KURTLA YEDİ OĞLAK

KURTLA YEDİ OĞLAK



Evvel zaman içinde yaşlı bir keçinin yedi yavrusu varmış. Bir anne çocuklarını nasıl severse o da yavrularını öyle severmiş. Günün birinde keçi, yavrularına yiyecek bulup getirmek için ormana giderken onları çevresinde toplamış:

- Sevgili çocuklarım demiş; ben ormana gidiyorum. Kendinizi kurttan sakının. Eğer kurt evimize girerse hepinizi kıtır kıtır yer. Bu alçak çok kez türlü kılıklara girer, ama kaba sesinden, kapkara ayaklarından onu hemen tanıyabilirsiniz!

Küçük oğlaklar:

- Sevgili annemiz, demişler, gözün arkada kalmasın... Güle güle git, güle güle gel... Biz kendimizi koruruz.

Keçi melemiş, iç rahatlığıyla yola çıkmış.

Aradan çok zaman geçmemiş. Evin kapısını biri çalmış:

- Sevgili çocuklar diye seslenmiş, kapıyı açın bakayım. Anneniz geldi, hepinize bir şeyler getirdi.

Fakat oğlaklar kurdun kalın sesini tanımışlar; içerden seslenmişler:

- Sen annemiz değilsin... Onun sesi hem ince, hem de tatlıdır. Senin sesin kalın. Sen kurtsun!

Bunun üzerine kurt bir dükkâna gitmiş, iri bir tebeşir parçası satın almış, bunu yemiş, sesini inceltmiş. Sonra geri dönerek yine kapıyı çalmış:

- Sevgili çocuklar, kapıyı açın bakayım, demiş; anneniz geldi, hepinize ormandan bir şeyler getirdi.

Kurt kapkara ayaklarını pencereye dayamışmış. Oğlaklar bunu görünce yine bağırmışlar:

- Sana kapıyı açmayız. Annemizin ayakları seninkiler gibi kara değil. Sen kurtsun! Kurt yine geri dönmüş, bir fırıncıya gitmiş:

- Ayağımı bir taşa çarptım demiş; üzerine biraz hamur sürer misin ?

Fırıncı kurdun ayaklarına hamuru sürmüş. Kurt bu kez değirmenciye koşmuş:

- Ayaklarıma bir parça un serp demiş. Değirmenci kendi kendine:

- Kurt yine birini aldatmak istiyor demiş, un vermek istememiş. Fakat kurt:

- Dediğimi yapmazsan seni yerim! diye bağırınca değirmenci korkmuş, hemen bir avuç un alarak kurdun ayaklarına serpmiş. İnsanlar böyledir zaten!

Bunun üzerine alçak hayvan üçüncü kez eve gitmiş, kapıyı çalmış:

- Sevgili çocuklar, kapıyı açın bakayım demiş; anneniz geldi, hepinize ormandan bir şeyler getirdi.

Oğlaklar bağrışmışlar:

- Önce ayaklarını göster de anneciğimiz olup olmadığını anlayalım! demişler.

Kurt ayaklarını pencereye dayamış. Oğlaklar bunların beyaz olduğunu görünce kurdun sözlerine inanmışlar... Kapıyı açmışlar. Bir de ne görsünler?.. Bu giren kurt değil mi? Oğlaklar ne yapacaklarını şaşırmışlar, saklanacak yer aramışlar. Biri masanın altına kaçmış. İkincisi yatağa sokulmuş. Üçüncüsü sobanın içine girmiş. Dördüncüsü mutfağa saklanmış. Beşincisi dolaba girmiş. Altıncısı çamaşır sepetinin altına sokulmuş. Yedincisi de duvar saatinin içine girmiş. Fakat kurt vakit yitirmeden birer birer hepsini yakalayıp tutmaya başlamış. Yalnızca saatin içindeki yedinciyi bulamamış. Karnı da oldukça doyduğu için onu aramaktan vazgeçmiş, çıkıp gitmiş.

Evin önünde geniş bir çimenlik varmış. Orada bir ağacın altına sırt üstü yatmış, uyumaya

başlamış.

Aradan çok zaman geçmeden keçi anne eve dönmüş. Aman Tanrım! Bir de ne görsün? Evin kapısı ardına kadar açık. Masa, sandalyeler devrilmiş. Çamaşır sepeti paramparça olmuş, yatıyor. Yastıklarla yorganlar yerlere atılmış... Keçi anne yavrularını aramış; hiçbir yerde bulamamış. Birer birer adlarını çağırmaya başlamış. Hiçbirinden karşılık alamamış. Sonunda sıra sonuncunun adına gelmiş. O zaman ince bir ses duyulmuş:

- Duvar saatinin içindeyim, anneciğim!

Keçi, yavrusunu oradan çıkarmış. Küçük oğlak kurdun gelişini, öbür kardeşlerinin hepsini yediğini anlatmış. Keçi annenin, zavallı yavruları için ne kadar gözyaşı döktüğünü kestirebilirsiniz. Sonunda bu acıyla dışarı çıkmış. Küçücük oğlak da birlikteymiş.

Çayırlığa vardıkları zaman kurdu bir ağacın altında yatar bulmuşlar. Öyle horluyormuş

ki, ağacın dalları titriyormuş. Keçi anne kurdu uzun uzun seyretmiş. Karnında bir şeylerin kıpırdadığını, oradan oraya gidip geldiğini görmüş. İçinden:

- Aman Tanrım, demiş, yoksa kurdun akşam yemeği yaptığı yavrularım hâlâ sağ mı? Bunun üzerine küçük oğlak eve kadar koşa koşa giderek makası, iğne-ipliği getirmiş. Keçi anne canavarın karnını yarmış. Daha küçük bir yarık açılır açılmaz oğlaklardan biri kafasını dışarı çıkarmış. Bir parça daha yarınca altısı da arka arkaya fırlayıp çıkmışlar. Hepsi dipdiri sapsağlammışlar. Meğer kurt aç gözlülüğü yüzünden bunları çiğnemeden yutmuşmuş. O andaki sevinci bir düşünün! Hepsi sevgili annelerinin boynuna sarılmışlar. Hoplayıp, sıçramaya başlamışlar. Keçi anne demiş ki:

- Haydi bakalım, şimdi gidip, taş toplayıp getirin... Uyanmadan şu dinsiz imansızın karnına dolduralım.

Yedi oğlak çabucak taşları bulup getirmişler; kurdun karnını tıklım tıklım doldurmuşlar. Sonra keçi anne çabucak derisini dikmiş. Bu arada kurt bir şey sezmemiş, yerinden bile kıpırdamamış.

Kurt uykusunu alınca ayağa kalkmış. Karnı taşla dolu olduğu için pek susamışmış. Bir pınarın başına gidip su içmek istemiş. Yürürken oraya buraya kımıldadıkça karnındaki taşlar çarpışmaya, takırdamaya başlamış. Bunun üzerine kurt:



Şu acayip işe bak!

Karnım bir şeyle dolmuş; Yuttuğum altı oğlak

Sanki birer taş olmuş!

demiş. Pınar başına varınca suya doğru eğilip içmek istemiş. Gel gelelim, karnındaki taşlar yüzünden suya yuvarlanmış. Bağıra bağıra boğulup gitmiş.

Yedi oğlak bunu görünce koşa koşa gelmişler:

- Kurt öldü! Kurt öldü! diye bağrışmışlar. Anneleriyle birlikte pınarın çevresinde hoplayıp dönmüşler.

HOLLE KADIN

HOLLE KADIN



Dul bir kadının iki kızı varmış. Biri hem güzel, hem de çalışkanmış. Öteki ise hem çirkin, hem de tembelmiş; ama kendi öz kızı olduğu için kadın bunu daha çok severmiş. Evde her işi güzel kıza gördürürmüş. Zavallı kızcağız her gün sokakta bir kuyunun başında oturup bez dokurmuş. Hem de o kadar çok çalışırmış ki, parmaklarından kan fışkırırmış.

Günün birinde iplik sardığı makara kan içinde kalmış. Bunun üzerine kız kuyuya eğilerek makarayı yıkamak istemiş. fakat makara elinden kayıp kuyuya düşmüş. Kızcağız ağlaya ağlaya üvey annesine koşmuş. Başına gelen kazayı anlatmış. Kadın çocuğu adamakıllı azarlamış, sonra da çocuğa hiç acımadan:

- Makarayı kuyuya nasıl düşürdünse öyle alıp getireceksin. Sonra karışmam ha... diye bağırmış.

Bunun üzerine kız kuyunun başına dönmüş ama ne yapacağını bilmiyormuş. Makarayı almak için "ne olursa olsun" diye kuyuya atlamış. Atlamış ama aklı başında değilmiş. Az sonra uyandığında, kendini güzel bir çayırlıkta bulmuş.

Güneş parıldıyor, çevrede binlerce çiçek görünüyormuş. Yolda karşısına bir fırın çıkmış. Fırının içi ekmekle doluymuş. Ekmek kıza seslenmiş:

- Ne olursun beni fırından çıkar, beni fırından çıkar; yoksa yanacağım, çoktan piştim ben... Kız fırına yaklaşmış, ekmeklerin hepsini kürekle birer birer dışarı çıkarmış. Sonra yoluna gitmiş. Karşısına bir ağaç çıkmış; ağacın üzerinde pıtrak gibi elmalar sallanıyormuş, ağaç kıza seslenmiş:

- Beni silkele, beni silkele... Biz elmalar hep olduk!..

Kız ağacı sallamış, elmalar, yağmur taneleri gibi yere dökülmüşler. Kız ağacın üzerinde hiç elma kalmayıncaya kadar silkelemiş. Elmaları bir araya toplayarak koca bir yığın yapmış, sonra yine yola koyulmuş..

Sonunda küçük bir eve varmış. Penceresinden bir kocakarı bakıyormuş. Kadının dişleri pek iriymiş. Bunları görünce kızın içine korku girmiş. Oradan kaçmak istemiş. Fakat yaşlı kadın arkasından seslenmiş:

- Sevgili çocuk, neden korkuyorsun? Gel burda kal; evin bütün işlerini güzelce yaparsan sana bir kötülüğüm dokunmaz. En çok dikkat edeceğin şey yatağımı güzel düzeltmek, iyice silkelemektir. Bunu yapınca yatağın içindeki kuş tüyleri uçar. İşte o zaman yeryüzüne kar yağar. Benim adım Holle Kadın'dır.

Kocakarı böyle tatlı tatlı konuşunca kızın içi ferahlamış; orada kalmaya karar vermiş. İçeri girerek işine başlamış. Evin her işini seve seve yapıyormuş, yatağı her zaman o kadar güçlü silkeliyormuş ki, tüyler kar parçaları gibi uçuyorlarmış. Bu yüzden kadının evinde rahat bir yaşam geçiriyor, kötü söz işitmiyor, her gün kızartmalar, kebaplar yiyormuş. Küçük kız uzun zaman Holle Kadın'ın yanında kalmış; fakat içinde hep bir üzüntü duyuyor, bunun nedenini kendisi de bilmiyormuş. Sonunda bunun farkına varmış; yurdunu özlemişmiş. Her ne kadar buradaki yaşamı kendi evindekinden bin kat daha iyi geçiyormuşsa da, o yine evine dönmek istiyormuş. Bir gün dayanamamış, Kocakarı'ya demiş ki:

- Evimi çok göreceğim geldi. Bu ayrılık acısına dayanamıyorum. Burada, yerin altında geçen yaşamım çok iyi ama artık daha fazla kalamayacağım. Yine yukarıya dönmek istiyorum.

Holle Kadın:

- Evine dönmek isteyişin hoşuma gitti. Bugüne kadar bana çok iyi hizmet ettiğin için, seni

ben kendi elimle yukarı çıkaracağım, demiş.

Kızı elinden tutmuş; büyük bir kapıya doğru götürmüş. Kapı açılmış. Kız tam kapının altına geldiği zaman güçlü bir altın yağmuru başlamış. Durduğu yerle annesinin evi arasında çok az aralık varmış. Kız evin bahçesine girdiği zaman horoz kuyunun üzerine çıkmış, ötmeye başlamış.

- Ö ö rö ö, altından küçük bayanımız yine geldi!

Kız eve girmiş, annesinin yanına gitmiş. Her yanı altınla kaplı olduğu için kendisini hem annesi, hem üvey kız kardeşi güleryüzle karşılamışlar.



Kız başına gelenleri bir bir anlatmış. Annesi, bu altınların nasıl elde edildiğini öğrenince çirkin, tembel kızına da bunları kazandırmak istemiş. bu kızını da kuyunun başına oturtarak bez dokutmaya başlamış. Makarasının kana bulanması için kız parmağına iğne batırmış. Elini dikenli çitlere vurmuş. Sonra makarayı kuyuya atmış. Arkasından da kendisi atlamış. Öbür kız gibi kendini bir çayırda bulmuş. Aynı yoldan yürümeye başlamış. Fırına vardığı zaman ekmek yine bağırmış:

- Ne olursun beni dışarı çıkar, beni dışarı çıkar, yoksa yanacağım. Çoktan piştim ben!.. Fakat tembel kız:

- Doğrusu üstümü başımı kirletmeye vaktim yok!.. demiş yoluna gitmiş. Az sonra elma ağacının yanına varmış. Ağaç seslenmiş:

- Ne olursun, beni silkele, kuzum beni silkele... Biz elmalar hep olduk! Kız:

- Ya... çok bilmişsin... seni silkeleyim de kafama elmalar düşsün değil mi? demiş; geçip gitmiş.

Holle Kadın'ın evine vardığı zaman hiç korkmamış. Çünkü onun koca dişlerini önceden duymuşmuş. Hemen kadının hizmetine girmiş. İlk gün çok çalışmış. Holle Kadın'ın her dediğini yapmış. Kocakarının kendisine vereceği altınları düşünüyormuş. Fakat ikinci gün tembelliğe, işleri başından savmaya başlamış. Üçüncü gün bu tembellik bir kat daha artmış. Sabah bir türlü yatağından kalkmak istemiyormuş. Tembel kız Holle Kadın'ın yatağını da yapmıyormuş. Bu yüzden tüyler de uçuşmuyormuş. Çok geçmeden bu durum Holle Kadın'ı kızdırmış. Kızı işinden çıkarmış.

Tembel kız buna seviniyormuş. Altın yağmurunun yağacağını umuyormuş. Holle Kadın onu da büyük kapıya kadar götürmüş. Fakat kız kapının altına gelince altın yerine kocaman bir kazan dolusu zift başından aşağı boşalmış.

Holle Kadın:

İşte bu da senin hizmetlerinin ödülü!... demiş. Kapıyı kapamış. Tembel kız eve dönmüş. Her yanı zifte bulanıkmış. Yine kuyunun başında duran horoz kızı görünce:

- Ö ö rö ö, pasaklı küçük bayanımız yine geldi diye ötmeye başlamış. Kıza bulaşan bu zift ömrü oldukça üzerinde kalmış.

YEDİ KARGALAR

YEDİ KARGALAR



Bir adamın yedi oğlu varmış. O kadar istermiş de bir kızı olmazmış. Günün birinde karısı ona müjde vermiş: Gebe olduğunu söylemiş. Çocuk dünyaya gelmiş. Bu seferki kızmış. Buna çok sevinmişler ama, çocuk pek cılız, pek ufacık bir şeymiş. Bu yüzden de evde vaftiz edilmesi gerekmiş.

Vaftiz suyu getirsin diye babası, oğullarından birini kuyuya yollamış. Öbür altı oğlan da onun peşinden gitmişler. Hepsi de suyu önce kendisi doldurmak istiyormuş. Bu yüzden testi kuyuya düşmüş. Oğlanlar oldukları yerde kala kalmışlar; ne yapacaklarını şaşırmışlar. Hiçbiri eve dönmeye cesaret edememiş.

Çocukların hâlâ dönmediklerini gören baba:

- Yezit oğlanlar kesin oyuna daldılar! demiş.

Kızın vaftizsiz öleceğinden korkuyormuş. Canı çık sıkılmış:

- İnşallah hepiniz karga olursunuz!

diye ilenmiş. Daha sözünü bitirmeden başının üstünde bir hışırtı işitmiş. Havaya bakmış;

kömür gibi kara yedi tane karganın uçup gittiğini görmüş.

Anne baba bu ilenci bir daha geri alamamışlar. Oğullarının yedisini de elden kaçırdıklarına çok üzülmüşler. Bütün sevgilerini biricik kızlarına vermişler, onunla bir parça olsun avunmuşlar.

Kız çok geçmeden kendini toplamış, gün geçtik güzelleşmiş ama, başka kardeşleri bulunduğundan uzun zaman haberi olmamış. Ana-babası bunu duyurmamaya çalışmışlar.

Sonunda günün birinde ahalinin kendisinden söz ettiklerini işitmiş. Diyorlarmış ki:

- Kız güzel ama, yedi ağabeysinin başlarına gelen yıkım onun yüzünden oldu. Bunları duyunca kız çok üzülmüş. Annesine, babasına gidip sormuş:

- Ağabeylerim var mıydı benim? Onlara ne oldu? demiş.

Bunun üzerine ana-babası bu gizi daha fazla saklamak istememişler. Tanrının böyle istediğini, yoksa doğumunun buna neden olmadığını anlatmışlar. Ama kızcağızın içine kurt düşmüş. Kardeşlerini kurtarmayı kafasına koymuş. Bir yerlerde durup dinlenemez olmuş. Sonunda bir gün gizlice yola çıkmış. Ağabeylerinin izini bulmaya, ne pahasına olursa olsun onları kurtarmaya karar vermiş.

Evden çıkarken ana-babamı anarım diye bir yüzük, karnım acıkırsa yerim diye bir dilim ekmek, susarsam içerim diye bir testi su, yorulursam otururum diye de bir iskemle almışmış.

Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş... Sonunda dünyanın öbür ucuna, güneşin yanına varmış ama güneş çok sıcakmış, korkunç bir şeymiş. Hem de küçük çocukları yermiş. Kız hemen buradan kaçmış; doğru aya gitmiş. Ay da pek soğukmuş. Hem de kötü huyluymuş. Çocuğun orada olduğunu anlayınca:

- Burnuma insan kokusu geliyor! diye bağırmaya başlamış.

Kız oradan da çabucak kaçmış; yıldızlara gitmiş. Bunlar ona güler yüz göstermişler. Her yıldız ayrı bir sandalyede oturuyormuş. İçlerinden sabah yıldızı ayağa kalkmış; ona bir aşık kemiği vermiş:

- Yanında bu kemik olmazsa sırça sarayı açamazsın. Oysa kardeşlerin orada... demiş.

Kız bu küçük kemiği almış. Bir mendilin içine sarmış, yola çıkmış. Gide gide sırça saraya varmış. Büyük kapı kilitliymiş. Kız aşık kemiğini çıkarmak için mendili açmış. Bir de ne

görsün? Mendil bomboş değil mi? Meğerse kız iyi yürekli yıldızın armağanını yitirmişmiş. Şimdi ne yapacak? Kızcağız ağabeylerini kurtarmak istiyormuş. Oysa sırça sarayın anahtarını yitirmiş. Bunun üzerine bir bıçak almış. Küçük parmağını kesmiş. Kapıya bunu sokmuş. Bereket versin kapı açılıvermiş.

Kız içeri girince karşısına bir cüce çıkmış:

- Yavrum, demiş, ne arıyorsun burada? Kız:

- Ağabeylerimi... Yedi kargaları arıyorum! Cüce:

- Bay kargalar evde değiller. Onlar dönünceye kadar bekleyeceksen gir içeriye!

Bunun üzerine cüce yedi tabak, yedi bardak içinde kargaların yemeklerini içeri getirmiş. Küçük kız her tabaktan birer lokma yemiş, her bardaktan birer yudum içmiş. Sonuncu bardağın içine de yüzüğü koymuş.

Birden bire havada bir hışırtı, bır kanat hışırtısı duymuş. Cüce:

- Bay kargalar eve geliyor! demiş.

Kargalar gelmiş; yiyip içmek istemişler. Tabaklarını, bardaklarını görünce arka arkaya söylenmeye başlamışlar:

- Tabağımdan kim yemiş?

- Bardağımdan kim içmiş?

- Buna bir insan ağzı değmiş!

Yedinci karga bardağı dikip içerken ağzına yüzük gelmiş. Bakmış. Anne-babasının yüzüğünü tanımış:

- İnşallah kız kardeşimiz buraya gelmiştir... Öyleyse kurtulduk sayılır! demiş.

Kapının arkasında durup bu sözleri işiten kız ortaya çıkmış. Bunun üzerine kargaların hepsi yeniden insan kılığına dönmüşler. Sarmaş dolaş olmuşlar. Hep birlikte evin yolunu tutmuşlar.

BREMEN KENTİ ÇALGICILARI

BREMEN KENTİ ÇALGICILARI



Vaktiyle bir adamın bir eşeği varmış. Bu eşek çuvalları bıkmadan usanmadan yıllarca değirmene götürmüş. Fakat artık gücü kalmamış, işe yaramaz bir duruma düşmüş. Sahibi onu boş yere beslemek istemiyormuş. Eşek de işlerin yolunda olmadığını sezmiş, başını alıp çıkmış, Bremen yolunu tutmuş. Orada kent çalgıcısı olabileceğini sanıyormuş.

Eşek böylece az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş; yolda boylu boyunca yatan bir av köpeğiyle karşılaşmış. Hayvan, koşmaktan yorulmuş köpekler gibi soluyup duruyormuş. Eşek sormuş:

- Ne soluyup duruyorsun böyle bakayım, bekçi baba? Köpek:

- Sorma, demiş, yaşlandım. Günden güne güçten düşüyorum. Avda koşamıyorum diye sahibim beni öldürmek istedi... Ben de kaçıp kurtuldum. Bundan sonra karnımı nasıl doyuracağım bilmem!

Eşek:

- Sana bir şey söyleyeyim mi, demiş, ben Bremen'e gidiyorum... Kent çalgıcısı olacağım... Benimle gel, sen de bandoya gir! Ben lavta çalarım, sen de davul...

Bu öneri köpeğin hoşuna gitmiş. İkisi birlikte yola çıkmışlar. Aradan uzun zaman geçmemiş. Yolun kıyısında bir kedi görmüşler. kedinin suratından düşen bin parça oluyormuş.

Eşek:

- Ne o? İşin sarpa mı sardı yoksa, yaşlı palabıyık? demiş.

- İnsanın başında ateşler yanarken nasıl neşeli olur? Artık yaşım ilerledi. Dişlerim kütleşti... Farelerin peşinde koşacağıma sobanın arkasında oturup pinekliyorum. Bu yüzden hanımım beni suya atıp boğmak istedi. Ben kaçıp kurtuldum ama son pişmanlığın yararı olmuyor. Şimdi nereye gideyim?

- Bizimle birlikte gel. Müzikten anladığın bilinir. Oraya varınca kent mızıkacısı olursun! Kedi bu sözü hoş karşılamış, onlarla birlikte yola çıkmış.

Bu üç yurt kaçağı bir çiftliğin önünden geçerken selamlık kapısının üstünde cıyak cıyak öten bir horoz görmüşler; eşek:

- Sesin insanın iliğine kemiğine işliyor... Neyin var kuzum? demiş. Horoz:

- Havanın güzel olacağını haber verdim. Bugün bizim sevgili hanımımızın günüdür. "Kristkind"ciğin gömleğini yıkamıştı. Onu kurutmak istiyor. Ama yarın pazar, konuklar gelecek. Onun için hanım hiç acımadan aşçı kadına söyledi. Yarın benim çorbamı yiyecekmiş. Nasıl olsa bu akşam kellem uçacak. Bari ben de gırtlağım yırtılıncaya kadar bağırayım dedim.

Eşek:

- Zavallı albaş, demiş, öyleyse bizimle gel daha iyi. Biz Bremen'e gidiyoruz. Nerede olsan ölümden daha iyisini bulabilirsin. Sesin güzel... Hepimiz bir arada şarkı söylersek hoş bir şey olacak kesin.

Horoz bu öneriyi beğenmiş. Dördü birlikte yola çıkmışlar.

Bunlar bir günde Bremen'e varamamışlar. Akşam olunca bir ormana gelmişler; burada geceleyelim demişler. Eşekle köpek büyük bir ağacın altına uzanmışlar. Kediyle horoz da dallara çıkmışlar, ama horoz en tepedeki dalları daha güvenli bulmuş, oraya uçup

tünemiş. Horoz uykuya dalmadan önce bir kez daha çevresine bakınmış. Uzakta küçük bir

ışık görür gibi olmuş, arkadaşlarına seslenmiş: "Işık görünüyor, yakınlarda bir ev olsa gerek!" demiş.

Eşek:

- Öyleyse kalkalım, hemen oraya gidelim. Burada rahat edilmiyor demiş.

Köpek orada birkaç parça kemik, biraz et bulursa pek hoşuna gideceğini düşünmüş. Bunun üzerine ışığın bulunduğu yana doğru yola koyulmuşlar. Yaklaştıkça ışığın parıltısı artmış. Sonunda haydutların barındığı eve gelmişler.

İçlerinde en irisi eşek olduğu için pencereye o yaklaşmış, içeriye bakmış. Horoz sormuş:

- Neler görüyorsun, babacan? Eşek:

- Neler mi görüyorum? demiş. Kurulmuş bir sofra... Üstünde her türlü yiyeek, içecek var... Haydutlar oturmuş, keyif çatıyorlar.

Horoz:

- Tam bize göre bir iş, demiş. Eşek:

- Ah sorma kardeş demiş, şu sofranın başında biz olsak ne olurdu sanki?

Haydutları buradan nasıl kaçıralım? diye her kafadan bir ses çıkmış. Sonunda bir çare bulmuşlar: Eşek ön ayaklarını kaldırıp pencereye dayayacak. Köpek eşeğin sırtına çıkacak. Kedi köpeğin üstüne tırmanacak. Horoz da uçacak, köpeğin tepesine konacak!

Dedikleri gibi yapmışlar. Sonra biri işaret verince hep bir ağızdan şarkı söylemeye başlamışlar: Eşek anırmış, köpek havlamış, kedi miyavlamış, horoz da ötmüş. Sonra şangur şungur pencereden içeri dalıvermişler!

Haydutlar bu korkunç bağırışmayı duyunca oldukları yerde havaya fırlamışlar. İçeriye herhalde bir hortlak girdi sanmışlar. Evden çıkıp ormana doğru kaçmaya başlamışlar. O zaman dört ahbap sofranın başına kurulmuşlar, haydutların artıklarına saldırmışlar. Sanki kırk yıldan beri açmış gibi, yemekleri atıştırmışlar.

Dört çalgıcı işlerini bitirine ışığı söndürmüşler. Herkes kendi keyfine göre rahat edebileceği bir yer aramış: Eşek gübrelerin üzerine uzanmış, köpek kapı arkasına, kedi ocakta sıcak külün yanına, horoz da bir tüneğin üstüne...

Yol yorgunu oldukları için az sonra da hepsi uykuya dalmış.

Vakit gece yarısını geçmiş. Haydutlar uzaktan bakmışlar, artık evde ışık yanmıyor, her yan da sessiz. Elebaşıları:

- Boş yere mantara basmamalıydık ama oldu! demiş.



İçlerinden birini oraya yollamış, eve baktırmış. Gönderilen adam her yanı sessiz bulmuş, mutfağa girmiş. Lamba yakmak istemiş. Kedinin parıldayan gözlerini yanık ateş sanmış, kükürtlü bir çöp almış, bunu ateşte tutuşturmak istemiş. Ama kedi şakadan anlar mı? Hemen adamın suratına atılmış, tırmık içinde bırakmış.

Haydudun korkudan ödü patlamış, arka kapıdan fırlayıp kaçmak istemiş ama oracıkta yatan köpek üstüne saldırmış, bacağını ısırmış. Adam avludan, gübrelere basıp kaçarken eşek de arka bacaklarıyla hatırı sayılır bir çifte savurmuş. Bu gürültülere uyanan horoz da:





- Ö ö rö ö... diye avazı çıktığı kadar ötmeye başlamış.

Haydut alabildiğine koşarak soluk soluğa elebaşının yanına gelmiş:

- Sormayın demiş, evde korkunç bir cadı oturuyor. Suratıma doğru tısladı, uzun tırnaklarıyla yüzümü gözümü tırmaladı. Kapının önünde bir herif duruyor. Elinde bir kama var. Bacağıma sapladı. Avluda bir karakoncoloz yatıyor. Beni meşe sopasıyla patakladı. Damda da yargıç oturuyor: "Getirin şu keratayı bana!" diye bar bar bağırıyordu.

Zor kaçıp kurtuldum ellerinden...

O günden sonra haydutlar bir daha eve girme gözüpekliğini gösterememişler ama burası dört Bremen çalgıcısının pek hoşuna gitmiş. Artık buradan çıkıp gitmek istememişler.

ORMANDA UYUYAN GÜZEL

ORMANDA UYUYAN GÜZEL



Evvel zaman içinde bir kralla bir kraliçe varmış. Tanrının günü:

- Ah bir çocuğumuz olsaydı!

der dururlarmış. Gel gelelim, bir türlü çocukları olmazmış.

Gel zaman, git zaman, günün birinde kraliçe hamamdayken sudan bir kurbağa çıkmış:

- Yakarmaların kabul olunacak, demiş, bir yıl geçmeden bir kız dünyaya getireceksin! Kurbağanın dediği çıkmış: kraliçe bir kız doğurmuş. Bu kız o kadar güzelmiş ki, kral sevincinden ne yapacağını şaşırmış. Büyük bir tören hazırlamış. Bu törene yalnızca akrabalarını, dostlarını, tanıdıklarını çağırmakla kalmamış; bilgin kadınları da çağırmış. Çocuğa bunların hayır dua edeceklerini düşünmüş. Ülkesinde bu kadınlardan on üç tane varmış, ama onların yemek yiyecekleri altın tabaklardan on iki tane olduğu için bu kadınlardan birinin evde kalması gerekmiş. Tören pek parlak olmuş. Sona erdiği zaman bilgin kadınlar çocuğa tılsımlı armağanlarını vermişler: biri namus, öbürü güzellik, üçüncüsü zenginlik, kısaca her biri dünyada istenen iyi bir şey bağışlamış. On birinci duasını bitirir bitirmez, birdenbire içeriye on üçüncü kadın girmiş. Törene çağırılmadığı için öç almaya gelmişmiş. Kadın kimseye selam vermeden, kimsenin yüzüne bile bakmadan yüksek sesle:

- Prenses on beş yaşına girince eline bir iğ batsın, ölü olarak yere düşsün! demiş. Yine başka bir söz söylemeden geri dönmüş, salondan çıkmış. Herkes donakalmış. Duasını henüz yapmamış olan on ikinci kadın bu sırada ortaya çıkmış. Kadın deminki kötü duayı büsbütün bozamazmış ama hafifletebilirmiş. Bunun üzerine:

- Prenses ölmesin; yüz yıllık derin bir uykuya dalsın! demiş.

Sevgili çocuğunu bu felaketten korumayı candan isteyen kral her yana fermanlar yollamış; krallık toprakları üzerinde ne kadar iğ varsa hepsinin yakılmasını buyurmuş. Bilgin kadınların iyilik duaları birer birer kabul olunmuş. Kız o kadar güzel, o kadar ahlaklı,

güler yüzlü, akıllı olmuş ki, onu kim görse sevmemek elinden gelmezmiş.



Gel zaman, git zaman... Kızın on beş yaşına girdiği gün kralla kraliçe evde yoklarmış. Kızı sarayda yapayalnız bırakmışlarmış. Kız da köşe bucağı dolaşmaya başlamış. Canının istediği odaya girip çıkıyormuş. Sonunda eski bir kuleye gelmiş. Dar döner merdivenden yukarı çıkmış, küçük bir kapının önüne varmış. Kilidin üzerinde paslı bir anahtar sokulu duruyormuş. Kız bunu çevirince kapı açılıvermiş. İçeride, küçük bir odada yaşlı bir kadın oturuyor, elindeki iğle durmadan bez dokuyormuş. Prenses:

- Günaydın nineciğim, ne yapıyorsun orada? demiş. Kocakarı:

- Bez dokuyorum, diye başıyla işaret etmiş. Kız:

- Böyle oradan oraya koşup duran şey ne bakayım?

diye iği almış... O da bez dokumak istemiş ama daha iğe dokunur dokunmaz kadının kötü duası tutmuş, iği parmağına batırmış.

Kız bu batışın acısını duyduğu anda orada duran yatağın içine düşüvermiş, derin bir uykuya dalmış. Bu uyku bütün sarayı kaplamış. Tam bu sırada saraya dönerek salona girmiş bulunan kralla kraliçe uyuklamaya başlamışlar. Onlarla birlikte bütün saray halkı da uyumuş. Ahırdaki atlar, avludaki köpekler, damdaki güvercinler, duvardaki sinekler, hatta ocakta alev alev yanan ateş de uyuya kalmışlar. Kızartmanın cızırtısı kesilmiş. Dikkatsizlik eden yamağının saçlarından tutan aşçı çocuğu bırakmış, uykuya dalmış.

Rüzgâr dinmiş... Sarayın önündeki ağaçların tek yaprağı bile kımıldamaz olmuş. Sarayın çevresinde dikenlerden çepeçevre bir çit yetişmeye başlamış. Bunlar her yıl büyüye büyüye sonunda bütün sarayı kaplamışlar, tepesinden aşmışlar. Artık bir şey görünmez olmuş. Hatta damdaki bayrak bile.

Zaman geçtikçe uyuyan güzelin masalı ülkede dilden dile dolaşmaya başlamış. Ara sıra prensler gelip çitler arasından saraya girmek istemişler. Fakat hiçbiri bunu başaramamış. Çünkü bu dikenler, sanki elleri varmış gibi, onları sımsıkı yakalamışlar. Delikanlılar burada takılı kalmışlar, kendilerini kurtaramamışlar, bağıra bağıra ölmüşler.

Aradan uzun yıllar geçmiş. Günün birinde ülkeye bir prens daha gelmiş. Yaşlı bir adamın bu dikenli çit hakkında anlattıklarını dinlemiş: Bunun arkasında bir saray varmış. İçinde gayet güzel bir kız yüz yıldan beri uyuyormuş. Onunla birlikte kralla kraliçe, bütün saray halkı uyuyorlarmış. Büyük babasından işittiğine göre de, buraya birçok prens gelmiş. Dikenli çitten geçmek istemiş, fakat orada takılı kalmış, bar bar bağırarak ölmüşlermiş. Bunları dinleyen delikanlı:

- Ben korkmam, demiş, gidip uyuyan güzeli göreceğim!

İyi yürekli yaşlı adam oğlanı kararından vazgeçirmeye çalışmış ama oğlan sözlerine kulak asmamış.

O sırada yüz yıl tamam olmuş, uyuyan güzelin uyanma vakti gelmiş. Prens dikenli çite yaklaşınca bunlar iri, güzel çiçekler, oluvermişler. Kendiliklerinden iki yana açılmışlar. Oğlan rahatça içeri girmiş. Arkasından yine kapanmışlar, eskisi gibi diken olmuşlar. Sarayın avlusunda oğlan atların, renk renk av köpeklerinin serili yattıklarını, uyukladıklarını görmüş. Damda güvercinler tünemiş, küçük başlarını kanatlarının altına sokmuşlarmış. Oğlan saraya girince duvarda sineklerin uyukladığını, mutfakta ahçının hâlâ yamağı tutmak ister gibi eli uzanmış durduğunu, alazlanacak kara tavuğun önünde hizmetçi kızın oturduğunu görmüş. İlerlemiş, salonda bütün saray halkını uyur bulmuş. Yukarda tahtın yanında kralla kraliçe yatıyorlarmış. Oğlan biraz daha ilerlemiş. Ortalıkta çıt çıkmıyormuş. İnsan kendi soluğunu duyabilecek gibiymiş. Sonunda kuleye varmış. Kızın uyuduğu küçük odanın kapısını açmış. Kız burada yatıyormuş. O kadar güzelmiş ki, oğlan gözünü kızdan ayıramamış, eğilmiş kızı öpmüş. Dudağı kızın yüzüne dokunur dokunmaz uyuyan güzel gözlerini açmış, uyanmış, oğlana gülümseyerek bakmış. Bunun üzerine ikisi birlikte aşağı inmişler. Kralla kraliçe, bütün saray halkı birden bire uyanmış. Birbirleriyle şaşkın şaşkın bakışmaya başlamışlar. Avludaki atlar ayağa kalkarak silkinmişler. Av köpekleri yerlerinden fırlayıp kuyruklarını sallamışlar. Damdaki güvercinler başlarını kanatlarının altından çıkarmışlar, çevrelerine bakınmışlar, sonra kırlara uçmuşlar. Duvarlardaki sinekler uçuşmaya başlamışlar. Ocaktaki ateş yeniden parlamış, yemeği pişirmiş. Kızartma yine cızırdamaya başlamış. Aşçı, yamağına öyle bir tokat aşk etmiş ki, oğlan bar bar bağırmış. Hizmetçi kız tavuğun tüylerini alazlayıp bitirmiş.

Prens ile uyuyan güzelin düğünleri pek parlak olmuş. ikisi de ömürlerinin sonuna kadar dirlik düzenlik içinde yaşamışlar.

PAMUK PRENSESLE YEDİ CÜCELER

PAMUK PRENSESLE YEDİ CÜCELER



Vaktiyle bir kış ortası... Kar taneleri gökten yere tüyler gibi dökülürken, kraliçenin biri, siyah abanoz çerçeveli bir pencerenin önüne oturmuş, dikiş dikiyormuş. Bu aralık pencereden dışarı bakarken parmağına iğne batmış. Üç damla kan karlar üzerine damlamış. Beyaz kar üstünde bu al renk pek hoş göründüğü için kraliçe aklından şunları geçirmiş: "Ah böyle kar gibi ak, kan gibi al, çerçevedeki tahta gibi kara bir çocuğum olsaydı!" demiş.

Aradan çok geçmemiş; kraliçe bir kız doğurmuş. Bu kız kar gibi ak, kan gibi al renkli, abanoz gibi kara saçlıymış. Bunun için adını "Pamuk Prenses" koymuşlar. Çocuk doğar doğmaz kraliçe ölmüş.

Bir yıl geçince kral başka biriyle evlenmiş. Bu kadın güzelmiş ama pek kendini beğenmiş bir şeymiş. Kimsenin kendinden daha güzel olmasına dayanamazmış. Kadının sihirli bir aynası varmış. Karşısına geçip de içine bakarak:

- Küçük ayna, söyle bakayım, ülkenin en güzel kadını kim?

diye sorunca ayna yanıt verirmiş:

- Bu ülkenin en güzel kadını sizsiniz kraliçe hazretleri!

Bunun üzerine kadının içi rahat edermiş. Çünkü aynanın doğruyu söylediğini bilirmiş. Gel zaman, git zaman... Pamuk Prenses büyüyüp gelişiyor; gitgide daha güzel bir kız oluyormuş. Yedi yaşına girdiği sırada kraliçeden bile güzel, ayın on dördü gibi bir kız olmuş.

Kadın günün birinde yine aynasına sormuş:

- Küçük ayna, söyle bakayım, ülkenin en güzel kadını kim? Ayna dile gelmiş:

- Buranın en güzel kadını sizsiniz kraliçe hazretleri, ama Pamuk Prenses sizden bin kat daha güzel!

Kadın bunu duyunca irkilmiş; kıskançlığından yüzü sapsarı, yemyeşil olmuş. O saatten sonra nerede Pamuk Prenses'i görse içi burkulurmuş. Kızdan o kadar tiksinmeye başlamış. Kıskançlıkla, kendini beğenmişlik, bir yabanıl ot gibi yüreğinde büyümüş, büyümüş... Artık ne gece, ne gündüz kadında iç rahatlığı kalmamış.

Bunun üzerine bir avcı çağırtmış:

- Çocuğu al, ormana götür, demiş. Artık gözüm görmesin. Onu öldüreceksin... Ciğerlerini de bana getireceksin.

Avcı:

- Peki!

demiş, kızı alıp götürmüş. Pamuk Prensesin suçsuz yüreğini oyup çıkarmak için bıçağını eline alınca kızcağız ağlamaya başlamış:

- Kuzum avcı, canım avcı... Ne olursun kıyma bana... Canımı bağışla... Şu ıssız ormanda dolaşırım, bir daha eve dönmem!

diye yalvarmış. Avcı kızın güzelliğine dayanamamış... Ona acımış:

- Haydi öyleyse git zavallı çocuk!

demiş. "Az sonra yabanıl hayvanlar nasıl olsa seni yerler" diye düşünmüş ama sanki bağrındaki taş da düşmüş. Kızı öldürmeye gerek kalmadığı için rahat bir soluk almış. Tam bu sırada oradan geçen bir hayvan yavrusunu tutup kesmiş; ciğerlerini çıkarmış. Kraliçeye bunları götürmüş. Kraliçe aşçısına onları tuzlatıp pişirtmiş, yemiş. Pamuk

Prensesin ciğerlerini yedim sanmış.

Çocukcağız koskoca ormanın içinde yapayalnız kalmış. İçine bir korku girmiş. Sanki ağaçların bütün yaprakları kendisini seyrediyorlar sanıyormuş. Ne yapacağını da bilmiyormuş. Koşmaya başlamış. Sivri taşlar üzerinden, dikenler arasından geçip giderken, birçok yabanıl hayvan önünden geçiyormuş ama ona bir şey yapmıyorlarmış. Çocuk ayaklarının olanca gücüyle akşama kadar koşmuş. Sonunda mini mini bir ev görmüş; dinlenmek için içeri girmiş.

Bu evde her şey o kadar küçük, o kadar cici bici, o kadar temizmiş ki dille anlatılamazmış. Ortada apak örtülü, yedi tabaklı bir sofra duruyormuş. Her tabağın yanında minicik kaşıklar, yedi küçük bıçakla çatal, yedi tane de ufacık bardak.

Duvarın önünde yanyana dizili yedi karyolacık varmış. Örtüleri kar gibi akmış. Pamuk Prenses hem çok aç, hem de susuz olduğu için her tabaktan bir parça sebzeyle ekmek yemiş; her bardaktan birer yudum şarap içmiş. Bir kişinin bütün yiyeceğini yiyip bitirmek istemiyormuş. Kızcağız pek yorgun olduğundan karyolacıklardan birine uzanmak istemiş. Gel gelelim, hiçbiri boyuna uymuyormuş. Biri pek uzun, biri pek kısa geliyormuş.

Sonunda yedinciyi uygun bulmuş. İçine girip yatmış, duasını etmiş, uykuya dalmış. Ortalık iyiden iyiye kararınca ev sahipleri gelmişler. Bunlar yedi cücelermiş. Dağlardan maden çıkarırlarmış. Hepsi lambalarını yakmışlar. Küçük evin içi aydınlanınca, içeriye birinin girdiğini anlamışlar. Çünkü her şey bıraktıkları düzende durmuyormuş. Birinci:

- Sandalyeme kim oturmuş? İkinci:

- Tabağımdan kim yemiş? Üçüncü:

- Ekmeğimden kim koparmış? Dördüncü:

- Sebzemden kim yemiş? Beşinci:

- Çatalımı kim kullanmış? Altıncı:

- Bıçağımla kim kesmiş? Yedinci:

- Bardağımdan kim içmiş?

Sonra birinci cüce çevresine bakınmış. Yatağında hafif bir çukurluk görmüş:

- Yatağıma kim girmiş?

diye seslenmiş. Öbürleri koşarak gelmişler. Altısı birden:

- Benim yatağımda da biri yatmış!

diye bağrışmışlar. Yedinci cüce ise yatağına bakınca, içinde yatıp uyuyan Pamuk Prensesi görmüş. Öbürlerini çağırmış. Hepsi gelmişler; şaşırarak bağırmışlar:

- Aman Tanrım, ne güzel çocuk bu!..

O kadar hoşlarına gitmiş ki, çocuğu uyandırmaya kıyamamışlar. Yedinci cüce her arkadaşının koynunda bir saat uyuyarak sabahı etmiş.

Ertesi sabah Pamuk Prenses uyanmış. Yedi cüceleri görünce birdenbire korkmuş, ama cüceler ona güler yüz göstermişler:

- Adın ne senin? diye sormuşlar; Kız:

- Benim adım Pamuk Prenses! demiş.

- Nasıl oldu da bizim eve geldin?

Kız üvey annenin kendisini öldürtmek istediğini, avcının ona canını bağışladığını, küçücük evlerini buluncaya kadar bütün gün koştuğunu bir bir anlatmış. Cüceler:

- Bizim evin işlerini görürsen, yemek pişirirsen, yatakları yaparsan, çamaşır yıkarsan, dikiş dikersen, yama yaparsan, sonra her şeyi derli toplu, tertemiz tutarsan bizim yanımızda kalabilirsin. Sana bir şeyden sıkıntı çektirmeyiz!

demişler. Pamuk Prenses:

- Peki, hepsini seve seve yapacağım!

demiş, orada kalmış. Evin işlerini düzene koymuş. Sabah oldu mu cüceler dağlara gider, madende altın ararlarmış. Akşam olunca eve dönerlermiş. O zaman yemekleri hazır olmalıymış. Kız bütün gün evde tek başına otururmuş. Bunun için iyi yürekli cüceler ona şöyle öğüt verirlermiş:

- Üvey annenden kendini koru... Senin burada olduğunu, nasıl olsa, yakında öğrenir. Kimseyi içeri alma sakın! derlermiş.

Kraliçe, Pamuk Prensesin ciğerlerini yedim sandıktan sonra, en güzel kadının yine kendisi olduğunu düşünür; başka bir şey aklına getirmezmiş. Bir gün aynasının karşısına geçip:

- Küçük ayna, söyle bakayım, ülkenin en güzel kadını kim?

diye sormuş. Ayna dile gelmiş:

- Buranın en güzel kadını sizsiniz kraliçe hazretleri, ama dağlar başında, yedi cücelerin yanındaki Pamuk Prenses sizden bin kat daha güzel! demiş.

Kadın bunu duyunca irkilmiş. Çünkü aynanın asılsız bir şey söylemediğini biliyormuş. O zaman avcının kendisini aldattığını, Pamuk Prenses'in sağ olduğunu anlamış. Kızı öldürmek için yeni bir çare düşünmeye başlamış. Çünkü bu kız ülkenin en güzeli kaldıkça kıskançlıktan rahat edemeyeceğini biliyormuş. Sonunda aklına bir çare gelmiş: Yüzünü boyamış, yaşlı bir satıcı kadın kılığına girmiş; tanınmaz bir hale gelmiş. Bu kılıkta yedi dağlara, yedi cücelerin bulunduğu yere gitmiş; kapıyı çalmış:

- Güzel şeyler satarım! diye bağırmış. Pamuk Prenses pencereden bakmış:

- Güneydın kadınım, demiş, neler satıyorsun bakayım? Kadın:

- İyi şeyler, güzel şeyler! Her renkten kuşaklarım var!

demiş. Alaca renkli ipeklerden örülmüş bir kuşak çıkarmış. Pamuk Prenses: Bu saf kadıncağızı içeri alabilirim!

diye düşünmüş, kapının sürgüsünü çekmiş: o güzel kuşağı satın almış. Kocakarı:

- Aman ne güzel şeymişsin sen yavrum! demiş; - Dur da şu kuşağı beline güzelce ben sarıvereyim.

Pamuk Prenses'in aklına bir kötülük gelmemiş. Kadının önüne durmuş, yeni kuşağı beline sardırmış. Kocakarı o kadar çabuk, o kadar sıkı dolamış ki, Pamuk Prenses soluk alamaz olmuş... Ölü gibi yere yuvarlanmış. Kadın:

- Haydi bakalım... Bir zamanlar ülkenin en güzeli olmuştun!

demiş, kaçıp gitmiş.

Aradan çok geçmeden, akşam vakti, yedi cüceler eve dönmüşler, ama sevgili Pamuk Prenseslerini yerde serili görünce akılları başlarından gitmiş. Kız sanki ölmüş gibi kıpırdamıyormuş bile. Kızı ayağa kaldırmışlar... Kuşağın sımsıkı bağlanmış olduğunu görünce bunu ortasından kesip açmışlar. Kız yavaş yavaş soluk almaya başlamış... Gitgide vücuduna can gelmiş.

Cüceler o gün olup bitenleri öğrenince:

- O yaşlı satıcı kadın, alçak kraliçeden başka biri değildi, demişler. Biz evde yokken sakın bir daha hiç kimseyi içeri alma!



Kötü yürekli kadın eve döner dönmez aynanın önüne gitmiş:

- Küçük ayna, söyle bakayım, ülkenin en güzel kadını kim?

diye sormuş. Ayna her zamanki gibi:

- Buranın en güzel kadını sizsiniz kraliçe hazretleri, ama dağlar başında, yedi cücelerin yanındaki Pamuk Prenses sizden bin kat daha güzel! demiş.

Kadın bu sözleri duyunca o kadar kötü olmuş ki, bütün kanı beynine sıçramış. Çünkü

Pamuk Prenses'in yine dirildiğini anlamış; kendi kendine:

- Alacağın olsun, demiş, öyle bir şey bulayım ki, seni yok etsin de bak gör!

Bildiği büyücülük yardımıyla zehirli bir tarak yapmış. Sonra başka bir kocakarı kılığına girmiş. Böylece yedi dağlara, yedi cücelerin bulunduğu yere gitmiş. Kapıyı çalmış:

- İyi şeyler satarım!

diye bağırmış Pamuk Prenses dışarı bakmış:

- Haydi yolunuza gidin, demiş, kimseyi içeri alamam. Kocakarı:

- Bakman da yasak değil ya?

diye zehirli tarağı çıkarıp kıza uzatmış. Tarak çocuğun o kadar hoşuna gitmiş ki, her şeyi unutarak kapıyı açmış. Pazarlıkta uzlaşınca kocakarı:

- Gel şu saçlarını güzelce tarayayım!

demiş. Zavallı Pamuk Prenses'in aklına bir kötülük gelmemiş, kocakarıya güvenmiş. Kadın daha tarağı saçlarına değdirir değdirmez zehir etkisini göstermiş; kız kendinden geçerek yere yuvarlanmış.

Kötü yürekli karı:

- Ey güzellik örneği, bu kez işin tamam!

demiş, sıvışıp gitmiş.

Bereket versin, yedi cücelerin eve dönme zamanı yaklaşmışmış. Pamuk Prenses'i ölü gibi yerde yatar görünce, ilk akıllarına gelen şey üvey anne olmuş. Araya taraya zehirli tarağı bulmuşlar. Saçlarının arasından çıkarır çıkarmaz Pamuk Prenses kendine gelivermiş. O gün olup bitenleri bir bir anlatmış. Cüceler, kendini sakınması, kimseye kapıyı açmaması için onu bir daha uyarmışlar.

Kraliçe evde aynanın karşısına geçmiş:

- Küçük ayna, söyle bakayım, ülkenin en güzel kadını kim?

diye sormuş. Ayna yine önceki gibi:

- Buranın en güzel kadını sizsiniz kraliçe hazretleri, ama dağlar başında, yedi cücelerin yanındaki Pamuk Prenses sizden bin kat daha güzel! demiş.

Kadın aynanın böyle söylediğini duyunca hırsından zangır zangır titremiş, ter ter tepinmiş:

- Yaşamım pahasına da olsa Pamuk Prenses kesinlikle ölmelidir! diye bağırmış.

Bunun üzerine kimsenin uğramayacağı gizli, uzak bir yerde bir odaya kapanmış. Orada zehirli, pek zehirli bir elma yapmış. Bu elma görünüşte çok güzelmiş. Kabuğunun bir yanı kırmızı, bir yanı akmış. Bu elmayı kim görse hemen alıp yemek istermiş. Fakat ondan bir lokma ısıran kesin ölürmüş. Elma tamam olunca kadın yüzünü boyamış; bir köylü kadını kılığına girmiş. Yedi dağlara, yedi cücelerin bulunduğu yere gitmiş. Kapıyı çalmış. Pamuk Prenses başını pencereden çıkarmış:

- Kimseyi içeri alamam... Yedi cüceler böyle tembih etti!

demiş. Köylü karısı:

- Peki, öyle olsun ama şu elmaları elden çıkarmak istiyorum. Al işte bir tanesini de sana vereyim demiş. Pamuk Prenses:

- Hayır, hiçbir şey kabul edemem!

demiş. Kocakarı:

- Zehirden mi korkuyorsun yoksa? diye sormuş. Bak işte ortasından kesiyorum. Kırmızı yanını sen ye... Ben de beyaz yanını yiyeyim.

Elma öyle ustalıklı yapılmış ki, yalnızca kırmızı yanı zehirliymiş. Pamuk Prenses elmaya imrenmiş. Köylü kadının da bir parçasını yediğini görünce daha fazla dayanamamış; elini dışarı uzatıp zehirli parçayı almış. Gel gelelim, daha ilk ısırdığı parça ağzındayken ölü gibi yere yıkılıvermiş. Kraliçe bu durumu yırtıcı bakışlarıyla seyretmiş. Sonra bir kahkaha atmış:

- Kar gibi ak, kan gibi al, abanoz ağacı gibi kara ha?.. Bu sefer cüceler seni yeniden diriltemeyecekler! demiş.

Kadın eve döner dönmez aynaya sormuş:

- Küçük ayna, söyle bakayım, bu ülkenin en güzel kadını kim? Ayna dile gelmiş:

- Bu ülkenin en güzel kadını sizsiniz kraliçe hazretleri!

demiş. Bunun üzerine kadının kıskanç yüreğine su serpilmiş ama kıskançlar ne kadar rahat edebilirlerse o kadar...

Akşam olup cüceler eve döndükleri zaman Pamuk Prenses'i yerde serili görmüşler. Kızcağızın soluğu çıkmıyormuş, ölmüşmüş. Onu yerden kaldırmışlar. Zehirli bir şey bulur muyuz? diye çevreyi araştırmışlar kızın kuşağını çözmüşler, saçlarını taramışlar, onu

suyla, şarapla yıkamışlar. Gel gelelim, hiçbirinin yararı olmamış, yavrucak dirilmemiş. Cüceler kızı bir tabuta koymuşlar. Yedisi de çevresine oturmuşlar. Üç gün üç gece göz yaşı dökmüşler, ağlamışlar. Kızı gömmek istiyorlarmış ama kız hâlâ canlı bir insana benziyormuş. Yanaklarının al al rengi solmamışmış:

- Bunu kara topraklara bırakamayız!

demişler. Camdan bir tabut yaptırmışlar. Nereden bakılsa içerisi görünüyormuş. Kızı içine yatırmışlar; üzerine altın harflerle hem adını, hem de bir prenses olduğunu yazmışlar. Sonra tabutu dışarı çıkarıp dağın üzerine koymuşlar. Sürekli içlerinden biri tabutun yanında kalarak nöbet beklemeye başlamış. Hayvanlar da gelir, Pamuk Prenses için göz yaşı dökerlermiş. Önce bir baykuş gelmiş, sonra bir karga, en sonra da mini mini bir güvercin...

Pamuk Prenses uzun, çok uzun zaman böyle tabutun içinde yatmış ama çürüyüp dağılmamış... Görenler uyuyor sanırlarmış. Çünkü hâlâ kar gibi ak, kan gibi al renkli, abanoz gibi kara saçlı duruyormuş.

Gel zaman, git zaman... Günün birinde bir prensin yolu bu ormana düşmüş. Geceyi geçirmek için cücelerin evine gelmiş. Dağın üzerindeki tabutu, içinde yatan güzel Pamuk Prenses'i görmüş. Altın harflerle üzerine yazılı yazıyı okumuş. Cücelere:

- Ne isterseniz vereyim... Bu tabutu bana bırakın!

demiş; fakat cüceler:

- Dünyanın bütün altınlarını verseler yine onu vermeyiz!

demişler. Oğlan:

- Öyleyse bunu bana bağışlayın... Pamuk Prenses'i görmeden yaşayamayacağım. Onun değerini bileceğim... Ona dünyada en çok sevdiğim şey gözüyle bakacağım! diye yalvarmış.

Oğlan böyle deyince iyi yürekli cüceler ona acımışlar; tabutu kendisine vermişler. Prens tabutu uşaklarının omuzuna verip yola çıkmış. Olacak ya, uşakların ayağı bir çalıya takılmış, sendelemişler. Pamuk Prenses'in ısırdığı zehirli elma parçası bu sarsıntıyla boğazından fırlamış. Aradan çok geçmeden de kız dirilmiş, gözlerini açmış, tabutun kapağını kaldırmış, yerinde doğrulmuş:

- Allah allah, ben neredeyim?

diye seslenmiş. Prens sevinçle:

- Yanımdasın!

demiş. Olup bitenleri kıza anlattıktan sonra:

- Seni dünyada her şeyden fazla seviyorum... Gel, babamın sarayına gidelim... Benim yaşam arkadaşım ol!

demiş.

Pamuk Prenses razı olmuş, onunla birlikte gitmiş. Düğünleri pek parlak, pek eğlenceli olmuş.

Bu düğüne Pamuk Prenses'in kötü yürekli üvey annesi de çağrılmışmış. Kadın güzel giysilerini giydikten sonra aynanın karşısına geçmiş:

- Küçük ayna, söyle bakayım, bu ülkenin en güzel kadını kim? diye sormuş. Ayna dile gelmiş:

Buranın en güzel kadını sizsiniz kraliçe hazretleri ama genç kraliçe sizden bin kat daha güzel! demiş.

Bunu duyar duymaz alçak karı ağır bir küfür savurmuş. İçine öyle bir korku girmiş ki, ne yapacağını bilememiş. Önce düğüne gitmek istememiş ama içi rahat etmemiş... Gidip genç kraliçeyi görmek isteğine dayanamamış.

İçeri girince Pamuk Prenses'i tanımış. Korkudan, şaşkınlıktan olduğu yerde donakalmış. Önceden demir terlikler hazırlayıp ateşe koymuşlarmış. Bunları maşalarla tutarak içeri getirmişler, kadının önüne koymuşlar. Kadın bu kıpkırmızı olmuş demir terlikleri giymek zorunda kalmış. Cansız olarak yere düşünceye kadar kendini oradan oraya çarpmış durmuş.

AL BAŞLIKLI KIZ

AL BAŞLIKLI KIZ



Vaktiyle küçük, sevimli bir kızcağız varmış. Onu kim görse beğenirmiş. Hele büyükannesi herkesten çok severmiş. Torununu sevindirmek için neler vereceğini bilemezmiş. Günün birinde ona al kadifeden bir başlık vermiş. Bu başlık kıza çok yakışmış. Onun için

başından hiç çıkarmaz, başka renkte başlık da giymek istemezmiş. Bu yüzden küçük kıza

"Al Başlıklı Kız" adını takmışlar. Günün birinde annesi demiş ki:

- Gel kızım, bak şurada bir parça çörekle bir şişe şarap duruyor. Bunları al, büyükannene götür! Kadıncağız hasta, zayıf.... Biraz yer, içerse belki iyileşir, kendini toplar. Fazla sıcak basmadan haydi yola çık.. Uslu uslu yürü! Yollarda koşma! Sonra düşersin, şişeyi kırarsın... O zaman büyükannen şarapsız kalır. Oraya vardığın zaman "günaydın" demeyi de unutma! Hem de içeri girer girmez köşe bucağa bakmaya başlama!

Al Başlıklı Kız:

- Peki anneciğim, sözünü tutacağım, demiş, annesinin elini öpmüş, evden çıkmış. Büyükannesi, köyden yarım saat uzakta bir ormanda oturuyormuş. Al Başlıklı Kız ormana girince karşısına kurt çıkmış. Kız bunun ne kadar kötü bir hayvan olduğunu bilmiyormuş. Bunun için ondan korkmamış. Kurt:

- Günaydın Al Başlıklı Kız, demiş.

- Sağol kurt!

- Böyle sabah sabah nereye gidiyorsun?

- Büyükanneme!

- Önlüğünün altındakiler ne?

- Çörekle şarap... Dün pişirmiştik. Büyükannem hasta da onun için bunları götürüyorum. Biraz yiyip içer de belki iyileşir, kendini toplar, diye...

- Al Başlıklı Kız! Büyükannen nerede oturuyor?

- Bir çeyrek kadar ötede... Ormanın içinde... Hani üç meşe ağacı yok mu? İşte onların altındaki evde... Biliyorsun değil mi?.. Alt yanında da cevizler var...

Kurt içinden şöyle düşünmüş: "Bu küçük, çıtı pıtı şey yağlıca bir lokma olur... Hem de yaşlı kadından daha lezzetlidir. Kurnazca davranmalısın. Böylelikle ikisini de afiyetle yiyebilirsin."

Bir süre küçük kızla birlikte yürümüş; sonra:

- Al Başlıklı Kız, demiş, bak çevremizdeki şu çiçekler ne kadar güzel!.. Niçin sağına soluna bakmıyorsun?.. Galiba kuşların ne kadar hoş ötüştüklerini duymuyorsun?.. Sanki okula gidermiş gibi dosdoğru yürüyüp duruyorsun. Burası orman... Her yan neşe dolu.

Al Başlıklı Kız gözlerini yukarı kaldırmış. Güneşin yapraklar arasından süzülüşünü, her yanın güzel çiçeklerle dolu olduğunu görünce, kendi kendine:

-Şu taze çiçeklerden bir demet toplayıp büyükanneme götürürsem kimbilir ne kadar hoşuna gider? Daha erken... Nasıl olsa çabucak evine varırım! diye düşünmüş.

Yoldan ayrılmış, ormanın içine dalmış, çiçek toplamaya koyulmuş. Kız çiçeklerden birini koparınca ötede daha güzelini görüyor, onu da koparmak istiyormuş. Böylece ormanın daha iç yanlarına doğru gidiyormuş.

Kurt dosdoğru yoldan giderek büyükannenin evine varmış. Kapıyı çalmış:

- Kim o?..

- Al Başlıklı Kız, sana çörekle şarap getirdi, aç kapıyı! Büyükanne:

- Tokmağı çeviriver, halim yok, ayağa kalkamıyorum!

diye seslenmiş.

Kurt tokmağı çevirmiş, kapı açılmış. Sesini çıkarmadan içeri girmiş. Doğru büyükannenin yatağına gitmiş, kadıncağızı yutmuş. Sonra giysilerini üzerine geçirmiş, başörtüsünü örtmüş, yatağına girmiş, cibinliği kapamış.

Bu arada Al Başlıklı Kız çiçeklerin peşinde dolaşıyormuş. Kucak dolusu çiçek topladıktan sonra aklına büyükannesi gelmiş. Geri dönmüş, yola koyulmuş. Eve geldiği zaman kapıları açık görünce şaşırmış. Odaya girince de ortalıkta bir değişiklik görmüş. Kendi kendine:

- Hayırdır inşallah, demiş, bugün içime bir korku girdi... Oysa başka zamanlar büyükannemin evine gelince içim açılırdı. Sonra:

- Günaydın! diye seslenmiş. Karşılık alamamış. Yatağa yaklaşmış. Cibinliğin bir ucunu kaldırmış. Büyükannesi yatakta yatıyormuş. Başörtüsünü burnuna kadar çekmişmiş:

- Aman büyükanneciğim, kulakların niçin bu kadar kocaman?

- Sesini daha iyi işitmek için yavrum.

- Ya gözlerin neden bu kadar iri?

- Seni daha iyi görmek için yavrum!

- E, ellerin neden o kadar büyük?

- Seni daha iyi kucaklamak için yavrum!

- Peki, ya ağzın neden bu kadar kocaman, böyle korkunç?

- Seni çıtır çıtır yemek için!

Kurt bu son sözü söyler söylemez yataktan fırlamış, zavallı kızcağızı yutuvermiş.

Kurt karnını doyurunca yeniden yatağa uzanmış; uykuya dalmış, horlamaya başlamış. O

sırada evin önünden avcı geçiyormuş. Kendi kendine:

- Yaşlı kadıncağız ne kadar horluyor? Dur gireyim de bakayım. Belki başına bir şey gelmiştir! demiş, eve girmiş. Yatağın yanına geldiği zaman içinde kurdun yatmakta olduğunu görmüş:

- İşte seni elime geçirdim, koca canavar! Ne kadar zamandır seni arayıp duruyordum zaten! demiş.

Omuzundan çifteyi almış. Kurdun üzerine sıkacağı sırada aklına büyükanne gelmiş. "Belki de kurt onu yutmuştur. Kadıncağızı belki kurtarabilirim" diye çiftenin tetiğini çekmemiş. Eline bir makas almış. Uyuyan kurdun karnını yarmaya başlamış.



Yarık bir parça büyüyünce al başlık görünmüş. Bir parça daha yarınca küçük kız dışarı fırlamış:

- Aman öyle korkmuştum ki, demiş, kurdun karnı ne kadar karanlıkmış... Arkasından büyükanne de diri diri dışarı çıkmış. Kadıncağız hemen hemen soluk alamayacak bir durumdaymış.

Al Başlıklı Kız koşup gitmiş, iri taşlar toplayıp getirmiş. Bunları kurdun karnına doldurmuşlar. Kurt uyandığı zaman onları görünce kaçmak istemiş, ama karnındaki iri taşlar çok ağırmış. Hemen yere düşüp ölmüş.

Üçü de çok sevinmişler. Avcı kurdun derisini yüzmüş; alıp evine götürmüş. Büyükanne

Al Başlıklı Kızın getirdiği çöreği yemiş, şarabı içmiş, kendine gelmiş. Al Başlıklı Kız da kendi kendine şöyle demiş:

- Bundan sonra bir daha annenin sözünden dışarı çıkmayacaksın. Doğru yoldan ayrılarak, yalnız başına ormanların içinde dolaşmıyacaksın!

KURUL SOFRAM KURUL!

KURUL SOFRAM KURUL!



Evvel zaman içinde bir terzinin üç oğluyla bir tanecik keçisi varmış. Hepsi onun sütüyle beslenirlermiş. Bunun için de kendisini her gün çayıra götürmek, bol bol beslemek gerekiyormuş. Çocuklar bu işi nöbetleşe yaparlarmış.

Günün birinde büyük oğlan keçiyi kilise alanına götürmüş. En güzel otlar burada bulunurmuş. Hayvanı dolaşıp otlamaya salmış. Akşam üzeri eve dönme vakti gelince sormuş:

- Keçi, karnın doydu mu? Keçi:

- Yedim, içtim karnım tok; Tek yaprak yiyesim yok. Me... me... me...

Oğlan:

- Öyleyse haydi eve!

demiş. Keçiyi ipinden tutmuş, eve getirip ahıra bağlamış. Yaşlı terzi sormuş:

- E, keçi iyice karnını doyurdu mu bari? Oğlu:

- Elbette, demiş, yedi içti karnı tok... Tek yaprak yiyesi yok!

Ama babası, bu söze iyice aklı yatsın diye ahıra gitmiş, sevimli hayvanı okşamış:

- Keçi, diye sormuş, sahiden karnın doydu mu? Keçi:

- Atladım bütün gün sade dağ, dere; Tok olur mu insan böyle boş yere? Ağzıma koymadım tek yaprak bile. Me... me... me... me...

Terzi:

- Bunu da mı duyacaktım?

diye bağırmış, hemen yukarı fırlamış, oğluna:

- Seni gidi yalancı seni... Keçinin karnı doydu demiştin... Oysa hayvanı aç bırakmışsın.

Bu kızgınlıkla duvardaki cetvel tahtasını kapınca oğlanın peşine düşmüş; döve döve kapı dışarı atmış.

Ertesi gün sıra ikinci oğlandaymış. O da bahçe çitlerinin kıyısında, bol otlu bir yer arayıp bulmuş. Keçi bu otları silip süpürmüş. Akşam üzeri, eve dönerlerken sormuş:

- Keçi, karnın doydu mu? Keçi:

- Yedim, içtim karnım tok; Tek yaprak yiyesim yok. Me... me... me...

Oğlan:

- Öyleyse haydi eve!

demiş. Keçiyi götürüp ahıra bağlamış. Yaşlı terzi sormuş:

- E, keçi iyice karnını doyurdu mu bari? Oğlu:

- Elbette; demiş, yedi içti karnı tok... Tek yaprak yiyesi yok! Terzinin bu sözle içi rahat etmemiş, ahıra gitmiş, keçiye sormuş:

- Keçi, demiş, sahiden karnın doydu mu? Keçi:

- Atladım bütün gün sade dağ, dere; Tok olur mu insan böyle boş yere? Ağzıma koymadım tek yaprak bile. Me... me... me... me...

Terzi:

- Seni dinsiz imansız seni, diye bağırmış, dilsiz ağızsız hayvancağızı aç bırakırsın ha?.. Hemen yukarı fırlamış. Cetvelle oğlanı pataklaya pataklaya kapı dışarı etmiş.

Sıra üçüncüye gelmiş. Oğlan işini sağlam tutmak istemiş. En güzel yapraklı bir fundalık arayıp bulmuş. Keçiyi bunların arasına salmış. Akşam üzeri eve dönerken sormuş:

- Keçi, karnın doydu mu? Keçi:

- Yedim, içtim karnım tok; Tek yaprak yiyesim yok. Me... me... me...

Oğlan:

- Öyleyse haydi eve!

demiş. Keçiyi ahıra götürüp bağlamış. Yaşlı terzi sormuş:

- E, keçi iyice karnını doyurdu mu bari? Oğlu:

- Elbette, demiş, yedi içti karnı tok... Tek yaprak yiyesi yok! Terzi bu söze inanmamış. Gitmiş, keçiye sormuş:

- Keçi, demiş, sahiden karnın doydu mu? Şirret hayvan:

,Atladım bütün gün sade dağ, dere; Tok olur mu insan böyle boş yere? Ağzıma koymadım tek yaprak bile. Me... me... me... me...

demiş. Terzi:

- Seni yalancı köpek seni... Demek sen de ötekiler gibi Tanrı'dan korkmaz, görevini bilmez birisin ha? Bundan sonra beni daha fazla budala yerine koyamayacaksınız!

diye bağırmış. Öfkeden çılgına dönerek yukarı fırlamış, oğlanın sırtına cetvel tahtasını öyle bir indirmiş ki, çocuk kendini evden dışarı zor atmış.

Böylece yaşlı terzi keçisiyle yapayalnız kalmış. Ertesi sabah ahıra inmiş, keçiyi okşamış:

- Gel benim sevgili keçim, demiş, seni çayıra kendim götüreceğim!

Keçinin ipinden tutmuş, keçilerin seve seve yedikleri otların olduğu bir yere götürmüş:

- İşte burada istediğin gibi karnını doyurabilirsin!

demiş. Keçiyi akşama kadar otlamaya salmış. Akşam olunca sormuş:

- Keçi, karnın doydu mu? Keçi:

- Yedim, içtim karnım tok; Tek yaprak yiyesim yok. Me... me... me...

Terzi:

- Öyleyse haydi eve!

demiş. Ahıra götürüp bağlamış. Çıkıp giderken bir kez daha arkasına dönüp sormuş:

- E, bu sefer karnın herhalde doymuştur, değil mi? Keçi ona da yine:

- Atladım bütün gün sade dağ, dere; Tok olur mu insan böyle boş yere? Ağzıma koymadım tek yaprak bile. Me... me... me... me...

demez mi? Bu sözleri duyunca terzinin aklı başından gitmiş. Üç oğlunu da evden boş yere kovduğunu anlamış:

- Alacağın olsun senin iyilik bilmez yaratık, diye bağırmış, seni defedivermekten bir şey çıkmaz. Seni namuslu, onurlu terziler arasında dolaşamayacak duruma sokayım da bir gör!

Çabucak yukarı çıkmış, usturasını alıp getirmiş; keçinin kafasını sabunladıktan sonra bir güzel tıraş etmiş. Daha sonra eline kamçıyı almış. (Çünkü oğullarını dövdüğü cetvelle dayak yemesi onurlu bir şey olacakmış; oysa artık buna bile değmezmiş.) Terzi keçiyi öyle pataklamış ki, hayvan can havliyle bir iki sıçrayışta kaçıp kurtulmuş.

Terzi böylece evde tek başına kalıverince içine bir gariplik çökmüş. Ne olurdu, çocukları dönüp gelseydiler? Ama onların nereye kaçıp gittiklerini bilen yokmuş.

Büyük oğlan bir doğramacının yanına çırak girmiş. Yılmadan, usanmadan çalışmış. Ayrılma vakti gelince ustası ona küçük bir masa armağan etmiş. Görünüşte bu masanın göz alır yanı yokmuş. Bayağı tahtalardan yapılmış, ama hoş bir becerisi varmış. Bir yere konulup da:

- Kurul sofram kurul!

dendi mi, masa hemen beyaz bir örtü ile örtülürmüş. Yanında bir tabak, bir bıçak, bir de çatal peyda olurmuş. Kızartmalarla, haşlamalarla dolu tabaklar, içinde kırmızı şarap parıldıyan büyük bir bardak... görenlerin ağızları sulanırmış.

Oğlan kendi kendine:

- Ömrüm oldukça bu sana yeter!

demiş. Her yanı dolaşmaya başlamış. Bir lokantanın iyi yahut kötü oluşu, yiyecek bir şey bulunup bulunmayışı umurunda bile değilmiş.



Canı istemezse bir yere girip konaklamaz; kırda, ormanda, bir çayırlıkta, nerede olursa masacığını sırtından indirir, önüne kor, sonra:

- Kurul sofram kurul!

dermiş. Bunun üzerine de istediği her şey sofraya geliverirmiş.

Günün birinde aklına babasının yanına dönmek gelmiş: Herhalde Öfkesi geçmiş olmalı. Hem de bu "kurul sofram kurul"u görünce beni canla başla evine alır diye düşünmüş. Oğlan evine dönmekte olsun... Bir akşam bir hana varmış. İçerisi tıklım tıklım müşteriyle doluymuş. Ona "hoş geldin" demişler. Yanlarına yemeye çağırmışlar. "Başka türlü yiyecek bulamazsın" demişler.

Marangoz:

- Hayır, demiş, sizin lokmalarınıza ortak olmak istemem. Daha iyisi siz benim soframa buyurun!

Hepsi gülüşmüşler. Kendileriyle şakalaşıyor sanmışlar. Fakat oğlan masasını ortaya koymuş:

- Kurul sofram kurul!

der demez masanın üstü türlü türlü yemeklerle doluvermiş. Bu kadar güzel yemekleri

hancı bulup getiremezmiş. Bu yemeklerden çıkan hoş kokular bütün müşterilerin burunlarına dolmaya başlamış.

Marangoz:

- Buyurun kardeşler!

demiş. Müşteriler ikinci çağrıya vakit bırakmamışlar, sofra başına toplanmışlar. Bıçaklarını çıkararak yemekleri atıştırmaya başlamışlar.

En çok şaştıkları şey: Tabak boşalınca onun yerine kendiliğinden bir dolusunun gelişi olmuş. Hancı bir köşede durmuş; bu işin nasıl olduğuna bakarmış. Ne söyleyeceğini şaşırmış. Aklından şunları geçirmiş: "Böyle bir ahçı senin işine ne kadar yarardı!" demiş. Marangozla sofra arkadaşları gecenin geç vaktine kadar gülüp eğlenmişler. Sonra yatıp uyumuşlar. Oğlan da yatağa girmiş, sihirli masacığını da duvara dayamış. Fakat hancının gözüne bir türlü uyku girmiyormuş. Eski eşyaların yığılı durduğu odadaki eski bir masa aklına gelmiş. Bu, tıpkı berikine benziyormuş. Usulca gidip onu çıkarmış. Oğlanın masasını almış, yerine bunu bırakmış.

Ertesi sabah marangoz yatak parasını vermiş, masacığını sırtına vurmuş. Bunun kendi masası olmadığını aklına bile getirmeden yola koyulmuş. Öğle üzeri babasının evine varmış. Adamcağız oğlunu büyük bir sevinçle karşılamış:

- Sevgili yavrum, demiş, neler öğrendin bakayım?

diye sormuş.

Marangoz oldum, babacığım.

- İyi bir sanat E... gezip dolaştığın yerlerden ne getirdin bakalım?

- Getirdiğim şeylerin en iyisi işte şu masacık babacığım! Terzi masayı evirip çevirerek iyice gözden geçirmiş; sonra:

- Bunda bir ustalık göstermişe benzemiyorsun. Bu hem eski, hem de kötü masacık işte!

demiş. Oğlan:

- Öyle ama bu bir "Kurul sofram kurul"dur, demiş, bunu yere koyup da kurulmasını söyledim mi, üzerine en güzel yemekler hemen diziliverir. Yanında da şarabı... İçenin ömrü artar. Bütün eşi dostu, hısım akrabayı çağırın... Yiyip içsinler de yüzlerine kan gelsin.. Bu masa hepsini tıka basa doyurur.

Çağrılılar toplanınca oğlan masasını odanın ortasına koymuş:

- Kurul sofram kurul! demiş. Gel gelelim, masa kıpırdamamış bile.. Dilden anlamayan başka masalar gibi bomboş durmuş. O zaman zavallı oğlan masasının değiştirildiğini anlamış. İnsanlara karşı yalancı çıktığından utanmış. Hısım akrabası onunla alaya başlamışlar. Aç susuz evlerine dönmüşler. Bunun üzerine babası kumaş parçalarını yeniden eline almış; bunları kesip biçmeye yeniden koyulmuş. Oğlan da bir ustanın yanında iş bularak çalışmaya başlamış.

İkinci oğlan bir değirmenciye gitmiş. Yanına çırak girmiş. Yılı tamam olunca ustası demiş ki:

- Bugüne kadar akıllı uslu işini gördün. Ben de sana acayip bir eşek bağışlıyorum. Bu hayvan ne araba çeker, ne de çuval taşır.

Oğlan sormuş:

- Öyleyse ne işe yarar? Değirmenci:

- Ağzından altın dökülür, demiş. Bunu bir çuval üstüne bastırır da "briklebrit" dedin mi, hayvan hemen önden, arkadan altın çıkarmaya başlar.

Oğlan:

- İşte bu hoş bir şey! demiş. Ustasına teşekkür etmiş, yola çıkmış.

Oğlana para gerekti mi eşeğe "briklebrit" demesi yetermiş. Hemen bir altın yağmuru başlarmış. O zaman bunları eğilip toplamaktan başka bir zahmet kalmazmış. Oğlan nereye gitse her şeyin en iyisini -ucuzuna, pahalısına bakmadan- alabilirmiş. Öyle ya... Kesesi her zaman dopdolu olurmuş. Uzun zaman böylece gezip tozduktan sonra günün birinde

kendi kendine demiş ki: "Babanı aramalısın. Bu altın fabrikası eşeğinle gidersen öfkesi geçer. Seni hoş karşılar."

Oğlan evine gitmekte olsun. Günün birinde ağabeysinin sofrasını çaldırdığı hana varmış. Eşeğinin yularını da elinden bırakmıyormuş. Hancı hayvanı alıp bir yere bağlamak istemiş. Oğlan:

- Size zahmet olmasın, demiş, eşeğimi kendim ahıra götürüp bağlarım. Onun yerini bilmem gerek.

Hancı bu sözleri tuhafça bulmuş. Böyle kendi eşeğine kendisi bakan adamdan fazla para çıkmayacağını sanmış. Ama yabancı keseye davranıp da iki altın çıkarak güzel şeyler satın almak istediğini söyleyince hancının gözleri faltaşı gibi açılmış. Hemen koşmuş; sürebileceği en güzel şeyleri aramaya koyulmuş. Yemekten sonra müşteri hesap istemiş. Hancı her şeyi iki katlı hesaplamaktan kaçınmamış. "Birkaç altın daha vereceksiniz"

demiş. Oğlan cebine el atmış. Aksi gibi o sırada parası tükenmişmiş:

- Bana bir dakika izin hancı başı, demiş, gidip para getireyim.

Dışarı çıkarken sofra örtüsünü de alıp götürmüş. Hancı buna bir anlam verememiş, merak etmiş; gizlice oğlanın peşine düşmüş. Müşteri ahırın kapısını arkasından sürgüleyince bir delikten içerisini gözetlemiş. Yabancı eşeğin altına örtüyü yaymış, "Briklebrit" der demez hayvanın ağzından, ardından yere pıtır pıtır altınlar dökülmeye başlamış. Hancı kendi kendine:

- Vay canına, demiş, darphane misin be mübarek? Böyle bir altın çuvalı hiç kötü değil, doğrusu!

Müşteri hesabını ödemiş, yatağına uzanmış. Hancı gece yarısı sessizce aşağıya, ahıra inmiş. Canlı darphaneyi çözmüş, yerine başka bir eşek bağlamış.

Ertesi sabah erkenden oğlan eşeğiyle birlikte yola çıkmış. Bu hayvanı kendi eşeği sanıyormuş. Öğle vakti babasının evine varmış. Adamcağız onu görünce çok sevinmiş, hoş karşılamış:

- Ne oldun bakalım, oğlum?

diye sormuş. Oğlan:

- Değirmenci oldum babacığım! demiş.

- E.. gezip dolaştığın yerlerden ne getirdin bakayım?

- Bir eşekten başka bir şey getirmedim. Babası:

- Burada istediğin kadar eşek var. İyi bir keçi olsaydı daha hoşuma giderdi doğrusu!

demiş. Oğlu:

- Öyle ama bu senin bildiğin eşeklerden değil, demiş, altın yapan bir eşek bu... ona "Briklebrit" dedim mi, hayvan hemen size bir bez dolusu altın çıkarır. Bütün hısım akrabayı buraya çağırın... Hepsini zengin edeyim!

Babası:

- Pekâlâ, demek artık iğneyle kuyu kazmama gerek kalmayacak, demiş.

Hemen fırlayıp gitmiş; bütün hısım akrabayı oraya çağırmış. Hepsi toplanır toplanmaz değirmenci bir yer açmalarını söylemiş. Çulunu yere yaymış, eşeği ortaya getirmiş:

- Şimdi dikkat edin, demiş. Sonra "briklebrit" diye bağırmış. Gel gelelim yere dökülenler

altın değilmiş. Hayvanın incelikten anlamadığı da ortaya çıkmış. Her eşek işi bu kadar ileri götüremezmiş.

Bunu görünce zavallı değirmenci suratı asmış. Dolandırıldığını anlamış. Evlerine yine eli boş dönen hısım akrabadan özürler dilemiş. Bunun üzerine yaşlı adamın yine iğneyi eline almasından, oğlanın da bir değirmenci yanına girmesinden başka çare kalmamış.

Üçüncü oğlan bir tornacının yanına çırak girmiş. Bu iş ince bir sanat olduğu için oğlan uzun zaman burada çalışmış. Ağabeyleri ona bir mektup yollamışlar; işlerinin kötü gittiğini, eve dönerken son gece hancının sihirli mallarına yaptığı işi anlatmışlar. Tornacı, sanatı iyice öğrenip yola çıkmak isteyince ustası ona bir torba vermiş, demiş ki:

- İçinde bir sopa var. Oğlan:

- Torbayı sırtıma bağlayayım. Herhalde çok işime yarar ama içindeki sopa ne olacak sanki? Yük olmaktan başka neye yarar?

Ustası:

- Bak söyleyeyim de dinle, demiş, biri sana kötülük ederse hemen "sopam çık torbadan" de! Bunu söyler söylemez sopa dışarı fırlar, oradakilerin ensesinde öyle bir boza pişirir ki, bir hafta kollarını, bacaklarını kımıldatacak halleri kalmaz. Sen "sopam torbaya" deyinceye kadar pataklayıp durur.

Oğlan ustasına teşekkür etmiş, torbayı sırtlamış. Biri kendisine yaklaşıp da üzerine atılmak isteyince:

- Sopam çık torbadan!

dermiş. Sopa hemen dışarı fırlar; rasgelen yerine vurmaya başlarmış. Bu pataklayış o kadar hızlı olurmuş ki, kimse sıra kendine gelmeden önce toparlanıp kaçamazmış. Akşam vakti genç tornacı, kardeşlerinin dolandırıldığı hana varmış. Torbasını gözünün önüne koymuş. Dünyada gördüğü acayip şeyleri anlatmaya başlamış:

- Evet, demiş, dünyada neler var!... Örneğin bir "kurul sofram kurul" bir "altın çıkaran eşek" gibi türlü türlü hoş şeyler... Ben bunlardan hiçbirini küçük görmem ama benim elime geçen hazinenin yanında bunların hiçbiri beş para etmez. Bu hazine işte şu torbamda duruyor.

Hancı kulak kabartmış; kendi kendine:

- Şu dünyada neler yok ki! demiş. Şu torba herhalde değerli taşlarla dolu olsa gerek. Şunu da kolayca bir ele geçirsem... Öyle ya, hak oyun üçtür derler.

Uyku zamanı gelince müşteri bir kerevetin üzerine uzanmış; torbasını da başının altına koymuş. Hancı müşterinin uykuyu koyulttuğunu sanmış. Ona yaklaşmış. Bu torbayı alıp yerine bir başkasını koymak istemiş.

Yavaş yavaş, dikkatle torbanın yanına gitmiş, ama tornacı deminden beri onu bekliyormuş. Hancı tam dokunacağı sırada:

- Sopam çık torbadan!

diye seslenir seslenmez sopa dışarı fırlamış; hancıyı bir temiz pataklamış. Hancı "aman" diye bağırdıkça sopa daha hızlı vuruyormuş. Sonunda bitkin bir durumda yere yıkılmış. O zaman tornacı demiş ki:

- Eğer "kurul sofram kurul"la "altın çıkaran eşek"i getirip geri vermezsen bu şölen yeniden başlayacak.

Hancı boğuk boğuk seslenmiş:

- Aman... aman... Hepsini çıkarıp vereceğim, ama, söyle de şu mendebur, torbaya tıkılsın. Bunun üzerine oğlan:

- Sizi mahkemeye vermekten vazgeçiyorum ama bir daha başkalarına zarar vermekten sakının! demiş. Sonra:

- Sopam torbaya! diye bağırmış. Hancıyı da bırakmış.

Ertesi sabah tornacı "kurul sofram kurul"u, "altın çıkaran eşek"i de yanına alarak evine, babasının yanına gitmiş.

Terzi oğlunu yeniden görünce çok sevinmiş. Yabancı yörelerde neler öğrendiğini ona da sormuş; oğlan:

- Tornacı oldum, babacığım! demiş. Babası:

- İnce bir sanat, demiş. E... gezip dolaştığın yerlerden ne getirdin bakalım? Oğlu:

- Çok değerli bir şey babacığım, demiş. Torbamda bir sopa! Babası bağırmış:

- Ne?... bir sopa mı?... Doğrusu emeğine değer. Böyle bir sopayı hangi ağaçtan istesen kesebilirsin yahu!

- Ama böylesini değil babacığım. "Sopam çık torbadan" dedim mi sopa hemen torbadan fırlar, bana kötülük niyetinde olana haddini bildirir. Yere yıkılıp "amanTanrı" demedikçe işini bırakmaz. Bakın, bu sopa sayesinde hem "kurul sofram kurul"u, hem de "altın çıkaran eşek"i alıp buraya getirdim. Bunları o hırsız hancı, kardeşlerimden aşırmışmış. Haydi onları çağırın... Hısım akrabayı da çağırın. Hepsinin karınlarını doyuracağım... Ceplerini

de altınla dolduracağım.

Yaşlı terzi bu sözlere pek inanmamış ama yine gidip hısım akrabayı toplamış. Tornacı odanın ortasına bir bez yaymış. Eşeği içeri getirmiş. Sonra kardeşine demiş ki:

- Haydi ağabeyciğim, konuş bakalım şununla! Değirmenci:

- Briklebrit!

der demez altınlar bir sağnak gibi, bezin üstüne dökülmeye başlamış. Herkes taşıyacağı kadar altın toplamadan da bu sağnağın ardı kesilmemiş. (Ne olurdu, sen de orda bulunsaydın değil mi?)

Tornacı sonra gitmiş, küçük masayı getirmiş:

- Ağabeyciğim, demiş, haydi şununla konuş!

Marangozun "kurul sofram kurul" demesiyle birlikte sofra kuruluvermiş. Üzerinde her türlü yiyecekten bol bol varmış. Bunun üzerine öyle bir yemek yenmiş ki, o güne kadar terzinin evinde böyle bir şölen verilmemişmiş. Bütün hısım akraba gece geç vakte kadar orada kalmışlar... Hepsi neşeli, hepsi hoşnutmuşlar.

Terzi iğne ipliğini, cetvel tahtasını, ütüsünü bir dolaba kaldırıp kilitlemiş. O günden sonra da üç oğluyla birlikte rahatça yaşamış.

Terzinin üç oğlunu kovmasına neden olan keçi ne oldu diye merak ediyorsanız, durun, size onu da anlatayım:

Dazlak bir kafayla dolaşmaktan utanmış. Gitmiş, bir tilki inine girmiş. Tilki eve gelince, karanlıkta iki kocaman gözün parıltısını görmüş, korkmuş; geri çekilip kaçmış. Yolda ayıya rasgelmiş. Tilkinin bir şeyden korktuğu yüzünden belli oluyormuş. Ayı:

- Ne oldu sana tilki kardeş? diye sormuş, bu ne surat böyle? Tilki:

- Ah sorma, demiş, inimde yırtıcı bir hayvan oturuyor. Alev gibi gözleriyle bana öyle bir bakış baktı ki...

Ayı:

- Onu şimdi defederiz!

demiş. Tilkiyle birlikte ine gitmiş, içeri bakmış. Alev alev parlayan bu gözleri görünce onu da bir korku almış. "Bu yabanıl hayvanla bir alış verişim yok benim" diye tabanları

kaldırıp kaçmış. Yolda karşısına arı çıkmış. Ayının durumunda bir başkalık olduğunu hemen sezmiş.

- Ayı, demiş suratın neden asık?... Hani senin şakraklığın nerede kaldı kuzum? Ayı:

- Evet, söylemesi kolaydır... Tilkinin evinde koca gözlü bir yabanıl hayvan oturuyor. Onu oradan defedemedik.

Arı:

- Yazıklar olsun sana ayı, demiş bak ben çelimsiz zavallı bir yaratığım. Yolda beni gören başını çevirip bakmaz bile. Ama bana öyle geliyor ki, bu işte size yardımım dokunacak. Bunları söyledikten sonra uçarak tilkinin inine varmış... Keçinin tıraşlı, dazlak kafasına konmuş... Öyle bir sokuş sokmuş ki keçi: "Me, me, me..." diye bağıra bağıra yerinden fırlamış; deli gibi kaçmaya başlamış.

O günden beri bu keçinin nerelerde olduğunu bilen kimse çıkmamış.

Spring walk at Godolphin


Hello all....hope you have enjoyed your Spring bank holiday Monday! I went to Godolphin to see the bluebells....last week there was no sign of them, now here they are!


Other spring flowers are appearing too.....red campions and yellow buttercups; oh May is such a glorious month for the hedgerows, they really make my heart sing!


the sky was dappled


frothy dandelions everywhere


and the whole of Godolphin Hill was dotted with the delicate drifts and clumps of wood anemones. They are late flowering this year; out at the same time as the bluebells.....


they grow amongst the heath and bracken and brambles,


some have green leaves and pure white petals; others have deep coppery burgundy leaves and petals with a pink flush on their backs





the wind-sculpted shape of this hawthorn caught my eye


an old brick mine chimney is neatly framed by the twisted branches


interesting gaps between the granite stones in the wall


I walked past this beech tree 3 days ago and the buds were still tightly curled; now the downy leaves in their vivid green are emerging.



Seeing anemones in flower always reminds me of a page in my great-grandfather's sketch book, his fine pencil and watercolour paintings so perfectly capture their delicate beauty





beneath the drawing below you can just make out the date: 7th April 1896, which goes to prove that the anemones are about a month late this spring





I shall leave you with one more picture of the beautiful bluebells   x x x

HIDIRELLEZ



  
  * Hıdırellez ya da Hıdrellez (AzericeXıdır Ilyas ya da Xıdır Nəbi), Türk dünyasında kutlanan mevsimlik bayramlardan biridir. Ruz-ı Hızır (Hızır günü) olarak adlandırılan Hıdırellez günü, Hızır veİlyas’ın yeryüzünde buluştukları gün olduğu sayılarak kutlanmaktadır. Hıdırellez günü, Gregoryen takvimi (Miladi takvimi)ne göre 6 Mayıs, eskiden kullanılan Rumi takvim olarak da bilinen Jülyen takvimine göre 23 Nisan günü olmaktadır. 6 Mayıs’tan başlayıp 4 Kasım’a kadar olan süre Hızır Günleri adıyla yaz mevsimini, 8 Kasım’dan 5 Mayıs’a kadar olan süre ise Kasım Günleri adıyla kış mevsimini oluşturmaktadır. Bu yüzden 5 Mayıs günü gecesi kış mevsiminin bitip sıcak yaz günlerinin başladığı anlamına gelmektedir.
 ( *vikipedia)


                                                                           
      
    Bilenlerin bilmeyenlere anlatması gereken geleneklerden biri hidirellez . Malum bayramları şenlikleri pek beceremeyiz biz toplum olarak , yani aslında bıraksalar pek güzel hallederiz de malum bizi bizle bırakmıyor başkaları. İşte hıdırellez bu  el ele tutuşma fırsatlarından biri. Her şeyden önce Romanların-aslında tercihim çingene kelimesinden yana bence daha sevimli bir kelime ama yanlış anlaşılmalara mahal vermemek adına roman diyorum :) -  dokuz sekizlik aksak ritimlerine bırakarak kendimizi; dualar edebileceğimiz, dilekler tutabileceğimiz dans edip şarkılarla yazın gelişini kutlayabileceğimiz bir gündür hıdırellez . Kavuşma günüdür . Kardeşe, sevgiliye,komşuya,yaza , evlada ....







Bir gülün altında kavuşacak bu yıl da  Hızır ile İlyas ... Gülü mesken tuttuklarındandır dilekleri gül ağacına asmamız gelip bulsunlar diye ....Hepimiz insanoğlu yani vazgeçemeyeceği bir tutkuyla bağlıdır bir şeylere inanmaya ... İnanmak isteriz olacağına , geleceğine , o büyük gücün bizi koruyacağına , aşka, başarıya ve en önemlisi mutluluğa ...