Kibirlinin Burnu

İyi kalpli vezir, ülkenin sultanı ile iyi geçiniyor, halkın sorunlarına çare bulmaya çalışıyordu. Onun başarısı etraftaki bazı arkadaşlarının kıskançlığı sonucu istenmedik davranışlara yol açıyordu.

Yine bir gün iyi kalpli Sultan ile Veziri konuşuyorlardı.

Sultan:

-Kötü insana kendi kötülüğü yeter. Başka bir şey yapmaya gerek yok!"derler. Ne güzel söz değil mi? dedi.

-Evet efendim! Gerçekten öyle, dedi Vezir.

Biraz sonra, Vezir dairesine gitti. Birçok iş sahibi onu bekliyordu. Hepsinin işini sıkılmadan güler yüzle halletti.

Vezir akşam evine vardı. Hanımı ve çocuklarıyla yemek yedi. İnsan vezir de olsa hanımını ve çocuklarını ihmal etmemeliydi. Yemekten sonra hanımına ve çocuklarına günü nasıl geçirdiklerini sordu. Onlara sevgi gösterdi. Hep beraber yatsı namazını kıldılar. Cemaat oldular. "Cemaat olursa namazın sevabı daha fazla olur" dedi iyi kalpli Vezir. Sonra Kur'an-ı Kerim okudu. Ardından herkez yatağına çekildi.

Ertesi gün, onu kıskanıp kötülük yapmayı düşünen bir arkadaşı ziyaretine geldi. Kendisini Sultan'la görüştürmesini rica etti. Kalbinde kötülük olmayan Vezir de "Hallederiz"dedi.

Biraz sonra arkadaşı, Sultan'ın huzuruna çıkarılmıştı bile. Adam şöyle konuştu:

-Muhterem Sultanımız. Sizin bu Vezir'iniz benim yakın arkadaşımdır. Fakat maalesef kendisini sizden bile büyük görüyor. Çok kibirli...

-Ne diyorsun?

-İnanmassanız dikkat edin. Sizinle konuşurken burnunu tutacak. Kibir ve gururdan başını öteki tarafa çevirecektir!..

-Olur mu öyle şey?

-Deneyin, göreceksiniz efendim...

Konuşması bitti, dışarı çıktı. Vezir gülüyordu. Arkadaşı ona dedi ki:

-Beni Sultan'la görüştürdüğün için çok teşekkür ederim. Ben de seni öğle yemeğine davet ediyorum.

-Canım ne lüzum var?

-Gelmezsen darılırım. Yoksa bizim yemeklere tenezzül etmiyor musun?

Vezir mecburen ziyafete gitti. Ziyafette bol soğanlı, sarımsaklı çorbalar, mantılar yendi içildi...

Yemekten sonra Vezir, hızla saraya döndü.

Öğleden sonra birçok işi vardı. Bir ara Sultan'ın çavuşu geldi. Sultan'ın kendisini hemen beklediğini haber verdi.

Sultan'ı ayakta gören Vezir:

-Efendim beni emretmişsiniz, dedi.

-Yaklaş... Yanıma yaklaş, sana bir şey vereceğim.

Vezir yaklaştı. Fakat ağzı soğan sarmısak kokmasın diye, eliyle ağzını kapattı. Sultan ona eğildikçe, Vezir başını çeviriyordu. Sultan çok üzüldü. ´´Demek söylenenler doğruymuş`` diye düşündü. Masanın üzerinde kapalı bir şekilde duran zarfı aldı, ona verdi.

- Bunu kendi elinle başvezire teslim eyle!..

Sultan böyle emirnameler ile sevdiklerini elçi tayin ederdi. Vezir hayırlı işte acele edeyim diyerek derhal yola koyuldu.

Yolda yine arkadaşını gördü. Arkadaşı merak etti. O da her şeyi anlattı.

-Sultan heralde çok sevdiği birisine yardım ediyor ki böyle acele etti. Elden emirname gönderiyor, dedi.

Arkadaşı yine çok rica etti. Sabahleyin bende ondan böyle bir şey istedim. Belki benim için yazılmış bir emirdir. Ne olur bana ver de kendi elimle götüreyim diye yalvardı. Vezir kabul etti. Nasıl olsa ´´İyi arkadaşım olduğunu Sultan biliyor kızmaz`` diye düşündü. Biraz sonra "Başvezir" mektubu okudu şunlar yazılıydı. -Bu mektubu sana getireni derhal öldüreceksin, sonra da "kibirli burnunu kesip" saraya yollayasın!.. Baş Vezir tereddüt etmeden, "emri" yerine getirdi. Akşam üzeri Veziri gören Sultan pek şaşırdı!

-Sen burada ne arıyorsun? diye sordu.

O da yolda arkadaşına rasladığını ve olanları anlattı.Tam konuşurlarken çavuş yanlarına geldi. Elinde kapaklı tabak tutuyordu.

-Bunu "başvezir" yolladı efendim, dedi.

Kapağı açtılar içinden kocaman bir insan burnu vardı. Yanındaki kağıtta şunlar yazılıydı:

"Kibirli Burnu"

Sultan artık dayanamadı, sordu:

-Sen bugün bugün başını neden uzaklaştırıyordun?

Vezir güldü:

-Ağzımın kokusu sizi rahatsız etmesin diye efendim. Öğle yemeğine arkadaşım davet etmişti. Fazlaca soğan sarmısak yemiştik.

Sultan hem sevindi hem üzüldü ve şunları mırıldandı:

Kötü insana kendi kötülüğü yetişir.

Kibritçi Kız

Bir yılbaşı gecesiydi. Dondurucu, kavurucu bir soğuk vardı. Yoldan geçenler paltolarının yakasını kaldırmışlar, atkılarına bürünmüşler, hızlı hızlı yürüyorlardı. Kimi evine geç kalmış, acele ediyor, kimi bir eğlence yerine gidiyordu.

Çocuklar koşuyorlar, birbirlerine kartopu atıyorlardı. Gecenin zevkini en çok onlar çıkarıyorlardı. Kahkahalarla gülüyorlar, sevinçle haykırıyorlardı.

Yalnız bir çocuk vardı ki gelip geçenler onun farkında değillerdi. Ufak bir kız çoçuğu. Başı açık, elbisesi yama içinde, yoksul bir kızcağız. Bir kapının önüne büzülmüş, çıplak ayaklarını altına almıştı. Soğuktan morarmış tir tir titriyordu. Üzerinde oturduğu taş basamakta buz gibiydi.

Yavrucağız da sanki donmuş, bir buz parçası kesilmişti.

Geniş bir mukavva kutunun içine sıralanmış kibrit kutularına bakarken gözleri yaşarıyordu.

Evet, bu bir kibritçi kızdı. O gün bir tek kutu kibrit bile satamamıştı. Satsa, bir kaç kuruş para kazansa, kalkıp evine gider, annesiyle birlikte hiç olmazsa bir kase sıcak çorba içerdi. Gidemiyordu, çünkü o gün hiç kibrit satamadığını annesine söylemekten çekiniyordu. Soğuktan, üzüntüsünden titreyen kısık,incecik sesiyle "Kibrit var, kibrit"diye bağırıyordu. Sokaktan geçenlerin hiçbiri başını çevirip bakmıyordu...

Ah hiç olmazsa ayaklarında terlikleri olsaydı! Biraz önce, sokak sokak dolaşırken, hızla geçen bir arabanın önünden kaçmış, kaçarken terlikleri ayağından fırlamıştı.

Karşı kaldırıma geçtikten sonra, dönüp bakmış hınzır bir çocuğun terlikleri kapıp kaçtığını görmüştü. Arkasından seslenmişti ama, çocuk alaylı alaylı seslenerek koşa koşa uzaklaşmıştı.

Kibritçi kız bunun üzerine bir kapının girintisine sığınmış, oracığa kıvrılıp oturmuştu.

Parmakları donmuş, sızlamaya başlamıştı. Kızcağız bu acıya dayanamadı, kutulardan birini açıp bir kibrit çıkardı. Parmakları uyuşmuştu, kibrit çöpünü elinde güçlükle tutuyordu. Eli titreye titreye çöpü duvara sürttü. Kibrit birden alev aldı; tatlı, yumuşacık, turuncu bir alev.

Zavallı kız, kibriti bir elinden öbür eline geçirerek, parmaklarını ısıttı. İçi de ısınmıştı. Sanki gürül gürül yanan bir ocağın karşısındaydı. Gözleri aleve dikilmiş, düşlere dalmıştı: Güzel bir odada, büyük bir ocağın karşısında oturuyordu. Arkasında kalın bir yünlü hırka, ayaklarında kürklü terlikler vardı.

Isınmış, terlemeye bile başlamıştı... Derken kibrit sönüverdi. Kibritin sönmesiyle, o tatlı düşlerde sona ermişti. Kızcağızın parmakları yeniden donmaya, sızlamaya başlamıştı.

Bir kibrit daha yaktı. Bu sırada soğuk bir rüzgar esti. Kız kibrit sönmesin diye, duvardan yana döndü. Öbür elini aleve siper etti. Aleve bakarken, karşısındaki duvar sanki eridi, birden açıldı, içerisi göründü. İçeride geniş bir oda vardı. Kar gibi bembeyaz örtü yayılmış bir masanın üzerine tabak tabak yiyecekler dizilmişti. Sofrada gümüş şamdanlar yanıyor, odayı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kızcağız'ın gözleri sofranın ortasında, büyük bir tabağa konulmuş, nar gibi kıpkırmızı kaz kızartmasına dikilmişti. Ağzı sulandı. Elini oraya doğru uzattı. Kibrit yana yana sonuna gelmişti, parmağını yakıyordu. Kızcağız çöpü yere atıverdi. Atmasıyla birlikte, yılbaşı sofrası siliniverdi, gözlerinin önüne taş duvar yeniden dikildi.

Üçüncü kibrit daha fazla düşler yarattı:Bir yaz gecesi...Kibritçi Kız kırda bir ağacın altına oturmuş, yıldızlara bakıyor. Gece olduğu halde hava sıcak. Altındaki toprak, gündüz güneşten ısınmış, fırın gibi yanıyor... Küçük kız gözlerini yıldızlardan ayıramıyordu. Uzaktan uzağa gece kuşları ötüyor, kurbağalar bağrışıyordu.

Derken bir yıldız kaydı, gökyüzüne geniş bir yay çizerek uzaklaştı, söndü. Kızcağız: 'işte, biri daha öldü' diye mırıldandı. Bir gün, ninesi söylemişti: Her yıldız düştükçe yeryüzünden biri ölürmüş... Ninesini bir daha görebilmek için bir kibrit daha çaktı. Soğuktan kaskatı kesilmiş, beyni durmuştu. O şimdi sokak ortasında olduğunu unutmuş, düşler dünyasına dalmıştı. Kibritin alevinde yine ninesini görüyor, onun sesini işitir gibi oluyordu. İşte ninesi geliyordu. Lapa lapa yağan karların arasından bir melek gibi iniyordu... Geldi, geldi...Kollarını açtı, torununu kucakladı, aldı göklere doğru götürdü...

Ertesi sabah, yoldan geçenler, bir evin basamağında donmuş kalmış kızcağızın ölüsünü buldular. Yanı başında bir sürü boş kibrit kutusu vardı.

-Zavallı kız ısınmak için bütün kibritlerini yakmış dediler... Bu kibritlerin alevinde onun ne düşler gördüğünü bilemezlerdi ki.

Keloğlan Ve Kuyudaki Dev

Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde develer tellalken, pireler berberken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallarken; ülkenin birinde bir kasaba varmış. Bu kasabanın kenar mahallelerindeki bir kulübede, çok fakir bir keloğlan ile ihtiyar annesi yaşamakta imiş. Keloğlan çok akıllı ve becerikli olmasına rağmen çalışmaktan hoşlanmaz, tembel tembel evde oturmayı, ne buldu ise yiyip, içmeyi ve uyumayı severmiş. Tembel mi tembel, saçsız kafası ile de çok çirkin olduğu için herkes ona keloğlan dermiş. Keloğlanın ihtiyar annesi ise el çamaşırı yıkar, hem kendini, hem de tembel keloğlanı beslemeğe çalışır, zorluklar içinde geçinirlermiş.

Her nasılsa Keloğlanın canı çarşıya çıkıp dolaşmak istemiş. Bir de bakmış ki, uzakta bir kalabalık var. Kalabalığın ortasında bir adam bağıra bağıra bir şeyler söylüyor. Kalabalıktaki insanlarda onu dinlermiş. Bizim Keloğlanda kalabalığa sokularak bu adamın dediklerini dinlemiş. Adam meğer şehrin tellallarından biriymiş. Keloğlanın dinlemekte olduğu tellal şöyle demekteydi.

-Ağır bir iş için bir adama ihtiyaç vardır. Bu işi görecek adama yüz altın verilecektir. Talip olacak kimse varsa ortaya çıksın....

Keloğlan etrafta toplanan kalabalıktan ses seda çıkmadığını görünce ve bu işin sonunda yüz de altın verileceğini öğrenince tellala:

-Bu işi ben yaparım, yalnız bu yapılacak işi hemen bana söyle, demiş.

Tellal Keloğlanı şöyle bir süzdükten sonra, gözü tutmamış olacak ki:

-Oğlum, sen bu işi yapamazsın, iş çok zordur. Bunu ancak akıllı, becerikli ve cesur adamlar başarabilir. Ben bunları sende göremiyorum, deyince; Keloğlan:

-Ummadığın taş baş yarar. Ben bu işi başarırım, diye cevap vermiş. Etrafta toplanan kalabalıktan alaylı gülüşmeler yükselmiş. Bu sırada tellal onun biraz da fakir haline acıyarak:

-Pekala oğlum...Madem ki kendine güveniyorsun sana şimdi yapacağın işi tarif edeyim...Uzak bir ülkeden mal getirmeye gidilecek... Yolculuk at sırtında olacak, ama sen bu yolculuğa katlanabilecek misin?.. diye sorunca.

Keloğlan:

-Ben yaparım dediğim her şeyi yaparım. Elbette katlanırım, karşılığını vermiş. Tellal:

-Madem ki bu kadar güvenin var, bende sana bu işi veriyorum...Paranı şimdi mi, yoksa dönüşte mi istersin? Keloğlan da:

-Şimdi verinde birazı yanımda bulunsun, geri kalanını anneme harçlık bırakırım, der.

Bu şartlarla anlaşmaya varan Keloğlan sevinçle annesine koşarak durumu anlatır ve

yanındaki parayı annesine bırakarak veda edip yapacağı işe gider.

Toplantı yerine gelen Keloğlan, yolculuğun hazır olduğunu ve kafilenin kendisini beklemekte olduğunu görür. Kafile başkanı Keloğlana hazır olup olmadığını sorar. hazır olduğunu öğrenince küçük kafile hemen atlara binerek yola koyulur... İki gün durup dinlenmeden yol alırlar. Üçüncü gün Keloğlanın at sırtındaki yolculuktan vücudunun her tarafı ağrımaya başlar. Ama verdiği sözü ve aldığı parayı düşünerek sabırla yola devam eder. Artık akşam yaklaşmıştır. Kafile başkanı mola için kervanı durdurur. Keloğlan biraz dinleneceği için sevinmiştir. Ama bu sevinci çok sürmez. Atlar bağlandıktan sonra kafile başkanı kendini çağırır. dersimiz.com Keloğlana der ki:

-Keloğlan, şurada bir kuyu görüyorsun...

-Evet, der bizim Keloğlan.

-İşte şimdi, o kuyuya ineceksin... Korkmazsın değil mi?...

Keloğlan kuyunun yanına gider bir sağına, bir soluna ve eğilip içine bakar, kafile başkanına dönerek:

-Ne var bunda korkacak, elbette inerim. der. keloğlan korksa bile korktuğunu belli etmemeğe çalışarak kuyuya inme hazırlığına başlar. Etrafını saran yol arkadaşları Keloğlan'ın beline kalın bir ip bağlarlar, kuyuya sarkıtırlar.

Keloğlan kuyunun yarısına gelince sağ tarafında karanlıkta aniden bir kapı açılır. Adamın biri Keloğlan'ı kucakladığı gibi bu kapıdan içeri çeker... Neye uğradığını anlayamayan Keloğlan kendine gelince, bir de ne görsün!.. Geniş bir bahçe ve bu bahçenin ortasında büyük bir saray durmuyor mu?.. Sarayın bahçesinde güllerin arasında Dünya güzeli bir kız oturmuş, arkasında bir dudağı yerde, bir dudağı gökte iri ve koyu siyah renkte bir zenci ayakta durmakta. çiçeklerin arasında bir tavus kuşu dolaşmaktadır. Şaşkınlıkla bunları seyre dalan Keloğlan birden arkasında gürleyen bir sesle aklı başından gider. Dönüp bakınca, ne görsün?... Koca bir dev. Arkasında durmuyor mu!.. Dev korkunç bir sesle:

-Eyyyy, adem oğlu!... Söyle bakalım, şu gördüklerinden hangisi daha güzel?..

Keloğlan korkudan tir tir titremeğe başlar. Ne cevap vereceğini şaşırır ama, biraz sonra aklı başına gelir ve biraz düşündükten sonra:

-Gönül neyi severse güzel odur sultanım, der.

Dev, aldığı cevaptan memnun gibi görünür ve Keloğlan'a tekrar sorar.

-Şu kız çok güzel, şu tavus kuşu çok hoş ama, şu zenci çok çirkin, çok kötü!.. Buna ne dersin?..

Keloğlan artık ilk şaşkınlık ve korkudan kurtulmuştur. Yine cevabı yapıştırır:

-Gönül neyi severse, güzel odur sultanım, diye tekrar aynı cevabı yapıştırır.

Aldığı cevaptan çok hoşlanan dev, Keloğlan'a:

-Aferin, sen akıllı bir çocuğa benziyorsun diye Keloğlan'a hemen yanındaki, ağaçtan kopardığı üç tane büyük narı verir. Ve:

-Al bu narları. Dönüşte annenle birlikte yersin, diyerek Keloğlan'ın yanından ayrılmış.

Meğer Dev, her kuyuya inen insana bu soruları sorar fakat, bir türlü istediği akıllıca cevabı alamayınca çok kızar, hemen kellesini uçurur, sonra da etlerini yer, kafatasını sarayın duvarlarına asarmış. Böylece kuyuya inenlerin çoğu, Dev'in bu soruları karşısında kimi kız güzel, kimi tavuskuşu diye Dev'e cevap verirlermiş. Bu cevaplardan memnun kalmadığı için kuyuya inen bir daha yukarı çıkamazmış. Dev'in yanından ayrılan Keloğlan tekrar çıkış kapısına gelip yukarı nasıl çıkacağını düşünürken birden yukardan, su almak için sarkıtılmış bir kovanın kendisine doğru geldiğini görünce, Keloğlan hemen bu kovadan tutarak yukarı çıkar.

Keloğlan'ı sapasağlam yukarı çıktığını gören arkadaşları, şaşkınlıktan ağızları bir karış açık, gözlerine inanamazlar ve birbirlerine bakışırlar. Zira kervancılar bu kuyudan su almak istedikleri zaman her seferinde Dev'e bir insanı kurban vermeleri adetmiş. Yol arkadaşları onu böyle sapasağlam, güler yüzlü görünce tabii şaşkınlıktan kendilerini alamamışlar. Kafile başkanı merakını yenemeyerek Keloğlan'a:

-Şimdiye kadar bu kuyuya salladığımız adamlardan hiçbiri geri dönmemiştir. Sen nasıl oldu da bu kuyudan sağlam çıktın evlat?...

Keloğlan güler yüzle şu cevabı verir:

-Nasıl çıktıysam çıktım.. Çıktım ya!... Siz ona bakın.

Yeniden kafile yola koyulmuş. Varacakları o uzak ülkeye varmış.Atlara malları yükleyerek memlekete dönmüşler.

Keloğlan elindeki Nar'ları sevinçle evine dönünce, annesi yine her zamanki gibi, el çamaşırı yıkamakta bulur. Annesi de oğlu geldiği için sevinmiştir. Yemekler yenir.Yemekten sonra da Keloğlan, Dev'in verdiği Nar'lardan birini çıkarıp yemek için ikiye böler. Bir de ne görsün? Dev'in verdiği Nar tanelerinin her biri meğer çok kıymetli birer mücevher değilmiymiş... Bunun değerini anlayan Keloğlan, zaman zaman bunların her birini azar azar satmış.. Ve Keloğlan öylesine zengin olmuş ki, artık ne kelliği kalmıştır, ne de çirkinliği, ne de annesinin çamaşırcılığı. Mutlu bir hayata kavuşmuşlar..

Kıymetli Tuz

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde... Pire berber iken, deve tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken.

Tıngır elek, tıngır felek demişler, bu masalı şöyle anlatmışlar.Bir varmış, bir yokmuş, evvel zamanda bir padişah ile bunun üç kızı varmış. Bir gün bu padişah kızlarını başına toplamış, beni ne kadar seversiniz? Demiş. En büyük kız dünyalar kadar, ortanca kızı kucak kadar, küçük kızı da tuz kadar severim demiş.

Padişah küçük kızın cevabına çok sinirlenmiş, insan tuz kadar sevilir mi demiş, ardından küçük kızını cellada teslim etmiş. Cellat, kızı kesmek için dağa götürmüş. Kız cellada yalvarmış, sen de babasın, bana kıyma demiş.

Cellat, kızın yalvarmalarına dayanamamış, onun yerine bir hayvan kesmiş, kızın gömleğini kesilen hayvanın kanına bulayıp padişaha getirmiş.

Küçük kız yollara düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş, bir köye ulaşmış. Orada köyün zenginlerinden birine kul köle olmuş, büyümüş, çok güzel bir kız olmuş. Güzelliği ilden ile, dilden dile yayılmış, kısmet bu ya bir başka padişahın oğluyla evlenmiş.

Aradan bir hayli zaman geçmiş, başından geçenleri kocasına anlatmış, babamları yemeğe çağıralım demiş. Kocası da olur demiş. Gereken hazırlıklar yapılmış, padişah babası ziyafete çağrılmış.

Kızın padişah babası söylenen günde avanesiyle birlikte ziyafete gelmiş. Padişah ve beraberindekiler sofraya oturduğunda yemekler sırayla gelmeye başlamış. Ama kız, aşçısına bütün yemeklerin tuzsuz olmasını tembih etmiş. Padişah hangi yemeğe saldırdıysa eli geri gitmiş, yemeklerin hiçbirini yiyememiş.

O sırada küçük kızı padişahın sofrasından ayağa fırlamış. Padişahım, duyduğuma göre sen küçük kızını seni tuz kadar seviyormuş dediği için öldürtmüşsün demiş. Padişahın söz söylemesine fırsat vermeden işte o küçük kız benim demiş ve bütün yemekleri tuzsuz yaptırdım ki kıymetimi anlayasın sözlerini eklemiş.

Padişah yaptığından utanarak küçük kızının boynuna sarılmış, tuzun ne kadar kıymetli olduğunu anlamış. Ondan sonra yeni bir dönem başlamış. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.

Kedi, Gelincik Ve Yavru Tavşan

Yavru tavşanındı bu saray.

Bir sabah bayan gelincik

zaptetti onu hemencecik.

Vay kurnaz, vay!

Ev sahibi evde bulunmadığından

kolay oldu bu iş pek kolay.

O gün şafakla çıkıp gitmişti tavşan.

Kırlar kekik kokuyordu, mis gibi kekik.

Bizimki yiyip içip mahzenine döndüğü zaman

gelincik pencereye dayamıştı burnunu.

Tavşan orda görünce onu:

"- Hey, bayan, dedi, çıkınız hemen

baba yadigarı evimden.

Yoksa haber yollarım bütün farelere ben.

Cevap verdi sivri burunlu türedi: "-Toprak onu ilk ele geçirenindir," dedi.

Savaşılmaya değerdi doğrusu ya,

Tavşanın bile sürünerek girdiği yuva.

"-Ne tuhaf iş, dedi gelincik, ne tuhaf iş.

Burası bir krallık olsa bile,

Tapusunu şuna, buna,

hatta bana değil de filanca oğlu falanca

tavşana kim vermiş?"

Falanca tavşan söz açtı geleneklerden:

"- Ben, dedi, ben,

kanun kuvvetiyle sahibim bu yere.

Burası babadan oğula kalır kanuna göre.

Böylelikle filandan kaldı falana falandan da kaldı bana.

Sanki 'ele ilk geçirmek' kanunu daha mı iyi?"

Gelincik dedi ki:

"-Uzatmayalım hikayeyi.

Davamızı halletsin, gidip görelim de Samur'u."

Keşiş gibi inzivada yaşayan bir kediydi bu.

Yüzü de gülerdi her zaman.

Evliya gibi bir şey, yağlı, tüylü, şişman.

Karışık işleri halletmekte de uzman.

Teklifi kabul etti tavşan.

İşte ikisi de kürklü beyin karşısındadır.

"-Yaklaşın çocuklarım, yaklaşın, dedi Samur, Artık ihtiyarladık da

sağır oldum biraz sağır."

Yaklaştı ikisi de çekinmeden.

Bizim sofu babalık da tam vaktinde doğruldu, attı iki pençesini hemen davacıları yutup aralarını buldu.

İşte çok defa böyle hakemlik eder küçüklere büyükler.

Karda Kaybolan Kent

O sabah, Marcovaldo'yu sessizlik uyandırdı. Havada tuhaf bir şey olduğu duygusuyla yataktan kalktı. Saatin kaç olduğunu anlayamıyordu, panjurların çubukları arasındaki ışık, günün, gecenin bütün saatlerindeki ışıktan başkaydı. Pencereyi açtı, kent yok olmuştu, yerini beyaz bir kağıt almıştı. Bakışını yoğunlaştırınca, beyazın ortasında neredeyse silinmiş kimi çizgiler seçti, çevredeki pencereler, damlar, sokak lambaları gibi olağan görünüşün çizgilerinin karşılıklarıydı, ama gece üzerlerine yağan karın altında kaybolmuşlardı.

"Kar!" diye bağırdı Marcovaldo karısına, daha doğrusu bağırmak istedi, ama sesi yavaş çıktı. Tıpkı çizgilerin, renklerin, perspektiflerin üzerine olduğu gibi gürültülerin, daha doğrusu gürültü yapma olanağının üzerine de kar yağmıştı; pamuk döşeli bir ortamda, sesler titreşemiyorlardı.

İşine yaya gitti; kar nedeniyle tramvay çalışmıyordu. Sokakta geçecek yol açarken, daha önce hiç duyumsamadığı gibi özgür buluyordu kendini. Kent sokaklarında kaldırımla taşıt yolu arasındaki yükseklik farkı yok olmuştu, taşıtlar yoldan geçemiyorlardı; Marcovaldo her adımda bacaklarının yarısına kadar kara batsa da, çoraplarının içine kar suyu sızsa da, yolun ortasından yürümek, çimenlere basmak, trafik çizgilerinin dışından karşıya geçmek, zikzak yaparak gitmek özgürlüğüne kavuşmuştu. Sokaklar, caddeler, dağların kayaları arasındaki bitmek bilmeyen ıssız boğazlar gibi uzanıyorlardı. Kim bilir bu örtünün altında gizlenen kent yine aynı kent miydi, yoksa gece bir başka kentle mi yer değiştirilmişti? Kim bilir şu beyaz yükseltilerin altında yine benzin pompaları, gazeteci kulübeleri, tramvay durakları mı vardı, yoksa yalnızca çuval çuval kar mı? Marcovaldo yürürken değişik bir kentte kaybolduğunu düşlüyordu; oysa adımları onu yine her günkü iş yerine, her zamanki ambara götürüyorlardı; eşikten içeri adım atar atmaz, dış dünyayı yok etmiş olan değişiklik, yalnızca çalıştığı firmayı esirgemiş gibi kendini yine aynı duvarların arasında bulunca şaşırdı.

Boyundan daha uzun bir kürek bekliyordu kendini. Ambar şefi Sinyor Viligelmo küreği uzatıp "kapının önündeki kaldırımı temizlemek bize düşüyor," dedi, "yani sana". Marcovaldo küreği koltuğunun altına alıp çıkmak için geri döndü.

Kar küremek çocuk oyuncağı değildi, hele midesi boş birisi için, ama Marcovaldo karı bir dost, yaşamının içine hapis edildiği kafesin duvarlarını yok eden bir etken sayıyordu. Büyük bir hevesle çalışmaya koyuldu, kaldırımdan sokağın ortasına kürek dolusu kar atmaya başladı.

Boşta gezen Sigismondo da kara gönül borcu duyuyordu; çünkü o sabah kar temizleyicisi olarak Belediyeye kaydını yaptırdığından, sonunda bir kaç günlüğüne de olsa işe kavuşmuştu. Ama bu duygu onu Marcovaldo gibi belirsiz hevesler yerine, şu kadar metrekare yeri temizleyebilmek için ne kadar metreküp kar kaldırması gerektiği gibi kesin hesaplara götürüyordu; kısaca ekip şefinin gözüne girmeyi ve -gönlünde yatan aslan buydu- işinde ilerlemeyi amaçlıyordu.

Sigismondo geriye dönünce ne görsün? Yolun daha yeni temizlediği bölümü, ötede, kaldırımdaki soluk soluğa bir adamın rastgele boşalttığı küreklerle yeniden karla örtülmeye başlamıştı. Tepesi attı. Kar dolu küreğini adamın göğsüne yönelterek ona doğru koştu.

"Bana baksana! Sen mi atıyorsun bu karı?"

"Ne? Neyi?" dedi, irkilen Marcovaldo; sonra kabullendi:

"Belki, evet."

"Öyleyse hemen küreğinle temizle, yoksa hepsini yediririm sana."

"Ama kaldırımı temizliyorum ben."

"Ben de sokağı."

"Nereye atayım peki?"

"Belediyede misin sen de?

"Yo. Sbav firmasındayım."

Sigismondo ona, karı kenara yığmayı öğretti, Marcovaldo'da onun bölgesini temizledi. Hoşnut, kürekleri kara saplı, yaptıkları işi seyre koyuldular.

"Yarım sigaran var mı?" diye sordu Sigismondo.

İkisi de birer yarım sigara yakarken, bir kar temizleme aracı, yanlarına düşen iki büyük beyaz dalga kaldırarak sokaktan geçti. O sabah her gürültü yumuşacıktı; ikisi de bakışlarını kaldırdıklarında, temizledikleri yerler yeniden karla örtülmüştü. "Ne oldu? Kar mı başladı?" Gözlerini gökyüzüne kaldırdılar. Makine süpürgelerini döndürerek köşeden dönmüştü bile.

Marcovaldo karı tıkız bir duvar gibi yığmayı öğrendi. Böyle küçük duvarlar oluşturmayı sürdürürse sadece kendisi için sokaklar yapabilecek, nereye gittiğini sadece kendisi bilecek, başka herkes bu sokaklarda yolunu şaşıracaktı. Kenti yeni baştan düzenleyecek, kimsenin gerçek evlerden ayırt edemeyeceği, evler gibi yüksek tepeler dikecekti. Belki de artık bütün evlerin dışı da içi de kara dönüşecekti; anıtlarıyla, çan kuleleriyle, ağaçlarıyla kardan bir kent, kürek vuruşlarıyla yıkıp bir başka biçimde yeniden yapılabilen bir kent.

Kaldırımın kenarında bir yerde büyükçe bir kar birikintisi vardı. Marcovaldo onu da duvarlarıyla aynı yüksekliğe getirmek için düzeltmeye başlamıştı ki, bir otomobil olduğunu anladı; yönetim kurulu başkanı Kommendatore Alboino'nun arabasıydı, her tarafı karla kaplıydı, Bir otomobille bir kar yığını arasındaki ayrımın bu kadar az olduğunu görünce, Marcovaldo kürekle bir otomobil biçimlendirmeye koyuldu. Sonuç başarılı oldu; doğrusu ikisinden hangisinin gerçek olduğu anlaşılmıyordu. Son düzeltmeleri yaparken Marcovaldo küreğe takılan döküntülerden yararlandı; paslı bir teneke kutu bir farın biçimlendirilmesini sağladı; bir musluk parçası da kapının kolu oldu.

Sıra sıra kapıcılar, odacılar, postalar selam durdular, başkan Kommendatore Alboino büyük kapıdan çıktı. Miyoptu, aceleciydi, kararlı bir biçimde süratle otomobiline doğru yürüdü, sarkan musluğu kavradı,çekti, başını eğdi ve boynuna kadar kara saplandı.

Marcovaldo çoktan köşeden kıvrılmıştı, avluyu kürüyordu.

Avluda ki çocuklar kardan adam yapmışlardı.

"Burnu eksik!" dedi içlerinden biri.

"Ne koyalım oraya? Havuç!" Hepsi kendi mutfağına, sebzelerin arasında havuç aramaya koştu.

Marcovaldo kardan adamı seyre dalmıştı. "Karın altında, neyin kar neyin karla kaplı olduğu ayırt edilemiyor; bir insan uymuyor buna, çünkü benim şu karşıdaki değil, ben olduğum biliniyor."

Düşüncelere daldığı için damdan iki kişinin bağırdığını duymadı: "Hey, kardeş, çekilsene biraz oradan!" Dam temizleyicileriydi. Birden, üç kental kar başından aşağıya indi.

Çocuklar ele geçirdikleri havuçlarla döndüler. "A, bir kardan adam daha yapmışlar!" Avlunun ortasında, yan yana, birbirinin aynı iki kardan adam vardı.

"İkisine de burun takalım!" deyip, iki kardan adamın kafalarına birer havuç batırdılar.

Diriden çok ölü gibi olan Marcovaldo, içine gömülüp buz kestiği kılıfı yaran bir yiyeceğin geldiğini duyumsadı. Hemen ağzına attı.

"Anne havuç yok oldu!" Çocuklar çok korkmuşlardı.

En yüreklileri umudunu yitirmedi. Yedek bir burnu vardı, bir biberdi; biberi kardan adama taktı. Kardan adam biberi de yuttu.

Bunun üzerine kardan adama burun olarak bir mangal kömürü takmayı denediler. Marcovaldo olanca gücüyle kömürü tükürdü. "İmdat! Canlı! Canlı!" Çocuklar kaçıştılar.

Avlunun bir köşesinde bir ısı bulutunun yükseldiği bir parmaklık vardı. Marcovaldo, ağır kardan adam adımlarıyla oraya gidip durdu. Kar sırtından aşağı eridi, oluk oluk giysilerinden aktı; soğuktan şişmiş, buz kesmiş bir Marcovaldo çıktı ortaya.

Küreği aldı ısınmak için avluda çalışmaya koyuldu. Bir hapşırık burnunun ucuna gelmiş, orada duruyor, dışarı çıkmaya karar veremiyordu. Marcovaldo gözleri yarı kapalı yürüyordu, hapşırık hep burnunun ucuna tünemiş duruyordu. Birden sanki homurdanır gibi "Haaaap..." yaptı, "...şu" ise bir mayın patlamasından daha güçlü oldu. Havanın yer değiştirmesi nedeniyle Marcovaldo duvara çarptı.

Hapşırma havanın yer değiştirmesinin ötesinde, gerçek bir hortum oluşturmuştu. Avludaki bütün kar havalandı, bir kasırgada olduğu gibi savruldu, yukarıya çekilip gökyüzünde billurlaştı.

Baygın Marcovaldo gözlerini açtığında, avlunun her yeri temizlenmişti, bir tek kar tanesi bile kalmamıştı. Marcovaldo'nun gözleri önünde, gri duvarları, ambarın sandıkları, sıkıcı, itici bütün günlerin nesneleri ile, her zamanki avlu belirdi.

Kamyon

Kamyon, Zincirli Han'ın dar ve basık kapısından, yan duvarlara sürtünüp sıvaları dökerek ve üzerine bağlanmış sepetlerle çuvalları dört tarafa fırlatarak ıkına sıkına çıktı. Şoför bir eliyle direksiyona yapışmış, dört metre genişliğindeki sokağın karşı tarafındaki berber dükkanlarına girmeden sola manevra yapabilmeye uğraşıyor, öteki eliyle de ağzına peynirli pide tıkıyordu. Toz, çamur, benzin, makine yağı tabakaların altında elbisesinin ve yüzünün rengi pek belli olmayan şoför yamağı arka tarafta durmuş, iki yana koşarak şoföre:

"İleri!.. Geri!.. Yana!.." diye işaretleri veriyor, bir taraftan da soğan ekmek tıkınıyordu. Kamyon, içindeki yirmi iki müşterisiyle beraber sokağa çıkıp biraz ilerledikten sonra durdu. Uzaktan doğru koşup gelen bir çocukla, otomobilde heybesini bacaklarının arasına almış değirmi sakallı birisi fiskos edip konuşmaya başladılar. Ara sıra duyulan "Buğday, veresiye defteri, şinik, sekiz metre kara di mi..." gibi sözlerden, İzmir'e giden manifaturacının oğluna dükkan idaresi ve köylülerle veresiye muamelesinin şekli hakkında son talimatı verdiği anlaşılıyordu. İkide birde sabırsızlıkla arkasına dönüp bakan şoföre şöyle bir başını çevirip:

"Dur azıcık... patlamadın a!.." diyor; sonra gözlerini müşterilerde de gezdirerek sözünün yalnız şoföre değil, başka sabırsızlanan varsa onlara da dokunur olduğunu anlatmak istiyordu.

Bu sırada, sırtındaki eski bir heybe ile çok genç bir köylü otomobile yaklıştı; tereddüt eder gibi bir müddet şoföre baktıktan sonra:

"İzmir'e mi?" diye sordu.

"Oraya!.."

"Beni de alır mısınız?"

"Yer yok!.."

Delikanlı hemen arkasını döndü, uzaklaşmaya başladı. Fakat şoförün penceresine dayanarak ona birtakım şeyler havale eden esmer, uzun boylu, sırım gibi incelmiş boyunbağlı birisi arkasından bağırdı:

"Gel buraya! Hey... Delikanlı!.."

Köylü döndü. Esmer, uzun boylu bir adam şoföre:

"Ne diye yer yokmuş, arkada bir yere sıkışır!.." dedi.

Bu adam kamyonun sahibi idi. Şoför yüzünü buruşturarak indi. Delikanlıdan yarım lira peşin aldı. Sonra, arabanın arka kapağını gevşeterek eğri bir şekle koyan ve üzerine çulları seren öteki köylüleri sıkıştırıp, yeni gelene bir yer açtı. Zaten dizleri üzerine çömelerek ancak sığışabilen yolcular hem; "olmaz, buraya nasıl sığar!" diye söyleniyorlar, hem de her setre pantolonlunun emrine itaate alışık bir tavırla birbirlerini iterek yer açıyorlardı. Genç köylü bir kıyıya çömeldi, heybesini altına aldı ve kamyon, hızla bir sarsıldıktan sonra yürüdü.

Şoförün yanında oturan siyah elbiseli, gümüş çerçeveli gözlük takmış, yaşlıca, sünepe tavırlı bir adam -Beyşehir tarafına dava toplamaya giden bir avukat,- başını arkaya çevirerek! "Uğurlar olsun cümlemize!" diye bağırdı. İçerdekiler hepsi birden aynı sözü tekrarladılar. Konya'dan çıkıp Beyşehir'e giden yolun başlangıcındaki dik yokuşu tırmanmaya başlayınca, herkes yanındaki ile veya çaprazlama ta öbür baştaki biriyle lafa koyuldu, birkaç kişi yalnız cıgara içip dumanını savuruyordu. Birbiri arkasına dizili tahta sıralarda oturmayıp yarım lira eksiğine en arkada yere çömelen ve kamyonun şiddetle sarsılan bu kısmında ikide birde, başlamak üzere olan uykularından fırlatılan köylüler, cıgara da içmeyerek, boş gözlerle bakışıyorlardı.

Sonradan gelen genç köylü ilk defa otomobile biniyordu. Benzi sapsarıydı. Bunun yarısı alışmadığı bir şeyde hızlı hızlı götürülmenin verdiği heyecan ve korkudan, yarısı da başka bir şeyden geliyordu.

Konya'ya bir saat ötedeki bir köyden olan bu delikanlı otomobile binmişti, İzmir'e gidecekti. Araba İzmir'e gelince şoför yolcuları selâmetlemeden evvel nedense yol parasının üstünü toplamak âdetindeydi. Bunu genç köylü de biliyordu, fakat yazık ki şoförün bu isteğini yerine getirecek vaziyette değildi. Yanında beş parası bile yoktu.

Mahsuller para etmeyince, vergiler ödenmez hale gelince, evde tuz, gaz tükenip yerine yenisi konmayınca oğul babasını bir kenara çekmiş:

"Baba, ben gidip şehirlerde çalışayım. Bak, köyün yarısı gitti, İzmir'de çok iş varmış. Fabrikalarda adamına göre yarım lire yevmiye bile veriyorlarmış. Kışın burada kalıp yük olacağıma, gidip ekmeğimi ararım, harman zamanında gene gelir, tarlada çalışırım...! demişti. İhtiyar babasının aklı ermedi ve fakirlikten söz söyleyemez, fikir ortaya atamaz hale geldiği için peki dedi. Ve on sekiz yaşındaki delikanlı, bundan evvel İzmir'e gidip gelenlerden akıl danışmaya gitti.

İzmir'e gitmek için evvela Konya'dan otobüse binmek lazımdı. Beyşehir, Karaağaç, Ödemiş üzerinden iki üç günde varılıyordu. Yol parası beş lira idi. İzmir'e varınca hemşerileri bulup ötesini onlardan öğrenmek lazımdı.

Delikanlı bunun üzerine yol parası tedarikine çıktı. Fakat evindeki eski bir çifteye bir liradan fazla veren bulunmadı. Beş lira gibi mühim bir parayı köyde bir araya getirebilmek, bir hafta uğraştığı halde, mümkün olmadı. Ne yapacağını şaşırmış bir halde iken bakkalın oğluna rastladı. Bu çocuk bir zamanlar babasının yanından kaçıp şoför muavinliği yapmıştı. Kendisine akıl öğretti:

"Ülen, sen deli misin? Otomobile de para mı verilirmiş?.." dedi ve ona, şoföre yarım lirayı peşin verdikten sonra bir daha beş para vermemesini, İzmir'e yaklaştıkları zaman usulca arkadan atlayarak tüymesini ve İzmir'e yayan girmesini söyledi. Yalnız şunu da ilave etti:

"Amanın tetik ol, İzmir'e girmeden otomobili durdurup yol parasını toplarlar. Sen daha evvel atlamazsan yandığın gündür. Şoförler seni yatırıp suyunu çıkarana kadar döverler, üstelik de don gömlekten gayri neyin varsa alırlar..."

İşte bu on sekiz yaşındaki köylü delikanlısı, cebinden elli kuruşu peşin verdikten sonra, böylece on parasız otomobile binmiş, İzmir'e ameleliğe gidiyordu.

Yolculuğun ikinci günü akşamına doğru genç köylü olduğu yerde rahat oturamamaya başladı. Yola çıkalıdan beri açtı. Köyden beraber aldığı azıcık yufkayı daha biner binmez yemişti. Yanıbaşında kuru ve siyah bir ekmeği ağır ağır geveleyen köylülere yutkunarak bakıyor, sanki başı dönüyormuş gibi gözlerini kapayarak kafasını kamyonun sarsılan tahtalarına dayıyordu. Sonra birdenbire irkiliyor, yerinden azıcık doğrularak öne, şoföre doğru bakıyor, tekrar sıkıştığı yere büzülüyordu. İçinde, otomobil ilerledikçe büyüyen bir korku ona arasıra açlığını unutturuyor, yahut açlıkla karışarak onu sersemletiyordu. İzmir'e yaklaştıklarını yolcuların konuşmalarından anlamıştı. Fakat ne kadar yaklaştılar? Atlayacak, kaçacak zaman geldi mi? Eğer daha çok varsa bu Allah'ın dağlarında gece yarısı nasıl yolu bulacak, buralarda nasıl geceleyecek? Ya candarmaların eline düşerse?.. Ya şoför parayı vermeden atlayıp kaçtığını karakola haber verirse?.. O zaman candarmaların dayağı mı daha kötü idi, şoförün dayağı mı? Belki otomobildeki müşterilerden bir merhametli çıkar da bunu dövdürmezdi. Fakat bu kadar adamın içinde rezil olmak vardı. Üstelik don gömlekle kalacaktı. Bu kılıkta İzmir'e nasıl girer, hemşerilerini nasıl arardı? Atlamaktan başka çare yoktu...

Fakat atlamayı nasıl becerecekti? Kamyon, arkasından atılmış pamuk gibi bir toz yığını bırakarak koşuyor, dar dönemeçlerde, içindekileri bir yandan bir yana fırlatarak, kıvrıntılar yapıyordu. Birçok defa gördüğü halde hiç içine binmediği bu acayip şey, çıkardığı gürültü ve insanı sersem eden hızıyla, ciğerlere ve beyne dolan sıcak benzin kokusu ile birdenbire korkunç bir kılık alan bu makine ona anlaşılmaz bir ürkeklik veriyordu. Bu ara toz, gürültü ve sürat kargaşalığı içinde dumanlanan kafasından, bozuk bir rüya şeridi gibi, köyü, kendisine anlatılan İzmir'in hayalinde yarattığı vuzuhsuz şekilleri, şoförün benzin kokulu, Beyşehir'den inen siyah ceketinden fırlayan sıska ensesi geçiyordu.

Arasıra otomobil herhangi bir sebeple yavaşlar gibi olunca delikanlı yüzünde zaptemediği bir dehşet ifadesiyle yerinden fırlıyor, "acaba duracak mı? Para toplamaya mı başlayacak?" diyor; araba tekrar hızlanınca derin bir nefes alarak yerine çekiliyor ve atlamak için katî kararını veriyordu. Fakat nasıl atlayacak? Bu kamyon, bu gitgide gözünde büyüyen, bütün hislerine, alışamadığı ve ezici tesirler yapan korku makinesi kendisini bir kıskaç gibi yakalamıştı. Buradan kurtulmasına imkan olmadığını sanıyordu. Gözleri alev alev olmuş, dört tarafına bakınıyor, etrafındaki köylülerin, ön sıralarında oturan efendilerin hep kendisine baktıklarını, biraz kımıldasa yakasına yapışacaklarını zannediyordu. Alnından yanaklarına doğru terler akıyor ve şakaklarındaki ayva tüylerini ıslatıyordu.

Otomobil birdenbire yavaşladı. Yolun sol tarafı sarp bir kesme idi ve sağ tarafta, iki minare boyunda bir yar, esner gibi ağzını açmıştı. Yol birdenbire darlaşıyordu. Motorun hafifleyen gürültüsü arasında aşağıdan doğru gelen bir su şırıltısı duyuluyordu. Henüz taş bile döşenmemiş olan şosenin bu kısmında çökme ve kayma tehlikesi bulunduğu için yolcular burada yayan yürür ve otomobiller yavaş yavaş ilerlerdi. Bunun için otomobili tamamen durdurmadan şoför başını arkaya doğru çevirdi ve:

"Haydi beyler!" dedi.

Birdenbire arka tarafta bir hareket oldu: Delikanlı, gözleri dönmüş, korkudan titreyerek, kendini dışarıya, yolun üstüne fırlattı. Fakat daha durmamış olan otomobilden bu tersine atlayış ona muvazenesini kaybettirdi; olduğu yerde birkaç kere döndükten sonra aşağı boşa gitti ve eliyle çalılara tutunmaya çabalayarak, kafası sivri taşlara çarpa çarpa ve arkasından acı bir hışırtı ile akan topraklar ve ufak taşlarla birlikte, yardan aşağıya, şimdi şırıltısı daha çok duyulan dereye doğru yuvarlandı.

Kar Tanesi

Bir varmış,bir yokmuş...

Eski çağlarda, kuzey ülkelerinden birinde, ormanlar içindeki küçük bir köyde, Daniel adında bir çiftçi ve Anna adındaki karısı yaşıyorlarmış. Artık genç sayılmayacak yaşa gelmiş oldukları halde, Daniel ve Anna'nın çocukları yokmuş. Halleri vakitleri yerinde olduğundan, çocuksuz olmak, karı kocayı çok üzmekteymiş. Ama her ikisi de iyi kalpli insanlar oldukları için, yalnızlıklarını gidermek için türlü yollara sapar, huysuz ihtiyarlar gibi yaşamazlarmış.

Daniel ve Anna, köyün bütün çocuklarına sevgi gösterir, her fırsatta komşu çocuklar için pastalar yapar, onları evlerinde misafir eder ve ağırlarlarmış. Ayrıca evlerinde altı tane kedi, dört tane de köpekleri varmış. Yalnız ev hayvanlarına değil, ormanda yaşayan yaratıklara da iyi davranırlarmış. Bütün bunlara rağmen, yaşlı karı koca, bir çocukları olsa daha da mutlu olacaklarını düşünmekten kendilerini alamazlar mış. Bir kış günü, Daniel ve Anna'nın yaşadıkları köyü karlar kaplamış. O kadar kar yağmış ki,evlerin kapıları dışarda biriken kar yüzünden açılamaz olmuş. Çiftçiler bütün kış hazırlıklarını yazdan yapmış oldukları için evlerine çekilmiş, burunlarını bile dışarı çıkarmıyor, gürül gürül yanan ocaklarının karşısın da oturup pencerelerinden dışarı bakıyorlarmış. Çiftçi çocukları ise, kar yağmaya başlayınca sabırsızlan mışlar.Bir önceki senenin kışında kar ve buzla kaplı oyun yerlerinde oynadıkları oyunları hatırlıyor ve dışarı çıkmak istiyorlarmış.

Nihayet ertesi günü kar dinince artık çocukları evde tutmak mümkün olmamış. Her tarafı diz boyu karla kaplı olan bahçeler, sabahın erken saatlerinde irili ufaklı çocuklarla dolmuş. Kimisi kar topu oynamaya, kimisi kayak kaydırmaya, kimisi de kardan adam yapmaya başlamış.

Daniel ve Anna pencerelerinden çocukları seyrederken kendileri de dışarı çıkıp karlar arasında oynamak hevesine kapılmışlar. Üstlerine kalın elbiseler giyip bahçeye çıkmışlar.

Yumuşak, temiz bir halı gibi ayakları altında ezilen karın içinde gezmek bile başlı başına bir eğlen ceymiş. Karı koca, arkalarından köpekleri koşturarak bahçede kovalamaca oynamışlar.

Bir müddet sonra yorulmaya başlayınca daha az hareketli bir oyun oynamaya karar vermişler. Komşu bahçede çocukların yaptığı kocaman bir kardan adama gözleri ilişen Anna, ellerini çırparak bağırmış:

--Daniel buldum... Değişiklik olsun diye biz de kardan bir kadın yapalım.

Daniel başını sallayarak itiraz etmiş:

--Hayır... Kardan bir çocuk yapalım.

Anna bu fikri çok beğenmiş. Hemen küçük bir kartopunu yerde yuvarlayarak büyütmüş ve bir kenara ayırmışlar. Bir yuvarlak kartopuna küçük kol ve bacaklar uydurmak için karları avuçlayıp şekil vermişler. Sonra daha küçük bir kartopundan da baş yapıp gövdenin üstüne oturtmuşlar. Usul usul kar parçasını yontarak kardan güzel bir çocuk yapmışlar. Çocuğun gözleri yerine iki yuvarlak kömür parçası, burnu yerine koni şeklinde bir küçük havuç, saçı yerine de bir tutam siyah at kılı yapıştırmışlar. O zaman kardan çocuk daha da güzelleşmiş.

İşin sonlarına doğru üşümeye başladığı için artık içeri girmeyi düşünen Anna,birden elinin üstünde ılık bir nefesin sıcaklığını hissetmiş. Hemen başını çevirip bakmış. Bir de ne görsün?.. Küçük kardan çocuğun gözleri beyaz karların arasında pırıl pırıl parlayıp dönmüyor mu?

Anna heyecanla kocasına seslenmiş:

--Daniel.. Hayal mi görüyorum? Bu kardan bebeğin gözleri oynuyor gibi geldi bana..

Ama Anna hayal görmüyormuş, gerçekten de kardan çocuk canlanmış. Daniel kollarını kardan çocuğun boynuna dolayıp onu sevmek isteyince, parmaklarının değdiği yerlerden, inceli kalınlı, sıva gibi kar parçacıkları dökülmüş. Bu döküntüler, tıpkı bir yumurtanın kabuğuna benziyormuş. Kabukların için den küçük, çok güzel bir kardan bebek çıkmış. Bebek gülüyor, sesler çıkarıyor ve kıpırdanıyormuş. Anna hemen atılıp bebeği etekliğine sarmış:

--Çabuk içeri gidelim Daniel, diye bağırmış. Tanrı dileğimizi kabul etti ve bize bir çocuk verdi. Ama onu hiç kimseye göstermeyelim. Köy halkı kardan yaptığımız bir bebeğin canlandığını duymasın..

Heyecanla hemen evlerine kapanmışlar. Kardan kızlarının adını "kar tanesi" koymuşlar. Bu isim ona çok da yakışıyormuş, çünkü bütün vücudu kar kadar beyaz olan bebeğin yalnız saçları ve gözleri siyahmış. Kar tanesi o kadar çabuk büyüyormuş ki bir hafta içinde on üç yaşlarında bir kız kadar gelişmiş, büyümüş. Anna komşu kadınlara kar tanesini yeğenleri olarak tanıtmış. Kar tanesi gün geçtikçe büyüyor, güzelleşiyor ve bütün köylüler tarafından çok seviliyormuş. Her gün köyün çocukları kar tanesiyle oynamak için evlerine geliyormuş.

Bahar ayları yaklaştıkça, çocuklar başka oyunlar oynamaya başlamış. Ama kar tanesi kışın olduğu kadar neşeli görünmüyormuş. Durumu farkeden Anna ve Daniel telaşlanmaya başlamışlar, çünkü kar tanesi artık her zamanki gibi yemek de yemiyormuş. Anne ve baba çocuğa sordukları halde bir cevap alamamışlar. Kar tanesi bahar boyunca gölgeli ve serin yerlerde tek başına dolaşmış ve her gün biraz daha solmuş. Yaz ayları gelip çattığında ise kar tanesi evden dışarı çıkmak istemiyor, davetleri reddediyormuş.

O ülkede her sene yaz ortası büyük bir bayram yapılırmış. Yaz bayramı günü gelince, Daniel ve Anna, yanlarına kar tanesini alarak bayram yerine gitmişler. Ormanın orta yerinde, ağaçlık ve çimenlik bir alana yerleşmişler. Bütün köy halkı ordaymış. Herkes gülüp oynuyor, eğleniyormuş. Yalnız kar tanesi günün güneşli olduğu saatler boyunca hiç bir eğlenceye katılmamış. Serin bir ağaç gölgesinde oturmayı tercih etmiş. Ortalık karardığı zaman, arkadaşları gelip kar tanesini saklandığı yerden almış ve oyuna götürmüşler. Ormanın açıklık bir yerinde kocaman bir ateş yakılmış. Bütün çocuklar ateşin üstünden atlayarak sevinç çığlıkları atmaya başlamışlar.

Kar tanesi bu oyunu seyretmekle yetinmiş. Arkadaşlarına katılmayı düşünmüyormuş ama öbür kızlar zorla kar tanesini ateşin yanına götürmüşler. Sıra kar tanesine gelince, arkalarından gelen bir "Ahh" sesi duymuşlar. Dönüp bakınca hiç bir şey görememişler. Kar tanesinin aralarında olmadığını görünce onun ailesinin yanına gittiğini sanmışlar. Oysa bu sırada Daniel ve Anna da kar tanesini arıyorlarmış. Bütün bir gece herkes kar tanesini aramış ama bulamamışlar. Üzüntü içinde evlerinin yolunu tutmuşlar.

Bir gece, kar tanesinin kayboluşundan bir ay kadar sonra, Anna'nın uykusu kaçmış. O sırada korkunç bir fırtına başlamış. Rüzgar çatıları sarsıyor, pencereleri çarpıyormuş. Hava birden bire soğumuş Karı koca oturup fırtınanın dinmesini beklerken, pencereden bir tıkırıtı duyulmuş. Ne olduğunu anlamaya çalışan Anna ve Daniel, kar tanesini pencereden kendilerine bakarken görmüşler. Hemen koşup kızlarını içeri almak istemişler, ama kız gülerek karşı koymuş. Onlara demiş ki:

--Ev çok sıcak. Sizin çok sevdiğiniz yaz aylarından ben hoşlanmıyorum. Ben kardan yapılmış olduğum için sıcağa dayanamıyorum. Yaz bayramında ateşin üstünden atlarken eriyip yok olmuştum. Benim için ne kadar üzüldüğünüzü gördüğüm halde, gelip sizinle birlikte yaşayamadım. Bu günkü fırtına benim amcamdır. Ondan rica ettim, havayı biraz soğuttu. Ben de sizi görmeye geldim. Yaz aylarında sizinle birlikte oturmama imkan yok. Ama kış gelip de ilk kar düşünce, kardan bir çocuk yaparsınız, yine sizin yanınıza gelirim.

Bu sözleri gözleri yaş dolu olarak dinleyen Anna, kış gelene kadar beklemeye razı olmuş. Ama Daniel'in aklına daha iyi bir fikir gelmiş.

--Senin bütün korkun sıcak havalardan ve güneş ışığından değil mi kar tanesi? diye sormuş. Kız evet demek ister gibi başını sallamış. O zaman Daniel şunları söylemiş.

--Öyleyse yarından tezi yok, evimizi ve tarlalarımızı satıp, daha kuzeyde, daha soğuk bir yere taşınıyoruz. Kışın yılda on ay sürdüğü o kuzey ülkelerinde, yaz aylarında bile kar vardır. Orada bizimle beraber yaşarsın değil mi?

Bu fikir kar tanesinin çok hoşuna gitmiş. Sevinçle ellerini çırpmış.

Aradan bir ay geçtikten sonra, Daniel ve Anna, kuzeyde, soğuk bir yere, halkı balıkçılık ve avcılıkla geçinen bir köye taşınmışlar. Aynı gün, kar tanesi onların yanına gelmiş. Hep birlikte yaşamış ve ömürlerinin sonuna kadar mutlu olmuşlar.

Bu masaldan alınacak ders: Eğer insanlar çok güçlü bir sevgi bağıyla birbirlerine kenetlenmişlerse; birlikte olabilmek ve mutlu yaşayabilmek için önlerine çıkan her engeli kolayca geçerler.

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...