Türk Masalları >> Balıkçı Dedenin Oğlu Masalı

 Balıkçı Dedenin Oğlu Masalı

Bir varanın, bir sürenin, zaman zamanda iken, kalbur samanda iken, sucu tellal keçi berber iken, tavşan bize çırak iken ben onbeş yaşımda çocuk iken, , samanlık tepesinde çelik çomak oynardım. Öteden doğru dedem geldi: oğlum müjde , baban dünyaya geldi dedi.. samanlık saçağından kendimi attım yere. Sonra eve gittim anam verdi babamı elime. Salla dedi beşiği salladım da salladım. Ben beşiği tıngır mıngır sallarken, elimden beşik kurtuldu. Babam vırak vırak başladı ağlamaya. Anam vurdu bana bir oklava…

Bir varmış, bir yokmuş, vaktin birinde bir balıkçı dede yaşarmış. Bu dedenin gözleri günün birinde kör olmuş. Bunun on iki yaşında bir çocuğu ile bir karısı varmış. Bu kadın, kocası balıkçı dedeye,”Adam “demiş “çocuk okula gitsin, ben de çamaşır yıkar, çalışır size bakarım.

Bununu üzerine çocuk okula gitmeye başlamış.Aradan geçen altı yıl boyunca hep kadın çalışmış, evi geçindirmiş.Çocuk 18 yaşına gelince annesine,”Ana” demiş. “Babamın zanaatı nedir ? O da “ahh demiş, senin babanın yüzünden kırk yıldır yanıp kavruluyorum. Un buldumsa tuz bulamadım, tuz buldumsa, un bulamadım. Yazık ki 6 yıldır ellerin işini görüyorum.Yoksa sen de babanın zanaatına mı gireceksin ?

Çocuk”Yok” demiş”ben sadece babamın ne iş yaptını öğrenmek için sordum” Kadın” tavan arasına çık da bak, demiş. Kapının arkasındaki şeyleri görünce babanın ne iş yaptığını anlarsın.

Çocuk tavan arasına çıkınca kapının arkasında bir serpme le zembil bulmuş. Bunları anası görmeden saçaktan aşağıya atmış. Kendiside tavan arasından inip, anasına” ben babamın zanaatını istemem” dedikten sonra evden çıkmış. Dışarıya attığı serpme ve zembili alarak Tuna kıyısında balık avlamaya gitmiş. O gün akşama kadar sekiz okka balık tutmuş, bunları satarak parasıyla un almış, mum almış, iki paralık da kıyma alıp annesine getirmiş.Kadın sevinmiş, çocuk beş altı ay balık tutup anasını güzelce beslemiş.

Günün birinde memleketin padişahı tellal bağırtıp, saray kadınlarının hamama gideceğini, kimsenin sokağa çıkmaması gerektiğini duyurmuş. O gün dükkanlar açılmamış, kimseler sokağa çıkmamış. Fakat bizim çocuk, tenha yollardan dolaşıp Tuna kıyılarına inmiş ve balık tutmuş yine. Eve dönerken, kadınlar yolda çocuğa rastgelmişler . Padişahın kızı” bu ne laf anlamaz adamdır! Kimse sokağa çıkmasın diyen babamı bile dinlemiyor” diye kızmış.

Çocuk kızın sözlerini duyunca, “Ey hanım sultan, sen seni bilirsin, ben beni. Her ateş düştüğü yeri yakar, benim doksan yaşında bir babam, 80 yaşında bir anam var. Bugün balığa gitmeseydim onlar aç kalırlar, susuz kalırlar, kahvesiz , tütünsüz kalırlardı.

Kız bunun işitince oğlana,” Sen bu balıkları satacak mısın , yoksa yiyecek misin ? demiş. Oğlan “size söyledim ya demiş, bunları satıp anama, babama nafaka götüreceğim. Kız oğlanı saraya götürmüş, balıklarını elinden almış götürüp mutfağa bırakmış. Zembilin içine bir okka altın koyup çocuğa vermiş. “ Haydi git demiş, tuttuğun balıkları her gün buraya getir, sana bir okka altın veririm.

Uzatmayalım,çocuk her gün tuttuğu balıkları saraya götürmüş, bir süre sonra çuvallarla altını olmuş. “Artık kazanacağım kadar kazandım, niye balık tutayım diye düşünüp, balıkçılığı bırakmış.

Padişahın kızı , oğlanın artık saraya gelmediğini görünce,merak etmeye başlamış, günden güne sararmış, solmuş, yataklara düşmüş. Onun derdini hiç kimseler anlamamış. Kız artık büsbütün dermansız kalmış, Padişah kime sorduysa kızının derdini bilen olmamış.

En sonunda bir gün, cariyelerden biri kızın bir yandan ağlayıp, bir yandan konuştuğunu duyup, kulak vermiş ve duyduklarını padişaha anlatmış. Padişah kızının gizli derdini öğrendiği için çok memnunmuş.

Padişah, balıkçı dedeyi huzuruna çağırıp, olan biteni anlatmış. Oğlunu damat olarak almak istediklerini söylemiş. Balıkçı dede “Kız da senin, oğlan da senin demesi üzerine düğün hazırlıkları başlamış. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar.

Onlar ermiş muradına, biz de erelim.Gökten üç elma düşmüş, biri söyleyene, biri yazana, biri de dinleyenin başına.

Türk Masalları >> Güzel Ve Çirkin Masalı

Türk Masalları >> Güzel Ve Çirkin Masalı
Bir zamanlar zengin bir tüccar varmış. Üç kızı olan bu tüccarın kızlarının ikisi son derece bencilmiş. Ama üçüncüsü, yani adı Güzel olanı hem iyi hem de sevgi doluymuş.
Bir gün tüccar, gemilerinin şiddetli bir fırtınada battığı haberini almış. Zavallı adam varını yoğunu kaybetmiş, geriye bir tek kasabadaki küçük evi kalmış. Açgözlü iki kardeş bu durumdan hiç hoşlanmamışlar. Yatakta yatmak ve oflayıp puflamaktan başka bir şey yapmaz olmuşlar. Evin bütün işleri Güzel’e kalmış.
Bir zaman sonra tüccar kayıp gemilerinden birinin limana ulaştığını duymuş. Haberin doğru olup olmadığını öğrenmek için yola çıkmadan önce kızlarına, dönüşte size ne hediye getireyim, diye sormuş. Açgözlü iki kardeşin neşeleri hemen yerine gelmiş.
“Elbiseler ve mücevherler!” isteriz demişler.
“Peki ya sen Güzel?” diye sormuş tüccar.
“Bir gül. O bana yeter,” demiş Güzel.
Birkaç gün sonra tüccar evine dönmek üzere üzgün üzgün yola koyulmuş. Yine yoksulmuş, çünkü son gemiden ona kalan paraları da dolandırıcılara kaptırmış. Akşam karanlığı bastırırken bir ormana varmış. Orman hem karanlık, hem de soğukmuş. Şimşekler çakıyor, rüzgâr yerden karları havalandırıyormuş. Uzaklardan kurtların uluma sesleri geliyormuş.Tüccar nereye gitiğini bilmeden atıyla birlikte karların üzerinde bata çıka saatlerce yol almış, derken birden ileride pencerelerinden dışarı parlak ışıklar sızan son derece güzel bir şato görmüş. Ama bu çok garip bir şatoymuş, çünkü şöminelerinde harıl harıl ateş yanmasına, bütün odaları gün gibi aydınlık olmasına rağmen ortada kimsecikler yokmuş. Tüccar seslenmiş, seslenmiş, ceap veren olmamış. Sonunda, beklemenin bir anlamı olmadığını anlayınca, atını ahıra bağlamış ve salondaki uzun masanın üzerinde hazır bekleyen yemeği yemiş. Sonra bir yatağa yatıp uyumuş. Sabah uyandığında onun için bırakılmış yeni giysiler bulmuş yanıbaşında. Aşağıda da güzel bir kahvaltı onu bekliyormuş.
“Bu şato, bana acıyan iyi kalpli bir periye ait herhalde,” demiş tüccar.
“Ona bir teşekkür edebilseydim keşke.”
Tüccar şatodan ayrılırken, bahçedeki gülleri fark etmiş. ‘Hiç yoksa Güzel’e verdiğim sözü yerine getireyim,’ demiş içinden. Güllerden birini koparmış. Ama koparır koparmaz müthiş bir kükremeyle inlemiş her yan. Çalıların arkasından korkunç görünüşlü bir canavar çıkmış. Öylesine korkunçmuş ki, tüccar neredeyse korkusundan bayılacakmış.
“Seni değer bilmez adam!” diye kükremiş Canavar. “Hayatını kurtardım! Seni besledim, giydirdim! Sen kalkmış güzel güllerimi çalıyorsun. Hemen ölmeyi hak ettin!”
Tüccar Canavar’ın karşısında diz çökmüş. “Gülü kızlarımdan birine götürecektim efendim,” demiş.
“Ben efendi falan değilim, bir Canavar’ım,” diye hırlamış yaratık. Sonra tüccarın tepesine dikilmiş. “O değerli kızlarına gelince... Git, sor bakalım onlara, hayatına karşılık içlerinden biri gelip benimle birlikte yaşar mı? Bu teklifimi kabul eden olmazsa, üç ay içinde öleceksin.”
Tüccar gün ışığıyla aydınlanmış ormanın içinden, üzgün bir şekilde atını sürüp evine dönmüş. Evde iki bencil kız kardeş babalarının başından geçen korkunç maceraları dinlerken kıllarını bile kıpırdatmamışlar. Babaları onlara giysi ve mücevher getirmedi diey küplere binmişler. Ama Güzel onlar gibi yapmamış.
“Baba, izin ver ben gideyim,” demiş hiç tereddüt etmeden.
“Tabii sen gideceksin, suç senin,” demiş kardeşleri. “Gül isterim diye tutturmasaydın, Canavar babamızı öldürmeyi düşünmeyecekti.”
Üç ay geçince tüccar şatoya Güzel’le birlikte gitmiş. Her şey orayı ilk gördüğü gibiymiş: etrafta yine kimsecikler yokmuş, sofra hazırmış. Yemeklerini yemeyi bitirdiklerinde Canavar ortaya çıkmış. Güzel korkusundan tir tir titremeye başlamış, çünkü Canavar babasının anlattığı kadar korkunçmuş, hatta daha da korkunç!
“Buraya kendi isteğinle mi geldin?” diye sormuş Canavar.
“Evet,” demiş Güzel.
“O zaman baban sabah olunca buradan gidecek ve bir daha buraya hiç gelmeyecek.”
Sabah olup da babası gidince Güzel tek başına kalmış. Önce bir süre ağlamış, ama sonra gördüğü rüyayı hatırlayıp biraz olsun rahatlamış. Rüyasında bir peri, “Üzülme, babanın hayatını kurtarmak için gösterdiğin bu cesaret karşılıksız kalmayacak,” demiş ona.
‘Belki de bu yaşama alışırım,’ diye düşünmüş, neşesi yerine gelmiş azıcık. Bahçede dolaşmış, güllere bakarken içi hüzünle dolmuş. Sonra şatonun içini gezmiş. Oda kapılarından birinin üzerinde adının yazılı olduğunu görünce çok şaşırmış. Kapıyı açıp içeri bakmış. Oda tam istediği gibi döşeliymiş, kitaplarla, müzik aletleriyle doluymuş.
‘Canavar beni burada rahat ettirmeye çalıştığına göre, bana zarar vermez herhalde,” diey düşünmüş Güzel.
Sonra bir kitap almış eline. Kitabın üzerinde altın yaldızla, “Sevgili Kraliçem. Her isteğin emirdir benim için,” diye yazıyormuş.
“Şu anda babamı görebilseydim keşke!” demiş Güzel yüksek sesle Bunu der demez odanın öte ucundaki aynada babasının görüntüsü belirmiş. Böylece Güzel’in yalnızlık duygusu ve ev hasreti biraz olsun geçmiş.
O gece yemekte Canavar ortaya çıkmış. “Seni izlememe izin verir misin Güzel?” diye sormuş.
“Buranın sahibi sizsiniz,” demiş Güzel.
“Hayır,” demiş Canavar. “Şatom senin emrindedir. İstersen hemen giderim.” Canavar bir an duraksamış. “Yalnız bir şey soracağım. Beni çok mu çirkin buluyorsun?”
Güzel ne diyeceğini bilmemiş önce. Sonra başını kaldırıp Canavar’a bakmış. “Bunu söylemek istemezdim, ama doğruyu söylemem gerek. Evet, çirkin buluyorum,” demiş.
Güzel, yemeğini bitirince Canavar, “Benimle evlenir misin?” diye sormuş.
“Hayır Canavar, asla,” demiş Güzel.
Canavar derin bir iç geçirirken çıkardığı ses, tüm şatoda yankılanmış.
Her gece saat dokuzda Canavar konuşmak için Güzel’in yanına geliyormuş. Güzel, gün geçtikçe Canavar’a alışmaya başladığını fark etmiş. Hatta geç kaldığında onu merak bile ediyormuş. ‘Keşke,’ diyormuş, ‘bu kadar çirkin olmasaydı! Keşke ikide birde bana evlenme teklif etmeseydi! Çünkü Güzel, Canavar’ın, evlilik teklifini geri çevirdiğinde çıkardığı o sesten çok korkuyormuş.
Canavar bir gün, “Beni sevmeyebilirsin ama, beni bırakıp gitmemeye söz vermelisin,” demiş. Her günü birbirine benzeyerek üç ay böyle geçmiş.
Derken bir gün Güzel aynada babasının hasta olduğunu görmüş. Hemen Canavar’a babasına bakmak için eve gitmek istediğini söylemiş.
“Gidebilirsin, Güzel,” demiş Canavar. “Ama geri dönmezsen kederimden öleceğimi biliyorsun, değil mi? Korkarım ki, babanın yanında kalmak isteyeceksin ve dönmeyeceksin. Ama eğer fikrini değiştirir de dönmek istersen, yüzüğünü yatağının yanındaki sehpaya koyman yeterli. Sabah olduğunda şatomda açacaksın gözlerini.”
“Bir hafta sonra döneceğim, söz,” demiş Güzel.
Ertesi sabah Güzel, babasının evinde, kendi yatağında açmış gözlerini. Babası onu karşısında görünce çok sevinmiş, kendini daha iyi hissetmiş. O gün öğleden sonra, kısa süre önce evlenmiş olan kız kardeşleri babalarını ziyarete gelmişler. Eve geldiklerinde babalarının biricik kızını karşılarında görünce kıskançlıktan ve öfkeden çatır çatır çatlamışlar.
“Dinle!” demiş iki kardeşten biri. “Ona bir oyun oynayalım. Burada bir hafta daha kalmasını sağlayalım. O zaman Canavar gelip onu öldürür.” Bağırıp çağırıp onu kötülemek yerine, iki kardeş gözlerine soğan sürüp Güzel’in karşısına yaşlı gözlerle çıkmışlar ve ondan ayrılmak istemedikleri için ağladıklarını söylemişler. Güzel bir hafta daha kalmaya söz vermiş.
Çok geçmeden Güzel, Canavar’ı babasını özlediği kadar özlediğini fark etmiş. Bir gün rüyasında Canavar’ı şatonun bahçesinde kaskatı ve cansız yatarken görmüş. Uyandığında, ‘Benim yaptığım düpedüz acımasızlık!’ diye düşünmüş. Hemen yüzüğünü parmağından çıkarıp, başucundaki sehpanın üzerine koymuş. Sabah gözlerini Canavar’ın şatosunda açmış.
O günün akşamı Canavar’ı beklemiş. Saat dokuz olmuş. Canavar gelmemiş. Dokuzu çeyrek geçmiş, ortalarda yok. Birden endişe içinde koşa koşa şatodan bahçeye çıkmış. Canavar bahçede boylu boyunca yatıyormuş. ‘Onun ölümüne neden oldum!’ diye düşünmüş Güzel. Hemen ona sarılmış. Canvar’ın kalbi hâlâ atıyormuş!
“Artık dönmezsin diey düşündüm. Yemeden içmeden kesilip ölmeye hazırlandım,” demiş Canavar fısıltılı bir sesle.
“Ama ben seni seviyorum Canavar!” demiş Güzel. “Seninle evlenmek isityorum.”
O anda tuhaf bir şey olmuş. Birden sanki şato daha bir güzel, daha bir ışıltılı hale gelmiş. Güzel bir süre etrafına bakınmış, sonra tekrar Canavar’a çevirmiş başını. Fakat Canavar yerinde yokmuş. Yattığı yerde şimdi genç ve yakışıklı bir prens duruyormuş.
“Ben Canavar’ı istiyorum,” diye ağlamaya başlamış Güzel. Prens bu sırada ayağa kalkmış.
“Canavar benim,” demiş. “Kötü bir peri bana büyü yapmıştı. Beni yüzüne bakılamayacak kadar çirkin bir yaratığa dönüştürmüştü. Bana benimle evlenmek istediğini söylemeseydin, hayatımın sonuna kadar öyle kalacaktım.”
Prens Güzel’i şatoya götürmüş. Şatoda Güzel, babası ve rüyasında gördüğü iyi periyle karşılaşmış.
“Gösterdiğin cesaretin ödülünü aldın,” demiş iyi peri Güzel’e.
Peri sihirli değneğini sallamış. Birden şatodaki herkes Prens’in topraklarında bulmuş kendini. Orada halk coşku ve alkışlarla karşılamış Prens’i. Çok geçmeden Güzel ve Canavar evlenmişler. Düynanın gelmiş geçmiş en mutlu Prens ve Prenses’i olmuşlar.

Türk Masalları >> Canavarlar Ülkesi Masalı

 Canavarlar Ülkesi Masalı

Masal Dünya`sında, sevimli bir ülke varmış. Burada yaşıyan insanların çoğu mutlu ve güler yüzlüymüş. Çoğu zaman birbirleri ile şakalaşır, nükteler üretir, bunlara kahkahalarla gülermişler. Bu neşeli insanların sokaklarda, caddelerde yürümeleri bambaşka bir güzellik sergiliyormuş. Sokaklarda kadınlı, erkekli kümeler halinde uyum içinde yürürmüşler. Erkeklerin etrafa kah caka satarak, kah kaslarını gererek, kah yeni terlemiş kaytan bıyıklarını sıvazlayarak salına, salına yürümeleri görülmeye değermiş. Ya genç kızlar. Onların çıtı pıtı tavırları, sekerek yürümeleri, oyalı mendilleri ve gerdan bükmeleri dillere destanmış. Lokum gibi güzel ve tatlı kızların ünü tüm masal Dünya`sına yayılmış. Sanatçılar onların sevgi dolu bakışlarını çizmişler. Müsizyenler onlar için içli türküler bestelemişler. Su boylarında, sandal gezilerinde onların anısına şiirler söylemişler. Türküler, şarkılar, şiirler yankılanırmış sarp dağların arasında. Hep gezen, yürüyen insanlar için. Yalnız bu insanların çok önemli bir sorunu varmış. Söylenceye göre geçmiş zamanlarda bir büyücü bu insanlara iki kişilik vermiş. Büyücü tüm tılsımını üç büyülü söz üzerine kurmuş. Her kim `at, avrat ya da silah` sözcüklerinden birini kullanırsa tavrı değişiyormuş birden. Bu insanlar duygusal olmalarına karşın, ata bindiklerinde bir başka kişiliğe bürünüyormuşlar. Bu sevecen, neşeli ve güzel insanlar gidiyor, yerine gözleri yuvalarından fırlamış, asık suratlı, dişlerini göstererek çığlıklar ve savaş naraları atan insana benzer saldırgan yaratıklar geliyormuş. Bu sevgi dolu insanlar `avrat` sözcüğünü duyluklarında gözleri dönüyor, ağızları kudurmuş hayvanlar gibi köpükleniyor ve önlerine çıkan kadınlara kim olduklarına bakmaksızın saldırıyormuşlar. Karınca bile incitmeyen, hayvanları sevgi ile besleyen bu insanlar ellerine bir `silah` geçti mi, ulu orta kurşun savuruyor, canlı cansız her şeyi yok ediyormuşlar. Hele `silah`, `at` üzerinde ellerine geçerse vay karşısındakilerin hallerine. Bu yaratıkların atlarını mahmuzlayarak, ağızlarından köpükler saçarak, hırçınca dolanmaları ürkütücüymüş. At sırtında çılgınlar gibi, önlerine çıkan her canlıya saldırmak, onlara zarar vermek ya da öldürmekmiş emelleri. Bu işten pek çok keyif alıyormuşlar. Bir de karşılarına çıkan canlıya zarar verebilirseler, sevinç çığlıkları komşu ülkelerden bile duyulurmuş.

Kral, halkı bu büyüden kurtarmak için tüm bilginleri bir araya toplamış ve düşüncelerini sormuş.
Bilginler :
- Bu insanların yürürken bir sorunları yok. Sorun at sırtına bindiklerinde başlıyor. Bir yolunu bulup ata binmelerini önlersek, belki büyü etkili olamaz. diye yorum getirmişler. Kral, bilginlerin düşüncesini uygun bulmuş, halkın ata binmemesi için ne yapabileceklerini araştırmalarını istemiş.

Bilginler bir süre araştırdıktan sonra, yine Kral`ın karşısına gelmişler :
- Birisi bize, komşu ülkelerde bir araç olduğunu söyledi. Bu araç atsız gidiyormuş ve söylentiye göre attan da hızlıymış. demişler.
Kral, büyük bir umutla bilginlerini görevlendirmiş. Bilginler seçtikleri elçilere komşu ülkedeki atsız aracı inceleme görevi vermişler. Eğer, elçiler atsız aracın sorunu çözeceğine inanırsalar, atların yerine bu araçların kullanılması için Kral emir bile verecekmiş.

Haberciler köy köy dolaşıp bilginlerin görevini halka duyurmuşlar :
Ey güzel ülkenin tatlı insanları, bilginlerimiz hepinizin bildiği büyüyü bozmak için Kral tarafından görevlendirildiler. Komşu ülkelerde atsız araçlar varmış. Bu araçları inceleyecekler. Eğer büyüyü bozacağına inanırsalar, bu araçlar ülkemize getirilecek. Halkımız bundan böyle ata binmeyecek. Bu araçları kullanacak.
Kral`ımız der ki :
`Halkımız mutlu olsun. Artık üzüntülü günler geride kalacak...` Bu haberi duyan herkes pek sevinmiş. Büyü etkin olduğunda canlılara zarar verirken keyifleniyormuşlar, ama sonra çok üzülüyormuşlar. Kolay değil, bir hiç uğruna tanıdık, tanımadık demeden herkesin canına zarar vermek hoşlarına gitmiyormuş. Tarihi görev, günü geldiğinde başlamış. Elçiler, halkın çoşku ve sevgi dolu gösterisi eşliğinde, bir deve kevranı ile komşu ülkeye doğru yolculuğa çıkmışlar. Büyüden uzak kalmak için kervana hiç at almamışlar. Elçiler, derelerden, tepelerden dolana, dolana, deve kervanının hızlıyla aylar sonra komşu ülkeye ulaşmışlar.
Bilginler bu ülkeyi gezerken, atsız aracı görmüşler.
Biraz inceledikten sonra :
- Bu araç tam bizim Kral`ın istediği gibi. At olmadan yürüyebiliyor. Ata binmeyince, insanlar hırçınlık yapamazlar. Hem ata binenler, bu araçtakine zarar veremez. Baksanıza, bu araç attan çok hızlı... diye yorumlarını yapmışlar. Elçiler komşu ülkeden bir örnek aracı alıp ülkelerine götürmek istemişler. Amaçları aracı Kral`a göstermek ve kendi kanılarını Kral`a doğrulatmakmış. Komşu ülke, yeni araçlarını satacak bir pazar bulduğu için elçilerin isteğini uygun bulmuş ve yetkili görevli hemen bir örnek araç hazırlatmış. Örnek aracın nasıl kullanılacağını öğretecek bir sürücüyle araca binen elçiler, kendi ülkelerine dönmüşler. Elçilerin bu hızlı araçla ülkelerine dönmeleri yalnızca birkaç gün sürmüş. Elçiler yeni araçla Kral`ın önüne geldiklerinde, alanda toplanan halk merakla gösteriyi bekliyormuş. Sürücü aracı çalıştırmış. Kral araca binmiş ve araç
hareket etmiş. Atsız aracın yürüdüğünü gören topluluktan bir uğultu kopmuş. Hepsi hayretlerini saklayamamışlar. Gösteriyi izleyenler de inanmış bu aracın atların yerini alacağına. `Artık büyü etkili olamayacak` diye pek sevinmişler. Sürücü, Kral`ın görevlilerine aracı nasıl kullanacağını öğretmeye başlamış. Kral komşu ülkeye haber iletmiş. Yeni araçtan satın alacaklarını bildirmiş. Zaman içinde birer ikişer yeni araçlar gelmeye başlamış. Önce Kral, daha sonra yanındaki görevliler bu araçtan edinmişler. Atlı canavarlar, bu araçları gördüklerinde onlara sadırmaya çalışmışlar ama, araç çok hızlı olduğu için araca yetişememişler. Aracın üzerindekilerin atlı canavardan zarar görmediği tüm ülkede yankı yaparak duyulmuş. Atlı canavarlardan kurtulmak isteyen herkes, bir an önce bu araçtan edinmek için sıraya girmiş. Halkın tüm emeli kendi kendine yürüyen araçtan satın almakmış. Herkes yememiş, içmemiş tüm gelirini biriktirmiş ve bu pahalı aracı almış. Aracı almaya gücü yetmeyenler hala ata biniyor ve atlı canavar olmaya devam ediyormuş. Kral, atlardan tümüyle kurtulmak için ülkenin büyük girişimcilerine destek olmuş. Fabrikalar kurdurmuş. Artık bu güzel ülkede de kendi başına yürüyen araçlar üretilmeye başlanmış. Halk ülkelerinde yapılan araçları daha kolay ve ucuza alma olanağına kavuşmuş. Yıllar hızla akıp gitmiş. Ülkede ata binenler pek kalmamış. Kalanlar da eski etkinliklerini gösterememişler. At olmayınca, büyülü sözcüklerin etkisi azalmış. Artık `avrat` sözcüğünden etkilenenler eskisi kadar çok değilmiş. `Silah` sözcüğü hala ürkütücü oluyormuş ama, büyüden kurtulmak için halkın çoğunluğu silah taşımaz olmuş. Aslında Kral, silah taşıyanı cezalandırmaya başlamış olduğundan, yalnız silahı çok sevenler, eski canavarlıklarını sürdürmek isteyenler, gizliden silah taşımaya devam etmişler. Araçlar çoğalınca önceleri tek tük, sonraları sayıca daha çok tuhaf olaylar olmaya başlamış. Büyüye benzemesin diye bu olaylara `kaza` adını vermişler. Araçlar ya birbirleri ile çarpışıyor, ya da bir ağaca, bir direğe çarpıp parçalanıyormuş. Aracın bir başkası ile çarpışması, eskiden atla yapılan saldırıdan daha kötü sonuç veriyormuş. Artık canlılar eskisi gibi birer, birer zarar görmüyor, topluca canlarından oluyormuşlar. Ülke, bazı günler kan gölüne dönüyormuş. Bazı günler tüm araçlar yollarda kalıyor saatlerce ilerleyemiyormuşlar. Bir araç yolun ortasında durup yük ya da yolcu indirip bindirirken, arkasındakiler onu beklemek zorunda kalıyormuş. Bazen hızla giden bir araç öndekini nasıl geçmesi gerektiğini bilmediği için, arkadan ona çarpıp, hem öndekine hem de kendisine zarar veriyormuş. Sürücüler bazen araçları öyle zorluyorlarmış ki, hıznı alamayan araç, karşı yönden gelen araçla kafa kafaya girip içindeki tüm canlıların ölmesine neden oluyormuş. Halkın görünüşte bu konuda pek suçu yokmuş. Çünkü daha önce yalnızca ata binmiş olan halk, bu araçları ata biner gibi kullanmaya başlamış. Zamanla, araçların üzerindeki gözleri dönmüş sürücüler, yollarda hızla ilerlerken önlerine çıkan her şeyi ezmeye, kırmaya başlamışlar. Sanki ata binerken diğer canlılara saldırdıklarında yaptıkları gibi davranmışlar. Bilginler hemen bir araya gelmişler. Bu `kazaların` nedenini araştırmışlar. Yoksa `büyü` biçim mi değiştirdi derlerken, komşu ülkeden getirdikleri araçla ilgili, pek önemli bir konuda eksiklik yaptıklarını görmüşler. Komşu ülkeden sürücü getirmişler, onun aracı kullanmayı öğretmesini sağlamışlar. Meğer, araçlar kullanılırken uyulması gereken kuralları komşu ülkeden almayı unutmuşlar. Bilginler komşu ülkeden `trafik` adı verilen kuraları almamışlar. Tüm kazalar kuralsızlıktan ya da kural bilmemekten kaynaklanıyormuş. Bilginler hemen `trafik` kurallarını kendi dillerine çevirmişler ve halka öğretmeye başlamışlar. Ama çok geç kaldıklarını `kazalar` önlenemez boyuta gelince anlamışlar. Getirilen kurallar, eskiden at üzerinde saldırılar düzenleyen bu insanlara pek yaramamış. Halk ata binerken nasıl nara atıp saldırılar düzenliyorsa, araçları da öyle kullandıklarından kurallar etkisiz kalmışlar. Yalnızca bu insanların ünleri değişmiş. Eskiden tüm komşu ülkeler bu güzel ülkenin insanlarına `Barbar` derken, şimdi `Trafik Canavarı` demeye başlamışlar...

Öyle ya, masal diyarı da olsa, zevk için canlılara zarar verenlere başka ne ad verilir ki.

Türk Masalları >> Padişah İle İhtiyar Çiftçi Masalı

 Padişah İle İhtiyar Çiftçi Masalı

Bir gün padişahlar padişahı av için şehirden uzaklaşmış. Yolda giderken pek çok insanın çalıştığı bir tarla görmüş. Merak edip yanlarına yaklaşmış.

Oradaki insanların arasında yaşı doksanı geçkin bir ihtiyar varmış. Bu ihtiyar toprağa bir şeyler ekiyormuş.

Padişah:

- Ne ekiyorsun ihtiyar? diye sormuş.

İhtiyar çiftçi başını bile kaldırmadan cevap vermiş:

- Baharda yeşermesi için ceviz dikiyorum.

Padişah kahkahayla gülmüş.

- Fakat sen çok ihtiyarsın. Şurada iki günlük ömrün kalmış. Neden uğraşırsın? demiş.

Bunun üzerine ihtiyar başını kaldırmış:

- İnsanlar ekip dikmekle zarar etmezler. Başkaları ektiler; biz yedik. Şimdi de biz ekelim; başkaları yesin, demiş.

Padişah bu cevabı çok beğenmiş. Hemen yanındaki adamına dönerek:

- Bu ihtiyara bir kese altın verin, diye emretmiş.

İhtiyar altınları almış ve:

- Gördünüz mü? demiş, benim ağacım daha büyümeden meyve verdi!

Türk Masalları >> Uçan Kasaba Masalı

Uçan Kasaba Masalı

Bir varmış, bir yokmuş... Zamanın birinde bir masal kasabası varmış. Bu kasaba dağların arasında bir yerdeymiş. Buradaki dağlar öyle dik öyle dikmiş ki bir noktadan, bir başka yere gitmeye olanak vermezmiş. Bu yüzden kasabada hiçbir yol yokmuş. Zaten buranın adı da Yolsuz kasabaymış.

Yolun ne olduğunu bilmeyen kasaba insanları birbirine gidip gelemiyormuş. Doğal olarak bu durum çeşitli sorunlara neden oluyormuş. Bu yüzden akrabalar görüşemiyor, hısımlar buluşamıyor, insanlar tanışamıyormuş. Ne kötü değil mi?

Kasabalılar, birbirlerine gidip gelme işini zamanla çözmüşler. Nasıl mı? Tabii ki uçarak...

Herkes kendine göre bir uçma aracı geliştirmiş zaman içinde. Kasabalıların kimi çalı süpürgesiyle, kimi yabasına binerek uçuyormuş. En çok da halı kullanılıyormuş uçma eyleminde. Evdeki eski halılar bu iş için yeterli oluyormuş tabii ki.

Gel zaman, git zaman... Uçmak, bizim Yolsuz kasabalılar için bir yaşam biçimi hâline gelmiş. Daha önceleri sonbaharda yaptıkları bağ bozumu şenliklerinin adını ve şeklini bile değiştirmişler. Bundan böyle bu eğlenceler, Uçuş Festivali olarak düzenlenmeye başlamış.

Uçuş Festivalinde herkes, aracını alıp meydana çıkıyor ve uçma yarışmaları yapılıyormuş. Zaman içinde Uçma Festivali çok gelişmiş. Seyircisi çoğalmış. Dereceye girenlere büyük ödüller konmuş. Bu yüzden kasabalılar, her yıl festival günlerini iple çekiyorlarmış.

Yıllardan bir yılda yine festival günleri gelip çatmış. Kasabalılar heyecan içinde hazırlıklara başlamışlar. Uçuş için çalı süpürgesi kullananlar, süpürgelerinin çalılarını yenilemiş; yaba kullananlar, yeni bir yaba yapmış; halı kullananlar, halılarının yırtıklarını örerek yamamış. Artık herkes büyük güne hazırmış.

Bizim Yolsuz kasabada kimsesiz bir oğlancık yaşıyormuş. Yok yok, bu oğlancık sizin sandığınız gibi kel değilmiş. Aksine tepesinde gür saçları varmış onun.
Bizim gür saçlı oğlan hayalperest biriymiş. Bu yüzden kitaplığında onlarca uzay, macera ve hayal romanı varmış. Bizimki gece, gündüz onları okur olmadık şeylere kafa yorarmış.

O yıl gür saçlı oğlan da yaklaşan Uçma Festivalini bekliyormuş. O da yarışmalara katılacakmış. Ancak onun ne çalı süpürgesi, ne yabası, ne de halısı varmış. Buna karşın hiçbir telâşı da yokmuş. Çünkü düşündüğü ilginç bir şey varmış ama ne?...

Arkadaşları da merak ediyorlarmış gür saçlı oğlanın ne yapacağını:
-Ne ile uçacaksın? Ortalıkta hiçbir araç göremiyoruz, diyorlarmış.
Gür saçlı oğlan kıs kıs gülüyor:

- O gün görürsünüz, diyormuş.

Sonunda beklenen gün gelmiş. İnsanlar, festivalin başlayacağı saatlerde kasaba meydanına gelmişler. Yarışmaya katılacak olanların yanlarında uçuş araçları hazırmış.

Kasaba yöneticisi kısa bir konuşma yapıp festivali başlatmış. Sonra.

- Uçma yarışlarına katılacak olanlar uçuş pistinde sıralansın, demiş.
Yarışmacılar kalabalıktan ayrılıp ileri çıkmışlar. Kimileri halısını yere serip üzerine oturmuş; kimileri de yaba ve çalı süpürgelerinin saplarına, ata biner gibi binmişler. Yarışmacıların en sonunda bizim gür saçlı oğlan varmış. Doğal olarak onun yanında hiçbir şey yokmuş.

İzleyenler, gür saçlı oğlanın bu hâline bakıp şaşırmışlar. Kasaba yöneticisi de merak içindeymiş:

- Evlâdım sen de mi yarışmacısın, diye sormadan edememiş.

Gür saçlı oğlancık kendinden emin bir şekilde:

- Evet, ben de yarışacağım, diye karşılık vermiş

Kasaba yöneticisinin şaşkınlığı daha da artmış:

- Yanında herhangi bir araç göremiyorum. Neden, diye sormuş.
Gür saçlı oğlancık, yöneticiye yanıt vermemiş. Aşağı eğilip oralardaki bir dal parçasını eline almış, onunla çevresine bir metre çapında bir daire çizmiş.
Kasabalılar gibi yönetici de ilgiyle izliyormuş onu:

- O da ne, diye sormuş.

- Uçan daire, diye yanıtlamış gür saçlı çocuk.

- Onunla mı uçacaksın?

- Bütün uzaylılar bununla uçuyor.

- Ama burası uzay değil, biz de uzaylı değiliz.

- Yanılıyorsunuz, burası uzay, biz de uzaylıyız. Örneğin marslılar da bize uzaylı diyorlarmış.

Gür saçlı oğlancığın son sözleri herkesi güldürmüş. Çaresiz yönetici de başını iki yana sallayarak işine dönmüş. Yanında getirdiği kafesi yukarı kaldırmış. Kafesin kapağını açıp içindeki kerkenez kuşunu dışarı çıkarmış. Onu yarışçılara gösterip:

- Bunu yakalayıp bana getiren yarışı kazanıyor, demiş.

Kerkenez kuşunu bulutlara doğru savuran yönetici yarışçılara dönüp:

- Bir, iki, üç, demiş. Fırlayın, yarış başladı.

Bir anda ortalık karışmış. Halılar altlarındaki tozları savura savura havalanmış, yaba ve süpürgeler yukarı fırlamış. Ya bizim gür saçlı oğlancık?...

Gür saçlı oğlancığın hâlini hiç sormayın. Ortalıktaki toz, duman sıyrılınca kasabalılar onu dairesinin üzerinde oturuyor olarak görmüşler. Şaşkın bir hâldeymiş.

- Allah Allah neden uçmadı benim dairem, diye mırıldanıyormuş. Oysa bütün uzaylılar uçmak için daire kullanıyordu. Romanlar öyle yazıyor...

Yolsuz kasaba kahkahalarla çınlarken bizim gür saçlı oğlancık mahcubiyet içinde evine kaçmış. Bir daha da daireye binip uçmaya kalkışmamış. Bu iş için evdeki halıyı kullanmış.

Türk Masalları >> Altın Flüt Masalı

 Altın Flüt Masalı

Uzun yıllar önce, hiç çocuğu olmayan bir kral yaşarmış. Bu kral, dünyadaki hiçbir şeyi, şövalyesinden ve şahininden daha fazla sevmezmiş.
Bir gün, şövalye, şahini de yanına alarak ormana yürüyüşe çıkmış. Fakat aradan birkaç dakika geçtikten sonra, şahin uçup, yüksek bir ağacın tepesine konmuş. Genç sövalye, şahine geri dönmesini emretmiş ama şahin bu emre uymamış. Şövalye de şahinin peşinden ağaca tırmanmış. Bunu gören şahin, daha yükseklere uçmuş. Zavallı genç şövalye, saraya şahin olmadan geri dönmek istemediği için, şahini takip etmeye başlamış.
Ağacın tepesine ulaştığında, karşısında bir kule görmüş. Gördüğü bu manzara karşısında şaşıran genç şövalye, kapıyı çalmış.
-Kim o! diye bir ses duymuş. Ardından çok güzel bir kızın merdivenlerden aşağı indiğini görmüş.
-Ben kralın şövalyesiyim. Şahinim sizin kulenizin çatısına uçtu. Acaba içeriye girip, onu alabilir miyim? diye sormuş.
-Çok üzgünüm ama babam şu anda evde olmadığı için kapıyı size açamam, demiş güzel kız. Şövalye, kızın düşüncesini değiştirebilmek için dil dökmeye başlamış.
Kralın şahini çok sevdiğini ve asla onsuz saraya dönemeyeceğini söylemiş.
Sonunda kız, ona yardım etmeye karar vermiş ve kapıyı açmış. Şövalye hemen koşarak merdivenleri tırmanıp, şahini almış ve güzel kıza teşekkür ettikten sonra oradan ayrılmış.
Günler geçmiş ama genç şövalye kuledeki güzel kızı bir türlü unutamamış. Kulenin penceresinin önüne giderek, kıza şarkı söylemeye başlamış.
Bu arada kralın çok hasta olduğu haberi yayılmış. Doktorlar, kralın mutlaka saraydan uzaklaşması gerektiğini söylemişler. Kral da doktorların öğütlerine uyarak,
şövalyeyi yanına alarak saraydan ayrılmış. Kral ile birlikte gitmek zorunda kalan şövalyenin, artık kuleye gelmemesi, güzel kızı çok üzmüş. Kalbini çalan bu genç şövalyeyi her gece düşünmekten, uyuyamaz olmuş. Sonunda şövalyenin gelemeyeceğini anlayınca bu duruma alışıp mutlu mesut yaşamış güzel kız .

Hiçler Şehrinin Kızı Masalı

 Hiçler Şehrinin Kızı Masalı

Bir varmış bir yokmuş. Hiçler Şehri`nde bir kız vardı. Bir gün eli yaralandı. Yarası iyileşmeye başladıktan birkaç gün sonra, merhem ve ilaç alıp yarasına sürmek için halasına gitti. Halası, `Bende merhem yok` dedi. Onun yerine iki yumurta verdi kıza.

- Bu yumurtaları pazara götürüp sat ve parasıyla attardan merhem al, dedi.

Şimdi dinleyin bakın, kızacağız başından geçenleri nasıl anlatıyor: Pazara giderken yolda yumurtalarımı kaybettim. Çok üzüldüm. Elimi keseye soktum. Kesenin dibinde bir kuruş buldum. Sonra yumurtaları bulmak için o bir kuruşu bir adama verdim.
Adam bana iğneden bir minare yaptı. Minareye çıktım. Şehrin dört bir yanına baktım. Yumurtalardan birinin tavuk olup bir ihtiyarın elinde dolaştığını gördüm.
İkinci yumurta horoz olmuş, bir köyde harman biçmekle meşguldü. Önce `Gidip horozu alayım`, dedim. Minareden aşağıya indim. Köye gittim. Oraya varınca horozumun kendisi için çalıştığı çiftçiye:
- Horozumu ver. Ayrıca sana çalıştığı kadarının ücretini de ver dedim.
Uzun tartışmalardan sonra çeltik ekili tarlanın ürününden bana bir öküz dengi hak vermesinde anlaştık. Harman kaldırıldıktan sonra yirmi beş batman pirinç benim payıma düştü.
Pirinçleri götürmek istedim. Çuvalım yoktu. Bir pire öldürdüm. Derisinden çuval yaptım. Pirinçleri içine doldurup horozun sırtına yükledim. Yürümeye başladım.
Çok pirincim olduğu için pirinç ticareti yapmaya karar verdim. Şehirden çıktım. İki konaklık yol gittim.Bir de baktım, horozun sırtı pirinç yükünden yara bere olmuş. Orada bulunanlara:
- Bu yaranın ilacı nedir? diye sordum.
- Ceviz içini kavurup horozun sırtına sürersen yarası iyileşir, dediler.
Bir ceviz içini kavurdum. Yarası iyileşsin diye sırtına koydum ve yattım. Sabah uyandığımda bir de ne göreyim, horozun sırtında kocaman bir ceviz ağacı bitmiş! Çocuklar ağacın etrafına toplanmışlar, ceviz düşürüp yemek için ağaca taş ve kesek atıyorlar! Ağacın dalına çıktım. Ağaçta yüz eşek yükü taş ve kesek toplandığını gördüm. Bir keser bulup yer dümdüz olana kadar kesekleri parçaladım. Burasının salatalık ve karpuz ekimi için uygun olduğunu gördüm.
Bir parça salatalık ve karpuz tohumu ektim. Ertesi sabah pek çok salatalık ve karpuz bitmişti. Bir karpuz koparıp kesmeye başladım. Karpuzu keserken çakım kayboluverdi.
Belime bir hamam peştamalı bağlayıp çakımı bulmak için karpuzun içine girdim. Çok büyük ve kalabalık bir şehir gördüm orda. O şehrin çarşısına gittim. Aşçı dükkanında bir dinar verdim, biraz çorba satın aldım ve içmeye başladım.
Çorba o kadar lezzetliydi ki kasesini bile yaladım. Kaseyi o kadar yaladım ki inceldi, inceldi neredeyse delinecekti. Bir de baktım ki kasenin dibinde bir kıl belirdi. Kılı alıp dışarı atmak isterken kılın ardından bir deve yuları çıktı. Yuları çektim. Arkasından yedi katar deve geldi. Develerin hepsi tam teçhizatlıydı.
Birbiri ardı sıra geldiler. Çakım da en arkadaki devenin kuyruğuna bağlanmıştı.
Masalımız burada bitti, ama serçecik daha evine gitmedi.

Türk Masalları >> Altın Saçlı Kız Masalı

> Altın Saçlı Kız Masalı

Zamanın birinde, bundan çok yıllar önce. Saraylarda padişahların yaşadığı, meydanlarda okların atıldığı, pazarlarda altın sikkelerle alış veriş yapıldığı zamanın birinde… Güzel bir bahçenin tam ortasına kurulu bembeyaz bir ev varmış. Bu evde altın sarısı saçları olan güzel mi güzel, alımlı mı alımlı; al yanaklı, gül dudaklı, boylu poslu, Bukle adında bir genç kız anneciği ile beraber otururmuş.

Güzeller güzeli Bukle her sabah, babaannesinden kalma bir kemik tarak ile saçlarını taramayı pek severmiş. Bir saat, iki saat hiç bıkmadan tarar da tararmış yumuşacık saçlarını. Sonra da tarağın dişlerine takılan, bir de yere dökülen tellerini itinayla toplarmış. Onları pembe ipek mendilinin içine sarar bir çekmecede saklarmış.

Oturdukları beyaz evin bahçesi öyle güzel çiçeklerle bezeliymiş ki, kokuları siz deyin on mahalle, ben diyeyim yirmi mahalle öteden duyulurmuş. Renkleri o kadar canlı, o kadar başkaymış ki; bahçenin önünden her geçen durup bakar, hayran kalırmış bu güzelliğe. Bukle’nin annesi Menzile, bir çocuk gibi severmiş bu güzel çiçekleri. Okşarmış, öpermiş; her akşam güneş batınca dağların gerisine, ay ışığı altında sularmış tek tek. Laleler onu gördüklerinde daha dik durmaya, menekşeler kokularını her köşeye yaymaya, güller iri iri açmaya çalışırlar; güzellik yarışına girişirlermiş. Hem çiçeklerle yaşamak öyle kolay da değilmiş. Çabuk küser, çabuk solar, çabuk bükerlermiş boyunlarını. Pek nazlı, pek nazenin, pek hassas, pek narin, pek kırılgan imişler. Öyleymişler işte. Sevgi imiş asıl onları besleyip büyüten.

Menzile haftada bir kere, karanlık çöker çökmez Bukle’nin altın sarısı tellerinden birisini alır, bahçedeki o güzel çiçeklerden seçtiğinin içine usulca koyarmış. Ertesi sabah da aynı çiçek bir altın verirmiş Menzile’ye. Bu, kimseye duyurmak istemedikleri bir sırmış. Anne kız böyle yaşar giderlermiş işte. Kimseye zararları yokmuş. Kimseye de muhtaç değillermiş.

Ancak insanlar çeşit çeşitmiş. İyiler de çokmuş, kötüler de… Kimin iyi, kimin kötü olduğunu ise bilebilmek pek zormuş. Günlerden bir gün nasıl olduysa, kadının biri, bir köşede durur iken Menzile’nin çiçekten aldığı altını görüvermiş. Hayret etmiş, gözlerine inanamamış, dönüp bir daha bakmış “gördüklerim doğru mu acep!” diye. Hemen aklında türlü fikirler dolaşmaya, bu fikirler bir kurt gibi beynini kemirmeye başlamış. Sonunda bu fikirlere yenilip de aklınca bir plan hazırlamış. Üzerine eski püskü, yırtık pırtık giysiler geçirip elini yüzünü kire pasa bulayıp, varmış güzel bahçeli beyaz evin kapısına.

Menzile çıkmış bu perişan görünen kadının karşısına. “Buyrun” demiş gülümseyerek. Kadın iki büklüm durarak, kısık sesle “misafir etseniz beni birkaç gün Allah rızası için” demiş ve kapının önüne yığılıp kalmış. Menzile kadına pek acımış, haline pek üzülmüş. Hemen ana kız içeri taşımışlar kadını. Yatağa yatırıp üstünü örtmüşler. Merakla başında beklemeye başlamışlar. Bir süre sonra kadın açmış gözlerini “su içsem” demiş. Bukle bir koşu su getimiş. “Açım” demiş bunun üzerine kadın. Bu sefer de Menzile koşmuş mutfağa, sıcak çorba getirmiş. Bir güzel karnını doyurmuş kadın. Ardından da açmış elerini, uzun uzun dua etmiş bu güzel insanlara:

“Allah ne muradınız varsa versin.
Sağlık, mutluluk, huzur dolsun eviniz.
Tuttuğunuz altın, sofranız bereketli olsun.
Eviniz sıcak, yüreğiniz ferah olsun.
Yarınınız güzel, seveniniz bol olsun.
Kötülük dokunamadan geçip gitsin çatınızın üzerinden.
……….”

Bir güzel dualar etmiş ki kadın oturduğu yerden, Bukle ve Menzile pek sevinmişler. Menzile “evin yoksa kal bizimle, yoldaş olursun bize” demiş. Kadın hiç beklemeden hemen atılmış. “Olur olur, kalırım” diyerek bir çığlık bırakmış havaya. Kim ne düşünür nereden bilsin Menzile. Kimin niyeti nedir nasıl bilsin Menzile.

O günden sonra birlikte yaşamaya başlamışlar beyaz evde. Güzel, temiz elbiseler vermiş Menzile kadına. Birlikte yiyip birlikte içmeye, birlikte gezip birlikte tozmaya, birlikte oturup birlikte kalkmaya kısa zamanda pek alışmışlar. Her sabah Bukle’nin altın sarısı saçlarını o tarar olmuş. Her teli itinayla toplamış, kimse görmeden bir kısmını ayırıp saklamış. Fırsat buldukça bahçeye çıkıp çiçeklere koymuş telleri. Ertesi sabah da bir bir toplamış altınları.

Günler geçmiş, haftalar geçmiş, aylar geçmiş. Kadın usanmış bu işten. Yorulmuş, bıkmış, “yeter artık” diyerek bir gece yarısı uyurken Bukle derin derin, mışıl mışıl; almış makası eline, altın saçını kökünden tutup kesmiş bir çırpıda.

İşte o an olmuş ne olduysa, altın saçın her bir teli kocaman bir yılana dönüşüp atlamışlar kadının üstüne. Oracıkta sokup öldüreceklermiş neredeyse, Bukle “durun” demeseymiş. Kadın korkudan küçük dilini yutmuş da, bir dahi hiç konuşamamış. Ödü “pat” diye patlamış da aklı yerinden oynamış. O günden sonra da kiminle karşılaştıysa, saçının tellerini yaşmağının ucundan gösterip birşeyler geveler, birşeyler anlatmak istermiş. Lakin kimse ne dediğini bir türlü anlayamazmış bu deli kadının. Acıdıklarından eline ekmek parası tutuşturup yollarına devam ederlermiş.

Birgün bir sokağın köşesinde bağdaş kurmuş otururken ak sakallı bir dede gelip durmuş karşısında. Uzun uzun bakmış gözlerine bir şey okur gibi. Sonra da “bir adam vardı buralarda yaşayan” demiş kadına. “Nalbant idi. Herkes sever, herkes hürmet eder, herkes pek güvenirdi ona. Bir sabah senin gibi o da gördü çiçeklerin verdiği altınları. Göz bir gördü mü, akıl bir yazdı mı kenara gözün gördüklerini insan kendini tutamaz olur. Günler boyu eline iş alamadı. Gelip gidenler “niye çalışmıyorsun, hasta mısın?” diye sordular uzun süre. Nalbant kimseyle tek kelime konuşmadı. Gözünün önünden çil çil altınlar gitmiyordu. Bir damla uyku girmedi gözüne. Sonra baktı ki olmayacak; eline koluna, diline kulağına bir de aklına hakim olamayacak. Her bir şeyini, neyi var neyi yoksa olduğu gibi bırakıp çekti gitti buralardan. Kimseler bir daha haber alamadı nalbanttan. Ne nereye gittiğini öğrendiler, ne de neler yaptığını duydular. Ben sana söyliyeyim mi ne oldu nalbanta?”

Kadın gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi bakmış dedeye, karşısında duran bir canavarmış gibi. Devam etmiş ak sakallı dede konuşmaya. “Nalbant şimdi padişahın sağ kolu. Vezir oldu memlekete. Eğer senin gibi tutamasaydı kendini, bu şehrin sokaklarında dolaşacak, adı “deli nalbant”a çıkacaktı belki de.”

Konuşması bitince dede yürüye yürüye uzaklaşmış kadının yanından. Onun arkasından bakakalan kadın saçını başını yola yola bağırmış da duyanlar gök yarıldı sanmış. Çocuklar öyle bir ağlamış ki üç gün üç gece susturamamışlar. Kediler korkup damdan dama atlaya atlaya başka şehirde miyavlamaya gitmişler.

Bukle’nin saçları da kısa sürede uzamış, yine eskisi gibi taranacak hale gelmiş. Açgözlü olmanın, yalan söylemenin, kötü düşüncelerin ne kadar zararlı olduğunu da daha iyi öğrenmiş. Anne kız uzun yıllar mutlu bir şekilde, beyaz evlerinde, güzel çiçekleri ile yaşamaya devam etmişler. Bir daha da kimseye güvenip evlerine almayı hiç düşünmemişler.

Mavi Kuş Masalı

Mavi Kuş Masalı

Günlerden bir gün, Parmak Çocuk, babasıyla pazara gelmiş. İhtiyar babası, oğluna iki bakır kuruş vermiş. Ah, ne sevinmiş çocuk, bu paralarla kim bilir ne kadar kurabiye satın alabilirim, diye düşünerek babasının arkasından küçük bir oğlak gibi hoplaya zıplaya koşuşturuyormuş.

Ah, pazara ne kadar halk toplanmış! Ne kadar çok mal varmış!

Parmak Çocuk, ipek kumaş satan tezgahlara gelmiş; tüccarlar, gökkuşağı gibi renkli, çeşitli ipek kumaşları satıyorlarmış. Halıcılara gelmiş; top top renkli çiçeklerle süslenmiş birçok halı varmış Bakır satanlara gelmiş; her şey güneş gibi parlıyor; güğümler, fincanlar...

Küçük dükkanların önünde kadınlar bakır kazanların, tabak ve fincanların seyrine doyamıyorlarmış. Çocuklar ise toplaşıp ağızlarının suyu akarak meyvelere, sıcak sıcak pidelere, çeşit çeşit tatlılara bakıyorlarmış. Ne kadar çok karpuz ve kavun, elma ve üzüm varmış pazar yerinde! Bir günde hepsine ayrı ayrı bakmamak mümkün değilmiş. Ayrıca her şeyi satın almaya da kimsenin gücü yetmezmiş. Hele, iki bakır kuruşa bir şey almak mümkün değilmiş.

tezgah tezgah dolaşmış, fiyatları öğrenmiş, pazarlık etmiş, ama bir şey satın alamamış. Bu arada babasını da kaybetmiş.

- Babacığım, babacığım! Nerdesin! diye bağırmış çocuk.

Pazar, çok gürültülü, çok kalabalıkmış burada birisini bulmak, çölde iğneyi bulmaktan daha zormuş. Böylece, babası hiç duymamış Parmak Çocuk`u.

Parmak Çocuk, üzüntüsünden neredeyse ağlayacakmış, ama bir süre sonra kendine gelmiş; ``Yiğide ağlamak yakışmaz, yalnız da yolu bulabilirim. `` diye düşünmüş. Kendini toparlamış, şapkasını düzelterek, nereye gideceğini bilmeden yolu aramaya başlamış. Birden, az ötede kalabalık üstünden inanılmaz bir şey görmüş!.. Uzun bir fildişi tünekte harika bir mavi kuş oturuyormuş. Kuşun gagası altınmış. Kanatları, gökyüzü gibi masmavi, sanki elmas kıvılcımları dökülmüş yıldızlar gibiymiş. Kuş, büyük tüneğinde, kanatlarını açıp kapatıyormuş.

Oy! Demiş çocuk, bu kuşa yakından bakayım. Bu ne harika şey. Bütün paralarımı vermeye hazırım, hatta şapkamı bile vereceğim.

Yandaki elma yığınından yuvarlanarak harika kuşun yanına gelmiş. Ama bu hiç de kolay olmamış. Önünü yayalar, yüklü eşek ve develer engelliyormuş. Çocuk, az kalsın, atların altında kalacakmış. Eninde sonunda Parmak Çocuk, harika kuşa ulaşmış. Büyük bir heyecan ve umutla gelip ulaştığı bu yerde üzücü şeylerle karşılaşmış... Güzel kuşun oturduğu tüneğin yanında üç kişi oturuyormuş, birisinin gömleği boyalara bulaşmış, öbürünün bütün sakalı odun tozuyla kaplanmış, üçüncünün ise öküz derisi önlüğü kazan karasıymış. Bular, boyacı, oymacı ve demirci çok hüzünlüymüşler. Başları eğik, yerde oturuyormuşlar. Yanlarında ise ihtiyar, kadın ve çocuklar toplanmış ağlıyorlarmış.

- Burada neler oldu? Bu insanlar neden ağlıyor? Diye sivrisinek gibi yapışmış Parmak Çocuk, kaynayan suyu satan satıcıya. Satıcı da şöyle demiş:

- Eh! Küçük insan, bakıyorum, sen çok uzaklardan gelmiş olmalısın. O yüzden, bunların başına neler geldiğini bilmiyorsun.

- Tabi ki bilmiyorum, diye fısıldamış Parmak Çocuk.

Ve sucu, bu çok hüzünlü hikayeyi anlatmaya başlamış :

- Bizim Han`ımız, kendini çok beğenmiş, acımasız, adaletsiz bir handır. O, şehrimizin en usta oymacısını yanına çağırmış, ağaçtan büyülü bir bülbül yapmasını emretmiş. Bu kuş hakkında, halk içinde pek çok efsane ve masal söylenirmiş. Yılda bir kere yere inen Güneş gibi harika bir kuşmuş. Harika şarkılarını söylediği zaman, insanlara mutluluk veriyormuş. Ama insan, kaba elleriyle böyle mucizevi bir kuş yaratabilir mi? çok düşünmüş. Ama o, hüner sahibi bir usta olduğundan Han`ın emrini yerine getirmiş.

Süresi dolduğunda, yaptığı harika kuşu Han`ın sarayına getirmiş. Onu görenlerin hepsi hayran kalmışlar. Ama Han`ın yüzü asık olduğu halde şöyle demiş :

- Kuş iyi, ama aptal usta, görmüyor musun? Hiç rengi yok. Eğer, yarın sabaha kadar, bu kuş güneş gibi parlamazsa seni cellata vereceğim.

Usta, çok üzülmüş. Hiçbir şey demeden, kuşunu alarak ünlü bir boyacı olan arkadaşını götürmüş. O boyacı usta ile bütün şehir gurur duyuyormuş. Ve işte bir gecede kuşu, güneş gibi parlatıvermiş. Kuşu önce, altın ile kaplamış, sonra gök mavisi, kanatlarına da harika elmas tozlarından serpmiş.

Sabah erkenden iki usta, Han`ın sarayına harika kuşu götürmüşler. Şehrin sokaklarında giderken onları görenler hayranlıktan coşkuyla alkışlamışlar. Ama ne var ki , buna çok kızmış :

- Aptallar, neden seviniyorlar? Bu bir bülbül değil ki, sadece boyanmış bir ağaç parçası... Ey ustalar! Eğer, yarın sabah, sizin bu aptal kuşunuz kafasını kıpırdatıp kanatlarını çırpmazsa şehrin bütün oymacı ve boyacılarının kafasını keseceğim, diye bağırmış...

Buna, ustalar daha çok üzülmüşler. Hiçbir şey söylemeden, kuşu, demirci ustaya götürmüşler. bütün gece çalışmış ve sabah olup da arkadaşları geldiğinde harika kuş, kanatlarını çırpmış, kafasını oynatmış ve altın gagasını açıp kapatmaya başlamış. Çok sevinen oymacı, boyacı ve demirci sabah erkenden saraya gelmişler. , güneş gibi parlıyor, tıpkı canlı gibi, kanatlarını çırpıp kafasını oynatıyormuş. Onlar, mükafat beklerken, acımasız Han, kuşu görür görmez, bağırıp çağırmaya başlamış :

- Tembeller, demiş, sizin yaptığınız hiçbir işe yaramaz! Büyülü kuş dediğin bu mu? Bu, konuşmaz, şarkı söylemez! Bu, insanlara mutluluk getiren bir bülbül değildir.

Ustalar, birkaç gün çalışsalar da kuşa şarkı söyletememişler. İşte şimdi Han`ın ları gelecek ve bu bahtsız insanları zindana götürecekler. Herkes biliyor ki şimdiye kadar oradan sağ çıkan olmamıştır. İşte bu insanların hanımları ve çocukları ağlıyor.

Sonra, sucu da ağlamaya başlamış, ustalara... Biraz sonra bir büyük bir gürültü kopmuş.

- Çekilin yoldan! Dağılın! Sesleri duyulmuş. Parmak Çocuk bakmış ki ellerinde kılıçlarıyla Han`ın muhafızları ustalarının üzerine geliyorlarmış. En önde, yaban domuzu gibi şişman ve ağzından köpükler saçan komutanları varmış.

- Saman kafalılar! diye bağırmış, ustalara siz, Han`ın emrini yere getirmediniz. Yaptığınız kuş susuyor. Bu kalabalık için acımasızca ceza göreceksiniz.

Ustalar sus pus kalmışlar. Bunu duyan kadın, çocuk ve ihtiyarlar daha çok ağlamaya başlamışlar.

- Ee, ağlamakla hiçbir şey değişmez, demiş kendi kendine Parmak Çocuk. Ağlamaktansa şunlara bir ders vereyim.

Parmak Çocuk, elinin tersiyle gözyaşlarını silerek kuşun tüneğine çıkmış. Ve bir anda kuşun sırtına oturmuş. Kimse bunu farkına varamamış...

- Tutuklayın şu hayinleri! diye bağırıp çağırmaya başlamış komutan.

Muhafızlar ustalarının yanına ulaştığında kuşun gagası açılmış ve yüksek sesle şöyle demiş :

Asıl hayin sensin. Bu insanlar, ödüllere layıktır. Onlar bütütn insanların ustasıdır.

Bütün kalabalık şaşırmış. Muhafızlar oldukları yerde donmuşlar. Komutanın şaşkınlıktan ağzı açık kalmış. Kuş, kanatlarını çırpmış, kafasını oynatarak şarkı söylemiş.


`` Üzülmeyin ustalar

Hana gitmek zamanı

Han`ı mutlu ederek

Şarkı söylemek zamanı ``
Kalabalıktan sevinçli haykırışlar gelmiş :
- Ah harika bülbül; sen bize acıdın, derdimizi anlayarak bizi kurtardın. Kuşu hemen saraya götürün, Han`a şarkı söylesin ve Han da suçsuz insanların peşini bıraksın!

Gözlerine inanamayan ustalar, kuşu saraya götürmüşler. Arkasından halk ser gibi toplanmış. Acımasız Han, altın tahtında siyah sakallarını sıvazlayarak oturuyormuş. Ve üç ustanın idam edildiği haberini bekliyormuş. Halk, sarayın önünde toplanmaya başlamış. Kapılar açılmış ve boyacı, oymacı ve demirci içeri girmişler. Yanlarında kuş da varmış tabi.

- Ne işniz var burada! diye bağırmış Han.

Tam o esnada kuş, kanatlarını sallamış, başını oynatmış ve şakımaya başlamış :


`` Hepsinden akıllı bizim Han! ``
Han`ın yüzü gülmüş. Kuş ise devam etmiş :

`` O, akıllıların akıllısı

O, kahramanların kahramanı

En büyük Han bizim Han! ``
Han salağı, şarkıya bayılmış. Sakallarını sıvazlayıp kafasını hoşnutlukla sallamış.

`` Seni neye benzeteyim ey Han

ve çiçek Han!

Güneşin kardeşi ve ayın babası

Ülkemizin hayırlısı!

En büyük Han bizim Han! ``
Kuşun bu şarkısına Han, neşe ile gülmüş.
Ey vezirler! demiş, Han. Ustalara ödül olrak bir çuval yumurta kabuğu ve kuyruksuz bir eşek verin. İşlerini iyi yapmışlar.

Bu fikrini de çok beğenmiş Han ve kıkırdayarak eklemiş :

- Şimdi ise bu harika kuşu halk önüne, meydana çıkaracağız. Bütün insanlar, nasıl öttüğünü duysunlar!

Herkes, sarayın önüne çıkmış. Önde, altın sırmalı kaftanıyla Han, arkasında vezirleri, büyük bir tünekte konuşan kuşu halka göstermişler.

Han, çeşitli halılarla döşenmiş meydana çıkarak tören kıtasına işaret etmiş. Tören kıtası, halkı sakinleştirmek için trampet çalmış. Meydandakiler iyice sakinleşmiş ve Han`ın sesi duyulmuş.

- Eyy harika bülbül! Bize hiç duymadığımız şarkılar söyle! Bizi sevindir! Hiç korkmadan söyle, ama sadece gerçekleri söyle!

Kuş, kanatlarını çırpmış, başını oynatmış ve bütün halk, susup beklemiş. Kuş bütün gücüyle şöyle demiş :


`` Hepsinden acımasız bizim Han!

Hepsinden kurnaz bizim Han! ``
Han, çok bozulmuş, ama bütün halkın önünde, `` Hiçbir şeyden korkmadan gerçekleri söyle! `` dedikten sonra, kuşu susturamamış. Kuş ise daha yüksek sesle devam etmiş :

`` O zaman o işkenceci

Halkını kırıp geçiren

En büyük Han bizim Han!

Kalpsiz ve yıkıcı

İnsanlara kasteden

En büyük Han bizim Han! ``
Bu şarkıyı duyar duymaz, saraydakiler kulaklarını kapamışlar, askerler ise kılıçlarını sıyırmışlar. Han, çığlık atarak bütün meydana bağırmış :
- Kapatın şunun gagasını!..

Meydanda bir ölüm sessizliği olmuş ve birden arka sıralardan birileri gülmeye başlamışlar.

Han, öfkelenerek bağırmış :

- Kim gülüyor? Hepinizi idam edeceğim, keseceğim!

- Sinirlenme Han`ım! Diye neşeyle seslenmiş kuş, buna, bütün halk destek vererek gülmüş. Öyle bir gülmüşler ki evlerin çatılarındaki güvercinler bile gökyüzüne fırlamışlar.

Çok sinirlenen Han, koşarak kuşu yakalamış ve bir hışımla yere çarpmış. Bir çatırtı duyulmuş ve harika kuş binlerce parçaya bölünerek dağılmış. Ama bu parçaların içinden minicik bir çocuğun fırladığını hiç kimse farkedememiş.

Küçük çocuk yuvarlanarak farenin deliğine girmiş. Zalim askerler, sopalarla halkı kovalamaya başlamış. Vezirler ise Han`ın elinden tutarak zar zor götürürken Parmak Çocuk oralardan çoktan uzaklaşmış. Çocuk da zıplaya zıplaya bülbülün şarkısını söylemeye başlamış :


`` O zalim, o işkenceci

Halkını kırıp geçiren

En büyük Han bizim Han! ``
O günden başlayarak, bütün bahçelerde, meydanlarda, çayırlarda, kervansaray ve pazarlarda bu şarkı söylenmeye başlamış :

`` Kalpsiz ve yıkıcı

İnsanlara kasteden

En büyük Han bizim Han! ``
Askerler, yalın kılıç halkı susturmak için sokaklara dökülmüşler. Bir taraf sussa öbür taraf başlıyormuş :
- Şarkı söyleyen kuşu öldürebilir ama şarkı söyleyen bütün bir halka ne yapabilirler?

Şarkılar, rüzgar gibi, şehirden şehire, köyden köye yayılarak söylenmiş durmuş.

Türk Masalları >> Yedi Başlı Ejderha Masalı

 Yedi Başlı Ejderha Masalı

Evvel zamanda bir ülkeyi yöneten bir padişah varmış. Bu padişahın kırk oğlu olup en küçüğü on üç on dört yaşlarındaymış. Bu çocukların işleri, her ava gitmek, kuş avlamak, gezinmek eğlenmek gibi şeylermiş.

Günlerden bir gün padişah, kendi kendine, şu oğullarımı evlendireyim, diye düşünürken onları çağırır, bu düşüncesini kendilerine söyler.

Onlar da :

- Biz evleniriz, ama kendimiz gibi bir babadan bir anadan olma kızlar isteriz, derler.

Padişah da adamlar gönderip bir anadan olma kırk kız aratır. Adamlar her yeri gezip ararlar otuz dokuz kız bulur, fakat kırk kızı bulamazlar.

Padişah oğullarına :

- Ey, çocuklarım sizin istediğiniz gibi aynı anadan olma kırk kız bulunamıyor. Biri de başka ana babadan olsun, dese de bunlar razı olmazlar.

- Biz gider, kendimiz arar buluruz, bize izin ver, derler.

Bunun üzerine padişah :

- Varın gidin, ama size söyleyecek üç sözüm var, der.

- Nedir? diye sorarlar.

Padişah :

- Buradan çıkıp yolda giderken bir çeşmeye varacaksınız; orada sakın yatmayın. Bir de daha ilerde bir hana varacaksınız; orada da yatmayın. Ondan sonra bir kıra vardığınızda orada da yatmayın da başka her nerde yatarsanız yatın, der.

Oğlanlar :

- Peki baba, deyip atlarına binip giderler.

Yükte hafif, pahada ağır biraz öte beri alıp yola koyulurlar. O gün, akşama kadar yol giderler. Gide gide babalarının sözünü ettiği o çeşmeye varırlar. Akşam olur, hava kararır. Bunlar :

- Adam sende, kırk kişiyiz, burada ne olcak? Haydi, yatıverelim, geceleyin başka nereye gidebiliriz ki? deyip orada kalırlar. Atlarından inerler, yerler içerler. Yatar uyurlar ama küçük oğlan uyumaz...

Gece yarısı bir ses gelir. Oğlan hemen kalkar, kılcını çeker, kimseyi uyandırmadan doğruca o sesin geldiği tarafa gider. Gide gide görür ki yedi başlı bir ejderha geliyor.

Oğlanla ejderha birbirlerine iyice yaklaşırlar. Ejderha, oğlana saldırır. Ama hiçbir şey yapamaz. Böylece üç defa saldırıp alt edemeyince bu sefer oğlan :

- Ey koca ejderha, şimdi sıra bana geldi, diyerek kılıcını çeker, ejderhanın bir vuruşta altı başını birden keser, uçurur.

Ejderha :

- Er isen bir daha vur, der.

Oğlan da :

- Ben anamdan bir defa doğdum, iki defa değil deyince ejdarhanın bir kafası yuvarlana yuvarlana bir kuyu başına gider.

- Benim canımı yiyen, malımı da yesin, der kendini kuyuya atar.

Oğlan yanında bulundurduğu bir ipin ucunu bir kayaya bağlar, bir ipe sarılır kuyunun içine iner. Bir de bakar ki bir demir kapı. Kapıyı kırar, içeri girer; içeride büyük bir saray görür. Bakar ki sarayın kırk tane odası var. Hepsini birer birer açar, bakar. Görür ki hapsinin içi türlü türlü elmaslarla altınlarla dolu. Bir kapıyı daha açar, içeri girer ki kırk tane kız oturmuş gergef işliyorlar.

Bu kızlar, oğlanı görünce kalkarlar.

- Aman, in misin, cin misin sen buraya nereden geldin? derler.

Oğlan da :

- Ejderhanın başı `` Benim canımı yiyen, malımı da yesin. `` deyip kendini buraya atınca bende arkasından indim, der.

Meğer bu kızlar bir ananın bir babanın çocuklarıymış. Ejderha bu kızların ana babalarını öldürüp bunları da buraya koymuş.

Kızlar, ejdehanın öldüğünü işitince çok sevinirler. Oğlanın boynuna sarılırlar :

- Aman kardeşimiz, bizi sen kurtardın, Allah da senin işini rast getirsin, derler.

Oğlan, kızlara :

- Ben şimdi gideceğim, yukarıda benim kardeşlerim var; onları alayım, sonra sizi de alırım, der. Çıkar, gider; kardeşlerinin yanına varır, yatar.

- İşte. Ne oldum? Burada yattık da başımıza ne geldi? diyerek yine hazırlanır, yola çıkarlar.

Gide gide akşam olur, bir hana varırlar. Ortalık iyice kararır. Bunlar :

- Haydi yatalım, çeşmede yattık ne oldu ki burada ne olsun? diyerek atlardan inerler.

Küçük oğlan :

- Aman kardeşlerim, babamız bize buralarda yatmayın dedi. Elbet, onun bildiği bir şey var ki böyle söyledi, derse de bu oğlan onların en küçüğü olduğu için :

- Haydi, sen karışma, diye onu azarlarlar o da bir daha sesini çıkarmaz.

Bunlar, yine yerler içerler, uyku vakti gelince yatar, uyurlar. Küçük oğlan, belki bir şey olur diye uyumaz. Gece yarısı olunca karşıdan bir gürültü kopar. Oğlan, sessizce kalkar, kılcını alır, o gürültüye doğru gider. Bakar ki öncekinden daha büyük bir yedi başlı ejderha daha geliyor. Hemen buna karşı durur. Bu ejderha da oğlana ardı ardına üç kez saldırır ama bir şey yapamaz.

Sıranın kendine gelmesiyle kılıcını çeken oğlan ejderhaya bir kere vurunca ejderhanın altı başı birden kopup gider. Bir baş, yerinde kalır. O zaman ejderha :

- Er isen bir daha vur, diye bağırır.

O da :

- Ben dünyaya bir kere geldim, iki ker değil, deyince o baş yuvarlana yuvarlana gider, `` Benim canımı yiyen, malımı da yesin. `` diyerek kendini kuyuya atar.

Oğlan, bu başın ardından kuyuya iner. Bakar ki koca bir saray; içinde, dünyada olmayan şeyler var. Sonra, oradan çıkar, gelir, yatağa gider.

Sabah olur, hepsi uykudan uyanırlar :

- Işte, burada yattık ne oldu? Diyerek yine atlarına binerler. O gün, akşama kadar giderler. En sonunda bir kıra varırlar. O gece orada kalır; yerler, içerler, bir de yatma vakti gelince bakarlar ki, karşıdan bir inilti, bir gürültü geliyor. Hem de dağları devire devire...

Bu gürültüyü işitince hepsinin aklı başından gider. Hemen atlarına binerler, bir de görürler ki bir ejderha :

- Benim kardeşlerimi öldüren kimdir? Deyip bağırarak çağırarak geliyorlar.

O zaman, bunlar birbirlerine :

- Aman, ne yapsak, bunun elinden nereye kaçsak? demeye başlarlar.

Küçük oğlan da :

- Ya, ben size demedim mi, babamız da bize söylemedi mi? Ama siz dinlemediniz. Haydi bakayım, şimdi varın da derdinizi ejderhaya anlatın, deyince, ötekiler :

- Aman kardeş, bir şeydi başımıza geldi, sen bilirsin, bir şeyler yapalım da bu bela başımızdan gitsin, derler.

Oğlan bakar ki bunların hepsi korkuyor :

- Haydi, geri dönün; şu anahtarı da alın, geldiğimiz yerde bir kuyu vardır; o kuyunun içinde çok değerli mallar vardır. Onları alın ondan önceki kuyuya gidin o kuyuda birçok para ile kırk tane kız vardır. Onları da alın doğruca memlekete dönün. Bende bu ejderhayı öldürür, gelirim, der.

Onlar da geri döner, giderler. O kuyulardaki malları, paraları, kızları alırlar; doğru memleketlerine döner ve babalarına, başlarına geleni anlatırlar.

Biz gelelim, küçük oğlana...

Oğlan, ejderhe ile dövüşür, ama ne oğlan ejderhayı, ne de ejderha oğlanı alt edebilir. Bunun üzerine ejderha oğlana :

- Gel yiğit, benim bir işim var, o işimi görebilirsen, seni koyuveririm, der.

Oğlan da :

- Nedir işin? deyince :

- Ben, padişahının kızına aşığım. Kaç yıldır padişah ile o kız için kavga ediyoruz. Ama bir türlü kızı alamadım. Eğer, o kızı bana getirebilirsen, sana hiçbir şey yapmam, der.

Oğlan, başını kurtarmak için :

- Peki, getiririm, demek zorunda kalır.

Adına Çampalak denen bu ejderha, oğlana bir dizgin verir.

- Al bunu, filan çeşmeye git; oraya sabahleyin aygırlar gelir, hemen birinin başına bu dizgini geçir; üzerine bin. sana `` Emret! `` der; sen de `` Beni Çinimaçine götür. `` dersin. Aygır alır, seni oraya götürür, der.

Oğlan, dizgini alır, o çeşmeye gider bakar ki su içmek için birçok aygır geliyor. Hemen, dizgini bunlardan birinin başına geçirir; sırtına biner. Aygır da: `` Emret! `` deyince o da kendisini Çinimaçin`e götürmesini söyler.

Aygır, `` Kapa gözünü, aç gözünü. `` deyince oğlan bakar ki Çinimaçin`e gelmiş bile. Aygırdan iner, dizgini alır, aygır gider...

Oğlan kente gider, orayı burayı gezip dolaşırken bir kocakarı ona :

- Oğlum nerelerden gelip nereye gidiyorsun? diye sorar.

O da :

- Aman anne, bana bir yatacak yer bulunmaz mı? der.

Kocakarı :

- Gel oğul, seni evime götüreyim, bende konuk ol, diye yanıt verince, oğlan kocakarı ile döner, o gece orada kalır.

Geceleyin otururlarken, kocakarı ona :

- Aman oğul, sen buraya nereden geldin? Bu yerlere hiç kimse gelmezdi. Niçin dersen, bu padişahın kızına bir ejderha aşık oldu tam sekiz yıldır padişahla, o kızı almak için kavga ediyor. Bu yüzden de o ejderha, buralara kuş uçurtmayıp, kervan geçirtmiyor. Sen nasıl geldin? der.

Oğlan da :

- Aman, anne, o kız nerede oturur? diye sorar.

Kocakarı :

- Padişahın bahçesinde bir köşk vardır; orada oturur, hiçbir yer çıkmaz, diye yanıtlar.

Sabah olunca oğlan sokağa çıkar; doğru, sarayın bahçe kapısına gider; bakar ki sarayın kapısında bir ihtiyar bahçıvan oturuyor. Onun yanına gider :

- Aman bahçıvan, beni yanına çırak alır mısın? diye ricada bulunur.

Ihtiyar bahçıvan :

- Aman oğul, benim adamım var, seni ne yapayım? der.

Oğlan :

- Ama baba çok yoksulum beni de al, ben de geçineyim, filan diyerek bahçıvanı kandırır; bahçeye girer, ötede beride hizmet görür.

Bir gün bahçede çiçekleri sularken, padişahın kızı da pencereden bakar ve bu oğlanı görür. Oğlan pek yakışıklı olduğundan kız onu görür görmez aşık olur, oğlanı yanına çağırır, buraya nereden geldiğini sorar. Oğlan da kızı düşünde görerek aşık olduğunu, onu almak için geldiğini, kendisinin de bir padişah oğlu olduğunu söyler.

Kız, bu sefer :

- Aman, sen beni ülke dışında nereye götürürsen götür. Ben hem sana aşık oldum hem de beni almak isteyen ejderhadan kurtulayım, der.

Oğlan da :

- Peki, olur, deyip kızla sözleşir, bir gece kızla birlikte kentten çıkar, giderler.

Epeyce yol gidip, ejderhanın olduğu yere yaklaşırlar.

Oğlan, kıza :

- Ben seni Çampalak adlı ejderhaya götürüyorum, der.

Kız :

- Eyvah! Ben ondan kaçarken, sonunda onun eline mi düşeceğim? diye ağlayıp sızlamaya başlar.

Oğlan da :

- Canım ben seni ejderhaya götürüyorum, ama onun elinden sen de kurtulursun ben de kurtulurum. Bir yolunu bulup, onu öldürürüz. Sonra da ben seni alırım diyerek kızı aldatır.

Bunlar giderler, ejderha kızı görünce :

- Vay cananım, hoş geldin, diyerek kızı karşılar. Kız da başını kurtarmak için :

- Hoş bulduk, derse de her gün ağlar, sızlar...

Oğlan da ejderhanın gittiği vakitlerde kızın yanına gelerek der ki :

- Sen ejderhaya burada canının sıkıldığını söyle. Ona, tılsımının ne olduğunu sor. `` Hiç değilse bununla eğlenir, vakit geçiririm. `` dersin. Tılsımını öğrenince ejderhayı öldürmek kolay olur.

Oğlan, kızın yanından ayrılır, az sonrada ejderha gelir. Kız başlar ağlamaya... Ejderha, kızı çok sevdiği için, aklı başından gider.

- Aman sevdiğim, niçin ağlıyorsun? diye sorar.

Kız da :

- Sen gündüzleri gidiyorsun; benim, yalnızlıktan canım sıkılıyor. Senin tılsımın yok mu, söyle de bari onunla eğleneyim, der.

- Elmasım, benim tılsımım çok uzaklardadır, diye yanıt verir.

Kız da :

- Nerededir? diye sorunca :

- Uzak bir ülkede bir görkemli saray vardır, o sarayın içindedir. Kimse gidip onu alamaz. Kim giderse orada ölüp kalır, diye yanıt verir.

Kız da :

- Ben ne yapayım, öyle tılsımı, der ve işi fazla uzatmaz.

Sabah olunca ejderha gider. Kızın yanına oğlan gelir, tılsımı alıp almadığını sorar. Kız da ejderhanın söylediklerini oğlana aktarır.

Oğlan, ejderhanın vermiş olduğu at dizginini eline alır, deniz kıyısına gider. Dizgini denize vurur, bir deniz aygırı çıkıverir.

Oğlan :

- Beni falan ülkeye götür, deyince, gözünü kapayıp açıncaya kadar geçen bir süre içinde kendini o ülkenin bir sarayında bulur.

Aygır, oğlana :

- Işte senin gideceğin yer, şu karşıki dağın başında gördğün saraydır, der. Ama sen beni götürür, o sarayın kapısının halkasına dizginimden bağlarsın; ben de kişneyerek kapının halkalarını birbirine vururum; demeye kalmaz, kapı açılır; o açılan kapı, içerde bulunan aslanın ağzıdır...

Eğer kılıcınla o açılan kapıyı bir vuruşta ikiye bölebilirsen, kendini kurtarırsın, yoksa aslan, seni öldürür, diye açıklama yapar.

Oğlan, aygırla dosdoğru sarayın kapısona gider. Aygırın söylediği gibi, onu dizgininden kapıya bağlar. Aygır da bir kere kişner. Kapının halkaları çıngır çıngır birbirine vururunca, içerden çirkin bir ses duyulur ve kapı açılır.

Oğlan, hemen kılıcını çeker, bir vuruşta kapıyı ikiye biçer. Bir de bakar ki kapı meğer koskoca bir aslanmış! Aslanın iki parça olduğunu görünce karnını yarar, içinden bir kafes çıkar. O kafesin içinde de üç güvercin var, ama böyleleri dünyada hiç görülmemiş!

Oğlan, aman, şunların birini tutayım da biraz seveyim, diyerek birini kafesten çıkarır. Gel gör ki sevip okşarken elinden kaçırır... Güvercin, uçup gider, aygır da peşinden gider... Gide gide o kadar giderler ki aygır, havada kaybolur. Oğlan da başlar ağlamaya...

En sonunda aygır, güvercine ulaşır, onu tutar, aşağıya indirir. Oğlan, güvercinin başını kopardıktan sonra aygırın sırtına biner. Kafesi eline alır, yine göz kapayıp açıncaya kadar, ejderhanın olduğu yere kadar gelirler.

Oğlan, hemen güvercinin birini daha öldürüp öbürünü alarak ejderhanın evine gider. Bir de bakar ki ejderha yatmış, yerinden kalkamıyor...

Ejderha, oğlanın elindeki güvercini görünce :

- Nasıl olsa öleceğim, o nedenle şu güvercini verin de biraz seveyim bari, diye yalvarmaya başlar.

Oğlan, ejderhanın yalvarmasına dayanamayıp, güvercini vermek için kafesten çıkarır, ejderhaya uzatır. Tam o sırada kız :

- Aman sevdiğim, ne yapıyorsun? diye koşar, güvercini oğlanın elinden kaptığı gibi, güvercinin başını koparıverir, ejderha da ölüp gider.

Kız, ejderhanın öldüğüne çok sevinir; gönlünü, bütün bütün oğlana verir.

Oğlanla kız, atlarına binerler; ejderhanın, pahada ağır, yükte hafif eşyalarını da alırlar, dosdoğru, kızın ülkesine giderler.

Meğerse babası, kızın kaçtığı günden beri arıyormuş. Kızının geldiğini görünce, sevincinden ağlar, boynuna sarılıp özlem giderir. Şimdiye kadar nerelerde olduğunu sorar. Kız da başına gelenleri, bir bir anlatır.

Babası, ejderhanın öldüğüne çok sevinir. Kızını oğlanla evlendirir. Kırk gün kırk gece düğün yapılır. Her gün çalıp oynamakla günlerini geçirseler de, günlerden birgün, oğlanın; anası ile babası aklına gelerek kıza :

- Benim de ülkemde anam ile babam var; ben onların yanına gideceğim, ne dersin? diye sorar.

- Kız, ben de gelirim, deyince bunlar işi kızın babasına açarlar. Kızın babası razı olur, onlara gitmeleri için izin verir. Bir alay askerle birlikte yola çıkarlar.

Az giderler, uz giderler dere tepe düz giderler, sonunda oğlanın ülkesine varırlar.

Babası oğlunu görünce :

- Vay oğlum benim, seni öldü sandım; meğerse sağ imişsin! diye sevincinden ne yapacağını şaşırır...

Oğlana şimdiye kadar nerelerde olduğunu neler yapıp nasıl geçindiğini sorar. Oğlan da kardeşlerinden ayrıldıktan sonra başına neler geldiğini, bunları nasıl göğüsleyip bu günlere ulaştığını bir bir anlatır.

Sonunda da Çinimaçın padişahının kızını aldığını söyler.

Babası bu işe daha da sevinir. Yeniden kırk gün kırk gece düğün yaptırır. Hep birlikte ömürlerinin sonuna kadar mutlu yaşarlar.

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine...

Sihirli Yakut Masalı

Sihirli Yakut Masalı

Vaktiyle bir nehir kenarındaki mermerden yapılmış bır şatoda çok güzel bir prenses oturuyormuş. Bu çok zenginmiş. Nehrin geçtiği bütün yerler onunmuş. Bu kızla kim evlenmek istediyse kız herkes tarafından geri çevrilmiş. Çünkü prenses evleneceği kimsenin büyük bir kahraman olmasını arzu ediyormuş.

Bir gece şatosunun balkonunda otururken çok uzaklarda bulunan bir dağın tepesindeki yıkık bir binanın, birden bire aydınlandığını görerek hayret etmiş ve hizmetçilerden birini çağırmış.

Prenses :

- O harabe aydınlandı, acaba içinde oturanlar mı var? diye sormuş.

Hizmetçi :

- Her sene paskalyadan bir gece evvel, orası aydınlanır. Birçok cüce gelip, toprakları kazarlar, orada gömülü olan yakut taşını ararlar, demiş.

Prenses de bu taşı aratmak istediğini söylemiş. Hizmetçi bu cücelerin hainliğinden uzun uzadıya söz etmişse de prensesi kararından caydıramamış. Bunun üzerine her tarafa prensesin evlenmek arzusunda olduğu duyurulmuş. Bu nedenle yabancı ülkelerden birçok ve birçok zengin aile çocuğu oraya gelmişler. Prenses onlara sihirli yakutu kim getirirse onunla evleneceğini söylemiş. Taliplerden kimi bu işi göze alamayıp geri dönmüşler. Paskalya`da bir gün evvel, silahlı ve yakışıklı bir genç gelip bu işe gönüllü olduğunu söylemiş. Bu gence karşı kalbinde bir sevgi uyanan prenses sevinçle ona :

- Oraya gitmenin ne kadar tehlikeli olduğunu biliyor musunuz? diye sordu.

Genç :

- Biliyorum ama arzunuzu yerine getirmek için bu tehlikeye hazırım, demiş.

Bunun üzerine prenses :

- Şartımdan vazgeçtim, zira benim yüzümden tehlikeye atılmanıza razı değilim, der.

Genç :

- İltifatınıza teşekür ederim, ama oraya gitmezsem size hayat arkadaşı olmaya layık olamam, der.

Cesur genç atıyla hemen yola çıkıp aydınlanmış harabelerin önüne gelmiş. Birdenbire cüceler onu kuşatmışlar. Bunlar ellerinde sivri kazmalar olduğu halde pire gibi sıçrıyorlarmış. Cüceler bu genci tutup içeriye götürerek, şeflerinin huzuruna çıkarmışlar.

Şef, gence :

- Burada ne arıyorsun? Hiç işitmedin mi ki buraya gelen sağ çıkmaz, fakat korkma ben yiğitlerden hoşlanırım. Burada uzun araştırmalardan sonra, bu defa bulabildiğiniz fevkalade bir yakutu sana göstereyim :

- Şu bardağı da al, içinde buradaki kaynaktan alınan saf bir su var; bunu içersen dostumuz olursun, der.

Cesur genç :

- Taşı iyice göreyim, suyu sonra içeyim, der.

lerin şefi yakutu vermiş, sonra bardağı uzatmış. Genç suyu içeceği zaman kulağına :

- Bu zehirdir, sakın içme ve hemen buradan uzaklaş, diye bir ses gelmiş.

Bu söz üzerine genç hemen bardağı atıp, atına bir kamçı indirmiş ve kuş gibi uçup prensesin yanına giderek, yakutu ona vermiş. Biraz sonra şatoya bir kaç cücenin geldiğini haber vermişler. Prensesle cesur genç onları görmek için kuleye çıktıklarında, cücelerden biri onlara :

-u verin yoksa size büyük bir kötülük yaparız, diye bağırmış.

Prenses de ona :

- Yakutu bana kahraman bir şovalye vermiştir, diye cevap vermiş.

Bu sözler söylenir söylenmez, yakuttaki sihir kuvvetiyle harabenin kayaları şiddetle sarsılarak bütün harebe nehre yuvarlanmış ve içindekilerin bir kısmı taşların altında ezilerek, bir kısmı da nehirde boğularak ölmüşler.

Prenses bu yakutu gerdanına takmış ve bu cesur gençle de evlenerek mesut ve bahtiyar olmuş.

Tembel Kadın İle Kurnaz Dilenci Masalı

 Tembel Kadın İle Kurnaz Dilenci Masalı

Evvel zaman içinde fakir ve iyi kalpli bir oduncu ile, onun akılsız, aksi bir karısı varmış. Bu kadın o kadar huysuzmuş ki, karşılarında bulunan büyük konağın zengin hanımı gibi olmadığından, daima oduncu ile kavga eder ve :

- Zengin olaydın ben de iş görmez, akşama kadar yatar uyurdum, der ve sonra da hıçkıra hıçkıra ağlarmış.

Zavallı oduncu bu kavgadan bıkarak, bir gün pazardan besili bir tavuk alıp karısına getirmiş. Kadın buna çok sevinmiş ama karşılarındaki hanım gibi olmak istediğinden :

- Zengin hanım yemek pişirmediği için ben de pişirmem, demiş.

Zavallı oduncu ne yapsın kendisi pişirmeye razı olmuş. Tavuğu yolmuş, temizlemiş, ocağı yakmış, tencereyi koymuş ve işine gitmiş.

Bir iki saat sonra kapıya bir dilenci gelmiş. Kadın, `` Hanım oldum. `` diye aşağı inip kapıyı açmamış. Yukardan kapının anahtarını atmış. Ekmeğin yerini de tarif etmiş. Dilenci kapıyı açmış, ekmeğin hepsini almış. Ocakta tencereyi görünce, hemen içindeki tavuğu almış, torbasına sokmuş. Ayağındaki çarıkları da alay olsun diye tencerenin içine koyup, dışarı çıkmış. Kadın pencereden bakıyormuş. Ondan oynayıp, şarkı söylemesini istemiş. Dilenci de şu şarkıyı söylemiş :


`` Sizin tavuk benim torba içinde

Benim çarık sizin kazan içinde

Sen dayağı yersin yorgan içinde

Ben tavuğu yerim orman içinde ``
Bu şarkı kadının hoşuna gitmiş, birkaç kere daha söyleterek, kendisi de ezberlemiş.
Akşam olunca oduncu gelmiş. Kadın o gün olanları kocasına anlatarak şarkıyı da söyleyince, oducu çok sinirlenmiş. Kadını, bir daha böyle huysuzluklar yapmayacağına tövbe ettirene kadar iyice dövmüş.

Dilenci de ormana giderek, büyük bir sevinç içinde tavuğu afiyetle yemiş

Uçar Leyli Masalı

Bir varmış bir yokmuş, bir padişahın çok sevdiği bir atı varmış. Bir gün bu at hastalanmış, bütün doktorlar gelmişler, bunu muayene etmişler ama derdine hiçbir çare bulamamışlar. Nihayet bir doktor, `` Bütün memleketteki ahalinin hepsi eteklerine birer avuç ot doldursunlar, at kalkıp da hangisinin eteğinden ot yerse o aşık olmuş demektir. `` demiş. Bütün memleketin ahalisi sıra sıra gelmişler hepsi eteklerindeki otu ata yedirmek istemişler. At hiçbirinden ot yememiş. Artık kimse kalmamış, yalnızca sarayda padişahın üç tane kızı varmış. Üçüde sırayla bu ata ot getirmişler. En küçük kızı görünce at, ayağa kalkıp kızın eteğindeki otu yemeye başlamış. Bu iş onura dokunan padişah, kızıma bir at aşık oldu diye kızmış ve `` Kızımı atın yanına ahıra koyun. `` diye emir vermiş. O gece zavallı kız oracıkta otururken birdenbire at silkinerek, ayın on dördü gibi bir civan olmuş ve kıza, `` Ben peri padişahının oğluyum, sana aşık oldum. `` demiş. Kız da buna memnun olmuş ve ahırda atla yani `` `` ile yaşamaya başlamış. 

Günün birinde padişahın at koşusu olacakmış. Uçar Leyli o akşam kıza, ``Yarın ben de koşuya geleceğim, al elbise giyeceğim ve al ata bineceğim, sakın pencereden baktığın zaman benim sırrımı meydana vermeyesin. `` demiş. Ertesi gün kız ablalarının yanına çıkarak, onlarla birlikte pencereden koşuyu seyretmiş. En büyük ablası, `` Ne olsa olsa da al atlı al urbalı delikanlı benim olsa. `` demiş. Ortanca ablası da, `` O seni ne yapsın, asıl o benim olacak. `` demiş. Küçük kız ise hiç sesini çıkarmadan ahıra gitmiş. Uçar Leyli gelince, `` Aferin sana, hiç sesini çıkarmadın, yarın yine koşuya gideceğim, yeşil ata bineceğim, yeşil urba giyeceğim, sakın sesini çıkarmayasın.`` demiş. Ertesi günü kız yine ablarının yanına çıkarak yarışı seyretmiş. Büyük ablası, `` Şu yeşil atlı, yeşil urbalı delikanlı benim olsa. `` deyince ortanca ablası `` O delikanlı seni ne yapsın, o asıl benim olacak. `` demiş. Küçük ise sesini çıkarmadan ahıra gitmiş. Üçüncü günü Uçar Leyli bu sefer beyaz ata binip, beyaz elbiseler giymiş. Kıza da, `` Sakın bir şey söylemeyesin, bugün üçüncü işte bitiyor. `` demiş ve koşuya gitmiş. Kız tekrar ablalarının yanına çıkarak, pencereden koşuyu seyretmeye başlamış.Büyük kız, `` Ne olsa olsa da şu beyazlı benim olsa. `` deyince, ortancası, `` O seni ne yapsın, asıl o benim olacak. `` demiş. En küçük kız ise artık dayanamamış ve `` O ne senin ne ötekinindir, o asıl benimdir. `` demiş. Koşu bitip kız ahıra gelince Uçar Leyli de gelmiş ve `` Ne yaptım keşke söylemeseydin şimdi beni ya sedef dağında, ya gümüş dağında yahutta altın dağında ara da bul. `` demiş ve pır diye uçup gitmiş. Kız ağlayarak padişah babasına hal ve keyfiyeti anlatmış. `` Bana bir demir çarık, demir bir değnek ver, ben gidip Uçar Leyli`yi arayıp bulacağım. `` demiş ve ertesi günüde yola revan olmuş. 

Sedef Dağı nerede diye diye Sedef Dağını aramış bulmuş ve Sedef Dağındaki çeşmenin başına oturmuş. Bu sırada sedef nalınlar giymiş, eline sedef tas almış çeşmeden su almaya gelen bir kız görmüş ve ona, `` Kız ver o maşrapadan bir su içeyim. `` demiş. Kız da, `` Yedi senede bir Uçar Leyli buraya gelir, bu onun maşrapasıdır veremem. `` demiş. Sultan kızı, bu kızın suratına bir tokat vurarak, elindeki maşrapayı alıp suyu içmiş. Kız ağlayarak Sedef Sarayına gitmiş ve hanımına, `` Çeşme başında bir kız var, bana tokat vurdu, elimden tası aldı ve içti. `` demiş. O sırada saraydaki Uçar Leyli ise, ``Şimdi gelsin beni Gümüş Dağında arasın. `` demiş ve pır diye uçup gitmiş. Kız bu sefer, Gümüş Dağına gitmiş ve orada bir çeşmenin başına oturmuş. Yine gümüş tasla, bir hizmetçi kız çeşmeye gelmiş. Sultan kızı bu kıza, ``Elinde gümüş tas tutan kız ver o maşrapandan bir su içeyim. `` demiş. Kız, ``Yedi senede bir defa Uçar Leyli ortanca teyzesine geldi, bu tas onundur veremem. `` demiş. Sultan kızı bir tokat vurmuş tası alıp suyu içmiş. O sırada Uçar Leyli ise, `` Gelsin beni Altın Dağında arasın. `` demiş ve pır diye uçup gitmiş. Sultan kızı bu sefer demir çizme, demir çarıkla Altın Dağına doğru yola koyulmuş. Orada bir çeşmenin başında altın maşrapalı bir kız görmüş. hizmetçi kıza, `` Benim hanımım evden kovdu, hanıma söyle de beni hizmetçi olarak alsın. `` demiş ve hizmetçi olarak o eve girmiş. Bu evde Uçar Leyli annesiyle beraber oturmaktaymış. Bir peri olan annesi oğlu Uçar Leyli`yi evlendirmeye kalkmış. Düğün gecesi, Uçar Leyli`nin annesi bu yeni hizmetçi kızın on parmağına on çıra yaktırmış ve `` Sabaha kadar bu çırayla oğlumla gelinimi aydınlat. `` demiş. Zavallı sultan kızı sabaha kadar kapının arkasında ağlayarak beklemiş. Sabaha karşı Uçar Leyli sultan kızının ızdırabına dayanamamış ve elindeki çıraları atarak, `` Bin sırtıma. `` demiş ve kızı sırtına alarak pencereden uçup gitmişler. Gelin derhal kaynanasına haber vermiş. Kaynanası da uçarak onların peşine düşmüş ama yakalayamamış. 

Kaynana önce kardeşlerinin gümüş ve sedef dağlarına giderek, `` Uçar Leyli buraya geldi mi? `` diye sormuş. Kardeşi yani Uçar Leyli`nin teyzesi, ``Dur ben gideyim onları aramaya. `` demiş ve kanatlarını takıp aramaya başlamış. O sırada uçmakta olan Uçar Leyli, sırtındaki kıza, `` Bak bakalım arkana kim geliyor? `` demiş. Kız, `` Yağmurlar yağıyor, şimşekler çakıyor . `` deyince `` Öyleyse korkma teyzem geliyor. `` demiş ve kıza bir tokat vurarak, onu dere yapmış, kendisi de içinde bir ördek olmuş. Teyzesi onların önünden kaybolduğunu görünce dönüp evine gitmiş. Uçar Leyli`nin annesi kardeşine, ``Bulamadın mı? `` diye sorunca kardeşi, `` Önümden kaçtılar. Orada bir dere vardı, içinde de bir ördek vardı, başka bir şey görmedim. `` demiş. Uçar Leyli`nin annesi, `` İnip de o dereyi çiğneseydin, kızı dere yapmıştır, kendisi de ördek olmuştur. `` demiş. Bunun üzerine en küçük teyzesi, `` Ben gideyim. `` demiş ve arkalarından koşmuş. Bu sırada Uçar Leyli sırtındaki kıza, `` Bak bakalım arkanda ne görüyorsun? `` deyince, kız, `` Bir toz duman görüyorum. `` demiş. Uçar Leyli, `` Korkma öyleyse küçük teyzem geliyor. `` demiş ve kıza bir tokat vurarak onu bir bostan yapmış, kendisi de içinde bahçivan olmuş. Teyzesi bostanın önüne gelip bakmış, ama bir şey görememiş. Sonra da, `` Bahçivan `` diye seslenmiş, `` Buradan bir kızla oğlan geçti mi? `` . Uçar Leyli sağır taklidi yaparak, `` Lahana da var pırasa da var. `` demiş. Bir daha seslenince de, `` Salata da var turp da var. `` demiş. Kadın, ``Bu bahçivan da sağırmış galiba. `` diyerek canı sıkılıp eve dönmüş. Gidip olanları ablasına anlatmış. Ablası da, `` O kızı bostan yapmıştır, kendisi de bahçivan olmuştur, keşke çiğneseydin. `` demiş ve `` Ben gideyim bari `` diyerek, kalkıp arkalarından gitmiş. 

Uçar Leyli sırtındaki kıza, `` Bak bakalım kim geliyor? `` deyince, kız, ``Dolu yağıyor. `` demiş. Bunu duyan Uçar Leyli, `` Eyvah annem! `` diyerek kıza bir tokat vurup onu incecik bir selvi ağacı yapmış, kendisi de yedi başlı bir yılan olup, ağacı iyice sarmış ve ağacın dibine de başını koymuş.Annesi gelip, `` Ah evladım, iğne topuzu kadar yer bıraksaydın da o kahbenin kemiklerini kırsaydım, buraya vursam kolların, buraya vursam arkan, kıyamam bir yerine vurmaya! Hadi artık kız senin olsun. `` deyip evine dönmüş. Uçar Leyli ile kız da beraber, kızın babasının sarayına dönmüşler, kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. 

Onlar ermiş muradına, biz de erelim ...

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...