Al Kara

Bir zamanlar Guzelistan'da Al Kara adlı bir yürek hırsızı yaşardı. Düş ve gerçeğin bir arada durduğu Basra'dan buraya kah dinlenmeye, kah ticaret yapmaya gelen Ciğerpare ve Yekbun adında iki zengin arkadaş vardı. Yekbun çekingen, mert ve doğru sözlüydü. Ne zaman, nerede ortaya çıkacağı pek belli olmazdı. Ciğerpare ise her sakala tarak uyduran, hangi ipte yürürse yürüsün, yere düşmeyen bir cambazdı. Al Kara'nın camına vuran kelebeklere baktıkça zevklenerek “Ahh" diye iç geçirip hayıflanırdı. "Bir gün ben de, Al Kara gibi, şu güzellere kösnül masallar anlatabilsem, eminim hepsinin yüreği bana akardı. Bizim oralarda zinhar böyle güzel kelebekler ortada görünmez!"

Ciğerpare sürmeli kara gözlerini sağa sola devirdiğinde Bin Bir Gece Masalları’nın ünlü kahramanı Simbad'ı andırıyordu. Bazen karası gidip, akı kalıyordu. Ellerini gür bıyıklarına götürüp, onları büktüğünde ise, düş dünyasında nice gezintilere çıkıyordu. Kent ışıklarının gökyüzüne yansıyan, pembemsi morluğunda bir Emir olup halıda uçuyor, bazen ince bir duman olup küpe binerek uzak diyarlarda Dengbejlerle buluşuyordu. Bazen de giz dolu dipsiz mağaralara inerek. bitimsiz sevdalılarla konuşuyor, cennetin anahtarıyla açılan simli kapılardan girip, altın tepside raks edenlerin ışıklı gövdelerinde sabahı sabah ediyordu.

Güzleistanlı Al Kara'nın ise daha farklı bir öyküsü vardı. O loğusa kelebeklerin amansız takipçisiydi. Bir kelebeğin yüreğini çalmayı, aklına koydu mu, ustaca avının yanına yaklaşır, onu bacaklarının arasında sıkı sıkı sakladığı iğnesi ile uyuşturur, "seni çok seviyorum," diyerek düşüncesini sarsardı. Ardından yüreğini söker, nehre götürür, yıkar, afiyetle yerdi. Yüreği çalınan kelebek acı duymaz, aksine olay karşısında büyülenir, Al'ın peşinde pervane olurdu. Al öyle ustaydı ki bu konuda, birisiyle kucaklaşırken, diğerinin ağzına okunmuş hurma tıkıştırırdı. Böylece ağına takılan kelebeğin kendine güveni gelir, gözleri ışıl ışıl parlar çevresinde olup biteni asla fark edemezdi.

Yüreğini yitirmiş kelebekler Al Kara'nın artık hizmetine girmişti. Yiyeceğini taşır, işini görürdü. "Sen çok yaşa Yürek Hırsızı e mi!" diyen!er yanında, yüreğini ona ikram etmek için can atan kabuğundan yeni çıkmış tırtıllar bile vardı. Bazen söz birlik etmişçesine Al'ı ziyarete gider, yüreklerini ona yedirmek için yarışırlardı adeta.

Saydam ve görünmezdi Al Kara. Kelebek koleksiyonu oldukça ünlüydü. İyi bir pazarlamacıydı aynı zamanda. Dişinin kesemediği sert yüreklerle başı derde girdiğinde, bir yolunu bulup bunları it pazarına götürür, pahalı ucuz demeden satardı. Bu kelebeklerin işi bitikti, bellerini bir daha doğrultamaz, anlayamadıkları bir şekilde, kendilerini yeraltı cennetinde bulurlardı. Bunun yanında, gözden çıkardığı kimi uysal kelebeği de, masal dünyasının ünlü prensi Ciğerpare’ye ikram ederek, gönlünü hoş ederdi. O da eline geçirdiği bu garibanların gözünün yaşına bakmadan, ciğerini söküp ateşle közlerdi. Ciğer yemekten göbeği şiş, ağzı kulaklarında, memlekete döndüğünde, yere göğe sığmaz, Güzelistan'daki kelebeklerin minik ciğerlerini nasıl yediğini, ballandıra ballandıra çevresindekilere anlatırdı.

Ciğerpare Güzelistan'a her gidişinde göz alıcı armağanlar da alırdı yanına. Kelebeklerin en çok rağbet ettikleri bulunmaz Basra kumaşından top top satın alıp, arkadaşı Yekbunla hörgüçlü develere yüklerdi. Onun heyecanını görüp, öykülerini dinleyenlerin, iştahı kabarır bir gün uçan halıya binip Güzelistan'a giderek ciğer yeme düşü kurarlardı.

Fındıkkurtları kelebekler kadar uysal sayılmazdı. Al Kara'nın son günlerde işi zordu. Gece gündüz onlara oyun hazırlamak için verdiği çabadan ötürü yorgun ve bitkin düşüyordu. Dişleri de iyi kesmiyor, gözleri de iyi görmüyordu. Yüreğini çalmak için uğraştığı bir Fındıkkurdu ile başı dertteydi şimdi. Onu kimseye kaptırmamak için köşe bucak saklıyordu.

Fındıkkurdu saçına kırmızı kurdele takıp, üstüne al bir yelek giyerdi. Bu göz alıclığıyla yürek hırsızına türlü cilveler yapar, hoş zaman geçirtirdi. Bu usta yürek hırsızı nedense bildiği tüm oyunları, Fındığın yanına gelince unutur, bir türlü onun yüreğine ulaşamazdı.

Güzelistan’da Ciğerpare’nin burnuna nefis kokular geliyordu yine. Dudaklarını yalayarak Al'ın çevresinde dönenip duruyor, ona Basra'dan, Halep'ten getirdiği değerli armağanları vermeyi de ihmal etmiyordu.

Al'ın gözü bu kez hiçbir şey görmüyordu. Fındıkkurdu'na güzel masallar anlatıp, güzel bir sofra hazırlamıştı. Ciğerpare’nin getirdiği Halep tatlısını da masaya koymayı ihmal etmedi. Fındıkkurdu, bu değişik ve oldukça lezzetli tatlıyı, nereden satın aldığını Al Kara'ya sordu. Al beklemediği bu soruya yanıt ararken, uzun süre kekeledi. Ciğerpare'den söz etmekten kaçındı. Eğer Ciğerpare ile Fındık bir kez karşılaşırsa işi iyice zorlaşacaktı. Kekeleyerek sözleri birbirine karıştırdı.

Fındıkkurdu bundan bir şey anlayamadı, üstelemedi de. Fındık, her seferinde, Al'ı oyalayıp, sabahı sabah ediyor ve yüreğini çaldırmadan yanından kaçıyordu, O gece yarısı sıraya giren yüreksiz kelebeklerin pervane olup cama vuruşlarını şaşkınlıkla ve üzüntüyle izlemişti. Al ile birlikte olmak için birbirlerini çiğniyordu güzel kelebekler, her birisinin elinde, acılı, ekşili ve tatlı yemeklerin olduğu birer sefertası vardı. Birbirine sahte gülücükler, alaycı iltifatlar yağdırıyorlardı. Hepsi de buraya niçin geldiğini çok iyi biliyordu. Fındıkkurdu ise bu karabasan Albastı'dan nasıl kurtulacağını düşünüyordu.

Al puslu havaları sever, işine gelmediği yerde saydamlaşırdı. Böylece de yürek çalması kolay olurdu. Her yıl bahar ayının on üçünde kelebeklerine davet verip şölen düzenlerdi. Bu yıl nedense bu geceyi unutmuştu. İçeri giremeyen kelebekler, olanları tahmin etse de, getirdiklerini hava ışımadan camın kenarına yerleştirip oradan usulca ayrıldılar.

Ertesi gün Al Kara, bu güzel ve iyi niyetli kelebeklere, dün gece, acil bir işi olduğunu, bu yüzden eve gelemediğini, bin bir dereden su getirerek, anlatmaya çalıştı. Kelebekler de göz göre göre bu yalana inanmak zorunda kaldı. İçlerinden bazıları, "Üzülme sen Al, sen yaşa bize yeter" diyerek ona sarılıp sarılıp öptüler. Ardından Al Kara'nın unuttuğu geçmiş kelebek şölenini de kutladılar.

Fındıkkurdu'nun ayakları yere basmadı bir süre. Al Kara'nın ona yağdırdığı iltifatlardan sonra, güzel bir kelebek olmuş uçuyordu. Bazı sözleri ağzına pelesenk etmişti Al. Yanındakini unutup aynı şeyleri bir başkasına da tekrarlıyordu. "Sen" diyordu Fındıkkurdu’na, "Onlara söylediğim sözlere bakma! Sen benim gerçek sevdiğimsin. Senden güzeli yok. Şunlara bak! Hepsinin rengi kaçmış, gözleri belermiş, kanatları koparılmış!..."

Fındıkkurdu çok yorgundu. Dinlediği bu tatlı masala dalıp kendinden geçti. O akşam tepsi gibi çıkan dolunay, pencereden içeriye girecekti neredeyse. Aradan bir yıl geçmiş, yine şölen zamanı gelmişti. Umutla şölene gelen bir kısım kelebek coşmuş şarkı söylüyordu. Onların gürültüsüne Fındıkkurdu sıçrayıp kalktı. Bir de ne görsün Al'ın eli tam yüreğinin üstünde durmuyor mu? Camdan içeri bakan kelebeklere gözü takıldı. Al Fındıkurdu'nun kaygısını anlamıştı. Kulağına, "Neden uyumuyorsun güzel bebeğim?" diye tatlı tatlı fısıldadı. "Bilmem, uykum kaçtı." dedi, tedirginliğini belli etmeden. Sonra toy ve heyecanlı bir sesle "Ben dolunayda uyuyamam... Şu cama konan böceklere de bak!" diye işaret etti çocuksu bir edayla.

Al Kara olanları görmezlikten gelerek acımasızca elini salladı: "Aldırma, onlar senin yanımda olduğunu tahmin ediyor ve kıskanıyorlar dedi. "Benden ejderha gibi korkarlar aslında. Senin yerinde olmak için çıldırıyorlar. Hepsinin yüreği midemde."

Fındıkkurdu, bu düşmanca sözlerden hiç hoşlanmadı. Ayrıca Al Kara'nın gerçek bir Albastı olduğunu anlamış ve sırlarını da öğrenmişti böylece. "Bak Allah aşkına” diyordu Al, "Birbirlerini nasıl da kıskanıyorlar." Sırıtırken, kan içmekten kırmızılaşmış kazma dişleri de korkunç bir görünümle ortaya çıkıyordu, "içeriyi görmek için cama nasıl da yükleniyorlar" diye Fındıkkurduna sokulup mutluluğunu belirtiyordu. Fındıkkurdu "yazık üşüyecekler dışarıda, aç kapıyı, içeri al onları" dedi. "Almam, ben dert babası değilim!... Her birisinin yığınla sorunu var. Dertlerini unutmak için buraya gelerek benden medet umuyorlar, akıllı olup yüreklerini çaldırmasaydılar!" dedi ve yutkundu..

Fındıkkurdu bütün bunları öğrenince çileden çıktı. Bunun üzerine bir kurnazlık düşündü. Bu arada Al Kara onu uyutup yüreğini çalmak için masalına devam ediyordu. Fındıkkurdu, "Benim uyumam için sadece masal anlatmak yetmez dedi. "Sevgilim gidip bana çaydan elekle su getirir, onu içer, ancak öyle uyurum!..." Al Kara "Hıh, bundan kolay ne var, kelebeğim kelebeğim” diyerek sarıldı Fındıkkurdu'na. Onu kendine çekerek dudağından öptü. "Bunu neden daha önce söylemedin?" dedi.

Fındıkkurdu ise çok heyecanlıydı. Her an yüreğini yitireceğini düşünüyordu. Dişi kelebeklerin özellikle yumurtlama döneminde duyarlı olduğunu, fazlasıyla ilgi beklediklerini biliyordu. Al Kara'nın kelebeklerin bu durumundan faydalanarak bir anda saydamlaştığını, avının yüreğini hissettirmeden söküp çıkardığını, onu çaya götürerek sağa sola çarparak yıkayıp yediğini de büyüklerinden duymuştu.

Fındıkkurdu karşısında bir görünüp, bir yok olan Al Kara'sını düşündükçe ürküyordu. Ne var ki, kendisi de bu amansız yapışkana takılmış, ona az kalsın inanıp yolunu yitirecekti. "Aslında" diye sağına soluna bakınıyordu. "Gerçekten böyle bir karabasan var mı?" Çünkü kendisinin gördüğü bu saydam yaratıkla, diğerlerinin gördüğü Al Kara aynı değildi. Belleğini yokladı. Bu düğümü çözmek için de sabırla direnip onu tesirsiz hale getirmeyi aklına koydu.

Al Kara duvara asılı eleğini usulca indirirken, "Şimdiye dek hiçbir kelebeğim böyle garip bir istekte yanıma sokulmadı," diye dişlerini sıkarak iç geçirdi. Daha fazla zaman harcamadan doğruca nehre gitti. Eleği suya daldırıyor daldırıyor boş çıkarıyordu. "Hiç elekle su taşınır mı canııım, bende de akıl yok..." diye başını salladı. Yorulmuş ve acıkmıştı. Metal dişleri birbirine vuruyordu. Canı şiddetle Fındıkkurdu'nun taze yüreğini yemek istiyordu. "Eskiden bu elekle nasıl su taşırdım?” diye söylendi Al Kara. "Tanrı be!ası Fındık, aklımı başımdan aldı. Bir kez yüreğini çalarsam, bir daha o bana bu işkenceyi yapamaz, kuzu olur peşime takılır, işte o zaman da ben ona yüz vermem," diye iç geçirdi. Tekrar tekrar su doldurmayı denedi. "Elekte su taşımak ha, maskara olduk!...Şimdiye dek hiçbiri beni böyle uğraştırmadı. Böyle ezilip büzülmedim. Canın cehenneme, demiştim pek çoğuna. Eğer bu kez de başaramazsam, onu doğduğuna pişman edeceğim. Rezil olacak sonunda" diyerek sağına soluna bakındı. "Yaşlandım galiba. Hava neredeyse aydınlanacak. Aman Tanrım.” Beni şimdi su yolunda görecekler, hem de don gömlek... Saydamlaşamıyorum. Çabuk kaçmalıyım buradan!..."

Al Kara'yı alelacele nehre gönderen Fındıkkurdu ışığı açtı. Cama vuran kelebeklere seslendi. "Dinleyin beni" dedi yumuşak ve inandırıcı bir sesle. "Kaçın buradan!" Kelebekler şaşırmış Fındıkkurdu'na bakıyordu "Yoksa Al Kara hepinizi Basra'lı simsara satacak! Yüreğinizden oldunuz. şimdi ciğerinizden de olacaksınız ve daha çok acı çekerek bir işe yaramayacaksınız sonunda!.. Burası büyülü bir adadır. Adı da ÇIRA-YANAN. Gördüğünüz bu simli ve esrarengiz ışık bir tuzaktır. Işığı gören sizin gibi iyi niyetli kelebekler, bir şey var diye, koşarak buraya gelir. Dertlerine derman ararken aldanırlar. İkram, ilgi görürler, ışık gözlerini alır sonunda. Aradıklarını bulduklarını düşünerek yüreklerini çaldırır, bir daha ayrılamazlar buradan. Daha ilerde KÖPEK- HAVLAYAN ve KEDİ- MİYAVLAYAN var. Oralar kelebekler için çok daha tehlikelidir. Köpek Havlayan'da tuzağa takıldınız mı işiniz bitiktir. Oranın beyin salatası çok ünlüdür. Burun deliğinden geçirdikleri bir çengelle beyninize ulaşır, onu çekip çıkarıp nehre götürür taşlayarak yıkarlar. Ondan sonra hiçbir şekilde düşünemez olur, sabah akşam demeden havlar durursunuz. Şimdi şu kırmızı kurdeleları alıp, başınıza takın! O sizi kötülüklerden koruyacaktır. Birbirinizden sakın ayrılmayın. Yollar dar ve engebelidir. Çaylar ırmaklar birbirini keser.

Kelebeklerin çoğu silkelenip kendine geldi, birbirlerine bakıp olacaklardan korkup hemen orayı terk ettiler. Hepsi de başlarına birer kırmızı kurdele taktı.

Kelebekleri Çıra Yanan'dan uzaklaştıran Fındıkkurdu birden bire yanında Yekbun'u gördü. Heyecanlandı, yüreği kıpırdadı. Yekbun ona "çabuk benimle şu ambara gir!" dedi. Fındıkkurdu şaşırdı, bu da kimdi! "Ama yapacak bir şey yok." dedi içinden. Yekbun'un dediğini aynen yaptı.

Al Kara nehirden eli boş olarak Çıra Yanan’a dönünce kapısı bacası arkasına kadar açık boş ve buz gibi bir ev buldu. Gözlerini yumarak, metal dişlerini gıcırdattı, sağa sola sopasıyla saldırdı. "Ah rezil Fındıkkurdu" dedi. "Ah, Fındık" dedi "Seni bir elime geçirirsem çiğ çiğ yiyip postunu pazarda satacağım... Bu oyuna ben nasıl gelirim?" Üzüntüsünden çıldıracak gibiydi. Soluklanmak için, düşünceli düşünceli erzak ambarına sırtını dayadı. Karşısına hangi kelebek çıksa onun yüreğini acımadan yiyecekti.

Yekbun Fındık'a işaret ederek, kırıp yediği fındıkların kabuklarını Al Kara'nın keline atmaya başladı. Neye uğradığını anlamayan Al sinirlenip başını yukarı kaldırdıkça kafasına bir tane daha iniyordu.

"Bana bak dişi Fare" dedi Al, "Benimle dalga geçip durma, şimdi yanına gelirsem Fındıkkurdu'nun acısını senden çıkarırım. Fındıkkurdu da Al'ın başına ceviz fırlatmaya başladı bu kez. Böylece serseme dönen Al'ın oyunu bozulmuştu. Durmadan hapşırıyor, başını yukarı kaldıramıyordu. Ona zor zamanlarında yardımcı olan Ciğerpare'ye sesleniyordu:

"Yetişşş Ciğerparem! Neredesin!" Bir yandan da elindeki sopasıyla kafasına vurarak, "Ben böyle bir çömezin ağına nasıl düşerim?" diyordu.

Yekbun, "Hadi" dedi gölge gibi izlediği Fındıkkurdu'na. Saklandıkları yerden çıkıp, Al Kara'yı derdest edip çuvala tıktılar. Çuvalın ağzını bağladılar. Al Kara böğürdükçe onlar sopayla vurdular.

Ak Benekli

Çoban Ali her gün erkenden kalkar, koyunlarını otlatmaya giderdi. O sabah da şafak sökmeden uyandı. Yatağının içinde iyice gerindi, uzun uzun esnedi. Kuzu postundan yapılmış tüylü yeleğini giydi. Alelacele yalınayak kulübesinden dışarı çıktı. Ağılın kapısını açtı. Sopasıyla birer birer hepsinin kuyruğundan dürttü.

- Hadi bakalım tembeller! Düşün yola!

Koyunlar, kuzular Ali'yi görünce sevindiler, meleştiler. Ak benekli olanı Ali'nin kucağına atladı, yanaklarını yalamaya başladı.

Ali Ak Benekli'yi çok şımartmıştı. Ak Benekli doğduktan iki gün sonra ayağını taşa çarpmış, yaralanmıştı. Zavallı pek minik olduğu için bir türlü iyileşememişti. Ali gece gündüz onun yanından ayrılmamış, aşağı köyde oturan Senem Nine'nin otlardan yaptığı merhemleri süre süre iyi etmişti Ak Benekli'yi. İşte o gün bu gündür Ak Benekli'yi diğerlerinden bir başka tutar, bir başka severdi Çoban Ali.

Düştüler yola.

Çoban Ali Ak Benekli kucağında, elinde sopa , arkada diğerleri çıngırak sesleriyle kah koştular, kah durdular. Dere boyuna geldiler.

Güneş yükseldi; parladı.

Çoban Ali “Ah bir ağaç olsaydı sırtımı yaslayacak, gölgesinde serinleyecek! " dedi. Böyle derken Ak Benekli'yi kucağından indirdi. Cebinden kavalını çıkarıp başladı çalmaya. Yere, kuru toprağa çömelmiş, çalıyor da çalıyordu Çoban Ali yanık yanık.

Dere boyunda az ilerde Senem Nine'nin kulübesi vardı. Kimsesizdi zavallı kadıncağız. Bir zamanlar Çoban Ali kadar bir torunu olduğunu söylerler köylüler. Kimse bilmez Senem Nine'nin torununa ne olduğunu.

Kimi "Öldü; öldü. Ben biliyorum", kimi de "Kayboldu; kaybolmuş galiba." der, ama kimse sormaya cesaret edemez Nine'ye.

Bir gün biri soracak olmuş; Nineciğin gözlerinden seller gibi yaşlar akmış akmış da hiçbir şey söylememiş.

Yalnız Çoban Ali onun “Ah onlar gelmeden her şey ne kadar güzeldi! Herkes ne kadar mutluydu!" dediğini duymuştu çoğu kez.

"Kimler nine? Kimler geldi buraya?" diyecek olsa Çoban Ali, “Hiç, hiç kimse. Sen bana bakma oğulcuğum. Kendi kendine konuşan bir ihtiyarım işte ben " der, geçiştirirdi Senem Nine.

Çoban Ali bir yandan kavalını çaldı, bir yandan bunları geçirdi aklından. "Zavallı Senem Nine!" diye mırıldandı.

Ak Benekli Çoban Ali'nin üzüldüğünü anladı. Yanına gelip başını onun dizlerine dayadı. Çoban Ali sevdi, okşadı Ak Benekli'yi.

Güneş iyice yükseldi. Öğle oldu. Çoban Ali'nin karnı acıktı. Yerinden doğruldu. İki elinin işaret parmaklarını ağzına götürdü, keskin bir ıslık çaldı. Bunun üzerine bütün koyunlar toplaştılar, meleştiler. Çıngırak sesleri birbirine karıştı.

Senem Nine kulübesinden çıktı. Elini salladı.

- Çoban Ali; gel; taze çörek yaptım.

Çoban Ali sevincinden iki kez takla attı.

- Yaşşaa nineciğim!

Nine iki büklüm, Çoban Ali'ye hizmet ediyordu. Çörekler getirdi, ayran yaptı.

Ali ağzını çöreklerle doldurdu. Ak Benekli'yi de yanına çağırdı.

Senem Nine onların karşısına geçti, oturdu. Gözlerinden iki damla yaş aktı.

- Hey Çoban Ali! Oğulcuğum. Torunum da yaşasaydı, senin kadar olacaktı. Ah onlar gelmeseydi, o adamlar! Her şey ne güzeldi!

Çoban Ali yerinden ok gibi fırladı:

- Söyle nineciğim. Söyle, kimler geldi? Hangi adamlar? Ne olur anlat nine! Torununa ne oldu?

Ali böyle haykırırken Senem Nine'nin dizlerine kapanmış, sımsıkı onun ellerinden tutuyordu.

Senem Nine ağlıyor, bir yandan da Çoban Ali'nin saçlarını okşuyordu.

- Peki Çoban Ali. Anlatacağım oğulcuğum.

Ali ninenin yanına çöktü. Ak Benekli sanki olağanüstü bir şeyler olduğunu anlamış gibi bir nineye, bir Çoban Ali'ye bakıyordu. Çoban Ali Ak Benekli'yi çekti, kucağına oturttu.

Nine bir eliyle gözyaşlarını sildi. Başını kaldırdı. Dere boyunun iki yanını gözleriyle uzun uzun taradı.

- Çoban Ali, şuraları görüyor musun?

İşaret parmağıyla ta uzakları gösterdi. Yine devam etti:

- İşte buraları bir zamanlar yemyeşil ormandı. Çamı, kavağı, meşesi; ne ağaçlardı onlar! Dallarında cıvıl cıvıl kuşlar öterdi... Gölgelerinde köylüler serinlerdi. Mis gibi havasını ciğerlerimize doldururduk. Kuraklık nedir bilmezdik. Bereketli yağmurlar yağardı hep. Kışın kar yağıp da ilkbaharda erimeye başlayınca dere dolup taşardı. Ama o güzelim ağaçlar bizleri selden korurdu.

Çoban Ali merakla sordu:

- Eee nineciğim, ne oldu o güzelim ağaçlara?

Senem Nine hırsla kalktı. Bir elini yukarı kaldırıp yumruğunu sıktı:

- Onlar geldiler, o baltalı adamlar Çoban Ali. Yıktılar, devirdiler ağaçlarımızı. Söktüler köklerinden. Sanki canlarımızı da aldılar gittiler. O gün bu gündür bu toprak çorak, bu toprak kurak...

Çoban Ali yine sordu :

- Torununa ne oldu nine?

Senem Nine yine çöktü yere. Başını iki yana salladı. Kısık bir sesle:

- O kış çok kar yağdı Ali buralara, dedi. İlkbahar geldi. Dağlardaki tepelerdeki karlar başladı erimeye. Bu dere doldukça doldu. Doldu da taştı. Sel bastı her yeri. İşte benim minik torunumu da o sel aldı gitti... Gidiş o gidiş...

Çoban Ali'nin gözleri kocaman açılmış, rengi sapsarı olmuştu. Sanki bir şeylerden korumak istiyormuş gibi Ak Benekli'yi sımsıkı sardı, göğsüne bastırdı. Göz pınarlarından damla damla yaşlar yanaklarına süzülüyordu. "Nineciğim, zavallı nineciğim benim!" dedi.

Senem Nine çocuğu üzdüğünü anlayıp gülümsemeye çalıştı. "Hadi Çoban Ali, kalk. Derle toparla sürünü. Seni üzdüm oğulcuğum." dedi.

Çoban Ali bugünden sonra Senem Nine'nin anlattıklarını hiç unutmadı. Günler, geceler boyu hep düşündü durdu.

Yaz bitti; sonbahar geçti; kış geldi. Lapa lapa kar yağdı. Öyle yağdı ki Çoban Ali günlerce sürüsünü çıkarıp otlatamadı. Yalnızca Ak Benekli'yi yanından hiç ayırmadı.

Bazı geceler Çoban Ali neşelenir, ocağın karşısına geçer, kavalını çalardı. Ak Benekli o zaman zıplar da zıplar, onun neşesine katılırdı. Ali'nin canı bir şeye sıkılacak olsa Ak Benekli de hüzünlenirdi. Böyle kuvvetli bir dostluk vardı aralarında.

Günler, geceler geçti. İlkbahar geldi. Çoban Ali sevindi. Ak Benekli zıplayıp dans etmeye başladı. Sürü indi dere boyuna. Meleştiler, otladılar. Senem Nine onları gördü; seslendi :

- Çoban Ali... Gel, çörek yaptım.

Sarıldılar, nineyle öpüştüler.

Nine "Ak Benekli görmeyeli ne kadar büyümüş! dedi.

Güneş parlıyor, karları eritiyordu. Dere coştukça coşuyordu.

Ertesi gün Çoban Ali yine sürüsünü otlatıyordu. Öğle vakti yaklaştı. Senem Nine'nin kulübesinin kapısı hala açılmamıştı.

Çoban Ali merakla koştu. Kapıyı çaldı.

- Nine; benim. Çoban Ali. Aç kapıyı.

Biraz sonra nine kapıyı açtı. Yüzü solgun, sapsarıydı. Gözlerinde korku vardı.

- Ne oldu nineciğim, hasta mısın?

Nine Çoban Ali'nin üzerinden dereye doğru baktı. "Korkuyorum Çoban Ali; korkuyorum!" dedi.

- Neden nine?

- Dere hoşuma gitmiyor. Taşacak gibi. Yine felaket getirecek gibi.

Çoban Ali geriye döndü. Dere gürültülü sesler çıkarıyor, taştıkça taşıyordu. Korkuyla yanına baktı. Ak Benekli yoktu. Koşarak sürünün yanına geldi. "Ak Benekli neredesin? " diye bağırdı.

Zavallı hayvanlar derenin sesinden ürkmüşler, taşan sulardan korunmak için bir oraya bir buraya kaçışıyorlardı.

Çoban Ali yine seslendi: Ak Benekli ! Ak Benekli!

Kavalını çıkardı, çaldı Ak Benekli duyar da gelir diye. Ama ne gelen vardı ne giden. Zaten suyun sesi yükselmiş, hiçbir şey duyulmaz olmuştu.

Senem Nine de kulübesinden çıktı; Ali'nin yanına geldi. "Çoban Ali, durma buralarda. Kaç, sürünü kurtar. Sel başladı " diyordu. Bir yandan da “Ah yine o felaket!" diye ağlıyordu.

Çoban Ali durmadı, koştu. Dere boyu sulara bata çıka koştu. Hem koşuyor hem sesleniyordu:

- Ak Benekli, Ak Benekli! Ak Benekli!

O da sulara daldı. Kayboldu gitti ta ki aşağı köylüler onu bulup kurtarana dek.

Ak Benekli'yi sel alıp götürmüştü. O günden sonra Çoban Ali'nin yüzü hiç gülmedi. Her gün dere boyuna inip "Ak Benekli! Ak Benekli!" diye ağladı.

Yaz geldi, sular çekildi. Çoban Ali yine dere boyuna inmiş ağlıyordu.

- Ak Benekli nerdesin?

Omuzuna biri dokundu. Çoban Ali sıçradı, döndü. Senem Nine'yi gördü.

Senem Nine "Yas tutmayı bırak Çoban Ali. Ağlamakla Ak Benekli'yi geri getiremezsin " dedi.

"Ne yapabilirim nine ?" diye ağlamaya devam etti çocuk.

- Çok şeyler yapabilirsin. Çok şeyler yapabiliriz Çoban Ali, diye bağırdı nine. Ağaç dikeriz, yeniden ağaçlandırırız buraları. Yemyeşil orman olur zamanla. Eskisi gibi cıvıl cıvıl kuşlar öter dallarında o güzelim ağaçların. Ötmez mi Çoban Ali?

Çoban Ali kalktı.

Gözyaşlarını siliyor, bağırıyordu . "Öter nineciğim, öter nineciğim " diyordu.

Şimdi aradan uzun yıllar geçti. Dere boyu yine eskisi gibi ağaçlık, yemyeşil orman oldu. Kuşlar cıvıl cıvıl. Havası mis gibi.

Kimin yolu düşerse, gitsin baksın. Çoban Ali ile Senem Nine'nin kulübesi hâlâ orada duruyor.

Hatta bazıları Ak Benekli'nin de meleyişini duyar gibi olduklarını söylüyorlar.

Vadideki Nine

Su akar gider denize kavuşur.

Ay güneşi kovalar gece olur.

Masal ülkesinde bir telaştır başlar: Padişah kızının bu geceki masalı hazır mıdır? Aynacık nerede? Hadi acele edin. Uyku krallığı bizden önce davranırsa gücümüzü yitiririz.

Ve sevgili aynacık son anda nefes nefese bir masal ile gelir: Kusurumuza bakmayın prensesim. Ceylanları bir araya getirmek zaman aldı…

Adı belki de hiç duyulmamış ülkenin birinde, bir delikanlı annesiyle beraber yaşarmış. Küçük bir dağ köyünde, minicik evlerinde güzel günler ve güzel geceler geçirirlermiş. Sofralarından bereket, yüzlerinden tebessüm hiç eksik olmazmış. Babalarını çok çok eskiden, delikanlı henüz bir bebekken kaybetmişler. İşte o zaman anne-oğul yalnız kalmışlar. Üzülmüşler, ağlamışlar; fakat yapabilecekleri bir şey yokmuş.

Küçük bir bahçeleri varmış minik evlerinin önünde. Onu ekip-dikerle, onun sayesinde karınlarını doyururlarmış. Ne az diye yakınırlarmış, ne de daha çok olsun diye aranırlarmış.

Aradan yıllar geçmiş. Çocuk, fidan gibi boy atmış, delikanlı olmuş. Fakat yıllar annesinin gücünü azaltıyormuş gitgide. Artık eskisi gibi bahçeye gidip çalışamıyormuş. Saçlarına aklar düşmüş. Dizlerinde derman kalmamış. Delikanlı da zaten onun yorulmasını hiç istemiyormuş. Bahçenin ekimini tek başına yapmaya başlamış. Dağa da çıkıyormuş arada bir, odun kesmek için. Bu odunları eve getirir, soğuk günlerden onlarla ısınırlarmış. Artan odunları da şehirde satarlar üç-beş kuruş kazanırlarmış.

Delikanlının annesi artık iyice yaşlanmış. Güzel mi güzel, şirin mi şirin bir nine olmuş. Tatlı dilli, hoşsohbet bir ninecik… Komşuları onu pek severlermiş. Üzülmesine hiç dayanamazlarmış. Delikanlı da istemezmiş tabiî annesinin üzülmesini.

Ninecik yemek pişiremiyor, evi temizleyemiyormuş artık. Devamlı yalvarıyormuş:

- Bir tek oğlum var. Onun mutlu olmasını isterim. Ne olur, onun gibi iyi bir gelin ver bana. Bu evin neşesi eksilmesin.

Güzel ninecik böyle düşünmeye devam ederken birgün oğlunu yanı başına çağırmış. Düşüncesini söylemiş ona:

Ey oğul, ben hiçbir iş yapamaz oldum. İhtiyaçlarımızı karşılayamayacak kadar yaşlandım. İsterim ki bir gelin gelsin, evimize çeki-düzen versin. Sen ne dersin oğul?

Delikanlı annesinin söylediklerini bir gün düşünmüş, iki gün düşünmüş… Sonun da onun da bakıma ihtiyacı olduğuna karar vermiş. Sonra da;

- Anneciğim sen nasıl istersen öyle olsun, demiş.

Böylece iyi kalpli, tatlı dilli, güler yüzlü bir gelin adayı aramaya başlamışlar. Ninecik hanım hanımcık olsun istiyormuş. Çok geçmeden evin içinde üçüncü bir kişi gezinir olmuş bile. Delikanlıyı evlendirmişler. Gelin hanım da artık o evin bir parçası olmuş çıkmış.

Önce öyle güzel geçiyormuş ki günleri. Gülüyor, eğleniyorlarmış hep beraber. Sabah, oğul ile gelin bahçeye çeki-düzen veriyorlarmış. Sonra delikanlı odun kesmeye dağa gidiyormuş. Annesi ile eşi kendisini beklediklerinden işini bitirir bitirmez evin yolunu tutuyormuş. Ne zaman güneş kızarmaya başlasa, her şeyini toplayıp düşüyormuş yollara.

Günler haftaları, haftalar ayları kovalamış. Mevsimler bir bir değişmiş. O eski güzel günler yavaş yavaş kaybolmaya başlamış. Artık bağrışmalar dökülüyormuş evin pencerelerinden dışarıya. Zavallı ninecik bu tartışmalara engel olabilecek hiçbir şey yapamıyormuş. Çünkü tartışmanın sebebi kendisiymiş. Gelin, sabah-akşam söylenir olmuş:

- Annene bakmak zorunda değiliz. Onu bu evden götür. Gitsin yanımızdan. Mutluluğumuza engel oluyor. İstemiyorum onu.

Delikanlı sabırla;

- Nereye gidecek? Onun benden başka kimsesi yok ki, diyormuş. Hem neden gitsin? O, bizim annemiz. O, bizim en sevdiğimiz olmalı bu dünyada. Bir köşede oturmaktan başka hiçbir şey yapmıyor. Neden onu istemiyorsun? Önüne yemek koymasan, günlerce aç kalabilir. Senden bir lokma istemez. Hiç şikayet etmez. Nedir ondan alıp-veremediğin. Zaten yapabilecek gücü olsa ne senden bekler yardım, ne de benden.

Ama bütün bu sözlere rağmen gelin hanım, ısrarla ninenin gitmesini istiyormuş. Delikanlı bir gece annesinin yanına varmış. Bir bir söylemiş her şeyi:

- Anneciğim, beni affet. Karım senin bu evden gitmeni istiyor. Benim de artık ona gücüm yetmiyor.

Ninecik kısık bir sesle;

- Biliyorum evladım, demiş. Her şey den haberim var. Sen hiç üzülme. Beni buradan çoook uzaklara götür ve bırak. Ben başımın çaresine bakarım. Beni bir koruyan çıkar.

Delikanlı çok sevdiği annesinden ayrılmayı hiç istemiyormuş, fakat karısının sözlerini duymaktan da bıkmış. Bu yüzden bir gün sabahın aydınlığı ortaya çıkmadan, horozlar yeni yeni uyanıyorken annesinin koluna girmiş ve birlikte ağır ağır yürümeye başlamışlar. Evden belki on, belki yirmi kilometre, belki de daha fazla uzaklaşmışlar. Bir vadiye gelmişler. Akşam olmak üzereymiş. Delikanlı annesine;

- Anneciğim, seni getirebileceğim tek yer burası, demiş. Beni affet.

Ninecik yüzünde minik bir tebessümle oğlunu uğurlamış:

- Güle güle evladım. Dertler sizden uzak olsun. Hep mutlu olun inşallah. Hadi yolun açık, yüreğin ferah olsun.

Delikanlı, annesini akşam vakti o vadide bırakmış evine dönmüş. Günler geçmiş üzerinden. Fakat içi bir türlü rahat etmiyormuş. Aklına kötü kötü şeyler geliyormuş, uykularından korkuyla uyanıyormuş:

- Kim bilir orada ne büyük kurtlar, vahşi hayvanlar vardır. Annemi belki de paramparça etmişlerdir.

Karısına da söyleniyormuş:

- Yarın annemi bıraktığım yere gittiğimde, onu bulamayacağımdan eminim. İstediğin oldu işte. Bunun için mutlusundur. Ama ben annemi kendi ellerimle öldürdüm. Bunu nasıl yapabildim, nasıl senin sözlerinle annemi dağ başına attım!

Karısı ise bu sözleri hiiiiç mi hiç umursamıyor, duymazlıktan geliyormuş. Onun bu hâlini gören delikanlı daha bir öfkeleniyor, daha bir kendisine kızıyormuş.

Ertesi sabah, delikanlı koşa koşa vadiye gitmiş. Bir yandan da kendi kendine;

- Hiç olmazsa annemin kemiklerini toplayıp toprağa gömeyim, diye düşünüyormuş.

Fakat delikanlı vadiye vardığında gözlerine inanamamış. O da nesi. Bu vadi sanki o vadi değil. Cennetten bir köşe olup çıkmış. Kurtlar yerine her yanda güzel gözlü ceylanlar geziniyormuş. Annesinin çevresinde dolaşıyorlar, onun dizlerinde uyuyorlarmış. Delikanlı heyecanla annesinin yanına koşmuş:

- Anne! Anne, şükürler olsun ki yaşıyorsun. Hâlâ buradasın!

Güzel ninecik güler yüzle karşılamış oğlunu. Sevgiyle kucaklaşmışlar. Delikanlı merakla sormuş olanları. Ninecik de anlatmış:

- Sen gittikten sonra bol bol dua ettim. Sonra bu güzel hayvanlar geldi buraya. Beni hiç yalnız bırakmadılar. Bana yiyecek getiriyorlar. Var git yoluna oğul, ben burada rahatım. Merak da etme.

Delikanlı, annesi her ağzını açtığında daha çok hayrete düşüyormuş. Çünkü annesi konuşurken ağzından çil çil altın saçılıyormuş yerlere. Güzel yüzünde güller açmış sanki. Her taraf mis gibi kokuyormuş. Gözlerine inanamamış. Biraz daha oturmuş annesinin yanında. Sonra düşünceli düşünceli yola koyulmuş.

İçi rahat, sevinçle dönmüş evine. Haberi karısına vermek için sabırsızlanıyormuş. Nihayet karısı bütün olanları öğrenince çıldırmış:

- Ne! Olamaz! Çabuk benim de annemi o vadiye götür. Mutlaka o vadinin sihirli güçleri vardır. Benim de annemin ağzından çil çil altın dökülür. Ne çok zengin olacağım, düşünsene. Çabuk ol! Ne duruyorsun daha?

Delikanlı annesinin ağzından dökülen altınlara şaşırmaktan vazgeçip karısının bu halini hayretle seyretmeye koyulmuş. Ama diyecek söz bulamamış. Neler olacağını merak ederek karısının annesini de almış o vadiye götürmüş. Vadiye bıraktıktan sonra evine dönmüş. Ertesi sabah sabırsızlıkla karısı onu vadiye göndermiş:

- Şu keseleri de yanına al. Altınları doldur içine. Hiç oyalanmadan geri gel. Altınlarıma bir ân önce kavuşmak istiyorum. Kim bilir ne kadar çok olmuşlardır. Köşklerde yaşayacağım artık. Muhteşem bir şey bu. Hizmetçilerim olacak. Şu evin içinde yaşlanıp gitmekten kurtulacağım. Zengin olacağım, zengin!

Karısı böyle hayâl kura dursun, delikanlı vadiye doğru yola çıkmış. Fakat vadiye vardığında gördükleri onu çok korkutmuş. Vadi, o vadi değil sanki. Ceylanlar gitmiş yerine dev kurtlar gelmiş. Üzgün bir şekilde eve dönmüş delikanlı. Karısına bütün gördüklerini anlatmış:

- Annen ölmüş. Kurtlar onu paramparça etmiş. Bulduğum parçaları toprağa gömdüm. Annemi görmedim. Orada değildi. Ceylanlar onu alıp kim bilir nereye götürdü.

Karısı hiçbir şey söyleyememiş. Susmuş… susmuş… günlerce, aylarca tek kelime etmemiş. Ve bir daha da hiiiç konuşmamış

Mavi Fener

Vaktiyle bir asker varmış. Uzun yıllar krala canla başla hizmet etmiş. Savaş sona erip de asker, aldığı birçok yara yüzünden daha fazla hizmet edemeyecek duruma gelince, kral kendisine demiş ki:

-Köyüne gidebilirsin, bundan sonra sana gereksinmem yok. Artık eline para geçmeyecek, çünkü bana karşılığında hizmet eden ücret alır.

Bunun üzerine asker, şimdiden sonra nasıl yaşayacağını bilememiş. Tasalı tasalı çıkıp gitmiş. Akşamleyin bir ormana varıncaya kadar boyuna yürümüş. Ortalık kararınca bir ışık görmüş, yakınına gitmiş, bir eve gelmiş. İçeride bir cadı oturuyormuş.

Asker ona:

-bana geceleyin yatacak bir yer, bir parça yiyecek, içecek ver. Yoksa ölüyorum! Demiş.

Kadın:

-Yolunu şaşırmış bir askere kim ne verir ki? Ama ben merhametli davranacağım. İstediğimi yaparsan seni kabul edeceğim! Demiş.

-Ne istiyorsun?

-Yarın bahçemi kazacaksın!

Asker razı olmuş. Ertesi gün olunca var gücüyle çalışmış. Fakat akşam olmadan işi bitirememiş.

Cadı:

-Görüyorum ki, demiş, bugün daha fazla yapamayacaksın. Bir gece daha seni alıkoyacağım. Buna karşılık yarın bana bir yük odun yarıp parçalayacaksın.

Asker bütün günü bu işe harcamış; akşamleyin cadı ona bir gece daha kalmasını önermiş:

-Yarın bana ufak bir iş göreceksin, evimin arkasında eski bir susuz kuyu var. İçine fenerim düştü. Mavi mavi yanıyor, sönmüyor. Bunu çıkarıp bana getireceksin! Demiş.

Ertesi gün kocakarı onu kuyuya götürmüş, bir sepetin içinde aşağı sarkıtmış. Asker mavi feneri bulmuş, kendisini yine yukarı çekmesi için bir işaret vermiş. Kadında onu yukarı çekmiş ama, kuyunun ağzına yaklaşınca kocakarı elini uzatmış, mavi feneri almak istemiş.

Asker onun kötü niyetini anlamış:

-Hayır, demiş, iki ayağımla toprağa basmadıkça feneri sana vermem!

Bunu üzerine cadı kızmış, onu yine kuyudan aşağı salmış çıkıp gitmiş.

Zavallı asker, bir yanına zarar gelmeden ıslak dibe düşmüş.

Mavi fener yanıp duruyormuş, fakat bunun ona ne yardımı olabilir ki? Ölümden kurtulamayacağına da aklı yatmış. Bir süre pek üzgün oturmuş. Bu sırada rasgele elini cebine sokmuş, henüz yarı dolu tütün çubuğunu bulmuş:

-Son eğlencem bu olsun! Diye çubuğu çıkarmış, mavi fenerden yakmış, tüttürmeye başlamış. Duman kuyunun boşluğunu doldurunca, birdenbire karşısına minimini bir kara cüce dikilmiş:

-Buyruğun nedir efendi? Diye sormuş.

Asker pek şaşırmış bir durumda:

-Buyruğum ne mi? Diye yanıt vermiş:

cüce:

-İstediğin her işi yapmak zorundayım! Demiş.

Asker:

-Pekâlâ, demiş, öyleyse önce kuyudan çıkmama yardım et.

Cüce onu elinden tutmuş, bir yeraltı geçidinden geçirmiş. Fakat mavi feneri birlikte almayı unutmamış. Cüce yolda ona, cadının biriktirip oraya sakladığı hazineleri göstermiş. Asker taşıyabileceği kadar çok altın almış. Yukarı çıkınca cüceye demiş ki:

-Şimdi git, yaşlı cadıyı bağla mahkemeye götür.

Çok geçmeden cadı, yabanıl bir erkek kedinin üstünde korkunç çığlıklarla rüzgar gibi önünden geçip gitmiş.

Yine çok geçmemiş, cüce geri dönmüş:

-Her şey yapıldı. Cadı darağacında sallanıyor bile, demiş, başka ne buyuruyorsun! Demiş

asker:

-Şimdilik hiçbir şey! Eve gidebilirsin! Seni çağırdım mı hemen el altında olmalısın! Demiş.

Cüce:

-Çubuğunu mavi fenerle yakmaktan başka bir şeye gerek yok. O zaman derhal karşındayım! Demiş. Sonra askerin gözünün önünden kaybolmuş.

Asker geldiği kente dönmüş. En iyi hana gitmiş, güzel giysiler yaptırmış; sonra hancıya kendisi için mümkün olduğu kadar süslü, göz kamaştırıcı bir oda hazırlamasını buyurmuş.

Oda hazır olup da asker içine yerleşince kara cüceyi çağırmış:

-Krala canla başla hizmet ettim, fakat o beni savdı, aç bıraktı. Bunun için hıncımı almak istiyorum! Demiş.

Cüce sormuş:

-Ne yapayım?

-Akşamın geç bir vaktinde, kral kızı yatağa uzanınca onu uyur uyur buraya getir, bana hizmetçilik etsin!

-Bu benim için kolay, ama senin için tehlikeli bir şey eğer ortaya çıkarsa başına bir yıkım gelir! Demiş.

Saat on ikiyi çalınca, kapı açılmış, cüce kral kızını taşıyarak içeri getirmiş.

Asker:

-Hah, burada mısın ? diye bağırmış, haydi iş başına! Git süpürgeyi getir, odayı süpür!

Kız işini bitirince asker kızı koltuğunun yanına çağırmış, ayaklarını ona doğru uzatmış.

-Çizmelerimi çek! Demiş. Sonra bunları yüzüne fırlatmış. Kız onları kaldırıp temizleyecek, parlatacakmış. Kız kendisine buyurulan işlerin hepsini hoşnutsuzluk göstermeden, bir şey demeden, yarı kapalı gözlerle yapmış. İlk horoz sesiyle cüce kızı yine kralın sarayına, yatağına götürmüş.

Ertesi sabah kral kızı yataktan kalkınca babasına gitmiş, acayip bir düş gördüğünü anlatmış:

-Caddelerden yıldırım hızıyla geçirildim, bir askerin odasına götürüldüm. Ona halayık olarak iş görmek, hizmet etmek, aşağılık işlerin hepsini yapmak, oda süpürmek, çizme temizlemek zorunda kaldım. Bu yalnızca bir düştü ama o kadar yorgunum ki sanki bütün bunları yapmış gibiyim.

Kral

-Bu düşün gerçek olması mümkün, demiş, sana bir şey salık vereyim: cebine bezelye doldur: küçük bir delik aç. Yine seni alıp götürürlerse bunlar dışarı dökülür, cadde üzerinde iz bırakır.

Kral bunları söylerken cüce görünmeden orada bulunuyormuş, söylenenlerin hepsini dinlemiş.

Geceleyin, uyanan kral kızı yine caddelerden geçirilirken cepten birkaç bezelye düğmüş. Fakat bunlar iz belli edememişler. Çünkü kurnaz cüce önceden bütün caddelere bezelye serpmişmiş. Kral kızı yine horozlar ötünceye kadar halayıklık etmiş.

Ertesi sabah kral iz aramak üzere adamlarını dışarı yollamış; fakat emek boşa gitmiş. Çünkü bütün caddelerde yoksul çocuklar oturmuş, bezelye toplayıp:

-Bu gece bezelye yağmuru yağmış! Diye söyleniyorlarmış. Kral:

-Başka bir şey düşünüp bulmalıyız! Demiş, yatağa girerken pabucunu çıkarma, oradan dönmeden önce bunlardan birini sakla. Ben onu bulacağım!

Kara cüce bu planı işitmiş. Akşamleyin asker, kral kızını yine getirmesini isteyince bundan vazgeçmesini öğütlemiş; bu hileye karşı bir çare bilmediğini, pabuç yanında bulunursa başının belaya gireceğini söylemiş.

Asker:

-Sana ne diyorsam onu yap! Diye yanıtlamış. Kral kızı üçüncü gecede bir halayık gibi iş görmek zorunda kalmış. Fakat geri dönmeden önce bir pabucu yatağın altına saklamış.

Ertesi sabah kral bütün kent içinde kızının pabucunu aratmış. Pabuç askerin odasında bulunmuş. Cücenin ricası üzerine kentin kapısından dışarı çıkmış olan asker de derhal ele geçirilip zindana atılmış. Asker kaçarken en iyi şeyleri olan mavi fenerle altınlarını unutmuşmuş; cebinde bir tek duka altını varmış. Zincirlere vurulu olarak zindanının penceresi önünde dururken, arkadaşlarından birinin geçip gittiğini görmüş. Camı vurmuş. Adam gelince:

-Handa bıraktığım çıkıncağızı, lütfen getir sana bir duka altını veririm demiş.

Arkadaşı oraya koşmuş, istediğini getirmiş. Asker yine yalnız kalır kalmaz çubuğunu yakmış, kara cüceyi getirtmiş. Cüce, efendisine:

-Korkma, demiş, seni nereye götürürlerse git, bırak ne olursa olsun; yalnızca mavi feneri yanına al!

Ertesi gün askeri yargılamışlar, her ne kadar kötü bir şey yapmamışsa da yine yargıç onun asılmasına karar vermiş.

Asker dışarı götürülürken, kraldan sonra bir iyilik rica etmiş. Kral:

-Ne gibi? Diye sormuş.

-Yolda bir çubuk daha içeyim.

Kral yanıtlamış:

-üç tane de içebilirsin ! fakat sana yaşamını bağışlayacağımı sanma!

Bunun üzerine asker çubuğunu çıkarmış, mavi fenerden yakmış. Birkaç duman halkası yükselince cüce oraya dikilmiş. Elinde küçük bir sopa varmış:

-Efendim ne buyuruyor? Demiş.

-Alçak yargıçla polislerini pataklaya pataklaya yere ser. Bana bu kadar kötü davranan kralı da bunlardan ayırma!

Bunun üzerine cüce şimşek gibi oradan oraya zikzak yapa yapa harekete geçmiş. Sopasıyla birine dokunuverdi mi yere düşüyor, artık kımıldanacak durumu kalmıyormuş. Kral korkmuş, yere kapanıp yalvarmış. Yalnızca canını kurtarmak için de askere hem ülkesini hem de kızını vermiş.

Çoban Ve Elma Ağacı

Yaşlı çoban sürüsünü otlatmak için yaylaya çıktığında tepeye yakın bir elma ağacının altında dinlenir ve eğer mevsimiyse, onunla konuşarak:

"Hadi bakalım evladım, derdi. Bu ihtiyarın elmasını ver artık".

Ve bir elma düşerdi, en güzelinden, en olgunundan. Yaşlı adam sedef kakmalı çakısını çıkartarak onu dilimlere ayırır ve küçük bir tas yoğurtla birlikte ekmeğine katık ettikten sonra, babasından kalan Kur'an'ını okumaya koyulurdu.

Çoban, bu ağacı yirmi yıl kadar önce diktiğinde sık sık sular, bunun için de büyükçe bir güğüme doldurduğu abdest suyundan geriye kalanı kullanırdı. Elma ağacının kökleri, belki de bu sularla kuvvet bulmuş ve kısa sürede serpilip meyve vermeye başlamıştı. Çoban o zamanlar henüz genç sayıldığından şöyle bir uzandı mı en güzel elmayı şıp diye koparırdı. Fakat aradan geçen bunca yıl içinde beli bükülüp boyu kısalmış, ağacınkiyse bir çınar gibi büyüyüp göklere yükselmişti. Ama boyu ne olursa olsun, ağaç yine de yavrusu değil miydi? Onu bir evlat sevgisiyle okşarken :

"Ver yavrum, derdi, gönder bakalım bu günkü kısmetimi."

Ve bir elma düşerdi hiç nazlanmadan, yıllar boyu hiçbir gün aksamadan.

Köylüler, uzaktan uzağa gözledikleri bu hadiseyi birbirlerine anlatıp yaşlı çobanın veli bir zât olduğunu söylerlerdi.

Yaşlı adam, ağacın altında dinlenip namazını kıldığı bir gün, yine elmasını istedi. Ancak dallar dolu olmasına rağmen nedense birşey düşmemişti. Sonra bir daha, bir daha tekrarladı isteğini. Beklediği şey bir türlü gelmiyordu. Gözyaşları, yeni doğmuş kuzuların tüylerini andıran beyaz sakalını ıslatırken, ağacın altından uzaklaşıp koyunların arasına attı kendini. Yavrusu, meyve verdiği günden bu yana ilk defa reddediyordu onu. İhtiyar çobanın beli her zamankinden fazla bükülmüş, güçsüz bacakları da vücudunu taşıyamaz olmuştu. Hayvanlarını usulca toplayıp köye doğru yöneldiğinde, aşağıdaki caminin her zamankinde daha nurlu minarelerinden yankılanan ezan sesiyle irkildi birden. Yeniden doğmuştu sanki çoban. Birşey hatırlamıştı.

Çocuklar gibi sevinerek ağacın yanına koştu ve ona şefkatle sarılırken :

"Canım" dedi, hıçkırıp ağlayarak.

"Benim güzel evladım, mis kokulum. Şu unutkan ihtiyarı üzmeden önce neden söylemedin, bu günün Ramazan'ın ilk günü olduğunu ?"

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...