Kınalı Kuzu

Kırlardaki çiçeklerin arasında küçük kınalı kuzu hoplaya zıplaya oynuyordu. Beyaz tüyleri pırıl pırıl; iki gözünün çevresinde siyah siyah beneklerle şirin mi şirin küçük bir kuzu.

Kulaklarından birisi siyah birisi de mor, çenesinin altında kulaklarının tam hizasında iki tane küpesi sallanmaktaydı. Başını oynatınca küpeleri bir o yana bir bu yana sallanıp duruyorlardı. Zaman zaman otların arasındaki çiçekleri koklarken küpelere dokunan uzun otlarla gıdıklandığı için hoplayıp zıplayarak dolaşıyordu.

Oraya buraya hoplaya zıplaya koşarken iyice yorulmuş ve susamıştı. Birden aşağıdaki dereyi gördü. Deredeki su şırıl şırıl akmaktaydı. Suyun kıyısında çiçekler renk renk dillerini güneşe uzatmış solumaktalardı. Kınalı Kuzu bir solukta dereye vardı. Bir anda şaşırdı. Çiçekler arasındaki kelebeklere, arılara ve vızıldayarak uçuşan sineklere hayranlıkla baktı. Derenin karşı kıyısında Zıp Zıp kurbağa "vırak vırak" sesiyle Kınalı Kuzu’yla konuşmaya başladı.

“Hey yabancı hoş geldin. Kimsin sen. Tek başına buralarda dolaşmaktan korkmuyor musun?”

Kınalı kuzu; “hoş bulduk akıllım neden korkacak mışım? Bu güzelim havada, çiçekler arasında hiç korkulur mu? Çok susadım, biraz su içtikten sonra seninle biraz sohbet edelim olur mu?”

Zıp Zıp kurbağa; “Senle ne sohbet edeceğim ki, sen benim sorduklarıma yanıt verebilecek misin bakalım?”

“Her şeyi bilecek değilim ya akıllım. Ben yeni yeni öğrenmeye başladım. Bilmediklerimi senden öğrenirim. Senin bilmediklerini de başkalarından öğrenirim. Bekle biraz, suyumu bir içeyim. Susuzluktan ağzım dilim kurudu.”

Rahatlıkla su içebileceği bir yer aradı kınalı kuzu. Aaa o da ne küçücük bir gölette su döne döne akıyordu. Gölcük çevresindeki çiçeklerin görüntüsü suda yansıyordu. Manzara o kadar güzeldi ki, Kınalı Kuzu suya doğru eğilirken, birden geriye doğru zıpladı. Suyun içinde kendisine tıpa tıp benzeyen biri vardı. Heyecanla başını yavaş yavaş uzatıp yeniden baktı. Suyun içindeki kuzuda başını yavaş yavaş uzatıp Kınalı Kuzu’ya bakıyordu. Kınalı Kuzu cesaretini toplayarak biraz daha yaklaştı. Suya yaklaşınca suyun içindeki kuzuda ona yaklaşıyordu.

Zıp Zıp kurbağada kahkahalarla gülerek Kınalı kuzu’ya bakıyordu. Daha fazla dayanamayarak:

-Bak gördün mü birde korkmam diyordun. Kendinden bile korkmaya başladın kınalı.

Kınalı Kuzu;

-Ben kendimden değil, suyun içindeki bana tıpa tıp benzeyenden irkildim birden. İrkilmek korku mu peki.

-Elbette akıllım insan korktuğundan irkilir. Sen de çok acemisin biliyor musun? Suyun içinde gördüğün sensin sen Kınalı.

-Aaaaaa! Ben miyim. O da nasıl oluyor öyle ben buradayım, suyun içinde ne işim var.

-Bak akıllım suyun kıyısındaki çiçeklere güllere bak; onlarda suyun içinde baş aşağı duruyorlar, tıpkı senin gibi onların görüntüsü de suya yansımış. Şimdi beni iyice izle de bak, diyerek zıpladığı gibi “cılp” daldı suyun içine. Su o kadar temizdi ki Zıp Zıp kurbağanın suya dalmasıyla dalgacıklar oluştu. Biraz suyun içinden yüzdükten sonra, suyun yüzeyine çıkıp Kınalı Kuzu’ya;

-Korkmana gerek yok suyu içebilirsin rahatlıkla. Bak benden başka kimsecikler yok içinde.

-Teşekkür ederim, dedi, Kınalı Kuzu.

Kınalı Kuzu yinede korkuyordu. Ne olur ne olmaz diyerek suya çekine çekine yaklaştı. İki ön ayağını yana açarak başını suya doğru uzattı. Dudakları buz gibi soğuk suya dokunur dokunmaz zıplayarak geri çekti.

-Zıp Zıp Kurbağa; ne oldu yine, neden zıpladın.

-Ne yapayım akıllım su çok soğuk, dişlerim sızladı. Küpelerimde ıslanınca çekilmek zorunda kaldım.

-İyi haydi suyunu iç korkmana gerek yok. Bizim buraların suları çok temizdir. Başka yerin suyuna benzemez bizim sularımız.

-Biliyorum akıllım renginden belli. Temiz olmasaydı böyle pırıl pırıl akar mıydı? Bu güzelim çiçekler arasında akan suyun kirli olması mümkün mü?

-Bizim her şeyimiz böyledir. Yiyeceklerimiz de içeceğimiz su gibi tertemizdir. Bak çevrendeki otların tazeliğine hiçbir yerde böylesine güzel ot ve çiçekler göremezsin. Haydi suyunu iç de seninle biraz dolaşalım ne dersin. Sana yeni yeni yerler göstereceğim. Yazı-yabanda tek başına dolanman doğru değil.

-Neden yalnız dolaşmam doğru değil. Benim bilmediğim bir şeyler mi var buralarda?

-Olmaz olur mu akıllım. Elbette var. Kimi yaratıklar sana zarar verebilir.

-Aaaaa! Neden benim kime kötülüğüm dokundu ki. Ben kendi başıma oynuyorum.

-Orası öyle de, sen yine de benim dediklerime dikkat et, en kısa zamanda annenin yanına dönsen iyi edersin. Buralar pek tekin değil. Kurtlar var, çakallar var, seni kapıp götürürler sonra.

-İnanmam, neden kapıp götürsünler ki beni. Ben onların hiç işine yaramam ki.

-Haydi haydi suyunu iç bakalım. Bunları sonra konuşuruz.

Kınalı Kuzu, birden annesini anımsadı. Annesini ne kadar da çok özlemişti. Nerdeyse ağlayacaktı. Bir anda neşesi kayboldu. Kulakları yana sarktı. Hüzünlü gözlerle Zıp Zıp kurbağaya baktı.

-Ne oldu? Neden üzüldün birden, istemeyerek yanlış bir şey mi söyledim. Eğer seni kırdıysam özür dilerim, dedi, Zıp Zıp kurbağa.

-Yook birden annem aklıma geldi de ona üzüldüm. Bilsen annemi ne tadar özlediğimi, o zaman bana hak verirdin.

-Üzülmene gerek yok. Akşama görürsün anneni nasıl olsa.

-Karşıdaki yamacın verevinde bir sürü otlanmaktaydı. Koyunların boynundaki çan ve keleklerin sesi ile kavalın ezgisini duydular. Kınalı Kuzu kavalın sesiyle sürüden yana baktı. Yerinden zıplayarak bağırdı.

-Bak annem de onların arasındadır. Haydi bana eyvallah diyerek hoplaya zıplaya sürüye doğru koşmaya başladı. Zıp Zıp kurbağa ardından bağırdıysa da duymadı.

-Heyyy! Kınalı onlar başkaları annen onların arasında değil geri dön. Ama Kınalı Kuzu olanca gücüyle sürüye doğru koşuyordu.

Kızak

Yatağımdan kalktığım gibi perdeyi araladım. O da ne?.. Her taraf bembeyaz, yılın ilk karı lapa lapa yağıyordu. Ama köydeki yağan kara benzemiyordu. Ne bileyim işte, köyde kar dedin mi tipi bora akla gelir. Serçeler pencere diplerinde titrer dururlar. Çoğu kış günlerinde avlunun kapısını açar serçelere yem atardım. Topluca avluya hücum eder , buğday tanelerini çabuk, çabuk tıklarlardı. Oysa şehre geldiğim günden beri bir serçeye , bir sığırcığa, ya da bir kırlangıca rastlamadım nedense. Başka kuşları da pek göremedim.

Babam ve annemle, zaman zaman Kadıköy sahiline indiğimiz de, martıları görürüm. Martılar ilk bakışta birbirine benziyor olsalar da, dikkatli bakıldığında, farklılıkları hemen göze çarpıyor. Kimi martıların, gözünün hemen yanında, yarım ay biçiminde, siyah bir beni var, kimilerinin de yok. Kimilerinin kuyrukları uzun, kiminin kısa, kiminin ki de küt kalınca, kimisi zarif ve ince... Her ne ise, kara batakların dışında, başka kuşları hak getire sahilde...

Pencerenin önünde durup bir süre yağan karı izledim. Ağaçların dallarında hiç kar birikmiyordu. Yoldan geçen taksiler, yarı sulu karı etrafa saçıyorlardı. Sabahın bu erken saatinde, iki çocuk kaldırımdaki yumuşak karların içinde kaymaya çalışıyorlardı. Yanlarından geçen bir taksinin sıçrattığı sulu kar, üstlerini başlarını ıslattı. El ve kol hareketiyle taksiciye bastılar küfrü.

Annem ve babam uyuyorlardı. Sanırım babam bu gün işe gitmeyecek. Her yağmur ve kar yağışında babam birkaç gün işe gitmez.

İnşaat işçisidir babam. Yağmurlu ve karlı havalarda işleri durur. Hava düzelince de hiç ara vermeden çalışırlar. Babam yağan kardan haberli. Ya yoksa şimdi çoktan kalkmış olurdu.

Pencerenin önünde ayrıldım. Salonun içi bayağı soğumuştu. Üşümeye başladım. Sobayı yaksam becerebilecek miyim acaba? İstemeyerek sobanın kapağını açtım. İnce küller dökülmeye başlayınca, gerisin geri kapattım. Sobanın kapağını sert kapamış olmalıyım ki, annem uyanarak bana:

“Ne yapıyorsun oğlum. Neye erkenden kalktın?..”

“Anne yılın ilk karı yağmış, gördün mü?..”

“Gördüm, gördüm!..” dedi. Sinirliydi annem. Banyoya girerken:

“Gir yatağına üşüteceksin!.. Ben sobayı tutuşturunca kalkarsın,” dedi.

Canıma minnet hemen attım kendimi yatağın içine. Annemin banyoda sesi geliyordu. Ne dediği anlaşılmıyordu pek. Babama kızıyordu herhalde. Su mu akmıyordu ne?..”

Evden sokağa çıktığımda kar yağışı durmuştu. Okul yolunda kimi çocuklar kar topu oynuyor, kimileri de kayıyordu. Servis araçları, kardan kayıyor, yolların sağı solu arabalarla doluydu. Servislerin içindeki çocuklar, araçtan inerek , kardan gidemeyen servis araçlarını itekliyorlardı. Biz çocuklar için bulunmaz bir eğlenceydi.

Öğretmenimiz anlatmıştı. Böylesi havalarda dikkatli olmak gerek. Düştüğümüzde bir yerimiz sakat olabilir. Kar topu oynarken, karı fazla sıkıştırmak da iyi değildir demişti.

Okula vardığımızda yorulmuş ve ıslanmıştık. Kimi öğrenciler okul bahçesinde bile kayıyordu.

Sireni, çala çala gelen bir cankurtaran, okulun kapısına yanaştı. Bütün çocuklar can kurtaranın etrafına toplandık.. Kaşla göz arasında cankurtaran hareket etti.

Birici sınıfta okuyan bir kızın kolu kırılmıştı. Kayarken düşüp, kolunu kaldırım taşına çarpmış. Kimi çocuklar da, kayan çocuklardan biri çarparak düşürdüğünü söyledi.

Üzüldük!.. Kaymayı ve kar topu oynamayı bıraktık. Az sonra zil çalınca, sınıflara girdik.

Öğretmenimiz bir ders boyu yağışlı havalarda, nelere dikkat edeceğimizi anlattı.

Bir kız arkadaşımız:

“Kaymak ve kar topu oynamak günahtır, değil mi öğretmenim,” dedi.

“Yok kızım, kim söylediyse yanlış söylemiş. Günah falan değildir evladım. Arkadaşlarınızla güzel güzel oynamanın nesi günah ki!..” dedi, öğretmenimiz.

Arkadaşlarımızdan biri:

“Oyun oynamak günah değildir de, kumar oynamak günahtır öğretmenim,” dedi.

“Evet çocuklar, arkadaşınız doğru söylüyor. En büyük günah kumar oynamaktır. Haydi açın kitaplarınızı bakalım.” Dedi.

Sonrada, o sevecen sesiyle:

Bakın çocuklar, okula başlayalı birkaç ay oldu. Bu günlerin anısı olarak da , arkadaşlarınızdan biri dikkatsiz davranarak, küçük sınıflardan bir arkadaşınızı istemeyerek yere düşürdü. Oyunlarınız da yarıda kaldı. Sınıfa girip, üzüntüyle sıranıza oturdunuz. Aklınızda olsun her zaman. Unutmayın, sonrada pişman olacağınız bir şeyi, elinizden geldiğince yapmayın... Bakınız okulun tümü üzüntüye boğuldu. Öğretmenlerin ağzını bıçak açmıyor. Bakışlarıyla hepinizin suçlu olduğunu düşünüyorlar... Bundan böyle oynarken daha dikkatli olmaya bakın. Kar topu oynayacaksınız kuşkusuz, ama karı fazla sıkmayın... Fazla sıkışan kar, taş gibi sert olur. Başınızı gözünüzü yarabilir... Kayacaksınız elbette, araçların geçtiği yerlerde sakın kaymayın. Aniden yola çıkan bir aracın altına girebilirsiniz... Kaydığınız yol buzlaşınca, yaşlılardan birinin düşmesine neden olabilirsiniz, böyle bir olay sizi üzer... Oynarken çok, çok dikkatli olun sevgili çocuklar...

Evet, öğretmenimiz haklıydı. Her an dikkatli olmak gerek...

Kardeş Ali

Eski zamanlardan birinde Ali adında bir genç yaşarmış. Doğduğundan beri köyünden dışarı çıkmamış. Duyduğu, gördüğü, bildiği hep köyüne ait şeylermiş. Kendisi başkalarının işine karışmaz, kimse hakkında kötü söz söylemez, babadan kalma tarlayı anasıyla birlikte ekip biçer, karınca kararınca geçinip giderlermiş. Köy arazisinin yarıdan fazlasının sahibi çok zengin iki kişiymiş. Bu iki köy ağası köyde yaşayanların üç gruba ayrılmalarına neden olmuşlar. İlk iki grup bu ağaların tarlalarında çalışan işçilermiş. Köy ağalarından birisi kendi işçilerini diğer ağadan saklar, fakat diğer ağanın işçilerini kendi tarafına çekmek için yoğun çaba sarf edermiş. Durup dururken karşı tarafın bir işçisi hakkında söylenti uydurur, bu söylentinin ağanın kulağına gitmesini sağlar, ağa ile işçisinin arasının açılmasına sebep olurmuş. Ağa taşın karşı taraftan atıldığını, söylentinin asılsız olduğunu bildiği halde karşı taraf taşı öyle bir gediğine koyarmış ki yine de şüphelenmesine engel olamazmış.

Üçüncü grup ise, kendilerine ait tarlaları bulunan, geçimlerini buralardan temin eden bağımsızlarmış. İki ağa bağımsız olanları da kendi taraflarına çekmek için uğraşırlar, bağımsızların kendi aralarında bölünmelerine sebep olurlarmış. Sadece Ali ve anası ile uğraşan olmazmış. Köy halkı Ali’yi iyilik timsali olarak görürmüş. Bu yüzden onu çocukluğundan beri Kardeş Ali diye çağırırlarmış. Kardeş Ali köy halkının birbirini çekiştirmesine, komşuların gürültülerine, kavgalarına istemeyerek kulak misafiri olur, sen haklısın, sen haksızsın diye hiç kimse için fikir ileri sürmez, yorum yapmazmış. Yalnız kaldığı zamanlar düşüncelere dalar, “ Bu kavgalar, bu anlaşmazlıklar neden oluyor? Neden birbirlerini çekemez bu insanlar? Kavgasız yaşamak daha kolay değil mi? Anlaşsalar, anlayışla karşılasalar küçücük hataları. İncir çekirdeğini doldurmayacak şeyler için kalp kırmasalar, gönüllerini hoş tutsalar, üzmeseler başkalarını “ dermiş kendi kendine. Ararmış bu soruların cevabını. İstermiş bu durumu bütün açıklığıyla kendisine anlatabilecek birisi olsun. Belki o zaman üzüntüsü biraz hafifler, iyiliklerle dolu yüreği huzur bulurmuş.

Günün birinde köye bir satıcı gelmiş. Bu satıcı “ İyilik İlacı “ satarmış. Köylülerin çoğunluğu

birer tane iyilik ilacı satın almışlar. Kardeş Ali “ Ben zaten kötü birisi değilim ” diye düşünüp almamış. Aradan üç hafta geçmiş. Kardeş Ali bir sabah evinden çıkıp tarlaya giderken yolda iki köylüye rastlamış. Köylüler, selam verip konuşarak, gülüşerek geçip gitmişler. Kardeş Ali ağzı bir karış açık arkalarından bakakalmış. Kendi kendine: “ Ya bu ne iştir? Bunlar yıllardır birbirlerine yapmadıklarını bırakmamışlardı. Daha geçen hafta köy meydanında yumruk yumruğa kavga etmişler, altı kişi zor ayırmıştık. Kavgayı sona erdireyim derken, enseme bir yumruk yemiştim. Şu hallerini gören bunları yirmi yıllık dost sanacak. Vay be, gel de şaşırma!..” diyerek gülmüş. Daha sonraki günlerde tanık olduğu olaylar şaşkınlığının daha da artmasına sebep olmuş Kardeş Ali’nin. Köyün sahibi olan iki ağanın işçilerini tarlalarda birlikte çalışırken görüyor, bu yakınlaşmanın, köydeki düşmanlıkların yavaş yavaş ortadan silinmesinin anlamını bir türlü anlayamıyormuş. Hele hele köy halkını üç gruba ayıran, birbirlerini günahları kadar sevmeyen iki köy ağasını kol kola girmişler, konuşarak giderken görünce şaşkınlığı doruğa çıkmış. Kimselere de soramamış: “ Siz on gün önceye kadar birbirinizin adını bile anmazdınız. Nasıl oluyor da şimdi beraber çalışıyor, beraber geziyorsunuz diye. Sonra ya derlerse bana, bak Kardeş Ali, biz evvelden düşmanmışız, şimdi dost olmuşuz, bunun sana ne zararı var? Yoksa sen bizim dost olmamızı istemiyor musun? diye. Ben onlara nasıl cevap veririm? “ Bundan dolayı çaresiz kalmış, içi içini yemeye başlamış.

Düşünmeden sorulara cevap bulunmaz derler. Kardeş Ali’de düşüne düşüne sorularını kendisi cevaplamış. Her şeyin sebebinin iyilik ilacı olduğunda karar kılmış. İyilik ilacını sırrını satıcı açıklayabilir demiş. Ertesi gün satıcıyı köy kahvesinde çay içerken görmüş. Yanına oturmuş, şuradan buradan konuşmuşlar. Daha sonra dışarıya çıkmışlar, dolaşmışlar, yorulmuşlar. Dinlenmek için bir ağacın altına oturmuşlar.

Kardeş Ali:

“ Bizim köye kırk gün önce geldiniz. Bu kırk gün içinde çok kişiye iyilik ilacı sattınız. Yılardır köyde süregelen kavgalar, anlaşmazlıklar, taraf tutmalar şu anda sona ermiş bulunuyor. Bu iyilik ilacının sırrı nedir? Nasıl oluyor da bir köy halkını iyiliğe, doğruluğa, güzelliğe doğru peşinden sürüklüyor? “ diye sormuş. Satıcı, Kardeş Ali’nin söylediklerini gülümseyerek, dikkatle dinlemiş, sonra konuşmaya başlamış:

“ İnsanoğlu doğduğu anda bir başkası için kötülük düşünemeyecek kadar saf ve temiz aslında zavallı bir canlıdır. Annesinin geniş ilgi ve özeniyle diğer canlılara göre oldukça zor ve yavaş büyür, gelişir. Melek gibi bir kalbi vardır. Ailesi içinde ve yakın çevresinde ne görüyorsa gördüklerini, ne duyuyorsa duyduklarını aynen tekrarlar. Tekrar ederken de bir şeyler öğrenir. Öğrendikleri doğru veya yanlış olabilir. Doğru iyiyi ve güzeli, yanlış kötüyü ve çirkini oluşturur. Önemli olan, doğru ile yanlışı birbirinden ayırabilmektir. Çocuk büyüdükçe bunun farkına varmaya başlar. Bazı davranışlarının doğru olmadığını bile bile nedenini kendisinin bile anlayamadığı bir umursamazlıkla uygulamaya başlar. İşte bu sıralarda çocuğun kendisini bilerek, hatasını anlayarak vazgeçmesi veya büyükleri tarafından hataları güzellikle anlatılarak vazgeçirilmesi gerekir. Eğer çocuğun büyükleri ve yakınları da hatalar, yanlışlıklar içindeyse, birbirlerine ve başkalarına davranışları sevecen değilse nasihatler on para etmez. Çocuk bana bunu yapma diyorlar ama benim yaptıklarım onlarınkinin yanında hiç kalır der ve bu da kalbine atılan kötülük tohumlarının hızlı bir şekilde çimlenip büyümesine, fidan haline dönüşmesine olanak hazırlar. Yani yıllar geçtikçe kötülük yapma eğilimi hızlanarak artacaktır. Sizin köydeki duruma gelince: Burada bulunan zengin iki köy ağası köylüler arasındaki kavgaların gereğinden fazla artmasına neden olmuşlar. Köyünüze ilk geldiğimde konuştuğum birkaç kişi bu durumun sona ermesini candan istiyorlardı. Hiç kimseye hiçbir şey kazandırmayan kavgadan, gürültüden bıkmışlardı. Bundan dolayı birer tane iyilik ilacı aldılar. Köy ağalarının aralarını bulup barıştırmam iyilik ilacının etkisini fazlalaştırdı. İyilik ilacı, kayısı suyu ve şekerle hazırlanmış bir çeşit şerbettir. İyilik ilacının sırrı içeriğinde değil, insanlara iyiliğin hatırlatılmasında gizlidir. “

Kardeş Ali ne zamandır kafasını kurcalayan soruların cevaplandığını gördükçe çok mutlu olmuş. Satıcı son cümlesini bitirince şöyle bir soru sormuş: “ İnsanlar arasındaki bu kısır çekişmeler bir gün bitecek mi, böyle bir ihtimal var mı? “ Bunun üzerine satıcı: “ Aradan yüzyıllar geçse bile, insanlar, toplumlar, uygarlıklar ne kadar değişse bile yine insan insanlığını gösterecek tartışmalar, anlaşmazlıklar, kavgalar hiçbir zaman sona ermeyecektir “ diyerek sorunun cevabını vermiş. Satıcının bu cevabından sonra derin bir sessizlik olmuş. Aradan birkaç dakika geçtikten sonra Kardeş Ali’nin son bir soru sormaya hazırlandığını fark eden satıcı: “ Dur Kardeş Ali. Şimdi senin bana sormak istediğin soruyu kendi kendime sormama izin ver. Madem olumsuz olacak bu işin sonu bunca çaban niye? İyilik ilacı niye? Benim çabalarım: 1- Zaman içinde gitgide artmakta olan kötü davranışlara ve kötü insanlara karşı iyilik kalesini takviye etmek, iyilik yapanların ve iyi insanların çoğalmasını sağlamak.

2- Köy, kasaba, şehir gibi yerleşim birimlerinde yaşamakta olan insanlara iyilik, güzellik diye bir şeylerin var olduğunu hatırlatıp doğru yolu bulmalarına yardımcı olmak şeklinde özetlenebilir “ dedikten sonra kafasını kaldırmış, etrafına bakınmış: “ Eee.. Kardeş Ali! Farkında mısın bilmem, hava kararmaya başladı. Yavaş yavaş kalkalım istersen “ demiş satıcı ve Kardeş Ali ile birlikte köye doğru yola koyulmuşlar.

Satıcı o akşam Kardeş Ali’lerin evinde misafir kalmış. Yemekten sonra satıcı iyilik ilacı satma görevinin kendinden bir önceki satıcı olan hocası Mahir Bey tarafından bundan on sekiz yıl önce verildiğini, o zamanlar yirmi iki yaşında olduğunu söylemiş. İnsanlara iyilik öğretmekle geçen on iki yıl süresince pek çok gerçekten iyi insana rastladığını, fakat bunları kusursuz bulmadığı için güvenemediğini anlatmış. Satıcı: “ İyilik ilacının sırrını sadece sana anlattım Kardeş Ali, sadece sana inandım, sadece sana güvendim. Benden sonrası için bu görevi sana bırakmak istiyorum “ deyince Kardeş Ali bu teklifi kabul etmiş. Satıcının kendi tecrübelerine dayanarak yazmış olduğu “ İnsanlara İyilik Nasıl Öğretilir “ adlı kitabı ve atlı bir araba alabilmesi için satıcının verdiği parayı almış. Zamanı gelince, köyünden ayrılıp iyilik ilacı satmaya başlayacağına söz vermiş. Satıcı bu köyde on beş gün daha kalmış. Köyde yaşayanlara iyi insan olmanın faziletlerini anlatmış. Yaptığı iyilik aşısının tuttuğuna iyice inandıktan sonra herkesle teker teker vedalaşıp iki atın çektiği arabasına binmiş ve köylüler kendisini davul-zurna çalarak, oyunlar oynayarak yolcu etmişler. Satıcı köyden iyice uzaklaşınca düşüncelere dalmış. “ Hocamdan ayrıldıktan yıllar sonra köyün birine iyilik ilacı satmak için gitmiştim. Köye benden birkaç gün önce gelmiş olan hocamla karşılaşmıştım. Hocam bana, geç kaldın Yakup. O iyilik ilaçlarını kendin iç, demişti gülerek ve beni sevinçle kucaklamıştı. Kim bilir, belki ben de Kardeş Ali ile bir yerlerde karşılaşırım, kim bilir? “

Keloğlan İle Nasreddin Hoca

Keloğlan kasabaya tavuk satmaya gitmiş. Pazara gelince elindeki iki tavuğa müşteri aramaya başlamış. Adamın biri tavuklara bir altın vermiş. Keloğlan bunu kabul etmemiş. İlle de iki tavuğa iki altın isterim demiş. Keloğlan’ın tavukları bir altına vermediğini gören adam:

“ Bak Keloğlan, bende bir define haritası var. Yalnızım, yaşlandım artık. Bu sebepten defineyi aramaya çıkamadım. Eskiden Zenginoğlu’ nun konağında çalışırdım. Bu haritayı bana Zenginoğlu vermişti. İki tavuk benim olsun, harita senin olsun, defineyi ara bul, ömrünce mutlu ol ” demiş. Keloğlan adama inanmış, değiş tokuş yapılmış. Keloğlan akşamüstü yorgun argın köyüne dönmüş. Anası:

“ A benim kel oğlum, kabak oğlum. Hiç bu kağıt parçasına iki tavuk verilir mi? Sen tavukları satıp gaz, tuz alacaktın. Kandırmışlar seni. Şimdi karanlıkta otur, yemekleri tuzsuz ye de aklın başına gelsin ” diyerek bağırıp çağırmış. Keloğlan oralı olmamış, aklı fikri definedeymiş. Sabahı zor etmiş, erkenden kalkmış. Anasına:

“ Ana ben defineyi aramaya gidiyorum. Kışlık yiyecek hazırlamıştım. Varsın gaz olmasın, akşamları erken yatarsın. Varsın tuz olmasın, komşudan istersin. Defineyi bulursam, seni sultanlar gibi yaşatacağım ”demiş. Anasının elini öpmüş. Keloğlan’ ın kararlı olduğunu gören anası çaresiz fikir değiştirmiş. “ Güle güle git, Keloğlan. İnşallah defineyi bulursun “ diyerek Keloğlan’ ı uğurlamış.

Keloğlan dağ-bayır aşmış, günlerce aramış, sonunda haritadaki kuyuyu bulmuş. Define bu kuyunun içindeymiş. Kuyuya attığı taş tak diye ses çıkarmış. Keloğlan kuyuda su olmadığını anlamış. Fakat geçen yıl köydeki kör kuyuya inen ve bir daha çıkamayan üç kişi aklına gelmiş. “ Yanımda köyden getirdiğim ip var. Kuyunun kenarına bağlayıp insem ya ben de onlar gibi kuyudaki zehirli dumandan boğulur kalırsam halim nice olur, diye düşünceye dalmış. Evvela bana mert, sözünün eri, kuyudaki tehlikeyi ortadan kaldırabilecek bir yardımcı lazım. Böylesi de nerelerde bulunur, diye düşünürken aklına Nasreddin Hoca gelmiş. Tamam demiş Hoca bu işin çaresini bulur. ‘

Az gitmiş uz gitmiş, sonunda Akşehir’ e varmış. Sormuş, Nasreddin Hoca’ nın evini göstermişler. Kapıyı çalmış. Nasreddin Hoca kapıyı açmış. “ Buyurun evladım “ demiş,

“ Ben Nasreddin Hoca’ yım. Bir şey mi arzu etmiştiniz? “

“ Hocam bizim köyde bana Keloğlan derler. Sizin önemli bir meselenin çözümüne yardımınızı rica edecektim. Beni dinlemek zahmetine katlanırsanız çok sevinirim. “

Hoca Keloğlan’ ı evine buyur etmiş. Keloğlan define haritasına nasıl sahip olduğunu, anasına veda edip köyden ayrıldığını, haritadaki kuyuyu bulduğunu, kuyuya neden inemediğini anlatmış. “ Eğer defineyi bulursak yarı yarıya paylaşırız, Hocam. Ne dersiniz? ” diyerek sözü bağlamış.

Nasreddin Hoca:

“ Uzun süredir kullanılmayan veya etrafındaki toprak tabakasından içine zehirli hava sızan kuyularda, yeterli hava akımı olmadığı için, bu zehirli hava birikir. Eğer böyle kuyulara inilirse insanı zehirler, öldürür. Söylediğine göre kuyunun derinliği dokuz on metre varmış. Kuyunun çevresini kazıp genişletmek çok yorucu ve zahmetli, ikimiz başaramayız. Yardımcı bulmaya kalksak kulaktan kulağa yayılır, halk kuyunun başına dolar. Başka bir yol bulmalıyız Keloğlan. Sen bizde birkaç gün misafir kal, düşünüp hal çaresini bulurum. “

Nasreddin Hoca sonraki iki gün planlar yapmış, taslaklar çizmiş. Planları demirciye götürmüş. Bu aletlerin olanını vermesini, olmayanı çizime uygun olarak yapmasını tembihlemiş. Haftasına aletler hazır olmuş. İki eşeğin çektiği bir araba almış. Arabaya aletleri, yiyecek, içecek gibi ihtiyaçları koymuş. Karısıyla vedalaşıp eşeğine binmiş. Nasreddin Hoca eşeğiyle önde, Keloğlan arabayla arkada, yola koyulmuşlar. Günlerce süren zahmetli yolculuktan sonra definenin bulunduğu kuyuya varmışlar. Hoca kuyuyu incelemiş. Keloğlan ile birlikte demirciye yaptırmış oldukları büyük körüğü kuyunun yanına indirmişler. Yaklaşık on santim genişliğindeki borunun bir ucunu kuyunun dibine sallamışlar. Diğer ucunu körüğe takmışlar. Birlikte körüğe temiz hava basmaya başlamışlar. Yıllardır burada biriken durgun ve zehirli hava, temiz ve basınçlı havanın etkisiyle parçalanmaya, yavaşça yükselmeye, kuyudan çıkmaya başlamış. Körük her hava basışında kuyudaki zehirli hava oranı azalıyormuş. Bu işlem ertesi gün de devam etmiş. Üçüncü gün kuyunun temizlendiğine kanaat getirmişler. Yine de her şeyden emin olmak için Nasreddin Hoca arabada getirdiği bir kediyi çuvala koymuş. Çuvalı ipe bağlayıp kuyunun dibine sarkıtmış. Yarım saat sonra kediyi çıkardığında dipdiri olduğunu görmüş.

Keloğlan ipi beline bağlayıp kuyuya inmiş. Haritada belirtilen taşı çıkarmış. Taşın altındaki toprağı kazınca, sandığı bulmuş. Yanındaki diğer ipe sandığı bağlamış ve Hoca’ ya kendisini çekmesi için seslenmiş. Keloğlan kuyudan çıkınca, Hoca ile sandığı yukarıya çekmişler. Sandığın kilidini kırıp, kapağını açınca, bir de ne görsünler: Çil çil altınlarla dolu değil miymiş sandığın içi… Çok sevinmişler. Hemen altınları paylaşmışlar. Ertesi gün, Nasreddin Hoca eşeğiyle Akşehir’e, Keloğlan arabayla köyüne doğru yola koyulmuşlar.

Keloğlan köyünde dillere destan bir konak yaptırmış. Hizmetçiler, uşaklar tutmuş. Tarlalar, bağlar, bahçeler satın almış. Anasıyla birlikte sultanlar gibi yaşamaya başlamış. Keloğlan’ ın görülmemiş zenginliği padişahın kulağına gitmiş. Ava çıktığı bir gün Keloğlan’ ın konağına uğramış. Keloğlan padişaha hürmet göstermiş, en iyi şekilde ağırlamış. Gördüğü yakın ilgiden çok memnun kalan padişah, Keloğlan’ ı gelecek ay kutlanacak bayram için, sarayına davet etmiş.

Bayram günü Keloğlan arabalar ve uşaklarla beraber saraya gitmiş. Eğlenceler sırasında padişahın dünya güzeli kızı Menekşe ile tanışmış ve aşık olmuş. Menekşe de Keloğlan’ ı görür görmez sevmiş ve yanından ayrılmak istemiyormuş. Bayram eğlenceleri bittikten sonra Keloğlan konağına dönmüş. Anasına Menekşe Sultan’ ı görür görmez aşık olduğunu, onsuz yapamayacağını söylemiş. Düşünmüşler, taşınmışlar, padişahtan Menekşe’yi istemeye karar vermişler. Daha sonra anasıyla gidip kızı istemişler. Padişah Menekşe’yi Keloğlan’ a vermiş. Keloğlan konağına dönüp düğün hazırlıklarına başlamış. Bir taraftan da Nasreddin Hoca’ ya haberciler gönderip, düğüne davet etmiş.

Nasreddin Hoca payına düşen altınlarla Akşehir’e döndükten sonra yoksulları, yetimleri, giydirip kuşatmış, parasının çoğunu hayır işlerinde kullanmış. Bir yandan da Keloğlan’ın köyünde konak yaptırdığını, uşaklar tutup, araziler satın alıp sultanlar gibi yaşamaya başladığını dost sohbetlerinde ve gelip giden yolculardan duyar, anlatılanlara sevinirmiş. Keloğlan’ ın düğün haberini ve Menekşe Sultan ile evleneceğini duyunca keyfi pek yerine gelmiş. Hemen düğüne gitmek için hazırlıklara başlamış. Halılar, kürkler, ipek kumaşlar almış. Menekşe’ye küpe, kolye, gerdanlık gibi ziynet eşyaları almış. Ayrıca dört atın çektiği iki araba satın almış, iki tane de uşak tutmuş. En değerli elbiselerini, en gösterişli kürkünü giymiş. Karısıyla birlikte düğünden birkaç gün önce yola çıkmış. Nasreddin Hoca maiyetiyle birlikte gayetle şatafatlı bir şekilde saraya varmış. Keloğlan Hoca’ yı kapıda karşılamış. Elini öpmüş. Sarılmışlar, hasretle kucaklaşmışlar. Düğün gününe kadar Hoca başından geçmiş nice olaylara ince espriler katarak anlatmış. Davetlilerin hoşça vakit geçirmelerine yardımcı olmuş. Sazlı, sözlü eğlenceler arasında Keloğlan ile Menekşe Sultan evlenmişler. Mutluluklarına diyecek yokmuş. Daha uzun yıllar mutlu ve bahtiyar olarak yaşamışlar.

Gezgin Şehmuz İle Fakir Padişah

Gezgin Şehmuz geze geze yoklar, yoksulluklar ülkesine varmış. Gezdikçe, insanların nasıl bu kadar yoksul olduklarına şaşırıp kalmış. Giydikleri elbiseler eski, yamalı, yırtık pırtıkmış. Ayaklarında ise, birer tahta çarık, yalınayak dolaşanlar bile varmış. Köyler, kasabalar ve şehirlerdeki evler tek katlı, ahşap yapılarmış. Tarlalar, bağlar, bahçeler belirli yerlerde bulunuyor, fakat ülkenin genişliğine oranla az yer kaplıyormuş. Başkente gitmiş. Padişahın sarayının nerede olduğunu sormuş. İlerde, ağaçlar arasında demişler. Ağaçlığın kenarında atından inmiş.Ağaçların arasından yürümüş, sonunda yolu geniş bir düzlüğe çıkmış. Bakınmış ortada iki katlı ahşap bir evden başka bina görememiş. Ahşap binanın çevresinde beş altı kişi, ellerinde kazmalarla toprağı kazıyorlar, ekim - dikim işiyle uğraşıyorlarmış. Yanlarına yaklaşmış:

“ Kusura kalmayın ağalar, sarayı burada diye tarif ettiler. Acaba yanlış mı geldim? “ diye sormuş.

“ Doğru gelmişsin, beyim!..Bizim padişahın sarayı işte burası. “ demiş köylülerden birisi ve eliyle iki katlı ahşap yapıyı işaret etmiş.

Gezgin Şehmuz, iliklerine kadar titrediğini hissetmiş. Koca bir ülkenin padişahı, nasıl olur da bu eski binada hüküm sürer?..Aklına, hayallerine sığdıramamış. Başı dönmüş, bakışları bulanmış, olduğu yere çöküvermiş. Az biraz dinlendikten sonra, başını elleri arasına almış, düşünceye dalmış. ‘ Vah bana, vahlar bana. Nasıl oldu da düşünemedim? Onca yoksulluk varken, bu yoksulluğu yöneten padişahın da yoksul olacağını, fakir padişah olacağını. Çok yerler gördüm, çok insanlar tanıdım. Demek ki, tecrübe de bazı durumlarda pek işe yaramazmış.Neyse, kalk bakalım, Şehmuz.Gidelim, görelim şu fakir padişahı, yoksulluğunun derecesini ölçelim. ‘ Etrafında toplananlara:

“ Yok bir şeyim.Yorgunluktan herhalde başım döndü. Padişahınızla görüşmek isterim.Gezgin Şehmuz geldi deyin kendisine.“ demiş.Oradakiler, sevinçle birbirlerine bakınmışlar.İçlerinden birisi dönmüş. Koşarak, padişaha haber vermeye gitmiş.

Gezgin Şehmuz, biraz sonra padişahın odasına girmiş. Orta yaşlı padişah, kendisini ayakta karşılamış, gülerek:

“ Hoş geldin!..Sefalar getirdin. Demek Gezgin Şehmuz sensin. Yıllardır hakkında anlatılanları can kulağıyla dinlerim.Gittiğin yerlere hareket, bereket getirirmişsin.Bilgine,sözüne,sohbetine doyulmazmış. Ben seni daha yaşlı zannederdim; pek gençmişsin. “

“ Hoş bulduk, padişah hazretleri. Hakkın ihsanları üzerinize olsun efendim. On beş yaşlarında ilk gezilerimize başladık, bir o kadarı da, yollarda geçti. Yıllar yollarda kaçar, yollarda yılları kovalar dururum. Gezerim, dolaşırım, sorarım, öğrenirim. Öğrendiklerimi, bilmeyenlere öğretirim. Bilgiyi bilen yerlerden, bilgiyi bilmeyen yerlere bilgi taşırım. Benim yaptığıma bir nevi bilgi hamallığı denebilir. “

“ Doğru dersin Şehmuz, öğretenin olmadığı yerde bilginin varlığı bilinmiyor, hiçbir şey de öğrenilemiyor. Neyse, yorgunsundur. Buyur, geç otur şöyle, rahatına bak..” diyerek padişah,

Şehmuz’a tahta bir sandalye uzatmış, kendisi de başka bir sandalyeye oturmuş.

“ Şehmuz, sanırım buraya gelene kadar ülkemin birçok kasabasını, köyünü görmüşsündür. Halkımın çok yoksul oluşu, şehirlerde tüccar bulunmayışı, toprakların büyük kısmının verimsiz oluşu mutlaka dikkatini çekmiştir. Yabancı ülke tüccarları gelmezler benim ülkeme. Mal getirseler kime satacaklar? Halkım kendi karnını doyuramazken elbise mi, ayakkabı mı

düşünecek. O boş gördüğün topraklarda çok denemeler yaptık, her türlü ürünü yetiştirmeyi denedik. Sonuç sıfır…”

“ Değerli padişahım. Arazilerinizin büyük kısmı killi toprak tabir edilen cinsten.Killi topraklar geçirimsiz topraklardır. Bu toprağa dikilen nebatların kökleri hava ile temas edemez. Yağan yağmur suları bitkinin köklerine ulaşamaz. Hava ve su olmayınca da bitkiler yaşayamaz. Ülkeniz topraklarının verimli olan küçük bir bölümü kumlu topraklardır. Kumlu topraklar, bazı sebze ve meyvelerin yetişmesine elverişlidir. Fakat, kum oranı biraz fazlacadır. Uygun yerlerde killi toprakları kumlu topraklarla karıştıralım. Bu karışım gübre ile desteklenirse humuslu toprak oluşur. Humuslu topraklar verimli topraklardır. Bol ürün elde edilir. Ayrıca suni göletler yapılırsa, buralarda balık nesli çoğaltılabilir. Ülke insanlarının et ve protein ihtiyacı karşılanabilir. Zamanla ihtiyaç fazlası ürünler ve balıklar komşu ülkelere satılıp para bile kazanılabilir. “

Gezgin Şehmuz’un anlattıklarını dikkatle dinleyen padişah:

“Aman be Şehmuz,yeter ki kendimizi doyuralım, para kazanması eksik kalsın.Duymadığımız, bilmediğimiz nice şeyler söylersin. Ağzından bal akar. Demek ziraat işlerinde böylesine metotlar geliştirilmiş. İki yarımın toplamı bir değil, dört edermiş, beş edermiş demek ki. Hiç vakit kaybetmeye gelmez. Şehirlerden, kasabalardan, köylerden temsilciler gelsin. Burada yapmaları gerekenleri öğrensinler. Öğrendiklerini gittikleri yerlerde öğretsinler. Şu andan itibaren ülkemde genel tarım seferberliğini başlatıyorum. “ demiş.

Ekim-dikim işlerinin başladığı günlerde, Gezgin Şehmuz’un gelişi, fakir ülke için büyük bir şans olmuş. Herkes, Gezgin Şehmuz’un anlattıklarını can kulağı ile dinlemiş. Bilenler, bilmeyenlere anlatmış. Günlerce, haftalarca arabalarla kumlu toprak taşınmış. Yumuşak bir toprak çeşidi olan killi toprakla karıştırılmış. Hazırlanan tarlalar sürülmüş, gübrelenmiş, tohumlar atılmış. Su kanalları açılmış. Tarlalar sulanmış. Sonbahar yağmurları toprağın sulanma işine kesin çözüm getirmiş. Ekim-dikim işleri bittikten sonra uygun yerlerde suni göletler hazırlanmış. Buralarda balık yetiştirilmeye başlanmış. Aradan zaman geçmiş. Ülkenin birçok yerinde başaklar boy atmaya, sebzeler olgunlaşmaya başlamış. Herkes, sevinç içindeymiş. Sebzeler ve meyveler toplanmış. Ambarlar ürünle dolmuş. Büyük ve küçükbaş hayvanlar çayırlarda, çimenlerde otlamışlar. Eskiden, zayıflıktan kemikleri sayılacak halde olan hayvanlar gelişmişler, semizleşmişler.

Ertesi yıl, tarım yapılan topraklar daha da genişletilmiş. Tarlalara yeni tarlalar katılmış. Kendilerine yetecek kadar yiyecek yiyen fakir ülkenin insanları daha bir hırsla, azimle işlerine sarılmışlar. Çok çalışmışlar. Hasat mevsiminden sonra ürün fazlasını elbise, ayakkabı, kumaş, ev eşyası gibi acil ihtiyaçlar karşılığında komşu ülkelerle takas etmişler. Önceleri bu ülkenin adını bile anmayan yabancı tüccarlar gelir, gider olmuşlar. Ticaret gelişmeye başlamış.

Daha ertesi yıl ürün bol olmuş. Elbise, ayakkabı gibi ihtiyaçlarını karşılayan halk, ürünlerini parayla satmışlar. Eski ahşap evler yıkılıp, yerine taştan, tuğladan, sağlam, iki üç katlı evler yaptırmaya başlamışlar. Padişah ise, iki katlı ahşap sarayının tam karşısına büyük bir saray yaptırmış. Bu saraya taşınmış. Eski saray Gezgin Şehmuz’un ricası üzerine yıktırılmamış. Kapısına büyükçe bir levha asılmış. Levhaya Gezgin Şehmuz’un şu sözleri yazılmış.

“ Yok vardır. Var yoktadır. Önemli olan, yoktan varı ayırıp çekip almaktır. Yok bir tanedir. Bir yok, iki yok olmaz. Var yoktan ayrılırsa çoğalır: İki olur, üç olur, beş olur…Yok varın gelişmesini önler, hapseder. Var yokun yokluğunda var olur, varlık olur. “

Gezgin Şehmuz, üç yıldır bu ülkede olduğunu, ülkede yaşayan insanlara biraz olsun yardımcı olabildiyse kendisini bahtiyar ve mutlu hissedeceğini; öğrenme, inceleme, araştırma ile çıkar gözetmeksizin çok çalışmanın toplumları kalkındıracağını söyleyerek, padişahtan gitmek için izin istemiş. Padişah ve halk, her şeylerini borçlu oldukları, yoksulluğu yok eden bu değerli adamın kalması için fazla ısrar etmemişler. Biliyorlardı ki , O, bir gezgindir. Yardıma, öğrenmeye ihtiyaçları olan başkaları da bulunabilir. Gezgin Şehmuz padişah ile vedalaşıp saraydan ayrıldıktan sonra, padişah gözyaşlarını tutamamış. Evet…Bir padişah ağlıyormuş.

Karıncacık

Toprak yatağından uyanan yavru karıncacık üstünü giyindikten sonra, ağaçlar arasında gezinmeye çıktı. Yavru karıncayı herkes tanıyordu. Karıncacık küçücük olmasına karşın, tanıdıklarıyla uzun uzun söyleşirdi. Bilmediği şeyleri tanıdıklarına sorardı.

Karıncacık ağaçların arasından geçerek çayırdaki otların ve çiçeklerin arasında gezinmek istiyordu. Otların üzerindeki çiylerden yıkanmak, renk renk çiçekler arasında gezinip yeni yeni arkadaşlar edinmek, yeni edindiği arkadaşlarıyla oynamak düşü kurmuştu uyku arasında.

Yanında geçmekte olduğu büyük bir ağacın dalları arasından gelen sesle başını yukarı kaldırdı. Sesin sahibini aradı bir zaman.

“Hey nereye böyle? Sabah sabah bir günaydın yok mu?”

Sonunda sesin sahibini buldu. Kendisiyle sürekli sohbet eden yaşlı serçeydi. İlk anda tanıyamadı, ama yanıtlamaktan da gecikmedi.

“Nereye olacak akıllım!.. Çayıra doğru gitmek niyetindeyim.” dedi.

Serçe:

“Sabah sabah, çayırda ne işin var? Aç mısın? Açıkta mısın?” dedi.

Karıncacık:

“Ne açım ne de açıktayım. Gezip güzellikler görmek istiyorum. Çiçekler bir güzel açmışlardır şimdi. Çiçekleri sevip okşamak hoşuma gidiyor.” dedi.

Serçe:

“Ama çayır çok uzaklarda. Yorulup yollarda kalmayasın sonra,” diyerek kanatlarıyla gözlüklerinin camlarını sildi.

Karıncacık:

“Ooo!.. Güle güle kullan, kendine gözlük almışsın,”deyince.

Serçe:

“Evet aldım ya!.. Mecbur kalmasaydım almazdım. Eğer gözlerimde gözlük olmasaydı seni göremeyecektim. Bunun benim için ne demek olduğunu bilir misin? Gözlükler sayesinde dostlarımı görüp sohbet edebiliyorum.” dedi.

Karıncacık serçeye acıdı… Üzüntüsü arasında:

“Peki her şeyi rahatlıkla görebiliyor musun?”

“Evet eskisinden çok çok iyi görüyorum. Dönüşte zamanın olursa, bana uğra da sohbet edelim ha ne dersin?”

Karıncacık:

“Elbette, neden olmasın. Uğrarım tabi. Gördüklerimi de bir bir anlatırım.”

Serçe:

“Tamam anlaştık. Haydin uğur ola, kendine iyi bak,” diyerek kanatlarını sallayarak karıncacığa “güle güle” dedi.

Karıncacık az ilerde kendisine rüzgârın oğlu adını verdiği kertenkeleyi gördü. Oda sabah erkenden dışarı çıkmıştı.

Kertenkele karıncacığı görünce:

“Nereye böyle karıncacık, hem de bir başına,” dedi.

Karıncacık:

“Çayıra!..” dedi. “Yeni yeni çiçekler arasında gezmek istiyorum. Yol biraz uzun olduğu için erkenden çıktım.”

Kertenkele:

“Bende o tarafa gidiyorum. Haydi atla sırtıma bakayım. İşin çabuk biterse dönerken de seni alırım.” dedi.

Karıncacık, “Teşekkür ederim,” diyerek tırmandı kertenkelenin sırtına, elbiselerini sıkıca iki eliyle kavradı.

Kertenkele:

“Tamam mı? Sıkı tutun, düşmeyesin sakın.”

Karıncacık:

“Tamam” deyince, kertenkele rüzgar gibi otlar ve ağaç yaprakları arasından rüzgâr gibi geçti. Bir solukta çayıra vardı.

Karıncacık göz açıp kapatıncaya kadar kendisini çayırda bulmuştu. Kertenkeleye “teşekkür ederim,” diyerek, yere atladı.

Kertenkele:

“Aklında olsun üç saat sonra burada olursan seni ***ürürüm. İşlerini çabuk bitirmeye bak.”

“Çok çok teşekkür ederim. Dediğin saatte burada olmaya çalışırım,” diyerek, yürümeye başladı karıncacık. Biraz sonra kendisini bir çiçek tarlasında buldu. Çiçekler iç içe sarmaş dolaştılar. Öbek öbek sarmışlardı her tarafı, mis gibi kokularıyla dillerini güneşe uzatarak solumaktaydılar. Çeşit çeşit arılar, böcekler, çiçekler arasında dolaşıyorlardı. Bir Pazar yeri kalabalığı gibiydi çiçeklerin arası.

Toprağın, otların dalları, çiçeklerin yaprakları renk renk çiçek tozlarıyla bezenmişti. Kehribar Kafkas bal arıları ayaklarına doladıkları çiçeklerin poleniyle benek benek, rengarenklerdi.

Karıncacık çiçek tozlarının kokusuyla sarhoş oldu sanki. Kimi tanıdıklarıyla merhabalaştı, kimileriyle uzun uzun söyleşti. İçi sevinç doluydu. Doğayı ve yeşillikleri ne de çok seviyordu. Her şey sevecen, hiç kimse kimseye bağırıp çağırmıyor, herkes işiyle ilgileniyordu.

Tanıdıklarıyla sohbet ede ede dere kenarına kadar varmıştı. Yorulduğu için yeni filiz süren çiğdemin yaprağı gölgesinde uzanıp yorgunluk giderdi. Düşlere daldı. O kadar güzel düşlerdi ki inanası gelmiyordu. Bir ara gök yüzündeki beyaz bulutların üstünde sevdikleriyle koşup oynadı. Halay çekti. Saklambaç oynadı.

Bir iki kurbağanın deredeki suya “cılp” diye atlamalarıyla daldığı düşten uyandı. Çevresine bakındı. Çiçeklerden hayli uzaklaşmıştı. Kimi kurbağalar geniş yapraklı otlar arasında pusuya yatmışlardı, otların arasında dillerini uzatmış, sinekleri yakalamaya çalışıyorlardı.

Oldum olası fırsatçılara kızıyordu karıncacık… Kurbağalar kimi akrabalarını da öyle yakalamışlardı. Bir var ki çabuk farkına varmıştı. Yoksa kendisinin de yakalandığı gün olurdu. Annesi her fırsatta kurbağalardan uzak durmasını tembihlemişti zaman zaman. Hemen çabucak kalktı yattığı yerden. Saatine baktı. Geç kalmaması için, kertenkele ile buluşması gerektiği yere hızlı hızlı yürüdü. Durağa vardı. Biraz sonra kertenkele de çıka geldi. Nefes nefeseydi. Rengi küle kesmişti.

Karıncacık:

“Ne oldu? Nefes nefese kalmışsın?” deyince.

Kertenkele:

“Hiç sorma az daha karga beni kapıyordu. Çok korktum. Sana söz vermeseydim. Belki de sonum olurdu. Durup saatime bakarken duyduğum seslerle fark ettim. Karganın beni yakalamak istediğini!..” dedi.

Karıncacık:

“Geçmiş olsun, üzüldüm şimdi.” dedi.

Kertenkele:

“Hiç sorma, az daha kargaya postu deldirecektik. Ama boş ver üzülmene gerek yok artık. Bak buradayım işte. Haydi atla, bir an önce gidelim buradan,” dedi.

İkisi birden hızlıca ayrıldılar çayırdan. Gün batmak üzereydi. İhtiyar serçe halen ağacın dalları arasında karıncacığı bekliyordu.

Karıncacık ihtiyar serçeye seslenerek:

“Geç kaldım annem merak içindedir. Yarın gelir uzun uzun söyleşiriz,” deyince.

İhtiyar serçe:

“Tamam anlaştık. Anneni bekletmen doğru olmaz. Annene selamımı söylemeyi unutma. Ha karıncacık söyle annen de bir gün bana misafirliğe gelsin.”

Karıncacık:

“Tamam söylerim. Hoşça kal, kendine iyi bak.” dedi.

Karıncacığın annesi kapıda kendisini bekliyordu. Koşarak annesinin boynuna sarıldı.

Yürek Ana

Ala dağlar, karlı dağlar yüceden yüce... Ömrümüzün yarısı gündüz yarısı gece... Denizler masal gökler bilmece... Eser evrende seher yeli ince ince... Yaşar gideriz bu koca dünyada oğul, kimimiz gaddar, kimimiz insanca... İlle de insanca... Çok zor işte... Kimler gelip gitmemiş ki; bu kavanoz dipli dünyadan... Akıllısından delisine, köründen, kelinden, kösesinden. Eşeğinden, atından, katırından... Korkak pısırıktan tutun da, devlere, canavarlara kafa tutanlara dek... Sayın sayabildiğinizce...

Çok eskilerde daha zaman belli değilken insanlar düşünüp dururlarmış kendince.

“Vakti zamanında ayların adları falan yokmuş. Yiğit ana denen yürekli bir kadının on iki erkek çocuğu varmış. Onlara evlatlarım der de başka bir şey demezmiş. Çocuklar gel zaman git zaman büyüyüp denizci olmuşlar. Her gün denize açılarak, balık sünger toplamışlar. Yani sizin anlayacağınız, hayırlı evlat olmaya yüz tutmuşlar. Yiğit ana, çocuklarının bu çalışkanlığından çok gururlanırmış.

Nedir ki, mutluluğu uzun sürmemiş yiğit ananın. O zamanlarda Kale sahibi olan zalim bir hükümdar; on iki kardeşi yakalayarak zindana attırmış. Acımasız hükümdar, bununla da kalmayarak kardeşleri zindanda birbirine zincirlerle bağlamış.

Kardeşler, kurtulmak için düşünmüş taşınmışlar sonunda, büyük olanı:

"Bizi burada kurtarırsa, bir yiğit ana kurtarır,” demiş.

“O değil, onun türküsü kurtarabilir ancak...” demiş ikinci oğlan.

Analarının kale duvarı dibinde türküye duracağı anı tam iki yıl beklemişler sabırsızlıkla. Kadının türküsünden güç alıp, zincirleri koparmanın, zindandan kurtulmanın tek çaresi türküymüş meğer...

Ve sonunda muratlarına ermişler... Günlerden bir gün, sabrı tükenen yiğit ana; her türlü güçlüğe rağmen kalenin duvarı dibinde, sesi çıktığı kadar, yanık yanık türkü söylemeye başlamış...

Nice mertler durur mert ülkesinde

Adam heveslenir eğlenmesinde

Diyar-ı gurbetin çar köşesinde

Eğleşilmez kisb-u kâr olmayınca

Bu ezgiden sonra yiğit ana hemen ikinci bir türküye geçti ki, yürek dayanası değildi.

Bir yiğit düşmesin elin diline

Söyleyi söyleyi destan ederler

Nice Yavuz olsa yiğidin adı

Anı gurbet ile mihman ederler

Sevdiceğim bunun ile dört oldu

Saramadım yüreğime dert oldu

Öpmedim kaçmadım adım sevd’oldu

Billahi sevmedim bühtan ederler

Karac’oğlan der ki namı alemde

Kudretten çekilmiş kaşlar kalemde

Vadem yetip gurbet elde ölende

Duyar düşmanlarım bayram ederler

Gök mavisini denize, deniz mavisini güne, gün de mavisini ışığa verivermiş. Rüzgar türküyü, ahenkleştirerek zindana, çocukların yanına taşımış. Türkü ile birlikte çocukların yüreğine sevgi akmış buram buram. Zindanın içi bir anda aydınlanmış. Işıkla birlikte çocukların yüreği coşkuyla dolmuş. Coşkuyla birlik çekip koparmışlar zincirleri. Sevinçle çıkmışlar zindandan. Yiğit analarının yanına varıp, analarının boynuna doya doya sarılmışlar.

“Sen olmasaydın bu zindandan çürür kalırdık ana,” demişler.

Yiğit ana, çocuklarını bağrına basıp kokladıktan sonra, üzgünce:

“Buralarda fazla kalamazsınız... Varın gidin başka diyarlara, on iki ayrı kola dağılın, kendinize göre yaşamınızı kurun!..” demiş.

Oğulları hep bir ağızdan:

“Sensiz hiç bir yere gitmeyiz,” demişler.

Yiğit ana, gözü yaşlı:

“Ben sizin bulunduğunuz her yerde olacağım evlatlarım.. Yürekleriniz sevgi ve saygı ile çarpacağına göre, ben de her an yanınızda olacağımı unutmayın...” demiş.

Büyük oğlan, anasının boynuna sarılarak:

“Bizim adlarımız yok ki ana, Böyle adsız, şansız nasıl gidebiliriz ki!..” demiş.

On ikinci oğlan:

“Üstelik de ne yapacağımız, ne iş tutacağımızı da bilmiyoruz!..” demiş.

Yiğit ana, bir an düşünmüş, taşınmış sonra da kendinden emin bir şekilde:

“Hele şöyle karşıma diziliverin bakalım,” demiş.

Oğlanlar, analarının isteğine uygun , karşısında boy sırası dizilmişler.

Yiğit ana, evlatlarını bir iyice süzdükten sonra, en büyük oğlundan başlayarak:

“Senin adın, bundan böyle ocak olacak,” demiş,

İkinci oğluna da:

“Senin adın, Şubat,”

“Senin adın , Mart,”

“Senin adın, Nisan,”

“Senin adın. Mayıs,”

“Senin adın, Haziran,”

“Senin adın, Temmuz,”

“Senin adın, Ağustos,”

“Senin adın, Eylül,”

“Senin adın, Ekim,”

“Senin adın, Kasım,”

“Senin adın da Aralık,” diyerek, her oğluna sırayla bir adı taktıktan sonra , şöyle deyivermiş:

“Zamanla adınıza layık işlerin nasıl görüleceğini de Doğa Ana’dan öğrenmiş olacaksınız. Haydin şimdi uğrunuz açık, kılıcınız keskin, kazancınız bereketli ola, şimdi vakit yitirmeden dağılın ve uzaklaşın buralarda.”

Ocak, ayrılmadan önce:

“Onu nasıl bulabiliriz?” diye sormuş.

Anaları:

“O sizi bulacak, meraklanmayın siz!.. Bulduğunda da görevlerinizi söyleyecek, iş verecek, aş verecek, canınızı sıkmayın siz.” Demiş.

İşte böyle sevgili çocuklar, Yiğit Ana’nın , anlatısı böyle akı verivermiş. Dilerim sizinde yaşamınız sevgi ve dostluklarla dolu olur. Yaşama hep gülerek bakarsınız.

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...