Kırılan Bardak

Yemyeşil ağaçlarla süslü, mis kokan bahçelerinden koşarak eve giren küçük Eymen annesine çok susadığını söylemiş. Çok susadığını göstermek için de dilini dışarı çıkartıp “hehheh” gibi değişik sesler çıkarmış. Oğlunun bu sempatik hallerine tebessüm eden anne Meryem Hanım su dolu bir bardak uzatmış. Su dolu bu bardak küçük çocuğa diğer bardaklardan çok farklı gelmiş. Çünkü bardağın üzerinde değişik resimler varmış. Bir yandan lıkır lıkır suyunu içen Eymen, bir yandan da bardağın üstündeki resimleri inceliyormuş. Meraklı çocuk, su içmeyi bitirir bitirmez bardağın üzerindeki resimlerin ne olduğunu mutfağın bir köşesinde pirinç ayıklayan annesine sormuş.

Anne Meryem Hanım, bir yandan işaret parmağının ucuyla pirinçleri tepsinin bir kenarından öteki kenarına iterken bir yandan da oğluna şöyle demiş:

“Canım oğlum, koş bu sorunu dedene sor, eminim o daha güzel cevaplar verir” demiş.

Dışarıda arkadaşları, su içmeye evine giden Eymen’i bekliyormuş. O ise, elindeki bardağa takılıp kalınca oyunu da arkadaşlarını da unutmuş. Tâ ki arkadaşlarından Yiğit, heyecanlı heyecanlı zile basıp, “Eymen nerede kaldın, herkes seni bekliyor.” diyene kadar.

Küçük çocuk, “Siz oynayın, benim daha mühim işlerim var.” deyince, anne Meryem Hanım, evladının “mühim işlerim var” cümlesine gülümsemiş ve mutfaktaki işine biraz ara vermiş. Kapının arkasına gizlenmiş ve dede-torunun sohbetini dinlemeye başlamış:

-Dede bu bardaktaki resimler de ne? Siyah kare var, ev gibi. Bir de yeşil yuvarlak çatılı bir cami gibi bir şey. Bunlar ne?

-Hmmm.. Bir bakayım bardağa.

Muharrem Dede, torununun elinden aldığı bardağı şöyle bir evirip çevirmiş. Sonra düşünür gibi başını önüne eğmiş. Bir süre öyle duran yaşlı adam aniden çok önemli bir şey diyecekmişçesine torununa dönmüş:

-Evet oğul... Bu gördüğün siyah bina, bir ev aslında.. Allah’ın evi. Beytullah da denir ona, beyt Arapça bir kelime, ev demek, beytullah ise Allah’ın evi demek.

-Dede, Allah o evin içinde mi yaşıyor?

Eymen’in bu sorusu karşısında, dedesi ne diyeceğini bilememiş. Daha doğrusu söze nereden başlayacağına karar verememiş. Kısa bir süre bekleyen yaşlı adam bu kez şöyle cevap vermiş, meraklı gözlerle bakan sevgili torununa:

- Beni canım torunum. Allah’ın evi derken, o temsili bir ev aslında. Hz. İbrahim ile oğlu İsmâil yapmış o binayı. Geçenlerde anlatmıştım sana İbrahim peygamberi... Hani şu ateşe atılmaktan korkmayan, “Bana Allah yeter” diyen peygamber...

İşte onunla oğlu birlikte yapmış o binayı. Yani Beytullah’ı. Oğlum biliyor musun Beytullah’ın meşhur adı ne?

-Bilmiyorum dede. Ama çok merak ettim şimdi. Söyle, söyle, söyle...

- Kâbe, oğlum. Kâbe...

- Kâbe mi? Ne kadar ilginç bir isimmiş. Dede şimdi kafama takıldı. Geçen akşam anneannem televizyonda Kâbe çıktı deyip ağlamıştı, “Neden ağlıyorsun anneanneciğim?” diye sorduğumda bana, “Oraları çok özledim de görünce duygulandım.” demişti. O Kâbe bu Kâbe mi?

Torunun bu sorusu karşısında gülmeye başlamış Muharrem Dede. Sonra yeniden ciddileşmiş ve anlatmaya devam etmiş:

-Evet oğlum o Kâbe... Kâbe’yi ziyaret etmek ve orada bir takım ibadetleri yerine getirmek müslüman olan, maddi durumu iyi olan bir de ergenlik çağına erişmiş herkese farzdır. Yani yapılması, yerine getirilmesi zorunludur. Bu ibadetin adı da Hac’dır işte.

-İslâm’ın şartlarını sayarken hacca gitmek diyoruz. O hac, bu hac mı?

-Evet sevgili torunum, İslam’ın beş şartından biri senin de dediğin gibi Hacc’a gitmektir. Yani Kâbe’yi, Allah’ın evini ziyaret etmektir.

- Dede peki, hacı ne demek? Neden herkes sana hacı amca diyor?

- Hacı diye hac ibadetini yapan kişilere yani, Mekke’ye-Medine’ye gidip orada yapmak zorunda olduğu ibadetleri yapan kişilere denir oğlum.

- Farz ibadet, yani Allah’ın yapmamızı kesin olarak emrettiği ibadet. Hacı, hacca giden kişi, e peki Mekke-Medine neresi dede? Bizim eve çok uzak mı oralar?

Torununu öpüp koklayan dedebu soruya da şöyle cevap vermiş:

- Evet oğlum, Mekke-Medine bizim buralara bir hayli uzak. Kâbe’nin olduğu şehrin adı Mekke.Ravza’nın olduğu şehrin adı ise Medine.

-Ravza da ne?

-Hani daha demin bardağın arka yüzündeki resmi göstermiştin ya bana, yeşil yuvarlak tavanlı bir resim vardı. İşte o binanın adı Ravza. Peygamber Efendimiz s.a.s’in mezarı da orada. Aynı zamanda orası bir cami. Ve orası da tıpkı Kâbe gibi biz Müslümanlar için çok kıymetli.

-Dedeciğim desene bizim bu bardak çok mübarek.

Bu son cümleden sonra, evde kocaman kahkaha kopmuş. Hem evin küçüğü Eymen, hem dedesi, hem de kapı ardından oğluyla babasının hoş sohbetini dinleyen anne Meryem Hanım katıla katıla gülmüş.

-Bugün senden güzel bir sürü şey öğrendim, teşekkür ederim dedeciğim.

Böyle deyip dedesine sarılmış Eymen. Ardından da elindeki bardağı mutfağa bırakıp, hemen bahçeye fırlamış. Arkadaşlarının arasında karışmış. Oyuna dalmış.

Gece olup da uyku için, dişlerini fırçalayıp, pijamalarını giyen evin küçüğü, annesinden yine su istemiş. Annesinin Kâbe’li bardakta su getirdiğini gören küçük çocuk çok heyecanlanmış.

Meryem Hanım elindeki bardağı oğluna uzatıp iyi geceler dilemiş ve oradan ayrılmış. Eymen, annesi odadan çıkınca elindeki bardağı incelemeye başlamış. Bir de ne olsun! Küçük çocuğun elindek bardak çaatt edip ikiye ayrılmasın mı!

Bardağın bir anda tuz buz olmasına çok üzülen Eymen, kırılan bardaktan sıçrayan camların elini kanatmasına aldırış etmemiş. Onun tek düşündüğü şey, hikâyesini bugün dedesinden öğrendiği bardakmış.

Odanın dört bir yanına sıçrayan cam parçaları küçük çocuğun odasında şu şiiri söylemeye başlayınca Eymen’in üzüntüsü şaşkınlığa dönüşmüş.

Güzel şehirlerdir Mekke ile Medine

Oraya gidenler dönmek istemez ki evine

Yakın olmak istiyorsan Rabbine

Sahip çık, kötülük sokma kalbine…

Hacı denir, o kutsal topraklara gidene

Çok sevap verilir, iyi olana, çok ibadet edene

Hac ibadeti farzdır

Her akıllı müslüman zengine…

Bu güzel şiir bitince odaya dağılan cam kırıkları bir araya gelmiş ve bardak eski sağlam haline dönüşmüş.Bardağın bir anda eskisi gibi olduğunu, parmağındaki kanların da yavaş yavaş gitmeye başladığını gören, sevimli çocuk çok mutlu olmuş.

Kan damlalarından biri giderken hoop diye küçük çocuğun omzuna zıplamış ve kulağına fıs fıs şöyle fısıldamış:

-Müde, müjde!!Bundan böyle ne olursa olsun senin vücudundan kan akmayacak.

Gerçekten de öyle olmuş. Aradan yıllar geçmiş, küçük çocuk,oyun oynarken kaç defa yere düşmüş, merdivenlerden yuvarlanmış, bıçakla-makasla elini kesmiş ama hiçbirinde azıcık olsun bir yeri kanamamış. Herkes bunun sırrını merak edip durmuş...

Meğer yıllar önce, bir tarafı Kâbe bir tarafı Ravza resimli olan su bardağı, kan damlalarına “Eymen’i ben çok seviyorum sakın ola onun yanına gidip, onu kokutmayın” demiş ve onları bu konuda sıkı sıkı tembihlemiş.

Keloğlan Denizler Padişahına Karşı

Bir Keloğlan varmış. Bu Keloğlan'ın saçı yokmuş ama aklı çokmuş. Herkesle fikir yarıştırmayı sever, bunu bir oyun haline getirirmiş. Kendi köyü Alaca, komşu köyler Bulaca, Kulaca ve Suluca'da yapılan düğünlere davet edilir ve akıl-fikir yarışmalarında ilk sırayı kimselere bırakmazmış. Mümkün mü Keloğlan'la akıl-fikir yarıştırmak? Keloğlan sorusunu sordu muydu yarışmacılar dilsiz kesilirmiş.

Bulutlar yere inse, yer göğe çıksa, insanlar hangi katta bulunurlar?

Yanan bir ateşin dumanı görünmese bunu kim anlar?

Eller ayaklarla yer değiştirse yürümek nasıl olurdu?

Asıl adı İbrahim olan Keloğlan, zekasının çokluğuyla her zaman öğünen denizler padişahı ile akıl-fikir yarıştırmak için, yola çıkmış.

Keloğlan yolda iki adama rastlamış. Adamlar, hararetli bir şekilde tartışmaktaymış. Keloğlan bir süre adamların tartışmasını izledikten sonra, araya girmiş:

“ Durun ağalar, etmeyin, eylemeyin. Şu koca dünyada, bu dağ başında neyi paylaşamazsınız? “

Keloğlan’ın araya girmesiyle adamlar sakinleşmiş. Adamlardan biri, Keloğlan’a sormuş:

“ Arkadaş, nerelisin, adın ne? “

Keloğlan:

“ Şu dağın ardında kalan Alaca köyündenim. Herkes, bana Keloğlan der. Söyleyin bakalım ağalar, nereden gelir, nereye gidersiniz? Adınız nedir, bir öğrenelim. “

Adamlardan biri:

“ Keloğlan adını duymuşluğum vardı. Benim adım Hacivat, kardeşliğimin adı Karagöz’dür. “

“ Vay, Hacivat ve Karagöz!.. Ben de sizin adınızı duymuştum. Nükteli konuşmalarınızla etrafınızdakileri güldürürmüşsünüz “ diyen Keloğlan, iki ayrılmaz dostla kucaklaşmış.

Daha sonra Karagöz sormuş:

“ Keloğlan, sen köyünden çok uzaktasın. Nereye böyle? “

Bunun üzerine Keloğlan, olanı-biteni anlatmış ve sonunda, denizler padişahı ile akıl-fikir yarıştırmak için yola çıktığını söylemiş.

Keloğlan sözlerini tamamladıktan sonra, Hacivat karşısına dikilmiş:

“ Be Keloğlan, sende hiç akıl yok mudur? Denizler padişahını ben de bilirim. Akıl-fikir yarışında beni yeneni altına boğarım der ama kimseye beni yendin, al bir çuval altını demedi, kimseyi altına boğmadı. O’nun boğdurması başka türlü. Cellâtlarının eline düşenin vay haline. “

Karagöz’ün de kızgınlıkta Hacivat’tan aşağı kalır yanı yokmuş:

“ Bre kellerin padişahı.. Biz Hacivat’la ikimiz senin emrindeyiz. Yeter ki, o kötü fikrinden vazgeç. Bak yirminde varsın, yoksun. Hayatının baharındasın. Gel gitme. “

Karagöz ile Hacivat uzun süre dil dökmüşler fakat Keloğlan’ı vazgeçirmek ne mümkün? Rüzgâr diyormuş da fırtına demiyormuş. Hayalin gerçeğe, masalın efsaneye karıştığı bir anlık zaman diliminde aniden Hacivat’ın yüz hatları gerilmiş, kaşları çatılmış ve konuşmaya başlamış:

“ Bak Keloğlan, hiç kimse kazanma ihtimalinin sıfır olduğu bir şans oyununa parasını, bir ölüm oyununa hayatını koymaz. Karagöz’le beni az buçuk tanıdın. Yalan nedir bilmeyiz, doğruluktan şaşmayız, sırrını sırrımız bilir, kimselere açmayız. Hayatını ortaya koyduğuna göre, bu Denizler Padişahı senin tanıdık veya akrabana mı bir zarar verdi? “

Hacivat’ın kararlı konuşması üzerine, çocukluğundan beri beynini kemiren sırrı, Keloğlan gözyaşları içinde anlatmaya başlamış:

“ Anam anlattıydı. Babamın adı Mehmet’miş. Köylüymüş ama çok zekiymiş. Ben küçük bir çocukken, babamın çok zeki olduğunu duyan denizler padişahı babamı sarayına akıl–fikir yarıştırmak için, davet etmiş. Gidiş o gidiş. Babamın kendinden daha akıllı olduğunu gören zalim, babamı boğdurtmuş. Ben şimdi gidip de, o zalimden babamın intikamını almaz mıyım? Bir de şöyle bir durum var. Dikkat ettim, halk arasındaki konuşmalarda padişah, kral, imparator, şah, sultan diyorlar, o kadar zalimler var ki aralarında. Zindanlar haksız yere işkence gören, karanlık ve nemli taş odalarda ömür törpüleyen insanlarla dolu. Olur mu böyle şey? Padişahın biri, ordusunu toplayıp, kendi halinde yaşayan, iyi insanlarla dolu bir ülkeye saldırıyor, yüzlerce, binlerce insanın ölümüne sebep oluyor. Sonra ne oluyor, ülkesine yeni topraklar kattı, topraklarını genişletti. Böyleleri büyük padişah, büyük kral namıyla anılıyor. Kızıl saçlı, kızıl sakallı bir korsan olan denizler padişahı da gelecekte büyük padişah olarak anılacaksa yazıklar olsun. “

Bunun üzerine Hacivat: “ Dediğin doğru, Keloğlan. Benim de dikkatimi çeker bu durum. Şu el yazması kitaplar. Yüzyıllar öncesinden kalanlar var. Tarih kitaplarında hep savaşlar var. Tarih, savaş demek olmamalı. Tarih kitaplarından savaşı çıkarın, geriye Karagöz ile Hacivat kalır. Öyle değil mi Karagöz’üm? “

Karagöz: “ Sen ne diyorsun, Hacivat? Bir savaşı sevmeyiz. İnsanlar neden bizi tarih kitaplarına yazsınlar. “

Onların aralarındaki bu konuşma su gibi akıp gitmiş. Daha neler konuşmuşlar, neler. Özellikle babasından bahsederken, Keloğlan’ın, yıllardır için için yanan bir volkanken aniden patlaması, yüzyıllardır süregelen bir yanlışı doğruluyor nitelikte miymiş? Düşüncede bütünlük sağlamak, aralarında fikir birlikteliği kurmalarına neden olacak, Keloğlan’ın yanına Karagöz ile Hacivat’ı katacak, yakındaki bir çiftlik sahibi onlara üç at satacak, fazla eğlenmeden yola çıkılacak, aradan günler, haftalar geçecek, denizler padişahının ülkesine giriş yapılacak, deniz kenarında, sarp kayalıklar üstündeki zalimin sarayına varılacak ve hoş geldin, beş gittin huzura çıkılacakmış.

Artık Keloğlan, denizler padişahının huzurunda, Karagöz ile Hacivat salonun bir köşesinde seyirciler arasındaymış. Biraz sonra denizler padişahının davudi sesi salonda yankılanmaya başlamış:

“ Benimle akıl–fikir yarıştırmak için, gelen sen misin? Adın Keloğlan’mış. Saçı yok olanın aklı da yok derlerdi de inanmazdım. Aklın olsa, şu kadarcık halinle, benim gibi heybetli bir padişahın karşısına çıkar mıydın? “

Bu soruya Keloğlan şu cevabı vermiş: “ Padişahım, saçım yoktur ama aklım çoktur. Şu kadarcık değil de, bu kadarcık olsaydım, bu salona sığmaz, dışarı taşardım. “

Denizler padişahı, Keloğlan’dan böyle bir cevap beklemediği için, sağına, soluna bakınmış. Salondaki bütün başlar öne eğilmiş. Keloğlan ise, dimdik karşısında duruyormuş. Başı dik, alnı açıkmış. Cesurmuş. Sorulacak her soruya karşılık verebilecek gibi görünüyormuş. Denizler padişahı kaşlarını çatıp, Keloğlan’a doğru sert bir bakış fırlatmış. Keloğlan oralı olmamış.

Bunun üzerine denizler padişahı ayağa fırlarken, bağırmış: “ Rezil herif, hemen diz çök karşımda. “

“ Padişahım, olur mu? Bu bir yarışma. Benim işime karışma. Şartlar eşit olacak ki, tadı çıksın; Keloğlan’ın kel başında saç çıksın. Hem sen şimdi padişahlığı boş ver, bir soru sorayım da bana akıl ver. Bu elimde yok, bu elimde de yok. Ellerimde yok olan şeyin adı nedir? “

“ Bre densiz, bu ne biçim sorudur? Cellâtlar, alın bunu başımdan, koparın gövdesini başından. “

İki cellât gelmiş ve Keloğlan’ı kaptıkları gibi sarayın yer altı katlarında bulunan zindana götürmüşler.

Gece yarısı Karagöz ile Hacivat zindana inmiş ve Hacivat uzaktan akrabası zindancıbaşıyla görüşmüş. Keloğlan'ı salıvermesini, bu durumun kimse tarafından bilinmeyeceğini söylemiş. Hacivat'ın ricası ve verdiği on altın üzerine zindancıbaşı, Keloğlan ile Karagöz ve Hacivat'ı gizli bir geçitten saray dışına çıkarmış.

Zindancıbaşı: " Bak Keloğlan, yirmi yıldır bu zindandayım. Padişahıma isyan eden, karşı çıkan, düşman olan, boyun eğmeyen yüzlerce insanın hayatına son verdim. Şimdiye kadar bir kişi bile, bu zindandan sağ kurtulamadı. Hacivat'ın hatırına seni bırakıyorum. Eğer ki, bir daha bu zindana gelirsen, vay haline! Bir Hacivat değil, bin Hacivat gelse seni kurtaramaz, dedikten sonra, Keloğlan'ın ensesine öyle sert bir tokat vurmuş ki, onu toza, toprağa bulamış.

Zindancıbaşı gittikten sonra, Karagöz ile Hacivat, Keloğlan'ı kucakladıkları gibi oradan kaçırmışlar. Keloğlan günlerce ölümle cebelleşmiş. Gitmiş, gitmiş, gelmiş. Sonradan Keloğlan biraz kendine gelince sormuş: " Ne oldu? Neredeyim ben? "

Bunun üzerine Hacivat: " Dağda, bayırdayız, Keloğlan. Tam altı gündür kendini bilmeden yattın. Terledin, durdun. Zindancıbaşı gitmene izin verdi. "

Keloğlan: " Of, ensem! Ne biçim zindancıbaşıymış o. Enseme öyle bir tokat vurdu ki, tarifi imkansız. Sanki öldürmek için vurdu. "

Hacivat: " Tabi öldürmek için vurdu. Seni bıraktığını denizler padişahı bir duyarsa, zindancıbaşını en yüksek direğe astırır. Artık akıllan Keloğlan, babanın intikamını aldın. Bunu böyle kabul et. Denizler padişahının ülkesini terk et. Var git köyüne, evine. Kur düzenini rahat et. "

Daha sonra kendine gelen ve iyileşen Keloğlan'ı, Alaca Köyü'nün yakınlarına kadar getirmişler. Keloğlan'dan bir daha denizler padişahıyla uğraşmayacağı sözünü alan Karagöz ile Hacivat, Bursa'ya dönmüş.

Gülcü Baba

Bir zamanlar, Anadolu'nun güzel bir şehrinde Gülcü Baba adında bir adamla, güzeller güzeli kızı yaşarlarmış... Ben diyeyim Burdur, siz deyin Isparta... Bu güzel şehrin her tarafı gül bahçeleriyle bezeliymiş. Ama bahçelerin hası Gülcü Baba’nınmış...

Her sene gül yarışması düzenlenir, her sene Gülcü Baba'nın yetiştirdiği güller en iri, en güzel renkli, en hoş kokulu gül seçilirmiş. Yıllar yılı bu unvanı kimseler Gülcü Baba'nın elinden alamamış...

Buna çok üzülüyormuş Gülcü Baba. "Bir gün ömrüm biter, vadem yeter de; şu fani dünyadan göçecek olursam, gözüm açık gidecek. Benden daha güzel bir gül yetiştiren birini görmezsem, geçen ömre yanarım .. " der dururmuş .

Biz gelelim Gül kız’a .

Gülkız, çocuk yaşta anası ölünce, babasının himayesinde ve engin şefkatinde büyümüş, serpilmiş, güzeller güzeli bir genç kız olmuş... Gül bahçesinde, gül fidanlarının arasında onu görenler, "Acep şunlardan hangisi gül fidanı, hangisi Gülkız?" demeden edemezlermiş. Öylesine güzel, öylesine çekiciymiş Gülkız...

Bir kız, hem bu kadar güzel, hem de Gülcü Baba'nın kızı olur da, gelinlik çağa gelince talibi çıkmaz mı? Gayrı her gün Gülcü Baba'nın eşiğini aşındırır olmuşlar...

Gülcü Baba'nın gözü ne malda, ne şöhretteymiş. Bir şart koşmuş. Gelip gidenlere demiş ki:

"Benim bir şartım var. Her kim ki, benim yetiştirdiğim gülden daha irisini, daha güzelini yetiştirirse, kızımı ona vereceğim..."

Kolay mı? Yıllar yılı yetiştirdiği güllerin şöhreti her yana yayılmış olan Gülcü Baba'dan daha güzel gül yetiştirmek kimin haddine? dersimiz.com Gelip gidenler, ayak kesmişler Gülcü Baba'nın kapısından...

Ama gönül bir kere sevdalanmasın... Yiğit bir delikanlı da gönlünü Gülkız'a kaptırmış. Ama şartı yerine getirmeden muradına ermenin mümkün olmadığını biliyormuş ...

Günlerce düşünmüş, taşınmış. Sonra da Gülcü Baba'nın kapısına dayanmış. Delikanlı, daha ağzını açmadan Gülcü Baba konuşmuş:

"Boşuna uğraşma oğlum" demiş. "Eğer kızım için geldinse, şartımı biliyorsun ... Boşuna ne kendini yor, ne beni uğraştır..."

Delikanlı, boynunu bükmüş:

"Aman Gülcü Baba" demiş. "Biz haddimizi biliriz. Neme gerek böyle şey. Allah kızına hayırlı kısmetler çıkarsın. Benim işe ihtiyacım var. Bahçende bir iş verirsen, ekmeğimi kazanmış olurum..."

Gülcü Baba, yumuşamış:

"O zaman oldu" demiş. "Geç içeri. Bahçıvan kulübesinde yatarsın. Toprak beller, gül budar, bana yardım edersin..."

Gel zaman, git zaman gül dikme mevsimi gelmiş. Gülcü Baba, çok özel bir aşıyla yeni bir gül türü üretmeye çalışıyormuş. Tabii, delikanlı da ona yardım ediyormuş. Gülcü Baba, farkında olmadan, bir yandan işini yaparken, bir yandan da konuşuyormuş. "Şöyle yaparsan böyle olur, gübresini çok katarsan, suyunu akşam verirsen öyle olur... " diyormuş.

Delikanlı da cin gibiymiş maşallah. Denileni banda alır gibi beynine nakış nakış işliyormuş. Bir zaman sonra, Gülcü Baba'nın gülünden bir dal almış, başka bir güle aşılamış. Tabii bunu gizlice yapmış ...

Gülcü Baba, bu gençten şüphelenmiyormuş. Nasıl olsa yanımda diyerek, bazı konularda hem bilgi, hem de iş veriyormuş ... Derken, öyle bir an gelmiş ki, Gülcü Baba, bu gülün bakımını gence bırakmış. Bırakmış da, sabah akşam hep kontrol edermiş.

Delikanlı, Gülcü Baba'dan öğrendiklerini kendi diktiği fidana uygularken, en güzel bakımı ve özeni gösteriyormuş. Ama kasıtlı olarak Gülcü Baba'nın gülüne ihanet ediyormuş...

Mesela, Gülcü Baba, şu kadar su ver demişse, daha az su veriyormuş. Şu kadar gübre kat toprağına demişse, daha çok katıyormuş. Ama kendi gülü için, ne kadar denmişse o kadar uyguluyormuş...

Gün gelip çatmış. Gülcü Baba'nın yetiştirdiği gül bahçesi yine dillere destan hale gelmiş. Hele yarışma günü çıkardığı özel gül, görenlere parmak ısırtmış ... Tabii, yine birinci olmuş...

Gülcü Baba, biraz üzgün, biraz gururlu:

"Ne yapalım?" demiş. "Benden daha güzel gül yetiştiren yok. Olsaydı, kızımı hemen ona verirdim" Bu sözün üzerine, Gülcü Baba'nın yanında çalışan genç öne çıkmış.

"Ben bile olsam olur mu baba" diye sormuş.

"Tabii" demiş Gülcü Baba. "Kim olursa olsun."

Delikanlı hemen bahçeye koşmuş. Gizli bir köşede yetiştirdiği gülü koparıp getirmiş. Aman Allah'ım... Görenlerin dili lal, halleri bir hal olmuş. O kadar güzelmiş ki gül, bakmaya kıyılmazmış. O kadar güzel kokusu varmış ki, koklayan bayılırmış. Gülcü Baba, hem üzülmüş hem de sevinmiş. Delikanlıya sormuş:

"Nerden, kimden öğrendin böyle gül yetiştirmeyi?" "Gülcü Baba'dan öğrendim" demiş genç.

"Peki" demiş Gülcü Baba. "Benden öğrendiğinle, ancak benim gülüm kadar güzelini yetiştirebilirsin. Oysa bu gül, benim gülümden güzel..."

Delikanlı, utanmış. Gözlerini yere indirmiş. Demiş ki:

"Haklısın baba. Senin öğrettiğinle yetiştirdim ama Gülkız'ın sevdasıyla suladım..."

İki genç evlenip, mutlu olmuşlar.

Kedi, Gelincik Ve Yavru Tavşan

Yavru tavşanındı bu saray.

Bir sabah bayan gelincik

zaptetti onu hemencecik.

Vay kurnaz, vay!

Ev sahibi evde bulunmadığından

kolay oldu bu iş pek kolay.

O gün şafakla çıkıp gitmişti tavşan.

Kırlar kekik kokuyordu, mis gibi kekik.

Bizimki yiyip içip mahzenine döndüğü zaman

gelincik pencereye dayamıştı burnunu.

Tavşan orda görünce onu:

"- Hey, bayan, dedi, çıkınız hemen

baba yadigarı evimden.

Yoksa haber yollarım bütün farelere ben.

Cevap verdi sivri burunlu türedi: "-Toprak onu ilk ele geçirenindir," dedi.

Savaşılmaya değerdi doğrusu ya,

Tavşanın bile sürünerek girdiği yuva.

"-Ne tuhaf iş, dedi gelincik, ne tuhaf iş.

Burası bir krallık olsa bile,

Tapusunu şuna, buna,

hatta bana değil de filanca oğlu falanca

tavşana kim vermiş?"

Falanca tavşan söz açtı geleneklerden:

"- Ben, dedi, ben,

kanun kuvvetiyle sahibim bu yere.

Burası babadan oğula kalır kanuna göre.

Böylelikle filandan kaldı falana falandan da kaldı bana.

Sanki 'ele ilk geçirmek' kanunu daha mı iyi?"

Gelincik dedi ki:

"-Uzatmayalım hikayeyi.

Davamızı halletsin, gidip görelim de Samur'u."

Keşiş gibi inzivada yaşayan bir kediydi bu.

Yüzü de gülerdi her zaman.

Evliya gibi bir şey, yağlı, tüylü, şişman.

Karışık işleri halletmekte de uzman.

Teklifi kabul etti tavşan.

İşte ikisi de kürklü beyin karşısındadır.

"-Yaklaşın çocuklarım, yaklaşın, dedi Samur, Artık ihtiyarladık da

sağır oldum biraz sağır."

Yaklaştı ikisi de çekinmeden.

Bizim sofu babalık da tam vaktinde doğruldu, attı iki pençesini hemen davacıları yutup aralarını buldu.

İşte çok defa böyle hakemlik eder küçüklere büyükler.

İnsan Yiyen Bitki

Güneş Otel sahibi Ali Bulut otelin bahçesine büyük bir sera yaptırmış ve bu serada tropikal bitkiler yetiştiriyordu. Afrika’dan getirilen et yiyen bir bitki vardı ki, Ali Bulut, onun dört yıldır bir santim bile büyümediğinden yakınırdı. Et yiyordu, balık yiyordu ama hiç büyümüyordu. Aslında bitkinin büyümesi gerekti ve büyüyordu. Hem öylesine büyümüştü ki, boyu yirmi metreyi geçmişti ama Ali Bulut bunu görememişti. Bitki yukarı değil, aşağı boy atıyordu. Gövde toprak altındaydı. Görünen beyindi. O beyin birkaç ay sonra inanılmaz büyüklükteki gövdeyi harekete geçirecek, bitki insan yiyen bir canavara dönüşecek ve şehrin altını üstüne getirerek etrafa kan ve ölüm saçacaktı.
Aradan birkaç ay geçti. Yaz günüydü. Bitki kıpırdanmaya başladı. Beyin giderek yükseliyor ve gövde toprak altından çıkıyordu. Seranın dört metre yüksekliğindeki tavanına çarpan beyin gövdeye yakın kökleriyle serayı kaldırarak Güneş Otel’e fırlattı. Otelin ikinci katının bazı camları kırıldı. Ne oluyor diyerek pencerelere koşan insanlar bahçedeki dev bitkiyi gördüler. Devamlı olarak daha uzun ve kalın kökler topraktan çıkıyordu. Korkuya kapılan insanlar otelin çıkış kapısına ve yangın merdivenine hücum ettiler. Bu insanlardan çoğu kökler tarafından yakalanarak kuyu biçimindeki ağza atıldılar. Bitki insan yedikçe büyümesi hızlanıyordu. Bitkinin kökleri şehrin başka yerlerinde de topraktan çıkarak insanları yemeye ve evleri yıkmaya başladı. Koşarak kaçan veya arabasına binerek şehri terk eden insanlar çoktu. Bir saat sonra ise, şehirde kimse kalmamıştı. Şehrin çevresi askeri birlikler tarafından sarılmıştı. Askeri birlikler insan yiyen bitkiye binlerce kurşun ve bomba attılar. Gelen bir emir üzerine ateş kesildi, çünkü insan yiyen bitkiye bunlar tesir etmiyordu.

Ali Bulut bir haftadır kaçakçılık anlaşması yapmak için yurtdışındaydı. Olayı televizyon haberlerinden öğrenince özel uçağına atladığı gibi geldi. Bir aralık yardımcısına: “ Kızdığım zaman köse bitki diyordum. Şuna istediğimi yaptırabilirsem dünyaya hakim olurum. “ Ali Bulut komutandan izin alarak asker kordonunu aştı: “ Canım, yavrum benim. Ben geldim, bak baban geldi. Çok insan yemişsin ama beni yeme. Ben seni et ve balıkla besledim. “ Ali Bulut hem konuşuyor hem de kökler arasından yürüyordu. Kökler uzun süre ona dokunmadı ama gövdenin yanına gelince yakaladılar. Ali Bulut bağırmaya başladı: “ Dur, beni bırak. Bütün servetim senin olsun. Milyarlarım senin olsun. “

İnsan yiyen bitki ilk kez konuştu: “ Hangi senin servet, hangi milyarlar. İnsan sağlığına zararlı maddeler satarak, kaçakçılık yaparak, onun bunun hakkını çalarak zorla sahiplendiğin paralar. Senden nefret ediyorum Ali Bulut, artık parayı unut. Bak ağzıma, dışardan belli olmuyor ama içersi çok sıcaktır. Bundan sonra kötülük yapamayacaksın.” İnsan yiyen bitki Ali Bulut’u yedikten sonra yarım saat geçti. Onu durduracak kuvvet yoktu. İstese köklerini ayak gibi kullanıp çok uzaklara gidebilirdi. Nedeni bilinmez bir şekilde hareketsiz duruyordu.

Bitki uzmanı, tropikal bitkiler üzerinde araştırma yapmakta olan bir bilim adamı, komutanın yanına gelerek, insan yiyen bitkiyi tamamen zararsız hale getirebileceğini söyledi. Şişedeki ilaç iğneyle bitkiye şırınga edilirse, bitki ölürdü. Komutandan izin alan bitki uzmanı elindeki iğneyle insan yiyen bitkinin köklerine yaklaşmaya başladı. Köklerin yanından geçerken aniden dönerek iğneyi köke sapladı ve ilacı şırınga etti. Bitki uzmanı daha sonra iğneyi yere atarak yürümeye devam etti. Geri dönüp kaçsa hemen yakalanırdı. Bunu biliyordu. O zaman insan yiyen bitkiyi şüphelendirebilir ve bitki durumu anlarsa ilaçlı kökü koparıp atar ve kendini mutlak bir ölümden kurtarabilirdi. On dakika sonra insan yiyen bitkinin gövdesi sarsıldı ve ağzından ahh diye bir feryat işitildi. Kökler titremeye başladı. İlaç beyine ulaşmıştı. Artık kurtuluşu yoktu. Ölüm gelmişti.


“ Ben, dedi, insan yiyen bitki, belki yanlış yaptım gibi gözüktü sana ama doğrusu buydu. O insanların ölmesi lazımdı. Özellikle Ali Bulut’un. Diğer ölenler de onun adamlarıydı. Şehri dört koldan sarmıştı Ali Bulut’un çetesi. Onları öldürdüm, onların evlerini yıktım. Hepsi kötü insandı. Bir tek iyi insanın canına, malına zarar vermedim. Askerler ezilmesin diye şehri terk etmedim. Seni gelirken gördüm elinde iğne vardı ama o iğnenin beni öldürebileceğini düşünemedim. Herneyse böylesi daha iyi oldu, tabii kötüler için. Neden varolduğum anlaşılsa ve bana yardımcı olunsa insanlar arasında zararlı olanları ayıklardım. Sessizce yeraltından sokulur, konuşmaları duyar ve onları ayıklardım. “

İnsan yiyen bitki daha fazla konuşamadı. İlaç, onun beyinsel fonksiyonlarını durdurmuştu. Ölmüştü. Bitki uzmanı ise yaptığı hatayı anlamış ve dizlerinin üstüne çökmüştü. Ağlıyordu.

Çoban Keloğlan

Evvel zaman içinde Keloğlan ile annesi, babasının yaptığı çobanlıkla geçinirlermiş.

Günlerden bir gün dağda koyunları otlatırken, babasının yolunu eşkıyalar keser. Birkaç koyun isterler. Keloğlan'ın babası da:

"Bu koyunlar bana emanet" der vermez. Eşkıyalar zorlayınca Keloğlan'ın babası karşı koyar. Bunun üzerine eşkıyalar, onu acımadan öldürürler. Haber hemen köye yayılır. Keloğlan küçük yaşta babasız kalmıştır.

Aradan günler geçmiş, ana oğulun geçimleri de zorlaşmış. Keloğlan, düşünmüş taşınmış köylüler yeni çoban da bulamayınca, köyün çobanlığını yapmaya karar vermiş.

Köylülerin; "Sen yapamazsın, okuman gerek" diye ısrar etmelerine rağmen, annesinin de rızasını alarak çobanlığa başlamış. Meğer Keloğlan'ın amacı babasını öldüren eşkıyaları köylülere yakalatmakmış.

Sabah erkenden köyün koyunlarını alıp düşmüş yollara. Bir dağın eteklerine gelmiş. Dağın kenarından da dere geçiyormuş. Koyunlar başlamış dereden su içmeye. Keloğlan çok yorgunmuş, kendi kendine:

"Şu ağacın gölgesinde biraz dinleneyim," demiş.

Ağacın altına uzanmasıyla yorgunluktan uyuması bir olmuş. Bu arada koyunlar da susuzluklarını giderdikten sonra başlamışlar otlanmaya. Karınlarını doyurduktan sonra etrafa yayılmışlar.

Aradan uzunca bir zaman geçmiş... Derken akşam olmuş. Köylüler koyunların gelmediğini görünce telaşlanmışlar.

"Biz ne halt ettik, küçük yaştaki bir çocuğa bu kadar koyunu teslim ettik ... inşallah başına bir iş gelmez!.." demişler.

Gene de içleri rahat etmemiş ve Keloğlan ile koyunları aramaya çıkmışlar.

Bu arada Keloğlan, uykusundan büyük bir gürültü duyarak uyanmış. Birde ne görsün! Eşkıyalar etrafta otlayan koyunları topluyorlar...

Keloğlan:

"Hey! Ağalar ne yapıyorsunuz? Onlar benim sürüm... Bana emanet!.." diye bağırmış.

Eşkıyalar:

"Geçen yılda biri aynen senin gibi dedi, canından oldu!.." diye karşılık vermişler.

Keloğlan, bu eşkıyaların, babasının katilleri olduğunu anlamış. Hemen kurnazca plan kurmaya başlamış.

Eşkıyalar, Keloğlan'a yaklaşmış:

"Sen şimdi bu koyunları bize vermiyor musun?" demişler.

Keloğlan:

"Ağalar, ne haddime! Yeter ki benim de canıma kıymayın. Hatta biraz beklerseniz size bir sürü daha getiririm!.." demiş.

Bunun üzerine eşkıyalar:

"Canından olmak istemiyorsan çabuk gel!" demişler.

Keloğlan, eşkıyaları kandırdığına sevinerek köyün yolunu tutmuş. Amacı, köylüleri getirip eşkıyaları yakalatmakmış. Bir süre yol aldıktan sonra kendisini aramaya çıkan köylülerle karşılaşmış. Heyecanla olanları anlatmış.

Köylüler hemen Keloğlan'la birlikte sürünün olduğu yere gitmişler. Gizlice eşkıyalara yaklaşmışlar ve birden üzerlerine atılarak eşkıyaları kıskıvrak yakalamışlar.

Keloğlan babasının katillerini yakalatmanın sevinciyle köylülere:

"Babamın katillerini yakalattım ... Ben artık çobanlık yapmayacağım ... Okuluma devam edeceğim." demiş.

Sonra da mutlu bir halde evinin yolunu tutmuş.

Ünlü Falcı

Günün birinde Keloğlan gurbete çıkmaya karar vermiş. Heybesini hazırlamış, anasıyla helallaşmış, çıkmış yola.

Sırtında torbası, elinde değneğiyle yürümeye başlamış. Evden çok uzaklara gitmiş.

Bir köye yaklaşırken hava iyiden iyiye kararmış. Çalılıkların ardında da bir karaltı belirmiş.

Keloğlan hemen bir ağacın arkasına gizlenip, adamı gözetlemiş. Adam koynundan

çıkardığını, oradaki bir çalının dibine gömmüş. Sonrada oradan uzaklaşmış.

Keloğlan bir süre bekledikten sonra oraya varmış. Yerlere dikkatlice bakmış. Adamın kazdığı yeri bulmuş. Toprağı kazmağa başlamış. Biraz kazdıktan sonra gözlerine inanamamış. Çünkü toprağın altında bir torba dolusu altın varmış.

Keloğlan düşünmüş, taşınmış. Bu altının çalıntı olduğuna karar vermiş. Hem onu sahibine vermek, hem de bundan yararlanmak için bir plan kurmuş kendi kendine.

Torbayı başka bir yere gömmüş. Düşmüş yola. Değneğini vura vura yürümüş, yürümüş. Sonunda köye varmış. Doğruca köy odasına gitmiş. Kapıyı açıp "Selamünaleyküm ağalar" diyerek içeriye girmiş. Köylüler bir yabancının geldiğini görünce onunla ilgilenmişler. Buyur, buyur deyip konuğa yer göstermişler. Eline bir bardak çay verip halini hatırını sormuşlar.

Keloğlana ne iş yaptığını sorduklarında, keloğlan onlara:

-Ben fal bakarım ağalar, demiş. Fal bakaar yitikleri bulur, geleceği okurum.

Bunu duyan köylüler Keloğlana daha saygılı davranmışlar. Köylerine onur verdiğini söyleyerek onu birkaç gün misafir etmeğe karar vermişler.

Hemen önüne büyük bir sini içinde yemek vermişler. Keloğlan buna çok sevinmiş. Çünkü sabahtan beri hiç bir şey yememiş. Karnı açlıktan zil çalıyormuş.

Önüne konan yağı, balı, peyniri, sıcak gözlemeyi indirmiş mideye. Üstüne de okkalı bir kahve içmiş. Bir köşeye serdikleri yatağa uzanmış. Sabaha kadar deliksiz bir uyku çekmiş.

Ertesi gün, sabah olunca köyden bir kese altının çalındığını söylemişler Keloğlana.

Keloğlan:

-Bir tas içinde su getirin, demiş.

Köylüler hemen bir tas bulup içine de su doldurup Keloğlanın önüne koymuşlar. Keloğlanın ne yapacağını görmek içinde etrafına toplanmışlar. Keloğlanda anlamsız anlamsız mırıldanarak ellerini suya batırmış. Sonra ıslak ellerini yüzüne sürmüş. Bir an düşünür gibi yapmış. Sonra da köylülere altın dolu torbayı gömdüğü yeri tarif etmiş.

Köylüler koşup gitmişler Keloğlanın tarif ettiği yere. Altın torbasını elleriyle koymuş gibi kolayca bulmuşlar.

Bu olay Keloğlan'ın saygınlığını artırmış. Onu yere göğe koymamışlar. Namı da çevre köylere kadar yayılmış.

Günün birinde eşeğini kaybeden bir köylü içinde suya bakmış. Sonra adamı başından savmak için:

-Senin eşeğin ne yerde ne de gökte. Ortaada bir yerde demiş.

Köylü aranıp dururken, eşeğini küçük bir tahta köprüde bulunca sevinç içinde köye dönmüş.

Herkese olanları anlatmış.

Bu olay da Keloğlanın ününe ün katmış. Keloğlanın ünü köyden köye, köyden kasabaya

yayılmış. Eşeğini bulan adam bir gün padişahın bulunduğu kente gitmiş. Keloğlan'ın yitik eşeği nasıl bulduğunu anlatınca bu haber padişaha kadar ulaşmış.

Padişah da ne zamandır bir falcı ararmış meğer. Babasının emanet ettiği kılıncın sırrını çözdürmek için. Kılınçın sırrının çözülmesi için o güne dek denemediği falcı, bilgin, büyücü kalmamış. Kılıncın sırrını bir türlü çözememişler.

Padişahın adamları Keloğlanı bulunduğu köyden apar topar aldıkları gibi yaka paça padişahın huzuruna çıkarmışlar. Keloğlan çok korkmuş. Padişahın derdini çözümleyemezse, kellesinin gideceğini biliyormuş. Bu nedenle padişaha "Ben falcı falan değilim" demiş ise de padişah dinlememiş.

Padişah kılıcı Keloğlana göstermiş:

Ben çok küçükken babam bu kılıcı bana verirken, büyüyünce sırrını çözmemi vasiyet etmişti. Ama bugüne kadar bu kılıncın sırrını hiç kimse çözemedi, demiş.

Şimdi, Keloğlan bu sırrı çözecek, padişah da ona "Ne dilersen dile benden" diyecekti. iyi hoş ama, keloğlan bunca bilginin, falcının, büyücünün çözemediği sırrı nasıl çözecekti. Keloğlan içinde "bir atlarsın çegirme, iki atlarsın çeğirge..." diye söylenmiş. Padişah Keloğlana bugüne kadar kılıncın sırrını çözmek için ortaya çıkıp da başaramayan kırk kişinin kafasının nasıl vurulduğunu anlatmış. Bu sözleri duyan Keloğlanın korkusu daha da artmış. Bu beladan nasıl kurtulacağını düşünmeye başlamış.

Padişah:

-Sana yarına dek müsaade, demiş. Bu sırrrı çözersen senin için yokluk yok artık. Ama

sırrı çözemezsen kel kafan da yok. Bunu iyi bilesin Keloğlan....

Keloğlan bakmış bir kaçamak yol bulamamış. Zamandan kazanmak için padişah'a:

-Bana kırk gün izin verin, kırk gün sonrra bu işi bitmiş bilin demiş.

Padişah:

-Hay hay, demiş. Bu iş için kırk yıldır bekliyorum. Ne yapalım kırk gün daha bekleriz, demiş.

Keloğlan'ı bir odaya kapamışlar. Kılıcı önüne koymuşlar. İstediği cevizi, inciri, çuval çuval yığmışlar. Her öğün en güzel yemeklerden getirmişler.

Keloğlan kırk gün kırk gece düşünmüş. kılınçın sırrını çözememiş. Kırkıncı gün sabah erkenden uyanmış. Düşünmeye başlamış ama nafile. Sırrı çözememiş. Kellesi gideceği için öfkelenmiş. Kılıcı eline alarak "Lanet olsun senin altının da elmasın da" diye söylenmiş. Sonra o öfkeyle kılıcı sapından tuttuğu gibi duvara vurmuş. Ama öyle hızlı vurmuş ki kılınç sapından kırılmış. Keloğlan elinde kalan sapa dikkatlice bakmış şaşırmış kalmış.

Çünkü sapın içinde bükülmüş bir kağıt varmış. Kağıdı yırtmadan çıkartmış. Kağıtta bir şeyler yazıyormuş. Ama Keloğlanın okuma yazması olmadığından okuyamamış. Bu sırada verilen kırk günlük mühlet de sona ermiş. Padişahın adamları Keloğlan'ı yaka paça Padişahın huzuruna getirmişler. Keloğlan elindeki kırık kılıncın sapı ile, içinden çıkardığı kağıdı padişaha uzatmış.

Padişah Keloğlanın uzattığı kağıttaki yazılanları okumaya başlamış. Okudukcada

şaşkınlığı artmış.

Çünkü kağıttaki yazı babasının yazısı imiş. Oğluna yazdığı mektupta şöyle diyormuş:

"Yiğit şehzadem, saltanatım sana kalacak. Ama çok küçüksün. Bugünlerde ölüp gidersem, ortalıkta kalmandan korkuyorum. Bunun için sana bir hazine sakladım. Gömüldüğü yeri bu kağıtta gösteriyorum. Sen büyüyüp kılıncın sırrını çözünce bu hazine senin olacaktır. Sen de, padişah olmasan bile, bu hazine ile rahat bir yaşam sağlarsın kendine."

Hemen mektupta belirtilen yere gitmişler. Adamlar topraği kazınca gercekten çok büyük bir hazine bulmuşlar.

Padişah bu işe çok sevinmiş. Hem hazineyi bulduğu için, hemde babasının vasiyetini yerine getirdiği için Keloğlan'a:

-Dile benden ne dilersen? Ne istersen veereceğim, demiş.

O zaman Keloğlan bulunan hazineden ufak bir pay ve padişahın güzel kızını istemiş.

Padişah önce karşı çıkmış bu isteğe. Ama sonra verdiği sözü hatırlamış.

Keloğlan ile kızını evlendirmiş. Hazineden de büyük bir pay vermiş. Keloğlan padişahın kızı ile mutlu bir hayat sürmüşler...

Onlar ermiş muradına, biz gidelim diğer masalları okumaya.....

Üç Soru

Bir zamanlar bir kral vardı. Bu kral, işini en iyi şekilde yapmak isterdi. Sık sık şöyle düşünürdü: "Bir iş için en uygun zaman hangisidir acaba? En gerekli kişi kimdir ve yapmam gereken en önemli şey nedir? Bu üç şeyi bilseydim, çok başarılı olurdum."

Bir gün kral her tarafa haber saldı. Soruların cevabını bilene büyük ödüller vereceğini duyurdu. Bilgili kişiler toplandı.

İlk soru görüşüldü. Kimileri takvim hazırlamaktan, kimileri bir bilge kişiler meclisi kurmaktan bahsetti. Böylece en uygun zamanın hangisi olduğunu bulacaklardı.

En önemli kişiyse bazılarına göre din adamları, bazılarına göre savaşçılar, bazılarına göre hekimlerdi.

En önemli şeye gelince, bazıları "bilim", bazıları "savaşta ustalaşmak" dediler. Kral bu cevapları kabul etmedi.

Bir ağaç kovuğunda tek başına yaşayan, bilgeliğiyle ünlü, yaşlı bir adam vardı. Kral, ona danışmaya karar verdi. Yaşlı adam, yaşadığı kovuğa halktan başkasını kabul etmezdi. dersimiz.com Bu yüzden kral, halktan biri gibi giyinerek yola düştü. Kovuğa yaklaştıklarında muhafızlarını orada bırakıp yola devam etti.

Yaşlı adam, çiçek tarhları kazıyordu. Geleni gördü, selâmladı. Zayıftı, işini yaparken zorlanıyordu. Kral,

- Ey bilge, üç sorum var! diyerek sorularını sordu. Yaşlı adam dinledi ama cevap vermedi.

Kral;

- Siz biraz dinlenin, diyerek küreği aldı. Yaşlı bilge;

- Sağ olun, deyip oturdu.

Kral sorularını tekrarladı. Bilge yine susuyordu. Kral kazmaya devam etti. Ufukta güneş batmaya başladı. Kral sıkılmıştı.

- Ey bilge, cevap vermeyeceksen gideyim, dedi. Bilge;

- Birisi geliyor, dedi. Kim acaba?

Kendilerine doğru birisi koşuyordu. Adam yaralıydı. Yanlarına ulaşınca bayıldı. Adamın elbiselerini çıkardılar. Kral yarayı havluyla bastırdı. Fakat kanama devam ediyordu. Kral havluyu defalarca yaraya bastırıp yıkadı. Sonunda kanama durdu.

Bu arada akşam olmuştu. Yaralıyı kovuğa taşıdılar. Kral da yorgunluktan, eşikte uyuyakaldı. Deliksiz bir uyku çekti. Uyandığında kendisine bakan yabancıyı bir süre hatırlayamadı. Adam;

- Beni affedin! dedi. Kral;

- Sizi tanımıyorum, affedilecek ne yaptınız ki? dedi.

- Ben sizin düşmanınızım. Kardeşimi astırdığınız için sizden öç almaya yemin etmiştim. Buraya geldiğinizi öğrenince size pusu kurdum. Fakat akşam olduğu hâlde dönmediniz. Ben de beklediğim yerden çıktım. Ama muhafızlarınız beni tanıyıp yaraladılar. Kaçtım. Siz yardım etmeseydiniz, ölürdüm. Ben sizi öldürmek istedim, siz ise benim hayatımı kurtardınız. Affedin beni!

Kral, düşmanıyla bu denli kolay barıştığı için çok mutlu oldu. Doktorunu göndereceğini söyleyip onunla vedalaştı. Dışarı çıktı.

Yaşlı bilge, tarhlara tohum ekiyordu. Kral yaklaştı. Yalvarırcasına sordu.

- Cevap verecek misiniz? Adam gözlerini kaldırdı.

- Cevabınızı aldınız ya, dedi.

- Aldım mı? Nasıl?

- Anlamadınız mı? Dün bana acımayıp tarhları kazmasaydınız, gidecek, şu adamın saldırısına uğrayacaktınız. Yani en önemli vakit, tarhları kazdığınız vakitti. En önemli kişi bendim ve en önemli işiniz bana iyilik etmekti.

Bu adam geldiğindeyse en önemli vakit onunla ilgilendiğiniz vakitti. Çünkü yaralarını sarmasaydınız, sizinle barışmadan ölecekti. Dolayısıyla en önemli kişi oydu, en önemli iş de onun için yaptıklarınızdı.

Şu gerçeği unutmayın: En önemli vakit, içinde bulunduğumuz andır. Çünkü sadece o an bir şey yapabiliriz. En önemli kişi, o anda kiminle berabersek odur. Zira onunla bir daha görüşüp görüşmeyeceğimizi bilemeyiz. En önemli iş ise iyilik yapmaktır. Çünkü insan dünyaya bunun için gönderilmiştir.

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...