Başını Vermeyen Şehit Hikayesi

Başını Vermeyen Şehit Hikayesi
Yarın arifeydi. Öbür günkü bayram için hazırlanan beyaz kurbanlar, küçük Grigal palankasının etrafında otluyorlardı. Karşıda… Yarım mil ötede Toygun Paşa’nın son kuşatmasındân çılgın kışın hiddeti sayesinde kurtulan Zigetvar Kalesi, sönmüş bir yanardağ gibi, simsiyah duruyordu. Hava bozuktu. Ufku, küflü demir renginde, ağır bulut yığınları eziyor, sürü sürü geçen kargalar tam hisarın üstünden uçarken sanki gizli bir kara haber götürüyorlarmış gibi, acı acı bağırıyorlardı. Palanka kapısının sağındaki beden siperinde sahipsiz bir gölge kadar sakin duran Kuru Kadı yavaşça kımıldadı; ikindiden beri rutubetli rüzgârın altında düşünüyor, uzakta, belirsiz sisler içinde süzülen kurşuni kulelere bakıyordu. Bunların hepsi Türklerin elindeydi. Yalnız şu Zigetvar… yıkılmaz bir ölüm seddi halinde “Kızılelma” yolunu kapatıyordu. Sanki bu uğursuz kargalar hep onun mazgallarından taşıyor, anlaşılmaz bir lisanın çirkin küfürlerine benzeyen sesleriyle her tarafı gürültüye boğuyorlardı.
Kuru Kadı içini çekti. Sonra “Ah…” dedi. İncecik, sinirli boynunun üstünde bir taş topuz gibi duran çıkık alınIı iri kafasını salladı. Yeşil sarığını arkaya itti. Islak gözlerini oğuşturdu. Şimdiye kadar, asker olmadığı halde, her muharebeye girmişti. Birkaç bin yeniçeriyle dört beş topu olsa… bir gece içinde şu kaleyi alıvermek işten bile değildi. Şimdi vakıa müstakildi. Ne isterse yapabilirdi.Palankanın kumandanı Ahmet Bey öteki boy beyleriyle beraber Toygun Paşa ordusuna katılıp Kapuşvar fethine gitmiş… Kapuşvardan sonra Zigetvarı saran ordu kışın aman vermez zoruyla, zaptı yarı bırakarak Budin’e dönünce, o da askerleriyle tekrar palankasına gelmemiş,
Toygun Paşa’nın yanında kalmıştı. Bugün Grigal’den altı mil uzaktaydı. Palankaya yalnız Kuru Kadı karışıyordu; esmer, zayıf yüzünü buruşturdu: “Palanka… amma topu tüfeği kaç kişi?” dedi. Bütün genç savaşçıları Ahmet Bey beraberinde götürmüştü.. Hisardakiler zayıflardan, bekçilerden, hastalardan, ihtiyar sipahilerden ibaretti.Hepsi yüz on üç kişiydi! Düşman, galiba öteki palankalardan çekiniyordu: Yoksa burasını bırakmaz, mutlaka almağa kalkardı. Biraz eğildi. İnce yosunlu, soğuk sipere dirseklerini dayadı. Aşağıya baktı. İki üç asker beyaz koyunların arasında dolaşıyordu. Bir tanesi karşısına geçtiği iri bir koçu, başına dokunarak kızdırıyordu, tos vuruyordu. Öbürleri, elleri silahlarında, bu oyunu seyrediyorlardı. Bağırdı:
– Oynamayın şu hayvanla…
Askerler, başlarını tepelerden gelen sese doğru kaldırdılar. Kuru Kadı’dan hepsi çekinirlerdi. Gayet sert,gayet titiz, gayet sinirli bir adamdı. Adeta deli gibi bir şeydi. Sabahtan akşama kadar namaz kılar, zikreder,geceleri hiç uyumazdı. Daha yatıp uyuduğunu kalede gören yoktu. Vali Ahmet Bey ona “bizim yarasa” derdi.
Zavallının sabahı bekleme denilen hastalığını kerametine de yoranlar vardı. Tekrar bağırdı:
– Haydi, artık akşam oluyor, içeri alın onları.Askerler koyunları toplamağa başladılar. Kuru Kadı’nın dirsekleri acıdı. Doğruldu. Tekrar Zigetvar’a baktı. Üst tarafındaki göl, kirli bakır bir levha gibi yeri kaplıyordu.
Kargalar, havaya boşaltılmış bir çuval canlı kömür ellemeleri gibi karmakarışık geçiyorlar, sükûtu parçalayan keskin, sivri sesleriyle gaklıyorlardı.Kalbinde ağır bir elem duydu. “Hayırdır inşallah” dedi.Canı o kadar sıkılıyordu ki… Elleri arkasında, başı önüne eğik, bastığı siyah kaplama taşlarına görmez bir dikkatle bakarak yavaş yavaş yürüdü. Derin bir karanlık kuyusunu andıran merdivenin dar basamaklarında kayboldu.
… Arife sabahı, herkes uyurken, o, her vakit ki gibi yine uyanıktı! Mescit odasının önündeki taş yalakta, iki büklüm, abdestini tazeliyordu. Giden gece, daha gölgeden eteklerini toplayamamıştı. Bahçeye çıkan kapı kemerinde asılı kandil, sönük ışığıyla, duvarları titretiyordu.
– Hey, çavuşbaşı… Hey!…
Elindeki ibriği bıraktı. Kulak kabarttı. Bu, kuledeki nöbetçinin sesiydi. Kolları sıvalı, ayakları çıplak, başında takke, hemen yukarı koştu. Merdivende çavuşa rastgeldi. Onu itti. Yürüdü. Nöbetçinin yanına atıldı:
– Ne var?
– Kaleden düşman çıkıyor.
Erguvani bir esmerlik içinde siyah bir kaya gibi duran Zigetvara baktı. Bu kayadan yine koyu, uzun bir karartı süzülüyor, palankaya doğru akıyordu.
– Bize geliyorlar… dedi:
Çavuşa döndü:
– Haydi, gazileri uyandır. Kurban bayramını bugünden yapacağız. Koş. Bana da çabuk topçuyu gönder.Çavuş, bir eliyle bakır tolgasını tutarak, koştu.
Merdivene daldı. Kuru Kadı, uzakta, kara yerin üstünde daha kara bir leke gibi yavaş yavaş ilerleyen düşman alayına dikkatle baktı. Gözlerini küçülttü, büyülttü. Önlerinde birkaç top da sürüklüyorlardı. Binden fazla idiler. Halbuki hisardaki gaziler? Kendisiyle beraber yüz on dört kişi… “Ama, yine haklarından geliriz!” dedi. Uyanan, yukarı koşuyordu. Hisar kapısının iyice bağlanmasını emretti. Sarığını, cübbesini, kılıcını, tüfeğini getirtti. İhtiyar topçu gelince, ona da, hemen “haber topları”nı atmasını söyledi. Bu bir adetti. Taarruza uğrayan bir palanka hemen “İşaret topu” atarak etrafındaki kuleleri imdadına çağırırdı.
Biraz sonra düşman hisarın önünde, harp düzeninegirmiş bulunuyordu. Zaplar başsız, gür ejderha yavruları gibi siyah ağızlarını bedenlere çevirmişti. Türkçe bağırdılar:
– Size teklifimiz var. Elçimizi içeri alır mısınız?
Kuru Kadı:
– Alırız. Gönderin, gelsin! cevabını verdi.Bedenler, kalkanlı, tüfekli, oklu gazilerle dolmuştu.Palankanın ruhu, neşesi, keyfi olan iki arkadaş, bu esnada tuhaf tuhaf laflar söyleyip yine herkesi güldürüyordu. Bunların ikisine de “deli” derlerdi: Deli Mehmet,Deli Hüsrev… Serhatın muharebelerinde, hayale sığmayacak yararlılıklarıyla masal kahramanları gibi inanılmaz bir şöhret kazanan bu iki deli, hiçbir nizama hiçbir kayda, hiçbir disipline girmeyen, dünya şerefinde gözleri olmayan Anadolu dervişlerindendi. Her zaferden sonra kumandanlar onlara rütbe, hil’at, murassa kılıç gibi şeyler vermeye kalkınca gülerler: “İstemeyiz, fani vücuda kefen gerektir. Hil’at nadanları sevindirir…” derler, hak uğrundaki gayretlerine ücret, mükafat, övgü kabul etmezlerdi. Harp onların bayramıydı.
Tüfekler, oklar, atılmağa; toplar gürlemeğe; kılıçlar,kalkanlar şakırdamağa başladı mı, hemen coşarlar,
kendilerinden geçerler; naralar savunarak düşman saflarına saldırırlar… alevi gözlerle takip edilemeyen birer canlı yıldırım olup tutuşurlardı.
Kuru Kadı, onların herkesi güldüren münakaşalarını, saçma sapan sözlerini gülümseyerek dinlerken, elçiyi yanına getirdi, iki deli de sustu. Herkes kulak kesildi. Bu elçi Türkçe biliyordu. Küstahça tekliflerini söyledi.
Palankayı saran Zigetvar kumandanı Kıraçin’di. Yanında iki bine yakın savaşçısı vardı. Grijgal’in “Vire ile verilmesini istiyordu. Ateşe, nura, haça, İncil”e, Zebur’a yemin ediyor; çıkıp giderlerken muhafızlara hiçbir ziyanı dokunmayacağına dair söz veriyordu.
Kuru Kadı:
– Pekâlâ!… Haydi git. Biz aramızda anlaşalım, kararımızı size öğleden sonra bildiririz! diye elçiyi aşağı
gönderip kapıdan attırdı. Sonra etrafındakilere döndü.
Şöyle bir göz gezdirdi. Sırtının hafıf kamburu içeri çekildi:
– İşittiniz ya, gaziler! dedi, Kıraçin haini bizim yüz
on kişiden ibaret olduğumuzu anlamış… üzerimize iki bin kişi ile geldi. Teklif ettiği “Vire”yi kabul etmek isteyenler vârsa ellerini kaldırsın! Kimsenin eli kalkmadı.
– Öyleyse hazır olalım. Haydi…
Bir gürültüdür koptu;
– Hazırız…
– Hepimiz, hepimiz…
– Hepimiz, hepimiz hazırız.
– Kılıçlarımız, kalkanlarımız yağlı.
-(~klanmı~ havlı_
– Yatağanlanmız keskin…
– Bugün nusret bizim.
– Amin, amin…
Kuru Kadı, “Ey alemlerin rabbi” diye ellerini kaldırdı. Bir duaya başlayacaktı. Deli Mehmet yalın kılıç karşısına dikildi. Palabıyık, gök gözlü, geniş beyaz çehresi, yeni doğmuş bir ay gibi parlıyordu:
– Duayı bırak, efendi dedi, gaza duadan faziletlidir. Gel… Lütfet. Bize şu kapıyı aç. Kalbindeki korkuyu
at. İşte hepimiz hazırız. Şu ayağımıza gelen gaza fırsatını kaçırmayalım. Kuru Kadı’nın elleri aşağı düştü. Deli Hüsrev de arkadaşının yanına sokulmuştu. Bütün gaziler bu iki delinin arkasına üşüştü. Sanki hepsi bir anda deli oldular… bir ağızdan.
– Aç bize kapıyı, aç… diye bağırmaya başladılar.Kuru Kadı’nın iri patlak gözleri yaşardı. Yüzü sapsarı oldu. Uzun siyah sakalı kımıldadı. İki deliyi bile titreten, bütün gazilerin saçlarını ürperten ilahi bir ağıt ahengi kadar etkili sesiyle haykırdı.

– Meydan erleri! Ey mertler! Padişahımız Süleyman Gazi aşkına şu sözümü dinleyin. Benim muradım sizi gazadan engellemek değildir. Bugün can, baş feda olsun… Özellikle yarın kurban bayramı… Fakat bakınız maksadım ne? Bugün cuma… hem de arife. Bugün hacılarımız Arafat’ta, diğer mü’minler camilerde bizim gibi gazilerin zaferi için dua etmekteler… Bunda şüphesi olan var mı?
– Hayır.
– Hayır, asla…
– Hayır.
– O halde münasip olan budur ki, biz de namazlarımızı eda edelim. Gözlerimizin yaşını dökelim. Dua edelim. Birbirimizle helallaşalım. Sonra gazaya girişelim. Kalanlarımız gazi, ölenlerimiz şehit olsun! Dünyada iyi nam ile anılalım. Ahirette peygamberimizin âlemi dibinde toplanalım… Ne dersiniz?
– Hay hay!
– Uygun…
– Pekâlâ!
Gazilerin hepsi buna razı oldu. Öğleye kadar durdular. Abdest aldılar, namaz kıldılar, tekbir çektiler, helallaştılar. Kıraçin’in askeri, sardıkları palankadan yükselen derin uğultuyu hep teklif ettikleri “Vire” münakaşasının gürültüsü sanıyorlardı.
Ansızın, uzaktaki Türk kulelerinden atılan “işaret topları” işitildi. Bu, “Biz, dörtnala geliyoruz” demekti.
Kuru Kadı eliyle hisarın kapısını açtı. Grijal gazileri “Allah, Allah” naralarıyla müthiş bir taşkın deniz gibi
fışkırdılar. İki koldan hücum olunuyordu. Kollardan birisine Deli Hüsrev, birisine Deli Mehmet baş olmuştu.
Ovada, Grijgal’e gelen yollardan bir toz dumanıdır kalkıyordu. Nice bin atlı imdada koşuyor sanılırdı. Düşman, bu hali görünce şaşırdı. İki ateş arasında kaldığını anladı. Halbuki toz duman içinde yaklaşan ancak beş on gaziydi.
… Bozgun başladı.
Deli Mehmet’le Deli Hüsrevin takımları düşmanı kaçırmamak için iyice sarıyordu. Kara Kadı cübbesini atmış. Elindeki kılıç, cesaretlendirdiği gazileri arkasından yürüyordu. Deli Hüsrev, bir sarhoş gibi Kıraçin’inalayına dalmış kesiyor, kesiyor… inanılmaz bir çabuklukla kaçanlara yetişiyor, ikiye biçiyordu. Kuru Kadı’nın gözleri Deli Mehmet’i aradı. Bakındı, bakındı. Göremedi.
Acaba o muydu? Yüreği ağzına geldi. Düşman safına karışıp kaynaşan kolun arkasında iri bir vücut yere uzanmıştı… Elli altmış adım kadar kendisinden uzaktı… Siyah, yüksek atlı bir şövalye, uzun bir kargıyı bu uzanmış vücuda saplıyordu. Durmadı. İlerledi. Koşarken ayağı bir taşa takıldı. Yuvarlanıyordu. Kılıcı ile fırladı. Hemen toplandı. Kalktı. Düşen kılıcını aldı. Doğruldu. Koşacağı tarafa baktı. Şövalye atından inmiş,kargıladığı şehidin başını teninden ayırmıştı. Bu anda,bu kestiği baş elinde, yine siyah bir şeytan gibi şahlanan atma sıçradı. Kaçacaktı… Kuru Kadı, bütün kuvvetiyle ona yetişmek için koşarken, baktı ki sol ilerisinde Deli Hüsrev kalkanını sallayarak, avazı çıktığı kadar bağınyor,
– Mehmet, Mehmet!… Canını verdin!… Bâşını verme Mehmet!…
Bu nara o kadar müthiş, o kadar tesirli, o kadar yanıktı ki… Kuru Kadı: “Vah Deli Mehmet’miş!” diye olduğu yerde dikildi kaldı. Durur durmaz, o an, kırk adım kadar yaklaştığı kesik başlı şehidin yerden fırladığını gördü. Nefesi tutuldu. Şaşırdı. Bu başsız vücut uçar gibi koşuyordu. Kendi kellesini götüren zırhlı şövalyeye yetişti. Eliyle öyle bir vuruş vurdu ki… Lanetli hemen yüksek atından tepesi üstü yuvarlandı. Götürmek istediği baş elinden yere düştü. Deli Mehmet’in başsız vücudu canlıymış gibi eğildi. Yerden kendi kesik başını aldı. Hemen oracığa yorgun bir kahraman gibi, uzanıverdi. Bunu Kuru Kadı’dan başka kimse görmemişti. Herkes kaçan düşmanı kovalıyordu. Yalnız Deli Hüsrev,
– Yüzün ak olsun, ey yiğit! diye bağırdı. Sonra Kuru Kadı’ya doğru koşarak sordu.
– Nasıl, gördün mü bu civanı?
– Görmedin mi?
Kuru kadı sesini çıkaramadı. Gördüğü harika onu dondurmuştu. Olduğu yerde öyle dimdik kaldı. Sanki ölmüştü. Deli Hüsrev, onu hızla sarstı.
– Ne durursun be can! Ne olsun, haydi gazaya. Düşman kaçıyor… Deli Hüsrev’in kalkması Kuru Kadı’yı baştan can verdi, “Allah Allah” diyerek ileri atıldı.
Mücahitlere karıştı. Cenk akşama kadar sürdü. Er meydanının kanlı yüzüne “gece siyah saçlarını” dağıtırken çağırıcının;
– Gaziler hisara!
Sesi duyuldu. Dönen gaziler içinde kılıcından kanlar damlayan Kuru Kadı, birkaç sipahi ile dışarıda kaldı. Yaralıları taşıttı. Şehit olanları saydırdı. Bunlar tam ondokuz kahramandı.:. Düşman altmış dört ceset bırakmış, diğer ölülerinin hepsini kaçırmıştı. Kuru Kadı sabahtan beri yemek yememiş, su içmemiş, durup dinlenmemişti… Toplattığı şehitleri hisarın önündeki meydana yığdırdı. Şehit Deli Mehmet’in cesedini kendi buldu. Kesik başı koltuğunda, uyur gibi, sakin yatıyordu.
Olduğu yerde gömdürdü. Sonra yanındakileri. savdı. Butaze mezarın başına çöktü. Ezberden “Yasin” okumağabaşladı. Dışarılarda kimse yoktu, yalnız uzakta palanka kapısındaki nöbetçi dolaşıyordu. Kuru Kadı okurken, önündeki mezarın birden yeşil yeşil nurlarla tutuştuğunu gördü. Sesi kısıldı. Dudaklarını oynatamadı.Çeneleri kitlendi. Bu yeşil nurun içinde Deli Mehmet’in kanlı boynuna sarılmış beyaz kanatlı bir melaike, hem onu nurdan elleriyle okşuyor, hem açık alnını öpüyordu. Bu sıcak, bu yeşil nur büyüdü, taştı, bütün âlem bu nurun içinde kaldı. Kuru Kadı’nın gözleri kamaştı. Ruhu yandı. Kendinden geçti. Onu, daha ilk defa böyle derin bir uykuya dalmış gören yoldaşları zorla kaldırdılar. Koltuklarına girdiler:
– Haydi, kapı kapanacak dediler, içeri gir.
Kuru Kadı’nın dili tutulmuştu. Cevap veremedi. Sarhoş gibi sallana sallana hisara girdi. Hâlâ titriyordu. Palankanın içinde Deli Hüsrev’in menzilinden geçerken durdu. Kulak verdi; ağlıyor mu, inliyor mu diye… Hayır, Deli şıkır şıkır atını kaşağılıyor, keyifli bir türkü söylüyordu. Seslendi:
– Hüsrev.
– Efendim?…
Kapı açıldı. Kaşağı elinde, kolları, paçaları sıvalı, başı kabak Deli Hüsrev… daha Kuru Kadı bir şey sormadan,
– Gördün mü Deli Mehmet’in zevkini? dedi.
– Siz de benim gibi buradan gördünüz mü?
– “Gözlüye hotti gizli yoktur!”
Küttedek kapıyı, kapadı. Yine türküsüne başladı.

Kuru Kadı palankada sabahı dar etti. Güneş doğmadan, Deli Mehmet’in mezarına koştu. Artık bütün günlerini bu mezarın başında geçiriyordu. Bu mezarın daimi ziyaretçisi oldu. Büyük bir taş yontturdu. Yazdırdı. Başına diktirdi. Beş vakit namazlarını bile cemaatine bu kabrin başında kıldırmak isterdi. Artık ne hacet dilese, ona nail oluyordu.
Grijgal’de, komşu palankalarda Kuru Kadı için “Deli oldu” diyorlardı. Her an “sonsuzluk” badesini içmiş ezeli. bir sarhoş gibi nihayetsiz bir kendinden geçme,sonsuz sınırsız bir şevk, sükûn bulmaz bir heyecan içinde yaşıyordu. Fakat nasıl “deniz çanağa sığmaz”sa,onun büyük sırrı da ruhuna sığmadı. Taştı. Huruç günü gördüğü harikayı herkese anlatmağa başladı. Hatta daha ileri gitti, çok iyi okuduğu “Mevlid-i Şerif” lisanıyla o gün gördüğünü yazdı. Yüzlerce beyitlik bir destan düzdü. Ama o eski şevki kayboluverdi. Ruhuna koyu bir karanlık doldu. Kalbine acı bir ağırlık çöktü. Artık Deli Mehmet’in yeşil nurdan mezarı içinde sürdüğü ilahi zevki göremez oldu. Bu mahrumiyet onu delirtti. Yemekten içmekten kesildi. Bir gün, yine perişan kırlarda dolaşırken Deli Hüsreve rast geldi. Meğer o da geziniyormuş. Elindeki yayıyla yavaşça Kuru Kadı’nın arkasına dokundu.
– Ahmak, dedi, niye gördüğünü halka söyledin? Adam gördüğünü kaale geçirirse kazandığı hali kaybeder. Eğer sussaydın, gördüğün keramete ölünceye kadar şahit olacaktın… Kuru Kadı yere diz çöktü, ağlamaya başladı:
– Çok perişanım diye inledi, lütfet. Gel, beni gaflet uykusundan uyandır. Benim o görnüş olduğum durum
ne hikmettir? İçinde benimle senden başka onu gören oldu mu?
– Bir gören daha var. O “can” herkese görünmez.
– Kimdir?
– Bilemezsin…
– Başkaları görmedi de, biz ikimiz niçin gördük?
– a şehitlik müjdesidir!” İkimiz de mutlaka şehit düşeceğiz!…
Kuru Kadı, gittikçe öyle serseri, öyle perişan, öyle berbat oldu ki… kendisini o kadar seven Vali Ahmet Bey bile Budin’den gelince, onun hallerine dayanamadı.Nihayet “bu deli bir kişidir. Palankada hizmetinden istifade olunamaz” diye geriye göndermeye mecbur oldu.Aradan epey zaman geçti. Serhadde değil, hatta Grijgal hisarında bile herkes Kuru Kadı’yı unuttu. Yalnız yazdığı destan okunuyor, hiç unutulmuyordu. On iki sene sonra…
Zigetvarın zaptı akabinde yaralılar toplanırken, meşhur kahraman Deli Hüsrevin bir gülleyle parçalanmış cesedi yanında, uzun boylu, ak saçlı, ak sakallı,yeşil cübbeli bir şehit buldular. Kıbleye yüzükoyunuzanmış yatan bu şehidin büyük, yeşil sarığı, henüz bozulmamıştı. Üzerinde hiçbir silah yoktu. Yarası neresinden olduğu belli değildi. Günlerce süren kuşatma esnasında hiç kimse böyle bir adam görmemişti. İnceden inceye araştırma yapıldı. Kim olduğu bir türlü anlaşılamadı. O vakit birçok gazilerin “gayb ordusundan imdada gelmiş bir veli” sandıkları bu şehit, acaba, Grijgal hisarının o eski deli kadısı mıydı..?

BİTMEYEN BUĞDAY HİKAYESİ

BİTMEYEN BUĞDAY HİKAYESİ
Bir zamanlar uzak bir ülkede iki erkek kardeş yaşarmış birlikte babalarından kalan çiftlikte çalışırlarmış. Büyük kardeş evliymiş. Çocukları da varmış. Küçüğü ise evli değilmiş. Her akşam iki kardeş topladıkları buğdayı eşit bir şekilde bölüşürler kendi ambarlarına götürürlermiş.Bir gün küçük kardeş kendi kendine:
“Buğdayı eşit bölmek doğru değil. Çünkü benim eşim ve çocuğum yok. Fazla buğdaya da ihtiyacım yok.” Diye düşünmüş. Gece vakti gizlice kendi buğdayından bir çuval alıp, kardeşinin buğday ambarına götürmüş.
O günlerde ağabey de kardeşini düşünüyormuş:

“Benim canım kardeşim yapayalnız yaşıyor. Yaşlanınca ona bakacak çocukları bile yok. Benim çocuklarım yaşlanınca bana bakarlar. İyisi mi ben kendi buğdayımdan kardeşime vereyim.”
O da gece kalkmış. Gizlice kardeşinin ambarına gitmiş. Kendi buğdayından bir çuvalı kardeşinin ambarına bırakmış.
Böylece birbirlerinden habersiz her gece aynı şeyi yapmaya başlamışlar. Bu yüzden ikisinin de buğdayı azalmıyormuş. İkisi de “ Allah Allah buğdayım neden hiç azalmıyor ?” diye merak edip duruyormuş.
Bir gece ağabey yine sırtına bir çuval buğday almış. Kardeşinin ambarına götürecekmiş. Az sonra karşısında ne görsün? Kardeşi de bir çuval buğdayla onun evine gitmiyor muymuş? İşte o an iki kardeş neler olduğunu anlamışlar. Çuvalları bırakıp sevgiyle birbirlerine sarılmışlar.
İşte kardeşlik bu..

Sakanın Eşeği

Bilgi: “Saka” konak gibi evlere çeşmelerden su taşıyan hizmetli kişilere saka denir.

Sakanın EŞEĞİ‏

Fakir bir saka, o sakanın da bir eşeği vardı. Zayıf zavallı bir eşekti, sırtında yüzlerce yara vardı. Değil arpa ot bile bulamıyordu. Padişahın atlarının bakıcısı bu sakayı tanıyordu. Onunla eskilere dayanan bir ahbaplığı vardı. Bir gün sakaya rastladı:
– “Bu zavallı eşeğin hali ne böyle, nerdeyse zayıflıktan ölecek.” dedi.

Saka yana yakıla anlattı:
– “Sevgili dost biliyorsun ki ben fakir bir insanım o sebeple bu zavallı hayvana bakamıyorum.” dedi.


Padişahın ahır başı:
– “Sen bu hayvanı bana ver birkaç gün padişahın ahırına bağlayayım ona padişahın atlarının yeminden vereyim, biraz düzelsin.” dedi.

Saka eşeği seve seve verdi. Eşeği alıp padişahın ahırına getirdiler. Eşek ahırdaki temizliği bakımı atların halini görünce:
– “Yarabbi, dedi. Bu nasıl iş bu atlar senin yarattığın da ben senin yarattığın değil miyim benim halime bak, bunların durumuna bak, böyle olur mu?” dedi.

Aradan birkaç gün geçmeden savaş çıktı. Ahırdaki atları çekip eğerlediler. Savaş alanına yolladılar. günlerce süren savaştan sonra atlar döndüğünde her birinin vücudunda yüzlerce yara vardı birçok ok ucu hala vücutlarında duruyordu.

Atların ayakları bağlandı cerrahlar geldiler, başladılar atların orasını burasını yararak, ok parçalarını, mızrak uçlarını çıkarmaya. Bunu gören eşek, daha önce düşündüklerinden, söylediklerinden bin pişman oldu. Haline şükretti…

Mevlananın mesnevi hikayelerinden bir hikayeyi sizlerle paylaştık.

Oduncunun Talihi Hikayesi

Oduncunun Talihi Hikayesi

Vakti zamanında pek çalışkan bir adam varmış. Ama çalışarak kazandığı para karnını doğru dürüst doyurmaya bile yetmezmiş. İşi evden eve odun taşımak, ev hanımlarına yakacak satmakmış. gene bir gün ormanda çalışıyorken garip sesler gelmiş kulağına. Aldırmayıp, kente satmak için indireceği odunları kesip yığmaya devam etmiş. kendini işine kaptırmış çalışırken fil çığlığına benzer bir ses işitmiş yeniden. Çok korkmuş ama korkusunu bastırıp, ne olduğunu anlamak için yürümüş dosdoğru sesin geldiği yana. Bir de bakmış ki, güzeller güzeli bir kız, dolanmış dallara, çalılara, çıkamıyor. hemen koşmuş, dalları kesip kızı kurtarmış. “Kimsin, adın ne?” diye sormuş oduncu. “Önce sen söyle bana adını” demiş kız.

Şaşkınlığa düşen oduncu kekeleyerek adını söyleyince, “Bak” demiş kız, “Sen beni tanımazsın. Ama ben seni tanırım. Ben senin talihinim. İşte o dalları kestiğin yerde hak ettiğin paralar duruyor, al onları.” “Para mı, ne parası” demiş, oduncu ürküntü içinde. “Elbette sen bunca yıl çalıştın, çok paran oldu. hiç korkma, al onu. Bu paranın hepsi senindir. Ne istersen yapabilirsin onunla.”


Başka soru soramadan almış adamcağız paraları. Tüm olanları bir düş sanıyormuş. yarı şaşkın yarı sevinçli evine dönmüş. evde eşi de inanmamış anlattıklarına. Hayatlar birden farklılaşmış, mutlu olmuşlar. Herkes görüyormuş yaşamlarının değiştiğini. Başlamışlar bu parayı nereden buldunuz diye zavallıları sorgulamaya. Merak ediyorlarmış nasıl elde ettiklerini, böyle evi yeniden döşeyecek, yeni mobilyalar, giysiler alacak zenginliği. Adam sorulara cevap verirken yalnızca diyormuş ki, “Ormanda talihimle konuştum.”

Köyün en tembeli olan bir adam bunu duyunca acele koşup ormana gitmiş talihini çağırmaya. Ormanın içinden bir kocakarı çıkmış kötü talih karşısına, yüzü bumburuşuk, üstü başı hırpani, perişan. Tembel adam korkarak, “Böyle çirkin ve korkunç olan sen benim talihim misin?”

“Ya nasıl olmalıydım sence? Hiç çalışmadan talih istiyorsun. Önce çaba göster, sonra görelim ne ola…”

Tembel adam çalışmak lafını duyunca yokuştan aşağı koşmuş, kuyruğuna neft yağı sürülmüşçesine. sonra da bir şeycik edinememiş yaşamında. Eren ermiş muradına, biz de geldik masalımızın sonuna.

En Güzel Çiçek Hikayesi

En Güzel Çiçek Hikayesi

İki boncuk gibi parlayan iri mavi gözleriyle bir çiçek kadar güzelmiş Maviş. Annesi altın gibi ışıldayan sarı uzun saçlarını örer, bu örgüler üzerine beyaz bir kurdeleyi bir kelebek gibi kondururmuş. Sonra nar kırmızısı entarisinin altına beyaz pabuçlarını giyermiş Maviş. O zaman da bu küçük kıza bir bakan bir daha bakmaktan kendini alamazmış. O yıl yedi yaşına basıp okula başlamış Maviş. Daha ilk günden öğretmeni ve arkadaşları pek sevmişler onu. Maviş de bu yeni ortama çabucak alışıvermiş. Sabah olup da kahvaltısını yedi mi anne ve babasını öper, heyecanla okul yoluna koyulurmuş arkadaşlarını bir an önce görmek için.

Günler haftalar geçmiş. İlkin karlı soğuk kış günleri, ardından da ılık aydınlık bahar günleri inmiş yere göğe. Doğa yeni bir doğumun coşkusunda binbir renge boyanarak güzelliğinin doruklarına ulaşmış. Havayı kuş cıvıltıları, çiçek kokuları sarmış gün boyu. Sular çağlayıp coşmuş, ağaçlar çiçekli dallarıyla bu coşkunun bir renk türküsü olmuş sanki. Bu günlerin birinde öğretmenleri, Maviş’le arkadaşlarını yeşil kırlara çıkarmış. Bütün gün gülüp oynamışlar. Dallarda kuşları, sularda balıkları seyretmişler uzun uzun. Sonra yorulup çimenler üzerine uzanmışlar. Öğretmen küçük öğrencilerinin mutlu yüzlerine bakmış ve şöyle demiş:

– Şimdi sizlerden bir isteğim var çocuklar. Kalkın ve dağılın çevreye. Bana doğadaki en güzel çiçeği bulup getirin. Kim bunu başarırsa ona en değerli bir armağanım olacak. Çocuklar sevinçle yerlerinden fırlayıp dağılmışlar, doğadaki en güzel çiçeği aramaya koyulmuşlar. Aramışlar aramışlar ve bir süre sonra her biri elinde birbirinden güzel çiçekle gelerek öğretmenlerinin ne diyeceğini merakla beklemeye koyulmuşlar.


Çiğdem, pembe tomurcuklu bir yaban gülü tutuyormuş parmakları arasında.
– Aferin Çiğdem. Çok güzel bir çiçek bulmuşsun. Kokusu da doyumsuz.
Selim, kan rengi bir gelinciği ileriye uzatıp sormuş.
– Ya benimki öğretmenim?
– Şahane bir renk. Alev gibi. Zarafeti de öyle. Sana da aferin Selim.
Mine’nin elinde bir bahar dalı varmış pembe-beyaz çiçekleriyle.
– Doğa’nın zafer tacı sanki. Ne kadar da güzel… Tebrikler Mine!
Ali, beyaz yapraklı, sarı göbekli bir papatyayı uzatırken öğretmenin yüzü yeniden ışıldamış.
– Beyaz gelinlikli bir genç kız gibi. Sade ama kusursuz. İnsanda saygı uyandıran bir yanı var. Teşekkürler Ali.

Sıra Maviş’e gelmiş. Bütün başlar ona, onun eline çevrilmiş. Ama Maviş’in elleri boşmuş.
– Sen… Bir şey bulamadın mı Maviş? Bunca çiçek, bunca güzellik içinde… Maviş iri boncuk gözlerini açıp çiçekler kadar güzel yüzüyle gülümsemiş ilkin. Sonra heyecanla haykırmış.

– Buldum! Hem o kadar çok buldum ki… Ama hepsi birbirinden güzeldi öğretmenim. Biri ötekinden üstün değildi. Belki kırdaki bütün çiçekleri kucaklayıp size getirmem gerekecekti. Bunu başaramazdım. Ve başını eğmiş birden. Sözlerini duygulu bir fısıltıyla bitirmiş.

– Hem …. Çiçekler yerinde, dalında güzel … Onlardan bir tekini bile koparmaya kıyamadım. Çünkü öğretmenim, hangi çiçeği görsem o en güzeldi… Öğretmen büyük bir heyecanla kollarını açmış, sarmış Maviş’i. Sonra öbür çocuklara dönmüş.

– Bakın yavrularım, demiş. Bu kardeşinizden hepimiz çok güzel bir ders aldık. Sizler güzel çiçekler buldunuz ama en güzelini bulan o oldu. Güzel olan sevdir çünkü yavrularım. Sevmek bize saygıyı getirir. O zaman da Maviş kardeşiniz gibi bir dal çiçeği bile koparmaya kıyamayız. Onu dalında görmek isteriz. Öldürme hakkı bulamayız kendimizde… O günden sonra çiçekler yerinde, dalında kalmış hep. Ve doğa daha bir renklenmiş, daha bir şenlenmiş.

Ta ki insanlar “sevgi” sözcüğünün anlamındaki yüceliği unutmaya başladığımız bu günlere gelinceye kadar…

Masalın Yazarı: Sadettin Kaplan

Yalancı Hikayesi

Yalancı Hikayesi

Durmadan yalan söyleyen bir çocuk vardı. Bu yüzden onu hiç kimse sevmezdi. Ondan söz edilecek olsa “Şu yalancı çocuk mu? Hani hep yalan söyleyen?” derlerdi. Böyle yalancı tanınmak çok kötü şey. Çünkü arada bir doğru söyleyecek olsanız bile kimse size inanmaz. İşte bizim küçük yalancının başına da böyle bir felaket geldi.

Bir gün annesi küçük yalancıyı evde bırakıp çarşıya gitti. Giderken de sıkı sıkı tembih etti:

– Aman yavrum, sakın yaramazlık yapma! Ben dönünceye kadar uslu uslu otur, dedi.


Küçük yalancı uslu oturacağına söz verdi. Verdi ama hiç onun sözüne güvenilir mi?

Annesi kapıyı kapar kapamaz küçük yalancı kibritle oynamaya başladı. Kibriti yakıyor sonra üflüyor ve çok eğleniyordu. İşte ne olduysa o anda oldu ve perde tutuştu. Alev alev yanmaya başladı. Küçük yalancı çok korktu. Hemen sokağa çıkıp “Koşun! Evimiz yanıyor! Yangın çıktı!” diye bağırmaya başladı. Bağırdı çağırdı ama kimse ona inanmadı.

Komşular “Yine yalan söylüyorsun. Yalan söylemeye utanmıyor musun? Hadi oradan! Yalancı çocuk!”gibi sözler ettiler.

Yalancı çocuk “Bu kez doğru söylüyorum. Evimiz gerçekten yanıyor!” dediyse de boşuna uğraştı. Neyse ki, annesi çarşıdan çabuk döndü de itfaiyeye haber verdi. Yangın hemen söndürüldü.

Bu olay küçük yalancıya iyi bir ders oldu. O günden beri hiç yalan söylemedi.

Kibritçi Kız

Çok ama çok soğuk, buz gibi bir yılbaşı gecesiydi. Gerçekten de kavuran bir soğuk vardı. İnsanın ta iliklerine kadar soğuğu hissettiği gecelerden birisiydi. Yoldan geçen herkes paltoların yakalarını kaldırıp atkılarına iyice sarılarak yürüyorlardı. Bu insanlardan kimisi evine yetişmeye çalışıyor, kimisi ise geceyi eğlenerek geçireceği mekana doğru gidiyordu. İşin gerçeği herkes ısınabileceği bir yere gidiyordu.
Çocuklar ise ebeveynelerin yanında bir sağa bir sola koşturarak yürüyor, gözüne kestirdikleri diğer çocuklara kartopu atıyorlardı. Böylesine soğuk bir gecenin keyfini en çok bu çocuklar çıkarıyordu. Çocuklar, kahkaha atıp mutluluklarını belli ediyorlardı. Bu çocukların içerisinde bir çocuk vardı ki, diğerlerine hiç benzemiyordu. Gelip geçenlerin hiç ilgisini çekmeyen bir çocuktu. Ufacık, minicik bir kız çocuğuydu bu. Başında bere yok, elbisesi ise yamalarla bezeliydi. Bir evin kapısının önünde büzülüp ayaklarını altına doğru sokmuştu. Soğuktan o kadar çok etkilenmişti ki, adeta tir tir titriyordu. Kapının önündeki taş basamak çok soğuktu. Bu kızcağız sanki gecenin tüm soğuğunu kendi bedeninde hissediyordu.
Önünde bir mukavva kartonun içerisine sıralanan kibrit kutularına bakıp gözlerini yaşartıyordu. O soğuk günde bir tek kibrit kutusu dahi satamamıştı. Kibrit kutusu satabilseydi adlığı para ile evinin yolunu tutar ve annesinin elinden bir tas çorba içebilirdi. Annesine kibrit kutusu satamadığını söylemek istemediği için eve gitmiyordu. Soğuktan kısılan sesiyle “Kibrit var, kibrit” diye bağırıyordu. Küçük kızın sesine hiçbir baş dönüp bakmıyordu bile… Bırakını sesini duymayı kızın orada olduğundan bile kimsenin haberi yoktu.
Kızın ayakları çok üşüyordu, içinden keşke ayaklarımda terliklerim olsaydı diye geçiriyordu. Bundan kısa bir süre önce sokaklarda dolaşırken hızla geçen bir arabadan kaçmak için hamle yaptığında terlikleri ayağından çıkmıştı. Arabadan kurtulunca geriye dönüp baktığında hınzır ve yaramaz bir çocuk terliklerini aldığı gibi kaçmıştı. Küçük kız, çocuğun terliklerini neden aldığına herhangi bir anlam veremiyordu. Hep “Neden?” diye soruyordu kendi kendine. Bu olaydan sonra bir kapının önüne sığınıp oraya oturmuştu. Parmakları soğuktan donmuş ve sızlamaya başlamıştı artık. Küçük kız, bu fevkalade acıya dayanamadı ve kibrit kutularından bir kibrit çıkarıp yaktı. Uyuşan parmakları kibrit çöpünü elinden düşürmeden zor tutuyordu. Kızcağızın elleri titreyerek zorla duvara kibrit çöpünü sürttü. Kibrit duvara sürtünür sürtünmez hemen alev aldı, alev kızın gözünde minik ama çok tatlıydı.

Küçük kibritçi kız, kibrit çöpünü bir elinden diğer eline hızla geçirerek ısınmaya çalıyordu. Kızın adeta içi ısınmıştı; çünkü kendi alev alev yanan bir ocağın karşısında hissediyordu. Gözleri aleve bakan küçük kız bir riya içinde olduğunu sandı. Kocaman bir odanın içinde yanan şöminenin karşısındaydı. Arkasında bir yünlü hırka, ayağında ise kürkten yapılmış terlikler duruyordu. O kadar sıcaktı ki, her yanı ısınmıştı. Kız, bunları düşünürken elindeki kibrit sönüverdi. Kibritçi kızın parmakları yeniden eski soğuğu hissetmeye başlamıştı.
Kibritçi kız, ikinci bir kibrit daha yaktı. Bu arada hava daha da soğumuştu. Kız, aleve bakarken karşısındaki duvar birden açıldı ve içerisi göründü. Odanın içerisinde geniş bir oda vardı. Kar kadar beyaz örtüyle serili bir masanın üzerinden envaiçeşit yiyecekler vardı.. Sofrada gümüş mumluklar yanıyor ve etrafı aydınlatıyordu. Kibritçi kızın gözleri sofranın tam ortasına bir tabağa yerleştirilmiş çok iyi kızartılmış tavuktaydı. Ağzı sulandı. Elini tabağa doğru uzattı. Kibrit yana yana sonuna gelmişti, parmağını yakıyordu. Kız, çöpü birden yere attı. Atmasıyla birlikte, yılbaşı sofrası siliniverdi, bir baktı ki karşısında yalnızca taş duvar var.
Kibritleri bitmesine rağmen ısınabilmek için bir tane daha kibrit yaktı. Bir yaz gecesine gitti aniden. Ayaklarının altındaki toprak kızgın, güneş parıl parıl parlıyordu. Kızın ilikleri yine ısınmıştı. Bu durumun keyfini çıkarırken aniden bir yıldır kaydı. Kızcağız: ‘işte, biri daha öldü’ diye mırıldandı. Birgün ninesi ona şöyle söylemişti: “Her yıldız düştükçe yeryüzünden biri ölür.”. Ninesini hatırlamak ve onu görebilmek için bir kibrit çöpü daha yaktı. Soğuktan kaskatı kesilmiş, beyni durmuştu. Beyinin ona oynadığı hayaller onu çok farklı dünyalarda olduğu sandırıyordu. Kibritin yanan alevinde ninesinin silüetini görüyordu. Ninesi, yağan kar tanelerinin arasından adeta bir meleğe bürünmüş olarak iniyordu… Yavaş yavaş geldi ve torununu kollarının arasına alarak gökyüzüne doğru çıkarmaya başladı…
Ertesi sabah, yoldan geçenler basamaklarda gariban halde donmuş bir kısın ölü bedenini buldular. Yanı başında bir sürü boş kibrit kutusu vardı.
İnsanlar, zavallı kızacağız diye hayıflandılar ve eklediler “Demek ki ısınmak için kibritleri yakmış.”. Bunu söyleyenler kibritlerin alevinden kibritçi kızın nasıl hayaller gördüğünü nerden bilebilirlerdi ki!

Kırmızı Başlıklı Kız Masalı

Çok eski zamanların birinde küçücük bir kız varmış. Küçük kızın annesi ona kırmızı başlıklı bir pelerin almış. Küçük kız bu kırmızı başlıklı pelerini çok ama çok seviyormuş ve üzerinden hiç çıkarmıyormuş. Küçük kızın bu davranışı nedeniyle tüm çevresi ona Kırmızı Başlıklı Kız diyormuş. Bir gün annesi ona seslenmiş: “Büyükannen hâlâ hasta. Hadi giyin de, ona yaptığım şu çöreği götür.” Bunun üzerine Kırmızı Başlıklı Kız üzerini giyinerek eline çöreği almış ve yola koyulmuş.
Annesi küçük kızına “Tavşan Ormanı’ndaki yoldan ayrılma sakın!” diye seslenmiş. Küçük kız da “Ayrılmam anne,” demiş. Kırmızı Başlıklı Kız ormana girip yürümeye başladığında çalılıkların arasından gelen bir ses duymuş. Bu sesin ardından birdenbire yola bir kurt çıkıvermiş. Küçük kız çok ama çok korkmuş. Fakat kurt, küçük kıza hiç de düşmanca bakmıyormuş. “Nereye böyle küçük kız?” diye sormuş kurt.
“Büyükanneme gidiyorum,” demiş Kırmızı Başlıklı Kız. “Tavşan Ormanı’nın sonundaki ilk ev. (Ormanın adını Tavşan Ormanı’ymış). Büyükannem çok hasta. Kurt kıza seslenmiş: “Bak sana ne diyeceğim. Ben hızlıca gidip büyükanneme senin ziyaretine geldiğini söyleyeyim. Sen de yolda çok eğleşmeden hemen gel.” Kurt, hemen oradan ayrılmış, çünkü ormandaki oduncunun onu bulma ihtimali varmış. Eğer kızı hemen orada yemeye çalışırsa oduncunun onu bulmasından korkuyordu.
Kurt büyükannenin evine varmış ve kapıyı çalmış. “Kim o?” diye seslenmiş içeriden yaşlı kadın. Kurt sesini değiştirerek, “Benim, torunun Kırmızı Başlıklı Kız,” demiş. “Yemen için sana çörek getirdim.” “Kapı açık güzelim,” diye seslenmiş Büyükanne. Kurt içeri girer girmez bir hamlede büyükanneyi midesine indirmiş. Biraz sonra Kırmızı Başlıklı Kız Büyükanne’nin kapısını çalmış.
“Kim o?” diye seslenmiş kurt büyükannenin sesini taklit ederek.
“Benim, Kırmızı Başlıklı Kız.”
“Kapı açık güzelim,” diye seslenmiş kurt. “İçeri girebilirsin.”

Kırmızı Başlıklı Kız bir an düşünmüş. ‘Büyükannemin sesi neden böyle değişik acaba?’ diye düşünmüş. Aklına büyükannesinin hasta olduğunu gelince tereddüt etmeden içeri girmiş. Kurt, Büyükanne’nin elbiselerini giymiş bir vaziyette yatakta yatıyormuş. Yorganı boğazına kadar çekmiş, içerisi karanlık olsun ve suratı fark edilmesin diye de perdeleri kapatmış.
“Elindekileri oraya bırak da yanıma gel torunum,” demiş kurt.
Kırmızı Başlıklı Kız çöreği masaya koymuş, ama hemen kurdun yanına gitmemiş. Çünkü Büyükannesi bir tuhaf görünüyormuş.
“Kolların neden bu kadar büyük Büyükanne?”
“Seni daha iyi kucaklamak için!” demiş kurt.
“Kulakların neden büyük, peki?”
“Seni daha iyi duyabilmek için!” demiş kurt.
“Gözlerin neden kocaman, peki?”
“Seni daha iyi görebilmek için,” demiş kurt.
“Dişlerin neden sivri peki?”
“Seni daha iyi yiyebilmek için,” demiş kurt.
Son sözünü söyleyen kurt artık kaybedecek vakit yok diyerek yataktan fırlayarak bir lokmadan Kırmızı Başlıklı Kızı yemiş. Ardından büyükanne ve küçük kızın verdiği doygunlukla yatıp uyumuş. Kurt, çok yorgun olduğu aşırı horluyormuş. Bu sırada evin önünden geçen bir avcı kurdun horlamasını duymuş. Büyükannenin başına kötü bir şey geldiğini düşünerek içeri girmeye karar vermiş. Evin içine girdiğinde kurdu görmüş ve orada nelerin olup bittiğini bir çırpıda anlayıvermiş. “Aylardır senin peşindeyim pis yaratık,” diye bağırmış avcı ve elindeki baltasını kullanarak kurdun başını kesivermiş. Bunun ardından öncelikle büyükanneyi sonrasında da Kırmızı Başlıklı Kız’ı kurdun karnından sapasağlam çıkarmış. İkisi de gayet sağlıklıymış.
Kırmızı Başlıklı Kız’ın getirdiği çöreği büyükanne bir güzel yemiş. Ardından Kırmızı Başlıklı Kız, büyükannesine kurtların sözüne asla inanmayacağına dair söz vermiş. Daha sonra evin yolunu tutmuş. Ormandaki tüm tavşanların saklandıkları gizli yerlerden ortaya çıktıklarını görmüş. Bu zamandan sonra orman eski neşesine kavuşmuş ve tüm tavşanlar ormanı doldurmuş.

Ben Aslında Bir Devim Masalı

Uzak şehirlerden birinde Veli adında küçük bir çocuk varmış. Veli ismindeki bu küçük çocuk gittiği her yerde “ben aslında bu kadar küçük bir çocuk değilim. Ben kocaman bir dev adamım.” diyormuş. Anne ve babası bu sözleri önemsemiyor gülüp geçiyorlarmış. Velinin arkadaşları da bazen ürkseler de onunla dalga geçip oyun oynamaya devam ediyorlarmış. Arkadaşları ne kadar dalga geçerse geçsinler veli kendisinin gerçekten bir dev olduğuna inanıyormuş. Bu yüzden de etrafına ve arkadaşları olan çocuklara zarar vermemek için oyuna çağrıldığında gitmek istemiyormuş.

Çünkü dev halinin ortaya çıkıp çocukları incitmesini ve onları üzmesini istemiyormuş. Ancak birçok zaman o çocuklar gibide küçük bir çocuk olmak ve o çocuklarla boş arasada oyunlar oynamak istiyormuş. Bazı zamanlarda bu oyun oynama isteğini yenemiyormuş. Koşup onlara katılıyor ve saatlerce dev olduğunu unutarak gönlünce oynuyormuş. Sonra yine dev olduğunu hatırladığında da arkadaşlarına bir zarar vermediği için kendi kendine mutlu oluyormuş.

Arkadaşlarına karşı da bu kadar hassas olabildiği için kendisini tebrik ediyormuş. Kolay bir şey değil tabi ki o devasa ellerle arkadaşlarını ebelemek, arkadaşlarının ellerini sıkarken onlara zarar vermemek hiçte kolay değil. Arkadaşlarına sarıldığında onların kemiklerini kırmamış olmak kendi adına büyük bir başarı tabi ki, arkadaşı olan o çocukları sarılıp öptüğünde yanaklarına zarar vermemiş olmak kolay bir iş mi sanki? Küçük Veli her gece yatağına uzandığında tüm gününü düşünerek hem kendiyle gurur duyuyor hem de oldukça güzel bir uyku uyuyormuş. Koca bir dev olup da insanlara zarar vermemek çok önemli bir konuymuş ona göre.

Günlerden bir gün yine mahallenin çocukları ile oyun oynamaya kaptırmış kendini. Küçük bir çocuk ceviz ağacına tırmanmış. Sonrada aşağı inmeyi beceremeyen bu küçük çocuk ağlamaya başlamış. Velinin arkadaşları “haydi Veli hani sen kocaman bir devdin indir onu aşağıya” demişler. Veli yukarı uzanmış ama bir türlü yetişememiş. Sonra tekrar uzanmış yine olmamış. Veli bir türlü çocuğu ağaçtan aşağıya indirmeyi başaramamış. Kendi de çok şaşırmış durumuna. “Neden böyle oldu ki” demiş kendi kendine. “Ben aslında kocaman bir devim. Böyle olmamalı ” demiş.

Diğer çocuklar dalga geçer gibi “sen bir dev değilsin. Dev olan biri hemen çocuğu ağaçtan indirirdi.” derler. O zaman Veli bu duruma sevinsin mi ağlasın mı bilememiş. Annesi ile babasına anlatmış. Onlarda ” bak demek ki bir dev değilsin. O zaman arkadaşlarınla daha rahat oynayabilir ve istediğin kadar gezebilirsin.” demişler. O da artık kocaman bir dev değil de küçük bir çocuk olduğunu anlamış ve bu duruma alışmaya çalışmış. Bir kaç gün içerisinde de alışmış zaten dev olmadığına. Arkadaşları gibi sıradan ve mutlu bir çocuk olmaya başlamış. Arkadaşları da velinin doğruyu anlamasına sevinmişler ve onu daha çok aralarına almışlar. Eskiden söylenen şeyleri daha fazla konuşmamışlar. Bazı zamanalar Veliye takılsalar da çok fazla Velinin üzerine gitmemişler.


Günler geçmiş Veli iyice dev olduğunu unutmuş ve oyun oynarken biraz oyunun dozunu kaçırmış. Arkadaşlarını öperken onlara sarılırken daha sert olmaya başlamış. Artık arkadaşları ile eşit olduğu için çok fazla nazik olmasına gerek yok diye düşünüyormuş. Çocuklar bu sertlikten şikâyetçi olup Veliyi anne ve babasına şikâyet etmişler. Annesi ve babası Veliyi uyarınca veli yine düzelmiş. Çünkü arkadaşlarını kaybetmek üzereymiş. Aradan uzun zamanlar geçmiş mevsimler mevsimleri kovalamış. Veli çok büyümüş. En sonunda dokuz yaşına basmış. Arkadaşları ile iyi geçinse de arada sırada haylazlıkları da olmuyormuş değilmiş. Anne ve babası uyarınca hemen düzeliyor ama biraz zaman geçince yine o yaramazlıkları yapıyormuş. Hem yaramaz hem uslu birçok özelliği olan bir çocuk olmuş.

Günlerden bir gün arkadaşları ile elim baş oyunu oynuyorlarmış. Her tarafı toz içindeymiş. Oyun oynayan arkadaşlarına görünmeden ortadan kaybolmuş. Arkadaşları da Velinin nereye kaybolduğunu merak etmemişler. Çünkü onun kaybolduğunu bile fark etmemişler oyun telaşından. Saat baya geç olmuş. Eve gitmesi gereken çocuklar bir türlü eve gitmemek için direniyorlarmış. Sonra birden misket oynayan çocukların arkasında bulunan moloz yığınlarının ve yıkıntıların arkasından devasa bir şey çıkmış ortaya. Çocuklar çok korkmuşlar. Kafası insan kafasına benzemiyormuş, vücudu da çok acayip bir haldeymiş, ne insana benziyormuş ne de hayvana benziyormuş. Çocuklar bağrışmaya başlamışlar.

Etrafta bas bas bağırarak “imdattt bu bir dev” demeye başlamışlar. Hem korkuyorlar hem de bu devi görmek için birbirileri ile yarışıyorlarmış. Daha küçük olan çocuklar korkularından altlarına bile kaçırmışlar. Anneler kocaman sopalarla ve küreklerle aşağıya inmişler. Amaçları devden çocuklarını korumakmış. Devin üzerine doğru ellerinde sopalarla koşturmuşlar. Dev kükreyince hemen terliklerini bile arkada bırakarak geri geri kaçmışlar. Artık herkes çok korkmuş. Ağlaya ağlaya kaçışmaya başlamışlar. Birden bire dev ne olduysa hemen ortadan kaybolmuş. Kimse nasıl kaybolduğunu anlamamış bile. Nereye gittiğini nasıl gittiğini gören olmamış. Birden bire ortaya çıkan o koca dev yine birden bire ortadan kayboluvermiş. Tabi ki bu koca dev küçük Veliden başkası değilmiş. Uzun sopaları geçirmiş ayağına birde büyük bir çuval giymiş. Olmuş mu sana kocaman bir dev.

Onun amacı da dev olmak nasıl bir şeymiş merak etmektir. Ondan böyle bir şey yapmış. Çocukken kendini dev sanmasının sebebi de kendisinin de devlerden korkuyor olmasıymış. Bugün gerçekten devam görse o da korkarmış. Yatağına uzandığı yerden yaptığı şeyi düşünüp gülümsemiş. “Artık dev diye bir şey yok. O dev nasıl olsa bendim. İyi ki de bendim. Artık ben bile korkmuyorum devlerden” demiş. Böylece devlerin olmadığını kendisine bile ispatlamış. Yatağında huzurlu ve mutlu bir uykuya dalmış.

Tahta Çanak Hikayesi

Tahta Çanak Hikayesi
Bilge Dede iyice yaşlanmıştı. Gözleri görmüyor, kulakları iyi işitmiyordu. Yemeğini bile yemekte zorlanıyordu. Üstüne başına döküyor, sofrayı kirletiyordu. Bu yüzden gelini ve oğlu Bilge Dede’ye kızıyorlardı, iyi davranmıyorlardı. Evde onu tek seven, küçük torunu Selim idi. Selim, dedesine acıyor, babasıyla annesinin davranışlarına çok kızıyordu.
Bir akşam yemek yiyeceklerdi. Dede, ekmeğe uzanayım derken, kolu tabağına takıldı ve tabağını yere düşürdü. Örtüler kirlendi. Tabak kırıldı. Gelini kızdı, bağırdı. Bilge Dede, odasına çekildi. Karnı çok açtı ama yiyecek hali kalmamıştı. Ağlıyordu… Allah’a yalvarmaya başladı. “Allah’ım canımı alda kurtulayım, oğluma ve gelinime daha fazla yük olmak istemiyorum”

Ertesi gün Selim’in babası eve elinde tahta çanak ve kaşıklarla geldi. Bilge Dede’yi evin bahçesindeki kulübeye taşıdılar. Artık burada kalacak yemeklerini de burada bu tahta çanak ve kaşıklarla yiyecekti.
Selim buna çok üzüldü. “Neden böyle yapıyorlardı” ki? Bir gün gelecek, onlar da yaşlanacaklardı. Onların da eli ayağı tutmaz olacaktı. Bunu annesine, babasına nasıl anlatmalıydı?
Yağmurlu bir gündü. Selim’in annesi babası evdeydi. İşe gitmemişlerdi. Selim, birkaç tahta parçası getirdi. Bir bıçakla onları kesmeye, oymaya başladı. Bir yandan da annesine, babasına bakıyordu. Annesi ve babası merak ettiler. Selim bu tahtalarla ne yapıyordu? Annesi Ali’ye sordu:
-Bu tahtalarla ne yapıyorsun Selim?
-Tahta çanaklar yapıyorum.
-Tahta çanakları ne yapacaksın?
-Sizin için!
-Bizim için mi?
-Evet sizin için.
İksinin de yüzü kıpkırmızı oldu, söyleyecek tek kelime bulamadılar. Yaptıklarından pişman oldular. Bilge Dede’nin yanına varıp ondan özür dilediler. Bilge Dede’yi tekrar yanlarına alarak onu bağırlarına bastılar. Ve bir arada mutlu mesut yaşadılar.

Arı ile Papatya Hikayesi


Arı ile Papatya Hikayesi
Sıcak bir yaz günüydü. Her yer çiçeklerle dolu ve hava mis gibi kokuyordu. Çiçek tarlasının üzerinde arı vız vız diyerek neşeli neşeli uçuyordu. Havada o kadar güzel süzülüyordu ki papatya onu hayranlıkla izledi. Uçmaktan yorulan arı papatyanın yanındaki ağaç dalına konar. Papatya, arı ile konuşmak ister ve seslenir:
– Arı kardeş ne kadar güzel uçuyorsun. Oysa benim kanatlarım yok ve ben senin gibi dünyadaki güzellikleri göremiyorum. Sadece etrafımdaki çiçekleri görüyorum. Bir gün beni de alıp gezdirebilir misin? der.
Arı papatyaya kibirli gözlerle bakar ve:

– Ben seni nasıl taşıyım. Seni asla alıp, taşıyamam. Çabucak yorulurum, Hem ne yapacaksın dünyadaki güzellikleri, diyerek papatyayı götürmek istemez ve uçarak gözden kaybolur. Bu duruma oldukça üzülen papatya günlerce ağlar ve kendisine kibirli davranan arı onu çok üzmüştür. Aslında papatyayı alıp, gezdirebilirdi. Fakat o kibirli davranarak onu küçümsemeyi tercih etti.
Aradan aylar geçti ve havalar yavaş yavaş soğudu. Ağaçlar yaprak döküyor ve çiçekler soluyordu. Fakat papatya halen yapraklarını dökmemişti. O gün havada arıyı uçarken görür ve bal yapmak için çiçek aradığını fark eder. Oysa oradaki solmadan kalan tek çiçek papatyaydı. Papatyanın üzerine konmak ister ve papatya arının konmasına izin vermez. Bu duruma oldukça şaşıran arı papatyaya seslenir:
– Neden konmama izin vermiyorsun. Bal yapmam gerek.” der. Papatya aylar önce kendisine kibirli davranan arının yaptıklarını ona hatırlatır. Durumu hatırlayan arı kendine çok kızar ve papatyadan özür diler. Kendisinin kibri yüzünden geri çevirdiği papatyaya, şimdi kendi muhtaç olmuştu. Arının yaptıklarını affeden papatya, arının bal yapmasına izin verir ve bu duruma sevinen arı papatyayı alarak dünyayı gezdirmek için havalanmaya başlarlar.

HÜLYA ÖĞRETMEN

Kırmızı çoraplı küçük bir kız hatırlıyorum.Babasıyla el ele tutuşmuş okula gidiyor.Fakat ne çantası ne de okul önlüğü var bu küçük kızın.Ayrıntıları hafızamdan silinmiş bir etek ve etek altında uzun kırmızı çoraplar...Küçük kız okula kayıt olmaya gidiyor.O güne kadar görmediği ama herkesten işittiği okul...Acaba nasıl bir şeydi küçük kızın hayalinde.Babası,"okula gidince bir çok arkadaşın olacak"demişti.Okula gitmeden önce küçük kıza babası,üzerinde Atatürk resmi olan bir alfabe kitabı almıştı.Kalemleri,defterleri,kitapları vardı küçük kızın.Okul çantası,okul önlüğü hepsi hazırdı.Okul deyince küçük kızın hayalinde işte böyle bir resim çizilirdi.İsimleri Ayşe,Fatma,Ali,Ahmet olan arkadaşlar,üzerinde Atatürk resmi olan kitaplar,kenarları kırmızı kalemle çizilmiş defterler,rengarenk kalemler...Haftanın ilk günü,bir pazartesi sabahı okullar açıldı.Annesiyle beraber sınıfa girdi küçük kız.Hayalindeki resimde bir eksiklik vardı.Öğretmen...Ayakta duruyor,ellerini sınıf defterinin olduğu masaya dayamış yoklama yapıyordu.küçük kız onu da ekledi hayalindeki resme ve yoklama bitti.Anneler çocuklarını bırakıp gittiler.Öğretmen adını söyledi,adım "Hülya Can"dedi.O günden sonra küçük kızın en sevdiği isim"Hülya" oldu.En sevdiği oyun da öğretmencilik...Bir gün Hülya öğretmen,öğrencilerin defterlerine yazdıklarını kontrol ediyordu.Sıra küçük kıza geldiğinde "aferin,ne güzel yazıyorsun"demişti.O günden sonra küçük kız öğretmenini çok hem de çok sevdi.Hayalindeki öğretmen resminin çizgileri gittikçe daha belirgin,daha yumuşak ve ayrıntılıydı.Günler geçtikçe öğretmenin üzerine siyah bir kazak çizildi.Öğretmeni bu kazağı çok giyerdi.Küçük kız,Hülya öğretmenin saçlarını,yüzünü,bakışlarını,ille de o sevimli yanaklarını-gülerken elmacık kemikleri daha bir belirginleşir,sanki yüzünde güller açardı-Evet, illede o sevimli yanaklarını tüm ayrıntılarıyla çizdi.Onu çizerken çizgiler o kadar yumuşaktı ki...Tıpkı Hülya öğretmenin sıcacık,yumuşak elleri gibi...Küçük kız doyamıyordu öğretmenine.Onu o kadar çok seviyordu ki...Paydos zili çalar çalmaz kitaplarını çantasına yerleştirir,Hülya öğretmenin arkasından yetişmeye çalışırdı.Otobüs durağına kadar Hülya öğretmenle beraber yürümek,ayrılırken "iyi akşamlar" deyip el sallamak ne büyük zevk verirdi küçük kıza.ilk iki sene böyle geçti.Küçük kız artık 3. sınıf olmuştu.O yıl Hülya öğretmen hamileydi.Tıpkı annesi gibi o da bir bebek bekliyordu.Bir akşam,küçük kızın babası annesini hastahaneye götürdü.Küçük kızla kızkardeşi o gece babaannelerinde kaldılar.Ertesi gün babaanne küçük kızla kızkardeşine müjdeyi verdi.Bir erkek kardeşleri olmuş.O gün küçük kız okula gitti ancak öğretmeni sınıfta yoktu.O gün Hülya öğretmen okula hiç gelmedi.Küçük kız eve döndüğünde annesi ona öyle bir haber verdi ki küçük kız çok şaşırdı.Tesadüfün böylesi,meğer küçük kızın annesiyle Hülya öğretmen aynı hastahanede aynı gün doğum yapmışlar.Ertesi gün küçük kız, arkadaşlarına vereceği haberin sabırsızlığıyla okula gitti.Sınıfa girdiğinde arkadaşlarına,öğretmenlerinin bir kızı olduğunu bu yüzden okula gelemediğini söyledi.Hülya öğretmen kırk gün doğum izni almıştı.Küçük kız tam kırk gün Hülya öğretmenini göremeyecekti.O gün Hülya öğretmenin sınıfını üç,dört gruba ayırıp diğer sınıflara dağıttılar.Küçük kız şimdi hem arkadaşlarından hem de Hülya öğretmeninden ayrıydı.Alışamadı yeni sınıfına,sevemedi yeni öğretmenini,yeni arkadaşlarını.Küçük kız artık güzel yazı yazamıyordu.Derste parmak kaldırmıyor,sorulara cevap veremiyordu.Okulu artık sevmiyordu.Her sabah ya başı,ya karnı ağrıyor okula gitmek istemiyordu.Küçük kız geçen her günün hesabını tuttu.Kırk gün sonra öğretmeni gelecek o yumuşacık,sıcak elleriyle küçük kızın çenesini okşayacak,yine ona "aferin"diyecekti.Neyseki günler geçti.Kırk gün dolmak üzereyken bir öğretmen sınıfa girdi ve"Hülya öğretmen bundan sonra 4.sınıfları okutacakmış"dedi.Küçük kız kulaklarına inanamadı.Belki de hayatının ilk acı hayal kırıklığıydı.Dersin sonuna kadar zor tuttu kendini.Zil çalar çalmaz hıçkırıklara boğuldu.Okuldan eve ağlayarak geldi.Annesine olanları anlattı.Annesi Hülya öğretmenine telefon açıp kararının sebebini sordu.Hülya öğretmen ne söyledi,küçük kızla ne konuştu...Hepsi hafızamdan silinmiş hatırlamıyorum.O günkü telefon görüşmesinden sonra küçük kız,bir okul dönüşü Hülya öğretmenle karşılaştı.Hülya öğretmen küçük kızı görünce çok sevindi.ona sarıldı,yanaklarından öptü.Küçük kızın yanaklarında ruj izleri kalmıştı.Hülya öğretmen "bak yanaklarına kelebekler konmuş"dedi.Yine mutluydu,yine sevinçten uçuyordu küçük kız,yanaklarındaki kelebeklere eşlik edercesine...Küçük kız ertesi gün eski sınıfına girdi.Okulun ilk günü çizdiği resim yeniden canlandı.Hülya öğretmen yazı tahtasının önünde duruyor,küçük kıza gülümsüyordu.Ve arkadaşları,isimleri Ayşe,Fatma,Ali,Ahmet olan arkadaşları,onlar da o gün oradaydılar.Şimdi küçük kız büyüdü.Bir zamanlar babasıyla el ele yarı ürkek,yarı heyecanlı girdiği okul kapısından bu yılın sonunda ayrılıyor.Yeni bir resim çizecek küçük kız.Elleri öğretmen masasının üzerinde,gözleri yoklama listesinde.Kendini çizecek küçük kız.İsimleri Ayşe,Fatma,Ali,Ahmet olan öğrencileri-kimbilir bunların içinde okulun o ilk gününü resimleştiren kırmızı çoraplı küçük bir kız olacak.Yine resimde bir şey eksik olacak.Kimse dolduramayacak onun yerini.Küçük kızı okutan,adı Hülya olan öğretmenler de...O kürsü hep boş kalacak.Küçük kız elini yanaklarında gezdirecek,kelebeklerin uçtuğunu farkedecek.Bir okul dönüşü Hülya öğretmeni bekleyecek,kimbilir belki karşılaşırız ümidiyle...

PAPATYA MASALI

PAPATYA MASALI
Yıllardan bir yıl ama hangi yıl unuttum kış uzadıkça uzamış. Çocuklar burunlarını cama dayamış, ağaçlarda yaprak, yerlerde papatya çiçekleri, havada kuş görebilmek için her yere bakıp durmuşlar. Ama ‘buvv’ diye esen rüzgardan, bembeyaz kardan başka birşey görememişler. Toprağın altında da ilkbaharı bekleyen çiçekler ha olgunlaştı ha olgunlaşacaklarmış ama kökler yoluyla gelen haberler hep aynıymış. Kış biraz daha uzayacakmış. İlkbahar güneşi yol hazırlığını bitiremedi. O zaman gelincik kırmızı tuvaletinin üstündeki yeşil mantosuna biraz daha sarılıp “bu gidişle giysim buruş buruş olacak” diye dertleniyor; Mini mini mineler mavi başlarını sallayıp biz de bu gidişle daha yukarı çıkamadan donup kalacağız diye üzülüyorlarmış. Öteki çiçekler de üzülüyorlarmış ama daha renklerini seçemedikleri tuvaletlerini tamamlayamadıkları için o kadar endişelenmiyorlarmış.
Menekşe mor renkte, tarla çiçeği mavi, papatya ortası sarı etekleri beyaz giysilerini yeni yeni bitiriyorlarmış. İçlerinden yalnız biri ne toprak anadan renk seçiyor ne de giysisini ütülüyormuş. Bu çiçeğin bütün düşüncesi bir an önce yer yüzüne çıkmak çiçek masallarında anlatılan çocukları görmekmiş. Ah bir yer yüzüne çıksam diyormuş da başka bir şey demiyormuş. Kış uzadıkça onunda sabrı tükeniyormuş, tabi o yüzden bir gece herkes uyurken yavaşça yerinden kalkmış bir ağacın köklerini izleye izleye toprağın üstüne çıkmaya başlamış. Bütün gece soluk almadan tırmanmış da tırmanmış. Güneşin sarı başı dağın tepesinden görünürken o da başını topraktan dışarı uzatmış. Koca güneş, bembeyaz karlar üstünde bir çiçek görünce şaşırmış kalmış. “Daha uyanamadım galiba” diye gözlerini ovuşturmuş. Daha fazla parlamaya başlamış bütün gece karları savuran rüzgarın da şaşkınlığı ondan az değilmiş.

“Yani olacak şey mi bu, karların ortasında bir çiçek yorgunluktan serap görmeye başladım galiba, en iyisi gidip biraz dinleniyim” deyip esmekten vazgeçmiş. O zaman da güneş bunda bir iş var rüzgar çekildi gitti herhalde ilkbahar geliyor, zaten bu çiçek de bunu gösteriyor” demiş ve biraz daha ısıtmalı çevreyi diye düşünmüş. Bütün bunlar olurken yaramaz çiçek soğuktan tir tir titriyor “Ah ben ne yaptım, soğuktan neredeyse kuruyup gideceğim, ne diye herkesi beklemedim sanki” diye ağlıyormuş.
Onun sesini duyan saka kuşu “hey şuraya bakın, bir çiçek, kalkın kalkın hepiniz, bahar gelmiş!” diye bağırmış.
Bu sevinçli haberi duyan ağaçlar durur mu? Artık hemen dallarını gererek uyanmaya başlamışlar, bir anda her şey değişmeye başlamış. İlkbaharı getiren yaramaz çiçek aceleciliği yüzünden kendine renkli bir elbise giymeyi unuttuğu için sadece beyaz yapraklara sahip olmuş ve ona herkes papatya adını vermiş.
O gün bu gündür papatya çiçeği hiç acelecilik huyundan vazgeçememiş. O yüzden de her zaman baharın gelişini bize ilk papatyalar müjdelemiş. Siz de Mart ayında papatyaların kırlarda açtığını görürseniz, bilin ki bahar gelmiştir.

GÜZEL VE ÇİRKİN MASALI

GÜZEL VE ÇİRKİN MASALI
Bir zamanlar zengin bir tüccar varmış. Üç kızı olan bu tüccarın kızlarının ikisi son derece bencilmiş. Ama üçüncüsü, yani adı Güzel olanı hem iyi hem de sevgi doluymuş.
Bir gün tüccar, gemilerinin şiddetli bir fırtınada battığı haberini almış. Zavallı adam varını yoğunu kaybetmiş, geriye bir tek kasabadaki küçük evi kalmış. Açgözlü iki kardeş bu durumdan hiç hoşlanmamışlar. Yatakta yatmak ve oflayıp puflamaktan başka bir şey yapmaz olmuşlar. Evin bütün işleri Güzel’e kalmış.
Bir zaman sonra tüccar kayıp gemilerinden birinin limana ulaştığını duymuş. Haberin doğru olup olmadığını öğrenmek için yola çıkmadan önce kızlarına, dönüşte size ne hediye getireyim, diye sormuş. Açgözlü iki kardeşin neşeleri hemen yerine gelmiş.
“Elbiseler ve mücevherler!” isteriz demişler.
“Peki ya sen Güzel?” diye sormuş tüccar.
“Bir gül. O bana yeter,” demiş Güzel.
Birkaç gün sonra tüccar evine dönmek üzere üzgün üzgün yola koyulmuş. Yine yoksulmuş, çünkü son gemiden ona kalan paraları da dolandırıcılara kaptırmış. Akşam karanlığı bastırırken bir ormana varmış. Orman hem karanlık, hem de soğukmuş. Şimşekler çakıyor, rüzgâr yerden karları havalandırıyormuş. Uzaklardan kurtların uluma sesleri geliyormuş.
Tüccar nereye gitiğini bilmeden atıyla birlikte karların üzerinde bata çıka saatlerce yol almış, derken birden ileride pencerelerinden dışarı parlak ışıklar sızan son derece güzel bir şato görmüş. Ama bu çok garip bir şatoymuş, çünkü şöminelerinde harıl harıl ateş yanmasına, bütün odaları gün gibi aydınlık olmasına rağmen ortada kimsecikler yokmuş. Tüccar seslenmiş, seslenmiş, ceap veren olmamış. Sonunda, beklemenin bir anlamı olmadığını anlayınca, atını ahıra bağlamış ve salondaki uzun masanın üzerinde hazır bekleyen yemeği yemiş. Sonra bir yatağa yatıp uyumuş.
Sabah uyandığında onun için bırakılmış yeni giysiler bulmuş yanıbaşında. Aşağıda da güzel bir kahvaltı onu bekliyormuş.
“Bu şato, bana acıyan iyi kalpli bir periye ait herhalde,” demiş tüccar.
“Ona bir teşekkür edebilseydim keşke.”
Tüccar şatodan ayrılırken, bahçedeki gülleri fark etmiş. ‘Hiç yoksa Güzel’e verdiğim sözü yerine getireyim,’ demiş içinden. Güllerden birini koparmış. Ama koparır koparmaz müthiş bir kükremeyle inlemiş her yan. Çalıların arkasından korkunç görünüşlü bir canavar çıkmış. Öylesine korkunçmuş ki, tüccar neredeyse korkusundan bayılacakmış.
“Seni değer bilmez adam!” diye kükremiş Canavar. “Hayatını kurtardım! Seni besledim, giydirdim! Sen kalkmış güzel güllerimi çalıyorsun. Hemen ölmeyi hak ettin!”
Tüccar Canavar’ın karşısında diz çökmüş. “Gülü kızlarımdan birine götürecektim efendim,” demiş. “Ben efendi falan değilim, bir Canavar’ım,” diye hırlamış yaratık. Sonra tüccarın tepesine dikilmiş. “O değerli kızlarına gelince… Git, sor bakalım onlara, hayatına karşılık içlerinden biri gelip benimle birlikte yaşar mı? Bu teklifimi kabul eden olmazsa, üç ay içinde öleceksin.”
Tüccar gün ışığıyla aydınlanmış ormanın içinden, üzgün bir şekilde atını sürüp evine dönmüş. Evde iki bencil kız kardeş babalarının başından geçen korkunç maceraları dinlerken kıllarını bile kıpırdatmamışlar. Babaları onlara giysi ve mücevher getirmedi diey küplere binmişler. Ama Güzel onlar gibi yapmamış.
“Baba, izin ver ben gideyim,” demiş hiç tereddüt etmeden.
“Tabii sen gideceksin, suç senin,” demiş kardeşleri. “Gül isterim diye tutturmasaydın, Canavar babamızı öldürmeyi düşünmeyecekti.”
Üç ay geçince tüccar şatoya Güzel’le birlikte gitmiş. Her şey orayı ilk gördüğü gibiymiş: etrafta yine kimsecikler yokmuş, sofra hazırmış. Yemeklerini yemeyi bitirdiklerinde Canavar ortaya çıkmış. Güzel korkusundan tir tir titremeye başlamış, çünkü Canavar babasının anlattığı kadar korkunçmuş, hatta daha da korkunç!
“Buraya kendi isteğinle mi geldin?” diye sormuş Canavar.
“Evet,” demiş Güzel.
“O zaman baban sabah olunca buradan gidecek ve bir daha buraya hiç gelmeyecek.”
Sabah olup da babası gidince Güzel tek başına kalmış. Önce bir süre ağlamış, ama sonra gördüğü rüyayı hatırlayıp biraz olsun rahatlamış. Rüyasında bir peri, “Üzülme, babanın hayatını kurtarmak için gösterdiğin bu cesaret karşılıksız kalmayacak,” demiş ona.
‘Belki de bu yaşama alışırım,’ diye düşünmüş, neşesi yerine gelmiş azıcık. Bahçede dolaşmış, güllere bakarken içi hüzünle dolmuş. Sonra şatonun içini gezmiş. Oda kapılarından birinin üzerinde adının yazılı olduğunu görünce çok şaşırmış. Kapıyı açıp içeri bakmış. Oda tam istediği gibi döşeliymiş, kitaplarla, müzik aletleriyle doluymuş.
‘Canavar beni burada rahat ettirmeye çalıştığına göre, bana zarar vermez herhalde,” diye düşünmüş Güzel. Sonra bir kitap almış eline. Kitabın üzerinde altın yaldızla, “Sevgili Kraliçem. Her isteğin emirdir benim için,” diye yazıyormuş.

“Şu anda babamı görebilseydim keşke!” demiş Güzel yüksek sesle Bunu der demez odanın öte ucundaki aynada babasının görüntüsü belirmiş. Böylece Güzel’in yalnızlık duygusu ve ev hasreti biraz olsun geçmiş. O gece yemekte Canavar ortaya çıkmış. “Seni izlememe izin verir misin Güzel?” diye sormuş. “Buranın sahibi sizsiniz,” demiş Güzel.
“Hayır,” demiş Canavar. “Şatom senin emrindedir. İstersen hemen giderim.” Canavar bir an duraksamış. “Yalnız bir şey soracağım. Beni çok mu çirkin buluyorsun?”
Güzel ne diyeceğini bilmemiş önce. Sonra başını kaldırıp Canavar’a bakmış. “Bunu söylemek istemezdim, ama doğruyu söylemem gerek. Evet, çirkin buluyorum,” demiş.
Güzel, yemeğini bitirince Canavar, “Benimle evlenir misin?” diye sormuş.
“Hayır Canavar, asla,” demiş Güzel.
Canavar derin bir iç geçirirken çıkardığı ses, tüm şatoda yankılanmış.
Her gece saat dokuzda Canavar konuşmak için Güzel’in yanına geliyormuş. Güzel, gün geçtikçe Canavar’a alışmaya başladığını fark etmiş. Hatta geç kaldığında onu merak bile ediyormuş. ‘Keşke,’ diyormuş, ‘bu kadar çirkin olmasaydı! Keşke ikide birde bana evlenme teklif etmeseydi! Çünkü Güzel, Canavar’ın, evlilik teklifini geri çevirdiğinde çıkardığı o sesten çok korkuyormuş.
Canavar bir gün, “Beni sevmeyebilirsin ama, beni bırakıp gitmemeye söz vermelisin,” demiş. Her günü birbirine benzeyerek üç ay böyle geçmiş. Derken bir gün Güzel aynada babasının hasta olduğunu görmüş. Hemen Canavar’a babasına bakmak için eve gitmek istediğini söylemiş.
“Gidebilirsin, Güzel,” demiş Canavar. “Ama geri dönmezsen kederimden öleceğimi biliyorsun, değil mi? Korkarım ki, babanın yanında kalmak isteyeceksin ve dönmeyeceksin. Ama eğer fikrini değiştirir de dönmek istersen, yüzüğünü yatağının yanındaki sehpaya koyman yeterli. Sabah olduğunda şatomda açacaksın gözlerini.”
“Bir hafta sonra döneceğim, söz,” demiş Güzel.
Ertesi sabah Güzel, babasının evinde, kendi yatağında açmış gözlerini. Babası onu karşısında görünce çok sevinmiş, kendini daha iyi hissetmiş. O gün öğleden sonra, kısa süre önce evlenmiş olan kız kardeşleri babalarını ziyarete gelmişler. Eve geldiklerinde babalarının biricik kızını karşılarında görünce kıskançlıktan ve öfkeden çatır çatır çatlamışlar.
“Dinle!” demiş iki kardeşten biri. “Ona bir oyun oynayalım. Burada bir hafta daha kalmasını sağlayalım. O zaman Canavar gelip onu öldürür.” Bağırıp çağırıp onu kötülemek yerine, iki kardeş gözlerine soğan sürüp Güzel’in karşısına yaşlı gözlerle çıkmışlar ve ondan ayrılmak istemedikleri için ağladıklarını söylemişler. Güzel bir hafta daha kalmaya söz vermiş.
Çok geçmeden Güzel, Canavar’ı babasını özlediği kadar özlediğini fark etmiş… Bir gün rüyasında Canavar’ı şatonun bahçesinde kaskatı ve cansız yatarken görmüş. Uyandığında, ‘Benim yaptığım düpedüz acımasızlık!’ diye düşünmüş. Hemen yüzüğünü parmağından çıkarıp, başucundaki sehpanın üzerine koymuş. Sabah gözlerini Canavar’ın şatosunda açmış.
O günün akşamı Canavar’ı beklemiş. Saat dokuz olmuş. Canavar gelmemiş. Dokuzu çeyrek geçmiş, ortalarda yok. Birden endişe içinde koşa koşa şatodan bahçeye çıkmış. Canavar bahçede boylu boyunca yatıyormuş. ‘Onun ölümüne neden oldum!’ diye düşünmüş Güzel. Hemen ona sarılmış. Canvar’ın kalbi hâlâ atıyormuş!
“Artık dönmezsin diey düşündüm. Yemeden içmeden kesilip ölmeye hazırlandım,” demiş Canavar fısıltılı bir sesle.

“Ama ben seni seviyorum Canavar!” demiş Güzel. “Seninle evlenmek isityorum.”
O anda tuhaf bir şey olmuş. Birden sanki şato daha bir güzel, daha bir ışıltılı hale gelmiş. Güzel bir süre etrafına bakınmış, sonra tekrar Canavar’a çevirmiş başını. Fakat Canavar yerinde yokmuş. Yattığı yerde şimdi genç ve yakışıklı bir prens duruyormuş.
“Ben Canavar’ı istiyorum,” diye ağlamaya başlamış Güzel. Prens bu sırada ayağa kalkmış.
“Canavar benim,” demiş. “Kötü bir peri bana büyü yapmıştı. Beni yüzüne bakılamayacak kadar çirkin bir yaratığa dönüştürmüştü. Bana benimle evlenmek istediğini söylemeseydin, hayatımın sonuna kadar öyle kalacaktım.”
Prens Güzel’i şatoya götürmüş.  Şatoda Güzel, babası ve rüyasında gördüğü iyi periyle karşılaşmış.
“Gösterdiğin cesaretin ödülünü aldın” demiş iyi peri Güzel’e.
Peri sihirli değneğini sallamış. Birden şatodaki herkes Prens’in topraklarında bulmuş kendini. Orada halk coşku ve alkışlarla karşılamış Prens’i. Çok geçmeden Güzel ve Canavar evlenmişler. Dünyanın gelmiş geçmiş en mutlu Prens ve Prenses’i olmuşlar…
Güzel ve Çirkin masalını okudunuz. Masalın Yazarı: Madame de Beaumont

ASLAN İLE FARE MASALI

ASLAN İLE FARE MASALI
Yoksul fare koca ormanda hep korku içinde yaşarmış. Tilkiden korkar, kurttan ödü kopar, en çok da yaban kedisini görünce dehşete düşermiş. Bırakın bu yabani hayvanları, çevresinde bir dal çıtırdasa yüreği ağzına gelir, korkudan bayılacak gibi olurmuş.
Fare artık bu korkuya dayanamayacağını anlayınca ormanın kralı aslana gitmiş:
“Haşmetmeap” demiş, sizden haddim olmayarak küçük bir ricam olacak. Şu ormandaki bütün hayvanlar arasında en zavallısı benim. Ne kadar kötü bir kaderim var! bütün ömrüm titremekle geçiyor. Bir yaprak düşse dizlerimin bağı çözülüyor. Bu korkuya artık dayanabilmem imkansız.
Sen bu koca ormanın kralısın. Senin kükremen bile herkesi dehşete düşürmeye yetiyor. Beni koruman altına alabilirsin. Bu kadar geniş mağarada yaşıyorsun. Beni de buraya kabul et lütfen. Sana hiç bir rahatsızlık vermem. Ayaklarının altında dolaşmam, sesimi bile çıkarmam. Bir köşede otururum. Varlığımla yokluğumu anlamazsın bile.”
Aslan tüm bu anlatılanları sesini çıkarmadan dinliyormuş. Farecik aslanın bu tümünü kendisi için olumlu görmüş. Ormanların kralı ricasını kabul edecek sanmış. Biraz daha ısrar ederse bu iş olacak diye düşünmüş:
“Ben sizin bu iyiliğinize layık olamadığımı biliyorum, ama kim bilir, ne kadar işe yaramaz gibi görünsem de, belki bir gün bir işinize yararım. Size olan borcumu ödeyebileceğim bir fırsat çıkar bir gün.”

Aslan çok sinirlenmiş. Öfkeden gözleri çakmak çakmak olmuş:
“Bak sen terbiyesize!” diye kükremiş. “Sen kendini ne sanıyorsun. Ben gibi koca bir kral senin gibi bir bücüre mi muhtaç olacak! Senin gibi bir böcek hayatta bana ne fayda getirir! Defol başımdan. Seni bir pençe darbesiyle duvara yapıştırmadığım için de hayatın boyunca bana dua et!”baktabul
Farecik öyle korkmuş ki, o korkuyla bütün ormanı bir nefeste koşup başka bölgelere taşınmış. Bir deliğe girip oradan uzun bir süre çıkmamış.
Aslan ise bir süre daha farenin kendini bilmezliğine sinirlenmiş, sağa sola sataşmış. Ama nihayet sakinleşmiş. Karnının acıktığını hissedip ava çıkmış. Fakat yolunun üzerinde üstü örtülmüş bir tuzak varmış. Çukuru fark etmediğinden içine düşüvermiş. Ama kral aslan bu,öyle çukurlara düşüp kalır mı? Bu nedenle de korkmamış. Yukarıya hamle yapıp atlamaya hazırlanırken çukurun içinde bulunan ağın bütün vücudunu kapladığını hissetmiş. Bir kez daha hamle yapmış , ama nafile! Ağ inceymiş, fakat çok sık dokunduğundan aslanın bile koparamayacağı kadar sağlammış. Bütün gün kendini kurtarmak için çalışan aslan akşama doğru buradan çıkamayacağını anlamış.
“Ah benim aptal ve gururlu kafam” diye düşünmüş. “Eğer bu sabah o fareyi kendime küstürmeseydim, o keskin dişleriyle bu ağı keser, beni ölümden kurtarırdı! Oysa şimdi burada öleceğim ve bunun nedeni de benim! Başkalarını küçümsemeseydim, herkesin kendince bir işe yarayabileceğini kavrasaydım yaşıyor olacaktım!”

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...