldırıp yumruğunu sıktı:



- Onlar geldiler, o baltalı adamlar

Sponsorlu Bağlantılar



Çoban Ali. Yıktılar, devirdiler ağaçlarımızı. Söktüler köklerinden. Sanki canlarımızı da aldılar gittiler. O gün bu gündür bu toprak çorak, bu toprak kurak...



Çoban Ali yine sordu :



- Torununa ne oldu nine?



Senem Nine yine çöktü yere. Başını iki yana salladı. Kısık bir sesle:



- O kış çok kar yağdı Ali buralara, dedi. İlkbahar geldi. Dağlardaki tepelerdeki karlar başladı erimeye. Bu dere doldukça doldu. Doldu da taştı. Sel bastı her yeri. İşte benim minik torunumu da o sel aldı gitti... Gidiş o gidiş...



Çoban Ali'nin gözleri kocaman açılmış, rengi sapsarı olmuştu. Sanki bir şeylerden korumak istiyormuş gibi Ak Benekli'yi sımsıkı sardı, göğsüne bastırdı. Göz pınarlarından damla damla yaşlar yanaklarına süzülüyordu. "Nineciğim, zavallı nineciğim benim!" dedi.



Senem Nine çocuğu üzdüğünü anlayıp gülümsemeye çalıştı. "Hadi Çoban Ali, kalk. Derle toparla sürünü. Seni üzdüm oğulcuğum." dedi.



Çoban Ali bugünden sonra Senem Nine'nin anlattıklarını hiç unutmadı. Günler, geceler boyu hep düşündü durdu.



Yaz bitti; sonbahar geçti; kış geldi. Lapa lapa kar yağdı. Öyle yağdı ki Çoban Ali günlerce sürüsünü çıkarıp otlatamadı. Yalnızca Ak Benekli'yi yanından hiç ayırmadı.



Bazı geceler Çoban Ali neşelenir, ocağın karşısına geçer, kavalını çalardı. Ak Benekli o zaman zıplar da zıplar, onun neşesine katılırdı. Ali'nin canı bir şeye sıkılacak olsa Ak Benekli de hüzünlenirdi. Böyle kuvvetli bir dostluk vardı aralarında.



Günler, geceler geçti. İlkbahar geldi. Çoban Ali sevindi. Ak Benekli zıplayıp dans etmeye başladı. Sürü indi dere boyuna. Meleştiler, otladılar. Senem Nine onları gördü; seslendi :



- Çoban Ali... Gel, çörek yaptım.



Sarıldılar, nineyle öpüştüler.



Nine "Ak Benekli görmeyeli ne kadar büyümüş! dedi.



Güneş parlıyor, karları eritiyordu. Dere coştukça coşuyordu.



Ertesi gün Çoban Ali yine sürüsünü otlatıyordu. Öğle vakti yaklaştı. Senem Nine'nin kulübesinin kapısı hala açılmamıştı.



Çoban Ali merakla koştu. Kapıyı çaldı.



- Nine; benim. Çoban Ali. Aç kapıyı.



Biraz sonra nine kapıyı açtı. Yüzü solgun, sapsarıydı. Gözlerinde korku vardı.



- Ne oldu nineciğim, hasta mısın?



Nine Çoban Ali'nin üzerinden dereye doğru baktı. "Korkuyorum Çoban Ali; korkuyorum!" dedi.



- Neden nine?



- Dere hoşuma gitmiyor. Taşacak gibi. Yine felaket getirecek gibi.



Çoban Ali geriye döndü. Dere gürültülü sesler çıkarıyor, taştıkça taşıyordu. Korkuyla yanına baktı. Ak Benekli yoktu. Koşarak sürünün yanına geldi. "Ak Benekli neredesin? " diye bağırdı.



Zavallı hayvanlar derenin sesinden ürkmüşler, taşan sulardan korunmak için bir oraya bir buraya kaçışıyorlardı.



Çoban Ali yine seslendi: Ak Benekli ! Ak Benekli!



Kavalını çıkardı, çaldı Ak Benekli duyar da gelir diye. Ama ne gelen vardı ne giden. Zaten suyun sesi yükselmiş, hiçbir şey duyulmaz olmuştu.



Senem Nine de kulübesinden çıktı; Ali'nin yanına geldi. "Çoban Ali, durma buralarda. Kaç, sürünü kurtar. Sel başladı " diyordu. Bir yandan da “Ah yine o felaket!" diye ağlıyordu.



Çoban Ali durmadı, koştu. Dere boyu sulara bata çıka koştu. Hem koşuyor hem sesleniyordu:



- Ak Benekli, Ak Benekli! Ak Benekli!



O da sulara daldı. Kayboldu gitti ta ki aşağı köylüler onu bulup kurtarana dek.



Ak Benekli'yi sel alıp götürmüştü. O günden sonra Çoban Ali'nin yüzü hiç gülmedi. Her gün dere boyuna inip "Ak Benekli! Ak Benekli!" diye ağladı.



Yaz geldi, sular çekildi. Çoban Ali yine dere boyuna inmiş ağlıyordu.



- Ak Benekli nerdesin?



Omuzuna biri dokundu. Çoban Ali sıçradı, döndü. Senem Nine'yi gördü.



Senem Nine "Yas tutmayı bırak Çoban Ali. Ağlamakla Ak Benekli'yi geri getiremezsin " dedi.



"Ne yapabilirim nine ?" diye ağlamaya devam etti çocuk.



- Çok şeyler yapabilirsin. Çok şeyler yapabiliriz Çoban Ali, diye bağırdı nine. Ağaç dikeriz, yeniden ağaçlandırırız buraları. Yemyeşil orman olur zamanla. Eskisi gibi cıvıl cıvıl kuşlar öter dallarında o güzelim ağaçların. Ötmez mi Çoban Ali?



Çoban Ali kalktı.



Gözyaşlarını siliyor, bağırıyordu . "Öter nineciğim, öter nineciğim " diyordu.



Şimdi aradan uzun yıllar geçti. Dere boyu yine eskisi gibi ağaçlık, yemyeşil orman oldu. Kuşlar cıvıl cıvıl. Havası mis gibi.



Kimin yolu düşerse, gitsin baksın. Çoban Ali ile Senem Nine'nin kulübesi hâlâ orada duruyor.



Hatta bazıları Ak Benekli'nin de meleyişini duyar gibi olduklarını söylüyorlar.

Maymun Peri Masalı

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde güzel birinde, bir padişah yaşarmış üç erkek evladıyla birlikte. Evlatları büyümüş, yakışıklı birer delikanlı olmuş yıllar geçince. Derken, padişah oğullarının mürüvvetini görmek istemiş:



“-Hadi evlatlar, buyrun evlenin” demiş. Demiş de, üç delikanlı, evlenecek kız görememiş çevrelerinde.



“-Hani padişah babamız, kısmetimiz nerede?” diye sormuşlar, evlenecek kimsecikler bulamayacakları endişesiyle. Padişah bu, bütün düğümleri çözmek onun görevi. Düşünmüş nerede, nasıl bulabilir evlatlarının kısmetini. Sonunda karar vermiş, üçünü de çağırtmış yanına. Birer ok ile yay uzatmış onlara:



“-Atın bu okları. Okunuz kimin avlusuna düşerse, size o adamın kızını alacağım” demiş. Delikanlılar arasında bir heyecan rüzgarı esmiş. Ama delikanlı değiller mi? Yayı gererken elleri titrer mi?…Titrememiş tabii.



İlk atışı büyük oğlan yapmış. Oku bir atmış, pir atmış. Ok gitmiş gitmiş, vezirin evinin avlusuna düşmüş.Padişah hemen vezire adamlarını göndermiş, kızını istetmiş. Vezirin kızı pek güzelmiş.Güzel olduğu kadar elinden iş de gelirmiş. Kırk gün kırk gece süren düğün dernek ile büyük oğlan ile vezirin kızı, mutlu mesut dünya evine girmiş.



Derken sıra ortanca oğlana gelmiş.Ortanca oğlan da okunu atmış. Ok yaydan bir fırlamış, kaşla göz arasında vekilin evinin avlusunu boylamış. Padişah hemen oraya da adamlarını salmış. Vekilin kızı da alınmış. Vekilin kızı da vezirin kızını aratmıyormuş hani. O kapkara ceylan bakışlı gözleri, o kapkara kıvrım kıvrım zülüfleri. Bir bakan bir daha dönüp bakar, bakışları çok can yakarmış. Kırk gün kırk gece düğün dernek,ortanca oğlan ve vekilin kızı için de yapılmış, düğünün güzelliği de dillerde yankılanmış.



Sonunda sıra küçük oğlana gelmiş. Küçük oğlan almış okunu, şöyle güzelce germiş yayını. Gerilen yayı değil, gönül teliymiş sanki.Tam bırakacak, oku, kaçıp kısmetini bulacak, güneş bulutların arasından başını uzatmış, küçük oğlanın gözünü almış. Oğlan bir an ne olduğunu anlamamış, gözleri kamaşmış, tam o sırada ok yaydan kurtulmuş, almış başını, taa ormana doğru fırlamış. Sonra ağaçların arasına düşmüş kalmış. Küçük oğlan hemen ormana koşmuş, okunu bir maymunun elinde bulmuş. Maymun bir yandan oku kemiriyor, bir yandan da küçük oğlana gülümsüyormuş.



Tam o sırada büyük ve ortanca oğlanlar gelmişler kardeşlerinin peşi sıra. Bir maymun görüverince karşılarında,

Sponsorlu Bağlantılar



gülmeye başlamışlar. Bu maymun senin kısmetin, bu maymunla evlenmek zorundasın diye, kardeşlerini maymunla evlenmek zorunda bırakmışlar. Küçük oğlan kimselere gösterememiş eşini. Ormanda maymunla birlikte yaşamaya başlamış. Ama ağabeyleri rahat durmamış:



“-Babamız evinize gelmek istiyor” diye küçük oğlanı kandırmış. Bunu duyan küçük oğlan, karısı maymunun yanına varmış:



“-Babam evimize gelmek istiyormuş, ne yapacağız?” diye dert yanmış. Maymun hiç telaşlanmamış:



“-Babana, istediğin adamlarını al ve filan dağa git de” demiş. Padişah, söylenen dağa gitmiş. Beraberinde adamlarını da getirmiş.Bir de bakmışlar dağda, her birinin atı için bir altın kazık çakılı. Yemek vakti sofra ise, kurulabilecek bütün sofralardan farklı. Yemekler altın tabaklarda, altın çatallar kaşıklar yanlarında. Böyle yemek yemek pek de keyifliymiş ya, yemek bittikten sonra da herkesin yediği tabak, atını bağladığı kazık kendine kalınca keyifler katlanmış, ağabeyler şaşırmış.



“-O zaman” demişler “babamızın, eşlerimizi de çağırmasını isteyelim. Maymun geldiğinde biraz gülelim.”



Gerçekten de çok geçmemiş, padişah oğullarını eşleriyle birlikte saraya davet etmiş. Küçük oğlanın paçaları tutuşmuş bu davet karşısında. Yine soluğu almış maymun karısının yanında:



“-Şimdi ne yapacağız, babam çağırıyor” demiş. Maymun sonunda beklediği gün geldiği için heyecanlı ama görünüşte oldukça soğukkanlı, kocasının , misafir ağırladıkları dağa çıkıp “Gülnar” diye bağırmasını istemiş. Küçük oğlan, denileni yapmış;



“-Gülnaar” diye bağırmış. Karşısına öyle bir peri çıkmış ki, dayanamamış, bayılmış. Bir süre sonra ayılınca peri:



“-Ben senin karın Gülnar’ım” deyip postunu oğlana vermiş sonra devam etmiş: “Yıllardır bu postu çıkarmak için senin gibi bir şehzade ile evlenmeyi ve padişahın sarayına davet edilmeyi bekliyordum. Hadi gidelim. Ama bu postuma sahip ol. Onu sakın çaldırma. Çaldırırsan beni bulamazsın.” demiş.



Saraya gitmişler, Padişah’ın huzuruna gelmişler. Padişah, ağabey, ağabeylerinin karıları, görüverince küçük oğlanın eşsiz benzersiz karısını, düşüp bayılmışlar. Ayıldıklarında, yeyip içip eğlenmişler.



Karısının postunu sıkı sıkı saklayan küçük oğlan ile eşsiz benzersiz güzellikteki maymun perinin kırk gün kırk gece süren düğünleri yapılmış. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.



Gökten üç elma düştü biri bana, biri sana, biri kısmetine inananlara.

Ramazan ayında yapılacak ibadetler nelerdir?





Ey oruç tut beni 


 Kime ait bir söz bilemiyorum çok beğendim ama düşününce sen kendini tutmadıktan sonra oruç nasıl tutsun seni:)

 Velhasıl şükür kavuşturana on bir ayın sultanı geliyor akşama tık tık yapacak kapımıza, aç durarak  lütuf etmiyoruz bunu herkes bilmeli ramazan gelince insanlara selam vermeye korkar oluyoruz etrafımızda sinir küpü, laf söylesen seni parçalayacak insanlar görmek istemiyoruz, orucu nefsimizi, midemizi ,gözümüzü aç bırakarak  bunlardan mahrum insanları anlayabilmek adına farz olduğu için tutuyoruz . 
Arkadaşım sigara içiyor, ben sigara içemeyeceğim bir ay, laf söylemeyin çarparım diyor bir başkası   ben tutamıyorum hastayım   sevap onun, karşısındada yerim   keyfimede bakarım  o sevaba girecek diye  ben niye hayatımdan ödün vereyim diyor.
 Herkesin inancı   kendine daha sabah çok kırıldım başı açıklar, başı kapalılar diye ayırım yapılıyor çok acı yolda yürürken iç camaşırın var mı ne renk diye soruluyor mu?  sorulmuyor baş örtüde öyle  tek farkı dışarıda olması  herkesin görmesi,  iç çamaşırı nasıl sizin vücudunuzu derleyip topluyorsa baş örtüde saçınızı başınızı topluyor   iç çamaşırı nasıl sizi  bir çok  şeyden koruyorsa , güneşten , kötü bakıştan, bizi hayvanla ayıran  şeydir giyim
 ( artık hayvanlarıda giydiriyorlar töbe yarabbi:)
 Nedir bu hırs nedir bu kavga  yapamadığın ibadetler için esef (üzüntü,kaygı,tasa,pişmanlık)duyacağına  bunu ama yanlış ama doğru yapmaya çalışana sen niye sataşıyorsun   nefsin askermi topluyor savaşa.
 Baş örtüsü farzdır ya amel ya nefs onlarıda unutmamak lazım  ama her  sarığı olan derviş  her sakalı olan  hoca değildir her açık saçık gezende kötü yolda değildir belki aklı o kadar eriyor . hemen anında herkes  takvaya erecek diye bir şey yok.

 Adamın biri  her  namaz vakti camiye gider, hoca okudukça o ağlarmış hele vaaz verilen günlerde adamcağızın göz yaşları iki sıralı akarmış. Hoca efendi bunu hanımına anlatmış demişki bu adamcağız  ne düşünüyor hangi mübarek zaatlar görünüyor da böyle ağlıyor acaba . Hanımı e efendi sor demiş   ertesi gün  yine aynı manzara  adamcağız per perişan ağlıyor  hoca namaz ,vaaz  bittikten sonra herkes kalkınca adama sen dur efendi diyor günlerdir dikkatimi çekiyorsun ben anlatıyorum sen ağlıyorsun hayırdır inşAllah. adamcağız başlıyor anlatmaya  aman hoca efendim sormayınız benim bir keçim vardı  onu yavru iken aldım büyüttüm besledim beni o kadar severdi ki   onsuz yemek yemem uyumazdım aman gelin görün ki onu kurt kaptı 
hoca dahada meraklanır eee
 e-si işte hoca efendi siz böyle anlatırken başınızı eğip kaldırdıkça  sakalınız sallanıyor ya işte benim rahmetlik keçim geliyor hep gözümün önüne sakalın onun sakalına o kadar çok benziyor ki...
 hoca şaşkın bre deyyuz kaybol hemen buradan der:)

 Yani vesselam efendim kimsenin içini bilemeyiz  ibadetten herkesin anlayışı farklıdır  başkalarının hayatını dile getirmekte gıybettir doğru söyledim diye  sevinmeyin boşuna  hem kalp kırıp hem gıybet yapmış oluruz. 
Ben bu yıl üç ayları tutmaya niyetlenmiştim Allah'ın izniyle akşama üçüncü ayımın ilk gecesi çok heyecanlıyım yapamam sanıyordum,  yaparmış insan yaşadığım zorluklarda oldu elbet bilahare anlatırım isterseniz tabi:) kim görmezse Ramazanı tebrikleyecektim bir baktımki yazı almış başını gitmiş:)
 neyse daha fazla uzatıp sizide yormayayım. Hayırlı Ramazanlar, orucumuz mübarek olsun  oruç sizi tutamaz siz nefsinize hakim olmadıkça  Allah korkusu , ölüm korkusu tutamıyorken...
Aklınızda olsun:)))




 Dualarıma aminim olur musun?



Rengârenk Çiçekler



Bu çiçekleri sana topladım: 

  Hayırlısıyla evleneydim de her akşam elinde çiçekle geleydi kocam diyen hülyalı kız, (Öyle bir dünya yok bacım. Ya varsa? Var mı ki? Kaldırın şu dizileri, kafamız karışıyor...) 

  Allah iyiliğini versin gene de anca maydanoz, ıspanak alır bizimki diyen romantik kadın, (Şükret de bir ıspanaklı börek yap adama...)

 Aşkitosundan yerli yersiz çiçek alan sevgi pıtırcığı hatun, (Tadını çıkar diyeceğim de erken tüketmişsiniz gı...) 

   Ben hiiiiç öyle şeyler beklemem, huzur olsun yeter ki diyen % 85'lik dilim, (Huzur+Çiçek daha eyi olma mı?..) 

    Ya hu iki gül için erkek egemen toplumun ekmeğine yağ sürmem, çiçeği de ben alırım, ekmeği de yağı da diyen feminist abla, (Doğrusun bacım lakin çiçek de aşkla güzel. Neyse sustum kızma...)

 Hulâsa-i kelam bu çiçekleri size, bize, hepimize topladım ❤ 




















Sevdiklerinize bir iyilik yapın, sayfayı paylaşın. Çünkü bu bizim masalımız. 

Ve masallarda sadece iyilik kazanır.


❤ 











Dualarım neden kabul olmuyor?




Vaktin birinde ,bir adam yaşarmış uzak bir yerde  hep Allah'a tevekkül eder, kimseye minnet etmez, çiftçilikle geçinir gidermiş.

 Bir gece namazını kıldıktan sonra ellerini açmış 
''Ya Rabb'im ben aciz bir kulunum haşa sana isyanım olamaz şükrüm daimdir ancak bende  varlıkla sınanmak isterim bende güzelliklerle sınanmak isterim bilirim ki , Cennet buradan hayırlı ama varlığını hissetmek isterim.'' deyip ellerini yüzüne götürmüş.

 O anda duasına icabet edilmiş  hikaye bu ya,   bir melek görevlendirilmiş  git bu kulun kapısına beş civciv bırak bir çuvalda yem bu civcivler büyüyüp yumurtlamaya başladığında altın yumurtlasınlar bir ömür boyu rahatlık içinde keyif sürsün. 
Sabah olunca kapısında beş civciv bir çuvalda yem gören adam hem şaşkın hem sevinçli  derken  adamı almış bir düşünce bu bir çuval yem bitince ben ne yaparım en iyisi ben bu civcivleri  ve yemi satıp bu haftaki rızkımı çıkarayım...

 Gece olur yine dua eder ertesi gün adamın tarlasına saçar görevli melek altınları adam tarlasını sürmeye gidecektir  sabanı vurdukça altınlar çıkacaktır.
 Sabah olur adam tam tarlaya gidecek, komşusu gelir sabanını istemeye  adam derki '' bak komşu sabanı veririm ama önce benim tarlayı  süreceksin'' tamam der komşu gider tarlaya...

 Gece olur yine  aynı duayı eder  melek bakar ki adam her gün aynı köprüden geçip camiye gidiyor o köprüden tek geçende o  hemen köprünün ortasına  bir kese altını bırakır,   sabah ezanı okunur adam camiye gitmek için yola çıkar tam köprünün başına geldiğinde  kendi kendine  ''ben şimdi genç sayılırım ihtiyarlığımda gözlerim  görmez olursa bu köprüden nasıl geçerim  bir gözlerimi kapayımda deneyeyim'' der...
 Kapar gözlerin köprüde yürümeye başlar ayağına bir şey takılır(altın kesesi)   bir tekme atar kese uçar dereye...

 Gece olur namazını kılar adam tam açar ellerini, hemen Melek varır yanına görünür adama ey  adem oğlu elini açarsın  dua edersin iyi hoşta   biraz da gözünü açsan der:))
 Yani kıssadan hisse bazen  sadece isteriz istemeye o kadar çok odaklanırız ki, istediğimiz şey önümüze altın tabakta konulsada farkına varamayız.

Dualarıma Aminim olur musun?




Neymiş ki?



 Hasret deyince hep aklıma komşunun  kızı gelir, hiç konuşmazdı , hasret nedir diye soran öğretmenime suskunluktur deyişim ondandı yoksa o yaşta hasreti ne bilirim...
 Sevdiğine  kavuşamamak mıdır acıtan canı, yoksa sevdiğine ulaşamamak mı, akıbetini bilememek mi yakar en çok canı yoksa kara toprakta olduğunu bilmek mi rahatlatır canı 
yeri belli diye?
 Hıııhh ! Eyvahhh! siyah kuğu tüm karamsarlığıyla gelmiş  kaçın dediğinizi duyar gibiyim:).


Genes: convenient tokens of our time

My post today, perhaps typically cranky, was triggered by an essay at Aeon about the influence that the film Still Alice has had on thinking about Alzheimer's Disease (AD). As the piece puts it, AD is presented in the film as a genetic disease with a simply predictable doom-like known genetic cause.  The authors argue that the movie is more than entertainment.  It's a portrayal that raises an important ethical issue, because it is very misleading to leave the impression that AD is a predictable genetic disease.  That's because a clear genetic causation, and thus the simple 'we can test for it' representation, applies only to a small fraction of AD.  The film badly misrepresents the overall reality of this awful form of the disease (a good treatment of Alzheimer's disease and its history is Margaret Lock's thoughtful The Alzheimer Conundrum, 2013, Princeton Press).

While focusing on AD, the Aeon piece makes strong statements about our obsession with genes, in ways that we think can be readily generalized.  In a nutshell, genes have become the convenient tokens of our time.

Symboling is a key to making us 'human'
If there is any one thing that most distinguishes our human species from others, it may be the use of language as a symbolic way to perceive the world and communicate to others.  Symboling has long been said by anthropologists to be an important key to our evolution and the development of culture, itself based on language.

Symbol and metaphor are used not just to represent the world and to communicate about it, but also to sort out our social structure and our relationships with each other and the world.  Language is largely the manipulation or invocation of symbols.  In a species that understands future events and generalities, like death and sex, in abstract terms, the symbols of language can be reassuring or starkly threatening.  We can use them to soothe ourselves or to manipulate others, and they can also be used in the societal dance around who has power, influence, and resources.

Symbols represent a perception of reality, but a symbol is not in itself reality.  It is our filter, on or around which we base our interactions and even our material lives.  And, science is as thoroughly influenced by symbols as any other human endeavor.

Science is, like religion, a part of our culture that purports to lead us to understand and generalize about the world, but because science is itself a cultural endeavor, it is also part and parcel of the hierarchy and empire building we do in general, part of a cultural machinery that includes self-promotion, and mutually reinforcing service industries including news media, and even scientific journals themselves.

The current or even growing pressures to maintain factory-like 'productivity' in terms of grants coming in and papers going out is largely at odds with the fundamental purpose of science (as opposed to 'technology').  Unlike designing a better product, in the important, leading-edge areas of science, we don't know where we're going.  That is indeed the reason that it is science.  Exploring the unknown is what really good science is about.  That's not naturally an assembly-line process, because the latter depends on using known facts.  However, our society is increasingly forcing science to be like a factory, with a rather short-term kind of fiscal accountability.

Our culture, like any culture, creates symbols to use as tokens as we go about our lives.  Tokens are reassuring or explanatory symbols, and we naturally use them in the manipulations for various resources that culture is often about.  Nowadays, a central token is the gene.

DNA; Wikipedia

Genes as symbols
Genes are proffered as the irrefutable ubiquitous cause of things, the salvation, the explanation, in ways rather similar to the way God and miracles are proffered by religion.  Genes conveniently lead to manipulation by technology, and technology sells in our industrial culture. Genes are specific rather than vague, are enumerable, can be seen as real core 'data' to explain the world.  Genes are widely used as ultimate blameworthy causes, responsible for disease which comes to be defined as what happens when genes go 'wrong'.  Being literally unseen, like angels, genes can take on an aura of pervasive power and mystery.  The incantation by scientists is that if we can only be enabled to find them we can even cure them (with CRISPR or some other promised panacea), exorcising their evil. All of this invocation of fundamental causal tokens is particulate enough to be marketable for grants and research proposals, great for publishing in journals and for news media to gawk at in wonder. Genes provide impressively mysterious tokens for scientists to promise almost to create miracles by manipulating.  Genes stand for life's Book of Truth, much as sacred texts have traditionally done and, for many, still do.

Genes provide fundamental symbolic tokens in theories of life--its essence, its evolution, of human behavior, of good and evil traits, of atoms of causation from which everything follows. They lurk in the background, responsible for all good and evil.  So in our age in human history, it is not surprising that reports of finding genes 'for' this or that have unbelievable explanatory panache.  It's not a trivial aspect of this symbolic role that people (including scientists) have to take others' word for what they claim as insights.

This token does, of course, have underlying reality
We're in the age of science, so that it is only to be expected that we'll have tokens relevant to this endeavor.  That we have our symbols around which to build other aspects of our culture doesn't mean that the biology of genes is being made up out of whole cloth.  Unlike religion, where things can be 'verified' only by claims of communication with God, genes can of course, at least in principle, be checked and claims tested.  Genes obviously do have major and fundamental roles in life.  If that isn't true, we are really misperceiving fundamentals of our existence.  So, even when complexities of causation are daunting, we can claim and blame what we want on genes and in a sense be correct at least at some level.  That enhances and endorses the token value of genes.

Genes do have great sticking power.  The Aeon piece about AD is just one of countless daily examples.  A fraction of cases of AD are so closely associated with the presence of some known variants in a couple of genes, that true causation--whatever the mechanism--seems an entirely plausible explanation.  Likewise, there are hundreds or thousands of disorders that seem clearly to be inherited and as the result of malfunction of one or two specific genes.  The cultural extension of this in our society that we are stressing here is the extension of these clearly causative findings to the idea that causation can be enumerated in convenient ways mainly by peoples' inherited genomes and that other aspects of biological causation are often treated as being rather superficial or incidental.  That in a sense is typical of deeply held cultural icons or tokens.

The problem with genes as tokens is that they are invoked generally or generically in the competition for cultural resources, material and symbolic.  Personally, we think there are issues, genetic issues in fact, that deserve greater investment, rather than just the easier to invoke bigger-is-better approach. They include a much more intense attack on those many traits that we already know without any serious doubt are tractably genetic--due to one or only a couple of genes, and therefore which real genetic therapy might treat or prevent effectively.  By contrast, most traits even if they are affected by genetic variation as all traits must be, are predominantly due to environmental or chance causative factors.  We have ways to avoid many diseases that don't require genetic approaches, but as vague entities they're perfect subjects for invoking the gene token, and policy in the industrial world clearly shows this.

Some progress does of course occur because of genetically-based research, but the promise far outpaces the reality of genetic cures.  But genes are the material tokens that keep the motor running far beyond the actual level of progress.  They effectively reflect our time--our molecular, computer, technological culture imagery, our love of scale, size and the material grandeur they generate.

Every culture, every generation has its tokens and belief systems.  Genes are among ours.  They're never perfect.  People seek hope, and what velvet robes and gilded cathedrals and mosques provide for many, whereas the humming laboratories do for a growing number of others.

Tokens, symbols and metaphors: they drive much of what people do, even in science.

A real curiosity!


 I love trawling around Antique Fairs looking for 'treasure', and every so often you come across something TRULY unique. I recently found on a table surrounded by stamp albums and postcards a rather ordinary old shoe box with what at first I thought was a game of battleships. As I delved deeper into the box I discovered that there were literally hundreds of these little paper ships, all hand-drawn, then hand-painted, and meticulously cut out to form 3-dimensional models. I wouldn't be surprised if they were all drawn to scale as well, such is the detail.
Whoever created these models, and I think we can assume it was a man, was obviously a pretty good artist ( a few of the ships have been painted on previously used paper, as above) and he was passionate about the naval fleets of the world. On the back of each drawing is not only the name and country of origin of the ship, but other interesting details such as how many guns, the size, when and where it was built, if it was destroyed in warfare etc.
 The mind almost boggles at just how long this collection must have taken to produce.
There are a few galleon type ships but the vast majority are naval gun boats, not just of the British naval fleet of the last century, but also the naval fleets of Russia, Germany, Sweden, USA, Japan, Spain, France.........!!! 
 'USS New Jersey'. Battleship (2nd line). 14,948 tons. Four 12", eight 8", twelve 6", thirty-six small guns. Speed: 19 knots. Completed 1906.

'Jean Bart'. French battleship. 22,189 tons. Twelve 12", twenty-two 5.5" guns. Four 3" AA guns. Speed: 22 knots. Completed 1913. Served in French Mediterranean fleet 1914-18, and twice torpedoed. Reconstructed and appearance altered, 1928-9.

 
'Ausonia'. Cunard White Star Line. 14,000 tons. 15 knots. Built 1925. 
(Just to give you an idea of scale; the above ship measures 13 cms)

  I mulled over in my mind quite what I was going to do with this collection, and how to best present it for sale. And what I came up with was a background of printed sea chart into which I have cut appropriate length slots. Each ship can then be displayed in an upright position by easing it into the slot, but can still be removed to read the information written on the reverse. This way I have not used any glue and preserved them just as they are.
I am presenting them in groups of 5 from whichever national fleet they come from. Here are three British ones. They are on sale in the shop now and I shall also be bringing them to my next fair on the 18th June at Cowdray Park, West Sussex (see side bar). 
I hope you have all passed a pleasant bank Holiday and the sun shone for you! xxx

Cancer moonshot and slow-learners

Motivated by Vice President Biden's son's death at an early age from cancer, President Obama recently announced a new health initiative which he's calling the cancer 'moonshot'.  This is like a second Nixonian 'war' on cancer but using a seemingly more benign metaphor (though cancer is so awful that treating it as a 'war' seems apt in that sense). Last week the NYTimes printed an op-ed piece that pointed out one of the major issues and illusions belied by the rhetoric of the new attack on cancer, as with the old:  Curing one cancer may extend a person's life, but it also increases his or her chances of a second cancer, since risks of cancer rise with age.

Cancers 'compete' with each other for our lives
The op-ed's main point is that the more earlier onset cancers we cure, the more late onset, less tractable tumors we'll see.  In that sense, cancers 'compete' with each other for our lives.  The first occurrence would get us unless the medical establishment stops it, thus opening the door for some subsequent Rogue Cell to generate a new tumor at some later time in the person's life.  It is entirely right and appropriate in every way to point this out, but the issues are subtle (though not at all secret).

First, the risk of some cancers slows with age.  Under normal environmental conditions, cancers increase in frequency with age because they are generally due to the accumulation of multiple mutations of various sorts, so that the more cell-years of exposure the more mutations that will arise.  At some point, one of our billions of cells acquires a set of mutational changes that lead it to stop obeying the rules of restraint in form and cell-division that are appropriate for the normal function of its particular tissue. A tumor is a combination of exposure to mutagens and mutations that occur simply by DNA replication errors--totally chance events--when cells divide.  As the tumor grows it acquires further mutations that lead it to spread or resist chemotherapy etc.

This is important but the reasons are subtle.  The attack on cells by lifestyle-related mutagens like radiation or chemicals in the environment becomes reduced in intensity as people age and simplify their lives, slowing down a lot of exposures to these risk factors. However, cell division rates, the times when mutations arise, themselves slow down, so the rate of accumulation of new mutations, whether they be by chance or by exposures, slows.  This decrease in the increase of risk with age at least tempers the caution that curing cancers in adults will leave them alive for many years and hence at risk for at least some many more cancers (though surely it will make them vulnerable to some!)


Apollo 11, first rocket to land humans on the moon; Wikipedia

Competing causes: more to the story, but nothing at all new
There's an important issue not mentioned in the article, but that is much more important in an indirect way.  This is an issue the authors of the op-ed didn't think about or for some reason didn't mention or perhaps because they are specialists they just weren't aware of.  But it's not at all secret, and indeed is something we ourselves studied for many years, and we've blogged about here before: anything that reduces early onset diseases increases the number of late onset diseases.  So, curing cancer early on (which is what the op-ed was about) increases risk for every later-onset disease, not just cancer.  In the same way as we've noted before, reducing heart disease or auto accident rates or snake bite deaths will increase dementia, heart disease, diabetes, and cancer--all other later-onset diseases--simply because more people will live to be at risk.  This is the Catch-22 of biomedical intervention.

In this sense all the marketing rhetoric about 'precision' genomic medicine is playing a game with the public, and the game is for money--research money among other things.  There's no cure for mortality or the reality of aging.  Whether due to genetic variants or lifestyle, we are at increasing risk for the panoply of diseases as we age, simply because exposure durations increase.  And every victory of medicine at earlier ages is a defeat for late-age experience.  Even were we to suppose that massive CRISPRization could cure every disease as it arose, and people's functions didn't diminish with age, the world would be so massively overpopulated as to make ghastly science fiction movies seem like Bugs Bunny cartoons.

But the conundrum is that because of the obvious and understandable fact that nobody wants major early onset diseases, it seems wholly reasonable to attack them with all the research and therapeutic vigor at our disposal. The earlier and more severe, the greater the gain in satisfactory life-years that will be made.  But the huge investment that NIH and their universities clients make in genomics and you-name-it related to late-age diseases is almost sure to backfire in these ways.  Cancer is but one example.

People should be aware of these things.  The statistical aspects of competing causes have long been part of demographic and public health theory.  Even early in the computer era many leading demographers were working on the quantitative implications of competing causes of death and disease, and similar points were very clear at the time.  The relevance to cancer, as outlined above, was also obvious.  I know this first-hand, because I was involved in this myself early in my career.  It was an important part of theorizing, superficial as well as thoughtful, about the nature of aging and species-specific lifespan, and much else.  The hard realities of competing causes have been part of the actuarial field since, well, more or less since the actuarial field began.  It is a sober lesson that apparently nobody wants to hear.  So it should not be written about as if it were a surprise, or a new discovery or realization.  Instead, the question--and it is in every way a fair question--should be why we cannot digest this lesson.  Is it because of our normal human frailty wishful thinking about death and disease, or because it is not convenient for the biomedical industries to recognize this sober reality front and center?

It's hard to accept mortality and that life is finite.  Some people want to live as long as possible, no matter the state of their health, and will reach for any life-raft at any age when we're ill.  But a growing number are signing Do Not Resuscitate documents, and the hospice movement, to aid those with terminal conditions who want to die in peace rather than wired to a hospital bed, continues to grow.  None of us wants a society like that in Anthony Trollope's 1881 dystopic novel The Fixed Period, where at age 67 everyone is given a nice comfortable exit--at least that was the policy until it hit too close to home for those who legislated it.  But we don't want uncomforable, slow deaths, either.

The problem of competing causes is a serious but subtle one, but health policy should reflect the realities of life, and of death.  I wouldn't bet on it, however, because there is nothing to suggest that humans as a collective electorate are ready or able to face up to the facts, when golden promises are being made by legislators, bureaucrats, pharmas, and so on.  But, science and scientists should be devoted to truth, even when truth isn't convenient to their interests or for the public to hear.

Bir Bakış: Emine Bektaşi





⭐ 24 Kasım doğumlu bir öğretmen ama çalışmıyor. Yaşını yazmıyor çünkü her yıl değişiyormuş. 

⭐ Bir bölüm okumuş ama üniversitelere doyamamış. (Kocatepe, Uludağ, Kocaeli) Bu yüzden yollara aşina. 

⭐ Zamanında resim ve müzikle ilgilenmiş. Çizimleri, kemanı, neyi, erbaneleri var. Farsça öğrenimini tamamlamak üzere. Hintçe'ye göz kırpıyor. Öğrenip ne yapacak kendi de bilmiyor. 

⭐ Hayvanları pek seviyor. Okul yıllarında kuş, balık, su kaplumbağası, tavşan, ördek beslemiş. Şimdi burnunuzdan öper bir siyam kedisi var. 

⭐ Toprağı, rüzgarı, serin havayı seviyor çünkü Erzurumli. 

⭐ Lezzetli yemekler, kahve, kitap okumak, müzik dinlemek, güzel bir yüzü seyretmek ona haz veriyor. 

⭐ Venedik maskelerini seviyor. Bir gün giderse en şaşaalısından alacak. 

⭐ Türkiye ve Amerika'yı geziyor. Türkiye haritasını tamamlamak üzere. Amerika'da ise pek çok şehir gezdi. Kadim kültüre sahip doğu ülkelerini görmeyi de çok istiyor. 

⭐ Bize Hollywood değil, Bollywood lazım diyor. Doğulu ya, doğu seviyor. 

⭐ Konuşkan, eğlenceli, kapısı her daim dostlarla muhabbete açık. Zaafları da pek fazla. Aahh ahh... Hayatı, bunları aşma ve kâmil insanlığa ulaşma çabası olarak görüyor. 

⭐  Eleştiriye kırılmıyor çünkü en önce kendi kendini eleştiriyor, millete bir şey kalmıyor. 

⭐  Her insan gibi onun da içinde bir âlem gizli... Ve her insan gibi onu da anlatmaya kelimeler yetmiyor... 







Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...