Ak Benekli

Çoban Ali her gün erkenden kalkar, koyunlarını otlatmaya giderdi. O sabah da şafak sökmeden uyandı. Yatağının içinde iyice gerindi, uzun uzun esnedi. Kuzu postundan yapılmış tüylü yeleğini giydi. Alelacele yalınayak kulübesinden dışarı çıktı. Ağılın kapısını açtı. Sopasıyla birer birer hepsinin kuyruğundan dürttü.

- Hadi bakalım tembeller! Düşün yola!

Koyunlar, kuzular Ali'yi görünce sevindiler, meleştiler. Ak benekli olanı Ali'nin kucağına atladı, yanaklarını yalamaya başladı.

Ali Ak Benekli'yi çok şımartmıştı. Ak Benekli doğduktan iki gün sonra ayağını taşa çarpmış, yaralanmıştı. Zavallı pek minik olduğu için bir türlü iyileşememişti. Ali gece gündüz onun yanından ayrılmamış, aşağı köyde oturan Senem Nine'nin otlardan yaptığı merhemleri süre süre iyi etmişti Ak Benekli'yi. İşte o gün bu gündür Ak Benekli'yi diğerlerinden bir başka tutar, bir başka severdi Çoban Ali.

Düştüler yola.

Çoban Ali Ak Benekli kucağında, elinde sopa , arkada diğerleri çıngırak sesleriyle kah koştular, kah durdular. Dere boyuna geldiler.

Güneş yükseldi; parladı.

Çoban Ali “Ah bir ağaç olsaydı sırtımı yaslayacak, gölgesinde serinleyecek! " dedi. Böyle derken Ak Benekli'yi kucağından indirdi. Cebinden kavalını çıkarıp başladı çalmaya. Yere, kuru toprağa çömelmiş, çalıyor da çalıyordu Çoban Ali yanık yanık.

Dere boyunda az ilerde Senem Nine'nin kulübesi vardı. Kimsesizdi zavallı kadıncağız. Bir zamanlar Çoban Ali kadar bir torunu olduğunu söylerler köylüler. Kimse bilmez Senem Nine'nin torununa ne olduğunu.

Kimi "Öldü; öldü. Ben biliyorum", kimi de "Kayboldu; kaybolmuş galiba." der, ama kimse sormaya cesaret edemez Nine'ye.

Bir gün biri soracak olmuş; Nineciğin gözlerinden seller gibi yaşlar akmış akmış da hiçbir şey söylememiş.

Yalnız Çoban Ali onun “Ah onlar gelmeden her şey ne kadar güzeldi! Herkes ne kadar mutluydu!" dediğini duymuştu çoğu kez.

"Kimler nine? Kimler geldi buraya?" diyecek olsa Çoban Ali, “Hiç, hiç kimse. Sen bana bakma oğulcuğum. Kendi kendine konuşan bir ihtiyarım işte ben " der, geçiştirirdi Senem Nine.

Çoban Ali bir yandan kavalını çaldı, bir yandan bunları geçirdi aklından. "Zavallı Senem Nine!" diye mırıldandı.

Ak Benekli Çoban Ali'nin üzüldüğünü anladı. Yanına gelip başını onun dizlerine dayadı. Çoban Ali sevdi, okşadı Ak Benekli'yi.

Güneş iyice yükseldi. Öğle oldu. Çoban Ali'nin karnı acıktı. Yerinden doğruldu. İki elinin işaret parmaklarını ağzına götürdü, keskin bir ıslık çaldı. Bunun üzerine bütün koyunlar toplaştılar, meleştiler. Çıngırak sesleri birbirine karıştı.

Senem Nine kulübesinden çıktı. Elini salladı.

- Çoban Ali; gel; taze çörek yaptım.

Çoban Ali sevincinden iki kez takla attı.

- Yaşşaa nineciğim!

Nine iki büklüm, Çoban Ali'ye hizmet ediyordu. Çörekler getirdi, ayran yaptı.

Ali ağzını çöreklerle doldurdu. Ak Benekli'yi de yanına çağırdı.

Senem Nine onların karşısına geçti, oturdu. Gözlerinden iki damla yaş aktı.

- Hey Çoban Ali! Oğulcuğum. Torunum da yaşasaydı, senin kadar olacaktı. Ah onlar gelmeseydi, o adamlar! Her şey ne güzeldi!

Çoban Ali yerinden ok gibi fırladı:

- Söyle nineciğim. Söyle, kimler geldi? Hangi adamlar? Ne olur anlat nine! Torununa ne oldu?

Ali böyle haykırırken Senem Nine'nin dizlerine kapanmış, sımsıkı onun ellerinden tutuyordu.

Senem Nine ağlıyor, bir yandan da Çoban Ali'nin saçlarını okşuyordu.

- Peki Çoban Ali. Anlatacağım oğulcuğum.

Ali ninenin yanına çöktü. Ak Benekli sanki olağanüstü bir şeyler olduğunu anlamış gibi bir nineye, bir Çoban Ali'ye bakıyordu. Çoban Ali Ak Benekli'yi çekti, kucağına oturttu.

Nine bir eliyle gözyaşlarını sildi. Başını kaldırdı. Dere boyunun iki yanını gözleriyle uzun uzun taradı.

- Çoban Ali, şuraları görüyor musun?

İşaret parmağıyla ta uzakları gösterdi. Yine devam etti:

- İşte buraları bir zamanlar yemyeşil ormandı. Çamı, kavağı, meşesi; ne ağaçlardı onlar! Dallarında cıvıl cıvıl kuşlar öterdi... Gölgelerinde köylüler serinlerdi. Mis gibi havasını ciğerlerimize doldururduk. Kuraklık nedir bilmezdik. Bereketli yağmurlar yağardı hep. Kışın kar yağıp da ilkbaharda erimeye başlayınca dere dolup taşardı. Ama o güzelim ağaçlar bizleri selden korurdu.

Çoban Ali merakla sordu:

- Eee nineciğim, ne oldu o güzelim ağaçlara?

Senem Nine hırsla kalktı. Bir elini yukarı kaldırıp yumruğunu sıktı:

- Onlar geldiler, o baltalı adamlar Çoban Ali. Yıktılar, devirdiler ağaçlarımızı. Söktüler köklerinden. Sanki canlarımızı da aldılar gittiler. O gün bu gündür bu toprak çorak, bu toprak kurak...

Çoban Ali yine sordu :

- Torununa ne oldu nine?

Senem Nine yine çöktü yere. Başını iki yana salladı. Kısık bir sesle:

- O kış çok kar yağdı Ali buralara, dedi. İlkbahar geldi. Dağlardaki tepelerdeki karlar başladı erimeye. Bu dere doldukça doldu. Doldu da taştı. Sel bastı her yeri. İşte benim minik torunumu da o sel aldı gitti... Gidiş o gidiş...

Çoban Ali'nin gözleri kocaman açılmış, rengi sapsarı olmuştu. Sanki bir şeylerden korumak istiyormuş gibi Ak Benekli'yi sımsıkı sardı, göğsüne bastırdı. Göz pınarlarından damla damla yaşlar yanaklarına süzülüyordu. "Nineciğim, zavallı nineciğim benim!" dedi.

Senem Nine çocuğu üzdüğünü anlayıp gülümsemeye çalıştı. "Hadi Çoban Ali, kalk. Derle toparla sürünü. Seni üzdüm oğulcuğum." dedi.

Çoban Ali bugünden sonra Senem Nine'nin anlattıklarını hiç unutmadı. Günler, geceler boyu hep düşündü durdu.

Yaz bitti; sonbahar geçti; kış geldi. Lapa lapa kar yağdı. Öyle yağdı ki Çoban Ali günlerce sürüsünü çıkarıp otlatamadı. Yalnızca Ak Benekli'yi yanından hiç ayırmadı.

Bazı geceler Çoban Ali neşelenir, ocağın karşısına geçer, kavalını çalardı. Ak Benekli o zaman zıplar da zıplar, onun neşesine katılırdı. Ali'nin canı bir şeye sıkılacak olsa Ak Benekli de hüzünlenirdi. Böyle kuvvetli bir dostluk vardı aralarında.

Günler, geceler geçti. İlkbahar geldi. Çoban Ali sevindi. Ak Benekli zıplayıp dans etmeye başladı. Sürü indi dere boyuna. Meleştiler, otladılar. Senem Nine onları gördü; seslendi :

- Çoban Ali... Gel, çörek yaptım.

Sarıldılar, nineyle öpüştüler.

Nine "Ak Benekli görmeyeli ne kadar büyümüş! dedi.

Güneş parlıyor, karları eritiyordu. Dere coştukça coşuyordu.

Ertesi gün Çoban Ali yine sürüsünü otlatıyordu. Öğle vakti yaklaştı. Senem Nine'nin kulübesinin kapısı hala açılmamıştı.

Çoban Ali merakla koştu. Kapıyı çaldı.

- Nine; benim. Çoban Ali. Aç kapıyı.

Biraz sonra nine kapıyı açtı. Yüzü solgun, sapsarıydı. Gözlerinde korku vardı.

- Ne oldu nineciğim, hasta mısın?

Nine Çoban Ali'nin üzerinden dereye doğru baktı. "Korkuyorum Çoban Ali; korkuyorum!" dedi.

- Neden nine?

- Dere hoşuma gitmiyor. Taşacak gibi. Yine felaket getirecek gibi.

Çoban Ali geriye döndü. Dere gürültülü sesler çıkarıyor, taştıkça taşıyordu. Korkuyla yanına baktı. Ak Benekli yoktu. Koşarak sürünün yanına geldi. "Ak Benekli neredesin? " diye bağırdı.

Zavallı hayvanlar derenin sesinden ürkmüşler, taşan sulardan korunmak için bir oraya bir buraya kaçışıyorlardı.

Çoban Ali yine seslendi: Ak Benekli ! Ak Benekli!

Kavalını çıkardı, çaldı Ak Benekli duyar da gelir diye. Ama ne gelen vardı ne giden. Zaten suyun sesi yükselmiş, hiçbir şey duyulmaz olmuştu.

Senem Nine de kulübesinden çıktı; Ali'nin yanına geldi. "Çoban Ali, durma buralarda. Kaç, sürünü kurtar. Sel başladı " diyordu. Bir yandan da “Ah yine o felaket!" diye ağlıyordu.

Çoban Ali durmadı, koştu. Dere boyu sulara bata çıka koştu. Hem koşuyor hem sesleniyordu:

- Ak Benekli, Ak Benekli! Ak Benekli!

O da sulara daldı. Kayboldu gitti ta ki aşağı köylüler onu bulup kurtarana dek.

Ak Benekli'yi sel alıp götürmüştü. O günden sonra Çoban Ali'nin yüzü hiç gülmedi. Her gün dere boyuna inip "Ak Benekli! Ak Benekli!" diye ağladı.

Yaz geldi, sular çekildi. Çoban Ali yine dere boyuna inmiş ağlıyordu.

- Ak Benekli nerdesin?

Omuzuna biri dokundu. Çoban Ali sıçradı, döndü. Senem Nine'yi gördü.

Senem Nine "Yas tutmayı bırak Çoban Ali. Ağlamakla Ak Benekli'yi geri getiremezsin " dedi.

"Ne yapabilirim nine ?" diye ağlamaya devam etti çocuk.

- Çok şeyler yapabilirsin. Çok şeyler yapabiliriz Çoban Ali, diye bağırdı nine. Ağaç dikeriz, yeniden ağaçlandırırız buraları. Yemyeşil orman olur zamanla. Eskisi gibi cıvıl cıvıl kuşlar öter dallarında o güzelim ağaçların. Ötmez mi Çoban Ali?

Çoban Ali kalktı.

Gözyaşlarını siliyor, bağırıyordu . "Öter nineciğim, öter nineciğim " diyordu.

Şimdi aradan uzun yıllar geçti. Dere boyu yine eskisi gibi ağaçlık, yemyeşil orman oldu. Kuşlar cıvıl cıvıl. Havası mis gibi.

Kimin yolu düşerse, gitsin baksın. Çoban Ali ile Senem Nine'nin kulübesi hâlâ orada duruyor.

Hatta bazıları Ak Benekli'nin de meleyişini duyar gibi olduklarını söylüyorlar.

Gitarcı Aslan

Ormanlar Kralı aslan bir varisi olmadığından yakınıyordu. Nedeni bilinmezdi fakat hiç yavrusu olmamıştı. Bir erkek yavrusu olsa bir iki yıla kalmaz kocaman olurdu. Şöyle yelesini savurarak boy boy dolaşırdı ortalıkta. Ormana asayişi kontrol için çıktığında bir kükre dimiydi, suçlular ve suç hazırlığı içinde bulunanlar saklanacak delik aramalıydı. Neden sanki tacını, tahtını bırakacağı bir varisi yoktu. Yakın akrabaları falan da yoktu ki, onlardan birini yanına alsın, yetiştirsin, kendinden sonrası için kral olmaya hazırlasın. Kral dediğin soylu olurdu, asil olurdu, öyle her önüne gelen krallık yapamazdı. Tutsa alelade bir aslanı kendinden sonrası için vasiyet etse, yeni kral beceriksiz çıkacak ve yönetim etkisiz kalınca da orman karışıklığa, kargaşalığa, kaosa sürüklenecekti.

“ Hayır, gözüm arkada kalmamalı “ diye düşündü Ormanlar Kralı aslan. “ Soy kütüğümü tekrar kontrol etmeliyim. Hem bu defa öncekiler gibi olmamalı, çok daha dikkatli davranmalıyım. Babamı, dedemi ve tüm soyumu, sopumu en ince ayrıntılarına kadar incelemeliyim. Mutlaka bulmalıyım, damarlarında asalet kanı taşıyan bir aslan mutlaka bulmalıyım. ”

Ormanlar Kralı aslanın günlerce süren araştırması sonunda meyvesini verdi. Dört nesil öncesinde krallık yapan aslan yerine büyük oğlunu vasiyet edince küçük oğlu bu duruma üzülmüş ve çekip gitmişti. Onun çok uzaklardaki Grandr Ormanı’na gittiği ve orada sakin bir yaşam sürmeye başladığı belirtilmişti. Konu hakkında daha sonra ne olduğu gibi bir bilgiye rastlanmıyordu. Ormanlar Kralı aslan tilkiyi huzuruna çağırdı ve ona durumu anlatıp, Grandr Ormanı’nda araştırma yapmasını, eğer varsa, akrabalarından genç ve yetenekli bir erkek aslanı alıp saraya getirmesini emretti. Tilki tamamen sessiz iş görecek ve dışarıya bilgi sızdırmayacaktı.

Tilki, Grandr Ormanı’na vardığında küçük bir kalabalık gördü.Bu kalabalığın ortasında genç bir erkek aslan gitar çalıyordu. Tilki daha önce gitar çalan bir aslan görmediği için çok şaşırdı. Pek de güzel çalıyordu canım bu aslan gitarı. Gitar sesini yakından dinlemek için ön sıraya geçmek lazımdı. Haydi ne duruyordu geçseydi ya ön sıraya. Tilki kalabalığın arasından sıyrılarak ön sıraya geçti. İşte şimdi gitar sesi kulağına daha bir hoş geliyordu. Bir süre bu gitarcı aslanın konserini dinledikten sonra onun oldukça yetenekli olduğunda karar kıldı. Hani gitarcı aslan hava karardıktan sonra konserini bitirip dinleyenlere teşekkür edip kalkıp gitmese sabaha kadar onun çaldıklarını dinlemeye razıydı. Bu kadar olurdu canım, bu kadar olurdu.

Tilki ertesi gün yoğun bir çaba içine girdi. Sağa gitti, sola gitti, gezdi, dolaştı. Pek çok orman hayvanıyla konuşmalar yaptı. Ne yaptı etti, sözü döndürdü, dolaştırdı, dört nesil öncesinde kral olan aslanın küçük oğlunun ne olduğu, nasıl yaşadığı ve soyunun devam edip etmediği sorularını onlara sordu. Konuya doğru dürüst bir açıklama getiren yoktu. Hep ben ne bileyim, ben ne bileyim. Fakat iş dedikodu anlatmaya geldi miydi fındık kırdırıyorlardı. Birbirlerinin arkasından demediklerini bırakmıyorlardı. Dedikodu kötü bir alışkanlıktı, bunu bari bilselerdi ya..

Tilkinin Grandr Ormanı’ndaki araştırması on gün devam etti. Sonunda bir yaşlı aslan konuyu aydınlığa kavuşturdu. Kraliyet ailesinden şu anda hayatta olan bir aslan kalmıştı. O da gitarcı aslandı. Tilki için gitarcı aslanı bulmak zor olmadı. Yine aynı yerde konser veriyordu. Tilki konser sona erdikten sonra gitarcı aslanın yanına giderek, Ormanlar Kralı aslan tarafından buraya gönderildiğini, kralın kendisini konser vermek için saraya davet ettiğini söyledi. Bu teklifi kabul eden gitarcı aslan, ertesi gün tilki ile birlikte yola çıktılar.

Saraya varınca tilki gitarcı aslana kalacağı odayı gösterdikten sonra kralın huzuruna çıktı ve en başından başlayarak olanları anlattı. Damarlarında asalet kanı taşıyan genç ve yetenekli bir erkek aslan nihayet bulunmuştu. Fakat şu gitar çalma işi kralı hem şaşırtmış, hem de düşündürmüştü. Nereden aklına gelmişti bilmem ki bu aslanın gitar çalmak? Akşam yemeği sarayın yemek salonunda yendikten sonra gitarcı aslan konserine başladı. Sanki sihirli bir el gitarın telleri üzerinde dolaşıyordu ve dinleyenler bu tellerden çıkan nağmelerle büyüleniyorlardı. Bazı bazı gitarcı aslan sesiyle de iştirak ediyordu bu nağmelere ve gerçekten büyüleyici bir tablo ortaya çıkıyordu.

Günler günleri kovaladı. Geçen günlerle birlikte kral gitarcı aslanı tanıdıkça daha bir sevdi. Asildi, soyluydu, bilgiliydi, kültürlüydü, saygılıydı. Daha ne olsundu canım aynı zamanda kuzeniydi ya bu gitarcı aslan.Yerine vasiyet ederdi olur biterdi.Ama bunu ona nasıl söyleyecekti. İşin en zor tarafına sıra gelmişti. Günler geçip gidiyor fakat kral bir türlü ona söyleyemiyordu. Sonunda kral bir gün cesaret bulup her şeyi olduğu gibi anlattı.

“ İşte soy kütüğü burada. İşte şunlar dört nesil öncesinde dedelerimizin adları. Benim dedem kral tarafından vasiyet edilince, senin deden Grandr Ormanı’na gitmiş. Onun soyundan sadece sen yaşıyorsun. Yani sen benim kuzenim oluyorsun. Benim tahtımın, tacımın tek varisi sensin. “

Kralın anlattıkları gitarcı aslanı hiç şaşırtmadı. Zaten o bütün bunları babasından defalarca dinlemişti. Her şeyi bildiğini krala söyledi. Kral, gitarcı aslanı açık sözlülüğünden dolayı kutladı. Çünkü gitarcı aslan her şeyi bildiği halde bildiğini söylemeyiverse hem kendini aldatmış sayılırdı, hem de kralı. Kral bunun farkındaydı ve böylesine mert bir aslanın varisliği kabul etmesinden kıvanç duydu.

Kurbağa Prens

Bir zamanlar yedi güzel kızı olan bir kral varmış. Bu kızların en güzeli en küçük olanmış.Güzel günlerde sarayın yakınındaki serin gölün kıyısında altın topuyla oynamaya bayılırmış. Bir gün kız topunu havaya atmış ve beklenmedik bir şey olmuş. Top göle düşmüş! "Topum gitti!" diye ağlamış kız. "Ben senin topunu getiririm," demiş gölün kıyısındaki küçük bir kurbağa. "Ama benimle arkadaş olacağına, yemeğini paylaşacağına ve geceleri yatağına alacağına söz verirsen, " diye devam etmiş kurbağa. "Tamam " demiş kız. Ama kurbağa suya dalıp kızın topunu ona geri vermez koşarak saraya dönmüş.

Akşamleyin kral ve ailesi sofraya oturmuşlar. Tam yemeğe başlamak üzerelerken kapıdan bir vraklama sesi gelmiş. Küçük prenses duymazdan gelmeye çalışmış. Ama kral meraklanmış. " Kim o?" diye sormuş. Prenses bunun üzerine kurbağaya verdiği sözü babasına anlatmış. " Söz sözdür kızım," demiş babası. Böylece prensesin nefret dolu bakışlarına rağmen kurbağaya sofrada yer verilmiş.


Yemekten sonra kız tek başına yatağına yönelmiş. Kurbağa masadan, " ya ben ne olacağım? " diye vraklamış. Kral kızına, "Verilen sözlerle ilgili söylediklerimi unutma" demiş.Prenses kurbağayı yanına alıp odasına götürmüş ve bir köşeye bırakmış. " Yastığına gelmek isterim demiş," kurbağa. Prenses gözyaşları içinde kurbağayı yastığına bırakmış.

Tam o anda kurbağa yakışıklı bir prense dönüşmüş. "Korkma, " diye gülümsemiş. " Bir cadı beni kurbağa yapmıştı ve bu büyüyü ancak bir prenses bozabilirdi. Umarım arkadaş olabilirz. Hem bak artık bir kurbağa değilim." Prens ve prenses çok geçmeden evlenmişler ve düğünlerinde tabii ki bazı yeşil dostlarını da davet etmeyi unutmamışlar.

Bülbül İle Hükümdar

Bir zamanlar dünyanın en güzel sarayına sahip bir hükümdar varmış. Fakat, sahip olduğu güzelliğin farkına varmayan talihsiz biriymiş bu hükümdar. Sarayının aynı güzellikte bir de bahçesi varmış ki, ucu bucağı görünmezmiş. En güzel çiçekler ekiliymiş orda. Halkın arasında konuşulanlara bakılırsa bahçeden daha güzel olan şey, o bahçenin içinde yaşayan bir bülbülmüş. Öyle güzel bir ötüşü varmış ki bülbülün, şöhretini duyanlar uzak ülkelerden bile onu görmek için oraya gelmek istermiş.

Bu bülbülün ünü hükümdarın kulağına kadar gelmiş. İşin garip yanı ise, hükümdarın bu bülbülden haberinin olmamasıymış. Bu yüzden, çok sinirlenmiş hükümdar. Vezirini çağırıp; "Bu ne demek oluyor şimdi?" demiş, "Benim sarayımın bahçesindeki bülbülden benim niye haberim yok?"

Vezir cevap veremmiş. Çünkü bülbülden onun da haberi yokmuş. Hemen bahçıvanı çağırtıp; "Söyle bakalım" demiş, "saraydan bütün dünyanın duyduğu bir bülbül varmış. Neden benim haberim yok? Bahçıvan; "Bağışlayın efendim!" Vezir: "Çabuk onu bulun bana!" diye bağırmış.

Bahçıvan, her yeri aramış taramış, herkese sormuş ama bülbül bulamamış.

Vezir çare olarak, hükümdara "Bu birilerinin uydurduğu bir şey olsa gerek" demiş.

Hükümdar daha da hiddetlenmiş ve "Hayır, bu olamaz! Bunu bana güvendiğim birisi söyledi. Hemen bülbülü bulun, yoksa hepinizi cezalandırırım" demiş. Sarayın mutfağında çalışan bir kız bahçıvana gelip; "Aradığınızı burada bulamazsın!" demiş "ama isterseniz ben sizi onun yanına götürürüm."

Buna çok sevinen saray görevlileri hemen bülbülün yaşadığı ormanını yolunu tutmuşlar.

Bülbülün yaşadığı yere gelince; "Küçük bülbül!" diye bağırmış kız. Bülbül bir ağacın dalında görününce, "Hükümdar, seni görmek ve sesini duymak istiyor. Bizimle gelmezsen hepimizi cezalandıracak" demiş.

Bülbül bunu kabul edince, yolda onun sesinden şarkılar dinleyerek birlikte saraya dönmüşler.

Hükümdarın huzuruna çıkarılan bülbül, güzel sesiyle şakıya başlamış. Öyle yanık ötmüş ki, hükümdar hem duygulanıp gözlerinden yaşlar akıtmış, hem de çok mutlu olmuş. Bülbüle "dile benden ne dilersen!" demiş. Bülbül "en güzel hediye, sizi mutlu görmek" diye cevaplamış onu.

Bütün herkesin sevgisini kazanan bülbül, saraydakilerin baş tacı olmuş. Bundan sonra sarayın bahçesinde yaşamaya, zaman zaman da güzel sesiyle hükümdara şarkılar söylemeye başlamış. Bütün ülke halkı, bülbülün şarkılarını dinlemek için sarayın çevresine toplanırlarmış orada bir.

Günlerden bir gün hükümdara bir hediye sandığı gelmiş. Açtıklarında içinden mücevherler ile değerli taşlarla süslenmiş oyuncak bir bülbül çıkmış ortaya. Bir kurma kolu varmış bu camdan yapılmış oyuncak bülbülün üstünde. Bunu ayarladığınızda gerçek bir bülbül gibi ötmeye başlıyormuş. Bir zaman sonra, gerçek bülbül hükümdarın bu oyuncak bülbül geleli kendisiyle ilgilenmediğini görünce üzülmüş ve bir fırsatını bulup saraydan kaçmış.

Her gün güzel sesiyle ötmeye devam eden oyuncak bülbül ise, günün birinde bozul vermiş. Hükümdar bülbülün sesini öylesine alışmış ki, o zaman gerçek bülbülün eksikliğini farketmiş ve ona haksızlık ettiğini anlamış. Üzüntüsünden hasta olup yataklara düşmüş. Hükümdar günden güne daha da kötüleşmiş ve halk onun durumuna çok üzülmüş. Onu yatağında çaresiz şekilde görünce, artık iyileşmeyeceğini düşünüp yeni bir hükümdar seçmek istemişler hemen.

Hükümdarın hastalığı ve yeni hükümdar seçileceği haberleri saraydan kaçan bülbüle kadar ulaşmış. Hükümdarın sevgisini ve pişmanlığını öğrenen bülbül, ona yardımcı olmaya karar vermiş. Hemen gelip hükümdarın yattığı odanın penceresine konmuş ve güzel sesiyle tekrar tekrar şarkılar söylemeye başlamış.

Hasta yatağında bülbülün sesini duyan hükümdar, kendine gelmeye başlamış. Nihayet sabaha yakın, hükümdar iyileşip ayağa kalkmış. Kendisini iyileştirenin bülbülün sesini duymak olduğunu biliyormuş. Hükümdar bundan sonra onu hep seveceğine; bülbül de ona, arada bir gelip şarkı söyleyeceğine söz vermiş.

Sabah saraydaki herkes hükümdarı ayakta görünce hem çok şaşırmış, hem de sevinmiş.

Hükümdar sonraki hayatını sarayın bahçesindeki güzellikleri doya doya yaşayarak ve bülbülün tatlı nağmelerini dinleyerek geçirmiş.

Kiraz Ağacı

Bahçenin birinde bir kiraz ağacı varmış. Ağacın önce beyaz çiçekleri, sonra da kırmızı kırmızı kiraları olurmuş. Kiraz ağacının kapısı konuklara açıkmış. O hiç yalnız kalmazmış.

Kiraz ağacının bodrum katında köstebekler, solucanlar otururmuş. Ağacın gövdesinde ise karıncalar, böcekler bulunurmuş. Üst kattaki konuklar ise çiçeklere gelen arılar, dallara konan kuşlarmış.

Bir gün kiraz ağacı evini dolduran bu konuklara dönmüş, şöyle demiş: “Ey konuklar! Söyleyin bakalım daha ne kadar zaman evimde konuk olacaksınız? Bütün gün evimde rahat rahat oturuyorsunuz. Peki bana ne kira ödüyorsunuz?”

Konuklardan solucan ve köstebek hemen konuşmaya başlamışlar: “Bilir misin, biz sana yararlı olmaya çalışıyoruz. Köklerini saldığın toprağı gece gündüz eşeliyoruz. Böylece sen köklerini rahatça daha derinlere salabiliyorsun. Gelişiyorsun.”

Üst kattaki arılar ise şöyle demişler: “Senin çiçeklerinin balını kim çıkarıp topluyor? Niz olmasak senin çiçeklerinden hiç bal alınmazdı.”

Kuşlar ise şöyle konuşmuşlar: “Bizim neşeli sesimiz, şarkımız olmasa senin için sıkılırdı. Seni biz eğlendiriyoruz.”

Böylece kiraz ağacı konuklarının da kendisine bir şeyler verdiğini öğrenmiş. Bir daha da bu konulara hiç karışmamış. Onlar da ağacı hiç yalnız bırakmamışlar. Onu eğlendirmişler, zararlı böceklerden korumuşlar, toprağını temiz tutmuşlar.

Rüya Kızın Başına Gelenler

Pembe panjurlu evin, küçük bireyi Rüya bebek, dünyaya gözlerini açmış. Etrafında ışıltılı birçok oyuncak ve onunla ilgilenen insanlar gören kundaktaki Rüya bebeğin keyfine diyecek yokmuş. Bir anda evin ilgi odağı olan bu şeker mi şeker kız, gün geçtikçe daha da büyüyor, daha da güzelleşiyormuş. Güzelleşiyormuş güzelleşmesine; ama Rüya üzerindeki ilgi hiç azalmasın istediği için sürekli ağlıyormuş. Öyle ki onun bu ağlamalarına birkaç kez tesadüf eden teyzesi Hayriye, yeğenine “kapı zili” lakabı vermiş.

Aradan aylar, yıllar geçmiş. Akraba, eş, dost herkesin Rüya’ların evinde toplanma sebepleri bu küçük kızın beşinci yaş gününü kutlamakmış.

Küçük kız, doğum gününün kutlanacağından habersizmiş. Evdeki insan çokluğuna bu yüzden bir türlü anlam veremiyormuş. “Madem evde misafir var, ben bir süsleneyim böyle çıkmak olmaz” diye mırıldanan küçük kız, geçmiş ayna karşısına. Annesinin makyaj malzemelerinden ne bulduysa bir bir yüzüne sürmüş. Sonra aynaya bakıp, “Şimdi hazırım” demiş ve bir bir inmeye başlamış merdivenlerden. Derken küçük kızın ayağı kaymasın mı?

Evdeki herkes çok panik olmuş, hemen, yere düşen küçük kızı hastaneye kaldırmışlar. Rüya’nın anne ve babası ne yapacağını bilemiyor, korku ve telaştan bir o yana bir bu yana yürüyüp duruyormuş hastane koridorlarında.

Bir süre sonra Rüya’nın doktoru görünmüş kapıda ve şöyle demiş telaşlı anne ve babaya:

-Kızınızın sağ dizinde biraz ezilme var. Şimdi hemşire hanımlar sargıya alacak. Onun dışında korkulacak bir şeyciği yok. Geçmiş olsun.

Bu habere sevinen ve içten bir “elhamdülillah” çeken anne baba, doktor beyden izin alarak hemen kızlarının yanına koşmuş.

Üzülen anne babasını teselli etmek küçük kıza düşmüş ve başlamış bıdı bıdı konuşmaya:

-Anneciğim, babacığım, odamda oyuncaklarımla oynuyordum. Oyundan sıkıldım aşağıya, salona ineyim dedim. Bir de ne göreyim. Salonda bir sürü insan. Kalabalığı görünce ev kıyafetimle aşağı inmek istemedim. Hemen odama çıktım ve birazcık makyaj yaptım. Bir de anneciğim, senin ayakkabılarından birini giydim. Aşağı inerken de… Gerisini biliyorsunuz zaten…

Anne Necla Hanım, “Birazcık makyaj derken bu yüzündeki badana boyayı kast etmiyorsun değil mi, benim güzel kızım. Hani şu an boya kutusuna düşmüş gibisin de ondan böyle diyorum.” demiş.

Necla Hanım’ın bu sözüne üçü de çok gülmüş. Rüya şöyle eklemiş: Anneciğim ben anladım ki makyaj yapmak da, topuklu ayakkabı giymek de hiç biz çocuklara göre bir şey değil. Hem biz çocuklar makyajsız da çok güzeliz. Allah bizi çok güzel yaratmış.

Bay Vurdumduymaz

Bay Vurdumduymaz,Bayan Şımarık,Bayan Süslü,Bay Zeki ve Bay Becerikli aralarında piknik yapmaya karar vermişler.Piknik 2 gün sonra,bir nehir kıyısında yapılacakmış.O gün gelmiş.Bayan Şımarık,Bayan Süslü,Bay Zeki ve Bay Becerikli aralarında anlaştığı yere,yani nehir kıyısına gitmişler.

Bay Becerikli;

-Arkadaşlar;Bay Vurdumduymaz nerede?

Bayan Şımarık;

-Herhalde yine vurdumduymazlığı tuttu.

Bayan Süslü;

-Aman canım!Siz eğlenmenize bakın.Yarın Bay Vurdumduymaz'a sorarız.

Bay Zeki;

-Bayan Süslü haklı.Zaten o böyle şeyleri hiç umursamaz.Adı üstüyle,kendisi bir vurdumduymaz.

Bu dört arkadaş o gün çok eğlenmişler.İp atlayıp,top oynamışlar.Ve herkes evine dönmüş.Akşam olunca uyumuşlar.Uyandıklarında hepsi birlikte Bay Vurdumduymaz'a gitmişler.Bay Zeki;

-Hadi Bay Vurdumduymaz.Okula geç kalacağız.

Bay Vurdumduymaz;

-1 gün geç kalsam ne olacak ki?

Bayan Şımarık;

-Tabi canım!Umarım 1 kere geç kalmışsındır.

Bay Zeki;

-Hadi biz okula gidelim.Bay Vurdumduymaz kendisi gelir.

Onlar okula giderler.Fakat Bay Vurdumduymaz 2. ders sınıfa gelir.Öğretmenleri Bayan Bilgin;

-Hadi yerine otur Bay Vurdumduymaz.Zaten hep geç kalıyorsun.Hayır,saatin mi yanlış? diyeceğim.Ama sen onu da umursamazsın.Hadi çocuklar ödevlerinizi açın!Yapanlara artı,yapmayanlara eksi atacağım.

Fakat bizim Bay Vurdumduymaz ödevini yine yapmamış.

Bayan Bilgin;

-Evet Bay Vurdumduymaz.Ödevin nerede?

-Unutmuşum öğretmenim.

-Sen ne zaman unutmadın ki? Hadi bana bir söz ver.Ödevlerini yap,derslerine çalış.Eğer çalıştığını ve ödev yaptığını anlarsam;seni sirke götüreceğim.Söz mü?

-Söz öğretmenim.

Bay Vurdumduymaz,artık ödevlerini yapar,derslerine çalışır olmuş.Sözünü tutmuş.Öğretmeni de onu sirke götürmüş.

Siz siz olun çocuklar. Sakın Bay Vurdumduymaz gibi vurdumduymaz olmayın. Derslerinize çalışın,ödevlerinizi yapın ve verdiğiniz sözleri tutun!

Safiye, Papağan Ve Ördek

Arkeolog amcası Güney Amerika'dan gelirken yeğeni Safiye'ye hediye olarak bir papağan getirmiş. Bu papağan çok güzel Türkçe konuşuyormuş. Safiye ile papağan devamlı tartışma halindeymişler:

" Sen ne diyorsun Safiye, beni küçük görmekten vazgeç. "
" Ne yapayım yani büyük mü göreyim? "
" Evet, büyük gör. Ben papağanların kralıyım. Amazon Ormanları'nda yaşıyordum. On yıl önce avcılara yakalandım, amcana satıldım. Sen o zamanlar daha doğmadıydın. Amcan bana konuşmayı öğretti. Sonra getirip sana hediye etti. Ama iyi oldu. Şu kafesin içinde yaşamaktan bıkmıştım. Yakında beni bırakırsın sanırım. "
" Şuna bak, seni niye bırakayım? Ne güzel eğleniyoruz işte. "
" Sen buna eğlence mi diyorsun? İnanırım, cebinde bir altın bile yoktur. "
" Altın mı? Cebimde altının ne işi var? " dersimiz.com
" Olsa fena mı olur? Bin altının olsun istemez misin? "
" Şey, tabi ki isterim. Ama nerde bende o şans? "
" Aman Safiye, yaman Safiye, şans ayağına geldi, baksana tuttu kafiye. "
" Şans ayağıma mı geldi? Hani nerde? "
" Senin şansın benim. Bırak beni sana bin altın getireyim. "
Papağana inanan Safiye, onu serbest bırakmış. Papağan, yakında görüşürüz, deyip uçup gitmiş. Pencereye çıkıp papağanın arkasından bakmakta olan Safiye'ye bahçedeki paytak ördek:
" Konuşmanızı duydum. Bu papağan gider ama geri gelmez. Sana da altın falan getirmez. " demiş.
Bunun üzerine Safiye:
" Getirmezse getirmesin. Bir şey kaybetmiş sayılmam. Ama ya geri gelirse, bin altın getirirse? Zengin oldum gitti sayılır. " demiş.

Aradan iki ay geçmiş. Safiye yine bir gün öğle vakti papağanın dönüşünü pencere kenarında bekliyormuş. Birden gökyüzü kararmış. Yüzlerce papağan bahçeye inmiş. Her birinin gagasında bir altın lira varmış. Kral papağan, saygılarını sunduktan sonra, papağanlar altınları bahçeye bırakmışlar ve uçup gitmişler. Safiye bahçeye çıkıp altınları bir torbaya doldurmuş. Paytak ördek olanlara şaşmış. Safiye altınları babasına, annesine ve abisine göstermiş. Hepsi sevinç içindeymiş. Kırk gün kırk gece tef çalıp oynamışlar.

Çaydanlık Olmak İsteyen Prens

Bir varmış bir yokmuş, iki varmış, üç yokmuş...

Ülkenin birinde, kendi halinde bir prens yaşarmış. Kendi halinde diyoruz ama sahiden öyleymiş bizim prens. Kimsenin işine karışmak istemez, devlet yönetimiyle ilgilenmez, hep gezsin, eğlensin istermiş.

Babası ve bütün ülke halkı bu işe çok üzülüyorlarmış, çünkü prens kraldan sonra ülkeyi yönetecek kişiymiş ve o, bu görevleri yapmaktan kaçıyormuş. Annesi yalvarmış, babası bağırmış, çağırmış , ülkedeki bütün alimler, bilginler çağırılmış ama nafile... Bizim ki olmaz da olmaz diye tutturuyor.Artık yapacak bir şey bulamamışlar...

Günlerden bir gün daha kötü bir şey olmuş, bizim prens eline bir çaydanlık almış çaydanlığın üzerinde kendi resmine bakıp bakıp, ağlamaya başlamış. Anne ve babası ne olduğunu sorduklarında,

- Hiiiçç ben büyüyünce çaydanlık olmaya karar verdim “ demiş. Prensin çaydanlık olmak istediği birkaç saat içinde bütün ülkede duyulmuş. Ülke halkı sokaklara dökülmüş. “Olur mu canım, bir insan nasıl çaydanlık olabilir ki ?” diye konuşmaya başlamışlar. Ama prens anlamamış hiç . birini, elindeki çaydanlığı hiç bırakmamış, hayran hayran çaydanlığı izler olmuş. Kral ve kraliçe ne kadar alim varsa toplamışlar saraya . Baba çıkmış ortaya ve konuşmuş onlarla.

- Sevgili prensimiz çaydanlık olmak istiyor. Haydi bir çözüm bulun buna , demiş. Siz çözüm buldunuz , buldunuz bulamadınız çıkıp üstünde tepineceğim, görecek çaydanlık . olmak ne demek ? diye eklemiş.

Alimlerden biri çıkmış hemen:

- Ülkedeki bütün çaydanlıkları attıralım, demiş.

Kral bu fikri beğenmiş, emir vermiş, bütün çaydanlıklar yok edilmiş birkaç saat içinde. Ama prens nereden bulduysa bulmuş yine bir çaydanlık almış eline. Bu bir çözüm olmamış yani. Kralın siniri daha da artmış:

- Yeter yahu , bunca alim bir çözüm bulamadınız mı bu işe ? diye bağırmış. Alimlerden biri yerinden kalkmış;

- Siz konuştunuz mu hiç prensimizle ? diye sormuş.

Kral önce şaşırmış, sonra “ Ne konuşacağım ben onunla”diye kükremiş... O kadar çok bağırıyormuş ki, kendi sesinden kendi bile korkmuş. Alim :

- Efendimiz, siz sevgili prensimizle de böyle bağırarak konuşuyorsunuz, bazen o kadar çok korkuyor ki, sizi duymamak için kulaklarını kapatıyor, demiş. Kral durmuş, düşünmüş bu işte doğruluk payı var diye de aklından geçirmiş. Prensi yanına çağırmışlar :

- Oğulcuğum, yavrucuğum niye üzüyorsun bizi ? Bak biz senin için ne güzel şeyler düşünüyoruz”

diye konuşmaya başlamış. Sesi o kadar yumuşakmış ki, kendisi bile şaşırmış buna. Prens de çok şaşırmış. Babasının yanına oturmuş, elindeki çaydanlığı atmış:

- Babacığım işte ben de hep bunu bekliyordum” demiş. Bir gün beni sevdiğini anlarsam, işte o zaman ülkeyi yönetmek için senin yerine geçeceğim diye düşünüyordum.

Bizim kral ve Prens o günden sonra o kadar mutlu yaşamışlar ki, baba bir daha oğluna hiç kötü söz söylememiş, prens de çaydanlık olmak istememiş.

Susam Ve Çörek Otu

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde mutlu evlerin küçük mutfaklarının birinde iki can arkadaş yaşarmış. Öyle ki gündüzleri beraber oldukları yetmiyormuş, geceleri de geç saatlere kadar bir aradaymışlar. Yaz aylarının bunaltıcı sıcağından, balkona kadar uzanan ağaçların dalları altına sığınan bu iki dost, birlikteyken çok güzel vakit geçirirlermiş. Sabahlara kadar sohbet ederlermiş, gene de uykusuzluktan şikâyet etmezlermiş.

Bu iki dosttan büyük olanının adı Susam, küçük olanının adı Çörekotuymuş. Susamla Çörekotunun aralarında on küsur yaş varmış ama bu onların arkadaşlığına engel olmamış. Susam, Çörekotunun çocuksu hareketlerine kimi zaman gülermiş, kimi zamanda onu kırmayacak şekilde kızarmış ama Çörekotu asla üzülmezmiş. Çünkü onlar çok iyi dostlarmış.

Bu iki dost, ev sahiplerinin onları mutfağa kilitlemesinden çok rahatsızmış. Öyle ki “İyi ki şu balkon var, yoksa fırın tepsisinin yanında beklemekten ömrümüz tükenirdi” diye mırıldanırlarmış.

Bir gün ev sahipleri Şehriye Hanım, çarşaf böreği yapmaya niyetlenmiş. Bunu duyan Susam’ın canı çok sıkılmış ve hemen bu kötü haberi biricik dostu Çörekotuna yetiştirmiş. Gel görelim Çörekotu, bu habere üzülmek şöyle dursun sevinmiş, çünkü o, bir işe yaradığını hissedince mutlu olanlardanmış.

Susam, arkadaşının olaya farklı açıdan bakmasını çok beğenmiş ve yeniden gülüp oynamaya başlamış. Çalışmak gerçekten güzel bir şeymiş çünkü.

Ve beklenen saat gelmiş. Şehriye Hanım, börek için kolları sıvamış. Muzip Çörekotu evin hanımına şaka yapmak istemiş ve hemen mutfak dolabının çekmecelerinden birine gizlenmiş. Onun gizlendiğini gören Susam da gülmeye başlamış. Susamın neye güldüğünü anlayamayan Şehriye Hanım, türkü söyleye söyleye yufka açmaya koyulmuş. Tepsinin üzerine dizilen sekizinci yufkayı gören Susam, hemen vazifesine başlamış ve küçücük ayaklarıyla tepsinin üzerinde gezinmeye başlamış. Dostunun ayak seslerini işiten Çörekotu gizlendiği çekmeceden çıkıp Şehriye Hanım’ın kulağına kadar eğilmiş ve “Böö” diye bağırmış. Amacı Şehriye Hanım’ı korkutup, eğlenmek olan Çörekotu, ev sahibinin çok korktuğunu görünce yaptığına pişman olmuş, başını eğmiş ve hemen börek tepsisine atlamış. Dostunun gezindiği yerlerde başı öne eğik şekilde o da gezinmeye başlamış.

Çörekotu, “Eğer tepsinin her yerinde güzelce gezinir ve böreğin güzel olmasına katkı sağlarsam Şehriye Hanım’ın gönlünü kazanabilirim.” diye geçirmiş içinden.

Tepsinin içinde bir o yana bir bu yana gezinen Çörekotu ve Susam fırının içine girecekleri için korkmaya başlamış. Çünkü ev sahipleri Şehriye Hanım çok unutkanmış ve onları fırında unutup yakma ihtimâli varmış. Neyse ki korktukları olmamış ve becerikli Şehriye Hanım, tam zamanında fırından çıkarmış üzerinden buluta benzeyen dumanlar yükselen tepsiyi.

Yaz aylarında güneşten yeteri kadar karardıkları için daha da kararmak istemeyen Çörekotu ve arkadaşı hemen aynaya koşmuş. Renklerinin değişmediğini görünce bu iki sevimli arkadaş, sevinçten birbirlerine sarılmışlar. Ve zıplaya zıplaya börek tepsisine dönmüşler.

Saat üç olmuş, saatin içinden kuş çıkmış ve “Guk Guk” diye ötmüş. Tam da bu sırada Şehriye Hanım’ın misafirleri Nehir ile Irmak gelmiş. Şehriye Hanım onlara “Hoş geldiniz” der demez mutfağa koşmuş. Ve hızlı bir şekilde masayı hazırlamaya başlamış. Acele eden Şehriye Hanım, pembe çiçekli masa örtüsünü bulamayınca, Susam ile Çörekotu masa örtüsünün iki ucundan tutarak ev sahiplerine uzatmış ve yeniden yerlerine yani tepsiye girmiş.

Kadıncağız, Çörekotu ile Susam’a teşekkür ederek, elindeki örtü ile misafirlerinin yanına gelmiş. Onların her birine “Nasılsınız?” diye sorduktan sonra, “Hadi buyurun, sofra hazır” diye hazırladığı masaya davet etmiş.

Nehir, Irmak ve Nehir’in büyük kızı Pınar ile küçük kızı Su masada yerini almış. Misafirler, Şehriye Hanım’ın ısrarları üzerine her şeyden tadacaklarına dair söz vermiş. Sıra çarşaf böreğine gelince, Susamla Çörekotu’nun içini büyük korku kaplamış. Bu iki arkadaş, “Misafirlerden biri, ya canımızı yakarsa deyip”, korkudan tir tir titremeye başlamış.

Yemek yiyenlerin en küçüğü, yani Su, tabağına aldığı börekten bir parça koparıp ağzına atmış ve işte o zaman olan olmuş. Zavallı Susam, bu küçük kızın azı dişinin arasında sıkışıp kalmış.

İki diş arasında, karanlık bir yerde sıkışıp kalan Susam, korkudan oracıkta bayılmış çünkü o karanlıktan çok korkarmış. Şehriye Hanım, Susam’ın bu korkusunu bildiği için fırına pişirmek için börek tepsisini koyduğunda, hemen fırının lambasını yakmış; ama korkulan şey gene olmuş.

Masanın ortasında pembe çiçek ve altın yaldızlarla süslü servis tabağının bir köşesinde oradan oraya koşan Çörekotu’nun tek düşüncesi varmış: Dostunu o sıkıştığı yerden kurtarmak ve dostuna kavuşmak.

Çörekotu dostuna kavuşmak için şöyle bir plân yapmış: Önce küçük kızın eline bir kürdan verecek sonra da ona dişini temizlediğinde rahatlayacağını fısıldayacakmış. Kürdanın hareketiyle de arkadaşı Susam, sıkıştığı yerden kurtulacakmış.

Ve gerçekten de bunu başarmış. Su, denileni yapmış ve elindeki kürdanı dişleri arasında oynatmış ve Susam sıkıştığı karanlık yerden, pırt diye masaya zıplamış.

Daracık yerde sıkışıp kalan Susam, biraz kötü görünüyormuş. Çörekotu, arkadaşına iyi olup olmadığını sormuş ve “İstersen hastaneye gidelim” demiş. Susam, arkadaşının uzattığı bardağı almış ve lıkır lıkır su içmiş. Sonra da “İyiyim” demiş ve biricik arkadaşı Çörekotu’na sımsıkı sarılmış.

İki arkadaş birbirlerine öyle bir sarılmışlar ki onları gören Kakao, Pudra Şekeri’ne “Biz de dostuz ama bugüne kadar onlar gibi birbirimize sımsıkı sarılmadık” demiş.

Pudra Şekeri “Kakao haklı” demiş içinden. Baharat şişelerinin yanından zıp diye mutfak çekmesine zıplayan Pudra Şekeri, Kakao’nun yanağına kocaman bir öpücük kondurmuş ve ona sımsıkı sarılmış.

Susam’ın Çörekotu ile Pudra Şekeri’nin Kakao ile, Şehriye Hanım’ın da misafirleriyle sarılıp gülüştüğünü gören insanlar, o gün bugündür dostlarına sarılır ve onlarla vakit geçirmekten mutlu olurmuş.

Sihirli Söz

Bir gün, küçük tay su içerken ayağı takılarak göle düşmüş. Yüzme bilmeyen küçük tay, bir dal parçasına tutunmuş. Eğer çırpınırsa sürükleneceğinden korkarak, etrafına seslenmeye başlamış:

"İmdat! Yardım edecek kimse yok mu?"

Sesi duyan tavşan, koşarak gelmiş. Küçük tayın zor durumda olduğunu görünce, ona yardım etmek istemiş. Ama yüzme bilmediğinden, göle girmeye korkmuş.

"Göle eğilip tüm gücümle seni karaya çekeceğim. Biraz uğraşırsam başarırım sanırım" demiş.

Tavşanın yardım edecek olması tayı çok mutlu etmiş. Tavşan uğraşmış ama başaramamış. Sesleri duyan alabalık gelerek, onlara yardım etmek istemiş. Ama karaya, tavşanın yanına çıkmaya çekinmiş. Çünkü ancak suda yaşayabiliyormuş:

"Ben de sana gölden destek vereyim. Böylece başarabiliriz" demiş.

Tavşan ve alabalığın uğraşmaları yine de bir sonuç vermemiş.

"Ben kuğuyu çağıracağım" demiş alabalık. "O çok güçlüdür."

"Çağırırsan gelir mi?" diye sormuş küçük tay.

"O çok yardımseverdir. Mutlaka gelir" diyerek göle dalmış ve gözden kaybolmuş.

Çok geçmeden yanında kuğu ile dönmüş. Gerçekten de kuğu tavşana ve alabalığa göre büyük ve güçlü görünüyormuş. O da tayın sağ tarafına geçmiş ve tayı karaya çıkarmak için bir süre uğraşmışlar beraberce. Ama çabaları yine de sonuç vermemiş.

Bu sırada uçmakta olan güvercin ne yaptıklarını merak edip bir süre onları izlemiş:

"Arkadaşlar ne yapmaya çalışıyorsunuz?"

Zaten çok yorulmuş olan tavşan, alabalık ve kuğu bu soruya sinirlenmişler. Tay ise artık umudunu iyice kaybetmiş bir şekilde, güvercine cevap vermiş:

"Su içerken ayağım takıldı, göle düştüm. Kuğu, tavşan ve alabalık da beni kurtarmaya çalışıyorlar."

"Ama böyle kurtaramazlar ki seni" demiş güvercin.

"Çok bilmiş seni. Ya nasıl kurtaracağız?" diye söylenmiş tavşan.

"Benim yardımımla" demiş güvercin.

"O nasıl olacak, sen de bizimle beraber itecek misin?" diye alaylı bir şekilde sormuş kuğu.

"Hayır. Sadece çok önemli bir sözcük söyleyeceğim."

"Önemli bir sözcük mü?"

"Galiba büyülü bir söz biliyor güvercin" demiş tavşan küçümser bir ifadeyle.

"Evet belki de büyülüdür söyleyeceğim sözcük. Siz aranızda uyum olmadığı için boşuna uğraşıyorsunuz. Alabalık tayı denize çekiyor. Kuğu yukarı doğru itiyor. Tavşansa karaya çekiyor. Yani üçünüz de farklı bir yöne doğru gücünüzü harcıyorsunuz. Tabi bu yüzden de bir sonuç alamıyorsunuz. Gücünüzü aynı yöne yöneltirseniz, küçük tay kurtulur."

Güvercin bunları söyledikten sonra "hoşçakalın" diyerek uzaklaşmış oradan.

Küçük tay gölden çıkarken dördü birden güvercinin ardından "güle güle" diye seslenmişler.

O sırada kendisini aramaya çıkan annesini fark eden küçük tay, ona doğru koşmuş ve olanları anlatmış.

Annesi yavrusunun arkadaşlarına teşekkür etmiş ve:

"Güvercinin kastettiği sözcük galiba 'uyum'du" demiş.

Tavşan tek başına küçük tayı kurtaramadığına biraz üzülmüş, ama birlikte başarmanın tadını da aldığı için:

"Sadece uyum değil büyülü sözcük. Dostluk ve uyum" diye eklemiş.

Anne Kokusu

Bir orman kenarında bir oduncu yaşardı.
Oduncu günlük ihtiyaçlarını gidermek için odun keser, eşeğine yükler, pazarda satardı. Oduncunun çocukları çoktu. Hepsi boy boydu. Dokuz çocuğu vardı. Bunların üst başlarını bir türlü tamamlayamazdı. Elbise alsa, ayakkabı alamazdı.

Günlerden bir gün oduncu dağdan kesip hazırladığı odunlarını eşeğe yükledi. Pazarın yolunu tutacağı sırada; sarı saçlı, mavi gözlü, aydan güzel yüzlü bir küçük kızı yanına geldi. Baba beni de pazara götür diye. Arkasından ağlamaya başladı. Ağladı ağladı, baba yüreği dayanamadı. Oduncu bu küçük kızın ısrarı sonucu pazara götürmek zorunda kaldı.

Pazar yerinde odunlarını sattı. Toplanmaya başladığı sırada bir kadın, bir erkek ve yanlarında bir sürü kılıçlı adam yaklaştı. Adamla kadın küçük kıza hayranlıkla bakmaya başladılar, baktılar baktılar gözlerini kızın güzelliğinden ayıramadılar. Hayranlıklarını gizleyemediler. Bu kadar güzel bir kız çocuğu ilk defa gördük dediler. Bu, adamla kadın çok iyi giyimli, gösterişli birileriydi. Oduncuya adam dedi ki: Ben bu ülkenin padişahıyım. Bu da benim eşim, Hanım Sultan dedi. Lâkin bizim öyle bir derdimiz var ki; çocuklarımız olmuyor.
Padişah:
- Şu mavi gözlü kız, bizim kızımız olsa, saçlarını altın tarakla tarar annesi ona ipek elbiselerin en güzelini giydirir, süt ile banyo yaptırır, yıkar dedi.

Baba, padişahın bu lâfları karşısında şaşırıp kaldı. Kızına baktı ayağında ayakkabısı yok. Üstünde güzel bir elbisesi yok. Yiyecek zaten yok. Kendi kendine. Çocukların karınlarını zar zor doyuruyorum. Sarayda rahat eder, kızım deyip kızı padişah ile hanımına vereyim en iyisi dedi.

Küçük, kızı padişaha evlâtlık olarak verir. Padişah hanımı ve küçük kız sarayın yolunu tutar. Ömründe görmediği yiyecekleri, ömründe görmediği giyecekleri oyuncakları alırlar. Her sabah süt ile saçları yıkanır. Altın tarakla taranır. Bir dediği iki edilmez. Bir gün iki gün derken küçük kız mutsuz mu mutsuz olur. Kendi kendine Beni hayata bağlayan bir koku vardı. O kokuyu burada bulamıyorum, deyip, ağlamaya başlar.

Küçük kızın bu haline üzülenler bir gün: her şeyin var, niye böyle üzgünsün hep dalıp dalıp ağlıyorsun derler. Bunun üzerine padişah hekimleri, bahçıvanları toplamış küçük kızın yaşadığı dağa gidin oradaki bütün çiçekleri ağaçları getirin sarayın bahçesine dikin demiş.

Hekimler, bahçıvanlar bütün ağaçlardan, bütün çiçeklerden ve bitkilerden birer ikişer alıp getirmişler. Sarayın bahçesine dikmişler. Sarayın bahçesi bin bir renkli çiçeklerle donatılmış. Lâkin küçük kız: O koku burada yine yok. Hiçbir çiçekte, bitkide o kokuyu bulamıyorum deyip yine ağlamaya başlarmış. Beni hayata bağlayan koku bunların içinde yok, dermiş.

- Padişah yine hekimlerini, bahçıvanlarını toplamış. Gidin gidin uzak ülkelerden en güzel çiçek kokularını getirin demiş. Adamlar gönderilmiş. Uzak ülkelerden en güzel çiçekler ve kokuları getirilmiş. Bahçeye getirip dikmişler.

Küçük kız yine. Bunların içinde de beni hayata bağlayan koku yok demiş. Bu arada küçük kızın rengi solmuş. Hastalanıp yatağa düşmüş. Küçük kız yemeden içmeden kesilmiş. Bu duruma çok üzülen padişah ve hanımı çaresizlik içinde kıvranıp duruyorlarmış. Kendilerini suçlu hissediyorlarmış. Alıp ailesine geri götürsek dağın başında hekim yok, ilâç yok, daha kötü olur, diye düşünüyorlarmış.

Tam o sırada içeri küçük bir kuş gelmiş. Padişahın soytarısı onu yakalamış. Küçük kuş, bırak beni bırak beni! Ben annemin kokusunu almazsam yaşayamam demiş.

Bu sesi duyan padişah ve hanımı şaşırıp kalmışlar. Padişah: Tez küçük kızın annesini, tez burayı getirin demiş.

Küçük kızın annesi içeri girmiş. Küçük kızın saçlarını elleriyle okşamaya başlamış, gözlerinden düşen damlalar küçük kızın yüzünü ıslatmış. Küçük kız gözlerini açmaya çalışmış. Lâkin açamamış.

Dudaklarında ve yanaklarında tebessüm izleri belirmeye başlamış. Ağzından, beni hayata bağlayan kokuyu alıyorum diye sözler çıkmaya başlamış. Yavaş yavaş kendine gelmiş gözlerini açmış. Yataktan doğrulmuş annesine sarılmış.

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...