Çeşme'nin Yolları Taştan, Ben Giderim Bazı Bazı

Sevgili okuyucularım, okul öncesi güzel bir tatile ihtiyacım olduğu ve önümüzdeki minimum 1 yıl boyunca tatil yapamayacağım için bir haftalığına sizden izin isteyeceğim. İstanbulda havaların arada yağmurlu ve inanılmaz boğucu olduğunu düşünürsek, son çıkışta yolu yakalayıp Çeşmeye doğru hareket etmenin zamanı geldi. :) Ama gitmeden önce bugün yaptığım içi karamel dolgulu çikolatalarımı sizlerle paylaşmak istedim. Psikopat gibi aldığım milyon çikolata kalıbının içinde ayıcık şeklinde olanını kullanmaya karar verdim. Gözüüme en şeker bu kalıp gözüktü! :) Daha önce yaptığım için yapımında hiçbir sıkıntı çekmedim. Kalıbı ilk önce yapışmaması için özel spreyi ile spreyledim. Üstüne de bronz gıda boyası bulunan spreyle şöyle bir geçtim ki, ayıcıklar kalıptan çıktıktan sonra parlak bir ifade takınsınlar! :) İlk katmanı Bitter Çikolata ile geçtim ve buzdolabında biraz dondu çocuğum. O kıkır kıkır donarken, bende karamel dolgusunu yaptım. İlk yapışımda, karamel dolgusunu yapamayıp hüsrana uğramış hatta yıkılmıştım fakat bu sefer elim alıştığı için rahat rahat hatta gevşek gevşek yaptım kendisini :)) Tatile gideceğim ya biraz ukalalık takınmak hakkım! :)) Onuda sıkma poşeti ile donan alt katmanın içine sıktım. Oda kıkırdayınca çikolatadan oluşan üst katmanını yaptım. Anlayacağınız toplam 3 prosesten geçiyor yavrucak. Biraz zaman alıyor ama sonuç mükemmel bence. Isırdığınız zaman içinden akan karamel dolgusuna diyecek söz yok! :) Offff.. Offfff..
Yanıma alacak mıyım?! Güldürmeyin beni! :) Diyetteyim diyorummmmm ! :)))))
Haftaya görüşmek üzere! Mis kokular sevgili okuyucularım !
Bon Appetit!

Tantitoni Firması Yazın En Güzel Kurabiyesini Buldu!

Bir süre önce yakından takip ettiğim ve sık sık alışveriş yaptığım Tantitoni firmasının Kurabiye Yarışmasına katılmıştım. Özellikle Forum İstanbul ve Cevahirdeki dükkanlarını ziyaret etmenizi öneririm. Onların kurabiye kalıplarından alıp onlarla kurabiyeler yapmak gerekiyordu. Güzelce yılbaşı temalı kalıplarla vanilyalı kurabiyeler yaptım ve üzerlerini Şeker Hamuru ile kapladım ve üstlerine insanın içini ısıtan komik cümleler yazdım. Esprili olmalarını istedim diyebilirim size sevgili okuyucularım. Nitekim öyle oldular da! :) Fotoğraflarını çekip midemize indirdik o ayrııııııı! :)) Dün öğrendim ki, yarışmayı kazanmışım! Horeeyyyyyyy! :) Anne'ye Çaaaaaaaakkk yapıldı tabi! Ödülüm ise, Avrupada bayağı meşhur olan ve benimde ürünlerini bayıla bayıla kullandığım Koziol marka Üç Katlı Kurabiye Servis Seti. İnanılmaz değil mi? İlk ödülüm! :) Bende pembe ve küçük boyu vardı ama ödül ödüldür değil mi? :)) Ödülümün geleceği günü sabırsızlıkla bekliyorum! Ayyy! Ne heyecanlı! Tantitoni firmasına çok teşekkür ederim! Servis setimi kullanmaya söz veremiyorum cünkü sanırım çeyizime kaldıracağım! :))) Yine kurabiye mi yapsam ne?! Ellerim titriyor bakın sevgili okuyucularım. :) Tarçınlı kurabiye mi olsa yoksa zencefilli mi? Hmmmmm.. Ben bir mutfağa gideyim en iyisi! :)
Bon Appetit!

Hangi Erol? ProfitErol! :)

Bir hafta sinir krizleri içinde kıvrandıktan sonra pazartesi itibariyle yeniden mutfağa girmenin zamanının geldiğini düşündüm bu hafta. Eh! Kolay değil benim için bu! Bütün terslikler üstüste geldikten sonra hele! Pazar günü, http://kelebekdiyeti.blogspot.com'un yazarı olan sevgili arkadaşım ve Macaronlarımın isim annesi Özge'yi dinleyerek havuza girdim ve suyun içinde öylece uzanıp gökyüzünü seyrettim. İnsanın fazla elektiriği üstünden atması da gerekiyor değil mi yani?! Nitekim attım da! :) Dünya varmış yahu! Pazartesi günü, güzel bir geç kahvaltı sonrası, güzelim mutfağıma girip salı günü siparişim olan CheeseCake'i hemen yaptım. Ohhh! Mis gibi oldu yavrucak! :)) Salı günü de yapmak için pasta düşünüyordum ama vazgeçip, hedefi Profiterol'e yönlendirdim. Daha önce Eclair (Ekler) yapmıştım ki ikiside fransızların çok kullandığı şu hamurundan (Pate â Choux) yapılıyor. Choux, aynı zamanda Lahana demek oluyor. Adını kabarma özelliği olan Lahana'ya benzediği için bu adı alan bu güzel hanım, annemler tarafından çok sevildi. Hamurunu, Tereyağ, Su, Vanilya, 4 adet yumurta ve bir tutam tuzdan oluşturdum. Bendeki reçeteyle toplam 2 tepsi topçuk çıkıyor. Boylarını çok büyük yapmadım açıkçası. Ciciler fırından çıktıktan sonra soğumaya bıraktım ve iç kremasını hazırlamaya başladım. Yapmaktan korktuğum iç kreması gayet güzel oldu diyebilirim size! Ben bile şaşırdım! :) Krema soğuduktan sonra da sıkma torbasıyla her birinin alt kısmından duy'u sokup içlerini krema ile doldurdum. Bunu da televizyonda görmüştüm! :)) Kat kat olmak üzere güzel bir servis tabağına hepsini ellerimle dizdim. Sonunda üstüne dökülecek çikolatalı sosa sıra geldi. Güzel düşündüğüm reçetenin üst sosu için verilen malzemeleri bir araya getirdiğimde içine kakao atılmış su görünümünü elde etti çocuğum. Bende yılmayıp tamamını lavaboya boşalttım ve başka bir reçetedeki sosun uygulamasına geçtim. Olmuyorsa yeniden! Yeniden! Yeniden! Mutfağı buram buram çikolata kokusu yayıldı. Ahhhh! Gönüllere zarar!! Hele de benim gibi sıkı bir rejim içindeyseniz ve aldığınız bütün kiloları verdiyseniz işiniz daha da zorlaşıyor sevgili okuyucularım! Çikolatalı sos inanılmaz güzel oldu benim fikrime göre. Evettttt! Birkaç kaşık almış olabilirimmm!! Ama bugün marul yiyeceğim! :) Iyykkkk! Marulla kim doymuş ki ben doyacağım?! Arzu ve annem, teklif ettiğimde ılık olduğu için dün gece cicimi yemediler ama bugün kaçışları yoktu tabi ki! :) Öğlen, babamda birlikte olmak üzere hepsinin önüne birer tabak koydum. Üstüne bir de erimiş çikolata dökseydim daha güzel oalcaktı bence ama evde uğraşamadım. Hava böyle yağmurluyken biraz zor oluyor zaten :) Erimiş çikolatanın üstüne, küçük küçük kıyılmış beyaz çikolata serpebilirdim ayrıca. Görüntü olarakta daha güzel olurdu. Ama diyorum ya, havadan.. havadan..! :))
Şimdi sinsice mutfağa gidip, birkaç kaşık daha yiyeceğim sevgili okuyucularım ama bu aramızda sır kalsın. O zaman kalorisi sayılmaz! :)
Bon Appetit!

Bazen Zaman Durur

Sevgili okuyucularım, şimdiye kadar yaşadığım en felaket haftayı sanırım atlattım bugün itibariyle! Hafta başında garip bir hastalık boy gösterdi. Neyse ki geçti. CheeseCake siparişlerimi teslim edemedim! Böyle durumlarda elim ayağıma karışır! Hatta şöyle diyeyim size; dünyam yıkılır! Yıkıldı da! Kendimi iyi hissettiğim gün salı akşamıy sanırım ya da ben hayal meyal öyle hatırlıyorum. Kendi kendime cicimi evde yapayım dedim. Her hafta yaptığım Cheesecake olmadı inanır mısınız?! Ben, şahsen kendim ve içimdeki bütün çocuklar, inanamadım! Hoppaaaa çöpeeeee!! Arada Serra'nın aldığı güzelim mixer bozuk çıktı! Kolları çırparken kendini dışarı doğru atıyor! Ben bunu yapmak istercesine!! Bak bak bak! Bir ara değiştirmem gerekiyor kendisini. Arzudan mixer istedim ama kendisinde sadece Kitchenaid var. (nitekim sahip olduğu normal mixeri olduğunu unutmuş) Daha önce bana vermişti o güzelim standmixeri ama ben kendi malım olmadığı sürece kullanmaya çekinen biri olduğum için süs gibi durup tekrar sahibinin evine geri dönmüştü zavallıcık. Kitchenaid benim hassas noktam biliyorsunuz! Hatta en büyük hayalim diyebilirim. Aksilikler yüzünden evde bağırıp çağıran bir tip oldum resmen! Hatta itiraf ediyorum artık sinirimden dolabın kapağına hafif vurmuş olabilirim! Heeey! Agresif biri değilim hatta hiç! Sinir krizi geçirebilir herkes! :) Neyseki Kitchenaid geldi ve ben kendi kişiliğime ters düşüp kullandım kendisini. Üstüne Perşembe akşamı yaklaşık 15 senedir tanıdığım ve annemlerin en yakın arkadaşının kızı olan canım birtanecik arkadaşım Seda'nın doğum günüydü. 4 kişi gidilecek yere ben, doymayıp 18 kişilik pasta yaptım! Hani sonra evde yerler diye. Sedacım, Çilekli Turta seviyor ama bu mevsimde çilek bulmak ne mümkün! Bakmadığım bakkal ve manav kalmadı diyebilirim size. Çilekli turtadan gecenin 11'inde vazgeçip Butik Pasta konseptine döndüm. Olacak iş değil biliyorum! Pandispanyasını vanilyalı ve pembe renkte yaptım. İçi de çikolata- şamfıstığı ve damla çikolata üçlüsüyle dolduruldu. Harikulade gözüküyor değil mi? Ama değiiiiillll işte! Yaklaşık olarak 1 senedir evli olan arkadaşıma yastık şeklinde bir pasta düşüncesine bulanmışken düşündüğümden farklı bir sonuç elde ettim! Panik yok! Panik yookk! Üstüne pike örtülmüş gibi yapayım dedim artı olarak pembe çiçeklerle süslemeyi hayal etmiştim. Beni takip ediyorsanız, bu yaptığım (bütün hayatım boyunca) 4.cü butik pastam olduğunu biliyorsunuz. Gece geç olduğu için annemden yaptığım şeker hamurunu açmasını söyledim. Sağ olsun açtı da! Fakat biraz fazla ince açmış!! Sanırım 2mm gibi bir incelikteydi. Oluru yok yani! Hani annem yapamadı diyelim, bendeki süper zekayla tekrar yoğurup açmayı denesene değil mi?! Yok! Ben direk öylece üstüne koydum. Saat bu arada 01.30 olmuştu çoktan! Biraz şekil bozukluğuna aldırmayabilirdik tabi. Buzdolabına koydum ve ertesi akşama kadar çocukcağız buzdolabında bekledi. Beni almalarına yakın bir zamanda da çıkardım. Bir baktım içinden çıkan bir likit!!! Hayır! Hayır! Hayır!!! Sıvıyı sildim ve güzelce pembe kutusuna koydum. Arabaya bindiğimde istediğim gibi olmadığını söyledim. Fakat asıl felaket yemekten sonra pastanın gelmesiyle oldu sevgili okuyucularım! Pasta bildiğiniz darmadağın! Heryeri çatlamış! Kalbime saplanan o acıyı görseniz dayanamazdınız! Ağlamamak için kendimi zor tuttum! Yaaa mükemmeliyetçilik sökmüyor işte böyle! Yani tamam düşündüğüm kadar güzel olmamıştı zaten ama böyle de olacağını düşünmemiştim! :( Bu hafta benim için tam bir felaketti! Hatta zincirleme! İnsan benzer düşünceleri çekiyor sanırım! Neyseki bu haftayı bitirdik! Pazartesiye kadar hiçbir şey yapmama kararı verdim! Bazen zaman duruyor sevgili okuyucularım. Sadece iyi veya kötü versiyonları oluyor. Önemli olan ders çıkartmak ve yola devam etmek. Sıcaklardan olsa gerek diye düşünüyorum :) Ne yapıyorduk? Derin bir nefes alıyoruz. Sanırım gerçekten bir tatile ihtiyacım var. Kendimi çok mu zorladım acaba?.. Kafamda bir sürü neden beliriyor. Herşey benim elimde. Ben kötüyü iyi yapabilirim. Sadece inanmak gerek. Ne ben ne de siz sevgili okuyucularım. Düştüğünüzde dizleriniz kanayabilir ama yeniden ayağa kalkmak gerekiyor. Hadi bakalımmmm.. :)
Bon Appetit!

Aşkta Yarın Yoktur



Aşk bu dünyanın ölçüleriyle açıklanamaz sevgili. O ilkel bir acıdır, yaban bir ağrıdır. Gelir ve içimizdeki o çok eski bir şeye dokunur. Sonra bir perde açılır ve yolculuk başlar. Bu yolculukta artık para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular yoktur. Aşkın kendi gerçekliği vardır sevgili. İnsan bir başka ışığa teslim olur...

Aşkta yarın yoktur sevgili. Zaman ileri doğru değil, içeri, yüreklere, derinlere doğru işlemeye başlar. İnsan korkusuz olur, daha derinden anlamaya başlar, bilgeleşir. Hiç bilmediği sezgileriyle buluşur. Yükü çok ağırdır, kendiyle buluşmuştur. Hem dışındadır dünyanın, hem de ta ortasında.

Hindistan'da Ganj Nehri'nin kıyısında yakılan yoksul adamın hissettikleri de onunladır, yitirdikleri de... New York'ta, bir sokakta, kartondan kulübesinde yaşayan kadının çıplak yalnızlığı da. Her şey onunladır, ona emanettir sanki, ama o, çıldırtıcı bir yalnızlık içindedir yine de...

Aşkın kültürlü olmakla, bilgili olmakla da ilgisi yoktur sevgili, kanımıza karışan ilkel acı, o yaban ağrıyla hiçbir kitabın yazmadığı hakikatlere daha yakınızdır, inan...

Kim demişti hatırlamıyorum, aşk varlığın değil, yokluğun acısıdır diye. Belki de bu yüzden ilk gençliğimde, o yoğun âşık olduğum yıllarda, gözüme uyku girmez, dudağımda bir ıslıkla bütün gece şehri, o karanlık, o hüzünlü sokakları dolaşır, insanları uykularından uyandırmak isterdim. Uyanıp, içimde derin bir sızıyla uyanan o derin sancının acısına ortak olsunlar diye...

Aşk çok eski bir şeydir sevgili. Onun içinden o çileli çocukluğumuz geçer. Sevdiğimiz insanların çocuklukları da... Oradan üvey anneler, eksik babalar, parasız yatılılar geçer. Ve sonra aşk bütün bunları alır, daha da eskilere gider, hep o ilkel acıya, o yaban ağrıya...

İnsan bazen nedensiz yere umutsuzluğa kapılır. Kimselere veremez sevgisini, kimselere kendini anlatamaz, evlere kapanır... Bazen denizler, kıyılar çeker insanı. İnsan bu kapılmayı anlayamaz, oysa çok eski bir yerde yaşanmasından korkulup vazgeçilmez aşkların sızısıdır bu. Bu sızı, bu yenilgi mevsimlerle yıllarla devredilir başka insanlara... Bir insanın yaptığı bir hatanın tüm insanlara yayılması gibi...

İşte şimdi biz de sevgili, ya olmadık zamanlarda umutsuzluğa kapılıp, soluğu evlerde alacağız, ya da denizler, kıyılar çekecek bizi. Nasıl biz başkalarının korkaklığını taşıyorsak, başkaları da bizim korkaklığımızı taşıyacak, yenilgimizi, umutsuzluğumuzu...

Birazdan sabah olacak... Para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular başlayacak... Bunlar varsa ve bizim için geçerliyse aşk yoktur ve hiç olmamıştır sevgili. Birbirimizi kandırmayalım...

Hadi güne hazırlan. Yaşadıklarımızı unutmaya çalış. Aşk bize güvenip verdiği büyüsünü, sırlarını, cesaretini, bilgeliğini ve o ilkel, o yaban ağrısını geri alacak. Bunlar olurken içimiz bir an çok üşüyecek, sonra geçecek...

Hadi, oyalanma birazdan yarın olacak...

Aşkta yarın yoktur sevgili...

Baloncu



Küçük çocuk, baloncuyu büyülenmiş gibi takip ederken şaşkınlığını gizleyemiyordu. Onu hayrete düşüren şey, "bizim eve bile sığmaz" dediği o güzelim balonların, adamı nasıl havaya kaldırmadığıydı.

Baloncu dinlenmek için durakladığında o da duruyor ve sonra yine takibe koyuluyordu. Bir ara adamın kendisine baktığını fark ederek ona doğru yaklaştı ve titrek bir sesle:
- Baloncu amca!... dedi. Biliyor musun, benim hiç balonum olmadı.

Adam, çocuğu şöyle bir süzdükten sonra:
- Paran var mı? diye sordu. Sen onu söyle.

- Bayramda vardı!. diye atıldı çocuk. Önümüzdeki bayramda yine olacak.

- Öyleyse o zaman gel!. dedi adam. Acelem yok, beklerim.

Küçük çocuk sessizce geri döndü. O âna kadar balonlardan ayıramadığı gözleri dolu dolu olmuş, yürümeye bile mecali kalmamıştı. Birkaç adım attıktan sonra onlara tekrar baktığında, gördüklerine inanamadı. Balonlar, her nasılsa adamın elinden kurtulmuş ve yol kenarındaki büyük bir akasya ağacının dallarına takılmıştı.

Çocuk, olup bitenleri hayretle seyrederken, baloncu ona dönüp:
- Küçüüük!. diye seslendi. Balonları ağaçtan kurtarırsan birini sana veririm.

Yapılan teklif, yavrucağın aklını başından almıştı. Kalbi sanki yerinden çıkacaktı. Ağacın altına doğru yöneldi ve ayakkabılarını aceleyle fırlatıp tırmanmaya başladı. Hedefine yaklaşırken duyduğu sevinç, bacaklarını kanatan akasya dikenlerinin acısını hissettirmiyordu. Balonlara güç bela ulaştığında, bir müddet onları seyretti ve dallara dolanan ipi çözerek baloncuya sarkıttı.

Ancak balonlardan biri gruptan kopmuş ve dalların arasına sıkışmıştı. Hemen yanında da dikenler vardı. Çocuk onu kurtarmaya çalışsa, bu dikenler onu patlatacaktı.

Balona hiç dokunmayıp aşağı indi ve baloncuya dönerek:
- Birini bana verecektiniz!.. dedi. Hangi balon o?..

Adam, elinin tersiyle burnunu silip:
- Seninki ağaçta kaldı ufaklık!.. dedi. Çıkıp alabilirsin.

Çocuk, bu sefer ayakta bile duramadı. Ve kaldırım kenarına oturup baloncunun uzaklaşmasını bekledikten sonra, dallar arasında parıldayan balonuna bakarak:
- Olsun!.. diye mırıldandı. Ağaç üstünde de olsa bir balonum var ya artık!

Aşkı Arayan Adam



"Dersini almış da ediyor ezber
Sürmeli gözleri sürmeyi n'eyler
Bu dert beni iflah etmez del'eyler
Benim dert çekecek dermanım mı var."

Kör bir kandil eşliğinde aşkı aramaya çıktı adam... Aşkı, ilk defa saçlarının uçlarındaki kavşakta aradı.Duraksız duraklarda beklemedi, aşk rüzgârını.Türkçe ayinli, naftalin kokulu aşklar alıyormuş aşk durağındaki eskici. Postmodern yalnızlık çeken aşklar kiralar masalcı nine. Sarışın ve kimliksiz kadehlerde kahkaha tufanı koparır taş plâklar.Aşkı, kavşakta aradı aşkı arayan adam...

Güneşin toplandığı gurup vakti aşkı, gurubun kızıllığında aradı.Nihavent bir sevda yağmuru okşardı saçlarını.O saçlara ulaşmak için kırmızı ışıkta bile sağına soluna bakmadan nihavent bir sevdanın notasına kürek çekti. Aşkı, nihavent bir sevda yağmuru altında aradı, aşkı arayan adam... Aşkı arayan adam; ne acının vergisini verdi ne de gülün haracını ödedi.Hele hele hüznü demirbaş defterinden düşmeye hiç yanaşmadı.Aşkı, mısralarda aradı aşkı arayan adam...

Sevgi; aşka secde edip, rükûya varınca; sevgi eriyip aşka karışınca aşkı aradı adam...

PirSultan'ın darağacındaki silüeti düştüğünde gebe güneşin yüzüne, aşkı aramaya çıktı adam.Kanla beslenen zorba yalnızlıklar sevginin ateşini süpürüyor darağacına. İdama koşar türküler. Ve PirSultan, tutuklu kalır bağlamanın perdelerinde. Son perde de aşkı idama hazırlar göğsündeki çığlıklarla. Rüzgâr, yağmurun ıslak tarafından ölümü taşır bayat idam ağacına.Aşkın perçemine kan sıçramış yağmurun ıslak tarafından.Aşkı, darağacında arıyor aşkı arayan adam...

Denizin susuzluktan dudakları çatladığı gün Halikarnas Balıkçısı ile 'Mavi Yolculuğa' aşkı aramaya çıktı adam...

Hiçbir alfabede olmayan seslerle, şiirin kalbini kırmayacak kelimelerle ulaşılacak aşk neredesin?Hangi cami avlusunda abdest alır, hangi katedralde günah çıkarırsın?Nerede olursan ol, seni ilk defa saçlarının uçlarındaki kavşakta aradım...

Aşk, aşkı arayan adama aşkını sunmak için karanlığın tortusunda senfoniler karıştırıyor...

Işıklar söner...

Kör bir kandil eşliğinde aşkın sürprizinden habersiz aşkı aramaya çıktı adam.
Aşkı arayan adam:
Tedirgin gecelerden
Kalp dışı aşk topluyor
Elleri pişkin
Yüreği demir eriten
Aşk topluyor,
Aşk arıyor.
Aşk öldü.
Çünkü
Bir sevgiyi
Yüreğinde tutmuştu bilmeden.
Aşkı arayan adam adına. Aşkı arayanlar adına.Kendi adıma. Ellerinden öperim aşk kokan hor gecenin.
Alevler şehrinden aşk yüklü bir gemi demir alır tutuklu bir şarkı eşliğinde. Bendeki tüm aşkları yaktılar sanıyorum.
Mısralar aşkı tamir ediyor.Aşk, yorulmuş mısralardan... Son...

Ama aşk henüz bitmedi...

Yıllar Geçse de



1942 yılında, soğuk bir kış gününde Nazi toplama kampının içinde genç bir asker, dikenli tellerin ardından genç bir kızın geçtiğini görür. Kız da aynı şekilde genci görünce heyecanlanır. Duygularını ifade etmek çabasıyla, çitin üzerinden kırmızı bir elma atar. Bu o şartlardaki bir asker için bir hayat, bir umut ve sevgi işareti anlamına gelmektedir ve mutlu olur. Genç adam, genç kızın uzattığı elmayı alır. Parlak bir ışık onun karanlığına değmiştir.

Ertesi gün, bu genç kızı yeniden görmeyi umut etmenin bile çılgınca olduğunu duşünmesine rağmen, çitin ötesine bakmaktan kendini alamaz. Dikenli tellerin öteki yanındaki genç kız ise, kendisini bu denli heyecanlandıran yüzü yeniden görmeyi arzular. Elinde elma ile koşarak çitin kenarına gelir. Tipi ve dondurucu havaya rağmen kız, elmayı dikenli tellerin üstünden uzattığında, kalbi birkez daha sıcak duygularla dolar.

Bu sahne birkaç gün boyunca tekrarlanır. Sadece bir an ve sadece birkaç kelime edebilmek için bile olsa birbirlerini görmek için sabırsızlanırlar. Bu anlık karşılaşmanın sonuncusunda, genç asker üzgün bir yüz ifadesi ve titreyen sesi ile;

- Yarın bana elma getirme, burada olmayacağım. Beni başka bir kampa gönderiyorlar" der ve geri dönüp vedalaşamayacak kadar buruk bir şekilde uzaklaşır.

O günden itibaren, kederli anlarında o tatlı kızın görüntüsü gözlerinde canlanır. Gözleri, sözleri, nezaketi, saflığı, utangaç yüz ifadesi... Genç adamın tüm ailesi savaşta ölmüştür. Tanıdığı hayat bütünüyle yok olmuş, sadece bu bir tek anı canlı kalarak kendisine umut vermeyi sürdürmüştü.

1957 yılında Amerika Birleşik Devletlerinde, her ikisi de göçmen olan, fakat birbirlerini tanımayan iki yetişkin, arkadaşları aracılığı ile tanışırlar.

- Savaş sırasında neredeydiniz? diye sorar kadın.

- Almanya da bir toplama kampındaydım diye yanıtlar adam.

Kadın tatlı bir tebessümle bir an uzaklara dalar ve daha sonra;

- Toplama kampındaki bir gence, elma attığımı anımsıyorum. Bir kaç gün hep aynı yerden çitin öteki yanındaki askerle konuşur, bakışırdık. Sonra o gitti... Ama ben o nu hiç unutamadım. Hep sevdim... Çok sevdim.

Adam şaşkınlıkla sorar;

Bir gün o genç sana "Artık elma getirme, çünki başka bir kampa gönderiliyorum" dedi mi?

Kadın iyice şaşırmış bir ses tonu ile:

- Evet. Ama siz bunu nereden biliyorsunuz? diye sorar.

Adam kadının gözlerinin içine bakarak;

O genç asker bendim. Yıllarca hep düşündüm, hep o güzel birkaç günün anısı ile doldurdum düşlerimi. Benimle Evlenir misin?

1996 Yılında Sevgililer Gününde, Oprah Vintfrey televizyon şovunun çekimlerinde, aynı adam kırk yıllık eşine duyduğu sevgiyi bir kez daha milyonlar önünde anlattı.

Gerçek Bir Aşk Öyküsü



Sabah uyandığında midesinde bir yanma hissetti. Yanmanın nedeni akşam yedikleri değil, uyanır uyanmaz bugün yapacaklarının aklına gelmesiydi. Bugün 2 yıldır götürmeye çalıştığı bir birlikteliği bitirecekti. Aslında bunu yapmakta geç bile kalmıştı. "Bitmeli" dedi içinden, "Her gün bu tatsız uyanış bitmeli." Genç adam bunları düşünürken suratı şekilden şekile giriyordu. Süratle giyinerek dışarı çıktı. Bugüne kadar hiç bekletmemişti onu, şimdi de bekletmemeliydi. İstanbul, soğuk ve yağmurlu bir Nisan ayı yaşıyordu. Genç adam gökyüzüne bakarak iç geçirdi; "Bulutlar bizim yaşayacaklarımızı biliyor, onlar bile ağlıyor halimize..."

Artık Kadıköy iskelesindeydi. Birkaç dakikalık beklemeden sonra karşıdan kız arkadaşının geldiğini gördü. Şimdi midesindeki ağrı daha da artmıştı. Beşiktaş'a geçtiler. Yolculuk sırasında hiç konuşmadılar. Genç kız, sevgilisinin bu durgunluğuna anlam verememişti. Nereden bilecekti bugün ayrılık çanlarının çalacağını... Beşiktaş'a geldiklerinde bir cafede oturdular. Genç kız anlamıştı sevgilisinin kendine bir şey söylemek istediğini. "Bana bir şey mi söylemek istiyorsun?" diye sordu. Genç adam, gözlerini kaçırarak "Evet" dedi. Genç kız heyecanlanmıştı, biraz da sinirlenerek "Söylesene, ne diye bekliyorsun" dedi. Genç adam içini çektikten sonra "Sence biz nereye kadar gideceğiz?" diye sordu. Genç kız, "Bunu sorma gereğini niye duydun?" diye yanıt verdi. Genç adam söze başladı. "Birkaç ay önce akşam 23:00 sana telefon açıp senin için yazdığım şiiri okumak istemiştim. Sen bana "Sırası mı şimdi canım yaa, işin gücün yok mu"demiştin. Biliyor musun o an nakavt olan bir boksör gibi hissettim kendimi. Özür dileyip telefonu kapatmıştım. Daha sonra bu şiiri benden hiç istememiştin. Geçenlere hasta olup yataklara düştüğümde arkadaşlarımla birlikte sen de gelmiş, Meral'in "Sen şanslısın, sevgilin sana bakar" sözüne 'İşim yok da sana mı bakacağım annen baksın' demiştin. Hatırladın mı?"

Genç kız, "Biliyorsun ben duygusallığı sevmiyorum. Hem hasta bakıcı gibi göründüğümü kimse söyleyemez" diye yanıtladı. Genç adam güldü, "Evet canım haklısın. Zaten olmak istesen de bu kalbi taşıdığın sürece hasta bakıcı, hemşire falan olamazsın."

Genç adam devam etti... "Bana şimdiye kadar kaç kere sabahın erken saatlerinde güzel sözcüklerden oluşan bir mesaj çektin? Hiç... Hatta günün hiçbir saatinde çekmedin. Duygusallığı sevmeyebilirsin. Ama sen seni seven insanları da mutlu etmeyi sevmiyorsun. Halbuki ben senin tam tersine kendimden çok insanları mutlu etmeyi seviyorum. Seni tanıdığımdan beri her sabah, her akşam, her gece yani seni andığım her saat tatlı bir mesajım vardı senin için biliyor musun? Seninle ben akla kara gibiyiz" Genç kız anlamıştı, "Yani ne istiyorsun benden şair olmamı mı?" Genç adam tekrar gülümsedi içinden. Dün gece verdiği ayrılık kararının ne kadar doğru olduğunu düşündü. "Hayır" dedi. "Şair olmanı istemiyorum. Olamazsın da... Biz ayrılmalıyız. Ayrılırsak ikimiz için de en hayırlısı bu olacak."
Genç kız şaşırmıştı, "Neden ama? Ben seni seviyorum. Senin de sevdiğini sanıyordum.". Genç adam iç çekerek "Hayır canım, sen beni sevdiğini sanıyorsun. Eğer beni sevseydin şimdi başka şeyler konuşuyor olurduk" dedi.

Genç kızın gözleri yaşarmıştı. Genç adam cebinden çıkarttığı mendili uzattı, genç kız gözyaşlarını silerek "Sen bilirsin, umarım beni bir başkası için bırakmıyorsundur..." dedi.
Genç adam "Nasıl böyle bir şey düşünürsün, senden başka kimse olmadı ve uzun zamanda olacağını sanmıyorum" yanıtını verdi. Genç adam ve genç kız sevgili olarak oturdukları masada artık iki yabancıydı. Bir kaç dakika sessizce oturduktan sonra Genç kız, "Kalkalım istersen" dedi. Genç adam "Ben biraz daha burada kalmak istyorum, istersen sen kalkabilirsin" diye yanıtladı. Genç kız "Tamam o zaman sana mutluluklar dilerim" diyerek elini uzattı. Genç kızın sesi ve eli titriyordu. Genç adam, "İstersen arkadaş kalabiliriz" dedi. Birbirlerine son kez sarıldılar.

Genç adam doğru yaptığına inanıyordu. Eve döndüğünde yürümekten bitap bir haldeydi. Odasına girdi. Gece bitmek bilmiyordu. Sabah erken kalkıp işe gidecekti, uyumalıydı. Bir kaç saat sonra uykuya dalmayı başardı. Sabah 7'de saatin ziliyle uyandı. Evden çıkacağı sırada cep telefonuna baktı, mesaj ve 10 cevapsız arama vardı. Yorgun olduğu içn duymamıştı telefonun sesini. Aramalar ve mesaj sevgilisindendi. Heyecanla mesajı açtı, şunlar yazıyordu:

"Sadece onları sevmeyi sevdim
Hepsini onlarsız yaşadım da
Bir seni sensiz yaşayamıyorum
Bu aşkı tek kalpte taşıyamıyorum
Sana yemin güzel gözlüm bir tek seni sevdim
Ve seni severek öleceğim, elveda birtanem..."

Genç adam şaşırmıştı. Onu tanıdığı günden beri ilk defa şiir alıyordu ve üstelik sabahın beşinde yazmıştı. Heyecanla onu aradı, telefonu yabancı bir ses açtı. Genç adam "Nalan'la görüşebilir miyim?" dedi. Ama karşıdaki ağlıyordu, hıçkıra hıçkıra hem de... "Ben onun annesiyim yavrum, kızım bu sabah intihar etti. Gece sabaha kadar birilerini arayıp durdu. Sabah odasının ışığını sönmemiş görünce girdim. Yavrum kendini asmıştı..."

Genç adam beyninden vurulmuşa döndü. Bir gün önceki mide ağrısının iki katını çekiyordu şimdi. Olduğu yere yığılıp kaldı. Birkaç ay sonra iki doktor konuşuyordu hastanede.. Doktorlardan biri diğerine karşıdaki hastanın durumunu soruyordu. Doktor yanıt verdi... "Haaa o mu? Üç ay önce getirdiler. Kendisi yüzünden bir kız intihar etmiş. O günden sonra cep telefonunu elinden hiç bırakmamış. Devamlı bir şeyler yazıp birine yolluyor. Geçenlerde merak ettim. O uyurken gönderdiğ numarayı aradım. Numara 3 ay önce iptal edilmiş. Gelen mesajlarda bir şiir var. Bu adam duygusal mı bilmem ama benim anladığım kadarıyla şiiri yazan çok duygusal biriymiş..."

Aşk Ebruli



Gerçek bir Aşk Mektubundan alıntıdır :

"Içime doğdun birden..
Yüreğime düştün..
Damladın yüreğinden yüreğime.
Az önce..
Az önceydi..

Aslında hep korkardım;
Bir gün, bir yıldız kayarken, ya ben, ona yetişemezsem veya dileğimi unutursam, ya da dileyecek bir düşüm yokken, bir yıldız kayarsa diye... Ama, senken dileğim, seni dilemişken,
Bir yıldız tuttum, bir dilek kaydı.. Bir kumsal düşledim o an, ve bir aşk çizdim... Aşkın, ebruli yürek kumsalı...

Sular, zülaliyle habire vuruyor kıyıya... Her vuruşta da, bir parça yontup götürüyor kayalardan... Kayalar eksiliyor...
Yüreğimizin kayaları eksilen...aşınan... Direngenleştirmek için, ne acılar, ne sevinçler kattığımız yürek kayalarımız, aşınmakta olan... Korunaksız kalıyoruz adeta.. Ama, kumsala vuran her dalga , yığınlarla da, kum tanesi getiriyor beraberinde... Çoğalıyoruz... Yüreğimizin kayalarından ufalanan parçaların taneleri belki de, geri dönenlerden bazıları... Belki de, onarmak için, bu geri geliş..
Ebruli kumsalda, ışıltılı, sedefli kum parçacıklarının kristalinde bir onarış... Doğanın yıkıp yapıcılığı sanki bu...
Ve yüreğin sularının sarışı, sevdiklerini.. eksiltmelerden çok, çoğaltmalar için, yürek kumsalını.... Suyu kumdan, kumu kumsaldan, kumsalı sudan ayırabilmek mümkün mü zaten...??

Seviyorum o halde seni...

Sonra, bir yürek düşündüm ve bir çadır örüldü düşlerimin önünde, gördüm... Bir koza gibi örüldü... Yüreğin çadırı...
Kumsalın tam ortasında... İçinde, sakınıp saklanılan sevgiler, düşler, umutlar, sevgililer... Aşk bir kumsalsa diye düşündüm, yürek onun çadırı olsa gerek... Yüreğin çadırına girdi mi insan, en güvenli ve en güzel yerindedir evrenin ve o evrendeki kendisinin... Çünkü ne kadar kendimizsek, ne kadar yüreğimizceysek ve ne kadar yüreğimizdensek, mutlu olur ve mutlu ederiz.... Kendinden uzağa düştü mü insan, arar durur, yollara düşer, kendinin izini sürer... İz ize eklenir, ama bitmez yol, varılmaz menzile bir türlü... Oysa insan, yüreğinin çadırında olsa hep ..olabilse.. Kavlar dolusu mutluluk meyleri sunacaktır sakiler... Aşk şiir olduğunda, kelimeleri bahar olacaktır çadırın... Bir yaprak titreyişinde, keman notaları gibi, aşka esecektir yürek.. Bilinmez bir iklimde, bir beşinci mevsim valsinde uzanacaktır eller birbirine, yürek yüreğe...

Camdan deniz kabuklarının, yüreğime batışının acısıyla irkildim bir anda.. Özlem, kömür parçaları arasındaki bir cam kırığıdır ya sanki, parlar durur kara tozlar arasında... O parladıkça, acır canımız, acıdıkça canımız , daha çok severiz. Acıttığı kadar, değerlidir birşeyler bence...birşeyleri değerli kılan, anlamlı kılan acısallığının yoğunluğudur,
bizi mutlu eden şeylere pek değer vermiyoruz sanki... Ve aşk, bu sebeple bunca değerli ve tatlı geliyor olmalı... Aşkı tatlı yapan da, bu acı yanının çokluğudur aslında.. Aşkın çoğu acıdır zaten.... Canım acıdıkça ve cam kırıkları özlemini kanattıkça, özlüyorum seni.... Sözler gönlün ortasında oturur, aşk sözün ortasında... Mutluluk uçuruma ses atmaktır... ve yürek o sesi tutar.... Ben, aşkın sesini, attım uçuruma ve yüreğin, yüreğimin ortasında tuttu o sesi...
SeS bizim artık, gönlümüzün ortasında...

Peki ya bir gün gelir de, özlemezsem seni, özlemezsen beni, biterse aşkın yüreğimdeki acıtmaları...?
O zaman, bir uçurtmadan inip, bir gemiye mi bineceğiz dersin..?
Usul usul ilerleyen bir gemi..Ve bir limana mı varacağız..?
Limanın dingin ve güvenli sularına mı sığınacak aşkın sevgi çocuğu..?
Aşk uçurtmada mı kalacak...?

Aşk bir kumsalsa, yürek çadırıdır onun...
Martılar elleri..
Deniz fenerleri gözleridir..
Ebruli, rengidir sularının..
Sular sözleridir, yıldızlara yansıdıkça..
Deniz kabukları özlemidir..
Kumlarsa düşleridir aşkın..
Aşk ebrulidir..

Bu mektup, masalımızın sokaklarından ebruli bir uçurtmadır, sana uçurduğum, seninle uçurduğum.. Ipsiz bir uçurtma... Seni seviyorum demek için, daima...

Yeniden ve yine Merhaba...."

Seni Anlatmamı İsteselerdi



Benden, seni anlatmamı isteselerdi, bir yürek anlatırdım içinde koskacaman bir dünya, dünyada kocaman bir fener ve sevgi yolu aydınlatan.


Deselerdi yaz onu; yazardım en güzel şiirleri dilsiz istekleri dipsiz kuyu sarınçlarında yuvarlanan aşkları. Yazardım parmaklarım morarıncaya kadar yazardım, yüreğim yorulup duruluncaya kadar.


Deselerdi çiz onu; çizerdim dünyayı, dünya her tarafı yedi veren gülleri yedi renk açan en mevsimsiz çiçeklerin açtığı nakışlı oyalı özenli bir dünya ve korkardım kendi çizdiğim dünyaya dokunmaya, korkardım çiçeklerin yaprakların solmasından.


Deselerdi kim O ?
O derdim O işte yüreğinde deryaları taşıyıpta tek bir dünyalıya konuşamayan, o sınırsız sevgi deryasında yelken açıp giderken sevgisini utangaç kişiliğine gömen biri idi.


Ve O derdim ;
Beni sabahlara kadar kendisini düşünmek zorunda bırakan insafsız biri O konuşsa yüreğindeki allı tebessümlerde kaybolurdum, konuşsa yanmadan yıkılmadan söndürürdü beni derdim. Sigaram kadar tiryakisi olduğum içkim kadar başımı döndüren, görmediğim kadar özlediğim, özlediğim kadar dokunamadığım, dokunamadığım kadar ürkek...


Ve O derdim ;
Yaşayıpta yitirdiğim değil yaşamayıpta bilmek istediğim, konuşmasını beklediğim kızıl dudaklarına hasretlendiğim hasreti ile eridiğim, yanımda iken bile özlediğim gittiği yolu kıskandığım aydınlık günlerimi aradığım.


O derdim...

Kırlangıç



Günlerden bir gün, Kırlangıcın bir adama aşık olmuş.

Adamın penceresine konup şöyle demiş:
"Ben seni çok seviyorum. Lütfen pencereyi açıp beni içeri al da birlikte yaşayalım".

Adam cevap vermiş:
"Olmaz öyle şey. Sen bir kuşsun. Bir kuş, bir adama aşık olur mu?".

Kırlangıç bir süre sonra tekrar gelmiş:
"Lütfen pencereyi açıp beni içeri al. Birlikte yaşarız. Hem ben sana dost olurum. Hiç canın sıkılmaz. Birlikte yaşar gideriz"

Adam yine "Olmaz alamam... Git başımdan" diye cevap vermiş.

Zaman geçmiş... Sonbahar yaklaşmış... Kırlangıç üçüncü ve son defa penceresinin önüne konup adama tekrar şöyle demiş:
"Lütfen beni içeri al. Artık soğuklar da başladı. Dışarıda kalamam. Biliyorsun ben sadece sıcak havalarda yaşayabilirim. Beni içeri almazsan başka sıcak ülkelere gitmek zorunda kalırım. Lütfen beni içeri al da burada kalayım. Birlikte yemek yer, omuzuna konar, seni neşelendirir, sana yarenlik ederim. Hem sen de benim gibi yalnızsın..."

Adamsa: "Derhal git başımdan. Ben yalnız kalabilirim" demiş ve kuşu kovmuş. Adam, kırlangıç uzaklara gittikten sonra düşünmüş: "Ben ne akılsız bir adamım... Niye kırlangıçla birlikte kalmayı kabul etmedim? Ne güzel olurdu, yalnızlığıma ortak olurdu..."

Adam pişman olmuş ama iş işten geçmiş. Kendi kendine "Nasılsa sıcaklar başlayınca kırlangıcım yine gelir, ben de onu içeri alırım. Birlikte mutlu bir hayat süreriz" demiş. Ve penceresini sonuna kadar açıp beklemeye başlamış. Yaz gelince kırlangıçlar da dönmeye başlamış. Ama onun kırlangıcı gelmemiş.

Yazın sonuna kadar penceresini hiç kapatmadan beklemiş ama boşuna... Kırlangıç yokmuş... Dönen Kırlangıçların birine sormuş onu. O da "Ne zaman gördün onu en son?" diye sorunca adam, "Sonbahara girerken, yaklaşık 5 - 6 ay oluyor" diye karşılık vermiş. Kırlangıç durumu anlamış ve de adama demiş ki : "Boşuna bekleme, sen bilmez misin ki Kırlangıçların Ömrü zaten 6 aydır".

Bir Garip Bülbül



Çok eski zamanlarda birgün bir delikanlı varmış... Bu delikanlı çok zengin bir ailenin kızına aşık olmuş.Ama kız delikanlı fakir diye ona yüz vermiyormuş. Genç,bir yılbaşı gecesi bütün cesaretini toplamış ve kızı yılbaşı gecesi balosuna davet etmek için evine gitmiş. Kapıyı genç kız açmış.Kıza, kendisini yılbaşı gecesi balosuna davet etmeye geldiğini birlikte dans etmek istediğini söylemiş.Kız kabul etmiş ama bir şartı varmış. Ondan balo için diktirdiği elbisesinin yakasına takmak için kırmızı bir gül istemiş.

Delikanlı sevinerek oradan ayrılmış.Hemen kızın istediği kırmızı gülü aramaya baslamış. Ama mevsimlerden kış olduğunu ve bu mevsimde bir gül bulamayacağını hiç düşünmemiş. Bütün çiçekçileri dolaşmış ama herkes ona kış mevsiminde gül arıyor diye deli gözüyle bakıyorlarmış. Genç çok üzgün bir şekilde evinin yolunu tutmuş. Evine girerken bahçe de henüz açmamış bir gül dalı görmüş ama üzerinde sadece dikenler varmış. Gözlerinden bir damla yaş süzülmüş.O sırada delikanlının bahçesine bir bülbül gelmiş. Delikanlının ağladığını gören bülbül buna çok üzülmüş. Sabaha kadar gül dalının başında bildiği en güzel şarkıları söylemiş bülbül. Bülbülün güzel sesinden etkilenen gül dalı sabaha doğru beyaz bir gül açmış. Oysa ki genç kırmızı bir gül istiyormuş.

Beyaz bir gülün açtığını gören bülbül göğsünü dikenlerden birine batırarak kanının akmasını sağlamış. Bülbülün göğsünden akan kanla beyaz gül kırmızı güle dönüşmüş. Sabah bahcesinde kırmızı bir gül açtıgını gören genç gülü alarak kızın evine gitmiş ve kızın kapısını çalmış.Kapıyı yine kız açmış. Kızın yeni elbisesinin yakasına altından yapılmış bir gül taktığını görmüş. Kıza istediği kırmızı gülü getirdiğini baloya birlikte gidip dans edeceklerini hatırlatmış.

Oysa ki genç kız baloya kuyumcu bir gençle gideceğini, yakasınada altından yapılmış bir gül taktığını söylemiş ve kapıyı kapatmış.Delikanlı çok üzgün bir şekilde oradan ayrılmış. Gözlerinden durmak bilmeyen yaşlar süzülüyormuş. Caddeden karşıya geçerken elindeki kırmızı gül yere düşmüş, çamurlu ve karlı yolda arabaların altında ezilen gül kaybolup gitmiş. Genç üzgün bir şekilde evine dönerken bahcesinde gül dalının yanında yerde yatan bir şey görmüş.Hemen yanına gitmiş.Yerde gördüğü bir hiç uğruna canını veren fedakar bülbülmüş.

Çocuğun Meleği



Bir zamanlar dünyaya gelmeye hazırlanan bir çocuk,Yaratıcısına sormuş:
-Kısa bir süre sonra beni dünyaya göndereceğini söylediler,fakat ben o kadar küçük ve güçsüzüm ki orada nasıl yaşayacağımı bilemiyorum!


-Tüm meleklerin arasından bir tanesini senin için seçtim.O,seni bekliyor.Meleğin sana her gün şarkılar söyleyecek ve sana gülümseyecek,böylece sen onun sevgisini her zaman üzerinde hissedecek ve mutlu olacaksın.


-Peki!İnsanlar bir şey söylediklerinde dillerini bilmeden söylenenleri nasıl anlayacağım?


-Meleğin sana dünyada duyabileceğin en güzel,en tatlı sözcükleri söyleyecek,sana konuşmayı dikkatle ve saygıyla öğretecek.


-Dünyada kötü insanların olduğunu duydum.Beni onlardan kim koruyacak?


-Meleğin seni hayatı pahasına koruyacaktır,merak etme!


O sırada bir sessizlik olur ve dünyadan sesler gelmeye başlar.Çocuk gitmek üzere olduğunu anlar ve son bir soru daha sorar:
-Eğer gitmek üzere isem lütfen söyler misin,benim meleğimin adı nedir?


-Meleğinin adının önemi yok. Sen ona ANNE diyeceksin.

Mutluluk Borcu



Adam genç kadına seslendi :
"Bana gözyaşı borcun var".

Genç kadın sordu:
"Nasıl ödeyebilirim?"

Adam gözlerini kırptı:
"Hadi gülümse".

Gülümsedi genç kadın. Adam cebinden mendili çıkarıp, borcunu sildi ve cebine koydu. İki tane beyaz gül vardı genç kadının elinde.İkisi de bahar kokuyordu. Biri ilkbahar,diğeri güz...

Adam seslendi yine:
"Bana mutluluk borcun var".

Genç kadın biraz mahcup,biraz şaşkın sordu:
"Nasıl ödememi istersin?"

Heyecanlandı adam:
"hadi yat dizlerime..."

Genç kadın,bi kedi uysallığında yattı dizlerine usulca. Adam şefkatle saçlarını okşamaya başladı kadının. Saçları güneşe ve yağmura hasret,hiç yaşanmamış baharlara benziyordu... Çaresizliğini ördü sıra sıra... Sonra saçının her teline mutluluk çığlıklarını bağladı adam... Yetmedi, gizli düğümler attı!.. Ağladı... Hava kararmak üzereydi, dışarda yağmur yağıyordu... Adam sürekli borç defterini kurcalıyordu.

Genç kadının gözlerinin içine baktı:
"Bana yürek borcun var".

Borcunun farkındaydı sanki geç kadın, şaşırmadı:
"Bunu nasıl ödeyebilirim?"

Adam kollarını uzattı:
"Hadi tut ellerimi".

Gül kokusu sinmiş ellerini uzattı genç kadın. Elleri öyle sıcaktı ki, eriyiverdi borcu avuçlarının içinde... Genç kadın gidiyordu...

Adam son kez seslendi:
"Bana can borcun var".

Kadın irkildi:
"Can mı?"

Sigarasından derin bir nefes çekti:
"Evet, evet. Can borcun var,sensizlik öldürüyor beni".

Sözler hoşuna gitmişti kadın:
"Peki bunu nasıl tahsil edeceksin?"

Adam biraz yaklaştı:
"Yum gözlerini".

İkisi de yumdu gözlerini... Masumca bir öpücük kondurdu kadının titreyen, ince dudaklarına... Bu ne şimdi diyerek, çattı kaşlarını genç kadın.adam pişmanlıkla mutluluk arasında gidip geldi kekeledi: "Hayat öpücüğüydü". Kısa bir sessizliğin ardından bu kez kadın öptü adamı şehvetle...

Adam şaşırdı:
"Ya senin yaptığın neydi?".

Genç kadın kapıya yöneldi:
"Veda öpücüğüydü".

Kalan borçlarına karşılık, yürek dolusu çaresizlik ve bi de beyaz gülleri masanın üzerine bırakıp gitti genç kadın...

Adam koştu peşinden,gülleri geri verdi kadına:
"Ne olur iyi bak umut çiçeklerime solmasınlar!!!" ve genç Kadın gülleri aldı.

Biraz Mutluluk



Jerry, çevresindekilerin çok sevdiği insanlardan biriydi. Keyfi her zaman yerindeydi. Her zaman söyleyecek olumlu bir şey bulurdu. Hatta bazen etrafındakileri çıldırtırdı bile.

Bu adam, bu halde bile nasıl iyimser olabiliyor? Birisi nasıl olduğunu sorsa; "Bomba gibiyim" diye yanıt verirdi hep...
"Bomba gibiyim."
Jerry bir doğal motivasyoncuydu...

Yanında çalışanlardan biri, o gün, kötü bir günündeyse, Jerry yanına koşar, duruma nasıl olumlu bakılacağını anlatırdı.

Bu tarzı fena halde düşündürüyordu beni... Bir gün Jerry'ye gittim. Anlayamıyorum dedim.. Nasıl olur da, her zaman, her koşulda bu kadar olumlu bir insan olabiliyorsun... Nasıl başarıyorsun bunu?

Her sabah kalktığımda kendi kendime Jerry bugün iki seçimin var:
Havan ya iyi olacak, ya kötü.. derim.

Havamın iyi olmasını seçerim. Kötü bir şey olduğunda gene iki seçimim var:
Kurban olmak, ya da ders almak.

Ben başıma gelen kötü şeylerden ders almayı seçerim. Birisi bana bir şeyden şikayete geldiğinde, gene iki seçimim var... Şikayetini kabul etmek ya da ona hayatın olumlu yanlarını
göstermek. Ben hayatın olumlu yanlarını seçerim.

Yok yahu, diye protesto ettim. Bu kadar kolay yani? Evet.. Kolay dedi Jerry.. Hayat seçimlerden ibarettir. Her durumda bir seçim vardır. Sen her durumda nasıl davranacağını seçersin. Sen insanların senin tavrından nasıl etkileneceklerini seçersin. Sen havanın, tavrının
iyi ya da kötü olmasını seçersin... Yani sen, hayatını nasıl yaşayacağını seçersin!..

Jerry'nin sözleri beni oldukça etkiledi. Onu, uzun yıllar görmedim. Ama, hayatımdaki talihsiz olaylara dövünmek yerine, seçim yapmayı tercih ettiğimde hep onu hatırladım.

Yıllar sonra, Jerry'nin başına çok tatsız bir şey geldi. Soygun için gelen hırsızlar, paniğe kapılıp, Jerry'yi delik deşik etmişler... Ameliyatı 18 saat sürmüş, haftalarca yoğun bakımda kalmış.
Taburcu edildiğinde, kurşunların bazıları hala vücudundaymış.

Ben onu, olaydan altı ay sonra gördüm. Nasılsın? diye sorduğumda, Bomba gibiyim dedi
Bomba gibi. Olay sırasında neler hissettin Jerry dedim. Yerde yatarken, iki seçimim var diye düşündüm... Ya yaşamayı seçecektim, ya ölümü.. Ben yaşamayı seçtim.

Korkmadın mı, şuurunu kaybetmedin mi ?
Ambülansla gelen sağlık görevlileri harika insanlardı. Bana hep İyileşeceksin merak etme dediler.
Ama acil servisin koridorlarında sedyemi hızla sürerlerken, doktorların ve hemşirelerin yüzündeki
ifadeyi görünce ilk defa korktum. Bu gözler bana; Bana adam ölmüş diyordu. Bir şeyler yapmazsam, biraz sonra ölü bir adam olacaktım gerçekten...

Ne yaptın? diye merakla sordum..
Kocaman bir hemşire yanıma yaklaştı ve bağırarak herhangi bir şeye alerjim olup olmadığını sordu...
Evet diye yanıt verdim.. Var.. Doktorlar ve hemşireler merakla sustular.. Derin bir nefes alarak kendimi toparladım ve bağırdım: Benim kurşunlara alerjim var !..

Doktorlar ve hemşireler gülmeye başladılar. Tekrar bağırdım... Ben yaşamayı seçtim. Beni bir canlı gibi ameliyat edin. Otopsi yapar gibi değil..

Jerry, sadece doktorların büyük ustalıkları sayesinde değil, kendi olumlu tavrının büyük
katkısı ile yaşadı. Yaşaması bana yeni ders oldu.

Hergün, hayatımızı dolu dolu yaşamayı seçme şansımız ve hakkımız olduğunu ondan öğrendim..
Ve her şeyin kendi seçimimize bağlı olduğunu..

Bu yazıyı okudunuz. Şimdi iki seçiminiz var:

1. Unutup gitmek.
2. Saklamak ve de bu yazıyı Dostlarınızla paylaşmak

Hayatımızdaki Büyük Taşlar



Bu hikaye Northwestern Üniversitesi iş idaresi Master Öğrencileri ile zaman yönetimi dersi Profesörü arasında geçer :

Profesör sınıfa girip karşısında duran, dünyanın en seçilmiş öğrencilerine kısa bir süre baktıktan sonra, Bugün Zaman Yönetimi konusunda deneyle karışık bir sınav yapacağız dedi. Kürsüye yürüdü, kürsünün altından kocaman bir kavanoz çıkarttı. Arkadan kürsünün altından bir düzine yumruk büyüklüğünde taş aldı ve taşları büyük bir dikkatle kavanozun içine yerleştirmeye başladı. Kavanozun daha başka taş almayacağına emin olduktan sonra öğrencilerine döndü ve bu kavanoz doldu mu? diye sordu. Öğrenciler hep bir ağızdan Doldu diye cevapladılar.

Profesör Öyle mi? dedi ve kürsünün altına eğilerek bir kova mıcır çıkarttı. Mıcırı kavanozun ağzından yavaş yavaş döktü. Sonra kavanozu sallayarak mıcırın taşların arasına yerleşmesini sağladı. Sonra öğrencilerine dönerek bir kez daha bu kavanoz doldu mu? diye sordu. Bir öğrenci dolmadı herhalde diye cevap verdi. Doğru dedi.

Profesör gene kürsünün altına eğilerek bir kova kum aldı ve yavaş yavaş tüm kum taneleri taşlarla mıcırların arasına nüfuz edene kadar döktü. Gene öğrencilerine döndü ve bu kavanoz doldu mu? diye sordu. Tüm sınıf bir ağızdan Hayır diye bağırdılar. Güzel dedi Profesör kürsünün altına eğilerek bir sürahi su aldı ve kavanoz ağzına kadar doluncaya dek suyu boşalttı. Sonra öğrencilerine dönerek bu deneyin amacı neydi diye sordu. Uyanık bir öğrenci hemen Zamanımız ne kadar dolu görünürse görünsün daha ayırabileceğimiz zamanımız mutlaka vardır diye atladı.

Hayır dedi Profesör, bu deneyin esas anlatmak istediği Eğer büyük taşları baştan yerleştirmezsen küçükler girdikten sonra büyükleri hiçbir zaman kavanozun içine koyamazsın gerçeğidir.

Öğrenciler şaşkınlık içinde birbirlerine bakarken Profesör devam etti; Nedir hayatınızdaki büyük taşlar? Çocuklarınız, eşiniz, sevdikleriniz, arkadaşlarınız, eğitiminiz, hayalleriniz, sağlığınız, bir eser yaratmak, başkalarına faydalı olmak, onlara bir şey öğretmek! Büyük taşlarınız belki bunlardan birisi, belki bir kaçı, belki hepsi. Bu akşam uykuya yatmadan önce iyice düşünün ve sizin büyük taşlarınız hangileridir iyi karar verin.
Bilin ki büyük taşlarınızı kavanoza ilk olarak yerleştirmezseniz hiçbir zaman bir daha koyamazsınız, o zaman da ne kendinize, ne de çalıştığınız kuruma, ne de ülkenize faydalı olursunuz. Bu da iyi bir iş adamı, gerçekte de iyi bir adam olamayacağınızı gösterir.

Çiçeğin Suya Aşkı



Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar. İlk önceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder birliktelikleri, tabii zaman lâzımdır birbirlerini tanımak için. Gel zaman, git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan içi içine sığmaz artık ve anlar ki, su'ya aşık olmuştur. İlk kez aşık olan çiçek, etrafa kokular saçar, "Sırf senin hatırın için ey su" diye... Öyle zaman gelir ki, artık su da içinde çiçeğe karşı birşeyler hissetmeye başlamıştır. Zanneder ki, çiçeğe aşıktır ama su da ilk defa aşık oluyordur.


Günler ve aylar birbirini kovalalar ve çiçek acaba "Su beni seviyor mu?" diye düşünmeye başlar. Çünkü su, pek ilgilenmez çiçekle... Halbuki çiçek, alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz. Çiçek, suya "Seni seviyorum der. Su, "Ben de seni seviyorum" der. Aradan zaman geçer ve çiçek yine "Seni seviyorum" der. Su, yine "Ben de" der. Çiçek, sabırlıdır. Bekler, bekler, bekler... Artık öyle bir duruma gelir ki, çiçek koku saçamaz etrafa ve son kez suya "Seni seviyorum." der. Su da ona "Söyledim ya ben de seni seviyorum." der ve gün gelir çiçek yataklara düşer.


Hastalanmıştır çiçek artık. Rengi solmuş, çehresi sararmıştır çiçeğin. Yataklardadır artık çiçek. Su da başında bekler çiçeğin, yardımcı olmak için sevdiğine... Bellidir ki artık çiçek ölecektir ve son kez zorlukla başını döndürerek çiçek, suya der ki; "Seni ben, gerçekten seviyorum." Çok hüzünlenir su bu durum karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır nedir sorun diye...


Doktor gelir ve muayene eder çiçeği. Sonra şöyle der doktor: "Hastanın durumu ümitsiz artık elimizden birşey gelmez." Su, merak eder, sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık nedir diye ve sorar doktora. Doktor, şöyle bir bakar suya ve der ki: "Çiçeğin bir hastalığı yok dostum... Bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için" der.


Ve anlamıştır artık su, sevgiliye sadece "Seni seviyorum" demek yetmemektedir.

Bir Dosta Aşk



Fırtınalı bir hayatın ortasında birleştik. Sen, kendine yakın bulduğun insanların sana yaptığı hatalardan şikayet ediyordun., bense uzun yıllar acısını çektiğim bir aşkın yaralarını sarmaya çalışıyordum.


İyi birer dosttuk, her şeyi paylaşır olmuştuk. Bu yakınlaşmamızın kısa bir sürede olmasına rağmen zamanım öyle tatlı, öyle güzle geçiyordu ki ben içimdeki kıpırdanmalardan habersizdim.


Sanki rüyadaydım, gözlerimi açtığımda dostluğun yerini aşk almıştı. Kendimi tutamamıştım işte. Duygularıma hakim olamamıştım. Sen benim aşkım, bense senin dostundum artık. Sana aşık olduğumdan habersizdin. İçimdeki volkan öyle taşmıştı ki patlamak için sabırsızlanıyordu.


Sonunda o gün gelip çatmıştı. Bütün duygularımı bütün hislerimi açıklamıştım ben sana. Sense bana sadece şaşkın bir ifadeyle bunların yalan ve şakadan ibaret olması için yalvarmıştın.


Bende sana bunların ne şaka ne de yalan olduğunu üstüne basa basa vurgulamıştım. İçim rahatlamıştı. Çünkü bir insana '' seni seviyorum '' demek kolay bir iş değildi. Yürek isterdi. Ben bu işi becerememiştim ama sonucuna da katlanmak elimde değildi. Çünkü asıl olan benim için bugündü ve ben bugün sana söylemem gereken şeyleri yarına bırakmamıştım. Yarın böyle bir fırsatın elime geçeceğini düşünerek bütün her şeyi açıklamıştım.


Dünya fani her an her şey olabilir bizim dünyamızda... Şimdi içim çok rahat ama bir o kadar da huzursuzum. Çünkü bunları sana anlatınca suçlu ben oldum. Şimdi o eski günleri arıyorum, hiç sebepsiz, ani ayrılışın şokunu üzerimden atamamamın sonucundandır. Ve zaman eskiden öyle güzel öyle tatlı geçerken şimdilerde, bin bir azap bin bir acıyla geçiyor.


O günün üstünden çok zaman geçti. Şimdi ben senden benim olmanı değil bana biraz hak vermeni istiyorum. Bana duyduğun nefreti duygularımın üstünden çekmen için yalvarıyorum. Bana ne kadar kızsan ne kadar nefret etsen de ben seni yine de seviyorum. Duydun değil mi? Seni seviyorum.

Söylenmemiş Aşklar



Daha henüz 18 yaşındaydı ama hayatının sonundaydı. Tedavisi mümkün olmayan ölümcül bir kansere yakalanmıştı. Kahır içinde eve kapatmıştı kendini...Sokağa çıkmıyordu. Annesi, bir de kendisi. O kadardı bütün hayatı... Bir gün fena halde sıkıldı, dayanamadı, attı kendini sokağa...Bir yığın vitrin önünden geçti, tam bir CD satan dükkânı da geride bırakmıştı ki, bir an durdu, geri döndü, kapıdan içeri, gözüne hayal meyal takılan genç kıza bir daha baktı. Kendi yaşlarında harika bir genç kızdı tezgahtar... Hani,ilk bakışta aşk derler ya, öyle takılıp kalmıştı işte... İçeri girdi. Kız, gülümseyerek koştu ona; "Size nasıl yardım edebilirim?" diye. Nasıl bir gülümsemeydi o...Hemen oracıkta sarılıp öpmek istedi kızı... Kekeledi, geveledi, sonra "Evet!" diyebildi. Rastgele birini işaret ederek; "Evet, şu CD'yi bana sarar mısınız?" dedi. Kız CD'yi aldı, içeri gitti, az sonra paketle geri geldi. Genç kızdan aldı paketi, çıktı dükkandan, evine döndü. Paketi açmadan dolabına attı... Ertesi sabah gene gitti aynı dükkâna...Gene bir CD gösterdi kıza, sardırdı, aldı eve getirdi, attı paketi dolaba gene açmadan...


Günler hep alınıp, sardırılan CD'lerle geçti. Kıza açılmaya bir türlü cesaret edemiyordu. Annesine açıldı sonunda...Annesi; "Git konuş oğlum, ne var bunda?" dedi. Ertesi sabah,bütün cesaretini topladı, erkenden dükkâna gitti. bir CD seçti. Kız gülerek aldı CD'yi, arkaya gitti paketlemeye. Kız içerdeyken bir kâğıda "Sizinle bir gece çıkabilir miyiz?" diye yazdı, altına telefon numarasını ekledi,notu kasanın yanına koydu gizlice. Sonra,paketini alıp kaçtı gene dükkândan... İki gün sonra evintelefonu çaldı... Anne açtı telefonu. Dükkândaki tezgahtar kızdı arayan. Delikanlıyı istedi, notunu yeni bulmuştu da... Anne ağlıyordu... "Duymadınız mı?" dedi. "Dün kaybettik oğlumu." Cenazeden birkaç gün sonra anne, oğlunun odasına girebildi sonunda. Ortalığa çeki düzen vermeliydi. Dolabı açtı, oraya atılmış bir yığın açılmamış paket gördü. Paketleri aldı, oğlunun yatağına oturdu ve bir tanesini açtı. İçinde bir CD vardı, bir de minik not..."Merhaba, sizi öyle tatlı buldum ki, daha yakından tanımak istiyorum. Bir akşam birlikte çıkalım mı?Sevgiler... Jacelyn "Anne, bir paketi daha açtı, onda da bir CD ve bir not vardı: "Siz gerçekten çok tatlı birisiniz, hadi beni bu gece davet edin, artık.Sevgiler...Jacelyn "


SEVDİĞİNİZİ BELLİ ETMEKTE VE SÖYLEMEKTE GEÇ KALMAYIN!

Hayatın Değeri



Acil servisteydim. Mesleğe yeni başlamanın heyecan ve zevkini yaşıyor, 'doktor bey' hitabına alışmaya çalışıyordum. Her büyük hastahanenin acil servisinde olduğu gibi, burada da nöbet hareketli geçiyordu. Tecrübeli uzman hekimlerin yanında, bana pek sorumluluk düşmüyordu. Ben sadece olup bitenleri dikkatlice izleyerek tecrübe kazanmaya çalışıyordum.
Saat gecenin bir buçuğuydu. İki bayan, kollarından tuttukları, 16-17 yaşlarında, esmer, topluca bir delikanlıyı hastahaneye getiriyordu.

Delikanlının babası olduğu anlaşılan bir bey arkalarından soluk soluğa geliyor, bir yandan da şöyle sesleniyordu:
-Kurtarın yavrumu, kurtarın çocuğumu!

Nöbetçi doktor, gecenin yorgunluğuyla gömüldüğü koltuğundan doğruldu. Bu arada hemşireler yeni gelenleri karşılıyordu. Ben doktorun yanında ayakta bekliyordum. Adam konuşmaya devam ediyordu:
-Doktor bey, oğlum intihar niyetiyle ilâç içmiş. Annesi fark edince, hemen getirdik.

-Aldığı ilâçlar yanınızda mı?

Adam, ceketinin ceplerinden hap kutularını çıkarıp doktora gösterdi.

-Şu haptan on beş-yirmi tane, şundan on kadar, şundan da üç-beş tane içmiş.

-Ne zaman içtiğini biliyor musunuz?

-İki saat kadar olmuş.

Doktor hap kutularını uzun uzun inceledikten sonra, bir delikanlıya, bir de kutulara baktı. Ardından kafasını sağa sola sallayıp yüzünü buruşturarak:
-Hımm! Yazık, çok yazık!

Aile endişe ve merak içinde, doktorun bir şeyler söylemesini bekliyor, ama doktordan ses çıkmıyordu. Bense, gencin midesini yıkayacağımızı düşünüyordum.

Kısa süren bir sessizlik, babanın sorusuyla bozuldu:
-Ne yapacağız doktor bey?

Doktorun yüzü gerginleşti. Bakışlarını ümitsizce kaldırdı. Dudaklarını ısırdı. Başını çaresizce sağa sola salladı. Elleriyle de çaresizlik işareti yaptı.

Ağzından dökülen son sözler, hasta ve yakınları için kurşun gibiydi.
-Üzgünüm! Yapılacak bir şey yok. Hem bu ilâçlar... Üstelik de geç kalmışsınız.

Ben göz ucuyla aileye baktım. Hepsinin gözleri fal taşı gibi açılmış, beti benzi atmıştı. Delikanlının yüzü korkuyla gerilmişti. Annesi ve kız kardeşinin desteğiyle ayakta zor duran delikanlı, birden doğrulup pür dikkat doktora baktı Doktorun ifadelerindeki kesinliği ve yüzündeki ciddiyeti görünce sarsıldı Dizlerinin bağı çözülmüşçesine kendini yere bıraktı Aile fertlerinin ayakta duracak mecalleri kalmamış olacak ki her biri bir kenara çöktü.

Baba ve anne bir şeyler mırıldanıyorlardı Uzun süren bir suskunluk ve şaşkınlıktan sonra:
- Ne olacak doktor bey Hiçbir şey yapamaz mısınız ?

-Artık çok geç. Bu durumda maalesef bir şey yapamayız. Yapsak da yararı olmaz Herhalde bir saate kadar hastayı kaybederiz. Gene de hastayı müşahede altına alalım.

Ben de en az aile kadar şaşırmıştım. Delikanlının yüzüne bakıyordum. Ölüm endişesi ve ümitsizlik, iliklerine kadar işlemiş gibiydi. Kendimce neler hissettiğini düşündüm. Ölüme bu kadar yaklaşmak gerçekten zor bir durum olmalıydı Hem insan bir saat sonra öleceğini bilse neler düşünür neler hisseder, neler yapardı? Aslında her birimizin, ölüme bir saat yaklaşacağı an gelmeyecek miydi? Hayatın karmaşa ve med-cezirleri arasında ölüm gerçeğini nasıl da atlıyor veya kendimize uzak görüyorduk. Şimdi bu delikanlı, geçmişini arkadaşlarını ailesini düşünüyor olmalıydı. Veya ölümden sonraki hayatı; yani bir saat sonrasını Belki de arkasından neler düşünüleceğini konuşulacağını... Halbuki ne kadar çok plânı vardı. Şimdi ise, o plânları düşünmek bir yana son saatini nasıl geçireceğine dair doğru düşünme melekesini bile kaybetmiş gibiydi. Diğer taraftan, hayat devam ediyordu. İçeride yatmakta olan bir hastanın yakınları doktora bir şeyler sorarken, sedye ile bir hasta daha getiriliyordu. O ara başka bir doktor kapıdan içeri giriyordu. Biliyorum, sohbet için geliyor. Az ötede, hemşirelerin küçük teybinden, bir arabesk parça yükseliyor: Batsın bu dünya Hayatla ölümün iç içeliği galiba bu diyorum kendi kendime.

Baba toparlandı. Yalvaran bir eda ile sorusunu tekrarladı:
-Hiçbir şey yapamaz mısınız doktor bey? Hiç mi ümit yok? İçeri yeni giren doktor, kaş göz işaretiyle ne olduğunu sordu.

Doktor ayağa kalkıp kesin bir ifade ile cevap verdi:
-İntihar girişimi doktor bey. Geç kalmışlar maalesef Durum da ciddi Yapılacak bir şey kalmamış Sonra raporunu tanzim ederiz.

Söylenenleri dikkatle dinleyen delikanlıyı ölüm gerçeği ile yüzleşmek ürkütmüştü. Pişmanlık duygusu içerisinde ve titrek bir sesle doktora'Kurtulmak için ne yapmak gerekiyorsa yapmaya hazırım. Ne olur doktor! Beni kurtarın, ölmek istemiyorum dedi. Doktor oralı bile olmadı. Ölüme bu kadar yakın bir kimseyi daha önce hiç görmemiştim. Üstelik çok da gençti. Hayalen morga gidip, gencin otopsisini düşünüyorum. Demek, karşımda duran bu diri beden birazdan ölecek, otopsi için açılacak ve biz bir rapor tanzim edip bırakacağız! Hayat ve ölüm... Yaşamak ve ölmek... Genç olmak, yaşlı olmak, hayatı anlamak, ölümü benimsemek... Hayatı ölüme bir girizgah olarak değerlendirebilmek... Ölüme her an hazır olmak... Veya kendini hazır hissetmek... Kısacası ölümü kuşanmak... Hayata ve ölüme anlam kazandırmak... Bir sürü düşünce beynime doluşuyor. Doktor oradan uzaklaştı. Ben de peşinden gittim.

Biraz acemilik kokan bir tavırla sordum:
-Doktor bey! Serumla bol mayi verip bir yandan da idrar söktürücülerle kanını temizleyemez miydik?

Doktor dönüp, gözlerimin içine baktı: Kardeşim görüyorsun, burada ayakta zor duran yaşlılar bile biraz daha hayatta kalmak için mücadele ederken, bu delikanlı daha on yedi yaşında ve intihara kalkışıyor. Ölmek istiyorsa, neden ona mâni olalım? Biraz isteği ile baş başa kalsın bakalım. Ölüm ne imiş, hayat ne imiş düşünsün! Yaşamanın değerini, ailesine ne kadar acı çektirdiğini fark etsin! Dahası Allah''ı hatırlasın; kul olmayı... Ölümü ve sonrasını da tabii ki...

Arkasından, beni bir kez daha şaşırtan bir kahkaha atıp şöyle dedi:
-Yoksa, sende mi inandın öleceğine?

-Ne yani, delikanlı ölmeyecek mi?

Gülerek, ilaç kutularını gösterdi. Elindekiler, vitamin hapı, öksürük kesici ve balgam sökücülerdi.

Bir Dalganın Özgürlüğü



Bir dalganın özgürlüğüydü senin aradığın. İstediğin kadar yükselmek sulardan, istediğin hızda hareket edebilmek yetisine sahip olabilmek.İstediğin gibi köpürebilmek, istediğin gibi sakinleşmek; içinden geldiğince yaşamak suyunun serinliğini. O an canın ne kadar kıvrılmak istiyorsa o kadar kıvrılmak, bükülüp uzanmak kendi gölgende, kendi oluşturduğun çizgide. İstediğini boğmak varlığının içinde, istediğini yaşatmak sırtında sürükleyerek herhangi bir sahile. Bencil olabilmek adına aklına eseni yapabilmek.

Yok mudur bu bencillik hastalığının sonu? Bilmiyor musun; senin özgürlüğünü sınırının, başkasının özgürlüğünün başladığı yerde sona erdiğini? Bilmez olur musun hiç? Biliyorsun da işine gelmiyor. Herhangi biri gibi olmanın rehavetini hatta tembelliğini yaşamak hoşuna gidiyor. Kendin gibi olmaktan duyduğun tedirginlik canını sıkıyor olmalı.

Dün akşam uğradığın sahilimdeki yosunları temizlemeye çalıştım bütün gece. Hoşuna mı gidiyor bu kadar çeri çöpü toplayıp sahilime vurmak. Geçmişin her dalından bir kıymık çıkarabilmek maharet mi sence? Geceler soğudu. Artık eskisi kadar da kuvvetli değilim ki. Eskiden sabaha kadar tüm sahilimi tertemiz ederdim; sabah ilk ışıklarıyla günün, tertemiz bir sahile vurabilesin diye. Artık içimden gelmiyor, içimden
gelse bile gücüm yetmiyor artık.

Geçenlerde iyi bir şeyler yapmışsın. Bir sürü deniz kaplumbağasını taşıyıp suya, yaşamalarını sağlamışsın. Ben o gece sahile gelemeyecek kadar yorgundum. Yatağımda sırt üstü bütün bir gece seni düşündüm. Ertesi sabah sahil tertemizdi. Kendi getirdiklerini kendin götürmüşsün bu sefer. Bensizlik yaramış sana. Kendin olmayı öğrenmek için bensiz kalman gerekiyormuş demek ki.

Bir iki gün önce kalbimin iskelesiyle senden bahsettik epeyce. Vura vura sularını; tahtadan ayaklarını çürüttüğün, neredeyse yıkılmak, buz gibi sulara gömülmek üzere olan iskelemle. O da bana bencilliğini anlattı durdu. Öyle yüksekten, öyle sert vurmuşsun ki son bir aydır, kalaslara her çarpışın yıkıma giden bir kırbaç gibiymiş. "Benden ne istiyor?" diye sordu. Bilmiyorum ki, bilmiyordum ki... Bırak onu benden bile ne istediğini hala anlayabilmiş değilim. Sadece bir bencillik
kokusu geliyor burnuma, güya özgürlük adına. Oysa ne vardı ki seni sıkan, bunaltan. Bazen rahatlık da batar insana. Hep daha fazlasını isterken var olanları da yitirirsin farkında olmadan. Dimyat'a pirinçe giderken evdeki bulgurdan da oluverirsin işte. Kendin gibi olmayı denemek yerine sana yapıştırılmaya, yafta edilmeye çalışılan kimlikleri benimser; bir süre sonra, aslında olmadığın bir hayal kahramanının kostümü içerisinde gezdiğini zannedersin. Aynaya baktığında dev görürsün kendini. Bir kabarsan tüm kum tanelerini bir saniyede boğabilecek
kocaman bir dalga.

Bir dalganın özgürlüğüydü senin aradığın. Şimdi özgürsün
işte.İstediğin sahile vurabileceğini sanıyorsun değil mi? Üzgünüm...
Dalgaları özgür zannederken rüzgarı hesaba katmadın...

Yaşama Dair



Günlerden bir gün kurbağaların yarışı varmış. Hedef, çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış. Kurbağalar da arkadaşlarını seyretmek için toplanmışlar. Yarış başlamış. Gerçekte seyirciler arasında hiç biri yarışmacıların kulenin tepesine çıkacağına inanmıyormuş.


Sadece şu sesler duyulabiliyormuş:
"Zavallılar"
"Hiçbir zaman başaramayacaklar!"


Yarışmaya başlayan kurbağalar kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar. içlerinden sadece bir tanesi inatla, yılmadan kuleye tırmanmaya çalışıyormuş.


Seyirciler bağırıyorlarmış:
"Zavallılar" Hiçbir zaman başaramayacaklar!...


Sonunda bir tanesi hariç, diğer kurbağaların hepsinin ümitleri kırılmış yarışı bırakmışlar. Ama kalan son kurbağa büyük bir gayret ile mücadele ederek kulenin tepesine çıkmayı başarmış.
Diğerleri hayret içinde bu işi nasıl başardığnı öğrenmek istemişler.


Bir kurbağa ona yaklaşmış, sormuş bu işi nasıl başardını diye. O anda farkına varmışlar ki... Kuleye çıkan kurbağa sağarmış!


OLUMSUZ DÜŞÜNEN İNSANLARI DUYMAYIN....
ONLAR KALBİNİZDEKİ ÜMİTLERİ ÇALARLAR!

Sevgiye Hasret



Küçük kız ,annesiyle yürürken birden durdu. Yağmur damlacıklarıyla ıslanan gözlüğünü çıkartarak baktığı şey, babasıyla birlikte bisiklette giden bir başka kız çocuğuydu. Bisikletin arka tarafındaki minder üzerine oturan kız, düşmemek için babasına sıkı sıkı sarılmış ve soğuktan pembeleşen yanaklarını onun sırtına dayamıştı. Adamın ara sıra yana dönerek söylediği sözler küçük kızı kıkır kıkır güldürüyordu.


Kaldırımdaki kız,bisikletin arkasından bakarken,annesi durumu farkedip:
-Evdekiler yetmiyormuş gibi gözün hala bisikletlerde,diye çıkıştı.Ama eğer beğendiysen,baban onu da aldırır.


Küçük kız yumuşak bir sesle:
-Bisiklete değil kıza bakmıştım,dedi.Babası,o vaziyette bile kendisiyle sohbet ediyor da...


Annesi,küçük kızı hiç duymamış gibiydi.Onun kürklerle çevrili şapkasını düzeltirken:
-Arkadaşların,bu havada bile okula yürüyerek geliyor,dedi.Halbuki baban,işe giderken de olsa birkaç dakikasını ayırıp seni mercedes'iyle getiriyor.


Kızın gözü yine bisikletteydi.Kadın,alaycı bir ifadeyle:
-İstersen baban da seni bisikletle getirsin,diye devam etti.Ne de güzel yakışır,öyle değil mi?


Küçük kız,inci taneleri gibi süzülen gözyaşlarını annesinden saklamaya çalışırken:
-Çok isterdim,diye cevap verdi. Belki de böylelikle, babama sarılırdım.

Hayata Hep Güzel Bakmak



Hastanenin bir koğuşunda üç kötürüm bulunuyordu. Bunlardan koğuşa ilk gelen pencerenin önüne, ikincisi ortaya, üçüncüsü ise kapı kenarına yatırılmıştı. Ortadaki hasta iyimser bir adam olduğu için neşeli konuşmalarıyla ötekileri de eğlendiriyor ve kederlerini azaltmaya çalışıyordu. Soğuk bir kış gecesi, pencerenin yanındaki hasta öldü. Onu kaldırdıktan sonra ortadaki hastayı pencerenin önüne, kapının yanındakini de ortaya yatırarak, boşalan yere yeni bir hasta getirdiler. Pencere önüne alınan iyimser adam, dışarıda gördüklerini arkadaşlarına anlatmaya başladı.


Yol kenarındaki parkı, dev çınar ağaçlarını, cıvıldaşan kuşları, işlerine koşan insanları, neşeli çocukları ve karşı dağlardaki çiçek dolu tarlaları uzun uzun anlatarak, çaresiz durumdaki arkadaşlarını rahatlatıyordu. Adam, kısa bir süre sonra, gelip geçenlere isimler takmaya başladı. Öteki hastalar, artık sabah işe gidenlerin, seyyar satıcıların ve akşam vakti yorun argın eve dönenlerin öykülerini dinleye dinleye, onları gözleri önünde canlandırabiliyorlardı.


Kısa süre sonra hastanenin ruha ağırlık veren havası dağılmış ve bi r türlü geçmek bilmeyen can sıkıcı saatleri tatlı öyküler doldurmuştu. Bir gün, ortadaki hastanın aklına bir fikir geldi. Eğer pencerenin önündeki hastaya birşey olursa oraya kendisi geçecek ve onun öykülerini dinlemektense, dışarıdaki renkli ve canlı yaşa m ı kendi gözleriyle görecekti. Bu düşünce, günlerce kafasında yer etti. Yattığı yerden hep bunu düşünüyor ve çareler araştırıyordu. Sonunda onu da buldu. Pencerenin önündeki hastaya bazen kalp krizleri geliyordu. Adam bu durumda komodinin üzerindeki ilacın a güçlükle uzanıyor ve odada hastabakıcı olmadığından ilacı kendisi alıyordu.


Bir gece, pencere önündeki hastaya yine bir kriz geldiğinde,
ortadaki hasta büyük bir gayretle doğrularak, onun ilacını
deviriverdi. Şişe yere düşmüş ve paramparça olmuştu. Ertesi sabah, pencerenin önündeki hastayı ölü buldular. Ve onu kaldırdıktan sonra, ortada yatan hastayı cam kenarına geçirdiler. Adam, göreceği manzaranın heyecanıyla dışarıya baktığında, beyninden vurulmuşa döndü. Pencerenin birkaç metre ötesinde, simsiyah bir duvardan başka hiçbir şey yoktu.

Denizcinin Aşkı



Oturduğu banktan kalktı, üzerindeki denizci üniformasını düzeltti ve şehrin büyük tren istasyonundaki insanları incelemeye koyuldu. Gözleri o kızı arıyordu, kalbini çok iyi bildiği, ama yüzünü hiç görmediği, yakasında gül olan o kızı. Ona olan ilgisi bundan on üç ay önce Florida'da bir kütüphanede başlamıştı. Raflardan aldığı bir kitabın içindeki yazıdan çok etkilenmişti. Kitaptan değil, sayfalardan birinin kenarında kurşun kalemle yazılmış minik notlardan.. Yumuşak el yazısı düşünceli bir ruhu ve insanın içine işleyen bir karakteri yansıtıyordu. Kitabın baş sayfasında, o kitabı en son okuyan kişinin ismini gördü: Bayan Hollis Maynell. Biraz zaman ve çaba sonunda adresini buldu. Bayan Maynell New York'ta yaşıyordu. Blanchard ona kendisini tanıtan ve mektup arkadaşı olmayı teklif eden bir mektup yazdı. Ertesi gün de İkinci Dünya Savaşı'na katılmak için Avrupa'ya doğru yola çıktı. Daha sonraki bir yıl bir ay boyunca birbirlerini mektuplarla tanıdılar. Her mektup kalplerine düşen bir sevgi tohumuydu sanki. Bir romantizm başlıyordu. Blanchard kızdan bir resmini istemişti, ama kız reddetti. Kendisini gerçekten önemsiyorsa nasıl göründüğünün ne önemi vardı?.Sonunda Blanchard'in Avrupa'dan dönüş günü geldi çattı. İlk buluşmalarını ayarladılar.. New York Tren İstasyonu'nda akşam saat tam 7'de."Beni tanıman için" diye yazmıştı kız mektubunda, "Ceketimin yakasında kırmızı bir gül takılı olacak".İşte saat tam 7'ydi ve Blanchard yüzünü daha önce hiç görmediği, ama kalbini sevdiği o kırmızı güllü kızı arıyordu.


Hikayenin gerisini Bay Blanchard'dan dinleyelim:

" Birden genç bir kızın bana doğru yürüdüğünü farkettim. İnce ve uzun boylu,dalgalı sarı saçları o güzel kulaklarının önünden omuzlarına düşmüş.. Çiçek rengi mavi gözlü. Dudaklarının ve çenesinin muntazam kıvrımları ve Kırmızı giysisiyle insana sanki Aşkı müjdeleyen bir kızdı. Ben de ona doğru yürümeye başladım. O kadar etkilenmiştim ki yakasında gül olup olmadığına bakmak aklıma bile gelmedi.Ona yaklaşınca, dudaklarında hafif bir gülümsemeyle bana 'Benimle aynı yöne mi gidiyorsun, denizci?' diye fısıldadı. Neredeyse kontrolsüz bir şekilde ona doğru bir adım daha attım, ve o anda Hollis Maynel'i gördüm. Kızın tam arkasında duruyordu. 40'ını çoktan geçmiş, grileşmeye başlamış saçlarını şapkasının altında toplamış.. Şişmana yakın, kısa boylu, kalın bilekli ayakları topuksuz ayakkabılara gömülmüş. Kafamı çevirdim,Kırmızı giysili kız hızla uzaklaşıyordu. Kendimi ikiye bölünmüş hissettim; arzularım kızı takip etmemi, ta içimden gelen bir istek ise ruhu bir yıldır bana eşlik eden kadınla kalmamı söylüyordu. İşte orada öylece duruyordu. Solgun, kırışık suratı kibar ve duygulu, gri gözleri sıcaktı. Çekinmedim. Beni tanımasını sağlayacak mavi deri ciltli kitabı ona doğru tuttum. Bu aşk olamazdı, ama, mutlaka değerli, belki aşktan da güzel, çoktan beri minnettar olduğum ve olacağım bir arkadaşlık gibi bir şey olabilirdi. Kadını selamladım, her ne kadar gizlemeye çalıştıysam da pek başaramadığım hayal kırıklığımı belli eden sesimle 'Ben Teğmen John Blanchard, siz de Bayan Maynell olmalısınız. Sizinle buluşabildiğim için çok mutluyum. Sizi yemeğe götürebilir miyim?' diye sordum. Kadının yüzüne bir gülümseme yayıldı: 'Neden bahsettiğini bilmiyorum delikanlı' dedi, ama şu az önce buradan geçen Kırmızı elbiseli kız bu kırmızı gülü yakama takmamı rica etti benden, ve eğer siz beni yemeğe davet edecek olursanız kendisinin sizi caddenin karşısındaki büyük restoranda beklediğini söylememi istedi. Dediğine göre bu bir çeşit sınavmış ..."

Deniz Yıldızı



Bir zamanlar yazılarını yazmak üzere okyanus sahiline giden aydın bir adam varmış. Çalışmaya başlamadan önce sahilde bir yürüyüş yaparmış. Bir gün sahilde yürürken plaja doğru baktığında dans eder gibi hareketler yapan bir insan görüntüsü görmüş. Başlayan güne dans eden biri olabileceğini düşünerek gülümsemiş ve ona yetişebilmek için adımlarını hızlandırmış. Yaklaştıkça bunun bir genç adam olduğunu ve dans etmediğini görmüş. Bir kaç adım koşuyor, yerden bir şey alıyor ve yumuşak bir hareketle okyanusa fırlatıyormuş.

Biraz daha yaklaşınca seslenmiş:
"Günaydın. Ne yapıyorsun böyle ?"

Genç adam durmuş, başını kaldırmış ve cevap vermiş :
"Okyanusa deniz yıldyzı atıyorum."

"Sanırım şöyle sormalıydım demiş Bilge adam... Neden okyanusa deniz yıldızı atıyorsun ?"

"Güneş çoktan yükseldi ve sular çekiliyor. Eğer onları suya atmazsam ölecekler."

"Ama delikanlı görmüyor musun ki kilometrelerce sahil var ve baştan aşağı deniz yıldızıyla dolu. Hiçbir şey fark etmez !"

Genç adam kibarca dinlemiş, eğilerek yerden bir deniz yıldızı daha almış ve dalgalanan denize doğru fırlatmış.
"Bunun için farketti."

Bu cevap bilgeyi şaşırtmış ne söyleyeceğini bilememiş. Geriye dönmüş, yazısının başına geçmek üzere kulübesine gitmiş. Gün boyunca birşeyler yazmaya çalışırken genç adamın görüntüsü gözünün önünden gitmemiş. Aklından çıkarmaya çalışmış, bir türlü olmamış. Nihayet akşama doğru farketmiş ki, bu gencin davranışının özünü kavrayamamış. Çünkü bu gencin asıl yaptığının; evrende bir gözlemci olmayı ve olup biteni gözlemeyi değil, evrende bir oyuncu olmayı ve fark yaratmayı seçmek olduğunu anlamış ve utanmış. O gece sıkıntı içinde yatmış. Sabah olduğunda bir şey yapması gerektiğini bilerek uyanmış. Yataktan kalkmış, giyinmiş, sahile inmiş ve o genci bulmuş. Ve bütün sabahı onunla okyanusa deniz yıldızı atarak geçirmiş.

Aşkın Gözü Kördür



Bundan çok uzun yıllar önce dünyada yaratılmadan , insanlar dünyaya ayak basmadan önce, iyi huylar ve kötü huylar ve kötü huylar ne yapacaklarını bilmez halde dolanıyorlarmış. Bir gün toplanmışlar ve her zamankinden daha sıkkın bir şekilde otururlarken, ''SAFLIK'' ortaya bir fikir atmış NEDEN SAKLAMBAÇ OYNAMIYORUZ? orda bulunan herkes de bu fikre sıcak bakmış ÇILGINLIK çılgın olduğun için bağırarak ortaya atılmış - Ben ebe olmak istiyorum. ben ebe olmak istiyorum... oradakilerin hiç biri çılgınlık kadar atak olmadığı için oldukları yerde kalakalmışlar.

ÇILGINLIK bir ağaca yaslanmış ve başlamış saymaya - bir iki üç... ÇILGINLIK saymaya başladıktan sonra iyi huylar ve kötü huylar saklanacak yerler aramaya başlamışlar. ŞEFKAT ayın boynuzunu asılmış. İHANET çöp yığınlarının içine girmiş SEVGİ bulutların arasına kıvrılmış YALAN bir taşın altına saklanacağını söylemiş ancak yine herkesi kandırıp gölün dibine saklanmış. TUTKU dünyanın merkezine girmiş PARA HIRSI bir çuvalın içine girerken çuvalı yırtmış ve ÇILGINLIK sayamaya devam etmiş -yetmiş dokuz seksen seksenbir...

AŞK ın dışında bütün iyi huylar ve kötü huylar saklanmışlar AŞK kararsız olduğun için bir türlü saklanacağını bilemiyormuş ÇILGINLIK doksan yediye gelmiş -doksan sekiz doksan dokuz ve yüz' e vardığında aşk sıçrayıp etraftaki güllerin arasına girmiş ve oraya saklanmış ÇILGINLIK bağırmış sağım solum sobe saklanmayan ebe demiş... arkasına döndüğünde ilk önce TEMBELLİĞİ görmüş. TEMBELLİK ayaktaymıs çünkü saklanacak enerjisi yokmuş ÇILGINLIK sonra ŞEFKATİ ayın boynuzunda görmüş ve İHANETİ çöplerin arasında,SEVGİYİ bulutların arasında, YALANI gölün dibinde ve TUTKUYU dünyanın merkezinde bulmuş sadece biri hariç herkes yavaş yavaş geriye dönmeye başlamış.

ÇILGINLIK umutsuzluğa kapılmış HASET son saklanan bulunamadığı için haset duyarak, ÇILGINLIĞIN kulağına fısıldamış. AŞK ı bulamıyorsun ama o güllerin arasında saklanıyor.... ÇILGINLIK çatal şeklinde tahta bir sopa almış ve güllerin arasına sopayı çılgınca saplamış, saplamış,saplamış... ta ki yürek burkan bir haykırma onu durdurana kadar... haykırıştan sonra AŞK elleriyle yüzünü kapayarak ortaya çıkmış ve parmaklarının arasından sicim gibi kan akıyormuş ÇILGINLIK , AŞKI bulmak için heyecandan aşkın gözlerini kör etmiş. -ne yaptım ben seni kör ettim. Ne yapa bilirim... AŞK cevap vermiş -gözlerimi geri veremezsin ama istersen bana kılavuzluk yapabilirsin... Ve o günden beri AŞKIN GÖZÜ KÖRDÜR VE HER ZAMAN ÇILGINLIK YANINDADIR!!

Gizlenen Aşklar



Bu yazı gerçek bir aşk hikayesini anlatmaktadır ve yazıların hepsi aşık delikanlının günlüğünden alınmıştır :

10. sınıf

İngilizce dersinde yanımda bir kız oturuyordu onun için 'benim en iyi arkadaşım' diyordum... ama ben onun ipek gibi saçlarına bakıp onun benim olmasını istiyordum... Ama o bana benim ona baktığım gözle bakmıyordu bunu biliyordum, dersten sonra kalktı ve geçen gün sınıfta olmadığı için o günün notlarını istedi ona notları verirken bana teşekkür etti ve yanağımdan öptü. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum...

11. sınıf

Telefonum çaldı, arayan O idi ve ağlıyordu bana aşkın nasıl kalbini kırdığını anlattı, beni evine çağırdı, yalnız kalmak istemediğini söyledi, bende tabiki gittim, koltuğa, onun yanına oturdum, güzel gözlerine bakmaya başladım ve onun benim olmasını diledim, 2 saat sonra Drew Barrymore'un bir filmi başladı ve onu izledik filmi izledikten sonra uyumaya karar verdi, bana her şey için teşekkür etti ve yanağımdan öptü. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum...

Son sınıf

Mezuniyet balosundan bir gün önce yanıma geldi ve "çıktığım çocuk hasta ve partiye gelemeyecek" dedi, benimde çıktığım biri yoktu ve 7. sınıfta birbirimize söz vermiştik eğer çıktığımız biri olmazsa partilere birlikte gidecektik, "en iyi arkadaş" olarak. Ve partiye birlikte gittik, o akşam çok güzeldi, her şey yolunda gitti, partiden sonra onu evine kapısının önüne kadar bıraktım, kapının önünde ona baktım o da bana o güzel gözleriyle gülümseyerek baktı. Onun benim olmasını istiyordum... Ama o bana benim ona baktığım gözle bakmıyordu bunu biliyordum, bana "hayatımın en güzel zamanını geçirdiğini" söyledi ve yanağımdan öptü. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum...

Günler, haftalar, aylar geçti ve mezuniyet günü geldi çattı...

Sürekli onu izledim onun mükemmel vücudunu seyrettim. Diplomasini almak için sahneye çıkarken sanki havada süzülen bir melek gibiydi. Onun benim olmasını istiyordum... Ama o bana benim ona baktığım gözle bakmıyordu bunu biliyordum. Herkes evine gitmeden önce yanıma geldi ve ağlayarak bana sarıldı sonra başını omzuma koydu ve "sen benim en iyi arkadaşımsın, teşekkürler" deyip yanağımdan öptü. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum...

Aradan yıllar geçti...

Bir kilisedeyim ve o kızın nikahını izliyorum... evet artık evleniyordu, onun "evet, kabul ediyorum" demesini, yeni hayatına girmesini izledim, başka bir adamla evli olarak. Onun benim olmasını istiyordum... Ama o bana benim ona baktığım gözle bakmıyordu bunu biliyordum. Yeni hayatına girmeden önce yanıma geldi ve "nikahıma geldin teşekkürler" deyip yanağımdan öptü. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum...

Yıllar çok çabuk geçti...

Şu an benim bir zamanlar en iyi arkadaşım olan kızın tabutuna bakıyorum, eşyaları toplanırken lise yıllarında yazdığı günlüğü ortaya çıktı... Hemen günlüğünü aldım ve günlükte okuduğum satırlar şöyleydi...

"Onun gözlerine bakarak onun benim olmasını diledim... Ama o bana benim ona baktığım gözle bakmıyordu bunu biliyordum. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum... Keşke bana beni bir kez sevdiğini söyleseydi..."

Bir Sevda Uğruna



Kadın yirmi yedi yaşında... Yüreği, kar beyaz soğuklara terkedilmiş
ama inat bu ya hala sımsıcak. Düşünceleri kah hayatın gitgide
ağırlaşan gerçeklerinde kah aydınlık hayallerde dolaşıyor nefes
nefese.. Elinde samur fırçası, geçmişi karalayıp bugünü
renklendiriyor hiç durmadan. Renkler kıpır,kıpır , içindeki çocuk
haşarı mı haşarı... Gözleri ise buğulu bakmakta hüzünlere yenik...
Hayatı sorgulamaktan çoktan caymış.

Omuzları bir küçük kız çocuğun şımarıklığını sergilercesine "Bana ne" ifadesinde. Kıpır,kıpır ya içi.. Arayışları var kendisinden bile sakladığı. Bela da geliyorum demez ya... İşte böyle bir anda; ruhu, sanal dünyanın kapısından sızıverir içeri sessiz, habersiz.. Hani şu chat canavarı var ya bu günlerin belalısı. Orada kendisi gibi şaşkın yüreklerin arasında buluverir kendini. Ve... olanlar olur o zaman. Hiç beklenmeyen anda buzda kayar gibi "Hooop" havada bulur duygularını darmadağınık. Sanki başında deli rüzgarlar hiç esmiyormuş, esenler de yetmiyormuş gibi.

Erkeğin yaşı otuz. Hırslı, kendinden emin. Kendisiyle barışık ve yaşadığına memnun. Kahkahası ekrandan yüreklere taşan, mutlu ve duygu dolu bir bulut adam. Eşi ve çocuğu için yaşamakta olduğunu saklamadan kadını davet eder sanal dünyanın sanal aşk oyununa. Acemidir kadın. Belki genç adam da öyle. Oynadıkları oyunun tehlikesinden habersiz bir masalı yaşamaya başlarlar.
Ekranın karşısında nefeslerini tutup beklerler sevdalının
gelmesini. Karşılaşmaları her defasında kahkahaları hatırlatırcasına şen olur. Zamanın koordinatları buluşamadığında, birbirlerine teğet geçtiklerinde, hüzün yayılır gecelere. Uyku tutmaz bekleyişlerde ikisini de. Sabah yeni umutlara gebe başlar. Ve ekranda doğarlar her buluşmayla yeniden.. Duyguların en fırtınalısına yakalanırlar. Birbirlerini gerçekten merak ederler.
Bulut adam kadının açlığından, üşümesinden bile sorumlu tutmaya başlar kendini. Kadınsa adamın yorgun hallerine dayanamaz. Elleri dokunmasa da ellerindedir artık. Birbirlerini el
üstünde tutarlar anlayacağınız.

Günler, aylar geçer...

Hayaller ekranlara sığmaz olur. Artık görmek isterler birbirlerini. Dokunmak sarılmak isterler. Hatta çılgıncasına sevişmek...
Kadın kıvranır onsuzluğun acılarında.. Özlem şiddete
dönüşür. Acıtır... İşkencelere yatırır kadını. Oyun değildir artık
bu. Aşk ekranda değil hayatın ta içinde yaşamaktadır.

Bulut adam sorar durmadan ;
-N'olacak şimdi...
Kadın, adam kadar cevapsız...
"Bilmiyorum" der."Bilmiyorum"
Artık sorgulamalar başlar duyguları ...

"Bu nedir?...Bunun adı ne..?"
Kadın aşkı tanımlar ama çare değildir tanımlamak.. Yaşananlardır gerçek olan. Hissedilenlerdir. Her sevdanın başını bir karabasan bekler ya...Beklemese sevda denen şey olmaz zaten. İşte bu bir sevdadır ve başında karabasanlar. Kadın unuttuğu aşk gözyaşlarını hüzünlere, sancılara, onulmaz ağrılara boyar, alaca bulaca. Artık her şeye gözlerindeki buğuların ardından bakmaktadır. Ve ekrana şunları; buzların arasından aldığı yüreğinin kalemiyle yazar. Yüreğini buzlara iade etmek üzere...

"Beni ignore et*.Ne olur bunu yap."
Bulut adam şaşkındır belki ama adı gibi bilir. Doğru olan budur. Düşünür bir süre.Susar ekran. Susar kadının yüreği... Ölüm
anıdır bu.Verilen son nefestir sanki..

"Sevdam Hayır dese" " Sensiz yapamam dese" diye bekler nefes almak için. Bulut adamın suskunluğu bozduğu yerde ölecektir kadın.. Bunu ikisi de bilirler. Bir yazı belirir ekranda çaresizce okunan

"Netten çıkıyorum o zaman" "Hoşçakal"
Mavi üzerine siyah yazılmış sözcükler kararlı ve kesindir... Titreyen ve cansızlaşan parmakları son bir kez tuşları gezinir kadının "Hoşçakal"

Düşer Bulut adamın gülen yüzü ekrandan. Ve Kadın ölür...

Ölmeyen Sevgi



Genç adam ellerinde bir buket çiçek, sahile koşarak geldi... Gözleri şöyle bir sahilde gezindi, aradığını göremeyince ilk gördüğü banka oturup sevdiğini beklemeye başladı. Ellerinde her zamanki çiçeklerden vardı. Sevgilisinin en sevdiği çiçekler bunlardı. Kırmızı, kıpkırmızı, kan kırmızısı güller... Sanki dalından yeni koparılmış gibi tazeydiler, buram buram kokuyorlardı, sevgi kokuyor, aşk kokuyor en önemlisi de özlem ve hasret kokuyordu güller... Hepsinin üzerinde damlalar vardı. Sanki ağlıyor gibiydiler. Genç adam güllere baktı, sanki onlarla konuşuyormuş gibi, "Neden ağlıyorsunuz, bakın ben ne kadar mutluyum" dedi. Az sonra sevdiğini göreceği için kalbi yine deli gibi atmaya başlamıştı. Ne zaman onu düşünse, onunla buluşacağını hayal etse kalbi aynı böyle yerinden çıkacakmış gibi oluyordu. Senelerdir birbirlerini sevmelerine rağmen ikiside sevgisinden hiç bir şey kaybetmemişti... Onları hiç bir şey ayıramazdı... Ne hasret, ne ayrılık, ne de ölüm...

Genç adam telaşla saatine baktı. Sevdiği yine geç kalmıştı, 1 dakika gece kalmıştı. Üstelik o, sevdiğini bekletmemek için dakikalarca önce koşarak geliyor, onu beklemeyi bile seviyordu. Ama sevdiği her zaman bunu yapıyordu. Devamlı kendisini bekletiyordu. Herkesin bir kusuru olurmuş diye düşündü...
Ve gözlerini önündeki uçsuz bucaksız denizlere dikti.. Denizin sonu yok gibiydi, tıpkı sevdiği kıza karşı olan aşkı gibi denizinde sonu yoktu. Sonsuzluğa uzanıyordu. Aslında bugün onlar için çok özel bir gündü. Kendi aralarında sözleneceklerdi. Delikanlı önce bunu sevdiğine açmış, sonrada gidip iki yüzük almıştı. Bu kadar önemli bir günde bari onu bekletmemeliydi.. Ama alışmıştı artık beklemeye, zararı yok biraz daha beklerim diye düşündü. Güllerin yaprakları nedense hala yaşlı idi. Bir türlü anlamıyordu onları. Her şey bu kadar güzelken neden ağlıyorlardı ki?

İşte az sonra sevdiği gelecek, ona sarılacak, kucaklaşacaklardı...
Sonra söz yüzüklerini takıp, evliliğe ilk adımlarını atacaklardı.
Genç adam öyle heyecanlıydı ki sevdiğine kavuşmak için can atıyordu... Martılara baktı, birbirleriyle oynaşıp, uçuşan martılara... Ne kadar güzel dansediyorlardı havada. Tekrar saatine baktı genç adam. Endişelenmeye başlamıştı. Sevgilisi yine geç kalmıştı, hem de çok... Bu kadar geç kalmaması gerekiyordu. İşte her gün burada buluşmak için sözleşmiyorlar mıydı? Her gün sahilde, martılara bakarak, denizin onlara anlattığı masalları dinleyerek birbirlerine sarılıp hasret gidereceklerine söz vermiyorlar mıydı? O zaman neden gelmemişti yine? Aklına kötü düşünceler gelmeye başladı. Hayır.. hayır.. olamazdı. Sevdiğine bir şey olamazdı. Onsuz hayat yaşanmazdı ki... O ölse bile devamlı benimle yaşar diye düşündü genç adam. Bunun düşüncesi bile hoş değildi. Gözlerini yere indirdi. Gözyaşlarını kimsenin görmesini istemiyordu. Zaten nedense etrafındaki insanlar ona sanki kaçık gibi bakıyorlardı. Rahatsız olmaya başladı bakışlardan.
Artık bıkmıştı... Yine sevgilisi geldi aklına.. Neden gelmedi acaba diye düşünmeye başladı. Gözlerini kapattı.

7 sene oldu dedi. 7 senedir her gün bu sahildeydi, sevdiğini bekliyordu. Daha fazla dayanamadı. Kalbi parçalanacak gibi oluyordu. Gözlerinden 1 damla daha yaş güllerin üzerine damladı... Yine gelmeyecek galiba, en iyisi ben onun evine gideyim diye mırıldandı... Hiç olmazsa gülleri her zamanki gibi yanına koyar, ona vermiş olurdu... Genç adam ayağa kalktı. Sevdiğiyle buluşmak üzere, yeşil tepenin ardındaki kabristana doğru yürümeye başladı...

Ona olan Aşkı ve Sevgisi onunla beraber ölmemişti.

Aşkın Büyüklüğü



Bir zamanlar, bütün duyguların üzerinde yaşadığı bir ada varmış: Mutluluk, Üzüntü, Bilgi ve tüm diğerleri, Aşk dahil. Bir gün, adanın batmakta olduğu, duygulara haber verilmiş. Bunun üzerine hepsi adayı terk etmek için sandallarını hazırlamışlar.


Aşk, adada en sona kalan duygu olmuş çünkü mümkün olan en son ana kadar beklemek istemiş.Ada neredeyse battığı zaman, Aşk yardım istemeye karar vermiş. Zenginlik, çok büyük bir teknenin içinde, geçmekteymiş.Aşk, "Zenginlik, beni de yanına alır mısın?" diye sormuş.


Zenginlik, "Hayır, alamam. Teknemde çok fazla altın ve gümüş var, senin için yer yok." demiş. Aşk, çok güzel bir yelkenlinin içindeki Kibir'den yardım istemiş. "Kibir, lütfen bana yardım et!", Kibir "Sana yardım edemem, Aşk. Sırılsıklamsın ve yelkenlimi mahvedebilirsin." diye cevap vermiş. Üzüntü yakınlardaymış ve Aşk yardım istemiş: "Üzüntü, seninle geleyim." Üzüntü "Of, Aşk, o kadar üzgünüm ki, yalnız kalmaya ihtiyacım var."


Mutluluk da Aşk'ın yanından geçmiş; ama o kadar mutluymuş ki Aşk'ın çağrısını duymamış. Aşk, birden bir ses duymuş. "Gel Aşk! Seni yanıma alacağım..." Bu Aşk'tan daha yaşlıca birisiymiş. Aşk o kadar şanslı ve mutlu hissetmiş ki, onu yanına alanın kim olduğunu öğrenmeyi akıl edememiş.


Yeni bir kara parçasına vardıklarında, Aşk'a yardım eden yoluna devam etmiş. Ona ne kadar borçlu olduğunu fark eden Aşk, Bilgi'ye sormuş: "Bana yardım eden kimdi?" Bilgi "O, Zaman'dı" diye cevap vermiş. "Zaman mı? Neden bana yardım etti ki?" diye sormuş Aşk.


Bilgi gülümsemiş: "Çünkü sadece Zaman Aşk'ın ne kadar büyük olduğunu anlayabilir"

Sevginin Ay Işığı



Çok eskiden yeşil bir vadinin içinde bir ırmak kıyısında kurulu bir köy varmış,taa dünyanın öbür ucunda. O zamanlar gündüzleri pek güneşli geçermiş, yağmur yağmadıkça; geceleri hep yıldızlı olurmuş,bulutlar olmadıkça, köy sakinleri tarımla uğraşırlarmış, hayvanlar avlarlarmış, uçsuz bucaksız arazilerinden, sularını kaynağı çok uzakta olan, köylerinin içinden geçen, ırmaktan alırlarmış. Köyde herkes birbirini sever, sayarmış. Köyde bir tek kişinin kalbinde öyle büyük bir sevgi varmış ki bütün köyünküne bedelmiş; Dolun un Intera'ya olan aşkıymış bu. Kız Dolun'u bilirmişte tanımazmış yakından. Dolun dayanamamış bir gün gitmiş kızın yanına. Sormuş Intera'ya onunla evlenip evlenmeyeceğini.

Intera demiş ki Doluna: "Evlenirim evlenmeye ama benim isteyenim çoktur, her gelen kişiden aynı şeyi ister benim babam.Ancak babamın bu isteğini yerine getiren benimle evlenir.''
Dolun şaşmış;"Sensin benim kalbimim sahibi" diyerek baslamış sözüne, "Senin dileğin benim için bir emirdir, söyle isteğini hemen yapayım" demiş aşkına.Intera demiş ki:"Bir çiçek vardır yaprakları gümüşten tomurcukları elmastan, onu ister babam benle evlenecekten". Dolun; "Bekle beni" demiş Intera'ya, "hemen gidip getireyim o çiçeği ama nerededir yeri ?"Intera parmağıyla göstermiş akan ırmağı "İşte bu ırmağın kaynağındadır der babam, kırk gün yürümek gerekirmiş oraya varmak için ama bir giden bir daha gelmedi şimdiye dek çünkü oralar büyülüymüş derler,giden geri gelmezmiş çünkü buralardan çok daha güzelmiş oralar. Dolun; "Senden daha güzel ne olabilir ki bu dünyada" demiş Intera'ya "Döneceğim, o çiçekle, döneceğim çünkü seviyorum seni, çünkü sensiz anlamı olmaz benim için o güzelliğin". Dolun çıkmış yola sonra. Kırk gün yürümüş ırmağın yanından. Hep ne kadar sevdiğini düşünmüş Intera'yı yol boyunca.Tek aklındaki Intera'ymış, tek amacı ise o çiçek.Kırkıncı gün kalkmış Dolun sabah erkenden, yüzünü yıkamış ırmaktan, anlamış ki çok yaklaşmış kaynağına ırmağın suyun serinliğinden. Devam etmiş yoluna sonra. Biraz sonra varmış kaynağa, bütün yeşilliklerle çevrili bir göl varmış kaynakta, gölün ortasında bir adacık, adacığın üstünde de o çiçek duruyormuş. Anlamış Intera'nın anlattığı çiçek olduğunu güzelliğinden.Yüzmeye başlamış adaya doğru hemen.

Adaya çıkınca karşısında bir adam belirmiş Dolun'un.Adam Doluna: "Her gülün bir dikeni, koruyucusu, olduğu gibi bende bu çiçeğin koruyucusuyum, eğer almaya geldiysen ben, Salut, izin vermem buna" demiş. Dolun şaşkın ve de kararlı bir tonla; "Ben o çiçeği alacağım sonra aşkıma kavuşacağım" demiş "Hiç bir şey beni kararımdan çeviremez". "O zaman beni biraz dinleyeceksin" demiş Salut;"sana neden koparmaman gerektiğini anlatacağım, eğer hala ikna olmazsan o zaman izin veririm almana".Dolun ikna olmuş ve çökmüş yoncaların üstüne, başlamış dinlemeye... "Eğer bir şeyi çok fazla istersen ve engelin yoksa önünde onu alırsın, hayatta böyledir,insan engelleri aşarsa yaşamına devam edebilir. Bu çiçekte sadece yaşam için bir şeyler yapacaksan engelleri kaldırır önünden çünkü onunda bir görevi var, bu çiçek sadece 28 gecede bir açar yapraklarını ve döker parlayan tohumlarını göle, bu sayede buradaki sular yükselir ve ırmaktan taşar gider zamanla. Bu ırmak sayesinde yaşar bu doğadaki yeşillikler, insanlar, hayvanlar." demiş Salut.Dolun başlamış düşünmeye, eğer çiçeği koparırsa kavuşacaktır sevdiğine ama kuruyacaktır ırmakları bunun yanında.Sonunda çiçeğin başına çöker kalır Dolun. Gümüş yapraklarında kendini görür Dolun çiçeğin. Yanında Intera vardır ama niye mutsuzdur ikiside. Aslında kalbindeki tek endişeyi görür Dolun. Zaman geçtikçe Dolun'un düşünceleri yoğunlaşır kafasında. Mutsuzluğunu düşünür, çiçeksiz Intera'sız bir yaşam düşünür. Koparamaz çiceği günlerce. Dolun artık yaşamaktan zevk almaz şekilde sadece aşkını düşünerek beklemeye başlar olacakları.

Bir gece çiçek tohumlarını birakırken göle bir tomurcukta Dolun'un sertleşmiş kalbinin üstüne düşmüş, aniden Dolun kalbindeki aşkının büyüklüğü kadar kocaman bir taşa dönüşmüş, taş o kadar büyükmüş ki dünyaya sığmamış gökyüzüne yükselmiş ve Dünya'yla dönmeye baslamış. Böylece Ay olmuş Dolun'un kalbi Dünya'ya. O günden sonra sadece 28 gecede bir göstermiş Dolun kalbinin tüm yüzünü, aşkının bütün parıltısını diğerlerine; sadece o gecelerde aydınlatmış Dünya'yı, aynı çiçek gibi.

Limandaki Son Yolcu



Bir dilin bütün sözcüklerini kullansam seni tarif edemeyeceğimi biliyorum. Ulaşılmaz oldun hep, dokunmak, hissetmek ve dolu dolu yaşamak isterken seni, kocaman bir yalnızlıktı payımıza düşen. Payıma düşen her seyi erteledim ama erteleyemediğim bir şey vardı, sana benziyordu. Su olsan, dokunduğumda bozulurdun. Bozulmayan bir "şey"din... Gidilecek bir yer olsan sonu olurdu, sonu olmayan bir "şey"din.


Uykuda görülecek bir rüya olsan uyanırdım, beni rüyamdan uyandırmayacak bir "şey"din... Seni gözlerinden, üç ırmağın birleştiği yerden öpeyim desem, aklına ırmaklar gelir. Düşün ki, bir dağdan aşağı iniyoruz ve dünyada iki kişilik türkü kalmış onu söylüyoruz. Öyle bir "şey"sin sen... Seni düşündükçe yoruluyorum desem, dünyanın en büyük yalanı olur. Yalanım yok. Bugünden yarına ne kalır bilmem amam sen kalırsın tıpkı yatağı değişmeyen ırmak gibi.


Bana hep kendimi hatırlatan bir "şey"sin sen. Uzaksın, yakınsın, özlenensin ama bugün değil yarın gibi bir "şey"sin sen. Gecenin en karanlık yerinde, küçücük bir ışık bile olsan yine de istiyorum seni. Bugün her ölümle biraz ölürken, seni düşündükçe hayata dönüyorum yeniden. Gelincikler gibi bir mevsim değil, dört iklim, köşe bucak...


Kim ne derse desin dönmeye niyetim yok. Bir kentin ortasında tek başına kalsam da çığlık çığlığa bagırarak söylerim seni sevdigimi. Bir tek benim sevgimle yaşasa da bu sevda seviyorum seni. Sensiz dallarımı yitirmiş bir ağaç gibi yapayalnız olurum, kalabalığın ortasında bile. Fırtınalı bir denizin en sakin limanı gibi bir "şey"sin sen.


O limandaki tek yolcu da ben...

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...