Küçük Kuş

Küçük Kuş

Mori Schwartz, hayat dolu bir üniversite profesörüydü. 1994'te vücudunda bir gariplik hissetmiş. 60'lık vücudu artık dans derslerini kaldıramayacak kadar bitkinleşmiş.

Doktora gittiğinde yakında öleceği haberini almış: Hastalık Mori'yi tekerlekli sandalyeye bağlamış. Dersleri bırakmış, evdeki bakıcının kollarında bebekliğe yeniden dönmüş.

Kucaklanıp kaldırılır, başkası tarafından yıkanır, poposu pudralanır olmuş. Düşünmüş o zaman: "Kendimi bırakıp yok olmayı mı bekleyeyim, yoksa kalan zamanımı en iyi şekilde değerlendireyim mi?" Sonunda ölümünden utanmamaya ve yaşamla ölüm arasındaki son köprünün bütün ayrıntılarını anlatmaya karar vermiş. Hayattaki son dersi, "kendi ölümü" olacakmış.

Önce sevdiklerini toplayıp, onlara bir "canlı cenaze töreni" düzenlemiş. Bizim ancak ölenlerin ardından yaptığımız sevgi konuşmalarını hayattayken dinleme ve gönlünce
cevap verme şansını yaratmış. ABC televizyonunun ünlü haber sunucusu Ted Koppel'ın programına konuk olunca üne kavuşmuş.

Dünyanın dört bir yanından mektup yazan, röportaja gelen insanlar ona "son yolculuk"u sormaya başlamışlar. Mori'nin bu sorulara verdiği yanıtlar Türkçede de yayımlandı. (Mitch Albom, "Öğretmenim Mori'yle Salı Buluşmaları",
Boyner Y. 1997)

Birbirinden ilginç o yanıtlardan benim aklımda kalan ders şu oldu:
"Herkes öleceğini bilir, ama kimse buna inanmak istemez. Oysa öleceğimize inansak, bazı şeyleri farklı yapardık. İnsan ölmeyi öğrenince yaşamayı da öğrenmiş oluyor. Budistlerin yaptığını yap ve her sabah omuzundaki küçük kuşa sor:
- O gün, bugün mü? Hazır mıyım? Olmak istediğim insan mıyım? Kariyer, iyi maaş,
araba ve ev taksitleri. Hayattan istediğim şey bu mu?"

"Şuraya uzanmış yavaş yavaş ölürken rahatlıkla söyleyebilirim ki, istediğin kadar güce ya da paraya sahip ol, yaşamı satın alamazsın." diyor Mori... "- Son bir 24 saatin olsa ne yapmak isterdin?" sorusuna ise herkesi şaşırtacak kadar sade bir cevap veriyor:

"- Sabah kalkar, jimnastiğimi yapar, ardından çörek ve çayla kahvaltı eder, yüzmeye giderdim. Sonra arkadaşlarımı evde güzel bir öğle yemeğine davet eder, onlara ne kadar değer verdiğimi anlatırdım. Ardından ağaçlıklı bir bahçede yürüyüp renkleri, kuşları seyreder, doğayı içime çekerdim. Akşam sevdiklerimle bir restorana gidip yemek yer ve en güzel kızlarla tükeninceye dek dans ederdim. Ardından eve gelir mükemmel bir uyku çekerdim."

Sizin bunları yapacak vaktiniz var. Bütün yapmanız gereken arada bir omuzunuza bir bakış atıp sormak:
"Bugün mü küçük kuş, bugün mü?"

İtfaiyeci Bob

İtfaiyeci Bob

Yirmi altı yaşındaki anne lösemiyle savaşan oğluna bakarken dalıp gitmişti. Kalbi acı içinde olmasına rağmen, kararlılık duygusunun da etkisini hissediyordu. Her ebeveyn gibi o da oğlunun büyümesini ve umutlarını gerçekleştirmesini istemişti. Oysa bu artık mümkün değildi. Löseminin buna fırsat tanıması olası değildi. Oysa o hala oğlunun hayallerini gerçekleştirmesini istiyordu.

Oğlunun eline tuttu ve “Bopsy, büyüyünce ne olmak istediğini hiç düşündün mü? Hayatında neler olmasını dilediğini ve hayal ettiğin oldu mu?” diye sordu.

“Anneciğim, ben büyüyünce hep itfaiyeci olmak isterim”. Anne gülümsedi ve “dilediğini gerçekleştirebilecek miyiz bir bakalım” dedi.


Daha sonra anne Arizona’daki itfaiye müdürlüğüne gitti ve orada yüreği en az Arizona şehri kadar büyük itfaiyeci Bob ile tanıştı. Ona oğlunun son isteğinden söz etti ve altı yaşındaki oğlunun itfaiye arabasına binip şehirde küçük bir tur atmasının mümkün olup olmadığını sordu. İtfaiyeci Bob ona şöyle bir yanıt verdi.



“Bundan daha iyisini yapabiliriz. Eğer oğlunu Çarşamba sabahı saat yedide hazır edersen onu o gün şeref konuğu yapar, itfaiyeci kimliğine büründürürüz. Bizimle itfaiye müdürlüğüne gelir, bizimle yemek yer, yangın söndürmeye gelir. Hatta bize ölçülerini verirsen, ona üzerinde Arizona itfaiyecilerinin sarı renk üzerine işlenmiş ambleminin olduğu gerçek bir itfaiyeci kostümü de diktiririz, lastik botları ısmarlarız. Hepside Arizona’da üretiliyor. Çabucak elimize geçer.”


Üç gün sonra itfaiyeci Bob’u aldı, ona itfaiyeci elbisesi giydirdi ve hastanedeki yatağından itfaiye arabasına kadar ona eşlik etti. Bob itfaiye arabasına kuruldu ve müdürlüğe doğru yol almaya başladı. Bob kendini cennette hissediyordu. O gün Arizona’da tam üç yangın ihbarı olmuştu. Değişik itfaiye arabalarına, hatta itfaiye müdürlüğünün özel arabasına bile binmişti. Yerel tv programcıları da onu izleyip çekmişlerdi. Hayallerinin gerçek olması, gösterilen sevgi ve ilgi Bob’u o kadar etkilenmişti ki doktorların söylediğinden üç ay fazla yaşamıştı.

Bir gece bütün yaşam belirtileri dramatik bir şekilde yok olmaya başlayınca, hiç kimsenin yalnız ölmemesi gerektiğine inanan başhemşire aile bireylerini hasteneye çağırdı. Daha sonra Bob’u bu dünyaya veda ederken yanında kıyafetleri içinde bir itfaiyecinin bulundurulmasının mümkün olup olamayacağını sordu.

İtfaiye müdürü,
“Bundan daha iyisini yapabiliriz. Beş dakika içinde oradayız. Bana bir iyilik yapar mısın? Sirenlerin çaldığını duyduğunda ve flaşların parladığını gördüğünde yangın olmadığı anonsunu yapabilir misiniz? Sadece itfaiyecilerin önemli bir meslektaşını ziyarete geldiğini söyleyin. Ve lütfen onun odasının penceresini açın.” Diye yanıtladı.

Yaklaşık beş dakika sonra hastaneye çengel ve merdiven taşıyan kamyonet ulaştı. Merdiveni açtı ve Bob’un üçüncü kattaki odasına doğru yaklaştı. On dört itfaiyeci Bob’un odasına tırmandılar.

Annesinin izniyle onu kucakladılar ve ona onu ne kadar sevdiklerini söylediler. Ölümle pençeleşen Bob itfaiye müdürüne baktı ve
“Efendim ben şimdi gerçekten itfaiyeci miyim” diye sordu.

Hediye

Hediye

Fırına geldiğimde ortalıkta ekmek görünmüyordu. Eski bir dostum olan fırıncı,
"Biraz bekleyeceksin hocam," dedi. "İki-üç dakikaya kadar çıkartıyorum."

Kenardaki tabureye oturup beklemeye koyulurken, içeriye yaşlıca bir adamın girdiğini gördüm. Eskimiş ceketinin sol yakası altında bir madalya parıldıyor ve yürürken hafifçe topallıyordu. Selam verdikten sonra, fırıncının tezgahına yaklaşarak,
"Ekmeklerimi alayım," dedi. "Benim ikizler acıkmıştır."

Fırıncı, adamın kendesine uzattığı torbayı alarak tezgahın altına eğildi ve bir gün öncesine ait olduğu anlaşılan ekmeklerden dört-beş tane çıkardı.

Ben o arada oturması için kendi yerimi o adama vermiş, tezgahın yanına iyice yaklaşmıştım. Ekmeklerden birkaç tanesinin şekli değişmiş, katılaşmış, taş gibi olmuştu.

Fısıltı şeklinde fırıncıya sordum. Neden taze ekmeği beklemesini söylemiyorsun? Biraz sonra çıkacak ya!..

"Bayat ekmekleri kendisi istiyor." dedi fırıncı. "Çok fakir olduğundan, ona yarı fiyatına veriyorum."

"Kim bu adam?" diye sordum.

"Kore gazilerinden " dedi. "Oğluyla gelini bir trafik kazasında vefat edince, ikiz torunlarını yanına almıştı. Yıllardır onlara bakıyor, hem de çok az bir maaşla."

Fırıncının anlattıkları karşısında içimin yandığını hissediyor ve ufak da olsa bir şeyler yapmak istiyordum.

"Aradaki farkı ben vereyim," dedim. "Hiç olmazsa bugün taze ekmek yesinler.

" Fırıncı, teklifimi kabul etti ve biraz sonra da, fırından yeni çıkan taze ekmekleri adamın torbasına doldururken şekli bozuk, bayat ekmekleri de tezgahın altına koydu.

"Çok şanslısın hacı amca," dedi. Çocuklar için sana bugün pasta gibi ekmek vereceğim."

Yaşlı adam, bir evlat sevgisiyle kucakladığı torbayı göğsüne bastırırken. "Allah, senden razı olsun evladım" dedi.

"Bugün onların doğum günü olduğunu nereden biliyordun?"

Cüneyd Suavi

Üç Soru

Üç Soru

Bir zamanlar bir kralın aklına şöyle bir düşünce geldi: "Eğer bir işe ne zaman başlayacağımı; kimi dinleyeceğimi ve yapmam gereken en önemli şeyin ne olduğunu bilseydim, girdiğim her işi başarırdım."

Aklına böyle bir fikir düşünce, krallığın dört bir yanına, kim kendisine her iş için en uygun vakti, bu iş için en gerekli kişinin kim olduğunu ve yapılması gereken en önemli şeyin ne olduğunu öğretirse ona büyük bir mükafat vereceğini ilan etti.

Bilgeler kralın huzurunda toplandı, fakat sorulara verdikleri cevaplar birbirinden tamamen farklı çıktı. İlk soruya cevap olarak; kimileri her hareketin doğru vaktini bilmek için önceden günlerin, ayların, yılların yer aldığı bir takvim hazırlamak ve sıkı sıkıya buna uyarak yaşamak gerektiğini söylediler. "ancak böylece" dediler "her şey tam zamanında yapılabilir".

Diğerleri ise her hareketin doğru vaktine önceden karar verilemeyeceğini, kişinin kendisini boş eğlencelere kaptırmayıp, hep daha önce olmuş olayları izleyerek en lüzumlusunu yapabileceğini iddia ettiler. Bu defa başka bilginler de kral neler olup bittiğine ne kadar ederse etsin, tek bir kişinin her hareket için en uygun vakte karar vermesinin imkansız olduğunu; kralın, her şeyin en uygun vaktini tespitte ona yardım edecek bir bilge kişiler konseyi kurması gerektiğini söylediler. Fakat bu defa da başka bilginler; "Bir konseyin önünde beklemesi imkansız bazı şeyler vardır, bu işlerin yapılıp yapılmayacağına ancak tek bir kişi anında karar verebilir" dediler. "Buna karar vermek içinse neler olacağını önceden bilmek gerekir. Neler olacağını önceden bilenler de yalnızca sihirbazlardır.

Dolayısıyla her hareketin doğru vaktini bilmek isteyen, sihirbazlara danışmalıdır. İkinci soruya da aynı şekilde türlü türlü cevaplar geldi. Kralın en fazla ihtiyaç duyduğu, en gerekli kişiler bazılarına göre danışmanlar; bazılarına göre papazlar; bir kısmına göre hekimler; daha başka bir kısmına göre ise savasçılardı.

Üçüncü soruya, yani en önemli işin ne olduğu konusuna gelince; bazıları dünyadaki en önemli şeyin bilim olduğunu söyledi. Bir kısmı savaşta ustalaşmak; daha başkaları da dinî ibadet dediler. Bütün cevaplar birbirinden farklı çıkınca, kral bunların hiçbirisini kabul etmeyip hiç kimseye de ödül vermedi.Ama halâ doğru cevapları aradığı için, bilgeliğiyle ünlü bir münzeviye danışmaya karar verdi.

Münzevi, hiç ayrılmadığı bir ağaç kovuğunda yaşar, yanına sade halktan başkasını kabul etmezdi. Bu yüzden kral üstüne sade elbiseler giyerek kendisini halktan biri gibi göstermeye çalıştı ve yola düştü.

Münzevinin kovuğuna yaklaştıklarında atından indi ve muhafızını da geride bırakıp yola devam etti. Kral yaklaşırken münzevi kovuğunun önüne çiçek tarhları kazıyordu. Kralı gördü, selamlayıp kazmaya devam etti. Münzevi mecalsiz ve zayıf birisiydi; küreğini toprağa her sokuşunda bir parçacık toprak çıkarıyor, soluk soluğa kalıyordu. Kral yanına gelip şöyle dedi. "Ey bilge münzevi, size üç sorunun cevabını sormak için geldim. Doğru şeyi doğru zamanda yapmayı nasıl ögrenebilirim? En fazla muhtaç olduğum, dolayısıyla diğerlerinden fazla ilgi göstermem gereken insanlar kimdir? En önemli ve her şeyden önce kendimi vereceğim isler nelerdir?"

Münzevi kralı dinledi, ama cevap vermedi. Avuç larına tükürüp kazmaya devam etti.

"Yoruldunuz" dedi kral, " Küreği bana verin de biraz dinlenin." Münzevi, "Sağolun" diyerek küreği krala verip yere oturdu. Kral bir süre kazdıktan sonra durup sorularını tekrarladı. Münzevi yine cevap vermedi; bu defa ayağa kalktı, elini küreğe uzattı ve şöyle dedi: "Biraz dinlenin; bir parça da ben çalışayım."

Fakat kral küreği ona vermeyip kazmaya devam etti. Bir saat geçti, bir saat daha... Güneş, ağaçların ardından batmaya başladı; sonunda kral küreği toprağa saplayıp şöyle dedi: "Ey bilge kişi, senin yanına sorularıma bir cevap bulmak için geldim. Eğer cevap vermeyeceksen, söyle de evime gideyim".

Münzevi,"Buraya koşarak birisi geliyor"dedi,"bakalım kim?" Kral arkasına döndüğünde bir adamın koşarak kendilerine doğru geldiğini gördü. Adamın karnına bastırdığı ellerinin altından kan sızıyordu. Kralın yanına ulaşınca, kendinden geçercesine inledi, sonra da bayılıp yere düstü. Kral ve münzevi, hemen adamın üstündeki elbiseleri çıkardılar. Karnında büyük bir yara vardı. Kral yarayı elinden geldiğince yıkadı, mendiliyle ve münzevinin havlusuyla sardı. En sonunda kan durdu, adam kendisine gelince içecek bir şey istedi. Kral dereden taze su getirip ona verdi.

Bu arada akşam olmuş hana soğumuştu. Kral, münzevinin de yardımıyla yaralı adamı kovuğa taşıyarak yatağa yatırdı. Yatağa uzanan adam gözlerini kapatıp derin bir uykuya daldı. Kral, koşuşturmadan ve yapmış olduğu işlerden öylesine yorulmuştu ki eşiğe çöktü ve uyuyakaldı; kısa yaz gecesi boyunca deliksiz bir uyku çekti. Sabah uyanınca nerede olduğunu, yatakta uzanmış ve canlı gözlerle dikkatle kendisine bakan yabancının kim olduğunu uzun süre hatırlayamadı. Kralın uyandığını ve kendisine baktığını gören adam; "Beni affedin" dedi, zayıf bir sesle.

Kral, "Sizi tanımıyorum, üstelik affedilecek bir şey yapmadınız ki" dedi. "Siz beni tanımıyorsunuz, ama ben sizi tanıyorum" dedi adam. "Ben, kardeşimi astırdığınız ve mallarını elinden aldığınız için sizden öç almaya yemin etmiş bir düsmanınızım. Tek başınıza münzeviyi görmeye gittiğinizi öğrendim ve dönerken yolda sizi öldürmeye karar verdim. Ama akşam olduğu halde dönmediniz. Ben de sizi arayıp bulmak için pusulaya yattığım yerden çıkınca muhafızlarınıza rastladım, beni tanıyıp yaraladılar. Onlardan kaçtım, fakat yaramdan çok kan akıyordu. Yaramı sarmasaydınız kan kaybından ölürdüm. Ben sizi öldürmek istedim, siz ise hayatımı kurtardınız. Eğer yaşarsam şimdiden sonra en sadık köleniz olup size hizmet edeceğim ve oğullarıma da aynı şeyi emredeceğim. Affedin beni."

Kral, düşmanıyla bu denli kolay barıştığı ve onun dostluğunu kazandığı için çok mutlu oldu; onu affetmekle kalmayıp uşaklarını ve kendi doktorunu gönderip onun tedavisini yaptıracağını söyledi, ayrıca mallarını iade edeceğine de söz verdi.Yaralı adamla vedalaşan kral, kapının önüne çıkıp münzeviyi aradı.

Gitmeden önce, sormuş olduğu sorulara cevap vermesini bir kez daha rica etmek istiyordu. Münzevi dışarda, bir gün önce kazmış oldukları tarhlara çiçek tohumlarını ekiyordu. Kral ona yaklaştı ve söyle dedi: "Sorularıma cevap vermeniz için size son defa yalvarıyorum!" yorgun dizlerinin üstünde çömelmeye devam eden münzevi, gözlerini kaldırıp krala baktı ve, "Cevabınızı aldınız" dedi.

"Nasıl aldım? Ne demek istiyorsunuz?" diye sordu kral. "Anlayamıyorsunuz" diye cevapladı münzevi. "Dün eğer benim dermansızlığıma acımayıp şu tarhları kazmasaydınız, gidecek ve şu adamın saldırısına uğrayacaktınız ve yanımda kalmadığınıza pişman olacaktınız. Yani en önemli vakit, tarhları kazdığınız vakitti; en önemli kişi bendim ve en önemli işiniz bana iyilik yapmaktı. Daha sonra bu adam yanımıza koşarak geldiğinde, en önemli vakit onunla ilgilendiğiniz vakitti, çünkü eğer onun yaralarını sarmasaydınız, sizinle barışmadan ölecekti. Dolayısıyla en önemli kişi oydu, en önemli iş de onun için yaptıklarınızdı."

"Bundan sonra şu gerçeği unutmayın: Tek önemli vakit vardir, içinde bulunduğunuz an. O an en önemli vakittir, çünkü sadece o zaman elimizden bir şey gelebilir. En önemli kişi, kiminle beraberseniz odur, zira hiç kimse bir başkasıyla bir daha görüşüp görüşmeyecegini bilemez; ve en önemli iş iyilik yapmaktır, çünkü insanın bu dünyaya gönderilmesinin tek sebebi budur."

Otuz Kuş

Kuşların hükümdarı olan Simurg Anka, Bilgi Ağacı'nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş.

Kuşlar Simurg'a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg'u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.

Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg'un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg'un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg'un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler.

Ancak Simurg'un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı'nın tepesindeymiş. Oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş. Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. Yorulanlar ve düşenler olmuş.

Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp; papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş(oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış); Kartal; yükseklerdeki krallığını bırakamamış; baykuş yıkıntılarını özlemiş, balıkçıl kuşu bataklığını.

Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış. Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi "şaşkınlık" ve sonuncusu Yedinci Vadi "yokoluş"ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş. Kaf Dağı'na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış.

Simurg'un yuvasını bulunca ögrenmişler ki; "SİMURG ANKA - Otuz Kuş" demekmiş.

Onların hepsi Simurg'muş. Her biri de Simurg'muş. Simurg Anka'yı beklemekten vazgeçerek, şaşkınlık ve yokoluşu da yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürerek, kendi küllerimiz üzerinden yeniden doğabilmek için kendimizi yakmadıkça, her birimiz birer Simurg olmayı göze almadıkça bataklığımızda, tüneklerimizde ve kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız. Şimdi kendi gökyüzünde uçmak zamanıdır.

Hero ile Leandros

Çok eski zamanlarda, bugün bizim Çanakkale Boğazı dediğimiz Hellaspontos'un Avrupa kıyısında, Sestos adını taşıyan bir şehir bulunuyordu. Bu şehir surları arasında Aphrodite için yapılmış büyük bir tapınak vardı. Bu tapınakta Hero adında çok güzel bir rahibe vardı, bu rahibe güzelliği ile dillere destan olmuştu. Aphrodite mabedindeki kumrularla ilgilenen Hero'yu görenler onu Aphrodite'in kendisi zannederlerdi.

Bu genç rahibe güzel olduğu kadar alçak gönüllüydü de. Bu yüzden Aphrodite bu kızı kıskanmak bir yana onu çok severdi. Her sene ilk baharın gelişi ile birlikte Sestos'ta şenlikler düzenlenir, çevreden insanlar akın akın buraya gelir, Aphrodite'in mabedini ziyaret ederlerdi. İşte böyle bir bayram günü Leandros adında yakışıklı bir genç Aphrodite'in mabedindeki bir ayine katılmıştı .

Abydos'lu olan Leandros getirdiği hediyeleri sunmak üzere mihraba yaklaştığında; güzel rahibe Hero'yu görünce aklı başından gitmiş ilk bakışta ona aşık olmustu. Ayin boyunca gözlerini güzel rahibeden ayıramamıştı. Sanki karşısındaki Aphrodite'in ta kendisiydi.

Leandros gün batıncaya kadar mabedinin bir köşesinde bekledi. Ziyaretçiler birbir mabedi terk edince yavaşça tek başına kalan Hero'ya yaklaştı. Rahibe genç delikanlıyı görünce ürkerek geri kaçtı. Ama Leandros onu durdurdu. Ve oracikta mihrabın önünde Hero'ya duyduğu aşkı dile getirdi. O günden sonra Leandros Hero'nun tüm itirazlarına rağmen her gün mabede gelip genç rahibeye duyduğu aşkı anlattı. Hero defalaca ona bir rahibe olduğunu ve böyle bir aşka karşılık veremiyeceğini söylediyse de Leandros pes etmedi. Duyduğu sevgi öylesine büyüktü ki, bir gün mutlaka karşılığını alacağına inanıyordu. Tüm çabaları ve ısrarları sonunda arzusuna kavuştu. Hero da onu seviyordu ancak aralarında büyük bir engel vardı.

Hero, deniz sahilinde ıssız bir kalede yaşlı bir kölenin kontrolü altında yaşıyordu, üstelik Leandros'un yaşadığı şehirle aralarında deniz vardı. Ama Leandros aşkı uğruna herşeyi yapmaya hazırdı. Buna, gece karanlığında yüzerek denizi geçmek de dahildi.

O akşam yaşadığı şehre geri dödüğünde sahile inerek denizi seyretti, gözleri ile karşı kıyıdaki kaleyi arıyordu. Bu sırada rüzgâr şiddetini artırmış, bulutlar ayı ve yıldızları kapatarak ortalığı karanlığa boğmuştu. Issız kalede köle ile birlikte oturan Hero endişe ile dışarıyı izliyordu. Bir ara yaşlı kadına dönüp; "Bu korkunç gecede kim bilir kaç balıkçı yolunu bulup evine dönemeyecek. Bence karanlıkta yolunu kaybeden denizcilere yol göstermek, onları felaketten kurtarmak için kalenin üstüne bir meşale yakarsak Aphrodite'yi de sevindirmiş oluruz" dedi.

Bu sözlerle yumuşayan yaşlı kadın, kalkıp bir meşale yaktı ve kalenin tepesine kolayca görülebileceği bir yere koydu. Esen rüzgâr onu canlandırdı alevi daha da yükseldi ve etrafı aydınlattı.

Hero heyecanla dışarıyı seyrederken duyduğu bir sesle kalbi küt küt atmaya başladı. Denize doru baktığında dalgalarla boğuşan birini gördü bu Leandros'tan başkası olamazdı. Onu yaşlı köle de görmüştü. Aşağı inip delikanlıya kıyıya çıkabilmesi için yardımcı oldu ve onu rahibenin odasına götürdü. Leandros yorgunluktan bitkin ama sevdigini görmekten mutlu bir halde genç rahibeye sarıldı. Yaşlı köle buna çok şaşırmıştı ancak onlara engel olmadı.

O günden sonra Leandros her gece Hellaspostos'u yüzerek geçip sevdiğine ulaşıyordu. Günler haftalar aylar geçti, güzel yaz günleri geride kaldı ve kışa yaklaştılar. Deniz eskisi gibi sakin ve sıcak değil, dalgalı ve soğuktu. Hero her gece yüzerek bogazı geçen Leandros için endişelenmeye başlamıştı bu yüzden ona bir süre birbirlerini görmemeleri gerektiğini söyledi. Bahar gelinceye kadar ayrı kalmaları gerekiyordu. Kışın boğazı yüzerek geçmek çok tehlikeliydi. Leandros her ne kadar istemese de sevdiğinin bu isteğine boyun eğdi. Ve bahara kadar gelmeyeceğine dair ona söz verdi. Ama bu ayrılığa sadece bir kaç gün dayanabildiler.

Leandros, Hero'nun yolladığı özlem dolu mektubu okuyunca daha fazla dayanamayarak, düşünmeden kendini azgın dalgaların kucağına attı ve bir an evvel sevdiğine kavuşabilme arzusu ile dalgalarla boğuşmaya başladı. Fırtına arttıkça artıyor, dalagalar daha da aşılmaz bir hal alıyordu. Hero'nun yaktığı meşale şiddetli rüzgârlardan sönerek ortalığı karanlığa gömdü.

Heyecan içinde Leandros'un yolunu gözleyen Hero, yaşlı köle uyuduktan sonra gizlice sahile indi ancak orada dalgaların kıyıya attığı sevdiğinin ölüsü ile karşılaştı. Bu acıya dayanamayan Hero sevgilisine sarılarak kendini öldürdü. Kasabalılar bu haberi duyunca yas elbiselerine bürünüp kaleye geldiler ve iki sevgilinin cenaze törenine katıldılar.Onları deniz kıyısında aynı mezara gömdüler ve Onların anısına boğazın azgın sularına güzel kokulu çiçekler attılar.

Haznedar

Bir zamanlar Ayaz adlı bir köle varmış. Takdir bu ya, köle bir gün Sultan Mahmud’un kölesi olmuş. Sultan, köleyi taşıdığı asil karakteri sebebiyle çok sevmiş. Derken Sultan’ın öylesine itimadını kazanmış ki, bütün sultanlığın haznedârı tayin edilmiş ve en kıymetli ve zarif mücevherler, taşlar ona emanet edilir olmuş.

Bu gelişmeyi gören saraylılar ise durumdan pek rahatsız olmuşlar. Hasetleri ve kibirleri yüzünden, sözüm ona basit bir köleye böyle bir mevki verilmesini ve kendi rütbelerine çıkarılmasını bir türlü hazmedememişler. Bu duygular içinde, özellikle Sultan yakınlardaysa ondan gün geçtikçe daha çok şikayet etmeye başlamışlar ve asil ruhlu kölenin itibarını zedelemek için ellerinden geleni yapmışlar.

Bir gün Sultan’ın huzurunda bir saraylının diğerine şöyle dediği duyulmuş: “Köle Ayaz’ın sık sık hazineye gittiğini biliyor musun? Onun mücevherlerimizi çaldığından adım gibi eminim.” Sultan kulaklarına inanamamış. “İşin aslını kendi gözlerimle görmeliyim” demiş.

Duvara küçük bir delik yaptırıp, içeride olanları seyretmeye hazırlanmış. Kölenin sessizce içeri girdiğini, kapıyı kapattığını ve sandığa gittiğini görmüş. Orada sakladığı küçük bir bohçaymış bu. Bohçayı öpmüş alnına koymuş ve sonra da açmış.

İçinden çıkan köleyken giydiği yırtık pırtık bir elbise! Aynanın karşısına geçmiş. Kendi kendine, “Daha önceleri bu elbiseyi giydiğin zamanlar kim olduğunu hatırlıyor musun?” diye sormuş. “Bir Hiçtin sen. Hepsi hepsi satılacak bir köleydin ve Allah, Sultan’ın eliyle sana rahmetinden belki de hiç hak etmediğin nimetler lutfetti. Asla nereden geldiğini unutma! Çünkü mal mülk insanın hafızasını uçurur, unutuluşlara sürükler. Şimdi sen de, nimetçe senden aşağı olanlara kibirle bakma ve daima hatırla Ayaz, hatırla!” Sandığı kapatmış, kilitlemiş ve sessizce kapıya doğru yürümüş.

Hazine dairesinden çıkarken birden Sultan’la yüz yüze gelmiş. Sultan gözlerini Ayaz’ın yüzüne dikmiş dururken, yanaklarından aşağı yaşlar süzülüyormuş ve boğazı öyle düğümlenmiş ki, konuşmakta güçlük çekmiş. “Bugüne kadar mücevherlerimin hazinedârıydın, ama şimdi kalbimin hazinedârısın. Bana benim de önünde bir hiç olduğum kendi Sultanımın huzurunda nasıl davranmam gerektiği dersini verdin.”

Maket

-Emre! Haydi, kalk oğlum! Okula geç kalacaksın.
Emre, annesinin sesiyle uyandı ve:
-Tamam anne! Az sonra geliyorum, dedi.

Sabahları erken kalkmak onun için oldukça zor oluyordu. Çünkü annesinin bütün ısrarlarına rağmen gece çok geç yatıyordu. Her sabah kendi kendine: "Bu akşam erkenden yatacağım. Azıcık uykuyla okula gitmek çok zor geliyor, bana." diyordu, ama akşamları televizyon izlemekten vazgeçemiyordu. Bu nedenle kendi iyiliği için aldığı kararı yine kendisi bozmuş oluyordu. Bu sabah da erkenden kalkıp okula gitmek ona çok zor gelmişti.

O gün okulda öğretmeni onları biraz uğraştıracak bir ödev verdi. Öğrencilerin seçecekleri bir dalda ve konuda ödev hazırlamalarını isteyerek:
- Resim yapabilirsiniz. Konusuna siz karar vereceksiniz. Bir şiir de yazabilirsiniz. Veya bir hikâye, hatta bir masal olabilir. Beğendiğiniz ve tamamen kendi çabanızla hazırlayacağınız bir maket de olabilir. Yapmak istediğiniz şeye kendiniz karar vereceksiniz. Bu ödev için size iki hafta süre vereceğim. İyice düşünün ve en beğenerek yapacağınız şeyi hazırlayın, dedi.

Sınıfta çalışkanlığı ile dikkat çeken Elif:
-Öğretmenim, maket hazırlayabilirsiniz, dediniz. Ne tür maketler hazırlayabiliriz, diye sordu.

Öğretmen:
-Meselâ, mukavvadan tarihi bir ev maketi yapabilirsiniz veya bir gemi maketi de olabilir bu. Ne yapacağınıza kendiniz karar vereceksiniz. Sınıf içinde birbirinizden yardım alabilirsiniz, ama dışarıdan kimsenin yardımı olmadan bu ödevi yapmalısınız. Anne ve babanız veya sizlerden büyük kardeşleriniz gibi kimselerden yardım almamalısınız, dedi. Bu tür bir ödev daha önce kendilerine hiç verilmemiş olduğundan bütün öğrenciler çok heyecanlanmışlardı. Emre de arkadaşları gibi bu heyecanı yaşıyordu.

Emre okuldan eve döndüğü zaman, her gün yaptığı gibi hemen televizyon izlemek yerine odasına kapanmıştı. Nasıl bir şey yapabileceğini düşünüyordu. Annesi bu duruma çok şaşırmıştı. Ama aynı zamanda oğlunun ders çalıştığını düşünerek mutlu oluyordu.

Emre bir süre sonra odasından çıkarak annesine:
-Anne, bana para verebilir misin? Öğretmenim bugün bize değişik bir ödev verdi. Çok düşündüm, ama ne yapabileceğime karar veremedim. Ben de hazır alıp okula götüreceğim, dedi.

Annesi:
- Peki, ödeviniz ne ile ilgili, diye sordu.

Emre, öğretmeninin söylediklerini olduğu gibi annesine anlattıktan sonra:
- İşte böyle anne. Ben ne yapabilirim, bilmiyorum. Onun için gidip güzel bir ev maketi alacağım ve kendim yapmışım gibi okula götüreceğim, dedi.

Annesi, oğlunun bu sözlerine çok üzüldü. Ona:
-Neden kendin yapmak için uğraşmıyorsun da hazır alıp götürmeyi düşünüyorsun? Hem bu öğretmenini aldatmak olur. Nasıl böyle bir şey düşünebildin, diye sordu.

Emre:
- İyi ama ben nasıl maket yapabilirim ki? Hem diğer konularla ilgili bir şey de yapamam. Resim yapmayı hiç sevmiyorum. Şiir veya öykü gibi şeyler de yazamıyorum. Yapabileceğim tek şey maket. Ama onu da nasıl yapacağımı bilemiyorum, dedi.

Annesi:
- Benim anladığım kadarıyla öğretmeniniz, gizli yeteneklerinizi ortaya çıkarmak için böyle bir ödev vermiş. Ayrıca ben inanıyorum ki, sen istersen bunu başarabilirsin. Hem iki hafta gibi uzun bir zamanın var. Öğretmeniniz sınıf içinde yardımlaşmanıza da izin vermiş. En doğrusu, sınıf arkadaşlarından senin gibi maket yapabilecek olanlarla birlikte bu ödevi hazırlamanız. Kaç kişi maket yapmak isterse toplanın ve her gün ders çıkışı birlikte çalışın, dedi. Emre önce bunu kabul etmek istemedi, ama sonra bu fikir ona akıllıca geldi.

Ertesi gün sınıfta:
- Ben maket yapmaya karar verdim. Başka maket yapmak isteyen var mı, diye sordu. Üç kişi bu fikri beğenip ona katıldı.

Emre ve üç arkadaşı aralarında konuştular ve maketlerin hepsini, yardımlaşarak yapma kararı aldılar. O günden sonra da her okul çıkışı rahat çalışabilecekleri bir yerde toplanarak birlikte çalışmaya başladılar. Bu çalışma hem Emre için hem de arkadaşları için çok faydalı olmuştu. Çünkü artık hiçbiri boş işlerle vakit kaybetmiyor veya bütün boş vakitlerinde televizyon izlemiyorlardı. Herkesin maketinin diğer arkadaşınınkinden farklı olmasına karar verdiler. Bu durumda sadece ev maketi değil bir gemi, bir araba ve bir tane de çocuk parkı maketi yapacaklardı. İlk önce hep birlikte ev maketini yaptılar. Beklediklerinden çok daha güzel bir maket olmuştu. Bu onları daha fazla heveslendirdi. Sırasıyla diğer maketleri de yaptılar. İki haftalarını bu işe ayırmışlardı. Bu sayede hem paylaşmanın güzelliğini yaşamış hem de çok iyi dostluk kurmuşlardı. Ayrıca kendi yeteneklerinin farkına varıp kendileri için en doğru mesleğin ne olacağına karar vermişlerdi.

İki haftanın bitiminde öğretmenleri büyük bir sevinç yaşadı. Öğrencilerinin farklı dallarda yaptıkları ödevler ve bu ödevlerdeki başarıları onu çok duygulandırmıştı. Özellikle büyük bir el becerisi ve zekâ gerektiren maketler çok hoşuna gitmişti. Bütün öğrencilerini sırayla tebrik etti.

Maket yapmak ve bundan keyif almak Emre'de büyük değişikliklere neden oldu. Ödevi bitmiş olmasına rağmen maket yapmaya devam etti. Bazen arkadaşları da ona katılıyor, birlikte çok güzel şeyler yapıyorlardı. Bu arada derslerinde de iyi notlar almaya başlamıştı. Televizyon ise eskisi kadar dikkatini çekmiyordu. O, kendisini asıl mutlu eden şeyi bulmuştu ve bir daha onu bırakmadı.

Hilal Acar

Sen Uyurken

Sevgili çocuğum, seni uyurken seyretmek, nefes alışını duymak için sessizce odana girdim. Gözlerin kapalı,huzur içindesin. Sarı buklelerin melek yüzünü çerçeveliyor.

Bir kaç dakika önce çalışma odamda çalışırken birdenbire içimin sıkıldığını fark ettim. Dikkatimi işime veremedim ve bu yüzden sessizce seninle konuşmak üzere odana geldim. Bu sabah, yavaş giyindiğin için sabırsızlanıp, Sana söylendim. Yemek fişini kaybettiğin için seni azarladım ve kahvaltı ederken gömleğine süt döktüğün için sana sert sert baktım.

"Yine mi?" dedim, içimi çekerek ve başımı kızgınlıkla iki yana salladım. Sense bana bakıp, tatlı tatlı gülümsedim ve bana "Hoşçakal, anneciğim!" dedin.

Öğleden sonra, sen odanda oynayıp,yatağına dizdiğin oyuncaklarına bağıra çağıra şarkı söylerken, ben telefon konuşmalarımı yapıyordum.

Sana sessiz olmanı işaret ettim, sonra yine bir saat kadar telefonda konuştum. Daha sonra bir asker gibi sana emir verdim, "Oyalanıp durma, çabuk ödevini yap!" Bana "Peki, anneciğim." dedin ve hemen çalışmaya koyuldun. Sonra da odandan hiçbir ses gelmedi.

Akşam ben masamın başında çalışırken, korkarak yanıma geldin ve bana umutla, "Anneciğim, bu gece kitap okuyacak mıyız?" diye sordun. Sana kesin bir dille, "Bu gece olmaz." dedim, "Odan hâlâ karmakarışık! Sana kaç kez anımsatacağım odanı toplamanı!" Başın önünde, odana gittin.

Çok geçmeden geri geldin ve kapının yanından bana bakınca, "Şimdi ne istiyorsun?" diye sordum aksi bir ses tonuyla. Hiçbir şey söylemedin. Yanıma geldin, boynuma sarıldın ve beni öpüp, "İyi geceler, anneciğim. Seni seviyorum!" dedin. Sonra da aceleyle odana gittin. Daha sonra, duyduğum vicdan azabı nedeniyle, boş boş masama bakarakuzun bir süre oturdum. Acaba neden böyle davrandım, diye düşündüm. Beni kızdıracakhiçbir şey yapmamıştın. Sadece büyümeye ve öğrenmeye çalışan bir çocuk gibi davranmıştın.

Bugün yetişkinlerin sorumluluklarla dolu dünyasında kendimi kaybettim ve sana harcayacakenerjim kalmadı. Bugün sen benim öğretmenim oldun, beni öpmeyi, bana iyi geceler dilemeyiunutmadın ve üstelik ruh halimin iyi olmadığını fark edip, parmaklarının ucunda gezindin.

Şimdi seni uyurken seyrediyorum ve bugünü yeni baştan yaşamak istiyorum. Yarın, ben de sana,bugün senin bana gösterdiğin anlayışı göstereceğim, böylelikle belki gerçek bir anne olabilirim -uyandığında sana sıcacık gülümseyip, okuldan geldiğinde sana moral vereceğim ve yatmadansana kitap okuyacağım. Sen gülünce gülüp, sen ağlayınca ağlayacağım.

Kendime daha büyümediğini, bir çocuk olduğunu ve senin annen olmaktan mutluluk duyduğumuanımsatacağım. Bugün senin anlayışlı davranışın bana çok dokundu ve bu yüzden gecenin busaatinde sana teşekkür etmeye geldim, çocuğum, öğretmenim ve arkadaşım olduğun ve banagösterdiğin sevgi için...

Balonum

Küçük çocuk, baloncuyu büyülenmiş gibi takip ederken, şaşkınlığını gizleyemiyordu.Onu hayrete düşüren şey, "Bizim eve bile sığmaz" dediği o güzelim balonların adamı nasıl havaya kaldırmadığı idi.

Baloncu dinlenmek için durakladığında o da duruyor ve sonra yine takibe koyuluyordu. Bir ara adamın kendisine baktığını farkederek ona doğru yaklaştı ve bütün cesaretini toplayarak:
-Baloncu amca, dedi. Biliyor musun benim hiç balonum olmadı.

Adam çocuğu söyle bir süzdükten sonra:
-Paran var mı? diye sordu. sen onu söyle.
-Bayramda vardı, diye atıldı çocuk, önümüzdeki bayram yine olacak.
-Öyleyse bayramda gel, dedi adam. Acelem yok, ben beklerim. Çocuk sessizce geri döndü. O ana kadar balonlardan ayırmadığı gözleri dolu dolu olmuş, yürümeye bile mecali kalmamıştı. Bir kaç adım attıktan sonra elinde olmadan tekrar onlara baktığında, gördüklerine inanamadı.

Balonlar, her nasılsa adamın elinden kurtulmuş ve yol kenarındaki büyük bir akasya ağacının dallarına takılmıştı. Çocuk, olup bitenleri büyük bir merakla takip ederken, baloncu ona doğru dönerek:
-Küçük, diye seslendi. Balonları ağaçtan kurtarırsan birini sana veririm.

Yapılan teklif, yavrucağın aklını başından almıştı. Koşarak ağacın altına doğru yöneldi ve ayakkabılarını aceleyle fırlatıp tırmanmaya başladı. Hedefine adım-adım yaklaşırken duyduğu heyecan, bacaklarını kanatan akasya dikenlerinin acısını hissettirmiyordu. Sincap çevikliğiyle balonlara ulaştığında bir müddet onları seyretti ve dallara dolanan ipi çözerek baloncuya sarkıttı.

Ancak balonlardan birisi iyice sıkıştığından diğerlerinden ayrılmış ve ağaçta kalmıştı. Çocuk onu kurtarmaya kalkışsa, dikenlerden patlayacağını çok iyi biliyordu. İster istemez balonu yerinde bırakıp aşağıya indi ve adam dönerek:
-Birini bana verecektiniz, dedi. Hangisi o?

Adam elini tersiyle burnunu sildikten sonra:
-Seninki ağaçta kaldı evlat, dedi. İstersen çık al.

Çocuk bu sefer ayakta bile duramadı. Kaldırım kenarına oturup baloncunun uzaklaşmasını bekledikten sonra, dallar arasında parlayan balona uzun uzun bakarak:

"Olsun", diye mırıldandı. "Olsun." Ağacın üzerinde kalsa da, bir balonum var ya artık.

Küfeyi Atma

Çin'in kırsal kesiminde yaşam savaşı veren bir aile vardı. Dede, baba, anne ve çocuktan oluşan bu aile oldukça sıkıntı çekiyordu.

Bir gün baba, yılların verdiği yorgunlukla bir köşede oturmaktan başka işe yaramayan dedeyi, pazar küfesine koyarak nehre doğru yola çıktı. Nehrin kenarında arkadaşlarıyla oynayan çocuk, babasına ne yaptığı sordu.

Baba "Büyük babanın bize yük olmaktan başka yaptığı bir şey yok. Onu bu küfe ile beraber nehre atmaya karar verdim" dedi.

Çocuk heyecanlanarak atıldı. "Aman baba, küfeyi atma. Çünkü bir gün gelip sen de yaşlandığında o küfe bana lazım olacak"

İhtiyar Adam ve Atı

Köyün birinde yaşlı ve çok fakir bir adam varmış. Ama kral bile onu kıskanırmış. Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki kral at için ihtiyara neredeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış. 'Bu at, bir at değil benim için. Bir dost. İnsan dostunu satar mı?' dermiş hep.

Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış. 'Seni ihtiyar bunak! Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın' demişler.

İhtiyar 'Karar vermek için acele etmeyin' demiş. 'Sadece 'At kayıp' deyin. Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.' Köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler.

Aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş... Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki bir düzine vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler. 'Babalık' demişler. 'Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için. Şimdi bir at sürün var.' 'Karar vermek için gene acele ediyorsunuz' demiş ihtiyar. 'Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç... Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?' Köylüler bu defa açıktan ihtiyarla dalga geçmemişler ama, içlerinden 'Bu herif sahiden gerzek' diye geçirmişler.

Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara... 'Bir kez daha haklı çıktın' demişler. 'Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın' demişler. İhtiyar 'Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz' diye cevap vermiş. 'O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar... Ama acaba ne kadar doğru? Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.'

Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler. 'Yine haklı olduğun kanıtlandı' demişler. 'Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer.' 'Siz erken karar vermeye devam edin' demiş, ihtiyar. 'Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.'

Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlarmış: 'Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.'

A New Start....

Dear reader,
Yes I know it's been ages, but I think you will understand when I tell you that I have moved house! These last few months have been spent sorting, packing, cleaning, chucking out, (thinking: where on earth has all this stuff come from and why on earth have I kept it all?!), worrying, searching, and finally moving, into my new abode, a tiny cottage in a tiny rural village not far from Helston. And I couldn't be happier! I had a worrying couple of weeks when looking for somewhere to rent because there seemed to be so little choice available. I rang up countless times about properties only to be told they had already been let, or I would view somewhere and find a dozen others also applying for it. The rental market is booming at the moment because no one can afford to buy. But call it what you will, luck, or fate, has once again been on my side, and from the moment I walked into this house for the first time it felt like home.


And the best thing about it is the woodburner!
Ah what bliss to cosy up on the sofa and watch the flames of a real fire!
This cottage is much smaller than my last home, so I had to sell quite a few pieces of furniture; but it felt good to shed some quite frankly, unnecessary belongings. I did reach a point of complete physical exhaustion during the move, even though I thought I'd prepared myself quite well. Phew, it takes a lot out of you!
To cap it all, three days before moving out day I celebrated my 4oth birthday! So all in all it really feels like a new start to my life.... 
Over the last week I have had the chance to explore a little of my new environment. It's not a part of Cornwall I know very well, though funnily enough the road I now live on was already familiar to me as I have old friends who live just a mile away. I shan't say exactly where the village is, but the centuries old Godolphin House is nearby. The National Trust now look after Godolphin, and there are gardens and footpaths through the estate and woodlands where you can wander freely. The landscape here feels very ancient and unchanged. 

Scrubby gorse, bracken, moss-covered granite, thickets of hawthorn, holly and stunted oaks smothered in grey lichen, wind-blown and distorted. In reality this area was at the centre of the Cornish tin and copper mining boom, and a couple of hundred years ago the landscape would have been strewn with mine workings, engine houses, chimneys, stamping works and spoil heaps. The very first engine houses to be operated under steam power were at Wheal Vor in Carleen. Cornwall was at the forefront of the industrial revolution in this country, and the knowledge and expertise of Cornish miners and engineers was exported to all parts of the globe from the Americas to South Africa, Australia and Tasmania. It got me thinking... Cornwall must be one of very few places where the industrial landscape has completely disappeared and reverted back to being rural again. The only evidence now of such industrial activity are the derelict ruined engine houses and chimney stacks scattered around, but beneath the undergrowth there are disused mine shafts everywhere around here, and you have to be very careful to stick to the footpaths. Now the village is so quiet and peaceful; no shops, no pub, no church, and totally disconnected from the tourist trap that Cornwall has become. In a way it is such a relief to be distant from all that.....




In the heart of Godolphin woods I came across this enchanting little grove of Oak trees, fully mature yet so stunted in their growth as to have the appearance of Bonsai. A 'normal' size tree trunk is shown on the far right. I am glad to be seeing the woods now in their dormant state, and relish the changes that will reveal themselves as the year progresses. 



Have you seen the article on Trevoole Farm in the March issue of Country Living? This year the open days are going to be 6th May and 24th June. I really hope to make it this year, as last year both dates clashed with other commitments and so I was unable to make that long anticipated return visit. 


Talking of Country Living, The Spring Fair is just over a month away now and Patsy, Gertie and I are busy preparing for it. We have a lot to live up to after winning the Editor's Choice award last year! To be honest it's been a bit of a struggle to get back into the swing of making after the move, but a couple of days ago I sat down in my new studio and began a new collection of little brooches. Hope you like them.......






If you're thinking of going to the Fair and want to buy tickets (they are cheaper if you buy them in advance), go to www.countrylivingfair.com/spring/tickets

I promise it won't be so long till my next posting, thanks for hanging on in there for me!
xxx


Kendinizi Sevmekten Vazgeçmeyin

Kar kıyamet kış günleri bitmeye dursun ben harıl harıl çalışıyorum. Saç baş mefta oldu resmen sevgili okuyucularım. Kadınlığa dair bende ne kaldı derseniz, inanın bende bilmiyorum. Arı maya gibi saçımı süpürge ediyorum. Arada saçlarımı acaba ne renk yapsam diye düşünüyorum itiraf ediyorum.Feryat edeseim geliyor sonra kendimi un,yumurta ve şekere buluyorum. Bu günlerde çok fena bir tatlıya taktım kafayı mesela. Türkiyede olmayan bir hanım kendisi. Ehh.. Malzemeleri de öyle tabi. Buldum mu malzemeleri diye soracaksınız biliyorum. Biraz zor oldu hatta bayağı zor ama buldum! Heyt bee! Yurdumda olmayacakta nerede olacak?! Malzemeler düşündüğümden pahalı çıktı tabi. Kolay bulunmuyor içerikleri hanımcığın. Umarım reçete tutar diye ümitler içerisinde savruluyorum. Yoksa bu kadar paracık çöpppppp.. :) Olmazsa tekrar yaparım canım aaa nolcakk! Neydi? İmkansız diye bir şey yoktuuurrrr! :) Artık kendimi yerlere atmayıp sadece birkaç damla gözyaşı ve kanterle idare ettiğime göre halledebilirim herhalde. Di mi? :) Son zamanlarda salmışlığımı göz önünde bulundurursak bende her kadın gibi kilo almaktan şikayetçiydim ama son zamanlarda işe yarar bir şey yapıp katı bir rejime girdim! Savulunnnn! :) Eski kiloma çok az kaldı yahu! Sağlıklı yaşam formasyonuna girdiğimden bahsetmiyorum. Eve giren herşey organik bir kere. Bu konu da acaip takıntı yaptım diyebiliriz. Her aksam mutlaka bir bardakta olsa Kefir içiyorum. Size de tavisye ederim.İlk başta "ekşi ayy bu neee ögghhkkk" diyebiliyorsunuz ama inanın çok yararlı ve zamanla tadı daha çok ayrana benziyor :)) Bir deneyin. Haklı olduğumu anlayacaksınız. Onun dışında haftanın 4 günü Yoga'ya gidiyorum. Heyyy dalga geçenleriniz var orda biliyorummmm :). Bana iyi geliyor sizi bilmem. Bunları neden mi anlatıyorum? Çünkü sevgili okuyucularım, zaman içerisinde, benimde yeni yeni fark ettiğim bir şey bu, kendimizi unutuyoruz. Tamam bak sırıdrdan başladım hayata bende ya da ben sevdiğim işi yapıyorum diyorsunuz biliyorum. Bu curcurna içerisinde rekabete, başarılı olmaya veya para kazanmaya o kadar odaklanıyor ki insan, kendinden belki de vazgeçiyor. Sonra aynaya bir bakıyorsunuz, aaaaa kim bu be! diye içinizden biri sizi dürtüyor. Eğer kendinizden vazgeçerseniz, geriye ne kalacak?.. Kocaman bir tortu.. En son ne zaman anıra anıra güldünüz veya ne zaman salakça bir şey yaptınız? Büyüyünce işler daha ciddileşiyor biliyorum. Devamlı geleceği düşünmekten şu anın tadını çıkartamıyoruz. İçinde bulunduğumuz her an, gelecek korkusu yüzünden elimizden kayıp gidiyor. Sonra elimizde sadece anlamsız bir geçmiş ve keşkeler.. Evet.. İnsanın istediğine kavuşması oluyor. Sizde görüyorsunuz. Ben bir örneğim. Etten kemikten yapılma dişi bir varlığım. En azından benim hatırladığım öyle :). Demek istediğim bu yolda yürürken sevgili okuyucularım, kendinizi unutmayın. O serçeye bir ekmek atın ve ne kadar güzel bir an olduğunu fark edin. Güzellikleri görmeyi bırakmayın. Hayat çok güzel çünkü.. Yaşayın onu. Dolu dolu kanaya kanaya için onu..

Kendinizi sevmekten vazgeçmeyin..

Bon Appetit!

Birr Doğum Günü Yazısı

Ortaokuldayken en büyük hayalim, 19 yaşımda üstü açık bir arabada kızlarla Bodruma gitmekti. Gittim mi? Hayır:) Sonra başka istekler hayaller kovaladı peşpeşe.. Annem demişti bak 18 yaşından sonra yıllar bir çırpıda geçecek diye. He he diyip sallamamıştım. Bugün 30 yaşıma girdim. Gerçekleştirdiğim onca şey ve sırada bekleyen bir sürü şey var. Hayatı dolu dolu yaşamaya çalışıyorum. Ya yarın ölürsek mantığı güttüğüm için, bugünün tadına doya doya varmak istiyorum. Zaman öyle hızla ilerliyor ki, tutsan tutamazsın.. durdursan durduramazsın.. Bir bakmışsın puffff.. Herşeyiyle bir bütün seni oluşturmuş yaşadıkların. Kendine inancını yitirmişsin sonra herşeye inancını yitirmişsin. Sonra bir an gelmiş noluyo len?! diyip ayaklanmışsın. Saçımda toplam 8 tane beyaz saçım var. Gün geçtikçe de artıyorlar. Boyatıyorum tabi ki çoğu kadın gibi :) Vayy beee.. Nası geçti inanın anlamadım.
Tek dileğim bu yaşımdan; herşeyin sadece çok güzel olması.. Huzur ve mutluluk..

Her yaşın ayrı bir güzelliği var derlerdi de inanmazdım. Her geçen yıl öyle garip şeylerle bütünleşiyor ki insan.. Bende sanırım içimdeki çocuğu koruyarak büyüdüm birazcık:)
Hayat çabuk geçiyor.. Lütfen değerini bilin.. Kendinizi unutmayın..

Şimdi gözümü kapatıyorum ve 3'lü rakamlara adım atıyorum..

Doğum günüm kutlu olsun..

Bon Appetit

Siz Birer Mücevhersiniz


Merhaba sevgili okuyucularım, bir süredir kafamı kaşıyacak zamanım olmadığı için ne yazık ki yazamadım. Kendimi inanılmaz kötü hissediyorum bu yüzden. Hergün sabah erkenden kalkıp vitaminlerimi içiyorum. Gece sabaha kadar pasta yapıyorum. Allah işlerimi arttırsın. Saç baş tabi her zaman ki gibi sefil halde ama olsun. Yukarıda üstte geçenlerde çıktığım Kalan D'nin "İrfan Değirmenci ile Çalar Saat" programından  resimler koydum. Bilmiş bilmiş konuştum. Sonrasında kendimi seyrederken bir güldüm anlatamam. Bıdı bıdı konuşmuşum resmen ya. Hahhahahaha.. Üstüne Cosmopolitanda Pasta Canavarının reklamı çıktı. Daha da mı? Hemen söyleyeyim; geçenlerde bir reklam ajansının bir aktivitesi için yaptığım pasta Istanbul Parka gitti ve Pascal Nouma'ya varana kadar bir sürü ünlü pastacığımı yedi. Vayyy anasını beeeeeee... Düşünüyorum da hakkaten neler oldu hayatımda ve nereye doğru gidiyor. Aslında yarını  düşünmek yerine bugünün tadını çıkartıyorum. Bunu geçen gün Ntvmsnbc de yayınlanan roportajımda da söyledim. Hayata sıfırdan başlamak, engellleri tek tek azimle atlamak zor ama imkansız değil. Roportajımdan sonra milyonlarca mail aldım. O kadar mutlu oldum ki anlatamam. Elimden geldiğince hepsine cevap yazdım ama yazamadıklarım varsa beni affetsinler. Musait olduğum en kısa zamanda geri dönüş yapacağım. Ben nereden geldiğini çok iyi bilen ve asla bunu unutmayacak biriyim. Benim gibi insanalrın olması inanılmaz bir şey! Kariyerini çöpe atıp sevdiği şeye el atan o kadar insan var ki anlatamam size sevgili okuyucularım. Benim yapmaya çaıştığım şeyde aslında bir nevi, bu siz mükemmel insanlar. Hepimizin içinde bir ışık var. Kimilerimiz bunun farkında kimilerimiz değil. Ben buna cesaret edenlerdenim. Hayat bir nehir gibi akıp geçiyor. Hepimiz onun parçalarıyız. Eğer siz bende kendinizden bir parça buluyorsanız, hala bir ümit var demektir. Hala yolun sonuna gelmiş sayılmazsınız. Olay kendine inanmak ve cesaret etmek. İnanın, sonuçları kötü olmuyor eğer yılmazsanız. Kendi başınasınız bu hayataa. İşte benden görüyorsunuz kendi yağımda kavrulmaya çalışıyorum. Binlerce şükür ki yollar açılıyor ben kendime inandıkça. Ha bazen stresten dişerlimi gıcırtatıyorum ama olsun. :))
Kendinizin bir mücevher olduğunuzu unutmayın. Diğer kimse bunu sizin gibi göremez. Çevre cehenneminizdir Jean Paul Satre'ın dediği gibi. Başarı ben yapabilirim diyenindir. Sonra gerisi geliyor zaten. Korkutucu olabilir ilk adım ama denemeye değer. Zaman alabilir ama almayabilir de. Size bağlı bu. Kaç kere olmuştur ben burada ne yapıyorum dediğiniz değil mi? Ben şunu yapmalıyım ya da. Size kendimden bahsediyorum. Pastacılık serüvenimden ve maceralarımdan. Ben sizin gibiyim. Biz bir bütünün parçalarıyız. Sizden hiçbir farkım yok. O zaman düşünün eğer ben yapabildiysem.. Neden olmasın?
Bon Appetit! 



10 Years Old!


This week back in November 2001 was the week I first opened the door of my little shop, The Sea Garden; first in rented premises in Gerrans Square, and then in 2003 down to my present location at the bottom of River Street in Portscatho. 10 years does seem like quite a long time; I'm just pleased that I've managed to stay open, and that's all been down to the many varied, wonderful, incredibly loyal and supportive customers who have passed through the door over these last ten years. I thank you from the bottom of my heart, one and all!



When we have a brisk Easterly wind blowing into Gerrans Bay everything gets coated in seasalt, and it had got to the point where you could hardly see in or out of my little shop windows, so a thorough cleaning was the order of the day. By the time I'd finished, dusk was just beginning to fall, and I switched on the Christmas lights for the first time and took a few pics to share with you.






Gertie and Jane have organised the first 'Christmas Homespun Fair', coming up this  Sunday, 27th November, at Portscatho Memorial Hall. There are 18 different stallholders coming from all over the southwest of England, with a whole treasure trove of vintage and handmade goodies on offer, perfect for finding Christmas pressies which don't cost the earth ( in more ways than one when you consider that buying vintage and antique is recycling! ) and pieces that are original, unique and different. 

The Sea Garden will also be open from 12.30 - 4.30pm, so I do hope to say hello to lots of you on Sunday,



Happy Christmas Shopping!
Love, Christine x x x

Bu Kadının Kocası Eve Gider Mi?

Halimi görseni bir dakika airbaglerimin üzerine oturabilirsem ohhh çekeceğim ama nafile! Havaların soğumasıyla pasta ve bilimum cici siparişleri arttı. Allahıma binlerce şükür! Atölyemi de bu arada taşıdım. Neden mi? Dükkana artık sığmayacak duruma geldim de ondan sevgili okuyucularım! :) Yani heyy Maşallahhhhhh bende bir alet edavat var, kendileri yer gök sığmıyor. Bazen düşünüyorum acaba araba mı almak daha mantıklıydı?! :)) Tamam biliyorum, kimse bana kolay olacağını söylememişti ama bu kadar zor olacağını da bilmiyordum. Normal butik pastacılara göre benim tarzım farklı ok! Burada anlaştık! Heykel pasta yapıyorum ben. Eh! Rekabet piyasası diz boyu tabi bu sektörde. Benim gibi olanlar var, ev hanımı olup workshoplara gidip bu işi yapanlar var, bir halt yaptığını düşünüp bir şey yapamayanlar var ve hiçbir şey yapamayıp bu işten gırla para kazananlarda mevcut! Şimdi size soruyorum Ayşegül hanım!! Bu kadının kocası eve gider mi?!! :)) Yani flyerler bastırdım, dağıttım hala da dağıtıyorum. İnternet sayfası açtım. Facebook reklamları diz boyu. Sanal ortamlarda böyle bir saldırış yok:)) Hatta işi abartıp tanıdığım herkese ismimi duyurmak için onurumu hiçe sayıp mesajlar attım. Yardım istedim. Kanırttım resmen!  Gazeteler ve dergilere saldırdım. Tabii ne beklerim kiiii?? Kimseden ses soluk yok! Bakın size dost tavsiyesi ya sağlam dostlarınız  - özellikle ünlü olursa süper olur- olacak ya da hiçbirine güvenmeden bu işe girin! Ahanda! Ben en iyi örneğim! Sevgili okuyucularım, eğer bir şeyi başarmak istiyorsanız, bunu bileğinizle hatta saçlarınız, boynunuz,ayaklarınızla yapmanız gerekiyor. Çünkü artık bir muharebeye giriyorsunuz. Birisi kolay mı demiştiii??? :) Yoookkk anamm yookkk.. Yıldırmalı mı? Hayııırrrrr.. Daha yeni başlıyoruz. Destur yani :)
Eğer kafanıza bir şey koyduysanız, devam edin. Onlar konuşur, kuyunuzu kazarlar ya da hiçbir şey yapmadan arkalarına yaslanıp size bakarlar. Olay, sizsiniz! Sadece siz.. Başka kimse yok! Engeller sadece siz orada olmasını istediğiniz sürece var olacaktır. Zorluklar olur. Oldu da! Neden olmasın ki ayrıca?! Öyle armut piş ağzıma düş yoookkk! Annem hep der, altın tepsiyle şehrin anahtarını önüne koymazlar diye. Haklı kadın ne diyeyim. Size bir sır vereyim; her köprünün üstünden geçtiğimde ( hem Boğaz Köprüsü hem Fatih Sultan Mehmet ) "Merhabaaaaa İstanbulllllll" diyorum ve İstanbula yukardan el sallıyorum. Biliyorum tek başına zor. Ama düşünsenize kim sizi, sizin kadar iyi anlayabilir? Kim yumurtayı kırdığınızda sarısı beyazına karıştığında ufak çaplı çığlık atmanızın nedenini bilebilir? Ne olacak ki canım alt tarafı yumurta değil mi? :) Buzdolabında başka yumurta kalmadııı ve sipariş yarına! Düşünsenizeeee!! Aman Tanrımmmmmmmm!!! 0_o Mesela geçen gün Iron-Man pastası yapıyordum. Yeni bir reçete denedim içi için. Allahımmm, fırında çıktığında böyle kenarınan tattım. Brownie mübarek! 3 boyutlu olduğu için yaptım kendisini. Bir an kafamı çevirdim soora tekrar pastaya döndüm ve ne göreğimmmmm!! Paramparçaaaaaaa! Oturdum ağladım tabi. Hala bu ağlamalarım geçmedi ya. Sonra derin nefes aldım ve elimi krem şantiye buladım. Var mısın yok musun dedim! Ben bunu bir toparla!!! Yaradanına kurban oldumunnn!!! :) Zaman geçince bu oluyor işte sevgili okuyucularım; Toparlayabiliyorsunuz :). Tadaaaaaa! :) O kadar mutlu oluyorum ki pasta yaparken, hele böyle ilginç siparişler geldiğinde. Her seferinde beni daha da zorlasın istiyorum. İnanıyorum bir gün yurdum insanı el işçiliğinden anlayacak. En azından hala ümidimi kesmedim. :) Sınırdayım ama :))
Sizi hiçbir şeyin yıldırmasına izin vermeyin. Hayat çok kısa.. Neden şimdi durasınız..
Unutmayın, şans size gelmez, siz onu yaratırsınız.

Bon Appetit

Sun Day


These November days seem particularly gloomy at the moment, so it was a breath of fresh air to have a bright, clear day on Sunday. Not a cloud in the sky. Watergate Bay looked stunning in the late afternoon sun; long shadows and dark silhouettes against a glowing peachy horizon.


A few surfers braving the cold.





A real tonic!

Thank you to everyone who left a comment on my last post; I feel very fortunate that I have the means to be able to make a choice in how to bring about change in my life. Plenty of people don't get to choose how they live. 
x x x



Heart and Home


I feel as though I have been living in a state of limbo for most of this year, and that is why I have not done much blogging lately. My cottage has been on the market again since June, and although my first buyers pulled out a couple of weeks ago, in a stroke of luck a new buyer has come along and I am hopeful this time it will go through (fingers crossed). 
For a while now I have been restless (in my New Year post I wrote about needing change and that I was the only person who could make it happen). My shop will celebrate it's tenth anniversary in two weeks time, and although the experience of starting up and running my own business has been rewarding in so many ways, especially in the meeting of so many wonderful people who have walked through my shop door, the experience has also been challenging and draining. I need to break away for a while and assess what the future holds for me, and the first step I am taking is to sell my home.



On the 22nd of October I attended the evening wedding reception of one of my belly dancing friends, Sarah ( this is the heart I made for her and her husband to remember their special day), and it got me thinking about 'Home' and what it means. She and David have just bought their first home together. My little cottage has been my home for the past 12 years; my first home after leaving my parents and the house where I was brought up. 


So what will it be like to walk out of this front door knowing that I will never return? Well, I am quite philosophical about it really. Essentially I have lived alone here for the last 12 years. There are no memories of children running about the place for me to hold dear. Having two old buildings to constantly maintain has been a challenge and expense. The cottage is actually, now I realise, bigger than I really need it to be, so why pay a mortgage on this house when I could downsize to a smaller one? And, quite radically you may think, I am seriously considering not living in a house at all for the next year or so. My plan is to rent somewhere this winter, and then in the spring when the weather warms up, set off in a camper van and live on the road! 


I know that I am the kind of person who feels at home wherever I happen to be, and just because my home will be a mobile one will in no way make it less of a home to me. I am very excited at the prospect of breaking free from the responsibilities of mortgage and bills (although I will still have the responsibility of maintaining the shop). The other reason I feel the need to break free is in order to develop my own creativity, which has necessarily become somewhat stifled with the need to make things which are (hopefully) guaranteed to sell. My mind is buzzing with ideas all the time, but time is the one thing you don't get much of when running your own business. To not feel the pressure to constantly earn a living will be a luxury which will allow me to pursue those avenues I have been thinking about: going back to painting and drawing, creating more ambitious stitched pieces, photographing gardens and exploring this beautiful country of ours.


But before all that happens, I have the Vintage and Handmade Fair in Chipping Sodbury to think about! ( Saturday 3rd December ) So here's what I'm making at the moment.....



Decorations to hang made from an assortment of chandelier drops, glass beads and pearls, mother-of-pearl buttons, and vintage metal and diamante bits






Some of the drops have been backed with vintage fabric and old handwritten documents, and these are the tiny offcuts left over....



I have an idea to convert them into another sort of decoration, but that will have to wait for another posting......
I hope that you, my Blogger friends, haven't minded me sharing some quite personal thoughts in this posting; your support and friendship means a lot to me. Perhaps on my travels roaming the countryside I will be able to meet some of you in person! I hope so!
x x x


Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...