Tilki ile Keçi Masalı

Tilki ile Keçi Masalı
Tilki, günün birinde, içinde su bulunan bir kuyuya düşmüş. Kuyunun içinde oraya buraya sıçramış; ama bir türlü yukarı çıkamamış.
Bir süre sonra orada bir keçi görünmüş. Susadığı için hemen kuyunun başına gelmiş. Eğilip kuyunun içine bakmış. Bir de ne görsün? Aşağıda bir tilki duruyor. Keçi çok şaşırmış. Aşağıya seslenmiş:
— Orada ne yapıyorsun tilki kardeş?
Tilki serinkanlılıkla:
— Ne yapacağım? Su içiyorum, demiş.
Keçi, kuyuda su olduğunu duyunca çok sevinmiş. Tilkiye:
— Su soğuk mu? diye sormuş. Kurnaz tilki:
— Hem de buz gibi, demiş.
Keçi:
— Nasıl içebilirim bu sudan? diye sormuş.
— Ondan kolay ne var? demiş tilki. Hop de, aşağıya atla

Keçi, tilkinin bu sözlerine kanıp kendini aşağıya atmış. Kuyudaki sudan kana kana içmiş. Susuzluğu geçince, tilkiye:
— Buradan nasıl çıkacağız? diye sormuş.
— Kolay, demiş tilki. Sen ön ayaklarını kuyunun duvarına dayayıp arka ayaklarının üzerine dikil. Ben, sırtına basarak kolayca dışarı çıkarım. Sonra da seni yukarı çekerim. Böylece ikimiz de kurtulmuş oluruz.
Keçi, tilkinin dediğini yapmış. Tilki, onun omzuna basarak bir sıçrayışta kuyudan çıkmış. Hemen ormana doğru koşmaya başlamış.
Keçi, tilkinin hile yaptığını anlamış. Ardından acı acı bağırmış:
— Ben senin kuyudan çıkmana yardım ettim; ama sen beni bırakıp
gidiyorsun. Olur mu böyle? demiş.
Bu sözleri duyan tilki, geri dönerek keçiye:
— Sen aklını yitirmişsin ey keçi! Eğer bir gram aklın olsaydı, kuyuya atlamadan önce nasıl çıkacağını düşünürdün, demiş. Sonra da hızla oradan uzaklaşmış.
Ezop masalı okudunuz. Diğer Ezop masallarını sitemizden okuyabilirsiniz.
Bu masalda verilen ÖĞÜT: Aklını kullanan insanlar sonunu düşünmeden iş yapmaya kalkışmazlar.

Tilki ile Keçi Masalı

Tilki, günün birinde, içinde su bulunan bir kuyuya düşmüş. Kuyunun içinde oraya buraya sıçramış; ama bir türlü yukarı çıkamamış.
Bir süre sonra orada bir keçi görünmüş. Susadığı için hemen kuyunun başına gelmiş. Eğilip kuyunun içine bakmış. Bir de ne görsün? Aşağıda bir tilki duruyor. Keçi çok şaşırmış. Aşağıya seslenmiş:
— Orada ne yapıyorsun tilki kardeş?
Tilki serinkanlılıkla:
— Ne yapacağım? Su içiyorum, demiş.
Keçi, kuyuda su olduğunu duyunca çok sevinmiş. Tilkiye:
— Su soğuk mu? diye sormuş. Kurnaz tilki:
— Hem de buz gibi, demiş.
Keçi:
— Nasıl içebilirim bu sudan? diye sormuş.
— Ondan kolay ne var? demiş tilki. Hop de, aşağıya atla

Keçi, tilkinin bu sözlerine kanıp kendini aşağıya atmış. Kuyudaki sudan kana kana içmiş. Susuzluğu geçince, tilkiye:
— Buradan nasıl çıkacağız? diye sormuş.
— Kolay, demiş tilki. Sen ön ayaklarını kuyunun duvarına dayayıp arka ayaklarının üzerine dikil. Ben, sırtına basarak kolayca dışarı çıkarım. Sonra da seni yukarı çekerim. Böylece ikimiz de kurtulmuş oluruz.
Keçi, tilkinin dediğini yapmış. Tilki, onun omzuna basarak bir sıçrayışta kuyudan çıkmış. Hemen ormana doğru koşmaya başlamış.
Keçi, tilkinin hile yaptığını anlamış. Ardından acı acı bağırmış:
— Ben senin kuyudan çıkmana yardım ettim; ama sen beni bırakıp
gidiyorsun. Olur mu böyle? demiş.
Bu sözleri duyan tilki, geri dönerek keçiye:
— Sen aklını yitirmişsin ey keçi! Eğer bir gram aklın olsaydı, kuyuya atlamadan önce nasıl çıkacağını düşünürdün, demiş. Sonra da hızla oradan uzaklaşmış.
Ezop masalı okudunuz. Diğer Ezop masallarını sitemizden okuyabilirsiniz.
Bu masalda verilen ÖĞÜT: Aklını kullanan insanlar sonunu düşünmeden iş yapmaya kalkışmazlar.

Yaşlı Kaplumbağa

Yaşlı Kaplumbağa masalı
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir orman varmış. Bu ormanın halkı o kadar mutlularmış ki bu mutluluklarının gün gelip de bitmesinden korkuyorlarmış.
Ormanda bir gün çok şiddetli bir rüzgâr fırtınası çıkmış. Orman halkı çok ürkmüş. Bu rüzgâr fırtınası iki tam gün sürmüş. En sonunda bu şiddetli rüzgâr fırtınası durmuş. Orman halkı günlerce çabalayarak ormanlarını onarmışlar. Orman onarım işlerinden sonra hayvanlar yorgun düşmüşler. Ama içlerinden yaşlı Kaplumbağa Dede çok hastalanmış, yataklara düşmüş.
Bu durum orman halkının çok üzülmesine neden olmuş,
Zebra,
— Arkadaşlar yaşlı Kaplumbağa Dedemiz günler geçtikçe daha fazla hastalanıyor, bu duruma bir çare bulmamız gerekiyor, elimizden gelenin daha fazlasını yapıp yaşlı Kaplumbağa Dedemizi tekrar ayağa kaldırmalıyız. Hep beraber bir çözüm yolu bulmalıyız,
Demiş ve tüm orman halkı bir çözüm yolu bulmak için düşünmeye başlamışlar.
Fil,
— Arkadaşlar geçen günlerde Serçe kardeşle karşılaşmıştım beni evine davet etti ve sohbete başladık. Konuşmamız bir çiçeğe uzandı, bu çiçeğin özelliği; hastalıkları iyileştirir ve hasta olanların ömrünü uzatırmış. Ben önce bu çiçeğin var olduğuna inanmamıştım ama Serçe kardeş beni anlattıklarıyla o kadar etkiledi ki Meleklerin Çiçeğinin yetiştiği Rüya Mağarası adlı mağarayı görmüş ve o çiçeğe dokunmuş gibiyim. Ama mağara Enyüs Dağının zirvesinde olduğu için ulaşmak çok güçmüş. Çünkü Enyüs Dağı çok dik, yolu çok uzunmuş. Ama Kaplumbağa Dedemiz için ben bu zorlu yolculuğu yaparım ya sizler?
Demiş.
Maymun,
— Bende bu yolculuğa varım
Tavşan,
— Ben hiç düşünmeden varım, Çünkü yaşlı Kaplumbağa Dedemizin bu hastalığı beni çok üzüyor.
Horoz,
— Ben dünden hazırım,
Demişler.
Fil,
— O zaman arkadaşlar; Maymun, tavşan, horoz ve ben gidelim ve çiçeği alıp gelelim. Diğer arkadaşlardan biri Serçe’nin evine gidip çağırsın. Serçe de buraya gelsin,
Demiş.
Ve yola çıkmışlar.
Enyüs dağını görünce ağızları bir karış açık kalmış. Çünkü Enyüs dağı tahminlerinden daha dikmiş. İlk önce Tavşan çıkmayı denemiş ama dört adım atmadan daha gerisi gerisine çimenlere yuvarlanmış. Tam o sırada Maymun ağaçların birinde bir Ağaçkakan görmüş ve onu çağırmaya karar vermiş. Ondan dağa oyuklar oymasını rica etmiş.
Ağaçkakan
— Bunu neden yapmamı istediğinizi öğrene bilir miyim?
Horoz hemen söze başlamış,
— Bizim ormanımızda yaşlı Kaplumbağa Dedemiz var o çok hasta oldu ve biz bu dağın zirvesindeki Rüya Mağarasına girmeli ve Melekler Çiçeğini çok geç kalmadan yaşlı Kaplumbağa Dedemize götürmeliyiz. Şimdi bize yardım edecek misin? Yoksa biz başka bir yol bulmalıyız fazla vaktimiz yok.
Ağaçkakan
— Hemen kızma ben sadece neden böyle bir yardım istediğinizi merak ettim. Tabiî ki size seve seve yardım ederim. Hadi şimdi iş başına ben size tırmana bileceğiniz sıklıklarda oyuklar açayım sizde beni takip edin.
Demiş.

Dağa tırmanmaya başlamışlar, herkes rahat rahat çıkabilirken Fil ve Tavşan çok zorlanarak da olsa çıkmayı başarmışlar. Karşıların da Rüya Mağarasını gördüklerinde tüm zorlukları unutmuşlar ve hemen içeriye girip Melekler Çiçeğini almak için sabırsızlanmışlar.
Mağaradan içeriye ilk girdikleri anda kendilerini rüya âleminde sanmışlar, yavaş yavaş ilerleyerek çiçeğe ulaşmışlar. Çiçeği ilk gördüklerinde onu alev topuna benzetmişler. Tavşan ve diğerleri çok kormuşlar. Ama çiçeğe yaklaştıklarında ise onun alev topu olmadığını görmüşler ve rahat bir nefes almışlar.
Fil
— İşte bu o çiçek Serçenin bana anlattığı çiçek,
Demiş.
Çiçeği yerinden çıkarmaya çalışmışlar ama bir türlü çiçek yerinden çıkmıyormuş. Çünkü çiçeğin sihirli bir sözü varmış o sözü duymadan yerinden ayrılması imkânsızmış. Fil ve diğerleri bu sihirli sözcüğü bulmaya çalışmışlar ama bir türlü bulamamışlar.
Tavşan ağa kalkmış ve yürümeye başlamış ayağı bir dal parçasına takılmış ve yere düşmüş. Aslında takıldığı bu dal parçası gizli kapının açılmasına sebep olmuş. İlk olarak Horoz geçmiş sihirli kapıdan. Horoz birden,
— Arkadaşlar kim okumayı biliyor?
Demiş.
Maymun
— Ben biliyorum ama şimdi bunun sırası mı neden sordun?
Demiş.
Horoz
— Burada bir şeyler yazıyor belki işimize yarar bir baksana
Demiş
Maymun okumaya başlamış;
— Melekler Çiçeği sana çok ihtiyacımız var
Demesiyle çiçek kıpırdamaya başlamış birden hepsi ürpermiş ve kendilerini toplamaları biraz zaman almış sonra hemen çiçeği taşıyabilecekleri bir kaba yerleştirişler ve dönüş yoluna başlamışlar.
O kadar hızlı hareket etmişler ki hava kararmadan ormanlarına ulaşmışlar. Orada bekleyen diğer hayvanlar ve Serçe onları görür görmez hemen ayaklanmışlar,
Serçe
— Nerede kaldınız burada meraktan zaman geçmedi
Maymun
— Sorma Serçe kardeş karşımıza birkaç küçük problem çıktı ama biz hep beraber çözdük bunları değimli arkadaşlar. Kaplumbağa Dedemiz nasıl uyuyor mu? Şimdi bu çiçeği nasıl kullanacağız bize bunu sen anlatacaksın değil mi Serçe kardeş,
Serçe
— Lafı uzatmadan anlatmaya başlayayım. Çiçeğin bir yaprağını bir kaba koyup suyla kaynatın ve yaprak eridiğinde kabı ateşten alın ve Kaplumbağa Dedemize içirin,
Demiş.
Fil
— İyi ki o gün karşılaşmışız da bana bu çiçek hakkında bildiklerini anlatmışsın yoksa biz burada üzülmekten başka bir şey yapamazdık ve Kaplumbağa Dedemiz hep hasta kalırdı. Sana tüm arkadaşlarım adına teşekkür ederim. Ve bir teşekkürü hak eden de Ağaçkakan arkadaşımızdır. Ondan artık bizimle burada yaşamasını ve eğer ailesi varsa onları da buraya getirmesini rica etmeliyiz ne dersiniz? Arkadaşlar.
Demiş.
Ağaçkakan
— Önce Yaşlı Kaplumbağa Dedeniz iyileşsin de ben önemli değilim nasılsa kalacak bir ağaç koruğu bulurum kendime haydi içirelim artık şu suyu daha çiçeği yerine götürmemiz gerekecek,
Demiş.
Suyu içirmişler ve Kaplumbağa Dede yavaş yavaş kendine gelmeye başlamış ve
— Neden etrafıma toplandınız haylazlar yapacak işiniz yok mu sizin?
Diye çıkışmış tüm hayvanlara, tüm hayvanlar içten bir oh çekip gülmeye eğlenmeye başlamışlar çiçeği geri yerine götürmek için bir heyet seçmişler ve çiçek yerine ulaşmış ve herkes çok mutlu bir yaşam sürdürmeye devam etmişler.

İki İnatçı Keçi

İki İnatçı Keçi Masalı
Bir köprünün ortasında rastlaşmış iki keçi
Hep inatçılıkmış meğer bu keçilerin suçu
Büyük keçi demiş yol ver önce ben geçeceğim
Küçük keçi demiş eğer verirsem öleceğim
Tam köprünün ortasında toslaşmış iki keçi
İkisi de suya düşmüş bunu görenler şaşmış
Keçilerin inatçısı suya düşer boğulur
İnsanların inatçısı kim bilir ki ne olur
İşte böyle arkadaşlar, işin aslı şöyleymiş:
Bir köylünün iki inatçı keçisi varmış. O kadar inatçılarmış ki biri diğerinin yaptığı şeylerin tam tersini yaparmış. Öyleki birisi otlamak için köylünün evlerinin kenarından akan derenin karşı tarafına geçse o mutlaka bu tarafı tercih edermiş.

Yine birgün kırlara otlamaya gitmişler. Her taraf yemyeşil taptaze çimenlerle doluymuş. Keçiler otlaya otlaya ırmağın kenarına kadar gelmişler. Keçilerden birisi ırmağın bir yakasında, diğeri öbür yakasında otlamaktaymış. İkisi de derenin karşı tarafından otlamak istemişler ve ikisi de ırmağın üzerindeki köprünün tam ortasına rastlaşmışlar. İki keçi, köprüde burun buruna gelmişler. Keçilerden birisi yol istemiş:
– Çabuk yol ver karşıya geçeceğim.
Diğer keçi yol vermeye yanaşmamış:
– Önce ben geldim, sen bana yol ver.
Keçilerin ikisi de inatçı mı inatçı. Köprüde kafa kafaya toslaşmışlar. İkisi de kavga etmekten yorgun düşmüşler. Bir tos, bir tos daha derken, keçilerin ikisi birden dengesini kaybedip, ırmağa düşmezler mi? İki keçi, ırmakta bata çıka sürüklenmeye başlamışlar. Boğulmak üzereyken yaptıkları hatayı anlamışlar.
Son sözleri:
– Keşke ikimizde bu kadar inatçı olmasaydık! Olmuş.

Uçan Sandık Masalı

UÇAN SANDIK
Bir zamanlar bir tüccar var mış; öyle zengin, öyle zenginmiş ki, istese bütün caddeleri, sokakları gümüş paralarla kaplatabilirmiş. Ama böyle bir şey yapmamış tabii; parasını nerede kullanacağını gayet iyi bilirmiş çünkü. Cebinden bir kuruş çıkarsa, mutlaka iki kuruş kazanırmış karşılığında. Evet, bu adam akıllı bir tüccarmış, ama herkes gibi o da ölmüş sonunda.
Bütün mirası oğluna kalmış. Tüccarın oğlu parayı har vurup harman savurmaya başlamış; her gece maskeli balolara gitmiş, kâğıt paralardan uçurtmalar yapıp uçurmuş, altın paraları taş yerine kullanıp suda kaydırıp eğlenmiş. Tabii serveti kısa zamanda suyunu çekmiş; bir avuç bozuk para, bir çift eski terlik ve yırtık pırtık bir hırkadan başka hiçbir şeyi kalmamış. Derken, arkadaşları da birer birer uzaklaşmışlar çevresinden, çünkü onun gibi sefil biriyle görünmek istemiyorlarmış. Sadece iyi yürekli bir arkadaşı ona eski bir sandık yollamış ve “Pılı pırtını içine koyarsın!” demiş. İyi güzel de, bizimkinin sandığa koyacak hiçbir şeyi yokmuş ki! O yüzden kendisi girip oturmuş sandığın içine.
Ama bu sandık, bizim bildiğimiz sandıklardan değilmiş meğer! Kilidine dokunur dokunmaz, uçmaya başlıyormuş. Tüccarın oğlu kilide parmağını bastırınca, sandık evin bacasından hop! diye fırlayıp havalanmış ve bulutların arasında ilerlemeye başlamış. Ama uçarken de tehlikeli biçimde çatırdıyormuş. Delikanlı, sandık parçalanacak ve aşağı düşeceğim diye büyük bir korkuya kapılmış. Allah’tan böyle bir şey olmamış. Uçmuş, uçmuş, dağlar tepeler aşmış, sonunda Türk ülkesine varmış. Yere inince sandığı ormanda kuru yaprakların altına saklamış, sonra da kentin yolunu tutmuş. İçi rahatmış, çünkü Türklerin hepsi, onun gibi hırka ve terliklerle dolaşıyorlarmış etrafta. Derken kucağında küçük bir çocuk olan bir süt anneye rastlamış. “Baksana bana hanım!” demiş. “Sana bir şey soracağım. Kentin girişinde bir saray gördüm, pencerelerinin hepsi çok yüksekteydi, neyin nesidir bu?” “Orada padişahımızın kızı oturur,” demiş kadın, “Hanım sultan doğduğu zaman bir falcı, onun bir sevdalısı yüzünden çok acı çekeceğini bildirdi, bu yüzden padişah ile valide sultan yanında yokken, kimse onu göremez!” “Sağ ol,” demiş tüccarın oğlu, ormana dönmüş ve tekrar sandığa girip oturmuş, havalandığı gibi sarayın damına konup hanım sultanın penceresinden içeri süzülmüş. Hanım sultan bir sedire uzanmış uyuyormuş. O kadar güzel bir kızmış ki, delikanlı kendini tutamayıp onu öpüvermiş. Hanım sultan sıçrayarak uyanmış, karşısında delikanlıyı görünce korkudan titremeye başlamış. Ama bizimki kıza, periler padişahının oğlu olduğunu, onu görmek için uçarak geldiğini söyleyince, bu hanım sultanın pek hoşuna gitmiş.
Oturup sohbet etmeye başlamışlar. Delikanlı kıza iltifatlar yağdırmış. Artık derin göllere benzeyen gözlerinin içinde kaybolduğundan mı söz etmemiş, karlı dağlara benzeyen alnının güzelliğinden mi… Anlatmış da anlatmış! Ve tabii ki hanım sultanın gönlünü fethetmiş, kız delikanlıya vurulmuş!
“Peki,” demiş hanım sultan, “siz cumartesi akşamı tekrar gelin, o gün şah babam ile valide sultan bana çaya gelecekler. Periler padişahının oğluyla evlenmem, onları da gururlandıracaktır. Ama sohbet sırasında güzel masallar anlatmanız lazım, çünkü ikisi de masal dinlemeye bayılırlar. Annem daha çok öğretici masalları sever, babam ise eğlendirici ve komik masalları!” “Zaten düğün hediyesi olarak masaldan başka verecek bir şeyim yok!” demiş delikanlı ve böylece vedalaşıp ayrılmışlar; ama ayrılmadan önce, hanım sultan delikanlıya bir kese altın vermiş. Doğrusu bu, çok işine yaramış bizimkinin.
Tüccarın oğlu gidip kendine güzel bir kaftan satın almış, ardından ormana dönmüş ve anlatacağı masalı düşünmeye başlamış. Cumartesi akşamına kadar hazırlaması gerekiyormuş masalı ve bu da öyle kolay bir iş değilmiş tabii! Cumartesi akşamı gelip çattığında masal da hazırmış artık. Padişah, valide sultan ve sarayın bütün önde gelenleri prensesle birlikte delikanlıyı bekliyorlarmış. Onu büyük bir sevinçle karşılamışlar. “Bize bir masal anlatacakmışsınız,” demiş valide sultan, “içinde derin anlamlar gizli, öğretici bir masal!” “Ama aynı zamanda komik de olacak!” demiş padişah.
“Tastamam öyle olacak,” demiş delikanlı ve “Bir zamanlar bir kutu kibrit varmış,” diye anlatmaya başlamış, “bunların hepsi de, soylu geçmişleriyle övünürlermiş. Yontuldukları ağaç, yani o ulu çam ağacı, ormanın en yaşlı, en büyük ağacıymış. Şimdi ise bir mutfakta, bir çakmakla eski bir demir tencerenin arasına düşmüş ve onlara geçmiş günlerini anlatıp duruyorlarmış.
‘Ne günlerdi o günler!’ diyorlarmış. ‘Daha ağaçtan yontulup çıkarılmadan önce, hakikaten yemyeşil bir dalın üzerindeydik. Sabah ve akşam saatlerinde üzerimizde biriken çiy, inci taneleri gibiydi. Güneşli günlerde gün ışığıyla yıkanırdık, küçük kuşlar bize hikâyeler anlatırlardı. Zengin olduğumuzun farkındaydık, çünkü öteki ağaçlar sadece yaz aylarında giyinirken, bizim aile, yaz-kış yemyeşil bir giysiye bürünecek imkâna sahipti. Ama günün birinde oduncular geldi, her şey değişti ve bizim aile perişan oldu. Atamız olan ağaç gövdesi, dünyayı dolaşan muhteşem bir gemiye yelken direği yapıldı, diğer dallar oraya buraya dağıtıldılar, bize de bu sefil ateş yakma işi düştü işte… Biz bu mutfağa layık değiliz, ama ne yapalım!’
‘Benim kaderimse daha bir başka!’ demiş kibritlerin yanında duran demir tencere. ‘Dünyaya geldiğim günden beri yüzlerce kere parlatıldım ve kaynatıldım. Devamlılığı sağlarım ben ve bu yüzden, doğruyu söylemek gerekirse, bu evin en önde gelen eşyasıyım. Tek mutluluğum, tertemiz, pırıl pırıl bir halde masaya getirilmek ve arkadaşlarımla güzel güzel sohbet etmektir. Ara sıra avluya indirilen su kovasını saymazsak, biz hepimiz burada, kapalı kapılar ardında yaşarız hep. Dünyada olup bitenleri pazar torbasından öğreniriz, ama o da hükümetten ve halktan söz ederken fazlasıyla kışkırtıcı bir tarzda konuşuyor. Daha geçenlerde bu yüzden eski bir çömlek korkudan yere düşüp bin parçaya ayrıldı.

‘Amma da uzattın!’ demiş çakmak, çakmak taşına çarpıp kıvılcımlar saçarak. ‘Neşeli bir akşam geçiremeyecek miyiz biz hiç!’ ‘Evet, evet, kimin daha soylu olduğundan söz edelim!’ demiş kibrit çöpleri.
‘Hayır, ben kendimden söz etmekten hiç hoşlanmam!’ diye itiraz etmiş toprak tencere. ‘En iyisi güzel bir eğlence düzenleyelim! İlk önce ben bir şeyler anlatayım, sonra herkes sırayla katılsın… Böylece herkes eğlenceye ısınır ve keyifli olur!’ Sonra tam, ‘Ostsee* kıyısındaki bir körfezde…’ diye anlatmaya başlamış ki, ‘Harika bir giriş!’ diye bağrışmaya başlamış tabaklar. “Belli ki herkesin hoşuna gidecek bir hikâye bu!’ Tencere devam etmiş: ‘Evet, ben gençliğimi orada, sakin, sessiz iyi bir ailenin yanında geçirdim. Mobilyalar pırıl pırıl cilalanır, her yer tertemiz silinip süpürülür, her iki haftada bir perdeler değiştirilirdi! ‘Ne kadar da güzel anlatıyorsunuz!’ demiş süpürge, ‘İşin içine temizlik karıştı mı, her şey bir başka oluyor!’
‘Kesinlikle öyle!’ demiş kova ve keyiften şangır şungur sesler çıkararak zıplamış. Tencere anlatmayı sürdürmüş, hikâyesinin sonu da başı kadar eğlenceliymiş.
Tencerenin hikâyesi bitince, tabaklar keyifle şıngırdamışlar, süpürge ise çöp tenekesinden birkaç yeşil maydanoz dalı çıkarmış, çelenk yapıp tencerenin başına takmış, çünkü söylediklerine diğerlerinin kızacağını biliyor, bugün ben tencereye çelenk takarsam, yarın da o bana takar! diye düşünüyormuş.
Maşa, ‘Ben size dans edeceğim!’ demiş ve başlamış oynamaya. Aman Allahım, evlere şenlik bir dansmış bu: Bacaklarını nasıl da havalara kaldırıyormuş! Onun bu halini gören köşedeki eski sandalyenin minderi gülmekten patlayıvermiş. ‘Eee, hani bana çelenk!’ demiş maşa, bunun üzerine ona da bir çelenk takmışlar. O sırada kibritler, ‘Aman ne bayağılık!’ diye düşünüyorlarmış.
Çaydanlıktan bir şarkı söylemesini istemişler, ama o soğuduğunu öne sürerek özür dilemiş; sadece kaynarken şarkı söyleyebiliyormuş çünkü. Çaydanlığın bu tavrı burnu büyüklük olarak değerlendirilmiş, herkes onun sadece efendilerinin huzurunda şarkı söylemek istediğini, kendilerini küçümsediğini düşünmüş.
Pencerenin kenarında, hizmetçi kadının yazı yazmakta kullandığı eski bir kaz tüyü oturuyormuş. Mürekkebin içine dalıp çıkmaktan başka hiçbir özelliği yokmuş, ama o da bununla gururlanırmış.
‘Çaydanlık şarkı söylemek istemiyorsa kendi bilir, boş verin onu!’ demiş. ‘Dışarıda asılı duran kafeste bir bülbül var, o bize şarkı söyler; gerçi bu konuda pek bir eğitimi yok, ama bu akşamlık bizi eğlendirmeye yeter!’ ‘Bu söylediğini son derece yakışıksız buldum!’ demiş demlik. Kendisi de mutfağın şarkıcılarından biri olduğundan çaydanlıkla kardeş sayıyormuş kendini. ‘Yabancı bir kuşu dinlemek ha! Nerde kaldı yurtseverlik! Pazar sepetine soralım bakalım, o ne diyecek bu konuda!’ ‘Sadece kızıyorum!’ demiş pazar sepeti. ‘Kimsenin tahmin edemeyeceği kadar çok kızıyorum! Akşamı keyifli geçirmenin yolu bu mu yani! Ev halkını bir düzene soksak daha iyi olmaz mı! Herkes yerine geçsin, eğlenceyi ben yöneteceğim!’ ‘Bırak da şamata yapalım!’ diye bağrışmış hepsi. Tam o sırada kapı açılmış. Gelen hizmetçi kızmış. Onu görünce herkes susmuş, ortalıkta çıt çıkmaz olmuş. Herkes sesini kesmiş ama, ‘İsteseydim bu eğlenceyi gayet güzel bir şekilde ben de düzenleyebilirdim!’ diye düşünmeyen tek bir tencere bile yokmuş.
Hizmetçi kız kibritleri almış ve onlarla ateş yakmış. Aman Allahım, nasıl da tutuşup alev alıyormuş kibritler! ‘İşte herkes gördü,’ diye düşünüyormuş kibritler, ‘En başta gelen biziz burada! Nasıl da parlıyoruz, nasıl da ışık saçıyoruz!’ Böyle düşüne düşüne yanıp kül olup gitmişler sonunda…”
Tüccarın oğlu masalını bitirince, “Harika bir masaldı bu!” demiş valide sultan. “Kendimi mutfakta, kibritlerin yanında hissettim adeta! Evet, artık kızımla evlenebilirsin!” “Evet,” demiş padişah da, “kızımızla pazartesi günü evleneceksin!” Delikanlıya ‘sen’ diye hitap ediyorlarmış, çünkü nasılsa o da aileden biriymiş artık. Düğün tarihi belirlenince, bütün kent ışıklarla donatılmış, halka çörekler, şekerlemeler dağıtılmış, çoluk çocuk sokaklarda bağrışa çağrışa şenlik yapmaya başlamış.
“Benim de bir şeyler yapmam gerek!” diye düşünmüş tüccarın oğlu ve gidip havai fişekler, maytaplar satın almış. Sonra sandığına oturup havalanmış ve başlamış hepsini yakmaya! Bir gürültü, bir patırtı, sormayın gitsin! Gürültüden herkes havaya sıçramış. O güne kadar hiç böyle bir şey görmediklerinden ne yapacaklarını şaşırmışlar. Böylece anlamışlar ki, hanım sultanları gerçekten de peri padişahının oğluyla evleniyor! Tüccarın oğlu sandığıyla tekrar ormana iner inmez, kente gitmeye karar vermiş. “Gidip bir bakayım, neler oluyor etrafta, herkes ne düşünüyor bir kulak vereyim!” diye düşünmüş. Eh, merak etmesi de normalmiş tabii.
Neler anlatmış insanlar, neler! Sorup soruşturduğu herkes, gördüklerini kendine göre aktarıyormuş, ama sonuç olarak herkes çok beğenmiş gösterileri.
“Peri padişahının oğlunu kendi gözlerimle gördüm,” demiş birisi, “yıldız gibi parlayan gözleri ve bembeyaz bir sakalı vardı.” “Ateşten bir pelerin giymiş uçuyordu,” demiş bir diğeri, “pelerinin kıvrımları arasından küçük periler bakıyordu.” Delikanlının duydukları çok güzel şeylermiş ve ertesi gün de düğünü olacakmış artık.
Sonra, sandığına girmek için tekrar ormana gitmiş, ama aramış taramış, bir türlü sandığı bulamamış! Meğer içinde kalan bir havai fişek yanıp sandığı tutuşturmu ve sandık yanıp kül olmuş! Zavallı delikanlı üzüntüden kahrolmuş. Çünkü artık uçamayacak ve nişanlısına kavuşamayacakmış. Hanım sultan bütün gün sarayın çatısında delikanlıyı beklemiş durmuş; hâlâ da beklemeye devam ediyormuş. Delikanlı ise dünyayı dolaşıp herkese masallar anlatıyormuş. Ama bu masallar, peri padişahının oğlu olarak saraya gittiğinde anlattığı masal gibi eğlenceli değilmiş artık.

Sihirli Fasülye

Sihirli Fasulye Masalı
Bir zamanlar yoksul ve dul bir kadın varmış. Oğlu çok tembel bir delikanlı olduğu için paraları yok denecek kadar azmış. Bir gün o kadar zor bir duruma düşmüşler ki, kadıncağız ellerinde kalan tek mal varlığını, Süt Beyazı isimli ineklerini satmaya karar vermiş. Oğluna ineği pazara götürüp satabileceği en iyi fiyata satmasını söylemiş.
Delikanlı pazara giderken yolda tuhaf bir yaşlı adama rastlamış. Yaşlı adam ineğe bir göz atmış ve delikanlıya, “Bak çocuğum, bana bu ineği verirsen karşılığında sana çok değerli şeyler veririm,” demiş. Sonra cebinden beş fasulye tanesi çıkarmış. “Fasulye tanesi mi?” demiş delikanlı tereddütle.” “Ama bunlar sihirli,” demiş yaşlı adam. Adam öyle deyince bu iş delikanlının aklına yatmış ve fasulyeler karşılığında Süt Beyazı’nı yaşlı adama vererek yaptığı değiş tokuştan memnun, eve dönmüş.
“Anne! Bak elimde ne var!” diye seslenip olanları anlatmış delikanlı eve dönünce. Ama annesi ona çok kızmış. Fasulye tanelerini dışarı, eline geçirdiği tavayı da delikanlıya fırlatmış. Sonra da ceza olsun diye onu odasına yollamış ve ona yemek vermemiş. Sabah olunca delikanlı gözlerine inanamamış.
Yatak odasının penceresinden, dışarıda bir bitkinin hızla büyüdüğünü görmüş. Bu ne bir ağaç, ne de dev bir ayçiçeğiymiş; göğe doğru büyümüş sihirli bir sırık fasulyesiymiş. Delikanlı hemen pencereden sarkıp sihirli fasulyeye tutunmuş ve tırmanmaya başlamış. Yarım saat sonra kendini, her şeyin normalden daha büyük olduğu garip bir ülkede bulmuş. Tarlaların ötesinde çok büyük bir ev varmış. Delikanlı evin yanına gidip kapıyı çalmış. Kapıyı bir kadın açmış. “Yiyecek bir şeyiniz var mı?” diye sormuş delikanlı. “Var,” demiş kadın. “Ama dev kocam gelince ortadan kaybolman gerek.
Çünkü çocuklara hiç dayanamaz, onları hemen yer.” Delikanlı tam bir şeyler yemek üzere sofraya otururken dışarıdan birinin gür bir sesle şunları söylediğini duymuş: “Fee-fi-fo-fum, işte bir çocuk kokusu duydum. Ölü de olsa, diri de olsa güzeldir onları yemek. Kemiklerini öğütür, yaparım kendime ekmek.” “Fırına saklan. Hemen!” demiş kadın delikanlıya. Sonra da kocasına, “Ne çocuğu hayatım, dün kediye verdiğim et parçalarının kokusunu aldın herhalde,” diye seslenmiş. Yemekten sonra dev kese kese altınlarını saymaya başlamış.

Kısa bir süre sonra altın saymaktan yorulup uykuya dalmış. Delikanlı saklandığı yerden çıkıp bir kese altın almış. Keseyi sihirli fasulyesinden aşağıya atmış, ardından fasulyenin sırığına tutuna tutuna aşağıya inmiş. Annesi artık şanslarının döndüğüne bir türlü inanamamış. Ama birkaç ay sonra ellerindeki tüm altınlar bitmiş. Delikanlı tekrar sihirli fasulyesine tırmanarak devin yaşadığı ülkeye gitmiş.
Devin karısı bu kez ona kuşkucu bir şekilde davranıyormuş. “Geçen gelişinde bir kese altınımız kayboldu,” diye iğnelemiş onu. Ama yine de delikanlıyı içeri almış. Çok geçmeden dev çıkagelmiş. “Fee-fi-fo-fum,” diye bir şarkı söylüyormuş. Bunu duyan delikanlı hemen yine fırına saklanmış. “Ne çocuğu, hayatım,” demiş devin karısı. “Dün yediğin piliç haşlamanın kokusunu duydun herhalde. Sen etli böreğini yemene bak!” Yemeğini bitirdikten sonra dev, karısına, “Kadın, bana tavuğumu getir,” demiş. Karısı hemen tavuğu getirmiş.
“Yumurtla!” diye emretmiş dev ve delikanlının hayret dolu bakışları altında tavuk altın bir yumurta yumurtlamış. Tabii delikanlı tavuğu da alıp evine götürmüş. Delikanlı ile annesi böylece zengin olmuşlar. Ama bir yıl sonra çocuk şansını bir kez daha denemeye karar vermiş ve tekrar sihirli fasulyesine tırmanmış. Bu sefer eve, devin karısına görünmeden girip, bir bakır tencerenin içine saklanmış. Dev girmiş içeri. “Fee-fi-fo-fum,” diye başlamış yine tekerlemesine.
“Eğer bu yine o lanet olası çocuksa, fırına bak hayatım, kesin oradadır,” demiş karısı. Delikanlı orada değilmiş tabii ki. “Buralarda bir yerde, eminim,” diye gürlemiş dev, ama karısıyla birlikte evin altını üstüne getirmelerine rağmen onu bulamamışlar. Bu sefer dev yemekten sonra altın bir harp çıkarmış ortaya. “Söyle!” diye emretmiş ve harp ninniler söyleyip onu uyutmuş. O an delikanlı bu harpı her şeyden çok istediğini anlamış. Horlamakta olan devin dizine tırmanmış, masaya atlamış ve harpı kapmış.
“İmdat!” diye bağırmış harp. Delikanlı, sırtında harp, masadan aşağıya atlamış. Dev peşine takılmış. Delikanlı sihirli fasulyesini yarıladığında harp, “İmdat!” diye bağırmış yine. Dev delikanlının peşinden sırık fasulyesine atlamış. Delikanlı aşağıya ulaşınca, “Anne! Çabuk bir balta getir,” diye bağırmış. İkisi birlikte sihirli fasulyeyi baltayla kesmeye başlamışlar.
Bir süre sonra sihirli fasulyeyle birlikte dev de yere düşmüş ve anında ölmüş. “Üf!” demiş çocuk. “Az kalsın gidiyorduk!” O günden sora delikanlıyla annesi zenginler gibi yaşamışlar. Onlar söyledikçe tavuk altın yumurta yumurtluyormuş. İnsanlar altın harpı dinlemek için onlara para ödüyorlarmış. Delikanlının güzel bir prensesle evlendiği de söyleniyor. Kim bilir belki de gerçekten evlenmiştir

Rapunzel Masalı


Rapunzel Masalı
Bir zamanlar bir kadınla kocasının çocukları yokmuş ve çocuk sahibi olmayı çok istiyorlarmış. Gel zaman git zaman kadın sonunda bir bebek beklediğini fark etmiş. Bir gün pncereden komşu evin bahçesindeki güzel çiçekleri ve sebzeleri seyrederken, kadının gözleri sıra sıra ekilmiş özel bir tür marula takılmış. O anda sanki büyülenmiş ve o marullardan başka şey düşünemez olmuş.
“Ya bu marullardan yerim ya da ölürüm” demiş kendi kendine. Yemeden içmeden kesilmiş, zayıfladıkça zayıflamış.
Sonunda kocası kadının bu durumundan öylesine endişelenmiş, öylesine endişelenmiş ki, tüm cesaretini toplayıp yandaki evin bahçe duvarına tırmanmış, bahçeye girmiş ve bir avuç marul yaprağı toplamış. Ancak, o bahçeye girmek büyük cesaret istiyormuş, çünkü orası güçlü bir cadıya aitmiş. Kadın kocasının getirdiği marulları afiyetle yemiş ama bir avuç yaprak ona yetmemiş. Kocası ertesi günün akşamı çaresiz tekrar bahçeye girmiş. Fakat bu sefer cadı pusuya yatmış, onu bekliyormuş. “Bahçeme girip benim marullarımı çalmaya nasıl cesaret edersin sen!” diye ciyaklamış cadı.
“Bunun hesabını vereceksin!” Kadının kocası kendisini affetmesi için yarvarmış cadıya. Karısının bahçedeki marulları nasıl canının çektiğini, onlar yüzünden nasıl yemeden içmeden kesildiğini bir bir anlatmış.
“O zaman,” demiş cadı sesini biraz daha alçaltarak, “alabilirsin, canı ne kadar çekiyorsa alabilirsin. Ama bir şartım var, bebeğiniz doğar doğmaz onu bana vereceksiniz.” Kadının kocası cadının korkusundan bu şartı hemen kabul etmiş. Birkaç haftasonra bebek doğmuş. Daha hemen o gün cadı gelip yeni doğan bebeği almış. Bebeğe Rapunzel adını vermiş. Çünkü annesinin ne yapıp edip yemek istediği bahçedeki marul türünün adı da Rapunzel’miş. Cadı küçük kıza çok iyi bakmış. Rapunzel oniki yaşına gelince, dünyalar güzeli bir çocuk olmuş.
Cadı bir ormanın göbeğinde, yüksek bir kuleye yerleştirmiş onu. Bu kulenin hiç merdiveni yokmuş, sadece en tepesinde küçük bir penceresi varmış. Cadı onu ziyarete geldiğinde, aşağıdan “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını !” diye seslenirmiş. Rapunzel uzun örgülü saçlarını percereden uzatır, cadı da onun saçlarına tutuna tutuna yukarı tırmanırmış. Bu yıllarca böyle sürüp gitmiş. Bir gün bir kralın oğlu avlanmak için ormana girmiş.

Daha çok uzaktayken güzel sesli birinin söylediği şarkıyı duymuş. Ormanda atını oradan oraya sürmüş ve kuleye varmış sonunda. Fakat sağa bakmış, sola bakmış, ne merdiven görmüş ne de yukarıya çıkılacak başka bir şey. Bu güzel sesin büyüsüne kapılan Prens, cadının kuleye nasıl çıktığını görüp öğrenene kadar hergün oraya uğrar olmuş.
Ertesi gün hava kararırken, alçak bir sesle “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını !” diye seslenirmiş. Sonrada kızın saçlarına tutunup bir çırpıda yukarı tırmanmış. Rapunzelönce biraz korkmuş, çünkü o güne kadar cadıdan başkası gelmemiş ziyaretine. Fakat prens onu şarkı söylerken dinlediğini, sesine aşık olduğunu anlatınca korkusu yatışmış. Prens Rapunzel’e evlenme teklif etmiş, Rapunzel’de kabul etmiş, yüzü hafifce kızararak. Ama Rapunzel’in bu yüksek kuleden kaçmasına imkan yokmuş.
Akıllı kızın parlak bir fikri varmış. Prens her gelişinde yanında bir ipek çilesi getirirse, Rapunzel’de bunları birbirine ekleyerek bir merdiven yapabilirmiş. Her şey yolunda gitmiş ve cadı olanları hiç farketmemiş. Fakat bir gün Rapunzel boş bulunup da. “Anne, Prens neden senden daha hızlı tırmanıyor saçlarıma?” diye sorunca herşey ortaya çıkmış. “Seni rezil kız! Beni nasıl da aldattın!
Ben seni dünyanın kötülüklerinden korumaya çalışıyordum!” diye bağırmaya başlamış cadı öfkeyle. Rapunzel’i tuttuğu gibi saçlarını kesmiş ve sonrada onu çok uzaklara bir çöle göndermiş. O gece cadı kalede kalıp Prensi beklemiş. Prens, “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını !” diye seslenince. cadı Rapunzel’den kestiği saç örgüsünü uzatmış aşağıya. Prens başına neler geleceğini bilmeden yukarıya tırmanmış. Prens kederinden kendini pencereden atmış. Fakat yere düşünce ölmemiş, yalnız kulenin dibindeki dikenler gözlerine batmış.
Yıllarca gözleri kör bir halde yitirdiği Rapunzel’e gözyaşları dökerek ormanda dolaşıp durmuş ve sadece bitki kökü ve yabani yemiş yiyerek yaşamış. Derken bir gün Rapunzel’in yaşadığı çöle varmış. Uzaklardan şarkı söyleyen tatlı bir ses gelmiş kulaklarına. “Rapunzel! Rapunzel!” diye seslenmiş. Rapunzel, prensini görünce sevinçten bir çığlık atmış ve Rapunzel’in iki damla mutluluk göz yaşı Prensin gözlerine akmış. Birden bir mucize olmuş, Prensin gözleri açılmış ve Prens görmeye başlamış. Birlikte mutlu bir şekilde Prensin ülkesine gitmişler. Orada halk onları sevinçle karşılamış. Mutlulukları ömür boyu hiç bozulmamış.

Omzunda Kamerayla Yaşayan Kadın



Omzunda Kamerayla Yaşayan Kadın

Bu kadın, kadın olarak doğmadı elbette. O da herkes gibi küçük bir kız çocuğuydu. Yani küçük bir oğlan olmayan diğer herkes gibi demek istemiştim. Kamera omuzlarına ne zaman yerleşti, şimdilik bilmiyoruz. Onu anlatmaya ve anlamaya başladığımda bunu da tespit edebileceğimi düşünüyorum. Belki de doğuştan böyleydi, bu onun hem yeteneği hem de lanetiydi. Açıkçası onu da bilemiyorum. Bu kadın uçlarda yaşamayı sever, Sakuralar gibi yeteneğinin doruk noktası onun ölümü olabilir.


O, bir hayalet gibi kafamın içinde belirdiğinden beri, kendisini tarif edeyim diye biraz fazlaca uğraştı. Günlük işlerimin arasına girdi ve kendine dramlar yaratmaya başladı. Bu kadın- Omzunda Kamerayla Yaşayan Kadın- bir oyuncu. Melodramlar kraliçesi.

Tanımaya başlayalım; genç bir kadın, esmer, uzun boylu, sivri yüz hatları var – buraya kadar bana çok benzedi- bir film setinde yaşıyor ve genelde sivri uzun siyah ağızlıklı sigaralar içiyor -şimdi de Audrey Hepburn oldu- kendisi oyunculuğun yanı sıra senaryo yazarlığı da yapıyor çünkü ondan başka hiç kimse bu kadar güzel karakterler yaratamazmış, öyle dedi.

Omzunda Kamerayla Yaşayan Kadınla bir gün siz de karşılaşabilirsiniz. Karşılaştığınızda anlayabilmeniz için yazıyorum bu yazıyı. Kendisi tehlikelerle doludur, sinsi ve içten pazarlıklıdır, pek güvenilmez. Peki ben onu nasıl yakaladım?

Sıradan bir gün, her şey yolunda sıcaklık normal seviyede, aç değilim, yorgun değilim, hayatta kötü giden bir şey yok gibi-ydi. Sonra içimden bir ses, “Patlat bir Sezen Aksu şarkısı” dedi. Bir kahve yap kendine, uzat ayaklarını, bir sigara yak- ki sigara içmem, neyse ki evde vardı da o sırada müşkül bir duruma düşmedim- bakışlarını uzaklara çevir. Güzel. Derin nefesler çek sigaradan, dumanını yavaş üfle. Canın acıyor değil mi – evet biraz acımaya başladı- ah ah... şimdi gözlerini kısarak bak, bir iki damla göz yaşı süzüldü. Odanın içinde bir yöntemen mi vardı yoksa içime başka biri mi kaçtı, ben ne yapıyorum derken müziği değiştirdim, gözlerimdeki yaşları sildim kahve fincanımı ters çevirdim niyetimi ettim ve çalışmamın başına döndüm.

Bunun geçici bir şey olduğunu düşünmüştüm, bir anlık melankoli. Çok hafife almış olabileceğimi sonra anlayacaktım. Bir kere içime yerleşmişti o hüzün. Tuvalette aynanın karşısına geçiyorum ve biri bana diyor ki “Hayır buraya kadar geldin, şimdi pes edemezsin” ben de öfkeyle ona bakıyorum ve “Bana ne yapıp ne yapamayacağımı söyleyemezsin” diyorum. Sonra da kafamı hızla çeviriyorum ve “Hamileyim” diyorum. Hamile miyim? Hayır. O kim? Bilmiyorum. Ben kimim? Onu da anlamıyorum.

Çok sinsiydi. Diğerlerini bulmak biraz daha kolaydı. Okşan, Queen ve Saplantılı Saniye kendilerini yoğun bir biçimde belli etmişler, ilk tespitten ve bir kaç konuşmadan sonra kendilerini açmışlar, dertlerini anlatmışlardı. Omzunda Kamerayla Yaşayan Kadın -OKYK- hepsinden farklıydı.

Akşam yürüyüşlerimde, kafamda işlerimle ilgili şeyler varken kendimi birden bire bir aksiyon filminin içinde buluyordum. “Yerimizi öğrendiler, şimdi ne yapacağız.” “Hep senin salaklıkların yüzünden o adama güvenmeyecektin, o bir sahtekâr.” “Ama ben de sahtekârım.” “Hayır, sen gizli ajansın.” Ajan falan değilim, bu gerçek değil. Adımlarımı hızlandırıp yola devam ederken bu kez de “Peki şimdi ne yapacaksın?” “Hangi konuda.” “Çocuğunu bırakıp gitmek zorundasın.” Adımlarını yavaşlat, denize doğru bak, iç geçir. Şimdi denizin kenarından bir taş al ve onu at. Derin bir nefes al ve yürümeye devam et. Neden? Neden beni ele geçirmeye çalışıyorsun OKYK?

Küçük bir çocukken aynanın karşısında mimiklerimi incelerken hatırlıyorum kendimi. Gözlerde biriken yaşlar, kaşların çatılması, ağızın kenarındaki kırışıklık. Kendini ağlarken tutmaya çalışmak, ağlamanın kollarına bırakmak, hıçkırmak. Bana bütün bu rolleri denetip kendin film setlerinde yakışıklı jönlerle takıldın değil mi?

Gerçek bir duygunun kollarında güvenle yoluma devam ederken birden bire onun -rol- olması. İşte seni yakaladım OKYK. Seni yakalamak zor çünkü değişkensin ama klişesin. Şöyle ki, bir duyguyu sanki o sırada yanında olan bir başkasına anlatıyormuş gibi yaşıyorsun “Ben de yemek yapıyorum işte, hava da sıcak. Kendimi bugün bunalmış hissediyorum. Sen nasılsın Jack?” Jack kim? Ben kafamın içinde kiminle konuşuyorum? A-ha! Bu, gerçek değil. 

“Senin yarattığın, ucuz filmlerden çıkmış, duygusal ve yapış yapış karakterlerinden sıkıldım!” Ona böyle söyleyince biraz korktuğumu itiraf etmeliyim. Kendisi zekidir, güzel roller yazar. Onları güzel oynar. Her an taktik değiştirebilirdi. Daha da kötüsü temelli gidebilirdi. Halbuki ona ihtiyacım var.

Omzunda Kamerayla Yaşayan Kadın, dışarıdan içeriye bakan kadın. Elâlem ne der? diyen kadın. Ben bu işi yapıyorum ama dışarıdan nasıl görünür diyen. Kelimelerini tartarak söylemek zorunda olan kadın. Hayatta kalmak için rol yapmaya ihtiyacı olduğunu düşünen. Seviyormuş gibi yaparsa incinmeyeceğine inandırılmış. Kafasını hiç olmayan şeylerle meşgul ederse sorunlarından kaçabileceğini sanmış kadın. İçini dinlemeyen, içinin farkında bile olmayan kadın.

Duygular konusunda muhteşem, empati yeteneği muazzam, duyarlı, hassas. Sadece tek taraftan bakıyor. Her duyguyu barındırıyor, her kimliği. Tüm bunlar zaten içinde. Yaşadığı harika bir hayat var. Sadece durması ve oyunculuk tarzını değiştirmesi gerekiyor. Sahteleşmeden.
 Kendisini tanıdığım için çok şanslıyım. Artık seni görüyorum Omzunda Kamerayla Yaşayan Kadın. Pencereden dışarı bak, elini başının üstüne koy, cırcır böceklerinin sesini farkedip gülümse. Kestik.  

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...