İyi Yürekli Eşek

Bir varmış, bir yokmuş. Bol bol süt içenlerin kentinde bir sütçüyle eşeği yaşarmış. Sütçü, çıkarını iyi bilen, çalışkan,gayretli ve kurnaz bir adammış. Sabahları gün ağarmadan uyanır, gider eşeğini uyandırır, neşeli türkülerle onu hazırlarmış :

Güneş şimdi doğmadan

Dostum benim, gel uyan!

Kazanır daima çalışan

Dostum benim, gel uyan!

Uykusunu bir türlü alamayan eşeğin gönlünü almak için çeşitli komiklikler yapar, ona şeker verir, sağrısını sıvazlarmış. Eşek bu ya, eşekliği nerden belli olacak?... İsteksiz isteksiz bir iki anırırmış. Uykusunu dağıtmak için gözlerini ovdukça ovarmış. Ancak karnı bir güzel doyduktan sonra keyfi yerine gelirmiş. O da başlarmış sahibiyle birlikte türkü söylemeye :

Sabah erken kalkmalı

İşimize bakmalı

Öğlen vakti olmadan

Şu sütleri satmalı

Öyle bir gayretlenirmiş ki eşekçik, sütüne yüklenen süt güğümlerinin bile ağırlığını duymaz olurmuş. İki çalışkan arkadaş, horozlar kukkuriku diye bağırmadan, bebekler ınga ınga diye ağlamadan yola çıkarlar, evlere süt dağıtırlarmış.

“Süüüt!...Sütçüüü!”

Eşek de sahibinden geri kalır mı? Başlarmış bağırmaya :

“Ai...Aaaaiii!”

Böylece sahibiyle beraber süt satarmış eşekçik. Akşamlara kadar yorulmak nedir bilmezmiş. Sahibinin cepleri para ile doldukça bir sevinirmiş, bir sevinirmiş ki, anlatamam. Her akşam yatarken ; “Yarın olsa da işe çıksak,s ahibimin cepleri yine parayla dolsa!” diye güzel güzel düşünürmüş. Boğaz tokluğuna çalışmaktan, sahibini mutlu kılmaktan başka bir şey akıl etmezmiş zavallıcık.

“Süüüt.Sütçüüü! Haydi, sütçünüz geldi!”

Derken, çalışmalarının karşılığını görmüş sütçü. Zengin olmuş. Adamlar tutmuş. Sütçülüğe çıkmayı bırakmış. Eşek bu duruma üzülmüş. Üzülmüş ama elden ne gelir? Katlanmış çaresiz. Asık suratlı bir adamla satışa çıkarken isteksiz isteksiz yürür, eski günlerini içinden acı acı anarmış.

“Hey gidi günler hey, ne mutluyduk o günlerde! Cepte ağırlığımızca paramız, altın yaldızlı koltuğumuz yoktu ama neşemiz, dostluğumuz vardı.Birbirimize sevgimiz vardı. Gülen yüzümüz vardı. Türkülerimiz vardı. Yarınları bekleyişimiz vardı. Canım, her şeyimiz vardı işte!

Zengin oldukça gülmesini unutan asıl sahibi artık ne kendisini arar, ne de hal hatır sorar olmuş.

Bu vefasızlık iyi yürekli eşeğe pek dokunmuş. Öyle ki, gün geçtikçe sararıp solmaya, zayıflamaya başlamış. İnsan, o sıkıntılı günlerin sadık arkadaşını, dert ortağını, türkü arkadaşını unutur mu? Bir türlü kabullenemiyormuş bunu...

Derken, sıskalıktan kaburgaları birbirine geçer olmuş hayvancığın. O kadar zayıflamış yani. Değil sabahtan akşama kadar dolaşmak, ayağını bile kımıldatamaz olmuş. Dünya hali bu. Hastalık, düşkünlük olmaz mı?

Ama asık suratlı adam aman zaman dinleyecek soyundan değilmiş. Eşek kırılıp döküldükçe, acıma dilendikçe basarmış tekmeyi, sen misin tembellik eden diye. Üstelik ağır sözler söylermiş :

“Seni ucuz hayvan seni! Demek bütün niyetin sahibini iflas ettirmek. Geber de kurtulalım bari!”

Aman zaman bilmeyene hal anlatmak ne mümkün?..

İki gözü iki çeşme, öksürüp aksırarak, derdini anlatamadan bir köşeye çekilirmiş kara yazgılı hayvan.

Asık suratlı adam dayaklar yetmezmiş gibi tutmuş eşeği sahibine şikayet etmiş.

“Aman efendim, ne uyuz hayvan bu? Üstelik her gün hasta. Naz ediyor ama kime? Böyleleri her zaman zarar verir sahibine. Bana kalırsa, çalışmayana ekmek olmamalı. Satalım, başımızdan atalım, gitsin!”

Parasına para katmaktan başka bir şey düşünmeyen sahibi, eskisi kadar düşünceli, iyi huylu değilmiş. Üstelik bir sinirliymiş, bir sinirliymiş ki, ne söylense bağırır çağırırmış! Adamını dinledikten sonra iri iri açılmış gözleri :

“Ne demek?” demiş. “Benim evimde para kazanmadan yan gelip yatmak, ha? Olmaz öyle şey! İşine gelmiyorsa, defolsun! Biz kimsenin bedava bakıcısı değiliz!”

Zavallı hasta eşek pencerenin altında sahibinin bu sözlerini duyunca yüreğine inecekmiş nerdeyse.

“Yok, vallahi kalmam burda! Bu kadar vefasızlık sığmaz benim mantığıma.” demiş kendi kendine, üzerinden güğümleri atıp ormana doğru kaçmış...

Tanrı bir kapıyı kaparsa bir kapıyı açar elbet. Eşek gözyaşları içinde söylene söylene yürüye dursun, yolda ufacık bir torbayı bile taşıyamayan ihtiyar bir çiftçiye rastlamış. Hani, insanlara bir daha yanaşmayacağına söz vermiş ama, yufka yüreği dayanamamış yine. Kendi hastalığını, halsizliğini unutup seslenmiş :

“Çiftçi baba, çiftçi baba, istersen torbanı yükle sırtıma. Kaldıracak halin yok belli. Sana yardım edebilirim belki.”

Çiftçi o kadar sevinmiş ki, hayvanın boynuna sarılmış, torbayı sırtına atmış.

“Eşek kardeş, belli, seni Tanrı gönderdi... Sağolasın! Ama sen de ne kadar zayıfsın. Üstelik soluyorsun. Titriyorsun. Besbelli, hastasın. Ama yine de ben, senden daha hasta ve dermansızım.”

İki bitkin yolcu konuşa konuşa bir kulübeye gelmişler. İhtiyar sırtından torbayı indirirken eşeğe teşekkür etmiş :

“Buyur” demiş. “Biraz dinlen. Belki gideceğin yol uzundur.”

Eşek üzüntüyle kafasını sallamış :

“Gideceğim yer yok ki!”

“Ya evin barkın?”

“Yok... Yok!”

“Eşin, dostun?”

“Yok dedim ya!”

Başlamış başından geçenleri birer birer anlatmaya. Sözlerini bitirirken,

“Tanrı kimseyi benim gibi düşürmesin”demiş. “Artık bundan sonra bir köşeye çekilip ölümümü bekleyeceğim.”

Kafasını uzun uzun kaşımış sevimli ihtiyarcık :

“Doğrusu sevgili eşek,” demiş. “Hikayen pek acıklı. Naparsın, dünyanın hali bu! Sen de fazla duygulusun. Belli. Bir dostun seni terk etti diye bu dünyayı terk etmeye değer mi? Gel, burada kal. Yemeğime ortak ol. Kıt kanaat geçinir gideriz. Üstelik, biz arkadaş değerini biliriz.”

Pek sevinmiş eşekçik. Yüreğine su serpilmiş. Mutlulukla ihtiyarın evine yerleşmiş. Neşeli günler yaşamaya başlamışlar. Günler ayları, aylar yılları kovalamış.

Bir gün kentteki zengin sütçünün varlığını kaybettiği, yorgan döşek hasta düştüğü haberi ortalığa yayılmış. İhtiyar :

“Sana ettiğini buldu!” demiş eşeğe.

Ama eşeğin yüreği acıyla burkulmuş. Sormuş soruşturmuş. Eski sahibine kimsenin bakmadığını, pek zavallı bir durumda son günlerini saydığını öğrenmiş.

“Ne de olsa eski dost, varayım helâllaşayım. Bir yararım dokunur mu sorayım” demiş.

Yola düşmüş.

Ölüm döşeğinde bulmuş eski sahibini. Gitmiş,öpmüş ellerini.

Sahibi önce tanıyamamış. Ama, dikkatli bakınca sevinçle boynuna atılmış :

“Gel, benim eski dostum!” demiş. “Şu zavallı sahibini bağışla. Anladım ki arkadaşlık,

dostluk parayla ölçülmemeli. Doğrusu, sen eşekliğinle iyi ders verdin bana. Yalvarırım, sana yaptıklarım için beni bağışla!” demiş ve ruhunu teslim etmiş.

İnce duygulu eşek, sahibinin başında uzun süre ağlamış. Son görevlerini de yerine getirdikten sonra çiftçinin yanına dönmüş.

İhtiyar çiftçi onu sevgiyle karşılamış ve demiş ki :

“Sevgili dostum, hoş geldin!.. Doğrusu soyluluğun gözlerimi yaşartıyor. Başkası olsaydı gitmezdi. Oysa, sen başkalarından çok değişiksin. Böyle hiçbir karşılık beklemeden sevmek ve yardımcı olmak ne güzel! Artık bu güzel huyunu öğrendim ya, malım mülküm, varım yoğum senindir. Var,bildiğin gibi yaşa. Şunu unutma sakın; senin gibi olanlar bir gün mutlaka kavuşur hak ettiğine!”

İki Kurbağa

Biri beyaz, diğeri siyah renkteki kurbağanın huy ve mizacı tıpkı renkleri gibi zıtmış. Ak kurbağa ne kadar iyimserse Karakurbağa o kadar kötümsermiş. Ak kurbağa bir şeye “ak” mı dedi; o hemen atılıp “kara” dermiş. Her şeyin olumsuz tarafını görmeye o kadar alışmış ki, gördüğü her şeyi eleştirmeyi neredeyse meslek haline getirmiş. Yağmur yağsa, Karakurbağa:

“Offff! Olacak şey mi şimdi bu?” diye şikayete başlarmış. “Yağmurda ne derenin tadı olur, ne de ortalıkta avlayacak sinek bulunur. Nefret ediyorum yağmurdan!”

Arkadaşının aksine her şeyin güzel tarafını görmeyi seven Akkurbağa cevap vermeden edemezmiş:

“Haksızlık etme lütfen! Sırf senin keyfin bozuldu diye güzelim yağmura niye düşman oluyorsun ki? Hem söylesene, yağmur yağmasa bizim evimiz-yurdumuz olan dereler, sazlıklar, bataklıklar kalır mı ortada?”

Elbette o, bu sözlerini tamamlayamadan Karakurbağa atılırmış:

“Tamam tamam, bay çok bilmiş kurbağa! Biliyor musun, sen tam da insanların sözünü ettiği şu Polyanna'ya benziyorsun. Mutluluk rolü oynayacağım diye saçma sapan sözler ediyorsun. Hani, uçurumdan aşağı düşsen, ‘bak ne güzel uçuyorum' diyeceksin neredeyse. Azıcık gerçekçi olsana ya canım!”

Akkurbağa genelde bu tür tartışmaları uzatmak istemez ve şöyle dermiş:

“Gerçeği görmek için asıl kendi kötümser bakışını terk etmelisin.”

İşte böyle iki zıt kutupmuş bu iki kurbağa...

Günlerden birgün canları sıkılınca derenin yakınındaki köye doğru gitmeye karar vermişler. Akkurbağa:

“İstersen fazla yaklaşmayalım, biliyorsun yaramaz çocuklar bizi görürse canımızı acıtabilirler” dediyse de, Karakurbağa ısrar etmiş:

“Akşamın bu karanlığında çocuklar bizi nereden görecek Allah aşkına! Şu en yakındaki evin oraya kadar gidelim, sonra geri döneriz. Korkaklığı bırak şimdi.”

Akkurbağa, korkaklıkla suçlanmaktan çekindiğinden, çaresiz kabul etmiş. Köye girmişler ve evin yanına gelmişler. Akkurbağa sıkıntılı bir vıraklama ile “Hadi, artık dönelim, içimde kötü duygular var!” demiş demesine, ama Karakurbağa heyecanla atılmış:

“Gel bir oyun oynayıp öyle dönelim. Şuradaki yüksek kovayı görüyor musun? İkimiz aynı anda üstünden zıplayacağız. Bakalım yarışmayı kim kazanacak?”

“Akşamın bu vaktinde bırak böyle çocuklukları lütfen!” diye itiraz edecek olmuş Akkurbağa, ancak yaramaz arkadaşı bir türlü fikrinden vazgeçmemiş. Hatta “Dediğimi yapmazsan, seninle artık arkadaş olmam!” diye tehdit bile savurmuş. Bunca yıllık arkadaşını kaybetmek istemeyen Akkurbağa bu teklifi de istemeye istemeye kabul etmiş.

İki kurbağa hızla koşup zıplamışlar. Ama ne olduysa o zaman olmuş ve tam kova dedikleri şeyin üzerinde çarpışıp içine düşmüşler! Acı gerçeği o zaman anlamışlar: üzerinden atlamaya çalıştıkları o şey, yarısına kadar dolu kocaman bir süt güğümü değil miymiş meğer!

Yorulana kadar giriştikleri denemelerin sonucunda başka bir gerçeği daha anlamışlar: Güğümün kenarları zıplayıp çıkmalarına imkân vermeyecek kadar yüksekmiş. Karakurbağa ümitsizlik içinde haykırmış:

“Mahvolduk! Buradan çıkmamız mümkün değil! Bu güğümün içinde ölüp gideceğiz.”

“O kadar kolay pes etme bakalım” diye karşılık vermiş Akkurbağa. “Çıkmadık candan ümit kesilmez. Kim bilir, hiç ummadığımız bir anda imdadımıza yardımsever bir el yetişir belki de.”

Karakurbağa acı bir kahkaha attıktan sonra şöyle demiş:

“Benim kurbağa Polyannam! Neler sayıklıyorsun sen? Bari böylesi bir haldeyken hayal görmekten vazgeç.”

“Ben hayal filan görmüyorum. Nasıl bilmiyorum, ama buradan kurtulacakmışız gibi bir his var içimde. Kendini koyuverme sakın!”

Ne yazık ki, Karakurbağa'nın ümitsizliği her geçen dakika bütün kalbini daha çok kaplamış ve ümitsizliği arttıkça bacaklarındaki güç ve kuvvet de azaldıkça azalmış. Ve en sonunda:

“Bacaklarımda derman kalmamış. Hakkını helal et kardeşim!” deyip sütte yüzmekten vazgeçmiş. Bir-iki dakika sonra da son nefesini vermiş...

Akkurbağa arkadaşının bu kadar kolay vazgeçip ölmesine çok üzülmüş, fakat ümidini hiç yitirmemiş. Sürekli şu şekilde yalvarmış Allah'a:

“Darda kalanların sesini ancak Sen duyar, onların imdadına ancak Sen koşarsın! Senin rahmet ve şefkatin süt güğümüne düşmüş zavallı bir kurbağaya da yetişir elbet! Kurtar beni Allahım!”

Akkurbağa bu şekilde yalvarırken, bir taraftan da sebebini bilmeden sütün içinde var gücüyle çırpınmış. Karanlıkta, yapayalnız, çaresiz, ama hiç ümitsizliğe düşmeden... çırpınmış, çırpınmış… Bu hal dakikalarca devam etmiş. Bir ara arka tarafından ayağına birşey çarpmış. Dönüp baktığında bunun irice bir tereyağı topağı olduğunu görmüş. Oraya nereden geldiğini düşününce, bu tereyağının farkında olmadan kendi çırpınışlarıyla meydana geldiğini anlamış. Gözleri sevinçle parlamış, çünkü bu onun kurtuluş vesilesi olabilirmiş!

Azalmaya yüz tutan gücü, ummadığı kadar artmış. Bu defa niçin yaptığını bilerek bacaklarını yine çırpıp durmuş. Bir saat kadar sonra tere yağ topağı o kadar büyümüş ki, onun üstüne basıp zıpladığı gibi güğümün dışına atlamış ve ilk sözü şu olmuş:

“Rahmetinden ümidimi kestirmediğin ve imdadıma yetiştiğin için Sana şükürler olsun Allah'ım!”

İhanet

Balta girmemiş ormanlardan birine bir adam gelmiş. Onu gören iki ağaç hüngür hüngür ağlamaya başlayınca uzaklardan bir başka ağaç neden ağlıyorsunuz diye sormuş.

Ağlayan ağaç: “Artık sonumuz geldi.” Demiş. “İnsan denen canlı ormanımızda ve hepimizi kesecek.”

Uzaktaki ağaç: “Korkma” demiş. “Nasıl olsa o bir yabancı. Bizi yeterince tanımıyor bile. Eğer içimizden birisinin ihaneti olmazsa bize hiçbir şey yapamaz.”

Ağlayan Ağaç: “Evet” demiş. “Bunları bende biliyorum. Ancak birisinin ihanetine uğradık bile. Çünkü adamın elindeki baltanın sapı ne yazık ki bizden.”

İki Eşek

Köylünün biri sahip olduğu iki eşekten birisine tuz, diğerine de sünger yükleyip pazarın yolunu tutmuş. Tuz yüklü eşek yükünün ağırlığı ile zor yürüyor, nerede ise yere düşecekmiş gibi oluyordu. Oysa sünger yüklü eşek rahatmış. Üzerinde efendisi olduğu halde zorluk çekmeden yürüyebiliyormuş.

Dağlar tepeler aşıp sonunda bir nehre varmışlar. Tuz yüklü eşek yorgun olmasına rağmen nehiri kolayca geçmiş. Çünkü suya girince üzerindeki tuzlar eriyip yok olmuş. Karşıya geçtiğinde ise keyfine diyecek yokmuş. Bunu gören sünger yüklü eşek de girmiş suya. Ama oda ne? Sırtındaki süngerler suyu çektikçe eşeğin yükü ağırlaşıyormuş.

Eşek giderek batmaya başlayınca üzerindeki efendisi “İmdaaaaaattt” diye bağırmaya başlamış. O sırada yoldan geçen birisinin yardımıyla eşekte, efendisi de zor kurtulmuşlar. Yolculuğun geri kalan bölümünde ise tuz yüklü eşek rahat rahat yürürken sünger yüklü eşek sıkıntı çekmiş.

Hiçler Şehrinin Kızı

(Kirman Bölgesi'nden bir masal)

Bir varmış bir yokmuş. Hiçler Şehri'nde bir kız vardı. Bir gün eli yaralandı. Yarası iyileşmeye başladıktan birkaç gün sonra, merhem ve ilaç alıp yarasına sürmek için halasına gitti. Halası, "Bende merhem yok" dedi. Onun yerine iki yumurta verdi kıza.

- Bu yumurtaları pazara götürüp sat ve parasıyla attardan merhem al, dedi.

Şimdi dinleyin bakın, kızacağız başından geçenleri nasıl anlatıyor: Pazara giderken yolda yumurtalarımı kaybettim. Çok üzüldüm. Elimi keseye soktum. Kesenin dibinde bir kuruş buldum. Sonra yumurtaları bulmak için o bir kuruşu bir adama verdim.

Adam bana iğneden bir minare yaptı. Minareye çıktım. Şehrin dört bir yanına baktım. Yumurtalardan birinin tavuk olup bir ihtiyarın elinde dolaştığını gördüm.

İkinci yumurta horoz olmuş, bir köyde harman biçmekle meşguldü. Önce "Gidip horozu alayım", dedim. Minareden aşağıya indim. Köye gittim. Oraya varınca horozumun kendisi için çalıştığı çiftçiye:

- Horozumu ver. Ayrıca sana çalıştığı kadarının ücretini de ver dedim.

Uzun tartışmalardan sonra çeltik ekili tarlanın ürününden bana bir öküz dengi hak vermesinde anlaştık. Harman kaldırıldıktan sonra yirmi beş batman pirinç benim payıma düştü.

Pirinçleri götürmek istedim. Çuvalım yoktu. Bir pire öldürdüm. Derisinden çuval yaptım. Pirinçleri içine doldurup horozun sırtına yükledim. Yürümeye başladım.

Çok pirincim olduğu için pirinç ticareti yapmaya karar verdim. Şehirden çıktım. İki konaklık yol gittim.Bir de baktım, horozun sırtı pirinç yükünden yara bere olmuş. Orada bulunanlara:

- Bu yaranın ilacı nedir? diye sordum.

- Ceviz içini kavurup horozun sırtına sürersen yarası iyileşir, dediler.

Bir ceviz içini kavurdum. Yarası iyileşsin diye sırtına koydum ve yattım. Sabah uyandığımda bir de ne göreyim, horozun sırtında kocaman bir ceviz ağacı bitmiş! Çocuklar ağacın etrafına toplanmışlar, ceviz düşürüp yemek için ağaca taş ve kesek atıyorlar! Ağacın dalına çıktım. Ağaçta yüz eşek yükü taş ve kesek toplandığını gördüm. Bir keser bulup yer dümdüz olana kadar kesekleri parçaladım. Burasının salatalık ve karpuz ekimi için uygun olduğunu gördüm.

Bir parça salatalık ve karpuz tohumu ektim. Ertesi sabah pek çok salatalık ve karpuz bitmişti. Bir karpuz koparıp kesmeye başladım. Karpuzu keserken çakım kayboluverdi.

Belime bir hamam peştamalı bağlayıp çakımı bulmak için karpuzun içine girdim. Çok büyük ve kalabalık bir şehir gördüm orda. O şehrin çarşısına gittim. Aşçı dükkanında bir dinar verdim, biraz çorba satın aldım ve içmeye başladım.

Çorba o kadar lezzetliydi ki kasesini bile yaladım. Kaseyi o kadar yaladım ki inceldi, inceldi neredeyse delinecekti. Bir de baktım ki kasenin dibinde bir kıl belirdi. Kılı alıp dışarı atmak isterken kılın ardından bir deve yuları çıktı. Yuları çektim. Arkasından yedi katar deve geldi. Develerin hepsi tam teçhizatlıydı.

Birbiri ardı sıra geldiler. Çakım da en arkadaki devenin kuyruğuna bağlanmıştı.

Masalımız burada bitti, ama serçecik daha evine gitmedi.

Gürültücü Çocuk

Gürültücü çocuğu hiç kimse sevmezdi. Çünkü o kadar gürültü yapardı ki yer yerinden oynardı. Hele yürürken çıkardığı sesler dayanılacak gibi değildi. O sokağa çıktığı zaman herkes evine koşar, kapıyı pencereyi sıkı sıkı örterdi.

Bir gün annesi gürültücü çocuğu ekmek almaya gönderdi.

Gürültücü doğru fırına gidip bağırdı:

- Bir tane ekmek istiyorum!

Öyle bağırdı ki arabasında uyumakta olan minik bebek ağlamaya başladı. Bebeğin annesi gürültücüye dönerek "Ne düşüncesiz çocuksun ! Biraz yavaş konuşamaz mısın sen?" diye söylendi. Ama bizim gürültücü çocuk hiç akıllanmadı. Eve dönerken başladı gülmeye. Kahkahaları her yeri çınlatıyordu.

Pencereden genç bir hanım başını uzatıp gürültücüye seslendi:

- Neden bu kadar hızlı gülüyorsun? Çocuğum hasta ve başı çok ağrıyor. Sesin onu rahatsız etti. Haydi git buradan!

Gürültücü çocuk daha da çok gülmeye , gümbür gümbür sesler çıkarmaya başladı.

Artık ona bir ders vermenin zamanı gelmişti. Bütün mahalle halkı toplanıp konuştular.

Ertesi gün gürültücü çocuk ekmek almak için fırına girdi. Her zamanki gibi bağırmaya başladı :

- Bir tane ekmek istiyorum.

Ama fırıncı hiç oralı olmadı; duymamış gibi davrandı. Gürültücü çocuk daha da bağırdı:

- Bir tane ekmek istiyorum dedim!

Fırıncı yine ses çıkarmadı.

Gürültücü çocuk çaresiz fırından çıktı.

Yürürken "takır tukur"sesler çıkarıyor, ıslık çalıyordu.

Evin önünden geçerken biri pencereyi açtı ve gürültücü çocuğun başına bir kova soğuk su döktü. Gürültücü titremekten hiç ses çıkaramaz oldu.

Sonra doğruca evine gidip olanları düşündü. Çevresine ne kadar saygısızca davrandığını anladı.

O gün bu gündür gürültücü çocuk bir daha hiç gürültü yapmadı.

Gök Bilimine Meraklı Padişah

Bundan yıllarca önce gökbilimine son derece meraklı bir padişah yaşarmış. Vaktinin çoğunu sarayın yanına inşa ettirdiği gözlemevinde geçirirmiş. O zamana kadar gökyüzü, yıldızlar, uzay, astronomi hakkında yazılmış ne kadar kitap, çizilmiş ne kadar harita varsa bunları mutlaka kitaplığında bulundurmak istermiş. Başka ülkelerin müneccimlerini, astronomlarını sarayında toplar, aralarında yaptıkları tartışmalara kendisi de katılırmış.Dünyanın varoluşundan yaşadıkları zamana kadar geçirdiği evreler, insanın dünyadaki macerası, gezegenlerde hayat olup olmadığı gibi pek çok soruya cevap ararlarmış.

Günlerden bir gün Acemistan sarayındaki Ebu Salip Efendi’nin bir çeşit teleskop icat ettiği ve bununla birçok yeni yıldız keşfettiği haberi duyulur. Padişah vezirini huzura çağırır: “Bu yeni keşfedilen yıldızların biçimleri, durumları neymiş bilmek isteriz. Tez Acem sarayına elçi gitsin. Ebu Salip Efendi buyursun gelsin, misafirimiz olsun” diye emretmiş.

Aradan günler, haftalar geçmiş. Padişahın elçi aracılığıyla gönderdiği mektuptaki şartları çok olumlu bulan Ebu Salip Efendi, Acem Şahı’ndan izin almış yola çıkmış. Gökbilimine meraklı padişah konuğunu sarayın kapısında karşılamış. Sarayda Ebu Salip Efendi’nin keşfettiği yıldızlar hakkında anlattıkları padişahı meraklandırmış. Yıldızların en büyüğüne kendi adının verildiğini duyan padişah heyecandan yerinde duramaz olmuş. Bir an önce teleskopun bir eşini de burada yapmasını istemiş.

Ertesi gün, sarayın yanındaki gözlemevine gitmişler. Ebu Salip Efendi, malzemeleri yetersiz, gözlemevini de küçük bulmuş. Daha büyük bir gözlemevi yaptırmak istemiş. Padişahtan gerekli izni alan Ebu Salip Efendi, saraydan oldukça uzakta bulunan bir dağın yamacında yeni gözlemevinin inşaatını başlatmış. Kendisi de yakındaki bir köye yerleşmiş.

Gözlemevinin yapımı aylarca sürmüş. Harcanan para tahminlerin üstüne çıkmış. Devlet hazinesinde para kalmamış. Padişah halkından dört beş sene sonrasının vergilerini istemeye başlamış. Halk büyük sıkıntılar içinde kalmış. Elerindeki avuçlarındaki son kuruşlarını gözlemevinin yapımı için veren halk çaresizlik içine düşmüş. Vergi tahsildarları ile aralarında çatışmalar çıkmış. Padişah gaflet uykusundan uyanamamış. Yapılan uyarıları umursamaz görünmüş. Yeni keşfedilen yıldızların ve adının verildiği büyük yıldızın saçmakta olduğu ışık gözlerini kamaştırmış. Sarayında yapılan ara sıra Ebu Salip Efendi’nin de katıldığı konusu uzay, yıldızlar, astronomi... olan toplantıları daha bir can kulağı ile dinler olmuş.

Yaz günlerinden birinde, padişah iki adamı ile birlikte kıyafet değiştirerek bir köye gitmiş. Köyün sahibi; otuz yaşlarında, dürüst, iyi kalpli, mert bir adammış. Padişah ile iki adamını evine davet etmiş. Yemekler yenmiş, ayranlar içilmiş koyu sohbetbaşlamış. Söz, sağdan soldan derken, dönmüş dolaşmış yıldızlara, uzaya gelmiş dayanmış.

Tüccar kılığındaki padişah, ilk insanın yeryüzünde görünmesinden tutmuş, dünyanın gizli kalmış bütün sırlarını birer birer anlatmış. Uzayın sonsuz bir boşluk olduğunu, bu sonsuz boşlukta sayılamayacak kadar gezegen ve yıldızın bulunduğunu söylemiş. Yüce padişahın yaptırmakta olduğu gözlemevi ve son derece geliştirilmiş teleskop sayesinde adı sanı bilinmeyen pek çok gezegen ve yıldızın keşfedileceğinden bahsetmiş. Padişahlarına insanlığın şükran borçlu olduğunu belirtmiş.

Tüccar kılığındaki padişahın anlattıklarını sessizce dinlemekte olan köyün sahibi:

“İnsanlık padişahımıza neden şükran borçlu olsun? Gözlemevinin yapımı için, teleskop yapımı için harcanan paralar nereden bulunuyor diye düşünmek gerekir. Zaten zar zor geçinen halktan aldığı vergileri olabildiğince arttırmak, üstelik dört beş sene sonrasının vergilerini zorla almaya çalışmak hangi kanunda vardır? Bunun adı zorbalık değil de nedir? Fakir fukaranın karnı mı doyacak sanki yıldız keşfetmekle? Ebu Salip o toplanan paraların birini taşa, on birini kuşa çevirirmiş...” demiş.

Bu sözler yenilir yutulur gibi değilmiş. Tüccar kılığındaki padişah, oturduğu yerden hırsla ayağa fırlamış. Yanındaki iki adam da yerlerinden kalkmışlar, elleri kılıçlarında, kılıçları kınlarından yarı yarıya sıyrılmış vaziyette, tetikte beklemişler. Şu haddini bilmez bu pervasızlığının hesabını canıyla ödemeliymiş.

Köyün sahibinin söyledikleri, tüccar kılığındaki padişahın beyninde balyoz gibi patlamış. Gözlerinin beyazı kaybolmuş: “Yüce padişah hakkında nasıl böyle konuşursun? Devlete vergi vermek vatandaşlık görevidir. Herkes bana ne derse uzayın sırlarını kim çözecek?” demiş.

Köyün sahibi yer minderinde oturur vaziyette:

“Devlete vergi vermek, fakat kazancına göre... Bu devrin insanına bu kadar yüklenilmez. Eldeki avuçtaki son kuruşu almak günahtır. Tamam, uzayın sırlarının çözülmesi için uğraş verenler insanlığa büyük bir hizmet etmiş olurlar. Fakat bu çözüm birkaç yılda gerçekleşmez. Bilim ve fen ilerledikçe hepsi birer birer çözülecektir. Bunun için belki de yüzyıllar geçmelidir. Zamana ihtiyaç vardır” demiş.

Köyün sahibinin sözleri mantığa son derece uygunmuş. Tüccar kılığındaki padişah durgunlaşmış. “Toplanan paraların birisi gözlemevi için harcanıyorsa, on biri kuşa nasıl çevriliyor?”

“Her ayın son günü çuvallar dolusu kuş arabalar içinde Acem Şahı’na gönderilirmiş.”

Padişah başka söz söylememiş. Bir baş işaretiyle karşısındakini selamlayıp dışarıya çıkmış. İki adamıyla birlikte atlarına binmişler. Başkente doğru hızla uzaklaşmışlar. Köyün sahibinin iddia ettikleri doğru çıkar. Padişahın ustaca hazırlanmış planı sayesinde, ayın son günü , Acem Şahı’na gönderilmek istenen arabalar içinde çuvallar dolusu altın para ele geçirilmiş. Suçlular yakalanmış. Ebu Salip Efendi’nin büyük bir palavracı olduğu, teleskop yapımından anlamadığı, yıldız mıldız keşfetmediği ortaya çıkmış. Toplantılarda anlattıklarının hepsini ezberlemiş olduğu açıklanmış. Ebu Salip, memleketindeki bütün malını mülkünü sattırarak ele geçen parayı padişaha vermiş. Böylelikle canı bağışlanmış. Fakat ömrünün sonuna kadar gözetim altında kalacakmış. Oldukça yüklü bir miktar olan bu paralar ile ayın son günü ele geçirilen altın paralar eski sahiplerine, yani halka geri verilmiş. Acılar hafifletilmiş.

Su gibi akıp gidenin adı zamanmış. Zaman içinde padişah ile iki adamı kıyafet değiştirerek sık sık köy ağasının evinde misafir kalmaya başlamışlar. Bu görüşmeler süresince, ne tüccar kılığındaki padişah köy ağasına kendisinin padişah olduğunu söylemiş, ne de köy ağası, tüccarın padişah olduğunu ilk günden beri bildiğini ona hissettirmiş. Yıllarca hemen her konuda bilgi alışverişinde bulunmuşlar. Köy ağasının daima halk için, halktan yana olan istek ve düşünceleri ön plana alınmış. Bu istek ve düşünceleri uygulamak genelde çok basitmiş. Gezegenleri ve yıldızları bir tarafa bırakan padişah sadece “halkının mutluluğu” için çalışmış.

Fitneci Aslan

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, memleketin birinde güçlü bir arslan yaşarınış. Günlerden bir gün arslan ava çıkmış. Derken, yernyeşil çayırda otlayan üç iri öküz görmüş. Ağzının suyu akmış. Akmış akmasına ama; "Ben bunlara saldırırsam, yalnızca birine saldırabilirim. Diğerleri ise beni aralarına alıp, boynuzlarıyla öldürürler." diye düşünmüş. Birden aklına 'Böl, parçala, yut' taktiği gelmiş.

Öküzlerin yanına gitmiş. Her birine: "Diğer öküzler seni çok kıskanıyorlar ve senden nefret ediyorlar. Ellerinden gelse, seni bir kaşık suda boğacaklar. Hem bu otlak üç öküze yetmez. Bu yüzden yalnız sen kalırsan, bu otlaklar sana bir ömür yeter." diye üçünün aralarına fitne sokmuş.

Üç öküz böylece birbirlerinden ayrılmışlar. Kaplan da öküzleri yalnız bulunca, her birini kendine yem yapmış. Öküzler, birbirlerinden ayrılmanın cezasını canlarıyla ödemiş.

(Birlik güçlülük verir. Bir olundu mu düşmanlar çekinir, sokulmaz. Akıllı kişi dediğin, dostlarının, akıl yoldaşlarının yanından ayrılmaz, kopmaz hiç. Güvenli olur.)

Dövüşçü Aslanla Yaban Domuzu

Bir yaz günü aslan su içip serinlemek amacıyla bir su başına gelmiş. O sırada yabandomuzu da suya eğiliyormuş. Aslan:

- Çekil bakalım da suyumuzdan içelim, " demiş.

- Ne demek çekil?, demiş yabandomuzu. Biz hayvan değilmiyiz? Bizde su içmez miyiz? Amma şey asıl sen çekil!

"Sen çekil, hayır sen çekil..." derken işi dövüşe çevirmişler. Nasıl bir dövüş? Kıyasıya, kırasına, öldürüp ölmecesine! Kan ter içinde kalmışlar. Ayrılıp bir solukluk dinlenmede ne görsünler? Tepedeki ağaçlara akbabalarla kara kargalar konmuşlar:

"Aman birbirlerini hemen öldürseler de leşleri bize kalsa..." diye bekleşmiyorlar mı?

Hem aslanda hem yabandomuzunda şafak sökmüş:

"Aman, kavgayı dövüşü boş verelim! Eski dostluğumuza dönelim. Bu akbabalarla kara kargalara yem olmayalım, iyisi budur..."Demişler, yollarına gitmişler.

(Dövüşüp sövüşmek iyi mi? Barış içinde yaşamak varken üstelik... Dövüşenler için son her zaman kötüye varır, bir kazanç getirmez.)

Benim Bir Ağacım Var

O gün çok güzel bir gündü. Gökyüzünde kuşlar sevinçle uçuşuyorlardı. Ağaç dallarının arasında birbirleriyle şakalaşıyorlardı. Bazen de kavga ediyor olmalıydılar ki, çok fazla gürültüleri yükseliyordu havaya. Bir taraftan da hoş bir melodi gibi arı vızıltıları geliyordu kulağa. Her şey uyanmış, işinin başına geçmişti anlaşılan. Rengarenk benekli kelebekler de boş durmuyorlardı. Onlar da çiçekten çiçeğe konmak için yarış ediyorlardı sanki birbirleriyle. Bir yandan da evin yan tarafından akan dereden güzel bir su sesi geliyordu.

Serpil güzel ve rahat bir uykudan uyanmıştı. Evin avlusundaki çeşmeden ellerini ve yüzünü yıkadı. Sonra da annesinin hazırladığı kahvaltıdan yedi afiyetle. Her şey çok güzeldi. Güneş onun için gülümsüyordu sanki. Kuşlar onun için cıvıldaşıyorlardı. Kelebekler en güzel renklerini ona göstermek için yarışıyorlardı. Ya şu dereden gelen su sesine ne demeli? Çok güzel bir gündü.

İşte bu güzel gün, Serpil’in içini coşturmuştu. Oyun oynamak için sabırsızlanıyordu. Ama arkadaşlarının hiçbirine ulaşamazdı bu saatte. Bu duyguyu yaşayınca içinde garip bir acı duydu. Çünkü Arkadaşlarının çoğu şimdi tarlada ya da bahçede ailelerine yardım ediyorlardı. İçinden, "Şu tatilleri de sevmiyorum. Bütün arkadaşlarımın işleri var. Onlarla şu güzel günde bir araya gelip oynayamıyoruz bile. Oysa okulda hep birlikteyiz. Hiç olmazsa teneffüslerde dilediğimiz gibi oynayabiliyoruz." dedi.

Bir müddet, "Acaba ne yapsam?" diye düşündü. "Biraz kırlarda dolaşıp, çiçek toplayayım. Topladığım güzel çiçekleri vazoya koyarım." İçinden muzip muzip güldü. "Acaba ninemi ikna edip, halatları ondan nasıl alabilirim? Eğer onu ikna edip, halatları alırsam güzel bir salıncak kurdururum dedeme. Oh ne güzel bir düşünce" diye geçirdi içinden. Ama önce kırlarda biraz dolaşsam iyi olur" dedi. Sonra da, içinden şarkılar söyleyerek zıplaya zıplaya kırlara doğru koşmaya başladı. Şimdi kendini çok daha mutlu hissediyordu.

Topladığı bir demet kır çiçeğiyle eve döndü. Dedesi avluda bir şeylerle uğraşıyordu. Dedesini görünce çok sevinmişti. Dedesini çok seviyordu

Serpil. Çünkü dedesi onun en iyi dostuydu. Masal arkadaşıydı. Dedesinin elinde bir tutam uzun uzun çubuklar vardı. Yanına yaklaştı. Sevinçle, "Nasılsın Dedeciğim? Bak çiçeklerime? Ne kadar güzel. Dede ninemden halatları istesek acaba verir mi? Çok güzel bir gün. Ben de çok mutluyum, ama benimle oynayacak hiç arkadaşım yok. Çok yalnızım ve sıkılıyorum. Eğer ninem halatı verirse, bana salıncak kurar mısın? Dedeciğim elindeki çubuklar da ne acaba?"

"Ohhh!! Hele şükür elimdekileri fark edip sordun. Kızım bir soru sorulduğunda ya da konuşulduğunda, karşılığını almadan başka bir soru sorulmaz. Ya da farklı bir konudan bahsedilmez. Ben şimdi senin sorduğun soruların hangisine cevap vereyim bilemiyorum?"

"Oh, evet haklısın dedeciğim. Özür dilerim. Kendimi çok yalnız hissediyordum. Ne yapacağımı bilemiyordum. Bu yüzden de kendi kendime oynayacağım oyunlar düşünmüştüm kafamda. Seni de görünce hepsini birden sıralayıverdim. Kusura bakma. Şey, en son sorduğumdan başlayabilirsin. Elindeki çubukların ne olduğunu sormuştum."

"Peki tamam. Yalnızken insanların kendini nasıl hissettiklerini çok iyi bilirim. Bu yüzden içindeki sıkıntılı duyguyu anlıyorum. Elimdekiler birer çubuk değil. Bunlar birer fidan."

"Fidan mı?"

"Evet, bunlar; erik, kayısı ve badem fidanları. Bunları bugün bahçemizin kenarlarına dikeceğim. Büyüyünce, hepsi birer meyveli ağaç olacaklar."

"Ama dede, madem meyveli ağaç olacaklar. O halde bahçenin iç kısımlarına dikmen daha doğru olmaz mı? Hem gelen geçen çocukların ve hayvanların meyvelerine uzanmasından korunmuş olmazlar mı?"

"Hah ha ha.. İlahi kızım. Hiç senin gibi düşünmemiştim. Senin söylediğin gibi de düşünülebilir, ama ben öldükten sonra da arkamdan dua edilmesini istiyorum. O yüzden bu fidanları bahçe kenarına dikiyorum."

"Bahçe kenarında olduğu için neden sana dua etsinler ki dede? Doğrusu hiçbir şey anlamadım."

"Bak şimdi. Ben bu fidanları bahçenin kenarına ektiğimde büyüyüp, meyveli birer ağaç olacaklar değil mi?"

"Evet."

"Bunlar büyüdüğünde, çocuklar geçerken yiyecekler. Bahçenin kenarından geçen yolcular yiyecek. Sonra, yoldan geçen hayvanlar, ağacın dibine düşen meyvelerini yiyecekler. Böylece benim dikmiş olduğum bu ağaçtan, bir çok şey faydalanacak. Mutlu olacak. Bu yüzden de, ben ölsem bile, Allah bana sevap yazacak. Böylece ben sürekli sevap almış olacağım. Hem belki de yoldan geçen ve aç olan bir yolcu yiyecek bu ağaçların meyvesinden. O yolcunun, açken bir meyve yemesi ve şükür etmesi ne kadar güzel değil mi? Arkasından da, "Bu ağacı eken her kimse Allah ondan razı olsun. Allah onun ruhunu şad etsin" diye dua etmesi bana yeter kızım. Ben bu ağaçları bunlar için dikeceğim zaten."

"Anladım dede. Sen hem ahirette, hem de dünyada meyvelerinden yiyeceksin diktiğin ağaçların."

"Ah benim akıllı kızım. Ne de çabuk anladın. Şimdi sen de, her iki yerde de meyve verecek olan bu ağaçlardan dikmek ister misin?"

"Tabiî isterim dede."

"Öyleyse hadi gel bakalım. Şu fidanları daha fazla sıcağın altında bekletmeden toprağa gömelim."

Ay İle Nyak

Gece yirmi saniye sürüyordu, NYAK da yirmi saniye. Yirmi saniye boyunca, kara bulutlara bürünmüş gökyüzü, büyümekte olan altın sarısı Ay'ın, ele gelmeyen bir ayla ile vurgulanmış ayçası, sonra, ne kadar çok bakılırsa, göz alıcı küçüklükleri o kadar irileşip sonunda Samanyolu'nun tozlarına dönüşen yıldızlar görülüyordu, bütün bunlar hızlı hızlı görülüyordu, üzerinde durulmak istenen her ayrıntı, bütünün yitip giden bir bölümü oluyordu, çünkü yirmi saniye hemen bitiyor, Nyak başlıyordu.

NYAK, karşı damdaki SPAAK-KONYAK reklamının yazısıydı,yirmi saniye yanıyor, yirmi saniye sönüyordu, yandığında da başka hiçbir şey görülmüyordu. Ay birden soluyor, gökyüzünün her tarafı kararıp düzleşiyor, yıldızlar parlaklıklarını yitiriyorlardı, on saniyedir, sürekli sevişme miyavlamaları çıkartarak, damların tepelerinde, oluklarında ağır ağır dolaşıp birbirlerini arayan dişi kedilerle, erkek kediler, şimdi NYAK'la kiremitlerin üzerinde fosfor neon ışığı altında, tüyleri dimdik, büzülüyorlardı.

Oturduğu tavan arasının pencerelerinden bakan Marcovaldo ailesinde karşıt düşünceler kol geziyordu. geceydi, artık büyük bir kız olan Isolina ay ışığının kendisini kapıp götürdüğünü duyumsuyor, yüreği çözülüyor, binanın alt katlarından ulaşan en cılız radyo sesi bile bir seranadın ezgileri gibi geliyordu ona. NYAK yanınca, radyo sanki başka bir havaya ,caza dönüşüyor, Isolina da ışıklar içindeki dans salonlarını, en üst kattaki tek başınalığını düşünüyordu. Pietruccio ile Michelino gecenin karanlığında gözlerini faltaşı gibi açıyor, haydut dolu bir ormanın orta yerinde olmanın sımsıcak, yumuşacık korkusunun içlerini kaplamasını bekliyorlardı; sonra NYAK! olunca, başparmaklarını havaya kaldırıp, işaret parmaklarını ileri uzatarak birbirlerine ,"Eller yukarı!Nembo Kid geldi!" diye saldırıyorlardı. Anneleri Domitilla, gece ışığın her sönüşünde, 'Artık çocukları almalı, bu hava çarpar. Hele Isolina'nın bu saatte pencerede olması doğru değil!' diye düşünüyordu. Ama sonra herşey , dışarısı içerisi de yeniden aydınlanıyordu, Domitilla kendini bir zengin evinde ziyaretçi gibi hissediyordu.

İçine kapalı küçük delikanlı Fiordaligi ise, NYAK her söndüğünde ke'nin bezeme kıvrımı içindeki soluk ışıklı bir pencerenin camının ardında ay rengi, neon rengi, gece ışığı rengi bir kız yüzü, kendisi gülümser gülümsemez, görülemeyecek bir biçimde açılan, sanki bir gülümsemeye dönüşen, daha çocuk sayılır bir kız ağzı görüyordu, karanlığın içinden, birden NYAK'ın insafsız ke'si çıkıp gelince, yüz sınır çizgilerini yitiriyor, tükenmiş, soluk bir gölgeye dönüşüyordu; çocuksu ağzın, gülümsemesine karşılık verip vermediği bilinemiyordu artık.

Bu tutkular fırtınası içinde Marcovaldo çocuklarına gök cisimlerinin konumlarını öğretmeye çalışıyordu.

"Şu Büyükayı , bir, iki, üç,dört, orası da kuyruğu, şu da Küçükayı, Kutup Yıldızı da kuzeyi gösterir."

"Peki bu nereyi gösteriyor?"

"Ke harfi o, yıldız değil. KONYAK sözcüğünün son harfi. Yıldızlar ana yönleri gösterirler. Kuzeyi, güneyi, doğuyu, batıyı. Ay'ın hörgücü batıda.. Hörgüç doğuda olursa Ay küçülür."

"Peki baba konyak küçülüyor mu? Ke'nin hörgücü doğuda!"

"Büyüyüp küçülmez, Spaak şirketinin koyduğu yazı o."

"Ay'ı hangi şirket koymuş?"

"Hiçbir şirket. Ay bir uydu, hep vardı."

"Hep varsa, hörgücü niye değişiyor?"

"Dördünler yüzünden. Yalnız bir bölümü görülüyor."

"KONYAK'ın da hep bir bölümü görülüyor."

"Pierbernardi binasının damı daha yüksek de ondan."

"Ay'dan da mı yüksek?"

Böylece, NYAK'ın her yanışında, Marcovaldo'nun yıldızları, yeryüzünün işleriyle iç içe giriyor, Isolina mırıldandığı bir mambo'yu inildemeye dönüştürüyor, çatı penceresindeki kız, göz kamaştırıcı, soğuk halka içinde yok oluyor, Fiordaligi'nin sonunda parmaklarının ucuyla göndermek cesaretini bulduğu öpücüğe karşılığını gizliyordu.

Filippetto ile Michelino ise, yirmi saniye sonra sönen ışıklı yazıya, yumrukları yüzlerinin önünde "Ta-ta-ta-ta..." diye makineli tüfek ateşi açıyorlardı havadan.

"Ta-ta-ta...Gördün mü baba, bir ateşte söndürdüm," dedi Filippetto, ama neon ışığı söner sönmez savaş tutkusu da geçmiş, gözleri uykudan kapanmaya başlamıştı bile.

"Keşke paramparça olsa!" dedi Marcovaldo yukarıdaki sözler üzerine. "Size Aslan'ı, İkizler'i gösterirdim..."

"Aslan mı? Michelino birden heyecanlanmıştı. Dur! Aklına bir fikir gelmişti. Sapanını aldı, cebinden eksik etmediği yedek taşları yerleştirdi, olanca gücüyle asılıp KONYAK'ı çakıl yağmuruna tuttu.

Çakılların karşı damın kiremitlerine, olukların çinkolarına düşerken çıkarttıkları sesler, kırılan bir pencere camının çatırtısı, aşağıyı boylayan bir taşın bir lamba çanağını çıtlatması duyuldu, sokaktan bir ses yükseldi: "Taş yağıyor! Hey, yukarıdakiler!, Serseriler!" Işıklı yazı, tam atış sırasında yirmi saniye dolduğu için sönmüştü. Tavan arasındakiler içlerinden yirmiye kadar saymaya başladılar: bir, iki,üç, on, on bir. On dokuz dediler, soluk aldılar ,yirmi dediler, çok çabuk saymış olabiliriz korkusuyla yirmi bir, yirmi iki dediler, ama hiçbir şey olmuyordu. Nyak yanmıyordu yeniden, çardaktaki asmalar gibi kendisini tutan kasaya dolanmış, zor okunur kara bir bezeme kalmıştı geriye."Aaa!" diye bağırdı hepsi, gökyüzü sayılamaz yıldızlarıyla tepelerinde yükseliyordu.

Michelino'nun kafasının arkasına bir tokat atmak için kaldırdığı eli havada kalan Marcovaldo, uzayda korunurmuş duygusuna kapıldı. Şimdi damlara egemen olan karanlık, sanki görülmez bir engel oluşturarak, sarı, yeşil, kırmızı hiyerogliflerin, göz kırpan trafik lambalarının, ışıkları yanık yol alan boş tramvayların, farların, ışık hunisini önlerinde sürüyen otomobillerin kaynaşmayı sürdürdükleri aşağıdaki dünyayı dışlıyordu.

Bu dünyadan yukarıya yalnızca bir duman gibi belirsiz, yaygın bir fosfor ışığı çıkıyordu. Artık kamaşmayan gözlerini gökyüzüne kaldırdığında uzamların görünümü uzanıyor, takım yıldızlar derinliğine yayılıyorlardı, gök kubbe dört bir yana dönüyordu, her şeyi içeren ,hiç bir sınırın içine girmeyen bu yuvarın dokusunun bir uzantısı, bir çentik gibi Venüs'e doğru açılıyor, onun, fışkırarak bir noktada yoğunlaşan hüzünlü ışığıyla, Dünyanın çatısı üzerinde tek başına belirmesini sağlıyordu.

Bu gökyüzüne asılı yeni Ay,soyut yarım ay görünüşünü gösterecek yerde, çevresi, Dünyanın yitirdiği bir güneşin düşey ışınlarıyla aydınlanmış ama yalnızca kimi ilkyaz gecelerinde görüldüğü gibi-yine de sıcak ısısını koruyan, donuk yuvar özelliğini açığa vuruyordu.

Marcovaldo, gölgelerle ışıklar arasında bölünmüş bu daracık Ay kıyısına baktıkça, sanki gece bir mucizeyle güneşe boğulmuş bir deniz kıyısına ulaşmanın özlemiyle doluyordu.

Çocuklar da, eylemlerinin umulmadık sonucundan korkmuş, neredeyse kendinden geçmiş Isolina, çatı penceresinin cılız ışığını, sonra da kızın aysıl gülümsemesini seçebilen Fiordaligi, tavan arasının penceresine yapışıp kalmışlardı. Annelerinin sesi duyuldu:

"Hadi gece artık, ne işiniz var pencerede? Ayışığında hastalanacaksınız!"

Michelino sapanını havaya kaldırdı:

"Ay'ı söndürüyorum!" deyip yorganın altına girdi.

Böylece o gecenin geri kalan bölümünde olsun, ertesi gece boyunca olsun karşı damdaki ışıklı ilan yalnızca SPAAK-KO yazdı ve Marcovaldo' nun evinden gökyüzü görüldü. Fiordaligi ile aysıl kız parmaklarıyla birbirlerine öpücükler gönderdiler, belki de dilsizler gibi konuşarak, buluşmak için sözleştiler.

Ama ikinci günün sabahı, damda, ışıklı yazının kasnağının arasında , kabloları, kordonları inceleyen, tulumlu iki elektrikçinin görüntüsü görüldü. Marcovaldo havanın nasıl olacağını anlamak isteyen yaşlılar gibi , burnunu dışarı çıkartıp; "Bu gece yine NYAK'lı bir gece olacak," dedi.

Kapı çalınıyordu. Açtılar. Gözlüklü biriydi. "Rahatsız ediyorum,pencerenizden dışarı bakmama izin verir misiniz? Sağ olun," Sonra da kendini tanıttı: "Doktor Godifredo, ışıklı reklam uzmanı."

"Yandık! Zararı bize ödetecekler!" diye düşündü Marcovaldo, gökbilim keyfini unutup öfkeli gözlerle çocuklarına baktı."Pencereden bakınca, siz de taşların buradan atılmamış olduğunu anlayacaksınız." Ellerini öne uzatmayı denedi. " Çocuklar bazan serçelere taş atıyorlar, ama Spaak'ın ilanı nasıl bozuldu anlayamadım. Ceza verdim hepsine, hem de öyle bir ceza ki! Bir daha yinelenmeyecek, içiniz rahat etsin."

Doktor Godifredo'nun yüzü ciddileşti:

"Benim SPAAK ile ilgim yok. 'Tomawak Konyak' için çalışıyorum.Bu dama ışıklı bir reklam yerleştirme olanağını incelemeye gelmiştim. Ama siz anlatın yine de, anlattıklarınız ilginç geldi bana."

Böylece Marcovaldo, yarım saat sonra, 'Spaak'ın başlıca rakibi 'Tomawak Konyak' ile anlaşmaya varmış oldu. NYAK yazısının her yeniden yanışında çocuklar sapanla taş atacaklardı.

"Bardağı taşıran son damla olacak bu," dedi Doktor Godifredo. Yanılmıyordu; aşırı tanıtım giderleri nedeniyle iflasın eşiğine gelmiş olan 'Spaak' en güzel ışıklı ilanının sürekli olarak bozulmasını, kötüye işaret saydı. Kimi kez KOGAK, kimi kez KONAK, kimi kez KONK diye okunan yazı müşteriler arasında, firmanın para sıkıntısı çektiği düşüncesinin yayılmasına yol açtı; bir süre sonra, ilancılık ajansı, eski borçlar ödenmedikçe onarım yapmama kararı aldı; sönen yazı alacaklıların telaşını arttırdı; SPAK iflas etti.

Marcovaldo gökyüzünde ayın olanca parlaklığıyla yuvarlaklaştığını gördü.

Elektrikçiler yeniden karşı dama tırmandıklarında son dördündü. O gece eskisinin iki katı yükseklikte ve büyüklükte ışıklı harflerle KONYAK TOMAWAK yazıyordu, artık ne Ay ne gökkubbe ne gökyüzü ne gece vardı, iki saniyede bir yanıp sönen KONYAK TOMAWAK, KONYAK TOMAWAK, KONYAK TOMAWAK vardı yalnızca.

İçlerinde en çok zarar gören Fiordaligi oldu; aysıl kızın penceresi, kocaman, içine girilemez bir çifte ve'nin gerisinde yitip gitmişti

Aslanın Sarayı

Aslan ormandaki hayvanları sarayına davet etmiş. Hem onlarla tanışmak, hem de ormanın sorunlarını konuşmak istiyormuş.

İçeri ilk olarak içeri giren ayı saraydaki kokuyu beğenmemiş. Eliyle burnunu tutup yüzünü buruşturmuş. Ağzından da “Öffff çok pis kokuyor.” Sözleri dökülmüş. Aslan bu işe çok kızmış. Sarayını kötüleyen ayıyı bir pençede yere serip öldürmüş.

İkinci olarak sarayı giren maymun olanları gördüğü için “Efendim sarayınız mis gibi kokuyor.” Aslan maymuna da kızmış. Abartıyor, bana şirin görünmek istiyor diyerek bir pençede maymununda işini bitirmiş.

Bütün bu olayları gören tilki aslanın huzurunda tek bir söz bile söyleyememiş. Bu kez aslan sormuş. “Söyle bakalım sarayımı beğendin mi? Kokusu nasıl?

Tilki işi kurnazlığa vurarak. “Sayın kralım ben bu günlerde nezle olmuşumda burnum koku almıyor.” Demiş.

Akıllı Çoban

Eski çağlarda Şahimerdan isimli bir hân yaşarmış. Hân, bir gün bütün halkı toplamış ve onlara şöyle bir vazife vermiş:

-Şu soruların cevabını en kısa zamanda bulun: Doğu ile batının arası kaç günlük yol? Allah, şu anda ne yapıyor? Bu iki sorunun cevabını üç gün içinde bulamazsanız hepinizin boynunu vururum!..

Hânın fermanına uymak lâzım, yoksa sonunda ölüm var. Ahali, üç gün düşünmüş taşınmış; fakat soruların cevabını bulamamış. Verilen üç gün bittikten sonra cellatlar, halkı sorgu alanına toplamışlar. Fakat, hânın sorularının cevabını hiç kimse bilmiyormuş. Yüce dağın eteklerinde koyun güden bir çoban, ahalinin müşkül hâlini görmüş. Yoldan geçen bir atlıya ne olup bittiğini sormuş. Yolcu şöyle demiş:

- Hân, halkına ‘Doğu ile batının arası kaç günlük yol? Allah, şu anda ne yapıyor?’ diye iki soru sordu. Soruların cevabını bulmak için de üç gün mühlet verdi. Bugün belirlenen vakit bitti. Fakat, henüz hiç kimse soruların cevabını bulabilmiş değil. Halkın böyle yorgun, bitkin ve üzgün olmasının sebebi ise ölüm korkusu...

Çoban, bu üzücü durumu öğrendikten sonra atın terkisine binmiş ve ahalinin toplandığı sorgu alanına gelmiş. Bütün halk toplandıktan sonra hân, tahtına oturmuş:

- Sorularımın cevabını bulan huzuruma gelip cevap versin. diye buyruk vermiş.

Meydana toplananların başları öne eğilmiş, ödleri kopmuş korkudan. Herkes ‘Sonumuz geldi.’ diye düşünürken, üstünde ak kaftanı, başında eski püskü başlığı ile bir genç, kalabalığı yara yara öne çıkmış:

-Hakanım, sorularınızın cevabını ben buldum, diyerek hânın huzuruna varmış. Bu durumu gören ahali, şaşkınlıktan âdeta donakalmış.

-Sorulara doğru cevap veremediğin takdirde başını alacağımı biliyorsun, değil mi?” diye sormuş hân, sert bir tavırla.

- Biliyorum, sultanım...

- Öyle ise söyle bakalım: Doğu ile batının arası kaç günlük yol?

- Yalnızca bir günlük yol, hakanım.

- Nereden biliyorsun öyle olduğunu?

- Eğer doğu ile batının arası iki günlük yol olsaydı, güneş yarı yolda kalırdı. Fakat öyle olmuyor; güneş sabahleyin doğudan doğuyor, akşamleyin de batıdan batıyor. Demek ki bu mesafe sadece bir günlük yol...

Bundan sonra hân;

-Allah şu anda ne yapıyor?” diyerek ikinci sorusuna geçmiş. Çoban bu sefer şöyle cevap vermiş:

- Hakanım, tahttan inerek yerinizi bana verin. Yerinize geçerek cevap vermek istiyorum.

Hân, çobanın bu ricasını kabul etmiş; yerinden kalkarak aşağı inmiş. Delikanlı, tahtın üstüne çıkarak ahalinin de işiteceği şekilde şöyle demiş:

- Yüce Allah, şu anda çobanı hânlığa, hânı da çobanlığa tayin ediyor.

Hân, delikanlının bu cevabını da kabul etmiş. “Böyle hazırcevap olana baskı yapılmaz, demiş ve meydana toplanan halkı da dağıtmış.

O günden sonra halk, çobana büyük saygı göstermeğe başlamış. Bir müşkülü olan ondan akıl sorar olmuş.

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...