macera etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
macera etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Başka Bir Alem: Güneydoğu


   Dolabıma bir Türkiye haritası yapıştırdım. Gezdiğim şehirlere işaret koyuyorum. Ülkenin yarısından fazlasını gezdim. İnşallah tamamlamak ve yerine bir dünya haritası yapıştırmak da nasip olur. (Bolca amin) 
  Efendim bu yazı Güneydoğu gezimle münasebetdar.


  Güzel hayallerle yola çıkmış idik. Zira garbdan ziyade şark severim ben. Hatta geçen aylarda Evropa seyahati yapan arkadaşa gıptayla değil, bırak allasen cıbıl heykel doludur orası lakaytlığıyla yaklaşmıştım.
  Zati kendisi de oraları beğenmekle birlikte daş görmekten bezdiğini ikrar etmişti. 
(Konu şark olunca dilim değişti pardon) 




    Yolları seviyorum, yolda olmayı, hareketi seviyorum. Öyle her şeye söylenen nemli tiplerden olmadığım için de gezilerden çok keyif alıyorum. 


   Nerden başladık? Sabah namazı molasıyla Adana'dan. Şehri gezmediğim için haritada işaret koymadım.



    Sonrasında Hatay...
Kiliselerini, tarihi yerlerini açık bulsaydık hayallerimdeki gibi bir Hatay derdim ama çoğu kapalıydı. Kahvaltı, Pöç'de kebap ve künefe... Çok güzeldi. (Biz Hatay'da sadece tıkınmışız galiba)

     




    Sonra Gaziantep... 
Burası için Güneydoğu'nun Paris'i diyorlarmış. Nasıl da doğru! 


  Hele çarşısı çok modern, yolları geniş, parkları bol ve apartmanların süslemeleri güzel. Kuyumcuları çok fazla. Gideyim bir burma bilezik bakayım diyorsunuz. Yaklaşıyorsunuz, kuyumcu değil baklavacı çıkıyor. Zaten fiyatları yakın.






   Bu arada bence Antep'te baklavadan daha özel bir şey var: Fıstıklı kaymaklı katmer. Amanin o nasıl lezzet! Bozulmayacak bir şey olsa yüklenip getirecektim.



  Ayrıca, Antep'te aradığım görüntü dedirten şey: Kuru güzeller.



  Bir de beyran çorbası var sabahları. Sarımsaklı, kuzulu bir çorba. Sabahın köründe bile kebap yiyecek bir bünyeye sahip olduğumdan bu çorba sarsmadı beni. Çok da nefis! Kebapları da öyle. Şimdi yazarken aklıma geldi o lezzetler. (Neyse ben bir su içeyim bari) 


   Ve sırada Urfa tabi ki... Yerel kültürün bolca hissedildiği bir şehir. 


  
  Üstüm başım sadeydi ama her çanak çömleğe atladığımdan mıdır bilinmez resmen yabancı turist muamelesi gördüm.




    Balıklı göl inanılmaz bir yer. 
Tıklım tıklım bir mescid (Valla kalabalıkta ne kıldım, kaç rekat kıldım hatırlamıyorum, o namaz olmamış olabilir, bir ara kaza edeyim), mor tülbentli dövmeli kadınlar, şalvarlı amcalar, suda cumbul cumbul oynaşan balıklar, Hz. İbrahim'in doğduğu mağara, Nemrut'un kızı Zeliha'nın düştüğü Ayn Zeliha Gölü (Rivayete göre içinde beyaz bir balık varmış, herkes göremezmiş ama ben baktım ve evet ben de göremedim), Hz. Eyüp'ün hasta zamanında 7 yıl kaldığı rivâyet edilen mağara, güneş gibi sıcak ve ağaçsız Harran ovası (eski evlerden biri turistik olarak gösteriliyor hâlâ), Nemrut'un Hz. İbrahim'i ateşe atmak için bağladığı rivâyet edilen direkler. Ben ateşe yüksekten atıldığını bilmiyordum. (Erzurum diliyle, oy davun deymiye Nemrut, ander başan kala!) 



  


   Öyle tarihi bir atmosfer var ki. Akşam kaleye karşı mırra keyfi (bu acılıkla bu kahve nasıl meşhur olmuş acaba), fonda sıra gecesi müzikleri. 
Her şeyiyle unutulmaz bir Urfa.  





    Sonra Adıyaman... Şehri şöyle bir gezdik. Menzil köyünde dergah meşhurmuş, uğradık, çorba içtik. 
   Gelmişken Nemrut Dağı'na çıkmasak ayıp olur dedik. Buraya kadar mutlu, mesut tırmandık arabayla. 
  Sonra yol bitti, dediler artık yürüme gidilecek. Sağ ve soldan merdivenler yapılmış. Yakın gelen yerden sağ taraftan düştük yola. 



  Aman Allah'ım hatırladıkça ürperiyor, ürperdikçe ter basıyor beni. Meğer o tarafın hepsi merdiven değilmiş. Önümüzde çakıllı bir yol başladı, sağ taraf gittikçe yükselen bir uçurum, benim daralan nefesim, ayağıma dolanan feracem, kendinden geçmiş babetlerim... 



  Korktum, çok yüksekti, fotoğraftan belli zaten. Geri dönmeyi düşündüm, geldiğim yol kadar geri dönecektim ve aşağı uçma ihtimali vardı. 
   Tırmandım, koşturdum, toz içinde zirveye ulaşan taşa adım attım ki ne göreyim! Bir grup Amerikalı turist kocaman gözlerle bana bakıyor, ben de onlara. 
  Sonra rehbere sormuşlar, bu niye burdan gelmiş diye. 
  Diğer yol tamamen merdivenliymiş ya, inanamıyorum. Perişan halime bakıp gülüyorlar, fotoğrafımı çekiyorlardı. Ben de onların resmini çektim.






  Devasa heykeller var dağda. Görülmeye değer gerçekten. Ve tabi ki merdivenli yoldan geri döndük. 
   Macera bitti mi, hayır. Benzin bitti. Gerilim içinde, dualar okuya okuya yokuş aşağı indik. Nemrut, nemrutluğunu yaptı yani. 


  Sırada Kahramanmaraş ve muhteşem bir kahvaltı var. Sarmalar, kuru dolmalar, börekler, peynir çeşitleri... 






   Ve ikinci kez Kayseri... (Bu şehirden İç Anadolu gezisinde bahsedeceğim)




  Yolda cıvıklı yeme molası (Konya'nın etli ekmeği burda olmuş cıvıklı) and back to Istanbul. (İngilizcemin incredible olduğunu söylemiştim) 

  Cümle seyahatleriniz birmasalgibi geçsin ♥

Amerika

   Azizim şimdi nerden başlasam bilmem ki?
Son üç yıldır Amerika'ya gidiyor ve yaklaşık 2 hafta kalıyorum. 
  Henüz ben doğu eyaletlerini bitirebilmiş değilim. Gez gez kocaman bir kıta...




Tamam,
 Ennnn başından, uçak yolculuğundan başlıyorum. Gidiş yaklaşık 11 saat sürüyor. O arada birkaç film devirip, elinize ne geçerse okuyorsunuz ya da uyuyorsunuz. (Ben pek uyumamaya çalışıyorum ki inince jet lag olmayayım.)
  Tutulan ayaklar, bezgin bakışlar, sürekli yiyip içmekten dolayı önünüzde biriken çöpler...
(Allah var THY menüleri çok güzel, hele bir de havaalanında CIP Lounge'a girmişseniz yolculuk zaten pek keyifli başlamış oluyor.) 


    İnme vaktine yakın camdan baktığınızda İstanbul'un aksine yemyeşil bir New York görüyorsunuz. (Zaten dönünce İstanbul mimarisi gözünüze virane gibi geliyor) 
  Hani uçak inince bir alkışlama geleneği vardır ya, bu Amerika uçuşlarında pek olmuyor zira o kadar saat millete fenalık geldiğinden kimse de alkışlayacak derman kalmıyor.


  Amerika'ya ilk gidişimde "Gerçekten filmlerdeki gibi" demiştim. Ya hu adam taksi şoförü rap yapıyor sanki konuşurken. Kadın (bekçi), ondaki özgüven bende yok. Bu nasıl bir rahatlık bravo...


     Evleri genelde müstakil, estetik ve doğayı korumuşlar. Devasa ağaçlar... 
Biz duble yolla, iki köprüyle övüneduralım adamların 5-6 şeritli yolları, bir sürü köprüleri var. 


    New York canlı bir şehir. İnsan çeşitliliği çok fazla. Metroda şöyle bir millete bakınca siyahi, çekik gözlü, sarışın...


  Pek çok türden insan görüyorsunuz. Kozmopolit kelimesi yetersiz kalıyor.


  Tesettürlü birilerine pek rastlamıyorsunuz ama rastlarsanız da azınlık psikolojisinden olsa gerek kardeş kardeş bir sıcaklık oluyor hemen.
   Hatta bu kasım ayı gidişimde bir alışveriş merkezinde geleneksel Hintli bacılar görünce çok sevinmiştim.
(Hindistan seviyorum ben)
   Hemen o incredible İngilizcemle diyalog kurup baya sohbet etmiştim. Hatta bacılar müslüman çıkınca yumuş yumuş sarılmış, bıcır bıcır konuşmuş, gülüş gülüş ayrılmıştık.




   Tamamını yürüyerek bir çift ayakkabı eskittiğim ada Manhattan... Gökdelen şehri ama içinde göletler, müze ve spor sahaları olan koccaman bir Central Park ormanı var. Her yerde sincabiler (Ay canlarım!)




 Anlayacağınız adamlar şehir dizayn ederken insanı da düşünmüşler. 
   Her gün farklı bir otelde kalmak, nerenin nesi meşhursa el atmak, her şeyi Türkiye ile kıyaslamak (Maalesef çoğunlukla sınıfta kalıyor sevgili ülkem), farklı ve heyecanlı bir deneyim.


  Tanımadığınız kişiler bile gülümsüyor, selam veriyor. İyi derece konuşamasanız bile kimse yadırgamıyor.
(Hatta ben kendimi koyverip işaretle anlatıyordum çoğu zaman) 


  Yiyecek kısmına gelince donut, pankek, tarçınlı ekmekler... Aman aman tatları yok ama iyi reklam etmişler orası kesin.




  Ya hu kahvaltı yok resmen, yumurtalı ekmeğe tarçın konur mu hiç? Kesin yerleşirsem Türk işi fastfood açmak aklımı kurcalıyor.
   İçli köfteler, sarmalar, gözlemeler... Millet bayram etsin.


  Kahvaltı olmayan yerde helal yemek bulmak ise ciddi bir efor sarfettiriyor. Dayandık ton balıklı ekmeğe. Subway sağolsun.
   New Jersey'de Patterson denilen bölgede Türk mahallelerinden mütevellit kebapçılar var. Güzel de yapıyorlar. Bunların dışında anladım ki giderken zeytin, krem peynir, tarhana vs götürmek lazım.


    Amerika'nın güneyine indikçe nezaket ve elitlik artıyor gözlemlediğim.
    New York kozmopolit olduğu için herkes kendi kültürünü getirmiş. Ama aşağılara doğru daha sık thank you ve sorry duyuyorsunuz. Hem çok daha güzel bir yerleşim var.


  O kadar gezdim doğru düzgün otobüs görmedim. Sebebi ise araçların ve benzinin ucuz olması. 3300 kmde 110 $ benzin kullanmışız (Şaka gibi!)
  Bizde böyle olsa yaşını dolduran araba alır, trafik sorunu da külliyen çözülmez.



    Beyaz Saray oldukça mütevazı. Yine de önünde fotoğraf çektirenler eksik olmuyor. (O kadar seslendim Obama'ya. Bir hi bile demedi)




Özetle...

   Amerika her ne kadar çılgın görünse de, insanları mutlu, sistemi oturmuş bir ülke. Dönünce Türkiye'deki kabalık ve aksaklıklar hemen gözünüze batıyor. Sonra sorguluyorsunuz: Müslüman olan biziz ama müslüman sıfatlarına onlar daha çok sahip görünüyor! 


  



Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...