Ramses

Ramses birgün uyandığında kendini dünyanın merkezinde bulur. Merkezi dünyanın, öyle kolay hazmedilir bir yer değildir üstelik. Yaşanasıdır belki, lakin yaşayan tekidir. Merkezin dışındakiler merkeze bağlı birer kukladırlar. Kuklalar ne düşünür, ne söyler, ne hisseder elbet. Bu yüzden Ramses, kendini pek yalnız, pek mutsuz bulur. Bunu demeye de dili varmaz kuklalarına, emir kullarına. Geçer zaman böyle birbaşına, böyle hazin.

Gel zaman git zaman, dur zaman kalk zaman konuşmayı unutur olur Ramses. Konuşmak dediğin kişilerce yapılır. Duvarlar dil bilmez, söz bilmez soğuk şeylerdir. Ramses bahçeye çıkar çiçeklerine ses verir.

‘aman da aman, aman da aman.... açılmış da saçılmış bir güzel olmuş, heyyy bahçıvan az su serp yapraklarına, rengi olsun ayan kokusu duyulsun çiçeklerimin taaa öbür taraftan’

Yetmemiş eline sazını almış, tutturmuş o telden bu telden. Günlerce çalmış söylemiş, çalmış söylemiş. Bir Ramses dinlemiş Ramses’i, bir Ramses ağlamış Ramses’e. Bir kuşlar dinlemiş, bir çiçekler... bir gök dinlemiş, bir bilinmeyenler...

Ramses dünyanın merkezinde her an’ı azap içinde geçirir olmuş. Azap bu yenilir yutulur tarafı yokmuş, yenmez yutulmaz tarafı da...

Birgün huzura çağırmış alimler alimi, bilgeler bilgesi şahs-ı şahane’yi. Demiş;

‘ey arş’ı yaratanı bilen

ey hükmü koyanı tanıyan

ey yüreği rahman olana atan...

derdim vardır bilesin!’

Ramses bir türlü derdinin ne olduğunu söyleyememiş. Boğum boğum boğazında takılmış kalmış her bir diyeceği.

‘var git... yok bir diyeceğim. Var git...’

bilgeler bilgesi çekilmiş köşesine, seslenmiş kızına;

‘aydan güzel ay kızım

baldan tatlı naz kızım

sana diyeceklerim var’


Ramses birbaşına otururken selvi altında göl kıyısında bir ses duymuş. Dönmüş bakmış kimseyi görememiş. ‘kuştur’ demiş, sudaki aksin dalgalanışına dalmış. Kuş sandığı bir güzeller güzeli Sernaz imiş. Görememiş.

Ay kız Sernaz, bir demet papatyayla göl kıyısında geziniyormuş o sıra. Papatyalar ona gülümsedikçe bir okşayıp avucuna alıyormuş.

‘al’ı al’da arama, al allığını al’ı al yapandan alır

gül güzelliğini gülü gül yapandan alır

bülbül sesini bülbüle o sesi verenden alır

yarin nerede gül yüzlü sevdalar beslediğini

o sevdayı ona veren bilir

boşyere ahlanma

boşyere vahlanma

boşyere dağları yarattım sanma’

Şarkı uçmuş uçmuş uçmuş taaa Ramses’in kulaklarına varmış. Ses başka dünyanın sesi, ses başka bir alem sanki. Ardı sıra sesin dolanmış, dolanmış ve Sernaz’a ulaşmış.

Sernaz bir gonca... Sernaz bir derya... Sernaz ötesi dünya... Sernaz bir başka...

Elinde papatyalar salnırken göl kıyısında, Ramses seyre dalmış.

‘koşsam varsam

eline çiçek olsam

yüreğine sevda dolsam’

Ramses, birbaşınalığın hüznünü unutuvermiş o an. Unutmuş unutmasına da başka bir hüzün sorup sormadan yerleşivermiş gözlerine, yüreğine, yüreğinin en derinlerine...

‘aşk hüznü yanında taşır’

Günlerin üstüne binen dayanılmazlık aylarla daha da artmış. Ramses Sernaz’ı bir daha görebilmek için her gün göl kıyısına inmiş. Her gün aramış gözleri eli papatyalı güzeli. Bulamamış. Bulamamış. Her gün biraz daha yıkılmış. Her gün biraz daha çökmüş. Sernaz’ı bulduğu yerde kaybettiğini farkedince ölümü davet etmiş. Ölümse vaktin henüz tamama ermediğini göstermiş doğan her güneşle.

Bilgeler bilgesi çare için çağrılmış bir daha. Demiş;

‘sen bilirsin acıların en acısını

sen bilirsin...

ben bildiğini bilirim’

Bilgeler bilgesi dinledikten sonra merkezde yaşayanı, çekilmiş. Varmış ay kızın yanına;

‘can kızım

aksin vurmuş bir yüreğe

ah’lanır naz kızım

sözüm var, diyemem yüzüne

süzülür bir kızım’

Sernaz bütün olandan haberdardır. Gün söylemiştir, gece söylemiştir, göl söylemiştir, bir de çiçekler... ardına bakmamış salınmış söğüt gölgelerinde, gezinmiş bir o yana bir bu yana, Ramses peşisıra...

‘dünya yalan

dünya rüya

dünya geçer gider bir solukta

ölüm gelir’

Bilgelerin bilgesi, anlamış. Ay kız zordur, ay kız doğrudur. Lakin bu işin sonunda neyin onları beklediği de bir sırdır. İrkilir. Kızı can kızdır. Kızı gül kızdır... kıymetlidir, biriciktir... Demiş;

‘olacaklar bizim elimizdedir belki

belki de biz olacakların elindeyizdir

yüreğimiz bize ışık olsun’

Ramses odasında bir bilmediği derdin elinde savrulur. Aranır, aradığını tanımadan. Seslenir, sesini duymadan. Dünyanın merkezi unutulmuş, merkez yerini değiştirmiş, ay parçası olmuştur.

‘o bir gonca, kızıl gonca açılanda

o bir derya, ak fistanı savrulanda

ötesi dünya

başka, bambaşka’

Ramses göl kıyısında oturur birgün; gök mavi, gün prıl prıl. Çıksa da gelse, bekler bekler. Göle bakar, Ramses. Ramses bakar, göle. Bir ceylan seke seke geçer öte yana. Sernaz geçmez. Sernaz gelmez. Günler biter, artık günün günlüğü kalmamıştır. Geceler biter, artık gecenin geceliği kalmamıştır. Mevsimlerin adı başka, tadı başka, rengi başkadır artık. Ramses birbaşınadır da, merkezini dünyanın unutmuştur.

Sernaz papatya toplarken, göl kıyısına oturur. Göl kıyısı artık Ramses’in ayrılmadığı mekanı olmuştur. Görür Sernaz’ın gelişini. Korkar. Uzaktan bakar, bakar. Aylardır beklediği karşısındadır, yanaşamaz. Sernaz kıyısında gölün gezinmeye başlar, dilinde bir şarkı...

‘dağın ardı da bir, ardının ardı da...

yüreğine sorsan beni, kışı da bir yazı da...’

Sernaz yürüye yürüye varmış Ramses’in yanına. Demiş;

‘yüreğindeki sevdanın sebebi ben imişim

ben imişim seni dertlerin en incesine salan

gecelerin uyku bilmez olmuş

gülmeyi unutmuş gözlerin

ben imişim seni mutsuz kılan’

Ramses böyle sözler beklemiyormuş elbet gül yüzlü sevdiğinden. Cesaret gelivermiş diline, birden içinden ne geçiyorsa her şeyi; sevdasını, unutuşunu dünyayı, acısını yüreğinin... her şeyi her şeyi bir bir anlatmak geçivermiş. Demiş;

‘eyy güzeller güzeli! eyy yar!’

Sernaz’ın gözleri... gözleri Sernaz’ın bir anda durdurmuş geride kalan sözleri. Ramses bakmış. Sernaz bakmış. Demiş;

‘bana yar dersin, yar dediğin ben değilim

bana güzel dersin, güzeli güzel yapan yar’imdir

sevda imiş

aşk imiş

ya ölüm!’


Ramses hiçbir şey anlamamış, ama ölüm kelimesinde bir kıpırdanmış. Demiş;

‘ölüm!’

‘evet ölüm...

sanır mısın ki ebedsin şu bedenle

sanır mısın ki ebeddir şu alem de

sanır mısın ki her şey şu gördüğün

her şey bir tek duyduğun...

evet ölüm...

ölüm peşinde

ölüm ardında gezinmede

ölüm vakit gözlemede’

‘ben seni sevdim

ben seni bekledim’

Sernaz papatyalarını okşamış, papatyalar ona göz kırpmış. Sernaz göle bakmış, göl dalgalanmış. Sernaz doğrulup son bir defa demiş;

‘ne bir dağın doruğunda ol

ne merkezinde dünyanın

gidiyorum

gidişim armağanım’

Uzaklaşırken Sernaz oradan, yıkılmış dünyası Ramses’in. Ramses bilgelerin bilgesini çağırtmış yeniden. Sormuş;

‘nedir şu alemin sebebi’

demiş;

‘sevgi’

Ramses yaşadıkça büyümüş yüreği, yüreği büyüdükçe bir tarafı hep mahzun kalmış.
‘yürek var, dünyaları içine alır’

Padişah Ve İhtiyar Çiftçi

Bir gün padişahlar padişahı av için şehirden uzaklaşmış. Yolda giderken pek çok insanın çalıştığı bir tarla görmüş. Merak edip yanlarına yaklaşmış.

Oradaki insanların arasında yaşı doksanı geçkin bir ihtiyar varmış. Bu ihtiyar toprağa bir şeyler ekiyormuş.

Padişah:

- Ne ekiyorsun ihtiyar? diye sormuş.

İhtiyar çiftçi başını bile kaldırmadan cevap vermiş:

- Baharda yeşermesi için ceviz dikiyorum.

Padişah kahkahayla gülmüş.

- Fakat sen çok ihtiyarsın. Şurada iki günlük ömrün kalmış. Neden uğraşırsın? demiş.

Bunun üzerine ihtiyar başını kaldırmış:

- İnsanlar ekip dikmekle zarar etmezler. Başkaları ektiler; biz yedik. Şimdi de biz ekelim; başkaları yesin, demiş.

Padişah bu cevabı çok beğenmiş. Hemen yanındaki adamına dönerek:

- Bu ihtiyara bir kese altın verin, diye emretmiş.

İhtiyar altınları almış ve:

- Gördünüz mü? demiş, benim ağacım daha büyümeden meyve verdi!

Ot Yiyen Kaplan

Genç Kaplan kafesinde demir parmaklıklar ardında sinirli ve hızlı adımlarla gidip geliyordu. Nedense bugün yüreğini sanki dikenli tel halatıyla sıkıyorlardı. Bu kafese kapatıldığından beri güneş birçok kereler doğup batmıştı. Bir aylık ya vardı ya yoktu. Ormanda gezintiye çıktığı gün avcılar yakalayıp bu hayvanat bahçesine satmışlardı onu. Daha o zamanlar boyu irice bir kedi boyu kadardı. Zamanla gelişip güçlendi. Kafesi dar değildi, ama o burada yaşamak istemiyordu. Özgür olmak, adını bile unutmaya başladığı, hayali gözlerinin önünden gitmeyen ormana kavuşmak, hayatına kendisi yön vermek istiyordu. İnsanlar akın akın geliyorlar, kafesin önünde durup dakikalarca, hayranlık dolu bakışlarla kendisini seyrediyorlardı.

akşamüstü ziyaretçilerin azaldığı zamanda bakıcısı kafesi temizleyip yıkadı. Akşam yemeği olarak yarım koyunu kafesin içine bıraktı. Kapıyı kilitledi ve gitti. Bakıcısı kapıyı kilitleyip giderken Genç Kaplan’ın beyninde bir şimşek çaktı. Kilidin yuvasına oturuşu ve anahtarın çevrilirken çıkardığı ses alışılmışın dışındaydı. Oldukça hassas kulakları onu yanıltmıyorsa kapı tam olarak kilitlenmemişti. Kafese bırakılan eti yedikten sonra, her zamanki voltalarına başladı. Ziyaretçiler tekrar çoğalmaya başladılar. İnsanlar akşam yemeklerini yemişler, eğlenmek, dinlenmek için parklara, bahçelere gidiyorlardı. Genç Kaplan’ın yüreğini saran sıkıntı gitmiş, gitmiş kilidin anahtar deliğinde sıkışmış kalmıştı. Gece yarısı, biraz da şansı yardım ederse, kafesten kaçıp ormanına, özgürlüğüne koşmayı deneyecekti.

Hava iyice kararmış, vakit gece yarısını geçeli çok olmuştu. Görünürlerde kimseler yoktu. Genç Kaplan güçlü pençeleriyle kapıya hızla asıldı. Tam olarak kilitlenmemiş kapı açılıverdi. Kafesten hızla dışarı fırladı. Sağ yola saptı. Bu yol ilerideki ağaçlıkta son buluyordu. Kafeste gidip gelmek, dışarıda koşmaya benzemiyordu. Oldukça yorulmuştu. Durup dinlendikten sonra, hayvanat bahçesi duvarından atladı. Ormana doğru koşarak karanlıklarda kayboldu.

Genç Kaplan dağlar tepeler aştı, soğuk sulardan içti. Üç gün üç gece sonra, sabah güneş doğarken, daha çok küçükken yakalanıp götürüldüğü büyük ormana vardı. Özgürdü artık, içi içine sığmıyordu. Neşeli neşeli yürürken, karnının acıktığını hissetti. Kaçtığından beri heyecandan üç gündür hiçbir şey yememişti. Sadece su içmişti. Kafeste sabah akşam bakıcısı et getirirdi. Avcılar yakalamadan önce annesi beslerdi. Fakat bu uçsuz bucaksız ormanda yaşam çok farklıydı. Şimdi ne annesi vardı, ne de bakıcısı... Kafesten kaçmadan önce düşünemediği bir şeydi bu: “Ne ile karnımı doyuracağım?”

Böyle düşünüp yürürken ilerideki otlukta bir geyik gördü. Geyik arada sırada etrafına bakınıp tekrar ot yemeye başlıyordu. Sonra aniden koşmaya başladı. Aynı anda yan taraftaki çalılıktan iki tane kaplan fırladı. Biraz sonra geyiğin önüne iki kaplan daha çıkınca geyik dört yandan sarılmıştı. Belli ki kaplanlar geyiği yakalamak için tuzak kurmuşlardı. En iyi savunma hücumdu. Cesur geyik, son bir gayretle ileri atıldı. Kendisine en yakın kaplana sivri boynuzlarıyla müthiş bir kesme vurdu. Kaplan kanlar içinde sırtüstü yuvarlandı. Hafif yana döndü. Önündeki ikinci kaplana da aynı şekilde vurmak istedi. Fakat tutturamadı. Peşinden gelen diğer kaplanlar da yetişmişti. Geyik ne kadar kuvvetli olursa olsun, üç tane kaplanla baş etmesi olanaksızdı. Kaplanlar, güçlü pençeleriyle vurarak geyiği yere yuvarladılar ve öldürüp yediler. Daha sonra çekilip gittiler.

Genç Kaplan olduğu yerde donup kalmıştı. İnanılmaz gözlerle bakıyordu. Gördüğü bir vahşetti. Fakat orman kanunları böyleydi. Zayıf daha kuvvetliye yem oluyordu. “Demek ki” dedi, “kaplanlar böyle karınlarını doyuruyorlarmış. Ben de kaplan olduğuma göre, benim de canlıları avlayıp yemem lazım. Ama ben karnımı doyurmak için diğer hayvanları öldüremem. Kimse beni öldürmeye alıştırmadı. Öldürmeyi bilmiyorum ve öldürmenin gerekliliğine inanmıyorum. Geyik ot yiyerek besleniyordu. Gücü kuvveti de yerindeydi. Ot yiyen hayvanlar güçlü oluyormuş. Başka çarem yok; ya aç kalacağım ya da ot yiyeceğim. Varsın “kaplan ot yer mi”, varsın “ot yiyen kaplan olur mu” desinler.

Oduncu İle İhtiyar Adam

Oduncunun biri ırmak boyunda odun keserken baltasını düşürmüş. Ne yapsın? Oturmuş, başlamış ağlamaya. O sırada oradan geçen ihtiyar bir adam oduncunun haline acımış. Irmağa dalmış, bir altın balta çıkarmış. “Bu mu senin baltan?" diye sormuş. Oduncu “Bu değil" demiş. İhtiyar adam yine dalmış, bir gümüş balta çıkarmış. Oduncu “Bu da değil" deyince ihtiyar adam sudan asıl baltayı çıkarmış.

İhtiyar adam oduncuya doğru söylediği için mükafat olarak altın balta ile gümüş baltayı da vermiş.

Oduncu evine dönünce başından geçenleri komşusuna anlatmış. Komşusu onu kıskanmış. Ertesi gün ırmak boyuna gitmiş. Baltasını suya atmış. Sonra başlamış ağlamaya. İhtiyar adam hemen gelmiş.

“Nedir senin derdin?" diye sormuş. Durumu öğrenince ırmağa dalıp bir altın balta çıkarmış. “Bu mu senin baltan?" diye sormuş.

Oduncu çok sevinmiş. “Evet, bu!" demiş. Ama ihtiyar adam onun yalancılığına çok kızmış. Altın baltayı vermediği gibi, asıl baltasını da sudan çıkarmamış.

Kusurlu Adaylar

Aslan mı ölmüş, yoksa ortalıktan kaybolmuş da bir yerlere mi gitmiş? Belli değil. Yalnız hayvanlar toplanmışlar; Kendimize yeni bir baş, bir yönetici seçelim demişler.

Deve ile fil adaylıklarını koymuş. Ama maymun ordu bozan ya, hemen atılmış:

- Onlar kim, yönetici olmak kim? demiş."Herkesi kendinize mi güldüreceksiniz? Deve dediğin kızgınlık nedir bilmez. Kötülük işleyenleri hep hoş görür. Fil desen bir domuz yavrusu görmeye... Koca gövdesine bakmadan fellik fellik kaçacak delik arar. İkisi de baş olmaz." demiş.

(İşte böyle... Kimsenin aklına düşüne gelmeyen bir küçük neden, bazen kişilerin yolunda engeller, alı koyar. )

Kuyruksuz Tilki

Bir varmış, bir yokmuş... Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken...

Şimdi size tilki ile Henife Bacı'nın masalını anlatacağım. Bir zamanlar Henife Bacı diye bir ihtiyar kadın varmış. Kendi halinde, kimsesiz, zavallı bir kadınmış. Köylüler bunu çok severmiş. Her sene bu köyde yaylaya gidilirmiş. Giderken, Henife Bacı'yı da götürürlermiş.

Bu sene de yaz gelmiş, yaylaya çıkmışlar. Yaylada ot çok, su çok, hayvanlar yiyor, içi besleniyor. Tereyağı yapıyorlar, petekler var, bal tutuyorlar. O yazı öyle yaylada çalışarak geçiriyorlar.Henife Bacı'nın da bir kaç tene keçisi, koyunu varmış. Onlardan biraz kendine göre tereyağı yapmış, bir iki petekten biraz bal tutmuş.

Derken güz gelmiş. Bunlar yüklenip köye dönecekler; arabalarını yüklemişler. Henife Bacı'nın da bir eşeği varmış. Yüklerini eşeğine yüklemiş, köylülerin arkasından yavaş yavaş geliyormuş, bir taşın yanından geçerken, Henife Bacı su dökmek ihtiyacı duymuş. Eşeğini durdurmuş, taşın arkasında oturmuş. Demek ki bunu da bir kurnaz tilki takip etmiş. Biliyor ki kimsesizdir, fukara bir kadındır, sahibi yoktur. Gidip bunun küplerini aşağıya indiriyor, tereyağını yiyor, içine çıtısını, pıtısını yapıyor. Sora balı yiyor, içine işiyor, tekrar koyuyor yerine; hiç ellememiş gibi çıkıp gidiyor.

Henife Bacı işini görüp, eşeğinin başına dönüyor, yavaş yavaş gidiyor köye. O akşam çok yorgundur. Küpleri indirip koyuyor salona, dinleniyor, yatıyor. Sabahleyin :

- Bir bakayım tereyağ ile balım nasıldır? Bir iki lokma yiyeyim. Henife Bacı küpün ağzını açıyor, bakıyor ki ne pis bir koku düşmüş içine, pislik var içinde.

- Allah Allah! Bu nerden geldi? diyor. Kadın şaşıtıyor. Diğerinin ağzını açıyor,bakıyor ki yine pislik!!!

- Vay bunu benim başıma kim etti? diyor. Düşünüp taşınıyor, bir türlü aklına bir fikir gelmiyor. Sonra bir bakıyor ki, kapısının önünde bir dibek taşı varmış; bu dibek taşının üstüne bir tilki gelip oturmuş :

- Henife Bacı, Henife Bacı! Yağını yedim, balını yedim, içine çıtımı pıtımı ettim, verdim elan. Vayyy! Demek benim başıma bu tilki bele oyun oynadı. Tilki senin alacağın olsun. Allah büyüktür.;

Tilki her gün böyle geliyor, bu kadının böyle hem yağını yiyip, hem balını yiyip, hem de kadıncağızı kızdırıyor. Diyor ki:

- Sen dur tilki, ben de senin başına bir oyun oynayayım sen de gör.

Kalkıp gidiyor, köye varıyor. Oradan buradan biraz kara sakız getiriyor, dibek taşının üstüne koyuyor. Güneş vuruyor, o kara sakız eriyor. Tilkinin haberi yok tabi. Tilki geliyor, taşın üstüne oturuyor. Oturur oturmaz bağırıyor :

- Henife Bacı, Henife Bacı! Yağını yedim, balını yedim; içine çıtımı pıtımı ettim, verdim elan. diye.

- Tamam, sen bir dur!.. Gidip köpekleri çağırıyor,

- Hella hella!..Bu tilkiyi tutun!

Valla tilki yapışmış kara sakıza. O yana dönüyor, bu yana dönüyor, bir türlü kendini kurtaramıyor. Hızla kalkarken kuyruğu kopuyor. Tilki gidiyor ama kuyruğu kalıyor. Henife Bacı diyor ki :

- İşte ben de senin başına oyun ettim.

Alıp kuyruğu getiriyor eve. Getirip o temiz kara sakızları yiyor, boncuk takıyor, zil takıyor, süslüyor püslüyor, asıyor pencerenin önüne. Tilki gidiyor geliyor, boynunu büküyor, kuyruğuna bakıyor .Yalvarıp yakarıyor :

- Henife Bacı, ben ettim sen etme; kuyruğumu ver. Ben tilkilerin içine gidemiyorum. Üstüme geliyorlar.

- Valla ölsem vermem. Yağımı, balımı getirmezsen vermem.

Tilki gidiyor geliyor, Henife Bacı’nın içi acıyor:

- Neyse, baldan, yağdan vazgeçtim; git bana iki büyük yoğurt getir, o zaman senin kuyruğunu vereyim.

Tilki - Peki diyor. O yana gidiyor bu yana gidiyor, bir bakıyor ki bir kuru yoncanın içinde üç dört tane koyun otluyor. Koyunlara yalvarıyor:

- Koyun, Koyun!... N’olor kurban olam, bana biraz süt verin, yoğurt verin Henife Bacı'ya götüreyim, belki benim kuyruğumu verir.

Koyunlar :

- Git bize ot getir, otu yiyelim, sana süt verelim.

Tilki gidiyor. Güz zamanıdır, yoncada ne ot var, ne bişi. Kurumuş kalmış her yer. Gidip oturuyor tarlanın başında, yoncaya diyor :

- Yonca, yonca!... N’olor bana biraz ot ver, ben götüreyim koyun yesin; süt versin,

yoğurt yapayım vereyim Henife Bacı’ya. Benim kuyruğumu versin.

Yonca : - Valla biz şimdi sana veremeyiz. Git biraz su getir, bizi sula ki biz yeşerelim, ondan sonra sana ot verelim; sen de götür ver koyuna, sana süt versin.

Tilki oraya gidiyor buraya gidiyor bakıyor ki, dereler donmuş, sular akmıyor. Kendi kendine diyor :

- Ben nerden getiririm?

Kaçıp gidiyor çocukların yanına :

- Ayşe, Fatma, Memo!... Gelin bu buzun üstünde oynayın, buz kırılsın; belki su akar, gideyim yoncaya, yonca yeşersin, ben de biçip götüreyim koyuna yesin süt versin; yoğurt yapayım götürüp vereyim Henife Bacıya; sonra benim kuyruğumu versin.

Çocuklar :

- Valla bizim ayağımız yalınayaktır. Git bize ayakkabı getir, ayakkabıyı giyelim sana su verelim.

Tilki kalkıp gidiyor ayakkabıcıya,ayakkabıcıya yalvarıyor :

- N’olor, iki üç çift ayakkabı ver bana. Götürüp vereyim çocuklara, giysinler buzun üstünde oynasınlar; belki buz kırılır, su akıp gider yoncaya, yonca yeşerir, ot verir. Otu vereyim koyuna,koyun yesin süt versin; sütü yoğurt yapayım, vereyim Henife Bacı’ya, sonra benim kuyruğumu versin.

- Peki ne paran var, ne pulun var? Ben sana ayakkabı nasıl vereyim? Git bir sepet dolu yumurta getir.

Tilki gidiyor tavukların yanına,tavuklara yalvarıyor :

- Tavuklar, kurban olayım, biraz yumurta verin. Götürüp vereyim ayakkabıcıya, bana birkaç çift ayakkabı versin, götürüp vereyim çocuklara, oynasınlar buzun üstünde,buz kırılsın,su aksın, gitsin yoncaya yeşertsin; otu alıp koyunlara vereyim bana süt versinler, ondan yoğurt yapayım Henife Baci'ya,benim kuyruğumu versin.

Tavuklar diyor :

- Vallahi biz ne yiyelim? Git bize bir tencere buğday getir; Biz yiyelim sana yumurta verelim.

Tilki kaça kaça gidiyor, bakıyor bir tarlada harman yapılıyor. Bir teneke buluyor, doldurup buğdayı kaçıp getiriyor, döküyor tavukların önüne. Tavuklar yiyorlar,ondan sonra yumurtluyorlar. Sepeti yumurta ile dolduruyor, alıp götürüyor ayakkabıcıya :

- Al sana yumurta.

O da diyor: - Al sana üç çift ayakkabı.

Alıp getiriyor çocuklara,çocuklar çok seviniyorlar. Buz üstünde hopluyorlar hopluyorlar buz kırılıyor,su akıyor. Su geliyor yoncaya, yonca yemyeşil ot veriyor. Bu güzelce otu biçiyor, götürüyor koyuna. Koyun otu yiyor, iki kap dolusu süt veriyor. Tilki alıp götürüyor Henife Bacı'ya. Diyor:

- Al Henife Nene, al bunu mayala, yoğurt yap, benim kuyruğumu ver. Hadi yine neyse, sana acımam geldi.

Kuyruğu güzelce bunun arkasına dikiyor. Kuyruğundan da güzel güzel boncuklar, ziller, pullar pırıl pırıl parlıyor. Tilki şişe şişe, kuyruğunu sallıya sallıya gidiyor ormana, tilkilerin içine. Tilkiler hepsi toplanmışlar.

- Vay ağa geldi, paşa geldi. Sen nerden geldin? Sen bu kuyruğu nerden buldun?

- Valla istiyorsanız, size de yaparım aynısını. Sırrını size diyeyim.

Diyorlar - Söyle, ne olsa yaparız.

- Peki, gelin. Bu köyün altında bir dere var. Sizi götüreyim oraya, kuyruklarınızı koyun derenin içine, donacak kuyruklarınız; sabah işte böyle olur. Ama böyle sabaha kadar soğuktan donsanız da, sudan çıkmayacaksınız.

Tilkiler tamam diyorlar.

Yirmi, yirmi beş tene tilki giriyorlar derenin içine, hepsi böyle yan yana duruyorlar. O da gidiyor uzakta bir yerde oturuyor. Akşam serindir, ayazdır tabi, su donuyor. Kuyruklar bütün birbirine yapışıyor. O kadar soğuktur ki ;sabaha karşı bizim tilki bağırıyor, köpekleri çağırıyor :

- Hala, hala!... Gelin bu tilkilere!

Köpekler bağırıyorlar, çağırıyorlar, hücum ediyorlar. Canını kurtaran tilki kaçıyor, kuyruğu kalıyor, tilki kaçıyor, kuyruğu kalıyor... Valla dere tilki kuyruğu ile doluyor. Ondan sonra gidip neneyi çağırıyor :

- Henife Bacı, Henife Bacı! .. Gel bak, ne kadar sana kuyruk topladım.

Henife Bacı koşa koşa geliyor; sevine sevine kuyrukları topluyor, götürüyor eve. Hepsini açıyor, kendine, güzel bir post yapıyor, sobanın yanına koyuyor; kışın üstünde sıcak sıcak oturuyor. Tilki de alıp kuyruğunu kaçıyor. Ama öbür tilkilerin yanına korkudan gidemez tabi, o da başka tarafa gidiyor.

Henife Bacı da postunun üstünde oturup yoğurdunu yiyor. Yiyip içip muradına eriyor.

Kral İsteyen Kurbağalar

İtalyan Masalı

Çok eski zamanlardan birinde Olympos dağının doruklarında Tanrı Jüpiter yaşarmış. Dağların, denizlerin, hayvanların, insanların kralıymış.

Dağın eteklerinde kocaman bir göl varmış. Bu gölün sakinleri de geveze kurbağalarmış. İlk başlar kurbağalar neşe içinde hür yaşarlarmış.

İstediklerini istedikleri zaman yaparlarmış.

Kimse karışmazmış onlara. Bir süre sonra kurbağalar bu özgür hayattan sıkılmaya başlamışlar. Göklere yükselen vraklamalarla Jüpiter’den kendilerine bir kral göndermesini istemişler:

"Kral hayatımıza yön versin, ne yapacağımızı bize söylesin."Jüpiter önce pek dikkate almamış kurbağaların bu isteğini. Ama öylesine gürültülü, öylesine gevezeymişler ki dayanamamış, eline geçirdiği bir ağaç parçasını yukarıdan gölün ortasına fırlatmış.

Bir şeyin şrak diye gölün ortasın düşmesi kurbağaları susturmuş.

Uzun süre bağırmışlar. Bu suskun krallarının yanına yaklaşmaya da korkuyorlarmış.

"Tanrı Jüpiter’in gönderdiği bu sessiz kralın sağı solu belli mi olur, değil mi? Uysal gibi görünür, ama birden yaklaşanın da canına okuyabilir." diye düşünmüşler.

Epey bir zaman sonra genç kurbağalardan biri ağaca yaklaşmış, yavaş yavaş yanına gitmiş, önce dokunmuş, sonra üzerine çıkmış, ardından üzerinde zıplamaya başlamış. Bu kral ne yaparsan yap hiç sesini çıkarmıyormuş!

Göldeki bütün kurbağalar krallarının yanına koşmuşlar, üzerine çıkmışlar, tepinmişler.

Bütün gün orada oyalanmışlar. Sonunda bir gün içinde kralları pis ve yosunlu hale gelmiş. Kurbağalar da krallarından bıkmışlar. Ertesi gün Jüpiter’den kral istemişler.

Öylesine yüksek perdeden bağırıyorlarmış ki Jüpiter dayanamamış.

Ama bu sefer kurbağalara kral olarak yılanı göndermiş!

Şimdiye dek krallarının sessiz ve zararsız olduğundan yakınan kurbağalar bu kez de krallarının kendileri için ne kadar tehlikeli olduğundan yakınmaya başlamışlar.

Yeni krallarının yanına yaklaşamıyorlarmış bile.

Yılan, çevrede bulduğu kurbağaları bir lokmada midesine indiriyormuş.

Kurbağalar yeni kral için vıraklamaya başlamışlar.

Jüpiter şöyle demiş: "Size önce iyi ve uysal kral verdim, beğenmediniz. O halde şimdi kötü ve vahşi kralınızı beğenmek zorundasınız. Çünkü bunu da istemezseniz, daha kötüsüne razı olmak zorunda kalabilirsiniz."

İşte o günden beri budala kurbağalara yılanlar krallık edermiş.

Kibirlinin Burnu

İyi kalpli vezir, ülkenin sultanı ile iyi geçiniyor, halkın sorunlarına çare bulmaya çalışıyordu. Onun başarısı etraftaki bazı arkadaşlarının kıskançlığı sonucu istenmedik davranışlara yol açıyordu.

Yine bir gün iyi kalpli Sultan ile Veziri konuşuyorlardı.

Sultan:

-Kötü insana kendi kötülüğü yeter. Başka bir şey yapmaya gerek yok!"derler. Ne güzel söz değil mi? dedi.

-Evet efendim! Gerçekten öyle, dedi Vezir.

Biraz sonra, Vezir dairesine gitti. Birçok iş sahibi onu bekliyordu. Hepsinin işini sıkılmadan güler yüzle halletti.

Vezir akşam evine vardı. Hanımı ve çocuklarıyla yemek yedi. İnsan vezir de olsa hanımını ve çocuklarını ihmal etmemeliydi. Yemekten sonra hanımına ve çocuklarına günü nasıl geçirdiklerini sordu. Onlara sevgi gösterdi. Hep beraber yatsı namazını kıldılar. Cemaat oldular. "Cemaat olursa namazın sevabı daha fazla olur" dedi iyi kalpli Vezir. Sonra Kur'an-ı Kerim okudu. Ardından herkez yatağına çekildi.

Ertesi gün, onu kıskanıp kötülük yapmayı düşünen bir arkadaşı ziyaretine geldi. Kendisini Sultan'la görüştürmesini rica etti. Kalbinde kötülük olmayan Vezir de "Hallederiz"dedi.

Biraz sonra arkadaşı, Sultan'ın huzuruna çıkarılmıştı bile. Adam şöyle konuştu:

-Muhterem Sultanımız. Sizin bu Vezir'iniz benim yakın arkadaşımdır. Fakat maalesef kendisini sizden bile büyük görüyor. Çok kibirli...

-Ne diyorsun?

-İnanmassanız dikkat edin. Sizinle konuşurken burnunu tutacak. Kibir ve gururdan başını öteki tarafa çevirecektir!..

-Olur mu öyle şey?

-Deneyin, göreceksiniz efendim...

Konuşması bitti, dışarı çıktı. Vezir gülüyordu. Arkadaşı ona dedi ki:

-Beni Sultan'la görüştürdüğün için çok teşekkür ederim. Ben de seni öğle yemeğine davet ediyorum.

-Canım ne lüzum var?

-Gelmezsen darılırım. Yoksa bizim yemeklere tenezzül etmiyor musun?

Vezir mecburen ziyafete gitti. Ziyafette bol soğanlı, sarımsaklı çorbalar, mantılar yendi içildi...

Yemekten sonra Vezir, hızla saraya döndü.

Öğleden sonra birçok işi vardı. Bir ara Sultan'ın çavuşu geldi. Sultan'ın kendisini hemen beklediğini haber verdi.

Sultan'ı ayakta gören Vezir:

-Efendim beni emretmişsiniz, dedi.

-Yaklaş... Yanıma yaklaş, sana bir şey vereceğim.

Vezir yaklaştı. Fakat ağzı soğan sarmısak kokmasın diye, eliyle ağzını kapattı. Sultan ona eğildikçe, Vezir başını çeviriyordu. Sultan çok üzüldü. ´´Demek söylenenler doğruymuş`` diye düşündü. Masanın üzerinde kapalı bir şekilde duran zarfı aldı, ona verdi.

- Bunu kendi elinle başvezire teslim eyle!..

Sultan böyle emirnameler ile sevdiklerini elçi tayin ederdi. Vezir hayırlı işte acele edeyim diyerek derhal yola koyuldu.

Yolda yine arkadaşını gördü. Arkadaşı merak etti. O da her şeyi anlattı.

-Sultan heralde çok sevdiği birisine yardım ediyor ki böyle acele etti. Elden emirname gönderiyor, dedi.

Arkadaşı yine çok rica etti. Sabahleyin bende ondan böyle bir şey istedim. Belki benim için yazılmış bir emirdir. Ne olur bana ver de kendi elimle götüreyim diye yalvardı. Vezir kabul etti. Nasıl olsa ´´İyi arkadaşım olduğunu Sultan biliyor kızmaz`` diye düşündü. Biraz sonra "Başvezir" mektubu okudu şunlar yazılıydı. -Bu mektubu sana getireni derhal öldüreceksin, sonra da "kibirli burnunu kesip" saraya yollayasın!.. Baş Vezir tereddüt etmeden, "emri" yerine getirdi. Akşam üzeri Veziri gören Sultan pek şaşırdı!

-Sen burada ne arıyorsun? diye sordu.

O da yolda arkadaşına rasladığını ve olanları anlattı.Tam konuşurlarken çavuş yanlarına geldi. Elinde kapaklı tabak tutuyordu.

-Bunu "başvezir" yolladı efendim, dedi.

Kapağı açtılar içinden kocaman bir insan burnu vardı. Yanındaki kağıtta şunlar yazılıydı:

"Kibirli Burnu"

Sultan artık dayanamadı, sordu:

-Sen bugün bugün başını neden uzaklaştırıyordun?

Vezir güldü:

-Ağzımın kokusu sizi rahatsız etmesin diye efendim. Öğle yemeğine arkadaşım davet etmişti. Fazlaca soğan sarmısak yemiştik.

Sultan hem sevindi hem üzüldü ve şunları mırıldandı:

Kötü insana kendi kötülüğü yetişir.

Kibritçi Kız

Bir yılbaşı gecesiydi. Dondurucu, kavurucu bir soğuk vardı. Yoldan geçenler paltolarının yakasını kaldırmışlar, atkılarına bürünmüşler, hızlı hızlı yürüyorlardı. Kimi evine geç kalmış, acele ediyor, kimi bir eğlence yerine gidiyordu.

Çocuklar koşuyorlar, birbirlerine kartopu atıyorlardı. Gecenin zevkini en çok onlar çıkarıyorlardı. Kahkahalarla gülüyorlar, sevinçle haykırıyorlardı.

Yalnız bir çocuk vardı ki gelip geçenler onun farkında değillerdi. Ufak bir kız çoçuğu. Başı açık, elbisesi yama içinde, yoksul bir kızcağız. Bir kapının önüne büzülmüş, çıplak ayaklarını altına almıştı. Soğuktan morarmış tir tir titriyordu. Üzerinde oturduğu taş basamakta buz gibiydi.

Yavrucağız da sanki donmuş, bir buz parçası kesilmişti.

Geniş bir mukavva kutunun içine sıralanmış kibrit kutularına bakarken gözleri yaşarıyordu.

Evet, bu bir kibritçi kızdı. O gün bir tek kutu kibrit bile satamamıştı. Satsa, bir kaç kuruş para kazansa, kalkıp evine gider, annesiyle birlikte hiç olmazsa bir kase sıcak çorba içerdi. Gidemiyordu, çünkü o gün hiç kibrit satamadığını annesine söylemekten çekiniyordu. Soğuktan, üzüntüsünden titreyen kısık,incecik sesiyle "Kibrit var, kibrit"diye bağırıyordu. Sokaktan geçenlerin hiçbiri başını çevirip bakmıyordu...

Ah hiç olmazsa ayaklarında terlikleri olsaydı! Biraz önce, sokak sokak dolaşırken, hızla geçen bir arabanın önünden kaçmış, kaçarken terlikleri ayağından fırlamıştı.

Karşı kaldırıma geçtikten sonra, dönüp bakmış hınzır bir çocuğun terlikleri kapıp kaçtığını görmüştü. Arkasından seslenmişti ama, çocuk alaylı alaylı seslenerek koşa koşa uzaklaşmıştı.

Kibritçi kız bunun üzerine bir kapının girintisine sığınmış, oracığa kıvrılıp oturmuştu.

Parmakları donmuş, sızlamaya başlamıştı. Kızcağız bu acıya dayanamadı, kutulardan birini açıp bir kibrit çıkardı. Parmakları uyuşmuştu, kibrit çöpünü elinde güçlükle tutuyordu. Eli titreye titreye çöpü duvara sürttü. Kibrit birden alev aldı; tatlı, yumuşacık, turuncu bir alev.

Zavallı kız, kibriti bir elinden öbür eline geçirerek, parmaklarını ısıttı. İçi de ısınmıştı. Sanki gürül gürül yanan bir ocağın karşısındaydı. Gözleri aleve dikilmiş, düşlere dalmıştı: Güzel bir odada, büyük bir ocağın karşısında oturuyordu. Arkasında kalın bir yünlü hırka, ayaklarında kürklü terlikler vardı.

Isınmış, terlemeye bile başlamıştı... Derken kibrit sönüverdi. Kibritin sönmesiyle, o tatlı düşlerde sona ermişti. Kızcağızın parmakları yeniden donmaya, sızlamaya başlamıştı.

Bir kibrit daha yaktı. Bu sırada soğuk bir rüzgar esti. Kız kibrit sönmesin diye, duvardan yana döndü. Öbür elini aleve siper etti. Aleve bakarken, karşısındaki duvar sanki eridi, birden açıldı, içerisi göründü. İçeride geniş bir oda vardı. Kar gibi bembeyaz örtü yayılmış bir masanın üzerine tabak tabak yiyecekler dizilmişti. Sofrada gümüş şamdanlar yanıyor, odayı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kızcağız'ın gözleri sofranın ortasında, büyük bir tabağa konulmuş, nar gibi kıpkırmızı kaz kızartmasına dikilmişti. Ağzı sulandı. Elini oraya doğru uzattı. Kibrit yana yana sonuna gelmişti, parmağını yakıyordu. Kızcağız çöpü yere atıverdi. Atmasıyla birlikte, yılbaşı sofrası siliniverdi, gözlerinin önüne taş duvar yeniden dikildi.

Üçüncü kibrit daha fazla düşler yarattı:Bir yaz gecesi...Kibritçi Kız kırda bir ağacın altına oturmuş, yıldızlara bakıyor. Gece olduğu halde hava sıcak. Altındaki toprak, gündüz güneşten ısınmış, fırın gibi yanıyor... Küçük kız gözlerini yıldızlardan ayıramıyordu. Uzaktan uzağa gece kuşları ötüyor, kurbağalar bağrışıyordu.

Derken bir yıldız kaydı, gökyüzüne geniş bir yay çizerek uzaklaştı, söndü. Kızcağız: 'işte, biri daha öldü' diye mırıldandı. Bir gün, ninesi söylemişti: Her yıldız düştükçe yeryüzünden biri ölürmüş... Ninesini bir daha görebilmek için bir kibrit daha çaktı. Soğuktan kaskatı kesilmiş, beyni durmuştu. O şimdi sokak ortasında olduğunu unutmuş, düşler dünyasına dalmıştı. Kibritin alevinde yine ninesini görüyor, onun sesini işitir gibi oluyordu. İşte ninesi geliyordu. Lapa lapa yağan karların arasından bir melek gibi iniyordu... Geldi, geldi...Kollarını açtı, torununu kucakladı, aldı göklere doğru götürdü...

Ertesi sabah, yoldan geçenler, bir evin basamağında donmuş kalmış kızcağızın ölüsünü buldular. Yanı başında bir sürü boş kibrit kutusu vardı.

-Zavallı kız ısınmak için bütün kibritlerini yakmış dediler... Bu kibritlerin alevinde onun ne düşler gördüğünü bilemezlerdi ki.

Keloğlan Ve Kuyudaki Dev

Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde develer tellalken, pireler berberken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallarken; ülkenin birinde bir kasaba varmış. Bu kasabanın kenar mahallelerindeki bir kulübede, çok fakir bir keloğlan ile ihtiyar annesi yaşamakta imiş. Keloğlan çok akıllı ve becerikli olmasına rağmen çalışmaktan hoşlanmaz, tembel tembel evde oturmayı, ne buldu ise yiyip, içmeyi ve uyumayı severmiş. Tembel mi tembel, saçsız kafası ile de çok çirkin olduğu için herkes ona keloğlan dermiş. Keloğlanın ihtiyar annesi ise el çamaşırı yıkar, hem kendini, hem de tembel keloğlanı beslemeğe çalışır, zorluklar içinde geçinirlermiş.

Her nasılsa Keloğlanın canı çarşıya çıkıp dolaşmak istemiş. Bir de bakmış ki, uzakta bir kalabalık var. Kalabalığın ortasında bir adam bağıra bağıra bir şeyler söylüyor. Kalabalıktaki insanlarda onu dinlermiş. Bizim Keloğlanda kalabalığa sokularak bu adamın dediklerini dinlemiş. Adam meğer şehrin tellallarından biriymiş. Keloğlanın dinlemekte olduğu tellal şöyle demekteydi.

-Ağır bir iş için bir adama ihtiyaç vardır. Bu işi görecek adama yüz altın verilecektir. Talip olacak kimse varsa ortaya çıksın....

Keloğlan etrafta toplanan kalabalıktan ses seda çıkmadığını görünce ve bu işin sonunda yüz de altın verileceğini öğrenince tellala:

-Bu işi ben yaparım, yalnız bu yapılacak işi hemen bana söyle, demiş.

Tellal Keloğlanı şöyle bir süzdükten sonra, gözü tutmamış olacak ki:

-Oğlum, sen bu işi yapamazsın, iş çok zordur. Bunu ancak akıllı, becerikli ve cesur adamlar başarabilir. Ben bunları sende göremiyorum, deyince; Keloğlan:

-Ummadığın taş baş yarar. Ben bu işi başarırım, diye cevap vermiş. Etrafta toplanan kalabalıktan alaylı gülüşmeler yükselmiş. Bu sırada tellal onun biraz da fakir haline acıyarak:

-Pekala oğlum...Madem ki kendine güveniyorsun sana şimdi yapacağın işi tarif edeyim...Uzak bir ülkeden mal getirmeye gidilecek... Yolculuk at sırtında olacak, ama sen bu yolculuğa katlanabilecek misin?.. diye sorunca.

Keloğlan:

-Ben yaparım dediğim her şeyi yaparım. Elbette katlanırım, karşılığını vermiş. Tellal:

-Madem ki bu kadar güvenin var, bende sana bu işi veriyorum...Paranı şimdi mi, yoksa dönüşte mi istersin? Keloğlan da:

-Şimdi verinde birazı yanımda bulunsun, geri kalanını anneme harçlık bırakırım, der.

Bu şartlarla anlaşmaya varan Keloğlan sevinçle annesine koşarak durumu anlatır ve

yanındaki parayı annesine bırakarak veda edip yapacağı işe gider.

Toplantı yerine gelen Keloğlan, yolculuğun hazır olduğunu ve kafilenin kendisini beklemekte olduğunu görür. Kafile başkanı Keloğlana hazır olup olmadığını sorar. hazır olduğunu öğrenince küçük kafile hemen atlara binerek yola koyulur... İki gün durup dinlenmeden yol alırlar. Üçüncü gün Keloğlanın at sırtındaki yolculuktan vücudunun her tarafı ağrımaya başlar. Ama verdiği sözü ve aldığı parayı düşünerek sabırla yola devam eder. Artık akşam yaklaşmıştır. Kafile başkanı mola için kervanı durdurur. Keloğlan biraz dinleneceği için sevinmiştir. Ama bu sevinci çok sürmez. Atlar bağlandıktan sonra kafile başkanı kendini çağırır. dersimiz.com Keloğlana der ki:

-Keloğlan, şurada bir kuyu görüyorsun...

-Evet, der bizim Keloğlan.

-İşte şimdi, o kuyuya ineceksin... Korkmazsın değil mi?...

Keloğlan kuyunun yanına gider bir sağına, bir soluna ve eğilip içine bakar, kafile başkanına dönerek:

-Ne var bunda korkacak, elbette inerim. der. keloğlan korksa bile korktuğunu belli etmemeğe çalışarak kuyuya inme hazırlığına başlar. Etrafını saran yol arkadaşları Keloğlan'ın beline kalın bir ip bağlarlar, kuyuya sarkıtırlar.

Keloğlan kuyunun yarısına gelince sağ tarafında karanlıkta aniden bir kapı açılır. Adamın biri Keloğlan'ı kucakladığı gibi bu kapıdan içeri çeker... Neye uğradığını anlayamayan Keloğlan kendine gelince, bir de ne görsün!.. Geniş bir bahçe ve bu bahçenin ortasında büyük bir saray durmuyor mu?.. Sarayın bahçesinde güllerin arasında Dünya güzeli bir kız oturmuş, arkasında bir dudağı yerde, bir dudağı gökte iri ve koyu siyah renkte bir zenci ayakta durmakta. çiçeklerin arasında bir tavus kuşu dolaşmaktadır. Şaşkınlıkla bunları seyre dalan Keloğlan birden arkasında gürleyen bir sesle aklı başından gider. Dönüp bakınca, ne görsün?... Koca bir dev. Arkasında durmuyor mu!.. Dev korkunç bir sesle:

-Eyyyy, adem oğlu!... Söyle bakalım, şu gördüklerinden hangisi daha güzel?..

Keloğlan korkudan tir tir titremeğe başlar. Ne cevap vereceğini şaşırır ama, biraz sonra aklı başına gelir ve biraz düşündükten sonra:

-Gönül neyi severse güzel odur sultanım, der.

Dev, aldığı cevaptan memnun gibi görünür ve Keloğlan'a tekrar sorar.

-Şu kız çok güzel, şu tavus kuşu çok hoş ama, şu zenci çok çirkin, çok kötü!.. Buna ne dersin?..

Keloğlan artık ilk şaşkınlık ve korkudan kurtulmuştur. Yine cevabı yapıştırır:

-Gönül neyi severse, güzel odur sultanım, diye tekrar aynı cevabı yapıştırır.

Aldığı cevaptan çok hoşlanan dev, Keloğlan'a:

-Aferin, sen akıllı bir çocuğa benziyorsun diye Keloğlan'a hemen yanındaki, ağaçtan kopardığı üç tane büyük narı verir. Ve:

-Al bu narları. Dönüşte annenle birlikte yersin, diyerek Keloğlan'ın yanından ayrılmış.

Meğer Dev, her kuyuya inen insana bu soruları sorar fakat, bir türlü istediği akıllıca cevabı alamayınca çok kızar, hemen kellesini uçurur, sonra da etlerini yer, kafatasını sarayın duvarlarına asarmış. Böylece kuyuya inenlerin çoğu, Dev'in bu soruları karşısında kimi kız güzel, kimi tavuskuşu diye Dev'e cevap verirlermiş. Bu cevaplardan memnun kalmadığı için kuyuya inen bir daha yukarı çıkamazmış. Dev'in yanından ayrılan Keloğlan tekrar çıkış kapısına gelip yukarı nasıl çıkacağını düşünürken birden yukardan, su almak için sarkıtılmış bir kovanın kendisine doğru geldiğini görünce, Keloğlan hemen bu kovadan tutarak yukarı çıkar.

Keloğlan'ı sapasağlam yukarı çıktığını gören arkadaşları, şaşkınlıktan ağızları bir karış açık, gözlerine inanamazlar ve birbirlerine bakışırlar. Zira kervancılar bu kuyudan su almak istedikleri zaman her seferinde Dev'e bir insanı kurban vermeleri adetmiş. Yol arkadaşları onu böyle sapasağlam, güler yüzlü görünce tabii şaşkınlıktan kendilerini alamamışlar. Kafile başkanı merakını yenemeyerek Keloğlan'a:

-Şimdiye kadar bu kuyuya salladığımız adamlardan hiçbiri geri dönmemiştir. Sen nasıl oldu da bu kuyudan sağlam çıktın evlat?...

Keloğlan güler yüzle şu cevabı verir:

-Nasıl çıktıysam çıktım.. Çıktım ya!... Siz ona bakın.

Yeniden kafile yola koyulmuş. Varacakları o uzak ülkeye varmış.Atlara malları yükleyerek memlekete dönmüşler.

Keloğlan elindeki Nar'ları sevinçle evine dönünce, annesi yine her zamanki gibi, el çamaşırı yıkamakta bulur. Annesi de oğlu geldiği için sevinmiştir. Yemekler yenir.Yemekten sonra da Keloğlan, Dev'in verdiği Nar'lardan birini çıkarıp yemek için ikiye böler. Bir de ne görsün? Dev'in verdiği Nar tanelerinin her biri meğer çok kıymetli birer mücevher değilmiymiş... Bunun değerini anlayan Keloğlan, zaman zaman bunların her birini azar azar satmış.. Ve Keloğlan öylesine zengin olmuş ki, artık ne kelliği kalmıştır, ne de çirkinliği, ne de annesinin çamaşırcılığı. Mutlu bir hayata kavuşmuşlar..

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...