Seni Anlatmamı İsteselerdi



Benden, seni anlatmamı isteselerdi, bir yürek anlatırdım içinde koskacaman bir dünya, dünyada kocaman bir fener ve sevgi yolu aydınlatan.


Deselerdi yaz onu; yazardım en güzel şiirleri dilsiz istekleri dipsiz kuyu sarınçlarında yuvarlanan aşkları. Yazardım parmaklarım morarıncaya kadar yazardım, yüreğim yorulup duruluncaya kadar.


Deselerdi çiz onu; çizerdim dünyayı, dünya her tarafı yedi veren gülleri yedi renk açan en mevsimsiz çiçeklerin açtığı nakışlı oyalı özenli bir dünya ve korkardım kendi çizdiğim dünyaya dokunmaya, korkardım çiçeklerin yaprakların solmasından.


Deselerdi kim O ?
O derdim O işte yüreğinde deryaları taşıyıpta tek bir dünyalıya konuşamayan, o sınırsız sevgi deryasında yelken açıp giderken sevgisini utangaç kişiliğine gömen biri idi.


Ve O derdim ;
Beni sabahlara kadar kendisini düşünmek zorunda bırakan insafsız biri O konuşsa yüreğindeki allı tebessümlerde kaybolurdum, konuşsa yanmadan yıkılmadan söndürürdü beni derdim. Sigaram kadar tiryakisi olduğum içkim kadar başımı döndüren, görmediğim kadar özlediğim, özlediğim kadar dokunamadığım, dokunamadığım kadar ürkek...


Ve O derdim ;
Yaşayıpta yitirdiğim değil yaşamayıpta bilmek istediğim, konuşmasını beklediğim kızıl dudaklarına hasretlendiğim hasreti ile eridiğim, yanımda iken bile özlediğim gittiği yolu kıskandığım aydınlık günlerimi aradığım.


O derdim...

Kırlangıç



Günlerden bir gün, Kırlangıcın bir adama aşık olmuş.

Adamın penceresine konup şöyle demiş:
"Ben seni çok seviyorum. Lütfen pencereyi açıp beni içeri al da birlikte yaşayalım".

Adam cevap vermiş:
"Olmaz öyle şey. Sen bir kuşsun. Bir kuş, bir adama aşık olur mu?".

Kırlangıç bir süre sonra tekrar gelmiş:
"Lütfen pencereyi açıp beni içeri al. Birlikte yaşarız. Hem ben sana dost olurum. Hiç canın sıkılmaz. Birlikte yaşar gideriz"

Adam yine "Olmaz alamam... Git başımdan" diye cevap vermiş.

Zaman geçmiş... Sonbahar yaklaşmış... Kırlangıç üçüncü ve son defa penceresinin önüne konup adama tekrar şöyle demiş:
"Lütfen beni içeri al. Artık soğuklar da başladı. Dışarıda kalamam. Biliyorsun ben sadece sıcak havalarda yaşayabilirim. Beni içeri almazsan başka sıcak ülkelere gitmek zorunda kalırım. Lütfen beni içeri al da burada kalayım. Birlikte yemek yer, omuzuna konar, seni neşelendirir, sana yarenlik ederim. Hem sen de benim gibi yalnızsın..."

Adamsa: "Derhal git başımdan. Ben yalnız kalabilirim" demiş ve kuşu kovmuş. Adam, kırlangıç uzaklara gittikten sonra düşünmüş: "Ben ne akılsız bir adamım... Niye kırlangıçla birlikte kalmayı kabul etmedim? Ne güzel olurdu, yalnızlığıma ortak olurdu..."

Adam pişman olmuş ama iş işten geçmiş. Kendi kendine "Nasılsa sıcaklar başlayınca kırlangıcım yine gelir, ben de onu içeri alırım. Birlikte mutlu bir hayat süreriz" demiş. Ve penceresini sonuna kadar açıp beklemeye başlamış. Yaz gelince kırlangıçlar da dönmeye başlamış. Ama onun kırlangıcı gelmemiş.

Yazın sonuna kadar penceresini hiç kapatmadan beklemiş ama boşuna... Kırlangıç yokmuş... Dönen Kırlangıçların birine sormuş onu. O da "Ne zaman gördün onu en son?" diye sorunca adam, "Sonbahara girerken, yaklaşık 5 - 6 ay oluyor" diye karşılık vermiş. Kırlangıç durumu anlamış ve de adama demiş ki : "Boşuna bekleme, sen bilmez misin ki Kırlangıçların Ömrü zaten 6 aydır".

Bir Garip Bülbül



Çok eski zamanlarda birgün bir delikanlı varmış... Bu delikanlı çok zengin bir ailenin kızına aşık olmuş.Ama kız delikanlı fakir diye ona yüz vermiyormuş. Genç,bir yılbaşı gecesi bütün cesaretini toplamış ve kızı yılbaşı gecesi balosuna davet etmek için evine gitmiş. Kapıyı genç kız açmış.Kıza, kendisini yılbaşı gecesi balosuna davet etmeye geldiğini birlikte dans etmek istediğini söylemiş.Kız kabul etmiş ama bir şartı varmış. Ondan balo için diktirdiği elbisesinin yakasına takmak için kırmızı bir gül istemiş.

Delikanlı sevinerek oradan ayrılmış.Hemen kızın istediği kırmızı gülü aramaya baslamış. Ama mevsimlerden kış olduğunu ve bu mevsimde bir gül bulamayacağını hiç düşünmemiş. Bütün çiçekçileri dolaşmış ama herkes ona kış mevsiminde gül arıyor diye deli gözüyle bakıyorlarmış. Genç çok üzgün bir şekilde evinin yolunu tutmuş. Evine girerken bahçe de henüz açmamış bir gül dalı görmüş ama üzerinde sadece dikenler varmış. Gözlerinden bir damla yaş süzülmüş.O sırada delikanlının bahçesine bir bülbül gelmiş. Delikanlının ağladığını gören bülbül buna çok üzülmüş. Sabaha kadar gül dalının başında bildiği en güzel şarkıları söylemiş bülbül. Bülbülün güzel sesinden etkilenen gül dalı sabaha doğru beyaz bir gül açmış. Oysa ki genç kırmızı bir gül istiyormuş.

Beyaz bir gülün açtığını gören bülbül göğsünü dikenlerden birine batırarak kanının akmasını sağlamış. Bülbülün göğsünden akan kanla beyaz gül kırmızı güle dönüşmüş. Sabah bahcesinde kırmızı bir gül açtıgını gören genç gülü alarak kızın evine gitmiş ve kızın kapısını çalmış.Kapıyı yine kız açmış. Kızın yeni elbisesinin yakasına altından yapılmış bir gül taktığını görmüş. Kıza istediği kırmızı gülü getirdiğini baloya birlikte gidip dans edeceklerini hatırlatmış.

Oysa ki genç kız baloya kuyumcu bir gençle gideceğini, yakasınada altından yapılmış bir gül taktığını söylemiş ve kapıyı kapatmış.Delikanlı çok üzgün bir şekilde oradan ayrılmış. Gözlerinden durmak bilmeyen yaşlar süzülüyormuş. Caddeden karşıya geçerken elindeki kırmızı gül yere düşmüş, çamurlu ve karlı yolda arabaların altında ezilen gül kaybolup gitmiş. Genç üzgün bir şekilde evine dönerken bahcesinde gül dalının yanında yerde yatan bir şey görmüş.Hemen yanına gitmiş.Yerde gördüğü bir hiç uğruna canını veren fedakar bülbülmüş.

Çocuğun Meleği



Bir zamanlar dünyaya gelmeye hazırlanan bir çocuk,Yaratıcısına sormuş:
-Kısa bir süre sonra beni dünyaya göndereceğini söylediler,fakat ben o kadar küçük ve güçsüzüm ki orada nasıl yaşayacağımı bilemiyorum!


-Tüm meleklerin arasından bir tanesini senin için seçtim.O,seni bekliyor.Meleğin sana her gün şarkılar söyleyecek ve sana gülümseyecek,böylece sen onun sevgisini her zaman üzerinde hissedecek ve mutlu olacaksın.


-Peki!İnsanlar bir şey söylediklerinde dillerini bilmeden söylenenleri nasıl anlayacağım?


-Meleğin sana dünyada duyabileceğin en güzel,en tatlı sözcükleri söyleyecek,sana konuşmayı dikkatle ve saygıyla öğretecek.


-Dünyada kötü insanların olduğunu duydum.Beni onlardan kim koruyacak?


-Meleğin seni hayatı pahasına koruyacaktır,merak etme!


O sırada bir sessizlik olur ve dünyadan sesler gelmeye başlar.Çocuk gitmek üzere olduğunu anlar ve son bir soru daha sorar:
-Eğer gitmek üzere isem lütfen söyler misin,benim meleğimin adı nedir?


-Meleğinin adının önemi yok. Sen ona ANNE diyeceksin.

Mutluluk Borcu



Adam genç kadına seslendi :
"Bana gözyaşı borcun var".

Genç kadın sordu:
"Nasıl ödeyebilirim?"

Adam gözlerini kırptı:
"Hadi gülümse".

Gülümsedi genç kadın. Adam cebinden mendili çıkarıp, borcunu sildi ve cebine koydu. İki tane beyaz gül vardı genç kadının elinde.İkisi de bahar kokuyordu. Biri ilkbahar,diğeri güz...

Adam seslendi yine:
"Bana mutluluk borcun var".

Genç kadın biraz mahcup,biraz şaşkın sordu:
"Nasıl ödememi istersin?"

Heyecanlandı adam:
"hadi yat dizlerime..."

Genç kadın,bi kedi uysallığında yattı dizlerine usulca. Adam şefkatle saçlarını okşamaya başladı kadının. Saçları güneşe ve yağmura hasret,hiç yaşanmamış baharlara benziyordu... Çaresizliğini ördü sıra sıra... Sonra saçının her teline mutluluk çığlıklarını bağladı adam... Yetmedi, gizli düğümler attı!.. Ağladı... Hava kararmak üzereydi, dışarda yağmur yağıyordu... Adam sürekli borç defterini kurcalıyordu.

Genç kadının gözlerinin içine baktı:
"Bana yürek borcun var".

Borcunun farkındaydı sanki geç kadın, şaşırmadı:
"Bunu nasıl ödeyebilirim?"

Adam kollarını uzattı:
"Hadi tut ellerimi".

Gül kokusu sinmiş ellerini uzattı genç kadın. Elleri öyle sıcaktı ki, eriyiverdi borcu avuçlarının içinde... Genç kadın gidiyordu...

Adam son kez seslendi:
"Bana can borcun var".

Kadın irkildi:
"Can mı?"

Sigarasından derin bir nefes çekti:
"Evet, evet. Can borcun var,sensizlik öldürüyor beni".

Sözler hoşuna gitmişti kadın:
"Peki bunu nasıl tahsil edeceksin?"

Adam biraz yaklaştı:
"Yum gözlerini".

İkisi de yumdu gözlerini... Masumca bir öpücük kondurdu kadının titreyen, ince dudaklarına... Bu ne şimdi diyerek, çattı kaşlarını genç kadın.adam pişmanlıkla mutluluk arasında gidip geldi kekeledi: "Hayat öpücüğüydü". Kısa bir sessizliğin ardından bu kez kadın öptü adamı şehvetle...

Adam şaşırdı:
"Ya senin yaptığın neydi?".

Genç kadın kapıya yöneldi:
"Veda öpücüğüydü".

Kalan borçlarına karşılık, yürek dolusu çaresizlik ve bi de beyaz gülleri masanın üzerine bırakıp gitti genç kadın...

Adam koştu peşinden,gülleri geri verdi kadına:
"Ne olur iyi bak umut çiçeklerime solmasınlar!!!" ve genç Kadın gülleri aldı.

Biraz Mutluluk



Jerry, çevresindekilerin çok sevdiği insanlardan biriydi. Keyfi her zaman yerindeydi. Her zaman söyleyecek olumlu bir şey bulurdu. Hatta bazen etrafındakileri çıldırtırdı bile.

Bu adam, bu halde bile nasıl iyimser olabiliyor? Birisi nasıl olduğunu sorsa; "Bomba gibiyim" diye yanıt verirdi hep...
"Bomba gibiyim."
Jerry bir doğal motivasyoncuydu...

Yanında çalışanlardan biri, o gün, kötü bir günündeyse, Jerry yanına koşar, duruma nasıl olumlu bakılacağını anlatırdı.

Bu tarzı fena halde düşündürüyordu beni... Bir gün Jerry'ye gittim. Anlayamıyorum dedim.. Nasıl olur da, her zaman, her koşulda bu kadar olumlu bir insan olabiliyorsun... Nasıl başarıyorsun bunu?

Her sabah kalktığımda kendi kendime Jerry bugün iki seçimin var:
Havan ya iyi olacak, ya kötü.. derim.

Havamın iyi olmasını seçerim. Kötü bir şey olduğunda gene iki seçimim var:
Kurban olmak, ya da ders almak.

Ben başıma gelen kötü şeylerden ders almayı seçerim. Birisi bana bir şeyden şikayete geldiğinde, gene iki seçimim var... Şikayetini kabul etmek ya da ona hayatın olumlu yanlarını
göstermek. Ben hayatın olumlu yanlarını seçerim.

Yok yahu, diye protesto ettim. Bu kadar kolay yani? Evet.. Kolay dedi Jerry.. Hayat seçimlerden ibarettir. Her durumda bir seçim vardır. Sen her durumda nasıl davranacağını seçersin. Sen insanların senin tavrından nasıl etkileneceklerini seçersin. Sen havanın, tavrının
iyi ya da kötü olmasını seçersin... Yani sen, hayatını nasıl yaşayacağını seçersin!..

Jerry'nin sözleri beni oldukça etkiledi. Onu, uzun yıllar görmedim. Ama, hayatımdaki talihsiz olaylara dövünmek yerine, seçim yapmayı tercih ettiğimde hep onu hatırladım.

Yıllar sonra, Jerry'nin başına çok tatsız bir şey geldi. Soygun için gelen hırsızlar, paniğe kapılıp, Jerry'yi delik deşik etmişler... Ameliyatı 18 saat sürmüş, haftalarca yoğun bakımda kalmış.
Taburcu edildiğinde, kurşunların bazıları hala vücudundaymış.

Ben onu, olaydan altı ay sonra gördüm. Nasılsın? diye sorduğumda, Bomba gibiyim dedi
Bomba gibi. Olay sırasında neler hissettin Jerry dedim. Yerde yatarken, iki seçimim var diye düşündüm... Ya yaşamayı seçecektim, ya ölümü.. Ben yaşamayı seçtim.

Korkmadın mı, şuurunu kaybetmedin mi ?
Ambülansla gelen sağlık görevlileri harika insanlardı. Bana hep İyileşeceksin merak etme dediler.
Ama acil servisin koridorlarında sedyemi hızla sürerlerken, doktorların ve hemşirelerin yüzündeki
ifadeyi görünce ilk defa korktum. Bu gözler bana; Bana adam ölmüş diyordu. Bir şeyler yapmazsam, biraz sonra ölü bir adam olacaktım gerçekten...

Ne yaptın? diye merakla sordum..
Kocaman bir hemşire yanıma yaklaştı ve bağırarak herhangi bir şeye alerjim olup olmadığını sordu...
Evet diye yanıt verdim.. Var.. Doktorlar ve hemşireler merakla sustular.. Derin bir nefes alarak kendimi toparladım ve bağırdım: Benim kurşunlara alerjim var !..

Doktorlar ve hemşireler gülmeye başladılar. Tekrar bağırdım... Ben yaşamayı seçtim. Beni bir canlı gibi ameliyat edin. Otopsi yapar gibi değil..

Jerry, sadece doktorların büyük ustalıkları sayesinde değil, kendi olumlu tavrının büyük
katkısı ile yaşadı. Yaşaması bana yeni ders oldu.

Hergün, hayatımızı dolu dolu yaşamayı seçme şansımız ve hakkımız olduğunu ondan öğrendim..
Ve her şeyin kendi seçimimize bağlı olduğunu..

Bu yazıyı okudunuz. Şimdi iki seçiminiz var:

1. Unutup gitmek.
2. Saklamak ve de bu yazıyı Dostlarınızla paylaşmak

Hayatımızdaki Büyük Taşlar



Bu hikaye Northwestern Üniversitesi iş idaresi Master Öğrencileri ile zaman yönetimi dersi Profesörü arasında geçer :

Profesör sınıfa girip karşısında duran, dünyanın en seçilmiş öğrencilerine kısa bir süre baktıktan sonra, Bugün Zaman Yönetimi konusunda deneyle karışık bir sınav yapacağız dedi. Kürsüye yürüdü, kürsünün altından kocaman bir kavanoz çıkarttı. Arkadan kürsünün altından bir düzine yumruk büyüklüğünde taş aldı ve taşları büyük bir dikkatle kavanozun içine yerleştirmeye başladı. Kavanozun daha başka taş almayacağına emin olduktan sonra öğrencilerine döndü ve bu kavanoz doldu mu? diye sordu. Öğrenciler hep bir ağızdan Doldu diye cevapladılar.

Profesör Öyle mi? dedi ve kürsünün altına eğilerek bir kova mıcır çıkarttı. Mıcırı kavanozun ağzından yavaş yavaş döktü. Sonra kavanozu sallayarak mıcırın taşların arasına yerleşmesini sağladı. Sonra öğrencilerine dönerek bir kez daha bu kavanoz doldu mu? diye sordu. Bir öğrenci dolmadı herhalde diye cevap verdi. Doğru dedi.

Profesör gene kürsünün altına eğilerek bir kova kum aldı ve yavaş yavaş tüm kum taneleri taşlarla mıcırların arasına nüfuz edene kadar döktü. Gene öğrencilerine döndü ve bu kavanoz doldu mu? diye sordu. Tüm sınıf bir ağızdan Hayır diye bağırdılar. Güzel dedi Profesör kürsünün altına eğilerek bir sürahi su aldı ve kavanoz ağzına kadar doluncaya dek suyu boşalttı. Sonra öğrencilerine dönerek bu deneyin amacı neydi diye sordu. Uyanık bir öğrenci hemen Zamanımız ne kadar dolu görünürse görünsün daha ayırabileceğimiz zamanımız mutlaka vardır diye atladı.

Hayır dedi Profesör, bu deneyin esas anlatmak istediği Eğer büyük taşları baştan yerleştirmezsen küçükler girdikten sonra büyükleri hiçbir zaman kavanozun içine koyamazsın gerçeğidir.

Öğrenciler şaşkınlık içinde birbirlerine bakarken Profesör devam etti; Nedir hayatınızdaki büyük taşlar? Çocuklarınız, eşiniz, sevdikleriniz, arkadaşlarınız, eğitiminiz, hayalleriniz, sağlığınız, bir eser yaratmak, başkalarına faydalı olmak, onlara bir şey öğretmek! Büyük taşlarınız belki bunlardan birisi, belki bir kaçı, belki hepsi. Bu akşam uykuya yatmadan önce iyice düşünün ve sizin büyük taşlarınız hangileridir iyi karar verin.
Bilin ki büyük taşlarınızı kavanoza ilk olarak yerleştirmezseniz hiçbir zaman bir daha koyamazsınız, o zaman da ne kendinize, ne de çalıştığınız kuruma, ne de ülkenize faydalı olursunuz. Bu da iyi bir iş adamı, gerçekte de iyi bir adam olamayacağınızı gösterir.

Çiçeğin Suya Aşkı



Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar. İlk önceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder birliktelikleri, tabii zaman lâzımdır birbirlerini tanımak için. Gel zaman, git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan içi içine sığmaz artık ve anlar ki, su'ya aşık olmuştur. İlk kez aşık olan çiçek, etrafa kokular saçar, "Sırf senin hatırın için ey su" diye... Öyle zaman gelir ki, artık su da içinde çiçeğe karşı birşeyler hissetmeye başlamıştır. Zanneder ki, çiçeğe aşıktır ama su da ilk defa aşık oluyordur.


Günler ve aylar birbirini kovalalar ve çiçek acaba "Su beni seviyor mu?" diye düşünmeye başlar. Çünkü su, pek ilgilenmez çiçekle... Halbuki çiçek, alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz. Çiçek, suya "Seni seviyorum der. Su, "Ben de seni seviyorum" der. Aradan zaman geçer ve çiçek yine "Seni seviyorum" der. Su, yine "Ben de" der. Çiçek, sabırlıdır. Bekler, bekler, bekler... Artık öyle bir duruma gelir ki, çiçek koku saçamaz etrafa ve son kez suya "Seni seviyorum." der. Su da ona "Söyledim ya ben de seni seviyorum." der ve gün gelir çiçek yataklara düşer.


Hastalanmıştır çiçek artık. Rengi solmuş, çehresi sararmıştır çiçeğin. Yataklardadır artık çiçek. Su da başında bekler çiçeğin, yardımcı olmak için sevdiğine... Bellidir ki artık çiçek ölecektir ve son kez zorlukla başını döndürerek çiçek, suya der ki; "Seni ben, gerçekten seviyorum." Çok hüzünlenir su bu durum karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır nedir sorun diye...


Doktor gelir ve muayene eder çiçeği. Sonra şöyle der doktor: "Hastanın durumu ümitsiz artık elimizden birşey gelmez." Su, merak eder, sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık nedir diye ve sorar doktora. Doktor, şöyle bir bakar suya ve der ki: "Çiçeğin bir hastalığı yok dostum... Bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için" der.


Ve anlamıştır artık su, sevgiliye sadece "Seni seviyorum" demek yetmemektedir.

Bir Dosta Aşk



Fırtınalı bir hayatın ortasında birleştik. Sen, kendine yakın bulduğun insanların sana yaptığı hatalardan şikayet ediyordun., bense uzun yıllar acısını çektiğim bir aşkın yaralarını sarmaya çalışıyordum.


İyi birer dosttuk, her şeyi paylaşır olmuştuk. Bu yakınlaşmamızın kısa bir sürede olmasına rağmen zamanım öyle tatlı, öyle güzle geçiyordu ki ben içimdeki kıpırdanmalardan habersizdim.


Sanki rüyadaydım, gözlerimi açtığımda dostluğun yerini aşk almıştı. Kendimi tutamamıştım işte. Duygularıma hakim olamamıştım. Sen benim aşkım, bense senin dostundum artık. Sana aşık olduğumdan habersizdin. İçimdeki volkan öyle taşmıştı ki patlamak için sabırsızlanıyordu.


Sonunda o gün gelip çatmıştı. Bütün duygularımı bütün hislerimi açıklamıştım ben sana. Sense bana sadece şaşkın bir ifadeyle bunların yalan ve şakadan ibaret olması için yalvarmıştın.


Bende sana bunların ne şaka ne de yalan olduğunu üstüne basa basa vurgulamıştım. İçim rahatlamıştı. Çünkü bir insana '' seni seviyorum '' demek kolay bir iş değildi. Yürek isterdi. Ben bu işi becerememiştim ama sonucuna da katlanmak elimde değildi. Çünkü asıl olan benim için bugündü ve ben bugün sana söylemem gereken şeyleri yarına bırakmamıştım. Yarın böyle bir fırsatın elime geçeceğini düşünerek bütün her şeyi açıklamıştım.


Dünya fani her an her şey olabilir bizim dünyamızda... Şimdi içim çok rahat ama bir o kadar da huzursuzum. Çünkü bunları sana anlatınca suçlu ben oldum. Şimdi o eski günleri arıyorum, hiç sebepsiz, ani ayrılışın şokunu üzerimden atamamamın sonucundandır. Ve zaman eskiden öyle güzel öyle tatlı geçerken şimdilerde, bin bir azap bin bir acıyla geçiyor.


O günün üstünden çok zaman geçti. Şimdi ben senden benim olmanı değil bana biraz hak vermeni istiyorum. Bana duyduğun nefreti duygularımın üstünden çekmen için yalvarıyorum. Bana ne kadar kızsan ne kadar nefret etsen de ben seni yine de seviyorum. Duydun değil mi? Seni seviyorum.

Söylenmemiş Aşklar



Daha henüz 18 yaşındaydı ama hayatının sonundaydı. Tedavisi mümkün olmayan ölümcül bir kansere yakalanmıştı. Kahır içinde eve kapatmıştı kendini...Sokağa çıkmıyordu. Annesi, bir de kendisi. O kadardı bütün hayatı... Bir gün fena halde sıkıldı, dayanamadı, attı kendini sokağa...Bir yığın vitrin önünden geçti, tam bir CD satan dükkânı da geride bırakmıştı ki, bir an durdu, geri döndü, kapıdan içeri, gözüne hayal meyal takılan genç kıza bir daha baktı. Kendi yaşlarında harika bir genç kızdı tezgahtar... Hani,ilk bakışta aşk derler ya, öyle takılıp kalmıştı işte... İçeri girdi. Kız, gülümseyerek koştu ona; "Size nasıl yardım edebilirim?" diye. Nasıl bir gülümsemeydi o...Hemen oracıkta sarılıp öpmek istedi kızı... Kekeledi, geveledi, sonra "Evet!" diyebildi. Rastgele birini işaret ederek; "Evet, şu CD'yi bana sarar mısınız?" dedi. Kız CD'yi aldı, içeri gitti, az sonra paketle geri geldi. Genç kızdan aldı paketi, çıktı dükkandan, evine döndü. Paketi açmadan dolabına attı... Ertesi sabah gene gitti aynı dükkâna...Gene bir CD gösterdi kıza, sardırdı, aldı eve getirdi, attı paketi dolaba gene açmadan...


Günler hep alınıp, sardırılan CD'lerle geçti. Kıza açılmaya bir türlü cesaret edemiyordu. Annesine açıldı sonunda...Annesi; "Git konuş oğlum, ne var bunda?" dedi. Ertesi sabah,bütün cesaretini topladı, erkenden dükkâna gitti. bir CD seçti. Kız gülerek aldı CD'yi, arkaya gitti paketlemeye. Kız içerdeyken bir kâğıda "Sizinle bir gece çıkabilir miyiz?" diye yazdı, altına telefon numarasını ekledi,notu kasanın yanına koydu gizlice. Sonra,paketini alıp kaçtı gene dükkândan... İki gün sonra evintelefonu çaldı... Anne açtı telefonu. Dükkândaki tezgahtar kızdı arayan. Delikanlıyı istedi, notunu yeni bulmuştu da... Anne ağlıyordu... "Duymadınız mı?" dedi. "Dün kaybettik oğlumu." Cenazeden birkaç gün sonra anne, oğlunun odasına girebildi sonunda. Ortalığa çeki düzen vermeliydi. Dolabı açtı, oraya atılmış bir yığın açılmamış paket gördü. Paketleri aldı, oğlunun yatağına oturdu ve bir tanesini açtı. İçinde bir CD vardı, bir de minik not..."Merhaba, sizi öyle tatlı buldum ki, daha yakından tanımak istiyorum. Bir akşam birlikte çıkalım mı?Sevgiler... Jacelyn "Anne, bir paketi daha açtı, onda da bir CD ve bir not vardı: "Siz gerçekten çok tatlı birisiniz, hadi beni bu gece davet edin, artık.Sevgiler...Jacelyn "


SEVDİĞİNİZİ BELLİ ETMEKTE VE SÖYLEMEKTE GEÇ KALMAYIN!

Hayatın Değeri



Acil servisteydim. Mesleğe yeni başlamanın heyecan ve zevkini yaşıyor, 'doktor bey' hitabına alışmaya çalışıyordum. Her büyük hastahanenin acil servisinde olduğu gibi, burada da nöbet hareketli geçiyordu. Tecrübeli uzman hekimlerin yanında, bana pek sorumluluk düşmüyordu. Ben sadece olup bitenleri dikkatlice izleyerek tecrübe kazanmaya çalışıyordum.
Saat gecenin bir buçuğuydu. İki bayan, kollarından tuttukları, 16-17 yaşlarında, esmer, topluca bir delikanlıyı hastahaneye getiriyordu.

Delikanlının babası olduğu anlaşılan bir bey arkalarından soluk soluğa geliyor, bir yandan da şöyle sesleniyordu:
-Kurtarın yavrumu, kurtarın çocuğumu!

Nöbetçi doktor, gecenin yorgunluğuyla gömüldüğü koltuğundan doğruldu. Bu arada hemşireler yeni gelenleri karşılıyordu. Ben doktorun yanında ayakta bekliyordum. Adam konuşmaya devam ediyordu:
-Doktor bey, oğlum intihar niyetiyle ilâç içmiş. Annesi fark edince, hemen getirdik.

-Aldığı ilâçlar yanınızda mı?

Adam, ceketinin ceplerinden hap kutularını çıkarıp doktora gösterdi.

-Şu haptan on beş-yirmi tane, şundan on kadar, şundan da üç-beş tane içmiş.

-Ne zaman içtiğini biliyor musunuz?

-İki saat kadar olmuş.

Doktor hap kutularını uzun uzun inceledikten sonra, bir delikanlıya, bir de kutulara baktı. Ardından kafasını sağa sola sallayıp yüzünü buruşturarak:
-Hımm! Yazık, çok yazık!

Aile endişe ve merak içinde, doktorun bir şeyler söylemesini bekliyor, ama doktordan ses çıkmıyordu. Bense, gencin midesini yıkayacağımızı düşünüyordum.

Kısa süren bir sessizlik, babanın sorusuyla bozuldu:
-Ne yapacağız doktor bey?

Doktorun yüzü gerginleşti. Bakışlarını ümitsizce kaldırdı. Dudaklarını ısırdı. Başını çaresizce sağa sola salladı. Elleriyle de çaresizlik işareti yaptı.

Ağzından dökülen son sözler, hasta ve yakınları için kurşun gibiydi.
-Üzgünüm! Yapılacak bir şey yok. Hem bu ilâçlar... Üstelik de geç kalmışsınız.

Ben göz ucuyla aileye baktım. Hepsinin gözleri fal taşı gibi açılmış, beti benzi atmıştı. Delikanlının yüzü korkuyla gerilmişti. Annesi ve kız kardeşinin desteğiyle ayakta zor duran delikanlı, birden doğrulup pür dikkat doktora baktı Doktorun ifadelerindeki kesinliği ve yüzündeki ciddiyeti görünce sarsıldı Dizlerinin bağı çözülmüşçesine kendini yere bıraktı Aile fertlerinin ayakta duracak mecalleri kalmamış olacak ki her biri bir kenara çöktü.

Baba ve anne bir şeyler mırıldanıyorlardı Uzun süren bir suskunluk ve şaşkınlıktan sonra:
- Ne olacak doktor bey Hiçbir şey yapamaz mısınız ?

-Artık çok geç. Bu durumda maalesef bir şey yapamayız. Yapsak da yararı olmaz Herhalde bir saate kadar hastayı kaybederiz. Gene de hastayı müşahede altına alalım.

Ben de en az aile kadar şaşırmıştım. Delikanlının yüzüne bakıyordum. Ölüm endişesi ve ümitsizlik, iliklerine kadar işlemiş gibiydi. Kendimce neler hissettiğini düşündüm. Ölüme bu kadar yaklaşmak gerçekten zor bir durum olmalıydı Hem insan bir saat sonra öleceğini bilse neler düşünür neler hisseder, neler yapardı? Aslında her birimizin, ölüme bir saat yaklaşacağı an gelmeyecek miydi? Hayatın karmaşa ve med-cezirleri arasında ölüm gerçeğini nasıl da atlıyor veya kendimize uzak görüyorduk. Şimdi bu delikanlı, geçmişini arkadaşlarını ailesini düşünüyor olmalıydı. Veya ölümden sonraki hayatı; yani bir saat sonrasını Belki de arkasından neler düşünüleceğini konuşulacağını... Halbuki ne kadar çok plânı vardı. Şimdi ise, o plânları düşünmek bir yana son saatini nasıl geçireceğine dair doğru düşünme melekesini bile kaybetmiş gibiydi. Diğer taraftan, hayat devam ediyordu. İçeride yatmakta olan bir hastanın yakınları doktora bir şeyler sorarken, sedye ile bir hasta daha getiriliyordu. O ara başka bir doktor kapıdan içeri giriyordu. Biliyorum, sohbet için geliyor. Az ötede, hemşirelerin küçük teybinden, bir arabesk parça yükseliyor: Batsın bu dünya Hayatla ölümün iç içeliği galiba bu diyorum kendi kendime.

Baba toparlandı. Yalvaran bir eda ile sorusunu tekrarladı:
-Hiçbir şey yapamaz mısınız doktor bey? Hiç mi ümit yok? İçeri yeni giren doktor, kaş göz işaretiyle ne olduğunu sordu.

Doktor ayağa kalkıp kesin bir ifade ile cevap verdi:
-İntihar girişimi doktor bey. Geç kalmışlar maalesef Durum da ciddi Yapılacak bir şey kalmamış Sonra raporunu tanzim ederiz.

Söylenenleri dikkatle dinleyen delikanlıyı ölüm gerçeği ile yüzleşmek ürkütmüştü. Pişmanlık duygusu içerisinde ve titrek bir sesle doktora'Kurtulmak için ne yapmak gerekiyorsa yapmaya hazırım. Ne olur doktor! Beni kurtarın, ölmek istemiyorum dedi. Doktor oralı bile olmadı. Ölüme bu kadar yakın bir kimseyi daha önce hiç görmemiştim. Üstelik çok da gençti. Hayalen morga gidip, gencin otopsisini düşünüyorum. Demek, karşımda duran bu diri beden birazdan ölecek, otopsi için açılacak ve biz bir rapor tanzim edip bırakacağız! Hayat ve ölüm... Yaşamak ve ölmek... Genç olmak, yaşlı olmak, hayatı anlamak, ölümü benimsemek... Hayatı ölüme bir girizgah olarak değerlendirebilmek... Ölüme her an hazır olmak... Veya kendini hazır hissetmek... Kısacası ölümü kuşanmak... Hayata ve ölüme anlam kazandırmak... Bir sürü düşünce beynime doluşuyor. Doktor oradan uzaklaştı. Ben de peşinden gittim.

Biraz acemilik kokan bir tavırla sordum:
-Doktor bey! Serumla bol mayi verip bir yandan da idrar söktürücülerle kanını temizleyemez miydik?

Doktor dönüp, gözlerimin içine baktı: Kardeşim görüyorsun, burada ayakta zor duran yaşlılar bile biraz daha hayatta kalmak için mücadele ederken, bu delikanlı daha on yedi yaşında ve intihara kalkışıyor. Ölmek istiyorsa, neden ona mâni olalım? Biraz isteği ile baş başa kalsın bakalım. Ölüm ne imiş, hayat ne imiş düşünsün! Yaşamanın değerini, ailesine ne kadar acı çektirdiğini fark etsin! Dahası Allah''ı hatırlasın; kul olmayı... Ölümü ve sonrasını da tabii ki...

Arkasından, beni bir kez daha şaşırtan bir kahkaha atıp şöyle dedi:
-Yoksa, sende mi inandın öleceğine?

-Ne yani, delikanlı ölmeyecek mi?

Gülerek, ilaç kutularını gösterdi. Elindekiler, vitamin hapı, öksürük kesici ve balgam sökücülerdi.

Bir Dalganın Özgürlüğü



Bir dalganın özgürlüğüydü senin aradığın. İstediğin kadar yükselmek sulardan, istediğin hızda hareket edebilmek yetisine sahip olabilmek.İstediğin gibi köpürebilmek, istediğin gibi sakinleşmek; içinden geldiğince yaşamak suyunun serinliğini. O an canın ne kadar kıvrılmak istiyorsa o kadar kıvrılmak, bükülüp uzanmak kendi gölgende, kendi oluşturduğun çizgide. İstediğini boğmak varlığının içinde, istediğini yaşatmak sırtında sürükleyerek herhangi bir sahile. Bencil olabilmek adına aklına eseni yapabilmek.

Yok mudur bu bencillik hastalığının sonu? Bilmiyor musun; senin özgürlüğünü sınırının, başkasının özgürlüğünün başladığı yerde sona erdiğini? Bilmez olur musun hiç? Biliyorsun da işine gelmiyor. Herhangi biri gibi olmanın rehavetini hatta tembelliğini yaşamak hoşuna gidiyor. Kendin gibi olmaktan duyduğun tedirginlik canını sıkıyor olmalı.

Dün akşam uğradığın sahilimdeki yosunları temizlemeye çalıştım bütün gece. Hoşuna mı gidiyor bu kadar çeri çöpü toplayıp sahilime vurmak. Geçmişin her dalından bir kıymık çıkarabilmek maharet mi sence? Geceler soğudu. Artık eskisi kadar da kuvvetli değilim ki. Eskiden sabaha kadar tüm sahilimi tertemiz ederdim; sabah ilk ışıklarıyla günün, tertemiz bir sahile vurabilesin diye. Artık içimden gelmiyor, içimden
gelse bile gücüm yetmiyor artık.

Geçenlerde iyi bir şeyler yapmışsın. Bir sürü deniz kaplumbağasını taşıyıp suya, yaşamalarını sağlamışsın. Ben o gece sahile gelemeyecek kadar yorgundum. Yatağımda sırt üstü bütün bir gece seni düşündüm. Ertesi sabah sahil tertemizdi. Kendi getirdiklerini kendin götürmüşsün bu sefer. Bensizlik yaramış sana. Kendin olmayı öğrenmek için bensiz kalman gerekiyormuş demek ki.

Bir iki gün önce kalbimin iskelesiyle senden bahsettik epeyce. Vura vura sularını; tahtadan ayaklarını çürüttüğün, neredeyse yıkılmak, buz gibi sulara gömülmek üzere olan iskelemle. O da bana bencilliğini anlattı durdu. Öyle yüksekten, öyle sert vurmuşsun ki son bir aydır, kalaslara her çarpışın yıkıma giden bir kırbaç gibiymiş. "Benden ne istiyor?" diye sordu. Bilmiyorum ki, bilmiyordum ki... Bırak onu benden bile ne istediğini hala anlayabilmiş değilim. Sadece bir bencillik
kokusu geliyor burnuma, güya özgürlük adına. Oysa ne vardı ki seni sıkan, bunaltan. Bazen rahatlık da batar insana. Hep daha fazlasını isterken var olanları da yitirirsin farkında olmadan. Dimyat'a pirinçe giderken evdeki bulgurdan da oluverirsin işte. Kendin gibi olmayı denemek yerine sana yapıştırılmaya, yafta edilmeye çalışılan kimlikleri benimser; bir süre sonra, aslında olmadığın bir hayal kahramanının kostümü içerisinde gezdiğini zannedersin. Aynaya baktığında dev görürsün kendini. Bir kabarsan tüm kum tanelerini bir saniyede boğabilecek
kocaman bir dalga.

Bir dalganın özgürlüğüydü senin aradığın. Şimdi özgürsün
işte.İstediğin sahile vurabileceğini sanıyorsun değil mi? Üzgünüm...
Dalgaları özgür zannederken rüzgarı hesaba katmadın...

Yaşama Dair



Günlerden bir gün kurbağaların yarışı varmış. Hedef, çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış. Kurbağalar da arkadaşlarını seyretmek için toplanmışlar. Yarış başlamış. Gerçekte seyirciler arasında hiç biri yarışmacıların kulenin tepesine çıkacağına inanmıyormuş.


Sadece şu sesler duyulabiliyormuş:
"Zavallılar"
"Hiçbir zaman başaramayacaklar!"


Yarışmaya başlayan kurbağalar kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar. içlerinden sadece bir tanesi inatla, yılmadan kuleye tırmanmaya çalışıyormuş.


Seyirciler bağırıyorlarmış:
"Zavallılar" Hiçbir zaman başaramayacaklar!...


Sonunda bir tanesi hariç, diğer kurbağaların hepsinin ümitleri kırılmış yarışı bırakmışlar. Ama kalan son kurbağa büyük bir gayret ile mücadele ederek kulenin tepesine çıkmayı başarmış.
Diğerleri hayret içinde bu işi nasıl başardığnı öğrenmek istemişler.


Bir kurbağa ona yaklaşmış, sormuş bu işi nasıl başardını diye. O anda farkına varmışlar ki... Kuleye çıkan kurbağa sağarmış!


OLUMSUZ DÜŞÜNEN İNSANLARI DUYMAYIN....
ONLAR KALBİNİZDEKİ ÜMİTLERİ ÇALARLAR!

Sevgiye Hasret



Küçük kız ,annesiyle yürürken birden durdu. Yağmur damlacıklarıyla ıslanan gözlüğünü çıkartarak baktığı şey, babasıyla birlikte bisiklette giden bir başka kız çocuğuydu. Bisikletin arka tarafındaki minder üzerine oturan kız, düşmemek için babasına sıkı sıkı sarılmış ve soğuktan pembeleşen yanaklarını onun sırtına dayamıştı. Adamın ara sıra yana dönerek söylediği sözler küçük kızı kıkır kıkır güldürüyordu.


Kaldırımdaki kız,bisikletin arkasından bakarken,annesi durumu farkedip:
-Evdekiler yetmiyormuş gibi gözün hala bisikletlerde,diye çıkıştı.Ama eğer beğendiysen,baban onu da aldırır.


Küçük kız yumuşak bir sesle:
-Bisiklete değil kıza bakmıştım,dedi.Babası,o vaziyette bile kendisiyle sohbet ediyor da...


Annesi,küçük kızı hiç duymamış gibiydi.Onun kürklerle çevrili şapkasını düzeltirken:
-Arkadaşların,bu havada bile okula yürüyerek geliyor,dedi.Halbuki baban,işe giderken de olsa birkaç dakikasını ayırıp seni mercedes'iyle getiriyor.


Kızın gözü yine bisikletteydi.Kadın,alaycı bir ifadeyle:
-İstersen baban da seni bisikletle getirsin,diye devam etti.Ne de güzel yakışır,öyle değil mi?


Küçük kız,inci taneleri gibi süzülen gözyaşlarını annesinden saklamaya çalışırken:
-Çok isterdim,diye cevap verdi. Belki de böylelikle, babama sarılırdım.

Hayata Hep Güzel Bakmak



Hastanenin bir koğuşunda üç kötürüm bulunuyordu. Bunlardan koğuşa ilk gelen pencerenin önüne, ikincisi ortaya, üçüncüsü ise kapı kenarına yatırılmıştı. Ortadaki hasta iyimser bir adam olduğu için neşeli konuşmalarıyla ötekileri de eğlendiriyor ve kederlerini azaltmaya çalışıyordu. Soğuk bir kış gecesi, pencerenin yanındaki hasta öldü. Onu kaldırdıktan sonra ortadaki hastayı pencerenin önüne, kapının yanındakini de ortaya yatırarak, boşalan yere yeni bir hasta getirdiler. Pencere önüne alınan iyimser adam, dışarıda gördüklerini arkadaşlarına anlatmaya başladı.


Yol kenarındaki parkı, dev çınar ağaçlarını, cıvıldaşan kuşları, işlerine koşan insanları, neşeli çocukları ve karşı dağlardaki çiçek dolu tarlaları uzun uzun anlatarak, çaresiz durumdaki arkadaşlarını rahatlatıyordu. Adam, kısa bir süre sonra, gelip geçenlere isimler takmaya başladı. Öteki hastalar, artık sabah işe gidenlerin, seyyar satıcıların ve akşam vakti yorun argın eve dönenlerin öykülerini dinleye dinleye, onları gözleri önünde canlandırabiliyorlardı.


Kısa süre sonra hastanenin ruha ağırlık veren havası dağılmış ve bi r türlü geçmek bilmeyen can sıkıcı saatleri tatlı öyküler doldurmuştu. Bir gün, ortadaki hastanın aklına bir fikir geldi. Eğer pencerenin önündeki hastaya birşey olursa oraya kendisi geçecek ve onun öykülerini dinlemektense, dışarıdaki renkli ve canlı yaşa m ı kendi gözleriyle görecekti. Bu düşünce, günlerce kafasında yer etti. Yattığı yerden hep bunu düşünüyor ve çareler araştırıyordu. Sonunda onu da buldu. Pencerenin önündeki hastaya bazen kalp krizleri geliyordu. Adam bu durumda komodinin üzerindeki ilacın a güçlükle uzanıyor ve odada hastabakıcı olmadığından ilacı kendisi alıyordu.


Bir gece, pencere önündeki hastaya yine bir kriz geldiğinde,
ortadaki hasta büyük bir gayretle doğrularak, onun ilacını
deviriverdi. Şişe yere düşmüş ve paramparça olmuştu. Ertesi sabah, pencerenin önündeki hastayı ölü buldular. Ve onu kaldırdıktan sonra, ortada yatan hastayı cam kenarına geçirdiler. Adam, göreceği manzaranın heyecanıyla dışarıya baktığında, beyninden vurulmuşa döndü. Pencerenin birkaç metre ötesinde, simsiyah bir duvardan başka hiçbir şey yoktu.

Denizcinin Aşkı



Oturduğu banktan kalktı, üzerindeki denizci üniformasını düzeltti ve şehrin büyük tren istasyonundaki insanları incelemeye koyuldu. Gözleri o kızı arıyordu, kalbini çok iyi bildiği, ama yüzünü hiç görmediği, yakasında gül olan o kızı. Ona olan ilgisi bundan on üç ay önce Florida'da bir kütüphanede başlamıştı. Raflardan aldığı bir kitabın içindeki yazıdan çok etkilenmişti. Kitaptan değil, sayfalardan birinin kenarında kurşun kalemle yazılmış minik notlardan.. Yumuşak el yazısı düşünceli bir ruhu ve insanın içine işleyen bir karakteri yansıtıyordu. Kitabın baş sayfasında, o kitabı en son okuyan kişinin ismini gördü: Bayan Hollis Maynell. Biraz zaman ve çaba sonunda adresini buldu. Bayan Maynell New York'ta yaşıyordu. Blanchard ona kendisini tanıtan ve mektup arkadaşı olmayı teklif eden bir mektup yazdı. Ertesi gün de İkinci Dünya Savaşı'na katılmak için Avrupa'ya doğru yola çıktı. Daha sonraki bir yıl bir ay boyunca birbirlerini mektuplarla tanıdılar. Her mektup kalplerine düşen bir sevgi tohumuydu sanki. Bir romantizm başlıyordu. Blanchard kızdan bir resmini istemişti, ama kız reddetti. Kendisini gerçekten önemsiyorsa nasıl göründüğünün ne önemi vardı?.Sonunda Blanchard'in Avrupa'dan dönüş günü geldi çattı. İlk buluşmalarını ayarladılar.. New York Tren İstasyonu'nda akşam saat tam 7'de."Beni tanıman için" diye yazmıştı kız mektubunda, "Ceketimin yakasında kırmızı bir gül takılı olacak".İşte saat tam 7'ydi ve Blanchard yüzünü daha önce hiç görmediği, ama kalbini sevdiği o kırmızı güllü kızı arıyordu.


Hikayenin gerisini Bay Blanchard'dan dinleyelim:

" Birden genç bir kızın bana doğru yürüdüğünü farkettim. İnce ve uzun boylu,dalgalı sarı saçları o güzel kulaklarının önünden omuzlarına düşmüş.. Çiçek rengi mavi gözlü. Dudaklarının ve çenesinin muntazam kıvrımları ve Kırmızı giysisiyle insana sanki Aşkı müjdeleyen bir kızdı. Ben de ona doğru yürümeye başladım. O kadar etkilenmiştim ki yakasında gül olup olmadığına bakmak aklıma bile gelmedi.Ona yaklaşınca, dudaklarında hafif bir gülümsemeyle bana 'Benimle aynı yöne mi gidiyorsun, denizci?' diye fısıldadı. Neredeyse kontrolsüz bir şekilde ona doğru bir adım daha attım, ve o anda Hollis Maynel'i gördüm. Kızın tam arkasında duruyordu. 40'ını çoktan geçmiş, grileşmeye başlamış saçlarını şapkasının altında toplamış.. Şişmana yakın, kısa boylu, kalın bilekli ayakları topuksuz ayakkabılara gömülmüş. Kafamı çevirdim,Kırmızı giysili kız hızla uzaklaşıyordu. Kendimi ikiye bölünmüş hissettim; arzularım kızı takip etmemi, ta içimden gelen bir istek ise ruhu bir yıldır bana eşlik eden kadınla kalmamı söylüyordu. İşte orada öylece duruyordu. Solgun, kırışık suratı kibar ve duygulu, gri gözleri sıcaktı. Çekinmedim. Beni tanımasını sağlayacak mavi deri ciltli kitabı ona doğru tuttum. Bu aşk olamazdı, ama, mutlaka değerli, belki aşktan da güzel, çoktan beri minnettar olduğum ve olacağım bir arkadaşlık gibi bir şey olabilirdi. Kadını selamladım, her ne kadar gizlemeye çalıştıysam da pek başaramadığım hayal kırıklığımı belli eden sesimle 'Ben Teğmen John Blanchard, siz de Bayan Maynell olmalısınız. Sizinle buluşabildiğim için çok mutluyum. Sizi yemeğe götürebilir miyim?' diye sordum. Kadının yüzüne bir gülümseme yayıldı: 'Neden bahsettiğini bilmiyorum delikanlı' dedi, ama şu az önce buradan geçen Kırmızı elbiseli kız bu kırmızı gülü yakama takmamı rica etti benden, ve eğer siz beni yemeğe davet edecek olursanız kendisinin sizi caddenin karşısındaki büyük restoranda beklediğini söylememi istedi. Dediğine göre bu bir çeşit sınavmış ..."

Deniz Yıldızı



Bir zamanlar yazılarını yazmak üzere okyanus sahiline giden aydın bir adam varmış. Çalışmaya başlamadan önce sahilde bir yürüyüş yaparmış. Bir gün sahilde yürürken plaja doğru baktığında dans eder gibi hareketler yapan bir insan görüntüsü görmüş. Başlayan güne dans eden biri olabileceğini düşünerek gülümsemiş ve ona yetişebilmek için adımlarını hızlandırmış. Yaklaştıkça bunun bir genç adam olduğunu ve dans etmediğini görmüş. Bir kaç adım koşuyor, yerden bir şey alıyor ve yumuşak bir hareketle okyanusa fırlatıyormuş.

Biraz daha yaklaşınca seslenmiş:
"Günaydın. Ne yapıyorsun böyle ?"

Genç adam durmuş, başını kaldırmış ve cevap vermiş :
"Okyanusa deniz yıldyzı atıyorum."

"Sanırım şöyle sormalıydım demiş Bilge adam... Neden okyanusa deniz yıldızı atıyorsun ?"

"Güneş çoktan yükseldi ve sular çekiliyor. Eğer onları suya atmazsam ölecekler."

"Ama delikanlı görmüyor musun ki kilometrelerce sahil var ve baştan aşağı deniz yıldızıyla dolu. Hiçbir şey fark etmez !"

Genç adam kibarca dinlemiş, eğilerek yerden bir deniz yıldızı daha almış ve dalgalanan denize doğru fırlatmış.
"Bunun için farketti."

Bu cevap bilgeyi şaşırtmış ne söyleyeceğini bilememiş. Geriye dönmüş, yazısının başına geçmek üzere kulübesine gitmiş. Gün boyunca birşeyler yazmaya çalışırken genç adamın görüntüsü gözünün önünden gitmemiş. Aklından çıkarmaya çalışmış, bir türlü olmamış. Nihayet akşama doğru farketmiş ki, bu gencin davranışının özünü kavrayamamış. Çünkü bu gencin asıl yaptığının; evrende bir gözlemci olmayı ve olup biteni gözlemeyi değil, evrende bir oyuncu olmayı ve fark yaratmayı seçmek olduğunu anlamış ve utanmış. O gece sıkıntı içinde yatmış. Sabah olduğunda bir şey yapması gerektiğini bilerek uyanmış. Yataktan kalkmış, giyinmiş, sahile inmiş ve o genci bulmuş. Ve bütün sabahı onunla okyanusa deniz yıldızı atarak geçirmiş.

Aşkın Gözü Kördür



Bundan çok uzun yıllar önce dünyada yaratılmadan , insanlar dünyaya ayak basmadan önce, iyi huylar ve kötü huylar ve kötü huylar ne yapacaklarını bilmez halde dolanıyorlarmış. Bir gün toplanmışlar ve her zamankinden daha sıkkın bir şekilde otururlarken, ''SAFLIK'' ortaya bir fikir atmış NEDEN SAKLAMBAÇ OYNAMIYORUZ? orda bulunan herkes de bu fikre sıcak bakmış ÇILGINLIK çılgın olduğun için bağırarak ortaya atılmış - Ben ebe olmak istiyorum. ben ebe olmak istiyorum... oradakilerin hiç biri çılgınlık kadar atak olmadığı için oldukları yerde kalakalmışlar.

ÇILGINLIK bir ağaca yaslanmış ve başlamış saymaya - bir iki üç... ÇILGINLIK saymaya başladıktan sonra iyi huylar ve kötü huylar saklanacak yerler aramaya başlamışlar. ŞEFKAT ayın boynuzunu asılmış. İHANET çöp yığınlarının içine girmiş SEVGİ bulutların arasına kıvrılmış YALAN bir taşın altına saklanacağını söylemiş ancak yine herkesi kandırıp gölün dibine saklanmış. TUTKU dünyanın merkezine girmiş PARA HIRSI bir çuvalın içine girerken çuvalı yırtmış ve ÇILGINLIK sayamaya devam etmiş -yetmiş dokuz seksen seksenbir...

AŞK ın dışında bütün iyi huylar ve kötü huylar saklanmışlar AŞK kararsız olduğun için bir türlü saklanacağını bilemiyormuş ÇILGINLIK doksan yediye gelmiş -doksan sekiz doksan dokuz ve yüz' e vardığında aşk sıçrayıp etraftaki güllerin arasına girmiş ve oraya saklanmış ÇILGINLIK bağırmış sağım solum sobe saklanmayan ebe demiş... arkasına döndüğünde ilk önce TEMBELLİĞİ görmüş. TEMBELLİK ayaktaymıs çünkü saklanacak enerjisi yokmuş ÇILGINLIK sonra ŞEFKATİ ayın boynuzunda görmüş ve İHANETİ çöplerin arasında,SEVGİYİ bulutların arasında, YALANI gölün dibinde ve TUTKUYU dünyanın merkezinde bulmuş sadece biri hariç herkes yavaş yavaş geriye dönmeye başlamış.

ÇILGINLIK umutsuzluğa kapılmış HASET son saklanan bulunamadığı için haset duyarak, ÇILGINLIĞIN kulağına fısıldamış. AŞK ı bulamıyorsun ama o güllerin arasında saklanıyor.... ÇILGINLIK çatal şeklinde tahta bir sopa almış ve güllerin arasına sopayı çılgınca saplamış, saplamış,saplamış... ta ki yürek burkan bir haykırma onu durdurana kadar... haykırıştan sonra AŞK elleriyle yüzünü kapayarak ortaya çıkmış ve parmaklarının arasından sicim gibi kan akıyormuş ÇILGINLIK , AŞKI bulmak için heyecandan aşkın gözlerini kör etmiş. -ne yaptım ben seni kör ettim. Ne yapa bilirim... AŞK cevap vermiş -gözlerimi geri veremezsin ama istersen bana kılavuzluk yapabilirsin... Ve o günden beri AŞKIN GÖZÜ KÖRDÜR VE HER ZAMAN ÇILGINLIK YANINDADIR!!

Gizlenen Aşklar



Bu yazı gerçek bir aşk hikayesini anlatmaktadır ve yazıların hepsi aşık delikanlının günlüğünden alınmıştır :

10. sınıf

İngilizce dersinde yanımda bir kız oturuyordu onun için 'benim en iyi arkadaşım' diyordum... ama ben onun ipek gibi saçlarına bakıp onun benim olmasını istiyordum... Ama o bana benim ona baktığım gözle bakmıyordu bunu biliyordum, dersten sonra kalktı ve geçen gün sınıfta olmadığı için o günün notlarını istedi ona notları verirken bana teşekkür etti ve yanağımdan öptü. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum...

11. sınıf

Telefonum çaldı, arayan O idi ve ağlıyordu bana aşkın nasıl kalbini kırdığını anlattı, beni evine çağırdı, yalnız kalmak istemediğini söyledi, bende tabiki gittim, koltuğa, onun yanına oturdum, güzel gözlerine bakmaya başladım ve onun benim olmasını diledim, 2 saat sonra Drew Barrymore'un bir filmi başladı ve onu izledik filmi izledikten sonra uyumaya karar verdi, bana her şey için teşekkür etti ve yanağımdan öptü. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum...

Son sınıf

Mezuniyet balosundan bir gün önce yanıma geldi ve "çıktığım çocuk hasta ve partiye gelemeyecek" dedi, benimde çıktığım biri yoktu ve 7. sınıfta birbirimize söz vermiştik eğer çıktığımız biri olmazsa partilere birlikte gidecektik, "en iyi arkadaş" olarak. Ve partiye birlikte gittik, o akşam çok güzeldi, her şey yolunda gitti, partiden sonra onu evine kapısının önüne kadar bıraktım, kapının önünde ona baktım o da bana o güzel gözleriyle gülümseyerek baktı. Onun benim olmasını istiyordum... Ama o bana benim ona baktığım gözle bakmıyordu bunu biliyordum, bana "hayatımın en güzel zamanını geçirdiğini" söyledi ve yanağımdan öptü. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum...

Günler, haftalar, aylar geçti ve mezuniyet günü geldi çattı...

Sürekli onu izledim onun mükemmel vücudunu seyrettim. Diplomasini almak için sahneye çıkarken sanki havada süzülen bir melek gibiydi. Onun benim olmasını istiyordum... Ama o bana benim ona baktığım gözle bakmıyordu bunu biliyordum. Herkes evine gitmeden önce yanıma geldi ve ağlayarak bana sarıldı sonra başını omzuma koydu ve "sen benim en iyi arkadaşımsın, teşekkürler" deyip yanağımdan öptü. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum...

Aradan yıllar geçti...

Bir kilisedeyim ve o kızın nikahını izliyorum... evet artık evleniyordu, onun "evet, kabul ediyorum" demesini, yeni hayatına girmesini izledim, başka bir adamla evli olarak. Onun benim olmasını istiyordum... Ama o bana benim ona baktığım gözle bakmıyordu bunu biliyordum. Yeni hayatına girmeden önce yanıma geldi ve "nikahıma geldin teşekkürler" deyip yanağımdan öptü. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum...

Yıllar çok çabuk geçti...

Şu an benim bir zamanlar en iyi arkadaşım olan kızın tabutuna bakıyorum, eşyaları toplanırken lise yıllarında yazdığı günlüğü ortaya çıktı... Hemen günlüğünü aldım ve günlükte okuduğum satırlar şöyleydi...

"Onun gözlerine bakarak onun benim olmasını diledim... Ama o bana benim ona baktığım gözle bakmıyordu bunu biliyordum. Onu sadece arkadaş olarak istemediğimi bilmesini istiyordum, onu çok seviyordum ama söyleyemiyordum nedenini bilmiyorum ama çok utanıyordum... Keşke bana beni bir kez sevdiğini söyleseydi..."

Bir Sevda Uğruna



Kadın yirmi yedi yaşında... Yüreği, kar beyaz soğuklara terkedilmiş
ama inat bu ya hala sımsıcak. Düşünceleri kah hayatın gitgide
ağırlaşan gerçeklerinde kah aydınlık hayallerde dolaşıyor nefes
nefese.. Elinde samur fırçası, geçmişi karalayıp bugünü
renklendiriyor hiç durmadan. Renkler kıpır,kıpır , içindeki çocuk
haşarı mı haşarı... Gözleri ise buğulu bakmakta hüzünlere yenik...
Hayatı sorgulamaktan çoktan caymış.

Omuzları bir küçük kız çocuğun şımarıklığını sergilercesine "Bana ne" ifadesinde. Kıpır,kıpır ya içi.. Arayışları var kendisinden bile sakladığı. Bela da geliyorum demez ya... İşte böyle bir anda; ruhu, sanal dünyanın kapısından sızıverir içeri sessiz, habersiz.. Hani şu chat canavarı var ya bu günlerin belalısı. Orada kendisi gibi şaşkın yüreklerin arasında buluverir kendini. Ve... olanlar olur o zaman. Hiç beklenmeyen anda buzda kayar gibi "Hooop" havada bulur duygularını darmadağınık. Sanki başında deli rüzgarlar hiç esmiyormuş, esenler de yetmiyormuş gibi.

Erkeğin yaşı otuz. Hırslı, kendinden emin. Kendisiyle barışık ve yaşadığına memnun. Kahkahası ekrandan yüreklere taşan, mutlu ve duygu dolu bir bulut adam. Eşi ve çocuğu için yaşamakta olduğunu saklamadan kadını davet eder sanal dünyanın sanal aşk oyununa. Acemidir kadın. Belki genç adam da öyle. Oynadıkları oyunun tehlikesinden habersiz bir masalı yaşamaya başlarlar.
Ekranın karşısında nefeslerini tutup beklerler sevdalının
gelmesini. Karşılaşmaları her defasında kahkahaları hatırlatırcasına şen olur. Zamanın koordinatları buluşamadığında, birbirlerine teğet geçtiklerinde, hüzün yayılır gecelere. Uyku tutmaz bekleyişlerde ikisini de. Sabah yeni umutlara gebe başlar. Ve ekranda doğarlar her buluşmayla yeniden.. Duyguların en fırtınalısına yakalanırlar. Birbirlerini gerçekten merak ederler.
Bulut adam kadının açlığından, üşümesinden bile sorumlu tutmaya başlar kendini. Kadınsa adamın yorgun hallerine dayanamaz. Elleri dokunmasa da ellerindedir artık. Birbirlerini el
üstünde tutarlar anlayacağınız.

Günler, aylar geçer...

Hayaller ekranlara sığmaz olur. Artık görmek isterler birbirlerini. Dokunmak sarılmak isterler. Hatta çılgıncasına sevişmek...
Kadın kıvranır onsuzluğun acılarında.. Özlem şiddete
dönüşür. Acıtır... İşkencelere yatırır kadını. Oyun değildir artık
bu. Aşk ekranda değil hayatın ta içinde yaşamaktadır.

Bulut adam sorar durmadan ;
-N'olacak şimdi...
Kadın, adam kadar cevapsız...
"Bilmiyorum" der."Bilmiyorum"
Artık sorgulamalar başlar duyguları ...

"Bu nedir?...Bunun adı ne..?"
Kadın aşkı tanımlar ama çare değildir tanımlamak.. Yaşananlardır gerçek olan. Hissedilenlerdir. Her sevdanın başını bir karabasan bekler ya...Beklemese sevda denen şey olmaz zaten. İşte bu bir sevdadır ve başında karabasanlar. Kadın unuttuğu aşk gözyaşlarını hüzünlere, sancılara, onulmaz ağrılara boyar, alaca bulaca. Artık her şeye gözlerindeki buğuların ardından bakmaktadır. Ve ekrana şunları; buzların arasından aldığı yüreğinin kalemiyle yazar. Yüreğini buzlara iade etmek üzere...

"Beni ignore et*.Ne olur bunu yap."
Bulut adam şaşkındır belki ama adı gibi bilir. Doğru olan budur. Düşünür bir süre.Susar ekran. Susar kadının yüreği... Ölüm
anıdır bu.Verilen son nefestir sanki..

"Sevdam Hayır dese" " Sensiz yapamam dese" diye bekler nefes almak için. Bulut adamın suskunluğu bozduğu yerde ölecektir kadın.. Bunu ikisi de bilirler. Bir yazı belirir ekranda çaresizce okunan

"Netten çıkıyorum o zaman" "Hoşçakal"
Mavi üzerine siyah yazılmış sözcükler kararlı ve kesindir... Titreyen ve cansızlaşan parmakları son bir kez tuşları gezinir kadının "Hoşçakal"

Düşer Bulut adamın gülen yüzü ekrandan. Ve Kadın ölür...

Ölmeyen Sevgi



Genç adam ellerinde bir buket çiçek, sahile koşarak geldi... Gözleri şöyle bir sahilde gezindi, aradığını göremeyince ilk gördüğü banka oturup sevdiğini beklemeye başladı. Ellerinde her zamanki çiçeklerden vardı. Sevgilisinin en sevdiği çiçekler bunlardı. Kırmızı, kıpkırmızı, kan kırmızısı güller... Sanki dalından yeni koparılmış gibi tazeydiler, buram buram kokuyorlardı, sevgi kokuyor, aşk kokuyor en önemlisi de özlem ve hasret kokuyordu güller... Hepsinin üzerinde damlalar vardı. Sanki ağlıyor gibiydiler. Genç adam güllere baktı, sanki onlarla konuşuyormuş gibi, "Neden ağlıyorsunuz, bakın ben ne kadar mutluyum" dedi. Az sonra sevdiğini göreceği için kalbi yine deli gibi atmaya başlamıştı. Ne zaman onu düşünse, onunla buluşacağını hayal etse kalbi aynı böyle yerinden çıkacakmış gibi oluyordu. Senelerdir birbirlerini sevmelerine rağmen ikiside sevgisinden hiç bir şey kaybetmemişti... Onları hiç bir şey ayıramazdı... Ne hasret, ne ayrılık, ne de ölüm...

Genç adam telaşla saatine baktı. Sevdiği yine geç kalmıştı, 1 dakika gece kalmıştı. Üstelik o, sevdiğini bekletmemek için dakikalarca önce koşarak geliyor, onu beklemeyi bile seviyordu. Ama sevdiği her zaman bunu yapıyordu. Devamlı kendisini bekletiyordu. Herkesin bir kusuru olurmuş diye düşündü...
Ve gözlerini önündeki uçsuz bucaksız denizlere dikti.. Denizin sonu yok gibiydi, tıpkı sevdiği kıza karşı olan aşkı gibi denizinde sonu yoktu. Sonsuzluğa uzanıyordu. Aslında bugün onlar için çok özel bir gündü. Kendi aralarında sözleneceklerdi. Delikanlı önce bunu sevdiğine açmış, sonrada gidip iki yüzük almıştı. Bu kadar önemli bir günde bari onu bekletmemeliydi.. Ama alışmıştı artık beklemeye, zararı yok biraz daha beklerim diye düşündü. Güllerin yaprakları nedense hala yaşlı idi. Bir türlü anlamıyordu onları. Her şey bu kadar güzelken neden ağlıyorlardı ki?

İşte az sonra sevdiği gelecek, ona sarılacak, kucaklaşacaklardı...
Sonra söz yüzüklerini takıp, evliliğe ilk adımlarını atacaklardı.
Genç adam öyle heyecanlıydı ki sevdiğine kavuşmak için can atıyordu... Martılara baktı, birbirleriyle oynaşıp, uçuşan martılara... Ne kadar güzel dansediyorlardı havada. Tekrar saatine baktı genç adam. Endişelenmeye başlamıştı. Sevgilisi yine geç kalmıştı, hem de çok... Bu kadar geç kalmaması gerekiyordu. İşte her gün burada buluşmak için sözleşmiyorlar mıydı? Her gün sahilde, martılara bakarak, denizin onlara anlattığı masalları dinleyerek birbirlerine sarılıp hasret gidereceklerine söz vermiyorlar mıydı? O zaman neden gelmemişti yine? Aklına kötü düşünceler gelmeye başladı. Hayır.. hayır.. olamazdı. Sevdiğine bir şey olamazdı. Onsuz hayat yaşanmazdı ki... O ölse bile devamlı benimle yaşar diye düşündü genç adam. Bunun düşüncesi bile hoş değildi. Gözlerini yere indirdi. Gözyaşlarını kimsenin görmesini istemiyordu. Zaten nedense etrafındaki insanlar ona sanki kaçık gibi bakıyorlardı. Rahatsız olmaya başladı bakışlardan.
Artık bıkmıştı... Yine sevgilisi geldi aklına.. Neden gelmedi acaba diye düşünmeye başladı. Gözlerini kapattı.

7 sene oldu dedi. 7 senedir her gün bu sahildeydi, sevdiğini bekliyordu. Daha fazla dayanamadı. Kalbi parçalanacak gibi oluyordu. Gözlerinden 1 damla daha yaş güllerin üzerine damladı... Yine gelmeyecek galiba, en iyisi ben onun evine gideyim diye mırıldandı... Hiç olmazsa gülleri her zamanki gibi yanına koyar, ona vermiş olurdu... Genç adam ayağa kalktı. Sevdiğiyle buluşmak üzere, yeşil tepenin ardındaki kabristana doğru yürümeye başladı...

Ona olan Aşkı ve Sevgisi onunla beraber ölmemişti.

Aşkın Büyüklüğü



Bir zamanlar, bütün duyguların üzerinde yaşadığı bir ada varmış: Mutluluk, Üzüntü, Bilgi ve tüm diğerleri, Aşk dahil. Bir gün, adanın batmakta olduğu, duygulara haber verilmiş. Bunun üzerine hepsi adayı terk etmek için sandallarını hazırlamışlar.


Aşk, adada en sona kalan duygu olmuş çünkü mümkün olan en son ana kadar beklemek istemiş.Ada neredeyse battığı zaman, Aşk yardım istemeye karar vermiş. Zenginlik, çok büyük bir teknenin içinde, geçmekteymiş.Aşk, "Zenginlik, beni de yanına alır mısın?" diye sormuş.


Zenginlik, "Hayır, alamam. Teknemde çok fazla altın ve gümüş var, senin için yer yok." demiş. Aşk, çok güzel bir yelkenlinin içindeki Kibir'den yardım istemiş. "Kibir, lütfen bana yardım et!", Kibir "Sana yardım edemem, Aşk. Sırılsıklamsın ve yelkenlimi mahvedebilirsin." diye cevap vermiş. Üzüntü yakınlardaymış ve Aşk yardım istemiş: "Üzüntü, seninle geleyim." Üzüntü "Of, Aşk, o kadar üzgünüm ki, yalnız kalmaya ihtiyacım var."


Mutluluk da Aşk'ın yanından geçmiş; ama o kadar mutluymuş ki Aşk'ın çağrısını duymamış. Aşk, birden bir ses duymuş. "Gel Aşk! Seni yanıma alacağım..." Bu Aşk'tan daha yaşlıca birisiymiş. Aşk o kadar şanslı ve mutlu hissetmiş ki, onu yanına alanın kim olduğunu öğrenmeyi akıl edememiş.


Yeni bir kara parçasına vardıklarında, Aşk'a yardım eden yoluna devam etmiş. Ona ne kadar borçlu olduğunu fark eden Aşk, Bilgi'ye sormuş: "Bana yardım eden kimdi?" Bilgi "O, Zaman'dı" diye cevap vermiş. "Zaman mı? Neden bana yardım etti ki?" diye sormuş Aşk.


Bilgi gülümsemiş: "Çünkü sadece Zaman Aşk'ın ne kadar büyük olduğunu anlayabilir"

Sevginin Ay Işığı



Çok eskiden yeşil bir vadinin içinde bir ırmak kıyısında kurulu bir köy varmış,taa dünyanın öbür ucunda. O zamanlar gündüzleri pek güneşli geçermiş, yağmur yağmadıkça; geceleri hep yıldızlı olurmuş,bulutlar olmadıkça, köy sakinleri tarımla uğraşırlarmış, hayvanlar avlarlarmış, uçsuz bucaksız arazilerinden, sularını kaynağı çok uzakta olan, köylerinin içinden geçen, ırmaktan alırlarmış. Köyde herkes birbirini sever, sayarmış. Köyde bir tek kişinin kalbinde öyle büyük bir sevgi varmış ki bütün köyünküne bedelmiş; Dolun un Intera'ya olan aşkıymış bu. Kız Dolun'u bilirmişte tanımazmış yakından. Dolun dayanamamış bir gün gitmiş kızın yanına. Sormuş Intera'ya onunla evlenip evlenmeyeceğini.

Intera demiş ki Doluna: "Evlenirim evlenmeye ama benim isteyenim çoktur, her gelen kişiden aynı şeyi ister benim babam.Ancak babamın bu isteğini yerine getiren benimle evlenir.''
Dolun şaşmış;"Sensin benim kalbimim sahibi" diyerek baslamış sözüne, "Senin dileğin benim için bir emirdir, söyle isteğini hemen yapayım" demiş aşkına.Intera demiş ki:"Bir çiçek vardır yaprakları gümüşten tomurcukları elmastan, onu ister babam benle evlenecekten". Dolun; "Bekle beni" demiş Intera'ya, "hemen gidip getireyim o çiçeği ama nerededir yeri ?"Intera parmağıyla göstermiş akan ırmağı "İşte bu ırmağın kaynağındadır der babam, kırk gün yürümek gerekirmiş oraya varmak için ama bir giden bir daha gelmedi şimdiye dek çünkü oralar büyülüymüş derler,giden geri gelmezmiş çünkü buralardan çok daha güzelmiş oralar. Dolun; "Senden daha güzel ne olabilir ki bu dünyada" demiş Intera'ya "Döneceğim, o çiçekle, döneceğim çünkü seviyorum seni, çünkü sensiz anlamı olmaz benim için o güzelliğin". Dolun çıkmış yola sonra. Kırk gün yürümüş ırmağın yanından. Hep ne kadar sevdiğini düşünmüş Intera'yı yol boyunca.Tek aklındaki Intera'ymış, tek amacı ise o çiçek.Kırkıncı gün kalkmış Dolun sabah erkenden, yüzünü yıkamış ırmaktan, anlamış ki çok yaklaşmış kaynağına ırmağın suyun serinliğinden. Devam etmiş yoluna sonra. Biraz sonra varmış kaynağa, bütün yeşilliklerle çevrili bir göl varmış kaynakta, gölün ortasında bir adacık, adacığın üstünde de o çiçek duruyormuş. Anlamış Intera'nın anlattığı çiçek olduğunu güzelliğinden.Yüzmeye başlamış adaya doğru hemen.

Adaya çıkınca karşısında bir adam belirmiş Dolun'un.Adam Doluna: "Her gülün bir dikeni, koruyucusu, olduğu gibi bende bu çiçeğin koruyucusuyum, eğer almaya geldiysen ben, Salut, izin vermem buna" demiş. Dolun şaşkın ve de kararlı bir tonla; "Ben o çiçeği alacağım sonra aşkıma kavuşacağım" demiş "Hiç bir şey beni kararımdan çeviremez". "O zaman beni biraz dinleyeceksin" demiş Salut;"sana neden koparmaman gerektiğini anlatacağım, eğer hala ikna olmazsan o zaman izin veririm almana".Dolun ikna olmuş ve çökmüş yoncaların üstüne, başlamış dinlemeye... "Eğer bir şeyi çok fazla istersen ve engelin yoksa önünde onu alırsın, hayatta böyledir,insan engelleri aşarsa yaşamına devam edebilir. Bu çiçekte sadece yaşam için bir şeyler yapacaksan engelleri kaldırır önünden çünkü onunda bir görevi var, bu çiçek sadece 28 gecede bir açar yapraklarını ve döker parlayan tohumlarını göle, bu sayede buradaki sular yükselir ve ırmaktan taşar gider zamanla. Bu ırmak sayesinde yaşar bu doğadaki yeşillikler, insanlar, hayvanlar." demiş Salut.Dolun başlamış düşünmeye, eğer çiçeği koparırsa kavuşacaktır sevdiğine ama kuruyacaktır ırmakları bunun yanında.Sonunda çiçeğin başına çöker kalır Dolun. Gümüş yapraklarında kendini görür Dolun çiçeğin. Yanında Intera vardır ama niye mutsuzdur ikiside. Aslında kalbindeki tek endişeyi görür Dolun. Zaman geçtikçe Dolun'un düşünceleri yoğunlaşır kafasında. Mutsuzluğunu düşünür, çiçeksiz Intera'sız bir yaşam düşünür. Koparamaz çiceği günlerce. Dolun artık yaşamaktan zevk almaz şekilde sadece aşkını düşünerek beklemeye başlar olacakları.

Bir gece çiçek tohumlarını birakırken göle bir tomurcukta Dolun'un sertleşmiş kalbinin üstüne düşmüş, aniden Dolun kalbindeki aşkının büyüklüğü kadar kocaman bir taşa dönüşmüş, taş o kadar büyükmüş ki dünyaya sığmamış gökyüzüne yükselmiş ve Dünya'yla dönmeye baslamış. Böylece Ay olmuş Dolun'un kalbi Dünya'ya. O günden sonra sadece 28 gecede bir göstermiş Dolun kalbinin tüm yüzünü, aşkının bütün parıltısını diğerlerine; sadece o gecelerde aydınlatmış Dünya'yı, aynı çiçek gibi.

Limandaki Son Yolcu



Bir dilin bütün sözcüklerini kullansam seni tarif edemeyeceğimi biliyorum. Ulaşılmaz oldun hep, dokunmak, hissetmek ve dolu dolu yaşamak isterken seni, kocaman bir yalnızlıktı payımıza düşen. Payıma düşen her seyi erteledim ama erteleyemediğim bir şey vardı, sana benziyordu. Su olsan, dokunduğumda bozulurdun. Bozulmayan bir "şey"din... Gidilecek bir yer olsan sonu olurdu, sonu olmayan bir "şey"din.


Uykuda görülecek bir rüya olsan uyanırdım, beni rüyamdan uyandırmayacak bir "şey"din... Seni gözlerinden, üç ırmağın birleştiği yerden öpeyim desem, aklına ırmaklar gelir. Düşün ki, bir dağdan aşağı iniyoruz ve dünyada iki kişilik türkü kalmış onu söylüyoruz. Öyle bir "şey"sin sen... Seni düşündükçe yoruluyorum desem, dünyanın en büyük yalanı olur. Yalanım yok. Bugünden yarına ne kalır bilmem amam sen kalırsın tıpkı yatağı değişmeyen ırmak gibi.


Bana hep kendimi hatırlatan bir "şey"sin sen. Uzaksın, yakınsın, özlenensin ama bugün değil yarın gibi bir "şey"sin sen. Gecenin en karanlık yerinde, küçücük bir ışık bile olsan yine de istiyorum seni. Bugün her ölümle biraz ölürken, seni düşündükçe hayata dönüyorum yeniden. Gelincikler gibi bir mevsim değil, dört iklim, köşe bucak...


Kim ne derse desin dönmeye niyetim yok. Bir kentin ortasında tek başına kalsam da çığlık çığlığa bagırarak söylerim seni sevdigimi. Bir tek benim sevgimle yaşasa da bu sevda seviyorum seni. Sensiz dallarımı yitirmiş bir ağaç gibi yapayalnız olurum, kalabalığın ortasında bile. Fırtınalı bir denizin en sakin limanı gibi bir "şey"sin sen.


O limandaki tek yolcu da ben...

Küçüğüm



Aynı sokakta oturuyorduk. Her gün bir kızla geliyordu .Adı esrarengizdi, herkes onun hakkında farklı şeyler söylerdi. Fakat kimse gerçeği bilmezdi. Kirli sakalları vardı. Yeşil gözlü esmerdi. Mahallenin kızları hayrandı ona. Bense nefret ederdim. Hiç kimseyle konuşmaz. Sadece gelir geçerdi.


Bir gün onunla yolda karşılaştık. Çok güzel bir yüzü vardı. Bana gülümsedi. şaşırdım. Ama yine de onu sevmiyordum. Fakat o çok farklıydı.Gece boyunca lambası yanardı. Uyumak yerine onun evini seyrederdim. Onu sevmediğim halde her şeyiyle ilgileniyordum. Yavaş, yavaş onu gözlemeye başladım. O an anladım ki, Ona karsı hissettiğim şey sevgiymiş. Artık O eve gelmeden uyuyamıyordum. Yanına gelen kızları kıskanırdım. Herkes onun kötü olduğunu söyleyince. Hep onu savunurdum. Onunla karşılaşmak için kapıda dururdum.


Onu yine yolda gördüm. Bana göz kırptı. Yanımdan geçerken onu çağırdım. "Acelem var Küçüğüm" dedi. Bana aramızdaki yaş farkını hatırlatmıştı, eve gidip ağladım. Karar verdim Ona aşkımı ilan edecektim. Yolunu gözledim. Bir gün onu gelirken gördüm. Peşine düştüm o eve girdi. Biraz bekleyip kapıyı çaldım. Açtı "Ne var Küçüğüm" dedi. "Seni Seviyorum" dedim. Gülümsedi "Evet" dedi. "Ne evet" dedim. Konuşmadı. Koşarak dışarı çıktım. Bir ay boyunca evden çıkmadım.


Bir gün kızlarla konuşurken. Ambulans geldi onun evine girdi. Sedye ile onu dışarı çıkardılar. Önümüzden geçerken. '"Ben de seni Küçüğüm" dedi. Kıpkırmızı oldum herkes bana bakıyordu. Ağlayarak koşmaya başladım. Aksama kadar sokakta gezdim. Göz yaşlarım durmadan akıyordu. Sonra eve geldim. Annemler ondan bahsediyorlardı. Sevdiği bir kız varmış. Ailesi evlenmesine izin vermeyince kız evden kaçmış. Sokak serserileri onu öldürmüş. Eve getirdiği kızlar evi olmayan kızlarmış. Kimi sevdiyse ölmüş. Çok sevip acı çekmiş. İntihar edip hastaneyi aramış. Polisler evin duvarında "Küçüğüm" yazısını bulmuşlar. "KÜÇÜĞÜM SEN DE ÖLME" yazıyormuş. "Ben de seni sevdim, sevdiklerim gibi sen de ölme diye ben öldüm KÜÇÜĞÜM"

Sen Aşk Nedir Bilir Misin?




Sevgiler vardır hani hiç bitmeyen, yaşandıkça arkası gelen. Mutluluğun ta kendisidir hani, hiç eksilmeyen. Bir narin çiçek gibidir her gün yeniden yeşeren. Bilir misin bir de hani ulaşılamayan sevgiler vardır, hiç sulanmadan, hiç güneş yüzü görmeden büyüyen çiçeklere benzerler. Dilin varmaz hani bu büyük aşkı içinden atıp haykırmaya, ellerin varmaz hani gidip onun elinden tutmaya. Sadece gözlerin vardır senin bu aşkını anlatan, bir yalan söylemeyen onlardır, yada derdini gizleyemeyen.


Elinden kurtulup uçan bir kuşa benzer aşk, bazense elinde çok tutup öldürdüğün bir kuşa. Ötüşü mutlu eder seni günün her saati, neşe sacar senin yaşamına. En yorgun oldugun bazı sabahlar bile uyandırır belki seni. Ama ne hoştur onunla uyanmak, ne hoştur ona yakın olmak. Belki de uçup kaçırmaktan korkuyorsun ona aşkını söyleyince, o güzelliği biraz daha seyredeyim istiyorsun onu uçurmadan. Ama bir sabah olur ki uyanamamışsındır onun sesiyle, pencereye çıkıp puslu gözlerle aramışsındır. Biraz sonra gelirdi nasılsa önemli değil. Beklemeler devam eder pencere önünde, ama hava artık kararmıştır .


Onu görmeden gelen bir gece ne kadar da hüzünlüymüş meğer. Ertesi sabah yine bir hüzünle uyanırsın, yoksa seni terk mi etmişti, hem de onca aşkına rağmen. Şimdi ondan ne bir haber kalmıştır ne de bir başka iz, kalakalmışsındır ondaki o büyük aşkla. Halbuki tam onun gittiği gün tüm cedaretini toplayıp onu sevdiğini söylemeyecek, Ona olan aşkını yüzüne haykırmayacak mıydın?


Günlerden bir gün o kuşa yine denk gelirsin. Ama her zamanki cıvıl cıvıl öten kuş değildir artık O. Ağlamak istersin hani ağlayamaz, dokunmak istersin hani dokunamazsın. Tüm ateşini atarsın içine, onca sevgini hapsetmeye çalışırsın bedenine. Ama artık aşkını Ona anlatmanın da faydası yoktur, Ona delice yanmanın da. Çünkü o kuş artık başkalarının elinde, başkalarının kafesindedir, ve bir daha da senin olmayacaktır.

Pembe Poşet



o gün biraz geç çıktı işyerinden genç kız serviside kaçırmıştı üstelik! minibüsle gidecekti evine, ailenin çalışan tek ferdiydi. Yatalak bir annesi işsiz bir babası vardı, 6 yaşındaydı kız kardeşi nazlı! nazlı tam bir yıldır ablasının ona pilli bebek almasını bekliyordu. Ablası eve gecikince biraz sabırsızlandı, o akşam nazlı kız 'herhalde ablam bana bu akşam pilli bebek alıp öyle gelecek' diye düşündü!
acı bir tebessüm ifadesi vardı aynurun yüzünde,onun bugüne kadar kahkalarla güldüğünü hiç gören olmamıştı! pilli bebekle oynama yaşını çoktan geçmiş olan kız kardeşini düşündü bir an genç kız minibüse binerken!
Aynurun bir de asalak abisi vardı maaşını alır almaz kuzgunun leşe yapıştığı gibi kızın başına çöken abisi! akşama kadar ayakkabılaının topuğunu eze eze mahallede volta atan bir serseriydi murat! evlerine gelen komşuları annesi ilaç alsın diye yastığının altına para koyuyorlardı bazen, ama murat hasta ziyaretine gelenler gider gitmez yastığın altını kontrol edecek kadar aşağılık bi adamdı!
genç kız beyaz hayallere dalmıştı elindeki pembe poşete sarılırken. Saat akşam 10a geliyordu iki yolcu kalmıştı minibüste iki durak sonra onlarda indi yanlız aynur kalmıştı minibüste!aynadan genç kızı bakışlarıyla taciz eden şoför aynurun İNDİR BENİ demesine aldırış etmedenson durağıda geçti! iğrenç bi kahkahayla telefonundan birilerini aradı 'müthiş bi piliç yakaladım çocuklar her zamanki yere gidiyorum hemen gelin' dedi.Genç kız beyaz hayallerinden irkildi.beyaz hayalleri yerini bembeyaz bir surata bıraktı! kalbi duracaktı. dizlerinin bağı çözülmedi sanki koptu! bağıramıyordu bile korkusundan bayıldı. ormanlık bi yerde durdu minibüs şoför kızı aşağı indirdiağzını bir bantla kapadı! başınada bir un çuvalı geçirdi! genç kızın bebek saflığındaki gözyaşlarısüzülürken yanaklarından dört karanlık adam daha geldi ve sanki intikam alır gibi tecavüz ettiler, saatlerce...
hani öldü öldü dirildi derler ya genç kız öldü ama bir daha dirilemedi kızın öldüğünden emin olmak için nabzını kontrol ettiler NABIZ YOKTU! kahkahalarla çıkardılar aynurun başındaki çuvalı içlerinden biri donakaldı MURAT dedi biri! ne oldu murat? dedi öteki. murat cevap veremedi çünkü tecavüz ederek öldürdükleri minik elleri olan genç kız muratın kız kardeşi aynurdu!

bir türlü bırakmadığı, eliyle sımsıkı tuttuğu pembe poşetten küçük nazlı kız için aldığı pilli bebek ve ABİSİ için aldığı beyaz gömlek çıktı. poşetten çıkan en anlamlı şey ise üzerinde 'SİZ BENİM HERŞEYİMSİNİZ' yazan küçük bir kağıttı...

Bir rüya



Bir sabah uyandı. O sabah onun için çok güzeldi. Çünkü çok parası vardı. Kumar oynuyordu, uyuşturucu satıyordu iyi olmayan her şeyi yapıyordu. Melekler kadar güzel bir eşi ve dünyalar kadar tatlı 2 tane kız çocuğu vardı ama değerini bilmiyordu.
Kumarda yeni kazanmıştı. Çok parası olmasına rağmen yine de ailesine çok para bırakmıyordu. Ailesi çok açtı. Eşi ve çocukları onun umrunda değildi. Onun göz dönmüştü. Tam bir kumar hastasıydı.
Ne kadar konuşsalar ne kadar çabalasalar boşunaydı. Hiçbir şey onu eski günlerine geri getiremezdi. Kim yaptıysa kim soktuysa onu bu hale lanet okuyordu ailesi. Çok değişmişti. Önceden ailesine eşine ve çocuklarına çok değer veriyordu. Onlara bakıyordu, eve ekmek getiriyordu, çocuklarının her isteğini yerine getiriyordu. Namaz kılardı dinine düşkün biriydi. Artık hiçbiri umrunda değildi. Varsa yoksa kumar. Bir sabah kalktı. Mutfağa gitti. Karısı yiyecek olmadığı için sadece 1 tane yumurta kırmıştı – zaten ondan başka bir şey yoktu- . Yemedi kahvaltı yapmadı karısından nefret ediyordu. Yüzünü bile görmek istemiyordu. Bakınca midesi bulanıyordu. Hemen koşarak odasına gitti. Karısı arkasından:
-Dur nereye gidiyorsun? Kahvaltı hazırladım yemek yemeden mi gideceksin?
-Git başımdan defol! Senden nefret ediyorum artık çık git evimden!
-Ne diyorsun sen nereye giderim ne yaparım bir başıma?
Çocuklar odada tartışma seslerini duyuyordu. Çok korkuyorlardı.
Mehmet ( babaları):
-Akşam geldiğimde seni burada görmeyeceğim çık git evimden! Dedi ve gitti.
Bir lokma yemek yemedi. Yola çıktı otobüs beklememek için taksi çağırdı. Nasılsa çok parası vardı. Çok beklemeden taksi geldi. Bindi ve hemen kahveye gitti. Kapıdan geçmeden önce aç olduğunu hissetti. Hemen gidip kendisine bir şeyler ısmarladı. Dillere destan bir kahvaltı yapmıştı.
"bu kadar güzel kahvaltı yapmak varken ben neden evdeki iğrenç şeyleri yiyeyim ki?" diye düşündü kendi kendine. Yemeği bitti hesabı ödedi ve hemen oradan çıktı. Acele ediyordu. Bugün çok şanslı hissediyordu kendisini bir an evvel gidip oynamak istiyordu. Çok geçmeden oraya vardı. Herkes onu bekliyordu. Oturdular oyuna akşama kadar oynadılar. Adam bütün parasını koymuştu ortaya. Evet şanslıydı. Yüzü gülüyordu. Kazandı, ortadaki bütün parayı aldı. Yine milyarlar kazandı.
Evdekiler yine açtı. Anneleri çocuklarını düşünüyordu. Kumar oynadığını bilmiyordu. Neden değişti? Neden böyle oldu diye düşünüp duruyordu. Çocukları olmasa hemen boşayacaktı ama çocukları büyük engel oluyordu. Çocuklarından birinin adı Melek diğerinin adı Rüya idi. Melek 6 Rüya ise 10 yaşındaydı. Melek' in yaşı küçük olduğu için henüz hiçbir şeyin farkında değildi. Rüya'nın da yaşı küçüktü ama aklı her şeye eriyordu. Ama bir türlü anlamıyordu babasının neden böyle olduğunu. Bir tek o değil kimse anlamıyordu. Annesi Artık dayanamadı. Çocuklarının bu durumda olmasına çok üzülüyordu. Aç kalmalarına dayanamıyordu. Üstelik bakkala ve komşularına bir sürü borcu vardı. Kocası bu kadar zenginken çok parası varken ona hiç para vermemesi çok acıklı bir durumdu. Giyindi, hazırlandı ve çocuklarını alıp aşağı indi. Ailesi onu eve almazdı. Biliyordu. Çünkü ailesi Mehmet ile evlenmesine izin vermedi o da izinsiz kaçtı. Şimdi yüzüne bile bakmazlardı onun. Çareyi dışarıya çıkıp yiyecek aramakta buldu. Çünkü kocası onu evde görmek istemiyordu. Ne yapacağı belli olmazdı. Dışarı çıktı. Tabii çocuklarıyla beraber. Onları zaten bırakamazdı. Onlar için yaşıyordu. Bakkala gitti. Adama:
-Senden son kez istiyorum. Ne olur yalvarırım biraz ekmek ve biraz yiyecek ver. Çocuklarım çok aç kendim için istemiyorum. Bana acımıyorsan şu çocuklara acı. Adam:
-Ne diyorsun sen ya o kadar yiyecek verdim hala borcunu ödemedin bana. Kocanın o kadar parası var. Kadın:
-Kocamın o kadar parası var ama vermiyor. Ne yapayım ne olur biraz ver. Adam:
-Tamam, ama bak bu son sen çocuklara dua et. Dedi ve Sepete malzemeleri koyarken devam etti
-Kocan bütün parayı kumarda kazanıyor senin haberin var mı? Haram para işte neye yarar ki!
-Ne, ne nasıl ya ne dediğini farkında mısın sen? Ne kumarı ne haramı? Adam:
-Evet, senin o kocan olacak adam kumar oynuyor herkesin ağzında bilmiyor musun? Kadın biraz fenalaştı ama kısa sürede toparlandı ve:
-Tamam, anladım teşekkür ederim bilmiyordum. Allah senden razı olsun. En yakın zamanda ödemeye çalışacağım. Dedi ve oradan hızla çocuklarıyla beraber uzaklaştı.

Adam çok mutluydu. Bütün hepsini kazanmıştı. Çok parası vardı artık. Kahveden çıktı ve bir cefa'ya gitti. Cafe'de birine telefon açtı.
-Alo. Karşıdaki ses:
-Merhaba Mehmet. Neredesin?
-Ben sana söylediğim cafedeyim.
-Tamam, yarım saate oradayım.
-Tamam, parayı getirmeyi unutma.
-Unutmam sen de malı unutma.
-mal yanımda hadi çabuk ol.
Yarım saat sonra adam cafe ye geldi. Çantasını açtı ve içinden para çıktı. Mehmet gülümsedi ve:
-işte bu. Benim istediğim buydu. Ver bakalım şu çantayı parayı saymam lazım
-Para tamam. Hiç eksik yok.
-tamam, mal da burada
Çantayı kaptığı gibi eve gitti. İçeri girdi. Olamaz karısı oradaydı. Karısının adı Dilek idi. Dilek artık korkmuyordu ne yaparsa yapsın umrunda değildi. Çocukları üst komşusuna bırakmıştı. En sonunda patladı:
-Ne yapmaya çalışıyorsun sen?
-Bir şey yapmaya çalışmıyorum.
-belli oluyor ya ne oldu sana böyle
-bir şey olduğu falan yok hani sen gidecektin geldiğimde evde olmayacaktın.
-gitmedim. Nereye gideyim. Ailem yüzüme bile bakmaz sokaklarda mı kalayım çocuklarımla
-orası beni ilgilendirmez.
-gel vazgeç şu işten yuvana dön ailemize dön. Adam şaşkınlık içinde ve biraz da korku içinde.
-ne işten?
- ne demek ne işten biliyorum senin kumar oynadığını.
-başka ne biliyorsun hem nerden biliyorsun sen bunu?
-bakkal söyledi ayrıca herkesin ağzındaymış. Lütfen sen böyle değildin kim değiştirdi seni böyle. Gel vazgeç şu işten bir sürü borcumuz var ne yaptımsa vazgeçmedin. Çocuklarımız için vazgeç lütfen yine eskisi gibi yaşayalım
-ben bir şey yapmıyorum kim dediyse yalan demiş.
-peki, öyle olsun.
O gece çocukları annesi komşudan almadı. Mehmet çok düşündü uyumadı. Uyku tutmadı bir türlü. O da kendi kendine düşünüyordu. "neden böyle oldu gerçekten beni kim böyle yaptı. Çocuklarım kaç gündür açlardır kim bilir. Allah"ım bana güç ver. Nasıl kurtulacağım ben bu işten" diye. Bütün gece yatakta dolandı durdu. Sabah oldu. Karısı erkenden iş aramaya çıkmıştı. Mehmet hazırlanıp evden çıktı. Yolda yürürken parası da yanındaydı. Hemen bir otobüse bindi. Otobüste yol boyunca düşündü: "son bir kez oynayacağım bugünde şanslı hissediyorum. Son kez bir kere daha. Sonra hayatım boyunca bırakacağım bu işi. Hemen kahveye gitti oradakilere:
-bugün son kez oynayacağım. Dedi. Adamlar:
-ne diyorsun sen yoldan sapma aklını başına topla çok zengin olacaksın.
-hayır, ben kararımı verdim aileme sahip çıkmalıyım.
-aile dediğin ne senin ya boş ver onları salla gitsin kim takar. Gel vazgeç sen burada daha mutlusun
-hayır dedim son kez oynayacağım.
-peki, bu senin kararın ama pişman olacaksın
- o da benim sorunum
Son kez oturdu elleri titriyordu. Kazanamayacaktı belki. Belki bütün her şeyini kaybedecekti. Bu çok büyük bir riskti.bu riski göze aldı. Oyun bitti. Kaybetti , dünya başına yıkıldı. Herkes güldü ona kaybetmesine , dalga geçtiler onunla. Zaten borçları vardı herkese şimdi bir borç daha yüklendi hem de kumar borcu. Çok paraydı. Asla denkleştiremezdi o kadar parayı. Sattığı uyuşturucuların parasını da koymuştu ortaya. Hepsi gitti. Herşey buraya kadarmış.
Eve gitti tövbe etti. Yalvardı Allah'a yakardı:
-Allah'ım sana yalvarıyorum affet beni. Ne olur Allah‘ım yalvarıyorum sana. Eşimi çocuklarımı nasıl ihmal ettim ben nasıl yaparım bunu. Dedi
Yerinden sıçradı. Hayıııııııııırrrrrrrrrrrrrrrrrrr diye bağırdı. Uyandı ter içinde kalmıştı. Yanında eşi vardı. Melek yüzlü eşi. Hemen ayağa kalktı elini yüzünü yıkadı. Çocuklarının odasına gitti. onların yanağına bir öpücük kondurdu. Hemen odasına gitti. eşinin de alnına bir öpücük kondurdu ve :
-ohh hepsi rüyaymış. Allah'ım sana şükürler olsun bana böyle bir aile verdiğin için dedi ve bir ömür boyu mutlu yaşadılar



Ayşenur Edis

Yavru Balina İle Köpekbalığı



Annesi balina avcıları tarafından öldürülen yavru balina Atlas Okyanusu’nda yüzerken etrafını yirmi kadar köpekbalığı sardı. Başkan köpekbalığı yavru balinanın yanına gelerek: “ Seni tanıyorum ve durumunu çok iyi anlıyorum yavru balina. Ama üzülmekle eline bir şey geçmez. Anneni insanlar öldürdü. Sen bunu onların yanına bırakmamalısın. Annenin intikamını almalısın. Biz senin dostunuz. Sana öldürmeyi öğretip, insanların üstüne salacağız. Çok yakında insanlar yavru balinayı tanıyıp, ondan korkacaklar “ dedi.
“ Annemi yerler mi insanlar? “ diye sordu yavru balina.
“ Yerler yavrum. İnsanlar acımasızdır. Onlar dünyadaki tüm canlıları acımasızca öldürürler. Hoş, insanlar birbirlerine karşı da acımasızdır. Ben buralarda çok gördüm gemiler içinde savaşan insanları. Dedem insanların toprak üstünde de savaştıklarını söylerdi. Savaşı kazanan kahraman olurmuş. “
“ İnsanlar kötü yaratık desene? “
“ Hem de çok kötü yaratık. “
“ O zaman beni annesiz bırakan, bana günlerce gözyaşı döktüren insanları cezalandıracağım, ama bunu nasıl yapacağımı bilemiyorum. “
“ Öğrenirsen bilirsin. Haydi, yavrucuk peşimden gel. Siz de peşimden gelin köpek kardeşlerim. Derinlikler bizi bekliyor. “

Aradan bir ay geçti. Bu sürede köpekbalıkları bildikleri öldürme yöntemlerini yavru balinaya öğrettiler. Hedef, insanların toplu halde yüzdükleri plajlar olacaktı. Plajlar, insan kanına boyanacaktı. Yavru balina, öldürürüm, parçalarım, diyordu ama onu plaja salmadan önce bir deneme yapmalıydı. Bakalım öldürebilecek miydi? Beş köpekbalığı yalnız yüzen insan aramaya başladı. Deniz fenerinin yakınında bir çocuk yüzüyordu. İlk kurban o olacaktı. Köpekbalıkları sahilden uzak kaldılar. Çocuğu ürkütmek istemiyorlardı. Yavru balina hızla çocuğa doğru yüzmeye başladı. Fenerin oralar derin demişti köpekbalıkları, çocuk demek ki, usta yüzücüydü. Yoksa onun ne işi vardı böyle derin yerde. Yavru balina kafasını suyun üstüne çıkardı, daha sonra gövdesi ve kuyruğu göründü. Çocuk, yavru balinayı hemen fark etti. Derin bir nefes alıp suya daldı. Balina yavruydu ama dört metre boyundaydı. Sahile doğru yüzmeye kalksa bunu başaramazdı, çünkü yavru balina ondan çok daha hızlıydı. Yetişmesi an meselesiydi. Bundan dolayı çocuk sahile paralel yüzüyordu. Yavru balina çocuğa yetişti, bir süre onunla yan yana yüzdü ve aniden dönerek ağzını açıp kapadı. Yavru balina köpekbalıklarının yanına döndüğünde:

“ Görevimi başardım. Çocuğun işi tamam “ dedi.
“ Çocuğu parçaladın mı? “ diye sordu, başkan köpekbalığı.
“ Hayır, parçalamadım “ dedi yavru balina.
“ Parçalamadın mı? O zaman ne yaptın? “
“ Çocuğu yuttum. “
“ Yuttun mu? “
“ Evet, yuttum…Çocuk şimdi midemde. “
“ Öyle veya böyle, çocuğu öldürmüşsün işte. Seni kutlarım yavru balina. Biz yarın uzaklara gidip bir toplantıya katılacağız. Birkaç gün yokuz. Sen şu ilerdeki plaja git, yakaladığını ister parçala, ister yut. Sıradan bütün plajları dolaş. İnsanlara acıma yok. “

Köpekbalıkları döndüğünde yavru balinayı buldular. Yavru balina yirmi insanı acımadan öldürdüğünü, insanların plajlara çıkamadığını, etrafa korku saldığını söyledi. Köpekbalıkları bu habere çok sevindiler. Ertesi gün bir köpekbalığı deniz fenerinin yakınındaki sahilde yavru balinanın yuttum dediği çocuğu gördü. Başkanı bularak durumu anlattı. Başkan, bunun üzerine çok sinirlendi. Nefretle yavru balinanın üstüne gitti:
“ Hani yutmuştun o çocuğu, bak fenerin oradaymış. Sen bizimle dalga mı geçiyorsun? “ Köpekbalıklarının etrafını sardığını gören yavru balina:
“ Şey, yutmuştum ama hazmedemedim, kusuverdim. Çocuk midemi tekmelemişti. “
“ Sus, yalancı seni, çocuğu yutmadın, plajlara saldırmadın, bütün plajlar dolu. Hani plajlara kimse çıkamıyordu, hani etrafa korku salmıştın. Yalan, hepsi yalan. Madem öldüremiyorsun, ölürsün. Şimdi seni…”
Başkan köpekbalığı sözlerini tamamlayamadı, çünkü yavru balina:
“ Beni ne yaparsın? Sıktın artık, çekil önümden “ dedikten sonra, ona sert bir kafa vurarak denizin derinliklerine yolladı.
Yavru balinanın önü açılmıştı. Gücünün yettiği kadar hızlı yüzmeye başladı. Karşısı sahildi. Artık geriye dönüş yoktu. Peşinde sürüyle köpekbalığı vardı. Yakalarlarsa parçalarlardı. Yavru balina kendini sahile zor attı. Debelendi kumun üstünde biraz daha, biraz daha ilerledi. Gücü tükenince başını sıcacık kumun üstüne bıraktı. Çocuk yavru balinayı tanımıştı. Onun yanına geldi:
“ Ne oluyor, yavru balina? Neden sahile çıktın? “
“ Oh, sen miydin? Nasılsın çocuk? Adın neydi senin? “
“ Benim adım Mark. İyiyim de burada ne işin var? “
“ Benim adım de Sili. Geçenlerde tanışmıştık, hatırladın mı? “
“ Hatırladım. Bir süre yan yana yüzmüştük, sonra sen gitmiştin. Üstüme gelirken beni yiyeceksin sanıp korkmuştum.”
“ Kim? Ben mi seni yiyecektim? O bir şakaydı. Seni korkuttuğum için özür dilerim. Beni affet.”
“ Affettim gitti. Anlat bakalım Sili, neler oluyor? Neden denizde değil de buradasın? “
Yavru balina olanları anlattıktan sonra:
“ Ya, işte böyle Mark, köpekbalıkları peşimde, sayıları yirmiden fazla. Onlarla yalnız başıma çarpışamam. Acı gerçek ama benim için böylesi daha iyi olacak. “
“ Köpekbalıkları toplantıya gittiğinde kaçıp gitseydin uzaklara veya balinalardan yardım isteseydin? “
“ Kaçsam kısa zamanda yakalanırdım. Kurtuluşu yoktu. Okyanustaki bütün köpekbalıkları peşime düşerdi. Balinalardan yardım isteyemezdim, çünkü bu korkunç bir savaşın başlangıcı olurdu. Yüzlerce balina ve köpekbalığı birbirine girerdi. Arada belki ben de ölürdüm. Oysa şimdi sadece ben ölüyorum, hiçbir balinayı tehlikeye atmıyorum. Bir benim için başkalarının keyfini kaçıramam. Sili ölürse kıyamet kopmaz. Hayat devam eder. Dünya uzayda nokta kadar, fakat Sili dünyada nokta kadar bile değil. “
“ Annen yaşasaydı köpekbalıkları sana sokulamazdı. Bu duruma düşmezdin. “
“ Onun orası öyle de annemi insanlar öldürdü. Asıl suçlu annemi öldüren insanlar. Mark, sence insanlar annemi neden öldürdü? “
“ Kazanç uğruna. Bazıları kendileri kazansın diye can alıyorlar. Öldürürken düşünmezler ki, balinanın yavrusu ne olacak? Yavru annesiz ne yapacak? Örneğin; annesiz, babasız bir çocuk ne olur, ne yapar, nasıl yaşar? Çocukken bunu düşünen biri büyüdüğünde diğer canlıların hayatına saygı duyar, onlara zarar vermez. Tanrı şahidimdir ki, ben insan olsun, diğer canlı varlıklar olsun hiçbirine zarar vermeyeceğim. Yemin ediyorum. “
“ Seni seviyorum, Mark.”
“ Ben de seni seviyorum, Sili. “

Hayat Dediğin



Öyle sabah uyanır uyanmaz yataktan fırlama yarım saat erkene kurulsun saatin
Kedi gibi gerin, ohh ne güzel yine uyandım diye sevin..
Pencereni aç, yağmur da olsa, fırtına da olsa nefes al derin derin.
Yüzüne su çarpma, adamakıllı yıka yüzünü serin serin.
Geceden hazır olsun, yarın ne giyeceğin.
Ona harcayacağın vakitte bir dilim ekmek kızart
Çek kızarmış ekmek kokusunu içine
Bak güzelim kahvaltının keyfine..
Ayakkabıların boyalı olsun, kokun mis,
önce sana güzel gelsin aynadaki siluetin
Çık evinden neşeyle, karşına ilk çıkana gülümse, aydınlık bir gün dile
Sonra koş git işine, dünden, önceki günden, hatta daha da eskiden ,yarım ne kadar işin varsa hepsini tamamla, ohhh şöyle bir hafifle
Bir güzel kahve ısmarla kendine, seni mutlu eden sesi duymak için alo de
Hiç işin olmasada öğle üzeri dışarı çık
Yağmur varsa ıslan, güneş varsa ısın, hatta üşü hava soğuksa
yürü, yürürken sağa sola bak, öylesine değil, görerek bak
Çiçek görürsen kokla, köpek görürsen okşa, çocuk görürsen yanağından Makas al..

Sonra, şöyle bir düşün, kimler sana yol açtı, sen çok darda iken kimler seni ferahlattı, hani kapını kimsenin çalmadığı günlerde kimler kapını tıklattı?

Ne kadar uzun zamandır aramadın onları değil mi?
Hadi hemen uğrayabilirsen uğra, arayabilirsen ara
Hatırlarını sor, öyle laf olsun diye değil, kucaklar gibi sor..

Bu sadece onların değil, senin de yüreğini ısıtacak, yüzünde güller açtıracak..
Günün güzeldi değil mi? Akşamın da güzel olsun..
Yemeğin ne olursa olsun, masanda illaki kumaş örtü olsun..
Saklama tabakları, bardakları misafir Sizden ala misafir mi var bu dünyada
Ailecek kurulun sofraya, öyle acele acele değil, vazife yapar gibi hiç değil,
şöyle keyife keyif katar gibi, lezzete lezzet katar gibi, eksik bıraktıklarını tamamlar gibi tadına var akşamının..

Gece evinde, dostların olsun. Sohbet mezen, kahkaha içkin olsun..
Arkadaşım, hayat bu daha ne olsun?
Ama en önce ve illaki sağlık olsun

Çöl ve Deniz



Aslında ikisi bir arada asla düşünülemez.
Biri suya hasrettir, diğeri yanıbaşında da olsa yardım edemez kuma
Bulutlara emir ilahi edemez yağmaz bir damla yağmur çöle .
Güneş, bulutları nemle doldurur gidip kilometrelerce uzağa yağar ama yanı başında çöle bir damla rahmet düşmez.

Yan yana ama sırt sırtadır onların görevi kainatta. Hep düşünmüşümdür. Kocaman denizde susuzluktan ölen insan hep bir ibrettir düşünene, kocaman çölde onca kızgın güneşe kuma rağmen kurtulursun kıyıya geldiğinde yine susuzluktan ölürsün.
Çöl ve deniz iki dost aslında ibretli hayatlarında bakmak isteyenlere adeta seslenir gibiler. Fayda vermez şu alem kimseye ne çöl denize ne deniz çöle. Aslında bir birlerine çok benzerler. Denizin deryanın ortasında susuz ölürsün.Çölün Ortasında da susuzluktan ölürsün. Rahmet sadece bulutların tuzlu suları arıtım yağmasıyla başlar.
Çöller yeşermez. Denizler taşmaz. sadece susuz kalanlar bilir susuzluğun ne demek olduğunu ucunda ölüm aslında rahmetten men edilmekse eğer çöle dönen dünyamız çöl olarak kalsın. Susamış gönüller rahmetle yeşersin ozaman çöl ve deniz sadece hayat gemisinin yürütüldüğü yerdir rota iskele sancak.Yada bir kervanın arkasında kalmış bir yolcu, biraz oyalanan biraz koşan işte tek gerçek yol ve yolcu..........Çöl veya Deniz fark etmezki
Rahmet bulutları nereye iniyorsa kervan orda,yada tersi kervan nerde rahmet bulutları orda vesselam yolcu yolunda gerek............

Güneş Ve Rüzgar



Güneş ve Rüzgar,hangisinin daha güçlü olduğu konusunda tartışırlar.
Ve Rüzgar"Sana benim daha güçlü olduğumu kanıtlayacağım "der.
"Şuradaki yaşlı adamı görüyor musun hani şu üstünde palto olan.Bahse girerim o paltoyu üstünden senden çok daha çabuk söküp alabilirim."
Bu denemeye razı olan güneş bir bulutun arkasına gizlenir ve rüzgar bir fırtına gücüyle esmeye başlar. Ancak rüzgar şiddetini ne kadar artırırsa yaşlı adam da paltosuna o kadar sarınır.Sonunda rüzgar pes edip durulur ve güneş bulutun arkasından çıkarak yaşlı adama sıcacık gülümser.Bunu gören yaşlı adamın yüzünde bir hoşnutluk ifadesi belirir. Ve paltosunu çıkarır.
İddiayı kazanan Güneş Rüzgara;
"Dostluk ve Naziklik her zaman haşinlik ve zorbalıktan daha güçlüdür."der.
Herkese Sevgiler

sevgiliye hicret



yüreğimi ağlamaktan hissetmez haldeyim. göz yaşlarım insanların içinde de durmak bilmiyor. her şeye nedensizağlarmış gibiyim. Oysa sürgünde geçen yıllar sonra şehrime geldiğim halde sanki gurbetteyim. sanki son toparlanmadan sonra gidecekmişim gibi aceleciyim.
önce kitaplarla yeniden hem hal olmalıyım. Bunu fark ettim. her şeyi unutarak alfabenin ilk harfinden başladım. önce bana verilen ilk ilham oku diyerek başlıyordu. Bu okumak ezberlemek, anlamak, öğrenmekle bitmiyordu. hayatı yeniden okumaya başladım. sonra kendimi. Sonra yıpranan yüreğimle, eğri büğrü yaşamımla bunları anlayamayacağımı hayatı silip yeniden başlayamayacağımı gördüm. Bir başlangıç yaptım. zamanla oturacaktı. Temel su almıştı. Ana iskelet için daha beklemem gerekiyordu. Yaşayarak öğrenecektim yeniden. ama zaman dardı.tüm yapı yalamaydı. yıkılanın yerine konulan tutmuyor, sağlam durmuyordu.
Hicreti okudum. sufilerin dediği gibi içime kapandım. hatalardan kaçtım. Ama hayat devam ederken olayların seyrinde binlerce fersah gittiğim halde hala çok zor ayakta durabiliyor, düşüp kalkıyordum.
Sonra göç etmeye karar verdim. Hayatımın tüm bağlarını sağlıklı bitirmek için işlerimi tasfiyeye, bir yandan da insanlarla vedalaşmaya başledım. işler birbirine ilişiyor. günler günlere erteleniyordu. İnsanlar bitmek bilmiyor. Çok zaman kaybediyordum.
Bir gece oturup düşündüm. Her alanda durmadan mücadele kararı aldım. Buna rağmen umutlarımı yaniden getirecek neydi. bir an kırılmamın sebebini anladım. Sevgiden uzak kalıştı bu. İnsan sevgide uzaklaştıkça matematikselleşiyor, robotlaşıyordu.
gece uykusuz, ertesi gün de çok uzun geçti. bulutlar yerine gelmiş ufuk açılmıştı. Sevgiliye hicret yaşanan yer nere olursa olsun insanı anlamlı kılıyordu. Gözlerim ışıl ışıl, yüreğim göğsüme sığmaz olmuştu. Ellerimin titremesi durmuş, gözlerimdeki yaşlar hüzün ve mutluluk karışık hal almıştı. işler rasgitmeye zaman çok hızlı akmaya başlamıştı. Kısa bir sürede toparlandım. kimse beni üzemiyor ve yorulmuyordum.
sevgiliye hicretimle kendime geldim. tüm taşlar yerine oturmuştu. düşler, rüyalar gerçek hayatın bir kaçış yeriydi. Çoğu insan gerçek hayatı da oyalanarak kaybedip tüketiyordu. Hicret edilecek yer olmayınca insan özgülüğü bulamıyordu.

Aşk Ve Sadakat



Kadın her sabah olduğu gibi o günde beyaz değneği ve el yordamı ile
otobüse binmişti.
şoför : -Soldan üçüncü sıra boş hanımefendi, dedi.
Kadın 32 yaşında güzel bir bayandı ve eşi oldukça yakışıklı bir deniz subayı idi. Bundan bir kaç ay önce yanlış bir teşhis sonucu gerçekleştirilen ameliyatla gözlerini kaybetmişti genç kadın ve asla göremeyecekti.
Kocası ameliyattan sonra acı gerçeği öğrenince yıkılmış ve kendi kendine
bir söz vermişti. Asla karısını yalnız bırakmayacak, ona sonuna kadar destek olacak, kendi ayakları üzerinde durana kadar cesaret verecekti.
Günler geçiyordu. Kadın her geçen gün kendini daha kötü hissediyor, çok
sevdiği kocasına yük olduğunu düşünüyordu. Eşinin bu içine kapanık,karamsar hali kocayı çok üzüyordu. Bir an önce bir şeyler yapması gerekiyordu, karısı
günden güne kendi içine kapanık dünyasında kayboluyordu.
Bütün gün düşündü koca, nasıl yardım edebilirim güzeller güzeli eşime diye. Birden aklına eşinin eski işi geldi. Geri dönmesini isteyecekti. Ama bunu ona nasıl söyleyecekti, çünkü artık çok kırılgan ve neşesizdi. Bütün cesaretini toplayarak akşam karısına konuyu açtı.
Karısı dehşetle gözlerini açtı:
- Ben bunu nasıl yaparım ben körüm, diye bağırdı.
Kocası ona destek olacağını, her sabah kendisinin işe bırakacağını ve akşamları da iş çıkışında alacağını ve ona çok güvendiğini söyledi. Çünkü eşini tanıyordu ve bunu başarabileceğini biliyordu. Kadın büyük bir umutsuzlukla kabul etti çünkü eşini çok seviyordu ve onu kırmak istemiyordu.
Her sabah eşini işine bırakıyor ve akşamları da alıyordu fedakar koca. Günler böyle ilerledi, karısı eskisinden biraz daha iyiydi. Fakat kocası daha fazlasını istiyordu, kendisine söz vermişti sonuna kadar gidecekti. Aksam karısına:
- Artık işe kendin gidip gelmelisin, dedi.
Kadın şaşırmıştı. Bunu asla yapamayacağını söyledi. Kocası ısrar edince onu yine kıramadı ve bütün cesaretini topladı. Bunu kendisi de istiyordu ama o
kadar güveni yoktu. Sabahları kadın artık otobüs durağına kendisi gidiyor, otobüsüne biniyor ve otobüsten inerek işine gidebiliyordu . Günler günleri kovaladı, hiç bir problem yoktu.
Yine bir gün otobüse binerken,
şoför : - Sizi kıskanıyorum, hanımefendi dedi.
Kadın kendisine söylenip söylenmediğini anlayamadan, neden diye sordu.
Şoför: - Çünkü her sabah sizin arkanızdan bir deniz subayı genç adam
otobüse biniyor ve bütün yol boyunca sevgi ile size bakıyor, otobüsten
indikten sonra yeşil ışıkta yolun karşısına geçmenizi bekliyor siz binaya girdikten sonra arkanızdan öpücük yollayıp size her gün sevgiyle el sallıyor............

VERMEYİNCE MABUT NE YAPSIN SULTAN MAHMUT




Bazan öyle talihsiz insanlar vardır ki, her işleri ters gider, şansları gülmez mânâsında kullanılan bir deyim.

Ziya Paşa'nm dediği gibi:
Bîbaht olanın bağına bir- katresi düşmez
Baran yerine dürrü güher yağsa semadan
Halk şairleri de bu konuda şöyle demişler:
Kara bahtım kem talihim
Taşa bassam iz olur
Ağustosta suya girsem
Balta kesmez buz olur.

Bu deyime konu olan hikâyenin kahramanı da, böyle talihsiz, bahtı gülmezin biriymiş. "Tıkandı Baba" takma adıyla anılan, şanssız olduğu kadar saf, başına konmak isteyen devlet kuşlarım daha havada iken ürkütüp kaçıran bir adamcağızmış.
Sultan I. Mahmut devrinde, Üsküdar'da yaşayan bu şanssız kişi, yorgancılık yaparmış. Kısmetsizliği, daha çocukluğunda başlamış. Testiyi eline verip çeşmeye yollasalar, bir kurbağa gelir, musluğu tıkarmış. Boş testi ile evine döner, babasına: "Tıkandı baba..!' dermiş. Çarşıya gönderseler, "Tükendi" diye eli boş dönermiş.
Şanssızlığı ile o kadar ün kazanmış ki, Sultan Mahmut'un kulağına kadar gitmiş. "Şeyhi" takma adı ile şiirler yazan, ince ruhlu hükümdar, Tıkandı Baba adı ile anılmaya başlayan bu bahtsız kişiyi kendisi görmek için, Lalasını da yanına alıp, kıyafet değiştirerek Üsküdar'a gitmiş.
Hallaç dükkanına varıp, kendisi ile konuşmuş. Bu adamın saf gönlü ve cilveli kaderi hoşuna gitmiş. Bu garibi sevindirmeye karar vermiş.
Yapılacak yardımın, kendi ihsanı olduğunu da sezdirmek istememiş. Bir tepsi baklava yapılmasını ve her dilimi altına bir altın yerleştirildikten sonra bir zengin konağından armağan olarak verilmiş gibi adamın dükkanına gönderilmesini istemiş.
Tepsiyi göndermişler. Adamcağız çok sevinmiş ya, bir tepsi baklavayı yiyip bitirmektense, satıp parası ile dükkana gerekli bazı şeyleri almanın daha doğru olacağını düşünmüş.
Padişah, saf adamcağızın baklava tepsisini sattığını öğrenince üzülmüş. Bir kaç hafta sonra, nar gibi bir tavuk göndermiş, içinde de altın doluymuş. Bu kez adamın komşusu, tavuğu kendisine satmasını ister. "Sen fakir bir adamsın, vereceğim para ile bir hafta geçinirsin" der. Bu durumu haber alan Sultan Mahmut, öfkelenir. Adamı Saraya getirmelerini ister.
Tıkandı Baba neye uğradığını şaşırır. "Bir kabahat işledim" sanarak tiril tiril titrer. Korkudan yarı baygın bir halde, apar topar padişahın huzuruna çıkarılır.
Sultan ona güler yüzle korkmamasını söyleyerek, olup bitenleri anlatır. Tıkandı Baba hayretler içinde kalarak Padişahın ayaklarına kapanır hem ağlar hem de dua ve şükürler eder.
- Bu böyle olmayacak... der Sultan Mahmut.
Seni şimdi bir yokuşun başına götüreceğim, eline bir çember verecekler, o çemberi hızla yokuş aşağı yuvarlayacaksın. Çember nerede durursa, yokuş başından, durduğun yere kadar olan araziyi, etrafındaki binalarla birlikte sana vereceğim... der.
Padişah, maiyetindekiler ve heyecan içindeki Tıkandı Baba Topkapı Sarayından
Saltanat arabalarıyla, Mercan Yokuşunun başına gelirler. Haberi duyan halk etrafa toplanır. Muazzam bir meraklı kalabalığı önünde Tıkandı Babanın eline kalbur kasnağından yapılmış büyücek ve ince bir çember verirler.
Padişah:
- Haydi bakalım Mahmut, fırlat şu çemberi, kır şeytanın bacağım diye emreder.
Zavallı o kadar şaşkın ve telaşlıdır ki, çemberi tam doğrultusunda fırlatamaz, yana kaçırır.
Sekiz, on arşın gittikten sonra yol kenarındaki bir ağaca çarparak, yaylanıp geri döner ve Tıkandımın tam alnına hızla çarpar.
İki üç defa tekrarlanan bu çember tecrübesinin de her seferinde bir aksilik çıkarak geri teper.
Uzun uzun "La havle, Yâ sabur" çeken Padişah nihayet onu alıp Saraya götürür ve Hazineye sokar. Eline kocaman bir kürek verirler, yığın halindeki altın ve elmasları gösteren Padişah:
- Haydi, der, Daldır şu küreği, daldırıp dolduracağın kürek ne kadar altun alırsa hepsi senin olacak.
Tıkandı Baba bu sefer de küreği ters daldırdığından küreğin kubbesinde ancak bir iki tane altın kalır.
Şair ve ince duygulu Padişah hayretle içini çeker ve:

- Vermeyince Mabud, ne yapsın Mahmut... der.

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...