Yavru Balina İle Köpekbalıkları

Annesi balina avcıları tarafından öldürülen yavru balina Atlas Okyanusu’nda yüzerken etrafını yirmi kadar köpekbalığı sardı. Başkan köpekbalığı yavru balinanın yanına gelerek: “ Seni tanıyorum ve durumunu çok iyi anlıyorum yavru balina. Ama üzülmekle eline bir şey geçmez. Anneni insanlar öldürdü. Sen bunu onların yanına bırakmamalısın. Annenin intikamını almalısın. Biz senin dostunuz. Sana öldürmeyi öğretip, insanların üstüne salacağız. Çok yakında insanlar yavru balinayı tanıyıp, ondan korkacaklar “ dedi.

“ Annemi yerler mi insanlar? “ diye sordu yavru balina.

“ Yerler yavrum. İnsanlar acımasızdır. Onlar dünyadaki tüm canlıları acımasızca öldürürler. Hoş, insanlar birbirlerine karşı da acımasızdır. Ben buralarda çok gördüm gemiler içinde savaşan insanları. Dedem insanların toprak üstünde de savaştıklarını söylerdi. Savaşı kazanan kahraman olurmuş. “

“ İnsanlar kötü yaratık desene? “

“ Hem de çok kötü yaratık. “

“ O zaman beni annesiz bırakan, bana günlerce gözyaşı döktüren insanları cezalandıracağım, ama bunu nasıl yapacağımı bilemiyorum. “

“ Öğrenirsen bilirsin. Haydi, yavrucuk peşimden gel. Siz de peşimden gelin köpek kardeşlerim. Derinlikler bizi bekliyor. “

Aradan bir ay geçti. Bu sürede köpekbalıkları bildikleri öldürme yöntemlerini yavru balinaya öğrettiler. Hedef, insanların toplu halde yüzdükleri plajlar olacaktı. Plajlar, insan kanına boyanacaktı. Yavru balina, öldürürüm, parçalarım, diyordu ama onu plaja salmadan önce bir deneme yapmalıydı. Bakalım öldürebilecek miydi? Beş köpekbalığı yalnız yüzen insan aramaya başladı. Deniz fenerinin yakınında bir çocuk yüzüyordu. İlk kurban o olacaktı. Köpekbalıkları sahilden uzak kaldılar. Çocuğu ürkütmek istemiyorlardı. Yavru balina hızla çocuğa doğru yüzmeye başladı. Fenerin oralar derin demişti köpekbalıkları, çocuk demek ki, usta yüzücüydü. Yoksa onun ne işi vardı böyle derin yerde. Yavru balina kafasını suyun üstüne çıkardı, daha sonra gövdesi ve kuyruğu göründü. Çocuk, yavru balinayı hemen fark etti. Derin bir nefes alıp suya daldı. Balina yavruydu ama dört metre boyundaydı. Sahile doğru yüzmeye kalksa bunu başaramazdı, çünkü yavru balina ondan çok daha hızlıydı. Yetişmesi an meselesiydi. Bundan dolayı çocuk sahile paralel yüzüyordu. Yavru balina çocuğa yetişti, bir süre onunla yan yana yüzdü ve aniden dönerek ağzını açıp kapadı. Yavru balina köpekbalıklarının yanına döndüğünde:

“ Görevimi başardım. Çocuğun işi tamam “ dedi.

“ Çocuğu parçaladın mı? “ diye sordu, başkan köpekbalığı.

“ Hayır, parçalamadım “ dedi yavru balina.

“ Parçalamadın mı? O zaman ne yaptın? “

“ Çocuğu yuttum. “

“ Yuttun mu? “

“ Evet, yuttum…Çocuk şimdi midemde. “

“ Öyle veya böyle, çocuğu öldürmüşsün işte. Seni kutlarım yavru balina. Biz yarın uzaklara gidip bir toplantıya katılacağız. Birkaç gün yokuz. Sen şu ilerdeki plaja git, yakaladığını ister parçala, ister yut. Sıradan bütün plajları dolaş. İnsanlara acıma yok. “

Köpekbalıkları döndüğünde yavru balinayı buldular. Yavru balina yirmi insanı acımadan öldürdüğünü, insanların plajlara çıkamadığını, etrafa korku saldığını söyledi. Köpekbalıkları bu habere çok sevindiler. Ertesi gün bir köpekbalığı deniz fenerinin yakınındaki sahilde yavru balinanın yuttum dediği çocuğu gördü. Başkanı bularak durumu anlattı. Başkan, bunun üzerine çok sinirlendi. Nefretle yavru balinanın üstüne gitti:

“ Hani yutmuştun o çocuğu, bak fenerin oradaymış. Sen bizimle dalga mı geçiyorsun? “ Köpekbalıklarının etrafını sardığını gören yavru balina:

“ Şey, yutmuştum ama hazmedemedim, kusuverdim. Çocuk midemi tekmelemişti. “

“ Sus, yalancı seni, çocuğu yutmadın, plajlara saldırmadın, bütün plajlar dolu. Hani plajlara kimse çıkamıyordu, hani etrafa korku salmıştın. Yalan, hepsi yalan. Madem öldüremiyorsun, ölürsün. Şimdi seni…”

Başkan köpekbalığı sözlerini tamamlayamadı, çünkü yavru balina:

“ Beni ne yaparsın? Sıktın artık, çekil önümden “ dedikten sonra, ona sert bir kafa vurarak denizin derinliklerine yolladı.

Yavru balinanın önü açılmıştı. Gücünün yettiği kadar hızlı yüzmeye başladı. Karşısı sahildi. Artık geriye dönüş yoktu. Peşinde sürüyle köpekbalığı vardı. Yakalarlarsa parçalarlardı. Yavru balina kendini sahile zor attı. Debelendi kumun üstünde biraz daha, biraz daha ilerledi. Gücü tükenince başını sıcacık kumun üstüne bıraktı. Çocuk yavru balinayı tanımıştı. Onun yanına geldi:

“ Ne oluyor, yavru balina? Neden sahile çıktın? “

“ Oh, sen miydin? Nasılsın çocuk? Adın neydi senin? “

“ Benim adım Mark. İyiyim de burada ne işin var? “

“ Benim adım de Sili. Geçenlerde tanışmıştık, hatırladın mı? “

“ Hatırladım. Bir süre yan yana yüzmüştük, sonra sen gitmiştin. Üstüme gelirken beni yiyeceksin sanıp korkmuştum.”

“ Kim? Ben mi seni yiyecektim? O bir şakaydı. Seni korkuttuğum için özür dilerim. Beni affet.”

“ Affettim gitti. Anlat bakalım Sili, neler oluyor? Neden denizde değil de buradasın? “

Yavru balina olanları anlattıktan sonra:

“ Ya, işte böyle Mark, köpekbalıkları peşimde, sayıları yirmiden fazla. Onlarla yalnız başıma çarpışamam. Acı gerçek ama benim için böylesi daha iyi olacak. “

“ Köpekbalıkları toplantıya gittiğinde kaçıp gitseydin uzaklara veya balinalardan yardım isteseydin? “

“ Kaçsam kısa zamanda yakalanırdım. Kurtuluşu yoktu. Okyanustaki bütün köpekbalıkları peşime düşerdi. Balinalardan yardım isteyemezdim, çünkü bu korkunç bir savaşın başlangıcı olurdu. Yüzlerce balina ve köpekbalığı birbirine girerdi. Arada belki ben de ölürdüm. Oysa şimdi sadece ben ölüyorum, hiçbir balinayı tehlikeye atmıyorum. Bir benim için başkalarının keyfini kaçıramam. Sili ölürse kıyamet kopmaz. Hayat devam eder. Dünya uzayda nokta kadar, fakat Sili dünyada nokta kadar bile değil. “

“ Annen yaşasaydı köpekbalıkları sana sokulamazdı. Bu duruma düşmezdin. “

“ Onun orası öyle de annemi insanlar öldürdü. Asıl suçlu annemi öldüren insanlar. Mark, sence insanlar annemi neden öldürdü? “

“ Kazanç uğruna. Bazıları kendileri kazansın diye can alıyorlar. Öldürürken düşünmezler ki, balinanın yavrusu ne olacak? Yavru annesiz ne yapacak? Örneğin; annesiz, babasız bir çocuk ne olur, ne yapar, nasıl yaşar? Çocukken bunu düşünen biri büyüdüğünde diğer canlıların hayatına saygı duyar, onlara zarar vermez. Tanrı şahidimdir ki, ben insan olsun, diğer canlı varlıklar olsun hiçbirine zarar vermeyeceğim. Yemin ediyorum. “

“ Seni seviyorum, Mark.”

“ Ben de seni seviyorum, Sili. “

Zavallı Çoban

Bundan yıllarca önce, köyün birinde yetim bir çoban yaşarmış. Anası, babası, kimi kimsesi yokmuş. Sabahları gün ağarırken kalkar, ekmeğini, soğanını, peynirini, kavalını torbasına koyar, koyunlarını evinin yanındaki ağıldan çıkarır, eline sopasını alır, köpeği Karabaş’ la birlikte erkenden yola çıkarmış. Çimenin, çayırın bol olduğu yerlerde koyunları otlatır, öğle üzeri dere kenarında oturup yemeğini yedikten sonra kendi yaptığı kavalı çalar, türkü çağırırmış. Akşamüstü gün kararırken koyunları toplar, evine geri dönermiş. Bu böyle haftalarca, aylarca sürmüş.

Bir gün sabah erkenden koyunlar önde, kendisi arkada giderken yol kenarında sırma saplı, altın yaldızlı bir kaval bulmuş. Kavalı yerden almış, öttürmüş, sesi pek hoşuna gitmiş.

“ Bizim köyden kimsenin böyle kavalı yoktu. Herhalde yabancı birisi düşürmüş olacak, diye düşünmüş. Kavalı ben buldum, benim oldu “ demiş. Eski kavalı atmış, yeni kavalı çalmaya başlamış. Daha sonraki günlerde işleri ters gitmeye başlamış. Koyunlarını hastalık kırıp geçirmiş. Elli koyundan iki ay içinde beş koyun kalmış. Zavallı çoban çok sıkıntılı günler geçirmeye başlamış. Koyun sütü içemez, peynir yapıp yiyemez, soğan bile alamaz duruma gelmiş. Ekmeğe su katık eder olmuş. Bizim koyunlar da hastalanmasın diye komşuları gelip gitmez olmuşlar.

Bir gün öğle vakti yemeğini yedikten sonra sırma saplı, altın yaldızlı kavalı çalarken uykuya dalmış. Saatler sonra köpeği Karabaşın havlamasına uyanmış. Bakmış kalan beş koyunu kurtlar götürüyor. Sopasını kaptığı gibi kurtların peşine düşmüş, yetişememiş. Yorgun argın, üzgün, perişan bir şekilde uyuyup kaldığı yere dönmüş. Başlamış dövünmeye, söylenmeye:

“ Vah benim kara talihim, kötü kaderim, alınyazım. Ne güzel bir sürü koyunum vardı. Ne güzel geçinip gidiyordum. Hastalık aldı götür hepsini.Bari şu beş koyunu kurtlar kapmasaydı.

Kuru ekmeğe de razıydım…Vay benim yoksulluğum, vay benim alınyazım..” diye dövünüp ağlarken aniden yan tarafında;

“ Zavallı Çoban neden kadere bu kadar isyan edersin? Kader hep kederle gelir, bilmez misin? Yoksulluk alınyazısı değildir “ diyen tatlı bir genç kızı duymuş. Çok şaşırıp ayağa kalkmış, etrafına bakınmış, kimseler yokmuş. “ Öyleyse bu ses nereden geldi? “ diye düşünmüş. Yine aynı genç kız sesi: “ Zavallı Çoban, ben kavalın içindeyim ” demiş. Bunun üzerine çoban: “ Kavalın içinde misin?..Kaval konuşur mu?..Hem oraya nasıl girdin? ” diye sormuş.

Genç kız sesi:

“ Ben bu ülke padişahının kızı Prenses Nazlı’yım. Saray büyücüsü herkese kötülük yapmaya başladığı için babam büyücüyü saraydan kovdu. Saray dışında gezintiye çıktığım bir gün büyücü intikam almak için muhafızlarımı öldürüp beni kaçırdı. Kara ormandaki kulübesinde bana sihirli şerbetler içirtip büyü yaptıktan sonra beni bu kavalın içine hapsetti. Sonra da “Bu kavalı bulup çalanın işleri rast gitmesin, her şeyini kaybetsin ” diye beddualar etti.Büyücünün büyüyü her gün dua ederek aynı seviyede tutması gerekiyordu.Herhalde benim konuşabilmem büyücünün son günlerde dua etmeyi unutmasından meydana geldi. Bu büyücünün büyük işler peşinde olduğunu, babamı tahtından indirip yerine geçtikten sonra komşu ülkelere saldırıp, savaş çıkarmayı planladığını gösteriyor. Şimdi beni saraya götür..”

Zavallı Çoban kaval elinde, yanında köpeği Karabaş’ la beraber günlerce yol yürüdükten sonra başkente varmış. Tahta bir sandığın içine kavalı koymuş. Saraya gitmiş. Prenses Nazlı’ dan haber getirdiğini söyleyince padişahın huzuruna çıkarmışlar. Zavallı Çoban tahta sandığı masanın üstüne koymuş. Sandıktaki kaval konuşmaya başlamış:

“ Baba, ben Prenses Nazlı’ yım. Saraydan kovduğun büyücü beni kaçırdı, büyü yaptı ve beni bu sandığın içindeki kavala hapsetti. Kara ormandaki kulübesinde yaşıyor. Büyük kötülükler planlıyor. Ancak büyücünün ölmesi beni eski halime döndürebilir. Bu sandığı odama çıkarın. Zavallı çoban büyü yüzünden çok sıkıntı çekti, her şeyini kaybetti. Kendisini yedirin, içirin, giydirin; iki kese de altın verin, rahat etmesini sağlayın..”

Padişahın ilk şaşkınlığı geçtikten sonra komutanına gerekli emirleri vermiş. Komutan askerlerle birlikte gidip büyücüyü kara ormanda yakalayıp öldürmüş. Büyücünün ölmesi ile büyünün tılsımı bozulmuş. Büyü yeni dualarla beslenemediği için Prenses Nazlı birkaç gün sonra altın yaldızlı kavalın içindeki hapis hayatından kurtulmuş. Eski haline dönmüş, genç ve dünya güzeli bir kız olmuş. Zavallı Çoban sarayda okuma-yazma öğrenmiş, bilgi ve becerisini geliştirmiş. Devlet yönetimi hakkında kitaplar okumuş, dersler almış. Sonraki yıllarda yaşlı padişah vefat edince Prenses Nazlı “ Kraliçe “ olmuş, Zavallı Çoban’ a “ Vezir “ lik rütbesi vermiş. Vezirçoban, ülkenin ilerlemesine, yoksulluğun azalmasına, insanların hakça ve mutlu olarak yaşamalarına çalışmış.

Deve Kervanı

Eskiden, İran’da, İsfahan şehrinde, Cemal adında kervancı bir genç yaşardı. Kervan sahipleri kervanlarını çok güvendikleri Cemal’e gönül rahatlığıyla teslim ederler ve onun kervandaki malları kendi malıymış gibi koruyup, gözeteceğini bilirlerdi.

Günlerden bir gün, Cemal İsfahan’dan kuzeydoğudaki Meşhet’e gitmek üzere, kumaş yüklü deve kervanıyla yola çıktı. Kervan birkaç gün sonra Deştikebir Çölü’ne vardı. İlk bakışta uçsuz bucaksız gibi görünen 400km.lik bir kum yığını. Oralardaki bir kuyudan su tedarikini yapan kervan çöle girdi. Aradan bir hafta geçti. Kervan dıştan bakıldığında çölde ağır ağır ilerliyordu, her şey yolundaydı. Ama içten içe kaynayan bir kazan gibiydi. Bu kazanı başdeve kaynatıyordu. Başdeve kervandaki yirmi devenin başıydı. Mola verildiği zaman devamlı konuşur, bir şeyler anlatır, ötekiler de sessizce dinlerlerdi. Başdeve üç dört gündür havadan sudan konularla konuşmaya başlıyor, sonradan sözü liderlik konusuna getiriyordu. Koca kervanı neden bir eşek peşinden sürüklüyordu? O en önde olmasa olmaz mıydı? Sanki o olmasa kervan gideceği yere varamayacak mıydı?

“ Ben “ diyordu başdeve, “ Mısır’a gittim, Arabistan’a gittim, Yemen ‘e gittim, Anadolu’ya gittim. Yüce dağlar aştım, susuz çöller geçtim. Binlerce, on binlerce kilometre yol kat ettim. İran’da gezmediğim, dolaşmadığım yer kalmadı. Bu Deştikebir Çölü’nden defalarca geçtim. Benim gibi doğuştan lider varken başınızda küçük eşek kim oluyormuş? Boy yok, post yok, bir de kervanın en önünde gider. Onun liderlik neyine? Gelin şu eşeği defedelim başımızdan. Lider ben olursam eğer her türlü iyiliği bekleyin benden. Yoruldum diyenin yükünü sırtımda taşıyacağım…”

Başdevenin aynı tarzdaki konuşmaları sonraki günlerde devam etti. Kervandaki develerden birkaçı önceleri eşeğin gitmesini istemediler.

“ Kime ne zararı var garibin? “ dediler. “ Bırakalım önde o gitsin, bizi Meşhet’e götürsün. Zaten hiçbir işimize karışmıyor. Molalarda bir kenarda tek başına oturuyor. Belli ki bir derdi vardır, kimselere anlatamaz. Durup dururken günahını almayalım. “

Başdeve böyle diyenlere karşı çıkıyordu:

“ Garip mi? Neresi garip bunun be? Acınmaz böylesine. Onun yemini, suyunu biz taşıyoruz, bir de kaprislerine boyun eğecek değiliz. Nerede oturursa otursun, önemli olan,onu kervandan uzaklaştırmak. “

Sonunda başdevenin kesin kararlılığı karşısında direnci kırılan birkaç deve, istemeye istemeye eşeğin gitmesine razı oldu.

Bir gece develer eşeğin yanına gittiler ve kervanda kendisini istemediklerini söylediler. Eşek bu duruma karşı çıktı. Olmaz dedi, ben bu kervanı terk etmem dedi, bensiz Meşhet’e varamazsınız dedi, pusulayı şaşırır, çölde kaybolursunuz dedi. Eşeğin sözlerine kulaklarını tıkayan, onun tepinmesine aldırış etmeyen develerin küfür derecesine varan hakaretleri karşısında eşek, “ Ne haliniz varsa görün “ diyerek çekip gitti.

Ertesi gün başdeve çalımla yürüyordu kervanın önünde ve arada bir arkasına bakıp gururla gülümsüyordu. Başdevenin fazlaca böbürlenmesi kervanın zararına oldu. Kervan ilk günden başlayarak hedefinden adım adım uzaklaştı ve güneybatıya doğru geniş bir yay çizerek, Kuhistan Çölü’nün ortalarına kadar geldi. Günlerdir diğer develerin ikazlarına aldırış etmeyen başdeve sonunda liderliği kaybetti. Pusula şaşırılmış, kervan Kuhistan Çölü’nde kaybolmuştu. Yol yok, iz yok, ne tarafa gidilmeliydi acaba?..

Günler sonra eşek çıkageldi. Develer sessizce eşeğin arkasında tek sıra oldular. Eşek şaşkın şaşkın etrafına bakınan başdeveye, “ Sen en arkada yürüyeceksin “ dedi. Sonra kervan Meşhet’e doğru yola çıktı.

Yoksul Kunduracı

Eski zamanlarda, ülkenin birinde yoksul bir kunduracı ve karısı yaşarmış. Kunduracı çok yaşlandığı için artık eskisi gibi çalışamıyormuş. Kazandıkları para ancak karınlarını doyurmaya yetiyormuş.

Kunduracı, bir gece elinde kalan son deriyi de ertesi gün ayakkabı yapmak için hazırlayıp tezgahın üzerine koymuş. Yatmaya gitmiş.

Ertesi sabah her zamanki gibi erkenden kalkmış.

Tezgahın üzerinde bakınca çok şaşırmış. Çünkü bir çift ayakkabı duruyormuş. Ayakkabılar öyle güzelmiş ki, müşterilerden biri bunları görünce çok beğenmiş.

Hemen satın almış. Yaşlı kunduracı kazandığı paralarla iki çift ayakkabı yapabilecek kadar deri satın almış.

Derileri o akşam yine ertesi gün ayakkabı yapmak üzere hazırlamış. Sabahleyin kalktığında bu kez iki çift ayakkabı bulmuş.

Dükkana gelen müşteriler ayakkabıları çok beğenip bol bol para vermişler.

Kunduracı bu durumdan çok memnunmuş. Artık pazara gidip yeterince deri alabilecekmiş.

O akşam yine derileri hazırlarken ertesi sabah ne göreceğini tahmin edebiliyormuş.

Gerçekten de düşündüğü gibi olmuş. Sabah kalktığında dört çift gıcır gıcır ayakkabı tezgahın üzerinde duruyormuş.

Günler böyle geçmeye başlamış.

Yoksul kunduracı artık geçim sıkıntısı çekmiyormuş. Kazandığı paralarla istediği kadar deri alabiliyormuş. Hatta bir miktar da para arttırıp gelecek günler için saklıyormuş.

Kunduracı bir gün karısına:

- Bu böyle olmayacak. Bize yardım edenlerin kim olduklarını mutlaka öğrenmemiz gerek. Bunun için bu gece saklanarak onları gözetleyeceğim, demiş.

Yine derileri hazırlayıp tezgahın üzerine bırakmış. Karısı da odanın aydınlanması için mum yakarak masanın üzerin koymuş.

Bütün hazırlıklar tamamlanınca karı koca odadaki dolabın içerisine girerek beklemeye başlamışlar.

Vakit gece yarısı olunca birden tıkırtılar duyulmaya başlamış. Kapı açılmış. Çok sevimli iki minik adam içeri girmişler.

Tezgahın yanına gelerek kunduracının bıraktığı derilerden ayakkabı yapmaya başlamışlar.

Karı koca hayretle onları izliyorlarmış. Cüceler işlerini bitirerek sabaha karşı gitmişler.

Ertesi gün kunduracı düşünmeye başlamış. Kendisini fakirlikten kurtaran bu adamlara teşekkür etmek istiyormuş, ama nasıl?

Akşam olunca karısına:

- En iyisi minik adamlar için güzel kıyafetler hazırlayalım, demiş.

Hemen işe koyulmuşlar. Onlar için minik elbiseler, ayakkabılar hazırlamışlar.

Ertesi gece kunduracı tezgahın üzerine kesilmiş deriler yerine hazırladıkları hediyeleri bırakmış.

Yine bir mum yakarak dolabın içine saklamışlar.

Az sonra kapı açılmış. Minik adamlar tezgaha yaklaşınca kendileri için bırakılan hediyeleri fark etmişler.

Sevinçle dans etmeye başlamışlar. Sonra hoplaya zıplaya gitmişler. İki minik adam bir daha hiç görünmemişler.

Ama, kunduracı ile karısı, minik adamlar sayesinde kazandıkları parayla ömür boyu rahat yaşamışlar. Onları da hiç unutmamışlar.

Bülbül İle Hükümdar

Bir zamanlar dünyanın en güzel sarayına sahip bir hükümdar varmış. Fakat, sahip olduğu güzelliğin farkına varmayan talihsiz biriymiş bu hükümdar. Sarayının aynı güzellikte bir de bahçesi varmış ki, ucu bucağı görünmezmiş. En güzel çiçekler ekiliymiş orda. Halkın arasında konuşulanlara bakılırsa bahçeden daha güzel olan şey, o bahçenin içinde yaşayan bir bülbülmüş. Öyle güzel bir ötüşü varmış ki bülbülün, şöhretini duyanlar uzak ülkelerden bile onu görmek için oraya gelmek istermiş.

Bu bülbülün ünü hükümdarın kulağına kadar gelmiş. İşin garip yanı ise, hükümdarın bu bülbülden haberinin olmamasıymış. Bu yüzden, çok sinirlenmiş hükümdar. Vezirini çağırıp; "Bu ne demek oluyor şimdi?" demiş, "Benim sarayımın bahçesindeki bülbülden benim niye haberim yok?"

Vezir cevap veremmiş. Çünkü bülbülden onun da haberi yokmuş. Hemen bahçıvanı çağırtıp; "Söyle bakalım" demiş, "saraydan bütün dünyanın duyduğu bir bülbül varmış. Neden benim haberim yok? Bahçıvan; "Bağışlayın efendim!" Vezir: "Çabuk onu bulun bana!" diye bağırmış.

Bahçıvan, her yeri aramış taramış, herkese sormuş ama bülbül bulamamış.

Vezir çare olarak, hükümdara "Bu birilerinin uydurduğu bir şey olsa gerek" demiş.

Hükümdar daha da hiddetlenmiş ve "Hayır, bu olamaz! Bunu bana güvendiğim birisi söyledi. Hemen bülbülü bulun, yoksa hepinizi cezalandırırım" demiş. Sarayın mutfağında çalışan bir kız bahçıvana gelip; "Aradığınızı burada bulamazsın!" demiş "ama isterseniz ben sizi onun yanına götürürüm."

Buna çok sevinen saray görevlileri hemen bülbülün yaşadığı ormanını yolunu tutmuşlar.

Bülbülün yaşadığı yere gelince; "Küçük bülbül!" diye bağırmış kız. Bülbül bir ağacın dalında görününce, "Hükümdar, seni görmek ve sesini duymak istiyor. Bizimle gelmezsen hepimizi cezalandıracak" demiş.

Bülbül bunu kabul edince, yolda onun sesinden şarkılar dinleyerek birlikte saraya dönmüşler.

Hükümdarın huzuruna çıkarılan bülbül, güzel sesiyle şakıya başlamış. Öyle yanık ötmüş ki, hükümdar hem duygulanıp gözlerinden yaşlar akıtmış, hem de çok mutlu olmuş. Bülbüle "dile benden ne dilersen!" demiş. Bülbül "en güzel hediye, sizi mutlu görmek" diye cevaplamış onu.

Bütün herkesin sevgisini kazanan bülbül, saraydakilerin baş tacı olmuş. Bundan sonra sarayın bahçesinde yaşamaya, zaman zaman da güzel sesiyle hükümdara şarkılar söylemeye başlamış. Bütün ülke halkı, bülbülün şarkılarını dinlemek için sarayın çevresine toplanırlarmış orada bir.

Günlerden bir gün hükümdara bir hediye sandığı gelmiş. Açtıklarında içinden mücevherler ile değerli taşlarla süslenmiş oyuncak bir bülbül çıkmış ortaya. Bir kurma kolu varmış bu camdan yapılmış oyuncak bülbülün üstünde. Bunu ayarladığınızda gerçek bir bülbül gibi ötmeye başlıyormuş. Bir zaman sonra, gerçek bülbül hükümdarın bu oyuncak bülbül geleli kendisiyle ilgilenmediğini görünce üzülmüş ve bir fırsatını bulup saraydan kaçmış.

Her gün güzel sesiyle ötmeye devam eden oyuncak bülbül ise, günün birinde bozul vermiş. Hükümdar bülbülün sesini öylesine alışmış ki, o zaman gerçek bülbülün eksikliğini farketmiş ve ona haksızlık ettiğini anlamış. Üzüntüsünden hasta olup yataklara düşmüş. Hükümdar günden güne daha da kötüleşmiş ve halk onun durumuna çok üzülmüş. Onu yatağında çaresiz şekilde görünce, artık iyileşmeyeceğini düşünüp yeni bir hükümdar seçmek istemişler hemen.

Hükümdarın hastalığı ve yeni hükümdar seçileceği haberleri saraydan kaçan bülbüle kadar ulaşmış. Hükümdarın sevgisini ve pişmanlığını öğrenen bülbül, ona yardımcı olmaya karar vermiş. Hemen gelip hükümdarın yattığı odanın penceresine konmuş ve güzel sesiyle tekrar tekrar şarkılar söylemeye başlamış.

Hasta yatağında bülbülün sesini duyan hükümdar, kendine gelmeye başlamış. Nihayet sabaha yakın, hükümdar iyileşip ayağa kalkmış. Kendisini iyileştirenin bülbülün sesini duymak olduğunu biliyormuş. Hükümdar bundan sonra onu hep seveceğine; bülbül de ona, arada bir gelip şarkı söyleyeceğine söz vermiş.

Sabah saraydaki herkes hükümdarı ayakta görünce hem çok şaşırmış, hem de sevinmiş.

Hükümdar sonraki hayatını sarayın bahçesindeki güzellikleri doya doya yaşayarak ve bülbülün tatlı nağmelerini dinleyerek geçirmiş.

Arifler Sultanı Olasın Oğlum

Dondurucu bir kış gecesi. Rüzgar evin damını dövüp durmakta...Kah pencereleri zorlamakta, kah kocaman ağaçların belini bükmekte, kah yürek hoplatarak ıslık çalmakta...Rüzgarın ve boranın çıkardığı ses geceye hakim...

Camları demir bir balyoz gibi döven, kapıları gıcırdatan rüzgarın sesiyle herkes uykunun derin iklimlerinde...Beyazıt’ın mübarek annesi de derin uykularda...Bir ara uykuyla uyanıklık arasında yattığı yerden oğluna seslendi:

-Tayfun, oğlum!.. Suuu...Susadım!..

Küçük Tayfun birden yerinden fırladı, buzlarla çevrili su testisini eline aldı...Ve annesinin yatağının başına koştu...

O da ne?

Anne çoktan kendinden geçti.Yeni bir uykunun iklimlerine dalıvermişti.Ne aklında su kalmış, ne de oğlu...

Harika çocuk, annesini uyandırmaya kıyamadı ve buzlu testi elinde beklemeye koyuldu...Ne vakte kadar bilinmez...Belki saatlerce, belki gece boyu, belki daha az bir zaman...Hep o halde kaldı ve gözlerini annesinden bir nefes bile ayırmadı...

Şimdi uyanır, şimdi su isterde veririm düşüncesiyle hep bekledi...Nihayet nice zaman sonra kadın gözlerini açtı ve seslendi:

-Su! Hani yavrum su?

Beyazıt, ak çiçekli gül dalı misali suyu uzattı:

-İşte tatlı annem!..

Hale bakınız ki, soğuktan Beyazıt’ın elleri testiye yapışıvermişti.

Dondurucu, titretici soğuk gibi, yüreklerinde takat getiremeyeceği bir manzara...Bu akıl almaz manzarayı göz ucuyla gören anne, gönlünün ta derinlerinden kopup gelen bir sesle içli içli inledi:

-Allah’ım!..Ben Tayfun’dan razıyım, sen de razı ol!..

Sonra nur yumağı çocuğu kendisine doğru çekti, alnına bir öpücük kondurup şiddetle kucakladı ve duaların en güzelini yaptı:

-Bilginler sultanı olasın oğlum...

Ve o harika çocuk, ileride bilginler sultanı oldu ve ünü her yerde duyuldu...Ve kıyamete kadar da şanla şerefle yücelecek.Ne mutlu ona!..

Üç Evlat

Üç kadın çeşme başında toplanmış konuşuyorlardı.Az ötede ihtiyarın biri oturmuş, kadınların çocuklarını methetmelerini dinliyordu.

Kadınlardan biri: -Benim oğlum öyle marifetlidir ki, hiç kimse bu konuda onunla boy ölçüşemez...Tam bir cambazdır o! İp üzerinde bir yürüse de görseniz.

Diğer kadın heyecanla atılarak: -Benim oğlumun sesini bilseniz, dedi.Tıpkı bir bülbül gibi şakır.Yeryüzünde hiç kimsenin böyle bir sesi yoktur.Allah vergisi bu...

Üçüncü kadın susup duruyordu.Diğerleri sordular: -Sen çocuğunu niye övmüyorsun? Nesi var ki? -Çocuğumun çok üstün bir tarafı yok ki...Ne diye durup dururken öveyim onu.

Kadınlar kovalarını doldurup yola koyuldular.İhtiyar adam da peşleri sıra yürümeye başladı.Kadınlar ağır kovaları taşımakta güçlük çektikleri için ara sıra duruyor ve dinleniyorlardı.Sırtları ağrı içindeydi. Bu sırada çocukları onları karşılamaya çıktı.

Birinci çocuk hemen elleri üzerinde havaya kalkmış, çeşitli marifetler gösteriyordu.Kadınlar gözleri hayretten büyümüş haykırdılar:

Aman ne kabiliyetli çocuk!.. İkinci çocuk altın gibi bir sesle öyle güzel şarkılar söyledi ki, kadınlar gözleri yaşlarla dolu hayranlıkla dinlediler onu... Üçüncü çocuk koşarak geldi, annesinin elinden kovayı aldı ve eve kadar taşıdı.

Kadınlar ihtiyara dönüp: -Bizim çocuklarımız hakkında ne diyorsun, dediler. İhtiyar şaşkınlıkla: -Çocuklarınız mı? Dedi. Onları bilmem. Yalnız biri vardı, annesinin elinden kovayı alıp eve taşıdı.

Onu çok beğendim...

Kurt İle Keçi

Var idi, yok idi. Yeryüzünde bir keçi ile bir koyun var idi. İkisi, aç oldukları için kırda dolaşıp yayılmaya çıktılar. Bir kurda rastladılar. Korkup, durdular. Kurt:

- Koyun kardeş seni yiyeceğim, dedi.

Bunun üzerine koyun kurda:

- Önünde hazır durmuşum, istersen ye beni. Ancak senden bir ricam var: Beni şimdi yeme. Önünde biraz oynayıp, birazcık pehlivanlık edeyim. Beni ondan sonra ye, dedi.

Kurt da "pekiyi" diyerek, koyunun isteğini kabul etti. Koyun sağdan sola, soldan sağa zıpladı. Bir taraftan bir tarafa koştu durdu. Kurt ise hep böyle koyunun çevresinde dolanarak, onu seyretti. Koyun da şöyle yaptı, böyle yaptı; sonunda bırakıp kaçtı. Kurt bekledi, bekledi.. Fakat koyun dönüp gelmedi. Kurt aramaya koyuldu ise de, koyunu bulamadı.

Bu yüzden kurt gelip keçiye:

- Keçi kardeş seni yiyeceğim, dedi. Keçi:

-Beni nasıl yiyeceksin, tek beni yersen eline ne geçer? Benim iki yavrum var. Onlar da mağaradadır. Bırak beni gideyim, onlara süt emzireyim. Yavrularımı da yanıma alıp getireyim, hepimizi birden ye. Ta ki beni yedikten sonra yavrum kalmasın yahut yavrularımı yedikten sonra, ben kalmayayım.

Kurt "pekiyi" dedi. Keçi gitti, dağa girdi. Yavrularını emzirdi. İkisini de yanına alıp, uzaklaştı. Kurt bekledi, bekledi... Fakat keçi de gelmedi. Kurt kalkıp yola düştü, keçiyi dağ tepe aramaya koyuldu. Bütün çabalarına rağmen keçiyi bulamadı. İkisini de elden kaçırdığını anladı. Sonra bir mağaraya geldi, içeri girdi. Mağarada bağlı bir at gördü. Kurt:

- At kardeş yerim seni, dedi. At:

- Beni yiyebilmen zordur. Sen ki ufak bir kurtsun, benim gibi kocaman bir atı nasıl yersin? diye cevap verdi.

Kurt ise:

- Yerim, dedi. At:

- Pekiyi, istersen beni ye. Yalnız, nalıma beratım** yazılıdır, dedi. Kurt:

- Nalın nerededir? diye sordu. At:

- Ayağımın altındadır, dedi. Kurt da:

- Ayağını kaldır da bakayım, dedi.

Bunun üzerine at ayağını kaldırdı. Kurt atın nalındaki beratı görmek için eğildi.

Bu durumdan istifade eden at, alnına bir tekme vurmakla birlikte, kurdun kafasını parçaladı. Kurt yere yığıldı, düştü. Can çekişirken başına gelen işleri, sızlanarak söylenmeye başladı:

Gittin gördün bir koyun

Ye, kalsın kuru boyun

Neyine oyun, moyun

Pehlivanlık mı edeceksin?

Gittin gördün bir keçi

Ye kalsın kuru ayakçığı

Neylersin ikiyi üçü

Çobanlık mı edeceksin?

Geldin gördün bir at

Ye de yanında yat

Neyine berat, merat

İstanbul'a mı gideceksin?

Bunları söyledikten sonra kurt can verdi. Koyun kurtuldu. Keçi de kurtuldu. At da kurtuldu.

Ben de gittim bana üç elma verdiler: Biri masala, biri masalı anlatana, biri de masalı dinleyenlere.

Papağan İle Çakal

Ülkenin birinde, çok akıllı bir papağan yaşardı. Büyük bir ağacın üstünde yuva kurmuştu. Ağacın kovuğunda da bir çakal, yavrularını büyütüyordu.

Çakal ara sıra ava gidince, papağanın yavruları aşağı iniyordu. Ağacın kovuğuna girip çakalın yavrularıyla oynuyorlardı. Anne papağan, bu durumdan hiç hoşnut değildi.

Bir gün yavrularını toplayıp öğüt vermeye başladı:

- Yavrularım! Kendi cinsinizden olanlarla arkadaşlık edin. Çakalların size zarar vermelerinden korkuyorum.

Fakat yavru papağanlar, annelerinin sözünü dinlemiyorlardı.

Bir gece çakal, yiyecek bulmak için uzaklara gitti. Bu arada bir kurt gelip çakalın yavrularını yedi. Çakal döndüğünde yavrularını bulamadı. Çok üzüldü.

Yavrularının başına gelenlerden papağanın yavrularını sorumlu tuttu.

- Onlar bu kadar ses çıkarmasaydı kurt yavrularımı bulamazdı. Öcümü alacağım, papağanları mahvedeceğim, diye yemin etti. Nasıl bir kötülük yapacağını düşünürken arkadaşı karakulak ona akıl verdi.

- İyisi mi kendini yaralı gösterip bir avcıya görün. Sonra onu, bu ağacın yanına sürükle ve saklan. Avcı, papağanları avlayacaktır.

Çaylak, Karakulak'ın dediği gibi yaptı. Avcıyı peşine taktı, ağacın yanına gelince saklandı.

Avcı, çakalı kaybedince etrafı araştırdı. Ağacın tepesindeki papağan yuvasını gördü. Hemen çantasındaki ağı çıkarıp attı. Papağan ve yavruları ağa takılmışlardı.

Papağanlar çırpınıyorlar ama ağı delip kaçamıyorlardı. Papağan, telaşlanan yavrularını yatıştırdı.

- Korktuğum başıma geldi. Arkadaşlık ettiğiniz çakalların annesi bize bu kötülüğü yaptı. Ama olan oldu bir kere. Şimdi buradan kurtulmanın çaresine bakalım.

- Nasıl? diye sordu yavru papağanlar.

Anne papağan cevap verdi:

- Ölmüş gibi davranın. Hareketsiz durun. Sizi ağdan atınca da uçup gidin. Ben sizi sonra bulurum.

- Öyle yaptılar. Avcı ağı aşağı çekti. Sonra da ağı açıp hayvanlara bakmaya başladı.

Yavru papağanlar kaskatı kesilmişti. Avcı, "Her halde korkudan öldüler." diye düşünerek onları attı. Yavru papağanlar, atıldıkları yerden kalkıp uçtular. Bunu gören avcı sinirlendi.

- Bana oyun oynadılar, dedi öfkelenerek.

Avcı, anne papağanı aldı. Onu şehre götürdü. Ona şiir okumayı ve şarkı söylemeyi öğretti. Sonra papağanın çok bilgili ve konuşkan olduğunu yaydı. Herkes şiir okuyan, şarkı söyleyen bu papağanın ününü duymuştu.

Papağanın şöhreti, padişahın kulağına da gitmişti. Adamlarına;

- Getirin bakalım şu papağanı, becerilerini görelim, dedi. Bu emir üzerine avcı bulunarak Saraya getirildi.

Padişah, şiir okuyan, şarkı söyleyen papağanı çok sevdi. Parasını ödeyerek onu avcıdan satın aldı. Sarayda en nefis yiyecekler, en tatlı meyveler papağanındı. Ama o mutlu değildi. Hep üzüntülü ve düşünceliydi.

Yemek yemeyen papağanın üzüntüsünü padişah fark etmişti. Bir gün pencere kenarında ağladığını gördü. Hem ötüyor, hem ağlıyordu. Yavrularını düşünüyordu yine. Kim bilir neredeydiler, ne yapıyorlardı zavallıcıklar?

Padişahın yufka yüreği, papağanın bu ağlayışına dayanamadı. Yanına çağırıp üzüntüsünün sebebini sordu. Papağan, çakalın yaptıklarını ve yavrularının durumunu merak ettiğini anlattı. Padişah, bu duruma çok üzüldü ve papağanı salıverdi. Papağan da teşekkür ederek yavrularına doğru uçup gitti.

Sihirli Söz

Bir gün, küçük tay su içerken ayağı takılarak göle düşmüş. Yüzme bilmeyen küçük tay, bir dal parçasına tutunmuş. Eğer çırpınırsa sürükleneceğinden korkarak, etrafına seslenmeye başlamış:

"İmdat! Yardım edecek kimse yok mu?"

Sesi duyan tavşan, koşarak gelmiş. Küçük tayın zor durumda olduğunu görünce, ona yardım etmek istemiş. Ama yüzme bilmediğinden, göle girmeye korkmuş.

"Göle eğilip tüm gücümle seni karaya çekeceğim. Biraz uğraşırsam başarırım sanırım" demiş.

Tavşanın yardım edecek olması tayı çok mutlu etmiş. Tavşan uğraşmış ama başaramamış. Sesleri duyan alabalık gelerek, onlara yardım etmek istemiş. Ama karaya, tavşanın yanına çıkmaya çekinmiş. Çünkü ancak suda yaşayabiliyormuş:

"Ben de sana gölden destek vereyim. Böylece başarabiliriz" demiş.

Tavşan ve alabalığın uğraşmaları yine de bir sonuç vermemiş.

"Ben kuğuyu çağıracağım" demiş alabalık. "O çok güçlüdür."

"Çağırırsan gelir mi?" diye sormuş küçük tay.

"O çok yardımseverdir. Mutlaka gelir" diyerek göle dalmış ve gözden kaybolmuş.

Çok geçmeden yanında kuğu ile dönmüş. Gerçekten de kuğu tavşana ve alabalığa göre büyük ve güçlü görünüyormuş. O da tayın sağ tarafına geçmiş ve tayı karaya çıkarmak için bir süre uğraşmışlar beraberce. Ama çabaları yine de sonuç vermemiş.

Bu sırada uçmakta olan güvercin ne yaptıklarını merak edip bir süre onları izlemiş:

"Arkadaşlar ne yapmaya çalışıyorsunuz?"

Zaten çok yorulmuş olan tavşan, alabalık ve kuğu bu soruya sinirlenmişler. Tay ise artık umudunu iyice kaybetmiş bir şekilde, güvercine cevap vermiş:

"Su içerken ayağım takıldı, göle düştüm. Kuğu, tavşan ve alabalık da beni kurtarmaya çalışıyorlar."

"Ama böyle kurtaramazlar ki seni" demiş güvercin.

"Çok bilmiş seni. Ya nasıl kurtaracağız?" diye söylenmiş tavşan.

"Benim yardımımla" demiş güvercin.

"O nasıl olacak, sen de bizimle beraber itecek misin?" diye alaylı bir şekilde sormuş kuğu.

"Hayır. Sadece çok önemli bir sözcük söyleyeceğim."

"Önemli bir sözcük mü?"

"Galiba büyülü bir söz biliyor güvercin" demiş tavşan küçümser bir ifadeyle.

"Evet belki de büyülüdür söyleyeceğim sözcük. Siz aranızda uyum olmadığı için boşuna uğraşıyorsunuz. Alabalık tayı denize çekiyor. Kuğu yukarı doğru itiyor. Tavşansa karaya çekiyor. Yani üçünüz de farklı bir yöne doğru gücünüzü harcıyorsunuz. Tabi bu yüzden de bir sonuç alamıyorsunuz. Gücünüzü aynı yöne yöneltirseniz, küçük tay kurtulur."

Güvercin bunları söyledikten sonra "hoşçakalın" diyerek uzaklaşmış oradan.

Küçük tay gölden çıkarken dördü birden güvercinin ardından "güle güle" diye seslenmişler.

O sırada kendisini aramaya çıkan annesini fark eden küçük tay, ona doğru koşmuş ve olanları anlatmış.

Annesi yavrusunun arkadaşlarına teşekkür etmiş ve:

"Güvercinin kastettiği sözcük galiba 'uyum'du" demiş.

Tavşan tek başına küçük tayı kurtaramadığına biraz üzülmüş, ama birlikte başarmanın tadını da aldığı için:

"Sadece uyum değil büyülü sözcük. Dostluk ve uyum" diye eklemiş.

Tembel Tavşan

Bir zamanlar ormanda korkunç bir kuraklık başlamış. Yaz gelip geçtiği halde, tek bir damla bile yağmur yağmamış. Susuzluk hayvanların canına tak edince, bu duruma bir çare bulmak için toplanmışlar. İçlerinden birisinin teklifi üzerine, bur kuyu kazmaya karar verip çalışmaya başlamışlar. Bütün hayvanlar, hatta kuşlar bile gece gündüz çalışıyormuş. Ancak tavşan; "Ben daha çok küçüğüm!" diyerek çalışmak istemiyormuş. Tavşanın böyle nazlanması diğer bütün hayvanları çok kızdırmış.

Hayvanların emeği boşa çıkmamış. Kazdıkları kuyudan buz gibi bir su çıkınca, herkes çok sevinmiş. Kana kana içip yıkanmışlar. Kuyunun kazılmasına yardım etmeyen tavşana ise su vermemişler. Kral aslan, tavşanın kuyuya yaklaşmasını önlemek için,kuyunun başına her gün bir nöbetçi görevlendirmiş.

Tavşan yaptığı hatayı anlamış anlamasına, ancak iş işten geçtiği için yapacak bir şeyi de yokmuş. Bir gece kuyuda nöbet tutma sırası file gelmiş. Tavşan fili çok severmiş "kimse görmeden bana biraz su verir" düşüncesiyle yanına gidince, filin uyuduğunu görmüş. Çok uğraşmasına rağmen, onu bir türlü uyandıramamış. En sonunda gidip kulağına bağırmış. Fil öyle bir zıplamış ki, kuyunun etrafındaki taş ve toprak yığınına çarpmış, bütün taş ve toprakları kuyunun içine dökmüş.

Böylece kuyu kapanmış. Bu duruma çok üzülen fil ağlamaya başlamış. "Benim yüzümden oldu!" diyormuş. "Şimdi ne içeceğiz, hem sabah olunca diğer hayvanlara ne diyeceğim?"

"Bu kadar üzülme!" demiş tavşan.

"Elbette bir çaresini buluruz. Hem ikimiz beraberce çalışırsak, sabaha kadar kuyuyu temizleyip açarız."

Fil: "Ama sen küçük ve zayıfsın!" demiş. Tavşan şöyle cevap vermiş; "Sen beni şimdi gör! Bak ki nasıl çalışıyorum."

Gerçekten de tavşan bir çalışmış, bir çalışmış ki sormayın. Sabaha kadar fille birlikte kuyuyu açmayı başarmışlar. Ertesi gün fil, bütün hayvanlara tavşanın çalışkanlığını anlatmaya başlamış. Herkes tavşanı alkışlayıp, kuyudan su içmeyi hak ettiğini söylemiş.

Tavşan sadece su içebildiğine değil, diğer hayvanlarla yeniden dost olduğuna da çok sevinmiş. Kendisini ormanın bir üyesi gibi görmek onu mutlu ediyormuş.

Asla Yalan Söyleme

Eski zamanlarda, insanlar ilim öğrenmek için çok çalışırlar, her türlü güçlüklere katlanırlardı. Küçük yaşlarında köylerinden, ailelerinden ilim öğrenmek için ayrılırlar, yıllarca onlardan uzaklarda zor şartlar altında yaşarlardı.

Seyyid Abdulkadir’in de küçük yaşta içine öğrenme arzusu düşmüş, bunun çarelerini aramaya başlamıştı. Sonunda dayanamadı, annesine gelerek;

-Anneciğim, ilim öğrenmek için Bağdat’a gitmek istiyorum...dedi.

Annesi ise;

-Senden ayrılmaya gönlüm razı olmuyor. Ancak seni de Allah yolundan alıkoymak istemem.

Annesi Abdulkadir için yol hazırlıkları yaptı. En sonunda da oğluna lazım olur diyerek, 40 altını kaybetmemesi için bir kese içinde yeleğinin koltuk altına dikti. Sonra oğlunun gözlerinin içine bakarak şöyle dedi;

-Sana son olarak nasihatim şudur ki, eğer beni ve Allah’ı memnun etmek istiyorsan asla yalan söyleme, doğruluktan ayrılma. Allah her zaman ve her yerde doğruların yardımcısıdır.

Seyyid Abdulkadir annesine söz verdi ve ağlayarak elini öptü. Bağdat’a giden bir kervana katılarak yola çıktı.

Hemedan yakınlarında dar bir geçide girdiklerinde kervanda bir bağrışma koptu. Eşkıyalar kervana saldırmışlardı. Bir anda bütün sandıklar yere yıkıldı, eşyalar yağma edilmeye başlandı. Haydutlar kervandakilerin neyi var neyi yoksa hepsini alıyorlardı. Eşkıyalardan biri de Abdulkadir’in yanına geldi. Onun fakir haline bakarak şaka olsun diye;

-Söyle bakalım senin neyin var fakir çocuk?

Abdulkadir;

-Yalnız 40 altınım var, diye cevap verdi. Haydut önce şaşırdı sonra gülmeye başladı. İnanamadı ve tekrar sordu;

-Doğru mu söylüyorsun?

Abdulkadir:

-Evet, doğru söylüyorum, 40 altınım var.

Eşkıya meraklandı. Abdulkadir’i elinden tutup reislerine götürdü.

Durumu reislerine anlattı. Haydutların başı;

-Senin 40 altının varmış, doğru mu bu?

Abdulkadir;

-Evet doğru.

Reis;

-Söyle bakalım. Onu nereye sakladın?

Abdulkadir;

-Hırkamın içinde koltuğumun altında saklı.

Bunun üzerine haydutlar hırkasının içinde, koltuğunun altında saklı bulunan 40 altını bularak reislerine verdiler. Herkes çok şaşırmıştı.

Reis hayretle sordu;

-Peki evladım, sen niçin üzerinde altın olduğunu söyledin? Eğer bize söylemeseydin onları bulamazdık.

Abdulkadir;

-Ben annemden ayrılırken, asla yalan söylemeyeceğime dair söz vermiştim. Arkadaşınız senin bir şeyin var mı diye sorunca, altınlarım olduğunu söyledim. 40 altın için verdiğim sözden döneceğimi mi zannediyorsunuz?

Bu sözleri duyan haydutların reisi çok şaşırdı ve derin bir düşünceye daldı. Sonra etrafındakilere dönerek;

-Yazıklar olsun bizlere. Bu çocuk kadar olamadık. Bu çocuk annesine verdiği sözünden dönmemek için her şeyini veriyor. Bizler ise Allah’a söz verdiğimiz halde, hiçbir zaman verdiğimiz sözlerde durmadık. O’nun yapma dediklerini yaptık yarın Allah’ın huzuruna çıktığımızda halimiz nice olacak?

Sonra şöyle devam etti:

-Sizler şahit olun. Şuanda bu çocuk benim kötü yoldan dönmeme sebep oldu.Şimdiye kadar yaptığım bütün günahlarım için pişman olup tövbe ediyorum. Bundan sonra iyi bir insan olup, Rabbim’in sevmediği işleri yapmayacağım.

Reislerine çok bağlı olan haydutlar hep bir ağızdan;

-Reisimiz, biz senden ayrılmayız.Sen hangi yolda yürürsen biz de o yolda yürürüz diyerek hepsi birden pişman olup tövbe ettiler.

Kervandaki insanlardan ne aldılarsa hepsini geri verdiler ve bir daha haydutluk yapmayacaklarına söz verdiler.

Seyyid Abdulkadir ise yoluna devam ederek Bağdat’a ulaştı. Orada ilim tahsiliyle meşgul oldu. Kısa bir zaman içinde çok ünlü bir alim oldu. Binlerce insanın

Kötülüklerden vazgeçip iyi birer insan olmalarına vesile oldu

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...