Vakti zamanında çok zengin bir adamın üç oğlu varmış. Adam büyük oğlunu bir vezirin kızıyla evlendirmiş. İkinci oğlu ise fakir bir kız almış. En küçük oğlu, ağabeylerine demiş ki :
Babama söyleyin, ben evlenmek istemiyorum! O şehirde de bir ailenin üç kızı varmış. Bunlar bir gün su bakraçlarıyla çeşmeden su alıyorlarmış. Küçük oğlan da o sırada atını sulamak için çeşmeye gelmiş. Üç kız kardeş, oğlana aldırmadan aralarında konuşurlarken, en büyükleri demiş ki :
Ben zengin bir adama varsam da şöyle bir rahat hayat yaşasam, uşaklar etrafımda dolaşsalar, ne iyi olur...
Ablasının bu sözü üzerine, ortanca kız :
Ben de zengin bir adamla evlenmek isterim doğrusu, demiş. Aşçılara her gün güzel yemekler yaptırıp can beslerdim...
En küçük kız :
Evleneceğim adamda zenginlik aramam, demiş. Bir kız, bir de oğlan anası olsam, yavrularımın saçları ipek, dişleri inci olsa, benim için en büyük mutluluk bu olurdu.
Konuşulanları dinleyen oğlan, atına atlayıp evine dönmüş. Hemen anasının yanına çıkarak :
Anacığım, demiş, senden bir dileğim ver. Kardeşlerim evlendiler. Beni de evlendirmek istemiştiniz de o zaman razı olmamıştım. Şimdi kararım değişti. Şuracıkta bir çoban oturuyor. Onun üç kızı var. Küçük kızıyla evlenmek istiyorum.
O zaman annesi :
Oğlum, demiş, zaten senin de evlenme zamanın geldi, geçiyor. Mademki kararını değiştirdin, hemen babanla konuşur, sana cevap veririm.
Kadın, küçük oğlunun dileğini babasına anlatmış. Oğullarının bu dileğini baba da uygun karşılamış. Çobanın evine giderek küçük kızı oğluna istemiş. Her iki aile de gençlerin evlenmelerini uygun gördüklerinden kısa zamanda düğün yapılması kararlaştırılmış. Söz kesilmiş, nişan yapılmış. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra da sıra düğüne gelmiş.
Kız, nişanlısına demiş ki :
Sizden bir dileğim var : Biz fakir bir aileyiz. Babamın kazancı bizi geçindirmiyor. Eğer kabul ederseniz ablalarım da bizimle birlikte otursunlar. Hem ev işlerine yardım ederler, hem de ben yalnız kalmamış olurum...
Nişanlısı bu teklife razı olmuş. Nikâh ve düğünden sonra küçük kız ablalarını da yanına alarak beraber yaşamaya başlamışlar.
Haftalar, aylar geçmiş. Delikanlı bir gün eşine demiş ki :
Hani senin bir sözün vardı, hatırladın mı? Çeşmenin başında kardeşlerinle su doldururken, benim için en büyük mutluluk biri kız, biri oğlan iki evlat anası olmaktır, demiştin... Sözünde durmadın. Karısı cevap olarak :
Vakitsiz gül açıldığını nerede gördün ki, demiş, ben de zamanı gelmeden çocuk anası olayım?
Eşinin cevabını haklı bulan delikanlı, anlamış ki, o da her kadın gibi çocuk sahibi olmayı çok istiyor. Ama, zamanını bekliyor...
Aradan uzunca bir zaman geçtikten sonra, genç kadın, günün birinde, biri kız, biri oğlan iki çocuk doğurmuş. Bu sevimli yavruların dişleri inciden, saçları da ipektenmiş. Lakin, ne yazık ki, evde bu genç kadını kıskananlar varmış. Hem de kendi kardeşleri... Ablaları kardeşlerinin mutluluğunu, iki de çocuk sahibi olmasını bir türlü çekemiyorlarmış. Hemen ebenin eline birkaç altın vererek çocukları henüz kimse görmeden yok etmesini istemişler.
Ebe hemen dışarı çıkmış. Yeni doğmuş iki köpek yavrusu bularak eve dönmüş. Köpekleri sarıp sarmalayarak genç kadının yanına getirmiş, o uyurken çocukları yanından almış, bir sandığa koyarak dereye atmış.
Bu işleri bitirdikten sonra, ebe delikanlının yanına giderek, karısının aylarca bekledikten sonra iki köpek yavrusu doğurduğunu söylemiş. Hiç beklemediği, pek fena bir haberle karşılaşan delikanlı, önce bir duralamış. Kendi kendine şöyle düşünmüş: İnsan köpek doğurabilir mi? doğurmaz ama, Allah’ın işine de karışılmaz ya...
Tam o sırada bir sepetin içinde köpek yavrularını önüne getirmişler. Delikanlı ebenin sözlerine inanmak zorunda kalmış. Gördüğü manzara karşısında büyük bir üzüntüye kapılmış. Uşakları çağırarak:
Alın o kadını, demiş, yedi yol ağzına götürüp beline kadar toprağa gömün! Gelen geçen köpek yavrusu doğuran bu kadının yüzüne tükürsün!
Adamlar, kadını yatağından alıp yedi yol ağzına götürmüşler. Kadının ağlamasına, sızlamasına, yalvarmasına aldırmadan onu yarı beline kadar toprağa gömmüşler. Bir tahtanın üzerine de “bu kadın köpek doğurdu” diyerek yazarak yanında bir yere sırıkla dikmişler. Gelip geçen, yazıyı okudukça kadının yüzüne tükürmeye başlamış.
O memlekette ihtiyar bir karı kocanın bir koyunu varmış. Kadın koyunun sütünü satar, onunla geçinirlermiş. Son günlerde koyun otlatmaya gittiği yerden sütsüz gelmeye başlamış. O zaman kadın, çobana demiş ki :
Sen benim koyunumun sütünü niçin sağıyorsun? Biz süt satarak geçiniyoruz, bilmiyor musun?
Çoban, kadının bu sözlerine şaşmış. Çünkü, o, hiçbir koyunun sütüne dokunmuyormuş:
Abla, demiş, inan ki ben otlattığım koyunlardan hiç birinin sütüne elimi sürmem. Kimsenin malında gözüm yoktur. Bu işe başka bir el karışmış olabilir. Bugün senin koyuna dikkat edeceğim...
Kadıncağız inanmış. Akşam beklemeye başlamış. Çoban da sürüsünü alıp her zamanki gibi çayıra gitmiş. Hayvanlar otlarken bir aralık görmüş ki, o kadıncağızın koyunu sürüden ayrılıp dere kenarına doğru gidiyor. Koyun gitmiş, çoban gitmiş, koyun gitmiş, çoban gitmiş... Nihayet, koyun, derenin kuytu bir yerine girerek orada durmuş. Çobanda arkasından yavaşça yaklaşarak bakmış. Bir de ne görsün? Derede yüzerken çalılara takılıp orada kalan bir sandığı içinde iki tane yeni doğmuş çocuk var. Hem dişleri inciden, saçları ipekten...
Koyun bunları emziriyor.
Çoban hemen sandıktaki çocukları kucağına alıp koyunun ipinden çekerek sürüsü ile birlikte şehre dönmüş. İhtiyar kadına koyunu ile beraber çocukları götürüp:
İşte abla, demiş, senin koyunun sütünü bu çocuklar emiyormuş. Bunları dere kenarından bir sandık içinde buldum.
Kadın, çocukları görünce, hem şaşırmış, hem de sevinmiş. Koyunun sütünü unutuvermiş. Akşam olup kocası eve gelince, çocukları ona göstermiş. Kendi kendine gelen bu çocuklara ihtiyar adam da pek sevinmiş. Bize uğur getirmişlerdir, diye onları bağrına basmış.
Günler, haftalar geçiyor, çocuklar da büyüyorlarmış. Aradan yıllar geçmiş. İhtiyar kadınla kocası, bunlara öz evlatları gibi baktıkları için, çocuklar da bu iki ihtiyarı ana baba biliyorlarmış.
Fakat, kendi geçimini güç halde sağlayabilen adam, yıllar geçip çocuklar büyüdükçe evi idarede güçlük çekmeye başlamış. Artık iyice büyümüş olan çocuklar da evde analarına, dışarıda da babalarına yardımcı olmaya başlamışlar.
Bir gün kız, anasına demiş ki:
Anacığım, bari pazardan bez alsam da ben peşkir yapıp üzerine iş işlesem, babam da satsa. Ekmek parasına yardımcı olur.
Kadın kalkıp pazara gitmiş. Birkaç arşın bez alıp gelmiş, kızına vermiş. Kız bu bezden güzel peşkirler yapmış, üzerlerine iş işlemiş. Babaları da kızın yaptığı bu güzel peşkirleri pazara götürmüş. Halk bunları o kadar beğenmiş ki, ihtiyar adam peşkirleri bir anda satmış. Sevinerek eve dönmüş. Böylece ailenin idaresi de düzelmeye başlamış.
Günlerden bir gün, kızın kardeşi çarşıya gitmiş. Meydanda birkaç kişinin toplanıp bir şeyler yaptıklarını görmüş. Merakla yanlarına yaklaşarak bakmış ki, bunlar, ellerindeki okları atarak karşıdaki kavak ağacının tepesinden aşırmaya çalışıyorlar. Fakat hiç biri de okunu kavaktan aşıramıyormuş.
Oğlan bunlardan birinin yanına yanaşarak:
Arkadaş demiş, şu okunu ver de şansımı bir de ben deneyeyim. Oku vermişler. Oğlan ilk atışta oku kavaktan aşırmış. O zaman adamlardan biri:
Yazık bize be, demiş, şu piç kadar olamadık.
Bu söze canı fena sıkılan oğlan demiş ki:
Arkadaş sözünü geri al! Ben piç değilim. Benim anam da var, babam da.
O vakit adam gülmüş:
Seni kardeşinle beraber bir çoban derede bir sandıkta buldu, demiş. Siz dere kenarında, babanız sandığınız o adamın koyunundan süt emmişsiniz. Çoban sizi alıp koyunun sahibine teslim etmiş. Onlar da sizi büyütmüşler. Anamız, babanız bunlar değil, şimdi anladın mı?
Bunları öğrenince, çocuk çok üzülmüş. Düşüne düşüne eve gelip kardeşine:
Kardeşim, demiş, bunlar bizim öz anamız babamız değilmiş. Gel biz buradan gidelim!
Oğlan kalkıp hazırlanmış. Okunu almış. Kardeşiyle beraber adamla kadının yanına gelerek:
Bugün öğrendiğimize göre, demişler, siz bizim öz anamız, babamız değilmişsiniz. Halbuki bizi bugüne kadar siz yetiştirdiniz. Bize yaptığınız iyilik çok büyük, bunu biliyoruz. Hiçbir zaman da unutmayacağız. Eğer izin verirseniz, sizi daha fazla rahatsız etmeden yola düşüp anamızı, babamızı arayalım! Belki bir gün tekrar görüşürüz...
Sözleri bittikten sonra, iki kardeş, gözleri yaşlı adamla kadının ellerini öpüp oradan ayrılmışlar. Yola koyulup az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler... Konarak, göçerek lale sümbül biçerek, tam bir güz gitmişler. Bir dağ başında küçük bir kulübenin önünde durmuşlar. Kulübenin açık kapısından içeri girmişler. Ortalarda kimseleri görememişler. Bu duruma çok sevinen oğlan, kardeşine:
İşte kardeşim, demiş hazır bir ev. Bizim yuvamız bundan sonra burası. Haydi sen ortalığa bir çekidüzen ver. Ben de ava çıkayım, yiyecek bir şeyler bulmaya çalışayım...
Oğlan kulübeden uzaklaşmış. Çok geçmeden okla vurduğu koca bir geyiği sırtlanarak kulübeye dönmüş. Kolları sıvayıp bir güzel karınlarını doyurmuşlar.
Ertesi gün oğlan tekrar ava çıkmış. Ormanda dolaşırken uzaklarda birçok avcının bir geyiği avlamaya çalıştıklarını, fakat onu ellerinden kaçırdıklarını görmüş. Hemen bir ağacı siper alarak okunu atmış, avcıların kaçırdığı geyiği yere sermiş. Bir atışta geyiği seren bu yaman avcıyı görmek için diğer avcılar oğlanın yanına gelmişler. Avcıların başı, oğlanın inci dişlerine, ipek saçlarına hayran olmuş.
Bu sırada da geyiği kesen oğlan, hayvanın başını yanında alıkoyup gövdesini avcılara uzatarak:
Buyurun, demiş, bu da sizin olsun! evinize boş dönmeyin...
Avcılar geyiğin gövdesini alıp gitmişler.
Meğer avcıbaşı bu iki kardeşin özbabaları değil miymiş?
Adam evine döndüğü zaman, geyiği vermiş. Güzel yemekler yaptırmış. Sofrada yemek yerlerken:
Bu geyiği bana bir delikanlı verdi, demiş. O kadar güzeldi ki hayran oldum. Dişleri inciden, saçları ipektendi. Ah onu bir daha görebilsem, kanım çok ısındı ona...
Bu sözler üzerine adamın karısı telaşlanmış. Kardeşine yavaşça:
Aman kardeşim, demiş bu çocuklar yaşıyor galiba... Ne yapsak da onları yok etsek?
Adam ilk karısını köpek yavruları doğurdu diye yarı beline kadar yedi yolun ağzında toprağa gömdürdükten sonra, kadının küçük ablası, yani çocukların teyzesi ile evlenmişmiş.
İki kız kardeş hemen bir kocakarı bulmuşlar. Ona birçok para vererek çocukları ele geçirip yok etmesini söylemişler.
Kocakarı sihirli küpüne binmiş. Gökyüzünde dolaşarak çocukları aramaya başlamış. Nihayet bunların oturdukları kulübeyi görmüş. Hemen aşağıya inerek sihirli küpünü çalılar arasına saklamış. Kulübenin kapısından içeriye girmiş. Kız içerde yalnızmış. Kardeşi avda imiş. Kocakarı kıza yaklaşınca:
Güzel yavrum, cici evladım, demiş, sana yazık değil mi? Böyle yalnız dağ başında korkmuyor musun?
Kız:
Neden korkayım, diye cevap vermiş, yalnız değilim ki... Erkek kardeşimle beraber oturuyoruz burada. O ava çıktı. Şimdi nerede ise gelir.
Kızı kandırmaya çalışan kocakarı, bu sefer :
Mademki kardeşin gündüzleri hep ava çıkıyor, demiş, senin evde yalnız canın sıkılır. Halbuki gençsin, güzelsin. Gönlünce eğlenmen lâzım...
Kız:
İyi ama, demiş, ne yapabilirim ki?
Bunun üzerine, kocakarı demiş ki:
Kafdağında hint yaprakları vardır. Bu yapraklardan birkaç tanesi getirilir de odanın tavanına asılırsa, kendi kendine çalgılar çalar, türlü sesler çıkarır, sen de oyalarsın!
Kocakarı oradan uzaklaşıp kaybolmuş.
Akşamüzeri kardeşi avdan döndüğü zaman, kız ona:
Kardeşim, demiş, sen ava çıktığın zaman benim evde yalnız başıma canım sıkılıyor. Gönlümü eğlendirmem lâzım. Kafdağının ardında hint yaprakları varmış. Bana onlardan birkaç tane getirirsen, tavana asar, çıkardığı çalgı sesleriyle hoşça vakit geçiririm.
Kız kardeşinin isteğini her ne pahasına olursa olsun yerine getirmek isteyen oğlan hemen hazırlanıp yola çıkmış. Gide gide yorulmuş, oturmuş. Biraz dinlendikten sonra tekrar yola koyulmuş. Bir çeşmeye rastlamış. Çeşmenin yalağında sahipsiz bir at su içiyormuş. O da çeşmeye yanaşarak kana kana su içmiş. Sonra bir taşın üzerine oturarak atın güzelliğini seyre dalmış. Biraz kendi kendine:
Ne kadar da yorulmuşum, demiş. Ah benim de şöyle yağız bir atım olsaydı, çoktan Kafdağının ardına varır, hint yapraklarından alarak kulübemize dönerdim...
Kendisinden bahsedildiğini hisseden yağız at, başını kaldırıp oğlana bakmış. Dile gelip insan gibi konuşmaya başlamış:
İnsanoğlu, demiş, madem ki beni çok sevdin, ben de sana acıdım. Seninle arkadaş olalım. İstediğin yere seni gözünü kapayıp açıncaya kadar götürürüm. Haydi atla sırtıma!
Sevincinden uçacak gibi oğlan, hemen ata binmiş. At rüzgâr gibi koşmaya başlamış. Bir anda Kafdağının ardına varmışlar.
At, oğlana demiş ki:
Hint yaprakları şu gördüğün bahçedeki en küçük ağaçtadır. Bahçeye girip ağacın yanına vardığın zaman gözlerini kapar, yapraklarını koparırsın. Sonra onları torbaya koyup arkana hiç bakmadan gelirsin, geri döneriz.
Oğlan, atın sözlerini tutarak yaprakları koparmış, geri gelmiş. Ata atladığı gibi rüzgâr hızıyla yola koyulmuşlar.
Kız, kardeşini kapıda sevinçle karşılamış. Yaprakları odanın tavanına asmışlar. Ertesi sabah ava çıkan oğlan, gene avcılara rastlamış. Vurduğu kuşların en güzelini avcı başıya hediye etmiş. Avcı başı, bilmeyerek oğlundan aldığı bu kuşu da akşam evde pişirtmiş. Sonra da hep beraber yemek yerlerken:
Bu kuşu a bana gene o güzel delikanlı verdi, demiş. Görseniz inciden dişleri, ipekten saçları var...
Adamın karışı gene telaşlanmış. Bu sefer de çocukların ölmediklerini anlayınca, ablası ile beraber hemen kocakarıya başvuracak bu işe artık bir çare bulmasını istemişler.
O gün oğlan kulübeye döndüğü zaman hint yapraklarını bahçeye atılmış görünce, kardeşine sormuş:
Yaprakları neden dışarıya attın?
Kız:
Aman kardeşim, demiş bunlar beni az daha boğacaklardı. Ben de hemen oradan koparıp attım da ellerinden kurtuldum...
Oğlan, kardeşine iyi yaptığını söyleyerek yemek yedikten sonra atına atlayıp ava gitmiş.
Kocakarı küpünü binip tekrar kulübeye gelmiş. Kız, karşısında ihtiyarı görünce, hint yapraklarının çalgı çalmadıklarını, tersine, kendisini boğmak istediklerini, onun için bunları koparıp dışarıya attığını söylemiş.
Kocakarı, kızın hemen sözünü kesip:
Kardeşin yanlış koparmış, demiş. Esas hint yaprakları bunlar değil ki... Ama sen hiç üzülme. Kardeşine söyle, gidip Hint memleketinde Güneş Kızı’nı getirsin. Sana arkadaş olur. Onunla çok güzel vakit geçirirsin!
Halbuki, Hint memleketindeki Güneş Kızı’nı almak için oraya kim gittiyse taş olur, kızı alamadan orada kalırmış.
Kocakarı sihirli küpüne binip memleketine döndükten sonra, kızın kardeşi avdan gelmiş. Yemek yedikten sonra, kız:
Kardeşim, demiş, san ava gittiğin vakit benim evde canım sıkılıyor. Buna bir çare bulamadım. Bari Hint memleketindeki Güneş Kızı’nı alıp buraya getir de, bana arkadaşlık etsin!
Bir tanecik kardeşi, can yoldaşını çok seven oğlan, onun dileğini her ne suretle olursa olsun yerine getirmek için kulübeden çıkmış, atına bindiği gibi oralardan rüzgâr hızıyla uzaklaşmış.
Günlerce yol aldıktan sonra dağ başında bir konağa misafir olmuş. Meğer orası dev konağı imiş. Devin kızı, oğlanın yanına gelerek:
İnsanoğlu, demiş, sen buraya nereden geldin? Bu konağın bir dev konağı olduğunu sana söylemediler mi? Anam nerede ise gelir. Seni görürse sağ kalmazsın. Haydi gel, ben senin karnını doyurup şu dolaba saklayayım...
Devin kızı, karnını doyurup oğlanı dolaba saklamış. Çok geçmeden dev anası konağa dönmüş. Etrafı koklaya koklaya içeriye girdikten sonra, kızına:
Burada insan eti kokuyor; demiş. Kim varsa çabuk onu göreyim!
Kız, hiçbir şey olmadığı söylemişse de, anasını inandıramamış.
Dev anası bu sefer:
Getir çabuk nerede ise şu insanoğlunu, demiş. Sana söz veriyorum. Ona bir şey yapmayacağım.
Kız kalkıp dolabın kapağını açmış. Oğlan koşarak dev anasının ellerine sarılıp öpmüş. Oğlanın gösterdiği bu saygıya pek memnun kalan dev anası:
İnsanoğlu, demiş, sen buralarda ne arıyorsun?
Oğlan, Güneş Kızı’nı almak için Hint memleketine gittiğini söyleyince, dev anası:
Seni gönderenin gözü kör olsun, demiş. Oraya giden taş olur kalır. Sana fenalık yapmışlar.
Dev anasının bu sözlerine rağmen oğlan kararından caymamış. Dev anası oğlanın ısrarını görünce:
Madem ki gitmek istiyorsun, demiş, ben sana yardım edeyim. Al şu yüzüğü, parmağına tak! Güneş Kızı’nın bekçisi benim büyük ablamdır. Oraya varınca yüzüğü gösterirsin, benim oğlum olduğunu söylersin. O sana yardım eder. Haydi yolun açık olsun!
Oğlan, dev konağından ayrıldıktan sonra gene günlerce yol alıp Hint memleketine varmış. Güneş Kızı’nın konağının önünde durmuş. Konağın bekçisi devi bulup yüzüğü göstermiş. Pek sevinen dev:
Gel bakalım sevgili yeğenim, demiş. Seni buralara kim gönderdi?
Oğlan, dev anasının elini öptükten sonra:
Güneş Kızı’nı almaya geldim teyzeciğim, demiş.
Dev anası, bu işin hem çok güçlü, hem de tehlikeli olduğunu söyledikten sonra:
Yarın sabah erkenden bahçedeki havuzun kenarında bir siper kazıp içine saklanırsın, demiş. Biraz sonra otuz dokuz güvercin kanat çırparak oraya gelir. Bunlar silkinip elbiselerini havuz başına bırakarak ayın on dördü gibi güzel birer kız olurlar. Birer birer havuza girerler. Çok geçmeden başka bir güvercin daha gelir. O da ötekiler gibi elbiselerini bırakıp havuza girer. İşte o zaman birdenbire siperden çıkıp onun elbiselerini alarak bahçe duvarından atlarsan kurtulursun, yoksa oracıkta taş kesilirsin. Duvardan aşınca, Güneş Kızı elbiselerini senden üç defa ister. Üçüncüsünde elbiseleri verir, yanıma dönersin. Haydi talihin açık olsun!
Oğlan, ertesi sabah erkenden kalkıp bahçeye girmiş, havuzun kenarında bir siper kazıp içine saklanmış. Birkaç dakika sonra otuz dokuz güvercin gelip elbiselerini soyunarak suya girmişler. Biraz sonra arkalarından bir güvercin daha gelmiş. O da elbiselerini soyunmuş, ayın o beşi gibi bir kız olmuş. Elbisesini ayrı bir yere koyup suya atlamış.
İlk gelen otuz dokuz kızın, sonra da Güneş Kızı’nın güzelliğine hayran kalan oğlan, siperden fırladığı gibi elbiseyi kapmış. Fakat bahçeden dışarıya atlayamadan, Güneş Kızı ona bir değnek vurarak taş haline getirmiş.
Yeğeninin taş olmasına çok üzülen dev anası, hemen gelip Güneş Kızı’nın ayaklarına kapanmış:
Sen bunun kusuruna bakma sultanı, demiş. O delidir... Kardeşimin oğludur. Onu bana bağışla, yazıktır!
Güneş Kızı, emektar bekçisini çok sevdiğinden onu kıramamış. Dileğini kabul ederek değnekle taşa vurmuş. Oğlan hemen canlanmış. Teyzesinin yanına koşmuş.
Ertesi sabah gene sipere saklanan oğlan, Güneş Kızı’nı her ne pahasına olursa olsun elde etmek için çok dikkatle etrafı gözlüyormuş. Evvela otuz dokuz güvercin gelip soyunarak suya girmişler. Arkalarından öteki güvercin gelmiş. Soyunup suya girdiği sırada, oğlan onun elbisesini kaptığı gibi bahçe duvarından atlamış. Öteki güvercinler sudan çıkıp hemen giyinerek uçmuşlar.
Güneş Kızı yalvarmaya başlamış. Oğlan, üçüncü isteğinde elbiselerini Güneş Kızı’na vermiş. Kız gene güvercin olup uçmuş. Oğlan da teyzesinin yanına dönmüş, yaptıklarını ona anlatmış.
Dev anası oğlana bu sefer şu aklı vermiş:
Yarın sabah bahçe kapısının önündeki taşa oturursun. Otuz dokuz tane kız karşına dizilerek, sana “bizi alır mısın” diyecekler. Hiç birini isteme! En son ihtiyar bir kadın gelir. O da sana “beni alır mısın” diye soracak. Ona “seni alırım” dersin. Ondan sonrasını sen düşün artık...
O gece gözlerine uyku girmeyen oğlan, sabahı dar etmiş. Erkenden kalkıp bahçe kapısının taşına oturmuş. Oğlanın karşısına dizilmişler. Sıra ile oğlana “beni alır mısın” diye sormuşlar. Oğlan hepsine de “seni beğenmedim” diye cevap vermiş. Otuz dokuz kız da çekilip gitmişler. Arkalarından değneğine dayana dayana ihtiyar bir kadın gelip, oğlana “beni alır mısın” diye sorunca, oğlan “seni alırım” diye cevap vermiş.
Bu sözler üzerine, ihtiyar kadın, elinden tutarak oğlanı bir köşke götürmüş. İçeri girdikten sonra, ihtiyar kadın elbiselerini üzerinden çıkarmış. Oğlan, birden karşısında Güneş Kızı’nı görünce, sevinçten uçacak gibi olmuş. O zaman Güneş Kızı, oğlana demiş ki:
Sen, köşkümde taşınabilecek, değerli ne bulursan al! Ben gidip değneği kızlardan birine vereyim. Havuzun etrafında gördüğün taşların her biri insandır. Onları canlandırıp evlerine göndersinler.
Güneş Kızı köşkten çıkıp arkadaşlarının yanına gitmiş. Değneğini onlara bırakmış. Hepsi ile vedalaşıp ağlayarak oradan ayrılmış, köşke dönmüş. Bazı değerli şeyleri beraberlerine alıp biraz sonra oğlanla birlikte köşkten ayrılmışlar. Dev anasının yanına gelmişler. Eline öpüp veda etmişler. Dev anası gözyaşları içinde bunları kapıya kadar geçirmiş. Oğlanla Güneş Kızı kapıda bekleyen yağız ata binerek rüzgâr gibi gitmeye başlamışlar.
Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Akşam olmadan oğlanın kulübesine varmışlar. Oğlanın kardeşi bunları güler yüzle karşılamış. Misafiri içeri almış.
Artık üç kişi olmuşlar. Güneş Kızı, ben sizden küçüğüm diyerek kulübenin işlerini görmeye başlamış.
Bir gün gene ava çıkan oğlan, her zamanki avcılara rastlamış. Onları eve kahve içmeye çağırmış. Hep beraber kulübeye gelmişler. Avcı başı, dişleri inciden, saçları ipekten delikanlının bir de kız kardeşi olduğunu görünce, bunlara hayran kalmış. Kahveler içildikten sonra avcılar daha fazla kalmadan gitmişler.
Dişleri inciden, saçları ipekten çocukların öz babaları olan avcı başı, akşam yemeğini yedikten sonra, evdekilere:
Bugün avda yine o dişleri inci, saçları ipek delikanlıya rastladım, demiş. Bizi kulübesine götürerek kahve ikram etti. Meğer onun bir de kendisi gibi kız kardeşe varmış. Doğrusu bu iki kardeşin güzelliğine hayran oldum. Onlara kanım çok ısındı. Böyle güzel iki çocuk babası olamadığıma çok üzgünüm...
Bu haberi alan kadınlar, çocukların hâlâ yaşamakta olmasına kızmışlar.
Gene koşup kocakarıyı bulmuşlar. Kocakarı bunlara:
Güzel yemekler yapın, demiş, bir tarafına zehir atın! Oğlanı yemeğe çağırır, yemekleri zehirli tarafını onun önüne koyarsınız. O zehirli yemekleri yer yemez ölür, siz de kurtulursunuz. Başka çare kalmadı.
Gene bir gün, av yaptıkları sırada oğlanla avcılar ormanda karşılaşmışlar. Avcı başı oğlanı yemeğe davet etmiş. Akşama geleceğine söz vererek kulübesine dönen oğlan, yemeğe davet edildiğini kardeşi ile Güneş Kızı’na söylemiş.
Güneş Kızı, O zaman:
Şu su dolu altın ibriği al demiş. Şu gümüş tası da heybene koy. Şu torbadaki leblebiyi de cebinde sakla!
Avcı başı seni karşılayıp köşküne götürürken yediyol ağzında beline kadar toprağa gömülmüş, yıllardan beri orada inleyen bir kadın göreceksin. Adam sana “şunun yüzüne tükür” diyecek. Sözünü duymazlıktan gel. Atından inip altın ibrikten gümüş tasa su koyarak o kadının yüzünü yıka. Leblebiyi de torbası ile yanına bırak. Çünkü o kadın senin öz anandır. O adam da öz babam. Teyzelerin siz doğduğunuz vakit bir sandıkta ikinizi de dereye attılar. Ananızı da köpek yavrusu doğurdu diye yarı beline kadar toprağa gömdüler. Şimdi de teyzelerin seninle kardeşini ortadan kaldırmak istiyorlar. Yemeklere zehir koydular. Sakın o yemeklerden yeme! Köşkte bir kedi yavrusu var. Önce yemeklerden ona ver. O yiyince ölecek. İşte o zaman babana bütün bu anlattıklarımı söylersin. Haydi yolun, izin aydın olsun! Oğlan hemen yola çıkmış. Ormanda giderken babası ile karşılaşmış. Hiç belli etmeden, konuşa konuşa yola devam etmişler. Yedi yol ağzında anasına toprağa gömülü görünce, içi sızlamış, yüreği parça parça olmuş. Ama hiç belli etmemiş. Hemen atından inerek anasının yanına doğru giderken, babası:
Bana bak delikanlı, demiş, o kadına hiçbir şey verme! Onun yüzüne tükür! Çünkü o benim eşimdi; sizin gibi dişleri inciden, saçları ipekten çocuklar doğuracağını söylediği halde, iki köpek yavrusu doğurdu. Ben de ona ceza olsun diye yıllarca önce buraya gömdürdüm. Gelen geçen herkes onun yüzüne tükürür. Haydi sen de tükür de gidelim. Yemek zamanı geldi.
Oğlan bu sözleri duymamış gibi yaparak anasının yanına çömelmiş. Gözyaşlarını göstermeden altın ibrikten gümüş taşa su koyup onun yüzünü gözünü iyice yıkamış. Biraz da su içirerek leblebi torbasını yanına bırakmış. Sonra kalkıp atına binmiş. Yola devam etmişler.
Köşke vardıkları zaman oğlanı türlü yemeklerle donatılmış bir sofraya oturtmuşlar. Teyzeleri belli etmeden hep buna bakıyorlarmış. O ise bir lokma yemek alıp yer gibi yaparak yanına gelen kedi yavrusuna vermiş. Kedi lokmayı yer yemez ölünce, oğlan başka lokma almamış.
Misafirinin yemek yemediğini gören adam, sormuş :
Yavrum, niçin yemek yemiyorsun?
Oğlan artık dayanamamış. Ölü kediyi göstererek :
Nasıl yiyeyim, demiş, önüme konan yemeklerde hep zehir var. İlk lokmayı kediye verdim. Yer yemez öldü.
Oğlanın bu sözlerine fena halde kızan adam !
Yemekte hiç zehir olur mu demiş.
Oğlan da :
Bir kadın köpek yavrusu doğurursa, yemekte de zehir olur elbet, demiş. İlk eşin sana dişleri inciden, saçları ipekten biri kız, diğeri oğlan iki çocuk doğuracağını söylemişti. Onları doğurdu. Oğlan benim. Kız da bizim kulübede gördüğün kardeşim. Sen de babamızsın. Fakat teyzelerim annemi kıskanarak, bizi doğar doğmaz, sana bile göstermeden bir sandıkla dereye attılar. İki köpek yavrusu buldurup onları anamın yanına koyarak, işte bunları doğurdu, diye seni aldattılar. Sen de inandın. Anamı yedi yol ağzında toprağa gömdürdün. Yıllardan beri onu haksız yere inletiyorsun. Vicdanın nasıl razı oldu bu büyük kötülüğü yapmaya?
Oğlunun sözleri karşısında şaşkına dönen adam, hem sevinmiş, hem de çok kızmış. Hemen oğluna sarılarak yanaklarından öptükten sonra, adamlarını çağırarak :
Atın bu kadınları çabuk zindana! diye bağırmış.
Sonra oğlu ile beraber arabaya atlayıp doğruca yedi yol ağzına gitmişler. Toprağı elleriyle açıp zavallı kadıncağızı oradan kurtarmışlar. İyice temizlenip kendine gelmesi için köşkün hamamına göndermişler.
Daha sonra üç katır buldurmuşlar. Adam, ikinci karısı ile kardeşine birer katırın kuyruğuna bağlatmış. Sonra koca karıyı getirtmiş. Onu da diğer katırın kuyruğuna bağlatıp üçünü birden dağlara sürdürmüş. Onlar yaptıkları kötülüklerin cezasını çeke dursunlar, kadın hamamda iyice temizlenip dinlendikten, kendine geldikten sonra hamamdan çıkmış. Adam, dağ başındaki kulübede oturan kızı ile güneş Kızı`’ı da köşküne getirtmiş. Kırk gün kırk gece düğün yapıp oğlu ile güneş Kızı’nı evlendirmiş. Hepsi birlikte mutlu bir hayat yaşamaya başlamışlar.
Gökten üç elma düştü. İkisi sizin, birisi benim...
Altın Araba Masalı
Bir varmış, bir yokmuş... evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal iken, sinek berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallarken bir padişah varmış.
Padişah bir gün vezirini çağırarak demiş ki :
Al şu bir lirayı. Bununla bana bir koç alacaksın! Bu koçun etinden et, derisinden kürk isterim. Verdiğim lirayı geri, koçu da diri isterim. Sana kırk gün izin. Söylediklerim yapılmazsa, kırk birinci günü boynunu cellada vereceğim...
Vezir doğru odasına gitmiş. Başını elleri arasına alarak kara kara düşünmeye başlamış. Padişahın isteklerini yerine nasıl getirsin? Güç, hem de çok güç bir iş bu. Sabaha kadar düşünen vezir, hiçbir yol, bir çare bulamamış. Bunun üzerine, uzak ülkelere geziye çıkmaya karar vermiş. Belki bir yol bulurum diye... Hemen hazırlanmış. Gün ışırken kimseciklere görünmeden saraydan ayrılmış, yola düşmüş.
Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, bir de arkasına bakmış ki, bir karışçık yol gitmiş. Başlamış gene yürümeye... Çok geçmeden bir çiftçiye rastlamış. Selam verdikten sonra demiş ki :
Çok yorgunum. Uzun zamandır yürüyorum. Ayaklarımda kuvvet kalmadı. Şu yokuşun başına kadar sen beni taşı. Oradan köye kadar da ben seni taşırım.
Çiftçi, bu tanımadığı adamın sözlerine aldırmamış bile... Hiç konuşmadan yürümeye devam etmişler. Biraz sonra önlerine bir orman çıkmış. Vezir, çiftçiye bu sefer de :
Gel bu ormana tek girelim, çift çıkalım! Ha, ne dersin?
Çiftçi bu sözlere de karşılık vermemiş.
Gene yürümüşler, yürümüşler. Çok geçmeden bir evin önüne gelmişler. Kapıda bir kız duruyormuş. O zaman çiftçi konuşmuş :
İşte, demiş, benim evim burası. Vezir eve şöyle bir baktıktan sonra :
Evin güzel ama ahbap, demiş, dümeni eğri.
Çiftçi bu sözlerden bir şey anlamamış. Canı da sıkılmış. Vezire cevap vermemiş. Yüzüne bakmadan evden içeri girmiş.
Vezir sokak ortasında yalnız kalmış. Çaresiz gidip köy odasını bulmuş, oraya misafir olmuş.
Akşam olduğu için çiftçi biraz sonra akşam yemeğine oturmuş. Yemek sırasında çiftçinin onu üç yaşındaki kızı, babasına sormuş :
Baba, bugün seninle beraber köye kadar gelen sakallı amca kimdi?
Babası :
Tanımıyorum kızım, demiş, bugün ona yolda rastladım. Bana bir çok şeyler söyledi. Hiçbir dediğini anlamadım, cevap da vermedim.
Kızın merakı artmış:
Nasıl şeyler söyledi de, demiş; anlamadın baba?
O zaman çiftçi anlatmış :
Önce, şu yokuşun başına kadar sen beni taşı, oradan da köye kadar ben seni taşıyayım, dedi. Neden böyle istediğini anlamadım. Kendisini hiç tanımadığım halde bana kendisini taşıtmak istediği için kızdım, cevap bile vermedim. Biraz sonra ormana girdik. O zaman da, gel bu ormana tek girelim, çift çıkalım, dedi. Bu sözlerinden de bir şey anlamadım. Canım da iyice sıkılmaya başladı. Ama kendimi tuttum. Sonra köye vardım. O zaman başımdan salmak için burayı göstererek “işte benim evim” dedim. Bana ne dese beğenirsin? Evin güzel ama dümeni eğri, demez mi? Tepem attı. Şeytana uyup da elimden bir kaza çıkmasın diye hemen içeriye girdim. Evin dümeni mi olurmuş? Deli mi ne?!
Babasının sözlerini dinleyen küçük kız :
Haksızlık etmişsin baba, demiş. O amcanın her sözünün bir manası var. Sen yemeğini ye de ben sana onun ne demek istediğini bir bir anlatayım istersen?
Yemek sırasında vezirin sözlerinin manasını kızından öğrenen çiftçi, sofradan kalktıktan sonra doğru köy odasına koşmuş. Veziri bularak :
Affedersin Tanrı misafiri, demiş. Ben yorgunluktan gündüz söylediklerini pek kavrayamadım. Kulaklarım da biraz ağır işitir zaten. Kusurumu bağışla! Yemekte düşündüm, ne demek istediğimi anladım. Yokuşun başına kadar sen beni taşı, oradan köye kadar da ben seni taşıyayım demekle, yokuşun başına kadar sen konuş ben dinleyeyim, oradan köye kadar da ben konuşurum, sen dinlersin, demek istemiştim. Ormana tek girip çift çıkalım demekle de birer değnek yapmamızı teklif etti. Evime, güzel ama, dümeni eğri, demekle de, kızın güzel ama, burnu eğri demek istemiştin, değil mi ?
Çiftçinin sözlerini dikkatle dinleyen vezir :
İyi bildin ama, demiş, bunlar senin aklının işi değil. Doğru söyle, bunları sana kim öğretti?
Çiftçi, bir an düşündükten sonra :
Hiç kimse öğretmedi, demiş.
Demiş ama, veziri inandıramamış. Vezir, doğru söylemesini ısrarla isteyince çiftçi, çaresiz işin doğrusunu söylemiş :
Kapıda gördüğün küçük kızın var ya, işte o öğretti.
O zaman vezir, bu çok akıllı küçük kızı merak etmiş :
Hadi, demiş, getir şu küçük kızını da yakından bir göreyim. Onun aklı bizimkinden çok. Benim bir derdim var, belki o bir çare bulur.
Çiftçi hemen eve dönerek kızını yanına almış, köy odasına getirmiş. Küçük kızı pek seven ihtiyar vezir :
Senin gibi akıllı bir evlada sahip olduğu için baban ne kadar sevinse haklıdır yavrum, demiş. Akıllı çocukları herkes sever. Mademki sen bu kadar çok akıllısın, benim derdime de bir çare bul bakalım!
Küçük kız gülmüş :
Güzel sözleriniz için teşekkür ederim, demiş. Derdiniz nedir ki?
Vezir anlatmaya başlamış :
Padişah bana bir lira vererek dedi ki : “Al şu lirayı, bununla bana bir koç alacaksın. Bu koçun etinden et, derisinden kürk isterim. Ama lirayı geri, koçu da diri isterim” dedi.
Küçük kız vezirin sözleri bitince kahkahalarla gülmeye başlamış. Şaşıran vezir demiş ki :
Kızım bunda gülecek ne var? Ağlanacak bir hal bu. Şayet padişahın istediklerini kırk günde yapamazsam, kırk birinci günü beni cellatlara verecek, boynumu vurduracak. Benim gibi ihtiyar bir adamın başı kesilirse sevinir misin?
Küçük kız, bunun üzerine :
Bunları yapmaktan kolay bir şey yok ki amca, demiş. Siz hiç tasalanmayın, ben sizi kurtarırım!
Bu sözlere pek sevinen vezir :
Aman sağ ol kızım, demiş, söyle bakalım ne yapacağım?
Küçük kız, vezire neler yapacağını anlatmaya başlamış :
O bir lira ile yünü kırpılmamış bir koç alırsın. Yününü kırptırır, iki liradan satarsın. Bir lirasını saklar, öteki lira ile küçük bir kürk yaptırırsın. Koçun kuyruğundan bir parça keserek lira ile beraber bir tabağa koyar, padişaha götürürsün. Oldu mu?
Vezir, küçük kızın verdiği akla hayran olmuş, cellatlara verilmekten kurtulduğu için sevinç içinde küçük kıza ve babasına teşekkür ederek köyden ayrılmış. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, saraya varmış. Padişahın karşısına çıkmış. Emirlerini bir bir yerine getirmiş.
Padişah memnun olmuş ama bu aklı kimden aldığını vezirine sormuş. Vezir önce söylemek istememiş, kem küm etmiş ama, padişah sıkıştırınca, doğruyu söylemek zorunda kalmış. O zaman padişah bu akıllı kızı görmek istemiş.
Hemen bir araba göndermişler. Kızı köyden getirtip padişahın karşısına çıkarmışlar. Padişah demiş ki :
Pek akıllı bir kız olduğunu öğrendim. Bakalım aklını bana da gösterebilecek misin? Gösteremezsen kendini zindanda bil!
Küçük kız bu sözlere gülerek:
Ne isterseniz yapın padişahım, demiş. Ben Allah’tan başka kimseden korkmam! Soracaklarınızın karşılığını alırsınız. Hazırım!
Küçük kızın pervasızlığına, cesaretine şaşıran padişah, gülerek demiş ki:
Aferin sana! Pek cesur bir çocuğa benziyorsun. Şimdi dinle öyle ise: Has ahırımdaki kısrağıma üç gün içinde iki tay doğurtacaksın! Şu kavanoza ben şimdi doksan dokuz tane altın koyup ağzını mühürleterek sana vereceğim. Sen onu burada, benim gözümün önünde açıp içinden yüz altın çıkaracaksın! Bundan başka, seni biraz sonra karşımda yetmişlik bir ihtiyar olarak görmek istiyorum. Bütün bunları yapabilmen için benden bir tek şey istemek hakkın var. Ama isteyeceğin şey sadece iki kelimelik olacak.
Küçük kız hemen atılarak:
İstediklerinizi yapacağım padişahım, demiş. Önce sizden iki kelimelik dilekte bulunayım öyle ise...
Padişah:
İste bakalım, demiş, derhal yapacağım!
Kız: Güneşi söndürünüz! demiş.
Bu istek karşısında şaşıran padişah, kızarak bağırmış:
Kız, sen deli misin?! Ben güneşi söndürebilir miyim hiç?! Olacak bir şey istemelisin!
Küçük kız o zaman:
Güneşi söndürmek olacak iş değil de, demiş, sizin istedikleriniz olacak şeyler mi padişahım?
Kızın bu cevabını haklı bulan padişahın kızgınlığı bir anda geçmiş. Küçük kızın aklına, zekâsına hayran olmuş. Babasına bir çift öküz ile bir tarla, kendisine de kasabadaki okula gidip gelirken binmesi için altın işlemeli bir at arabası armağan ederek onları askerleriyle beraber köylerine göndermiş.
Onlar ermiş muradına, biz çıkalım tavan arasına...
Padişah bir gün vezirini çağırarak demiş ki :
Al şu bir lirayı. Bununla bana bir koç alacaksın! Bu koçun etinden et, derisinden kürk isterim. Verdiğim lirayı geri, koçu da diri isterim. Sana kırk gün izin. Söylediklerim yapılmazsa, kırk birinci günü boynunu cellada vereceğim...
Vezir doğru odasına gitmiş. Başını elleri arasına alarak kara kara düşünmeye başlamış. Padişahın isteklerini yerine nasıl getirsin? Güç, hem de çok güç bir iş bu. Sabaha kadar düşünen vezir, hiçbir yol, bir çare bulamamış. Bunun üzerine, uzak ülkelere geziye çıkmaya karar vermiş. Belki bir yol bulurum diye... Hemen hazırlanmış. Gün ışırken kimseciklere görünmeden saraydan ayrılmış, yola düşmüş.
Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, bir de arkasına bakmış ki, bir karışçık yol gitmiş. Başlamış gene yürümeye... Çok geçmeden bir çiftçiye rastlamış. Selam verdikten sonra demiş ki :
Çok yorgunum. Uzun zamandır yürüyorum. Ayaklarımda kuvvet kalmadı. Şu yokuşun başına kadar sen beni taşı. Oradan köye kadar da ben seni taşırım.
Çiftçi, bu tanımadığı adamın sözlerine aldırmamış bile... Hiç konuşmadan yürümeye devam etmişler. Biraz sonra önlerine bir orman çıkmış. Vezir, çiftçiye bu sefer de :
Gel bu ormana tek girelim, çift çıkalım! Ha, ne dersin?
Çiftçi bu sözlere de karşılık vermemiş.
Gene yürümüşler, yürümüşler. Çok geçmeden bir evin önüne gelmişler. Kapıda bir kız duruyormuş. O zaman çiftçi konuşmuş :
İşte, demiş, benim evim burası. Vezir eve şöyle bir baktıktan sonra :
Evin güzel ama ahbap, demiş, dümeni eğri.
Çiftçi bu sözlerden bir şey anlamamış. Canı da sıkılmış. Vezire cevap vermemiş. Yüzüne bakmadan evden içeri girmiş.
Vezir sokak ortasında yalnız kalmış. Çaresiz gidip köy odasını bulmuş, oraya misafir olmuş.
Akşam olduğu için çiftçi biraz sonra akşam yemeğine oturmuş. Yemek sırasında çiftçinin onu üç yaşındaki kızı, babasına sormuş :
Baba, bugün seninle beraber köye kadar gelen sakallı amca kimdi?
Babası :
Tanımıyorum kızım, demiş, bugün ona yolda rastladım. Bana bir çok şeyler söyledi. Hiçbir dediğini anlamadım, cevap da vermedim.
Kızın merakı artmış:
Nasıl şeyler söyledi de, demiş; anlamadın baba?
O zaman çiftçi anlatmış :
Önce, şu yokuşun başına kadar sen beni taşı, oradan da köye kadar ben seni taşıyayım, dedi. Neden böyle istediğini anlamadım. Kendisini hiç tanımadığım halde bana kendisini taşıtmak istediği için kızdım, cevap bile vermedim. Biraz sonra ormana girdik. O zaman da, gel bu ormana tek girelim, çift çıkalım, dedi. Bu sözlerinden de bir şey anlamadım. Canım da iyice sıkılmaya başladı. Ama kendimi tuttum. Sonra köye vardım. O zaman başımdan salmak için burayı göstererek “işte benim evim” dedim. Bana ne dese beğenirsin? Evin güzel ama dümeni eğri, demez mi? Tepem attı. Şeytana uyup da elimden bir kaza çıkmasın diye hemen içeriye girdim. Evin dümeni mi olurmuş? Deli mi ne?!
Babasının sözlerini dinleyen küçük kız :
Haksızlık etmişsin baba, demiş. O amcanın her sözünün bir manası var. Sen yemeğini ye de ben sana onun ne demek istediğini bir bir anlatayım istersen?
Yemek sırasında vezirin sözlerinin manasını kızından öğrenen çiftçi, sofradan kalktıktan sonra doğru köy odasına koşmuş. Veziri bularak :
Affedersin Tanrı misafiri, demiş. Ben yorgunluktan gündüz söylediklerini pek kavrayamadım. Kulaklarım da biraz ağır işitir zaten. Kusurumu bağışla! Yemekte düşündüm, ne demek istediğimi anladım. Yokuşun başına kadar sen beni taşı, oradan köye kadar da ben seni taşıyayım demekle, yokuşun başına kadar sen konuş ben dinleyeyim, oradan köye kadar da ben konuşurum, sen dinlersin, demek istemiştim. Ormana tek girip çift çıkalım demekle de birer değnek yapmamızı teklif etti. Evime, güzel ama, dümeni eğri, demekle de, kızın güzel ama, burnu eğri demek istemiştin, değil mi ?
Çiftçinin sözlerini dikkatle dinleyen vezir :
İyi bildin ama, demiş, bunlar senin aklının işi değil. Doğru söyle, bunları sana kim öğretti?
Çiftçi, bir an düşündükten sonra :
Hiç kimse öğretmedi, demiş.
Demiş ama, veziri inandıramamış. Vezir, doğru söylemesini ısrarla isteyince çiftçi, çaresiz işin doğrusunu söylemiş :
Kapıda gördüğün küçük kızın var ya, işte o öğretti.
O zaman vezir, bu çok akıllı küçük kızı merak etmiş :
Hadi, demiş, getir şu küçük kızını da yakından bir göreyim. Onun aklı bizimkinden çok. Benim bir derdim var, belki o bir çare bulur.
Çiftçi hemen eve dönerek kızını yanına almış, köy odasına getirmiş. Küçük kızı pek seven ihtiyar vezir :
Senin gibi akıllı bir evlada sahip olduğu için baban ne kadar sevinse haklıdır yavrum, demiş. Akıllı çocukları herkes sever. Mademki sen bu kadar çok akıllısın, benim derdime de bir çare bul bakalım!
Küçük kız gülmüş :
Güzel sözleriniz için teşekkür ederim, demiş. Derdiniz nedir ki?
Vezir anlatmaya başlamış :
Padişah bana bir lira vererek dedi ki : “Al şu lirayı, bununla bana bir koç alacaksın. Bu koçun etinden et, derisinden kürk isterim. Ama lirayı geri, koçu da diri isterim” dedi.
Küçük kız vezirin sözleri bitince kahkahalarla gülmeye başlamış. Şaşıran vezir demiş ki :
Kızım bunda gülecek ne var? Ağlanacak bir hal bu. Şayet padişahın istediklerini kırk günde yapamazsam, kırk birinci günü beni cellatlara verecek, boynumu vurduracak. Benim gibi ihtiyar bir adamın başı kesilirse sevinir misin?
Küçük kız, bunun üzerine :
Bunları yapmaktan kolay bir şey yok ki amca, demiş. Siz hiç tasalanmayın, ben sizi kurtarırım!
Bu sözlere pek sevinen vezir :
Aman sağ ol kızım, demiş, söyle bakalım ne yapacağım?
Küçük kız, vezire neler yapacağını anlatmaya başlamış :
O bir lira ile yünü kırpılmamış bir koç alırsın. Yününü kırptırır, iki liradan satarsın. Bir lirasını saklar, öteki lira ile küçük bir kürk yaptırırsın. Koçun kuyruğundan bir parça keserek lira ile beraber bir tabağa koyar, padişaha götürürsün. Oldu mu?
Vezir, küçük kızın verdiği akla hayran olmuş, cellatlara verilmekten kurtulduğu için sevinç içinde küçük kıza ve babasına teşekkür ederek köyden ayrılmış. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, saraya varmış. Padişahın karşısına çıkmış. Emirlerini bir bir yerine getirmiş.
Padişah memnun olmuş ama bu aklı kimden aldığını vezirine sormuş. Vezir önce söylemek istememiş, kem küm etmiş ama, padişah sıkıştırınca, doğruyu söylemek zorunda kalmış. O zaman padişah bu akıllı kızı görmek istemiş.
Hemen bir araba göndermişler. Kızı köyden getirtip padişahın karşısına çıkarmışlar. Padişah demiş ki :
Pek akıllı bir kız olduğunu öğrendim. Bakalım aklını bana da gösterebilecek misin? Gösteremezsen kendini zindanda bil!
Küçük kız bu sözlere gülerek:
Ne isterseniz yapın padişahım, demiş. Ben Allah’tan başka kimseden korkmam! Soracaklarınızın karşılığını alırsınız. Hazırım!
Küçük kızın pervasızlığına, cesaretine şaşıran padişah, gülerek demiş ki:
Aferin sana! Pek cesur bir çocuğa benziyorsun. Şimdi dinle öyle ise: Has ahırımdaki kısrağıma üç gün içinde iki tay doğurtacaksın! Şu kavanoza ben şimdi doksan dokuz tane altın koyup ağzını mühürleterek sana vereceğim. Sen onu burada, benim gözümün önünde açıp içinden yüz altın çıkaracaksın! Bundan başka, seni biraz sonra karşımda yetmişlik bir ihtiyar olarak görmek istiyorum. Bütün bunları yapabilmen için benden bir tek şey istemek hakkın var. Ama isteyeceğin şey sadece iki kelimelik olacak.
Küçük kız hemen atılarak:
İstediklerinizi yapacağım padişahım, demiş. Önce sizden iki kelimelik dilekte bulunayım öyle ise...
Padişah:
İste bakalım, demiş, derhal yapacağım!
Kız: Güneşi söndürünüz! demiş.
Bu istek karşısında şaşıran padişah, kızarak bağırmış:
Kız, sen deli misin?! Ben güneşi söndürebilir miyim hiç?! Olacak bir şey istemelisin!
Küçük kız o zaman:
Güneşi söndürmek olacak iş değil de, demiş, sizin istedikleriniz olacak şeyler mi padişahım?
Kızın bu cevabını haklı bulan padişahın kızgınlığı bir anda geçmiş. Küçük kızın aklına, zekâsına hayran olmuş. Babasına bir çift öküz ile bir tarla, kendisine de kasabadaki okula gidip gelirken binmesi için altın işlemeli bir at arabası armağan ederek onları askerleriyle beraber köylerine göndermiş.
Onlar ermiş muradına, biz çıkalım tavan arasına...
Yoksul Oduncu Masalı
Yoksul bir oduncu, ıssız bir ormanın kıyısındaki küçük bir kulübede karısı ve üç kızıyla birlikte oturuyormuş.
Bir sabah yine işine giderken karısına demiş ki:
- Bugün öğle yemeğimi büyük kızla ormana gönder. Çünkü öğleye kadar işimi bitiremeyeceğim. Kız yolunu şaşırmasın diye yanıma bir torba darı alıp yollara serpeceğim.
Güneş ormanın tepesine kadar yükselince, kız bir tas çorbayla yola çıkmış. Fakat ormanlarda, kırlarda uçuşan serçeler, çayır kuşları, ispinozlar, kara tavuklar, kanaryalar darı tanelerini çoktan toplayıp yemişlermiş. Bu yüzden kız yolu bulamamış. Gün batıncaya, gece oluncaya kadar sağ ve esen dolaşıp durmuş. Gecenin karanlıkları içinde ağaçlar uğulduyor, baykuşlar ötüyormuş. Kızın içine bir korku girmeye başlamış.
O sırada uzakta, ağaçların arasında parıldayan bir ışık görmüş:
- Orada insanlar olsa gerek. Bunlar beni gece yanlarında misafir ederler diye düşünmüş; ışığa doğru ilerlemiş.
Çok geçmeden bir evin önüne varmış. Pencerelerinde ışık görünüyormuş. Kız kapıyı çalmış. İçeriden boğuk bir ses:
- Gel! Diye bağırmış.
Kız evin karanlık taşlığına girmiş. Odanın kapısını vurmuş. Aynı ses:
- Girsene içeri demiş. Kız kapıyı açtığı zaman saçı sakalı bembeyaz bir adamın masanın başında oturduğunu görmüş.
Adam yüzünü iki eliyle kapamışmış. Ak sakalı masanın üzerinden yere kadar uzanıyormuş. Sobanın yanında üç hayvan uzanmış, yatıyormuş: küçük bir horoz, mini bir tavuk, alaca tüylü bir inek..
Kız başından geçenleri yaşlı adama anlatmış. Geceyi geçirmek için ondan bir yer istemiş. Adam hayvanlara seslenmiş:
- Güzel tavuk, güzel horoz, alacalı güzel inek! Ne dersiniz buna siz?
Hayvanlar hep bir ağızdan:
- Bizce uygun! Demişler
- Yaşlı adam kıza dönerek:
-Burada her şeyden bol bol var! Haydi ocağa git, bize akşam yemeği pişir! Demiş. Kız mutfakta ne aradıysa bulmuş. Güzel bir yemek pişirmiş, ama hayvanları hiç düşünmemiş. Doldurduğu tabakları sofraya getirip koymuş. Ak saçlı adamın yanına oturmuş, karnını tıka basa doyurduktan sonra:
-O kadar yorgunum ki demiş, uzanıp uyuyacağım yatak nerde?
Hayvanlar seslenmişler:
- Onunla yedin içtin bizleri düşünmedin. Geceyi nerede geçirirsen geçir!
Bunun üzerine yaşlı adam:
- Haydi merdivenden yukarı çık. Orada iki yataklı bir oda göreceksin. O yatakları düzelt, beyaz keten çarşaflarını yay. Biraz sonra ben de gelip yatarım! demiş.
Kız yukarı çıkmış. Yatakları düzeltip çarşaflarını yaydıktan sonra, yaşlı adamı beklemeden, bunlardan birinin içine girip uzanmış. Bir süre sonra ak saçlı adam gelmiş. Elindeki ışığı kızın yüzüne tutmuş. Başını sallamış. Kızın derin uykuda olduğunu görünce döşemedeki kapağı açmış. Kızı, odanın altındaki mahzene indirmiş.
Akşam üstü ortalık kararırken oduncu evine dönmüş. Kendisini bütün gün aç bıraktığı için karısına çıkışmaya başlamış. Kadın:
- Benim suçum yok! Demiş. Kız yemeği alarak çıkıp gitmişti… Herhalde yolunu şaşırmış olacak..Sabahleyin dönüp gelir.
Oduncu güneş doğmadan kalkmış. Yine ormana gidecekmiş. Bugün de öğle yemeğini ortanca kızın getirmesini tembih etmiş:
- Yanıma bir torba mercimek alıyorum. Taneleri darınınkinden iridir. Kız bunları daha iyi görür, yolunu şaşırmaz! Demiş.
Öğle üzeri kız yemeği alıp yola çıkmış. Fakat mercimekler ortada yokmuş. Ormandaki kuşlar bunları da, dünkü gibi, yiyip bitirmişlermiş. Kızcağız bütün gün ormanda dolaşıp durmuş. Akşam olunca o da yaşlı adamın evine varmış. İçeri alınmış. Yiyecek bir şeyle, yatacak bir yer istemiş. Ak saçlı adam yine hayvanlara sormuş.
- Güzel tavuk, güzel horoz, alacalı güzel inek! Ne dersiniz buna siz?
Hayvanlar aynı yanıtı vermişler
- Bizce uygun: demişler
Bundan sonra her şey bir gün önceki gibi olmuş: Kız güzel yemekler pişirmiş. Yaşlı adamla birlikte yemiş, içmiş; fakat hayvanları düşünmemiş. Yatacağı yeri sorunca hayvanlar:
- Onunla yedin içtin..Bizleri düşünmedin.. Geceyi nerde geçirirsen geçir!
Kız uykuya dalınca yaşlı adam gelmiş. Kafasını sallayarak kızı seyretmiş. Onu da mahzene indirmiş.
Üçüncü gün sabah oduncu karısına demiş ki:
- Bugün bana yemeği küçük kızla gönder! Bu çocuk her zaman usludur, söz dinler. Herhalde dosdoğru yoluna gidecek, öbür haylaz kardeşleri gibi ormanda dolaşıp durmayacak!
Fakat annesi bu kızını da göndermek istemiyormuş. “En sevgili yavrumu da mı yitireyim?” demiş. Adam.
- Merak etme; demiş, kız yolunu şaşırmaz! Bu kez bezelye götüreceğim. Yollara serpeceğim. Bunlar mercimekten daha iridirler. Ona yolu gösterirler.
Fakat kız kolunda bir sepetle yola çıktığı zaman kuşlar bezelyeleri yiyip bitirmişlermiş. Kızcağız nereye gideceğini şaşırmış. Üzüntü içindeymiş. Babasının acıkacağını, yiyecek bir şey bulamayacağını, gecikirse anneciğinin merak edeceğini düşünüyormuş.
Sonunda ortalık kararınca uzaktaki ışığı görmüş. Ormandaki evin yanına varmış. Geceyi orada geçirmesini güler yüzle rica etmiş. Ak sakallı adam yine hayvanlara sormuş:
- Güzel tavuk; güzel horoz, alacalı güzel inek! Ne dersiniz buna siz.
Onlar bir ağızdan:
- Bizce uygun demişler!
Bunun üzerine kız, önünde hayvanların yattığı sobaya doğru gitmiş. Tavukla horozun parlak tüylerini okşamış. Alaca ineğin alnını hafif hafif kaşımış. Yaşlı adamın isteği üzerine güzel bir çorba pişirmiş. Tasa koymuş. Sofraya getirmiş. Sonra:
- Ben karnımı doyururken bu hayvancıklara hiçbir şey yok mu? Dışarıda her şeyden bol bol var. Önce onlara yiyecek getireyim demiş. Dışarı çıkmış; arpa getirerek tavukla horozun önüne serpmiş. İneğe de bir kucak dolusu güzel kokulu saman vermiş:
- Afiyetle yiyin sevgili hayvanlar! Susadığınız zaman içersiniz diye size serin su da getireyim! Demiş. Bir kova su getirmiş. Tavukla horoz hemen kovanın kıyısına sıçramışlar, gagalarını suya daldırmışlar; sonra kafalarını havaya kaldırmışlar. Böylece su içmeye başlamışlar. Alaca inek de bu sudan kana kana içmiş. Hayvanlar yemlerini yiyince kız, yaşlı adamın yanına giderek sofraya oturmuş. Ondan artan yemekleri yemiş. Çok geçmeden tavukla horoz başlarını kanatları arasına sokmaya başlamışlar. Alaca inek de gözlerini kapamış. Bunun üzerine kız:
- Artık ben de dinlenmeliyim demiş.
Kız merdivenlerden çıkmış, yatağı düzeltmiş, tertemiz örtüler örtmüş. İşi bitince yaşlı adam gelmiş, yataklardan birine yatmış. Ak sakalı ayaklarına kadar uzanıyormuş. Kız ikinci yatağa girmiş, duasını etmiş, uykuya dalmış.
Küçük kız gece yarısına kadar rahat bir uyku uyumuş. Fakat ondan sonra evin içinde bir karışıklık olmuş. Evin köşe bucağından gıcırtılar, çıtırtılar duyuluyormuş. Kapılar kendiliğinden açılıyor, duvarlar yumruklanıyormuş. Tavanın kirişleri yerlerinden fırlayacaklarmış gibi büyük bir gürültü olmuş.
Az sonra daha güçlü bir çatırtı duyulmuş. Bu kez de evin damı çöker gibi olmuş.
Sonunda her yanı yine sessizlik kaplamış. Keza hiçbir şey olmamış. Yattığı yerden kımıldanmamış, yine uykuya dalmış.
Sabahleyin ortalık aydınlandıktan sonra uyandığı zaman bir de ne görsün? Kendisi büyük bir salonun ortasında yatıyormuş. Kız sanki bir saraydaymış. Duvarlarda yeşil ipekten fon üzerinde altından çiçekler fışkırıyormuş. Yatak fil dişindenmiş. Üstündeki yorgan kırmızı kadifedenmiş. Yanındaki bir sandalyenin üzerinde incilerle işlenmiş bir çift terlik duruyormuş. Kız bunları düşte gördüğünü sanmış. Fakat içeriye çok şık giyinmiş üç uşak girmiş. Ne gibi buyrukları olduğunu sormuşlar. Kız:
- Gidin demiş, şimdi yataktan kalkacağım, yaşlı adama çorba pişireceğim. Güzel tavukla güzel horoza, alacalı güzel ineğe de yem vereceğim.
Kız yaşlı adamın kalktığını sanıyormuş. Onun yatağına bakmış. Fakat yatakta yaşlı adamın yerine yabancı bir erkek yatıyormuş. Dikkatle bakınca bu adamın hem genç, hem de güzel olduğunu görmüş. Adam uyanmış. Yatakta doğrulmuş.
- Ben bir prensim demiş, kötü bir cadı beni ak saçlı, ak sakallı bir yaşlı kılığına sokarak ormanda yaşamaya zorlamıştı.Bir tavuk, bir horoz ve alacalı bir inek kılığında üç uşaktan başka hiç kimse benim yanıma gelemiyordu. Eski durumuma dönmem için yalnızca insanlara değil; hayvanlara da iyilik etmeyi seven, temiz yürekli bir kızın yanıma gelmesi gerekti. İşte bu kız sen oldun. Cadının yaptığı tılsım, bu gece yarısısenin yardımınla bozuldu. Eski orman kulübesi yeniden sarayıma dönüştü.
Yataktan kalkınca prens üç uşağını kızın ana-babasına yollamış. Onları düğüne çağırmış. Bu sırada kız:
- Ama benim öbür kız kardeşlerim nerede? Diye sormuş.
Oğlan yanıt vermiş:
- Onları mahzene kilitledim. Sabahleyin ormana götürülecekler. Kötü huylarını düzeltinceye, zavallı hayvanları aç bırakmayıncaya kadar bir kömürcüye hizmetçilik edecekler!
Bir sabah yine işine giderken karısına demiş ki:
- Bugün öğle yemeğimi büyük kızla ormana gönder. Çünkü öğleye kadar işimi bitiremeyeceğim. Kız yolunu şaşırmasın diye yanıma bir torba darı alıp yollara serpeceğim.
Güneş ormanın tepesine kadar yükselince, kız bir tas çorbayla yola çıkmış. Fakat ormanlarda, kırlarda uçuşan serçeler, çayır kuşları, ispinozlar, kara tavuklar, kanaryalar darı tanelerini çoktan toplayıp yemişlermiş. Bu yüzden kız yolu bulamamış. Gün batıncaya, gece oluncaya kadar sağ ve esen dolaşıp durmuş. Gecenin karanlıkları içinde ağaçlar uğulduyor, baykuşlar ötüyormuş. Kızın içine bir korku girmeye başlamış.
O sırada uzakta, ağaçların arasında parıldayan bir ışık görmüş:
- Orada insanlar olsa gerek. Bunlar beni gece yanlarında misafir ederler diye düşünmüş; ışığa doğru ilerlemiş.
Çok geçmeden bir evin önüne varmış. Pencerelerinde ışık görünüyormuş. Kız kapıyı çalmış. İçeriden boğuk bir ses:
- Gel! Diye bağırmış.
Kız evin karanlık taşlığına girmiş. Odanın kapısını vurmuş. Aynı ses:
- Girsene içeri demiş. Kız kapıyı açtığı zaman saçı sakalı bembeyaz bir adamın masanın başında oturduğunu görmüş.
Adam yüzünü iki eliyle kapamışmış. Ak sakalı masanın üzerinden yere kadar uzanıyormuş. Sobanın yanında üç hayvan uzanmış, yatıyormuş: küçük bir horoz, mini bir tavuk, alaca tüylü bir inek..
Kız başından geçenleri yaşlı adama anlatmış. Geceyi geçirmek için ondan bir yer istemiş. Adam hayvanlara seslenmiş:
- Güzel tavuk, güzel horoz, alacalı güzel inek! Ne dersiniz buna siz?
Hayvanlar hep bir ağızdan:
- Bizce uygun! Demişler
- Yaşlı adam kıza dönerek:
-Burada her şeyden bol bol var! Haydi ocağa git, bize akşam yemeği pişir! Demiş. Kız mutfakta ne aradıysa bulmuş. Güzel bir yemek pişirmiş, ama hayvanları hiç düşünmemiş. Doldurduğu tabakları sofraya getirip koymuş. Ak saçlı adamın yanına oturmuş, karnını tıka basa doyurduktan sonra:
-O kadar yorgunum ki demiş, uzanıp uyuyacağım yatak nerde?
Hayvanlar seslenmişler:
- Onunla yedin içtin bizleri düşünmedin. Geceyi nerede geçirirsen geçir!
Bunun üzerine yaşlı adam:
- Haydi merdivenden yukarı çık. Orada iki yataklı bir oda göreceksin. O yatakları düzelt, beyaz keten çarşaflarını yay. Biraz sonra ben de gelip yatarım! demiş.
Kız yukarı çıkmış. Yatakları düzeltip çarşaflarını yaydıktan sonra, yaşlı adamı beklemeden, bunlardan birinin içine girip uzanmış. Bir süre sonra ak saçlı adam gelmiş. Elindeki ışığı kızın yüzüne tutmuş. Başını sallamış. Kızın derin uykuda olduğunu görünce döşemedeki kapağı açmış. Kızı, odanın altındaki mahzene indirmiş.
Akşam üstü ortalık kararırken oduncu evine dönmüş. Kendisini bütün gün aç bıraktığı için karısına çıkışmaya başlamış. Kadın:
- Benim suçum yok! Demiş. Kız yemeği alarak çıkıp gitmişti… Herhalde yolunu şaşırmış olacak..Sabahleyin dönüp gelir.
Oduncu güneş doğmadan kalkmış. Yine ormana gidecekmiş. Bugün de öğle yemeğini ortanca kızın getirmesini tembih etmiş:
- Yanıma bir torba mercimek alıyorum. Taneleri darınınkinden iridir. Kız bunları daha iyi görür, yolunu şaşırmaz! Demiş.
Öğle üzeri kız yemeği alıp yola çıkmış. Fakat mercimekler ortada yokmuş. Ormandaki kuşlar bunları da, dünkü gibi, yiyip bitirmişlermiş. Kızcağız bütün gün ormanda dolaşıp durmuş. Akşam olunca o da yaşlı adamın evine varmış. İçeri alınmış. Yiyecek bir şeyle, yatacak bir yer istemiş. Ak saçlı adam yine hayvanlara sormuş.
- Güzel tavuk, güzel horoz, alacalı güzel inek! Ne dersiniz buna siz?
Hayvanlar aynı yanıtı vermişler
- Bizce uygun: demişler
Bundan sonra her şey bir gün önceki gibi olmuş: Kız güzel yemekler pişirmiş. Yaşlı adamla birlikte yemiş, içmiş; fakat hayvanları düşünmemiş. Yatacağı yeri sorunca hayvanlar:
- Onunla yedin içtin..Bizleri düşünmedin.. Geceyi nerde geçirirsen geçir!
Kız uykuya dalınca yaşlı adam gelmiş. Kafasını sallayarak kızı seyretmiş. Onu da mahzene indirmiş.
Üçüncü gün sabah oduncu karısına demiş ki:
- Bugün bana yemeği küçük kızla gönder! Bu çocuk her zaman usludur, söz dinler. Herhalde dosdoğru yoluna gidecek, öbür haylaz kardeşleri gibi ormanda dolaşıp durmayacak!
Fakat annesi bu kızını da göndermek istemiyormuş. “En sevgili yavrumu da mı yitireyim?” demiş. Adam.
- Merak etme; demiş, kız yolunu şaşırmaz! Bu kez bezelye götüreceğim. Yollara serpeceğim. Bunlar mercimekten daha iridirler. Ona yolu gösterirler.
Fakat kız kolunda bir sepetle yola çıktığı zaman kuşlar bezelyeleri yiyip bitirmişlermiş. Kızcağız nereye gideceğini şaşırmış. Üzüntü içindeymiş. Babasının acıkacağını, yiyecek bir şey bulamayacağını, gecikirse anneciğinin merak edeceğini düşünüyormuş.
Sonunda ortalık kararınca uzaktaki ışığı görmüş. Ormandaki evin yanına varmış. Geceyi orada geçirmesini güler yüzle rica etmiş. Ak sakallı adam yine hayvanlara sormuş:
- Güzel tavuk; güzel horoz, alacalı güzel inek! Ne dersiniz buna siz.
Onlar bir ağızdan:
- Bizce uygun demişler!
Bunun üzerine kız, önünde hayvanların yattığı sobaya doğru gitmiş. Tavukla horozun parlak tüylerini okşamış. Alaca ineğin alnını hafif hafif kaşımış. Yaşlı adamın isteği üzerine güzel bir çorba pişirmiş. Tasa koymuş. Sofraya getirmiş. Sonra:
- Ben karnımı doyururken bu hayvancıklara hiçbir şey yok mu? Dışarıda her şeyden bol bol var. Önce onlara yiyecek getireyim demiş. Dışarı çıkmış; arpa getirerek tavukla horozun önüne serpmiş. İneğe de bir kucak dolusu güzel kokulu saman vermiş:
- Afiyetle yiyin sevgili hayvanlar! Susadığınız zaman içersiniz diye size serin su da getireyim! Demiş. Bir kova su getirmiş. Tavukla horoz hemen kovanın kıyısına sıçramışlar, gagalarını suya daldırmışlar; sonra kafalarını havaya kaldırmışlar. Böylece su içmeye başlamışlar. Alaca inek de bu sudan kana kana içmiş. Hayvanlar yemlerini yiyince kız, yaşlı adamın yanına giderek sofraya oturmuş. Ondan artan yemekleri yemiş. Çok geçmeden tavukla horoz başlarını kanatları arasına sokmaya başlamışlar. Alaca inek de gözlerini kapamış. Bunun üzerine kız:
- Artık ben de dinlenmeliyim demiş.
Kız merdivenlerden çıkmış, yatağı düzeltmiş, tertemiz örtüler örtmüş. İşi bitince yaşlı adam gelmiş, yataklardan birine yatmış. Ak sakalı ayaklarına kadar uzanıyormuş. Kız ikinci yatağa girmiş, duasını etmiş, uykuya dalmış.
Küçük kız gece yarısına kadar rahat bir uyku uyumuş. Fakat ondan sonra evin içinde bir karışıklık olmuş. Evin köşe bucağından gıcırtılar, çıtırtılar duyuluyormuş. Kapılar kendiliğinden açılıyor, duvarlar yumruklanıyormuş. Tavanın kirişleri yerlerinden fırlayacaklarmış gibi büyük bir gürültü olmuş.
Az sonra daha güçlü bir çatırtı duyulmuş. Bu kez de evin damı çöker gibi olmuş.
Sonunda her yanı yine sessizlik kaplamış. Keza hiçbir şey olmamış. Yattığı yerden kımıldanmamış, yine uykuya dalmış.
Sabahleyin ortalık aydınlandıktan sonra uyandığı zaman bir de ne görsün? Kendisi büyük bir salonun ortasında yatıyormuş. Kız sanki bir saraydaymış. Duvarlarda yeşil ipekten fon üzerinde altından çiçekler fışkırıyormuş. Yatak fil dişindenmiş. Üstündeki yorgan kırmızı kadifedenmiş. Yanındaki bir sandalyenin üzerinde incilerle işlenmiş bir çift terlik duruyormuş. Kız bunları düşte gördüğünü sanmış. Fakat içeriye çok şık giyinmiş üç uşak girmiş. Ne gibi buyrukları olduğunu sormuşlar. Kız:
- Gidin demiş, şimdi yataktan kalkacağım, yaşlı adama çorba pişireceğim. Güzel tavukla güzel horoza, alacalı güzel ineğe de yem vereceğim.
Kız yaşlı adamın kalktığını sanıyormuş. Onun yatağına bakmış. Fakat yatakta yaşlı adamın yerine yabancı bir erkek yatıyormuş. Dikkatle bakınca bu adamın hem genç, hem de güzel olduğunu görmüş. Adam uyanmış. Yatakta doğrulmuş.
- Ben bir prensim demiş, kötü bir cadı beni ak saçlı, ak sakallı bir yaşlı kılığına sokarak ormanda yaşamaya zorlamıştı.Bir tavuk, bir horoz ve alacalı bir inek kılığında üç uşaktan başka hiç kimse benim yanıma gelemiyordu. Eski durumuma dönmem için yalnızca insanlara değil; hayvanlara da iyilik etmeyi seven, temiz yürekli bir kızın yanıma gelmesi gerekti. İşte bu kız sen oldun. Cadının yaptığı tılsım, bu gece yarısısenin yardımınla bozuldu. Eski orman kulübesi yeniden sarayıma dönüştü.
Yataktan kalkınca prens üç uşağını kızın ana-babasına yollamış. Onları düğüne çağırmış. Bu sırada kız:
- Ama benim öbür kız kardeşlerim nerede? Diye sormuş.
Oğlan yanıt vermiş:
- Onları mahzene kilitledim. Sabahleyin ormana götürülecekler. Kötü huylarını düzeltinceye, zavallı hayvanları aç bırakmayıncaya kadar bir kömürcüye hizmetçilik edecekler!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Rare Disease Day and the promises of personalized medicine
O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...
-
Pakistan dizileri Hint dizilerinden farklı. Onlar gibi coşkulu olmuyor genelde. Bu yüzden yarım bıraktıklarım hayli fazla. Ama bu dizi ...
-
Pakistan dizisi önyargımı biraz olsun kıran bir dizi izledim geçenlerde. Baştan söyleyeyim Hindistan dizilerindeki gibi rüzgarlar essi...
-
İnternette bu görselle karşılaştım ve içimde derinden bir öfke dalgası yükseldi. Böyle şeyleri genelde paylaşmazdım. Çoğunlukla susan ve ken...