Al Kara

Bir zamanlar Guzelistan'da Al Kara adlı bir yürek hırsızı yaşardı. Düş ve gerçeğin bir arada durduğu Basra'dan buraya kah dinlenmeye, kah ticaret yapmaya gelen Ciğerpare ve Yekbun adında iki zengin arkadaş vardı. Yekbun çekingen, mert ve doğru sözlüydü. Ne zaman, nerede ortaya çıkacağı pek belli olmazdı. Ciğerpare ise her sakala tarak uyduran, hangi ipte yürürse yürüsün, yere düşmeyen bir cambazdı. Al Kara'nın camına vuran kelebeklere baktıkça zevklenerek “Ahh" diye iç geçirip hayıflanırdı. "Bir gün ben de, Al Kara gibi, şu güzellere kösnül masallar anlatabilsem, eminim hepsinin yüreği bana akardı. Bizim oralarda zinhar böyle güzel kelebekler ortada görünmez!"

Ciğerpare sürmeli kara gözlerini sağa sola devirdiğinde Bin Bir Gece Masalları’nın ünlü kahramanı Simbad'ı andırıyordu. Bazen karası gidip, akı kalıyordu. Ellerini gür bıyıklarına götürüp, onları büktüğünde ise, düş dünyasında nice gezintilere çıkıyordu. Kent ışıklarının gökyüzüne yansıyan, pembemsi morluğunda bir Emir olup halıda uçuyor, bazen ince bir duman olup küpe binerek uzak diyarlarda Dengbejlerle buluşuyordu. Bazen de giz dolu dipsiz mağaralara inerek. bitimsiz sevdalılarla konuşuyor, cennetin anahtarıyla açılan simli kapılardan girip, altın tepside raks edenlerin ışıklı gövdelerinde sabahı sabah ediyordu.

Güzleistanlı Al Kara'nın ise daha farklı bir öyküsü vardı. O loğusa kelebeklerin amansız takipçisiydi. Bir kelebeğin yüreğini çalmayı, aklına koydu mu, ustaca avının yanına yaklaşır, onu bacaklarının arasında sıkı sıkı sakladığı iğnesi ile uyuşturur, "seni çok seviyorum," diyerek düşüncesini sarsardı. Ardından yüreğini söker, nehre götürür, yıkar, afiyetle yerdi. Yüreği çalınan kelebek acı duymaz, aksine olay karşısında büyülenir, Al'ın peşinde pervane olurdu. Al öyle ustaydı ki bu konuda, birisiyle kucaklaşırken, diğerinin ağzına okunmuş hurma tıkıştırırdı. Böylece ağına takılan kelebeğin kendine güveni gelir, gözleri ışıl ışıl parlar çevresinde olup biteni asla fark edemezdi.

Yüreğini yitirmiş kelebekler Al Kara'nın artık hizmetine girmişti. Yiyeceğini taşır, işini görürdü. "Sen çok yaşa Yürek Hırsızı e mi!" diyen!er yanında, yüreğini ona ikram etmek için can atan kabuğundan yeni çıkmış tırtıllar bile vardı. Bazen söz birlik etmişçesine Al'ı ziyarete gider, yüreklerini ona yedirmek için yarışırlardı adeta.

Saydam ve görünmezdi Al Kara. Kelebek koleksiyonu oldukça ünlüydü. İyi bir pazarlamacıydı aynı zamanda. Dişinin kesemediği sert yüreklerle başı derde girdiğinde, bir yolunu bulup bunları it pazarına götürür, pahalı ucuz demeden satardı. Bu kelebeklerin işi bitikti, bellerini bir daha doğrultamaz, anlayamadıkları bir şekilde, kendilerini yeraltı cennetinde bulurlardı. Bunun yanında, gözden çıkardığı kimi uysal kelebeği de, masal dünyasının ünlü prensi Ciğerpare’ye ikram ederek, gönlünü hoş ederdi. O da eline geçirdiği bu garibanların gözünün yaşına bakmadan, ciğerini söküp ateşle közlerdi. Ciğer yemekten göbeği şiş, ağzı kulaklarında, memlekete döndüğünde, yere göğe sığmaz, Güzelistan'daki kelebeklerin minik ciğerlerini nasıl yediğini, ballandıra ballandıra çevresindekilere anlatırdı.

Ciğerpare Güzelistan'a her gidişinde göz alıcı armağanlar da alırdı yanına. Kelebeklerin en çok rağbet ettikleri bulunmaz Basra kumaşından top top satın alıp, arkadaşı Yekbunla hörgüçlü develere yüklerdi. Onun heyecanını görüp, öykülerini dinleyenlerin, iştahı kabarır bir gün uçan halıya binip Güzelistan'a giderek ciğer yeme düşü kurarlardı.

Fındıkkurtları kelebekler kadar uysal sayılmazdı. Al Kara'nın son günlerde işi zordu. Gece gündüz onlara oyun hazırlamak için verdiği çabadan ötürü yorgun ve bitkin düşüyordu. Dişleri de iyi kesmiyor, gözleri de iyi görmüyordu. Yüreğini çalmak için uğraştığı bir Fındıkkurdu ile başı dertteydi şimdi. Onu kimseye kaptırmamak için köşe bucak saklıyordu.

Fındıkkurdu saçına kırmızı kurdele takıp, üstüne al bir yelek giyerdi. Bu göz alıclığıyla yürek hırsızına türlü cilveler yapar, hoş zaman geçirtirdi. Bu usta yürek hırsızı nedense bildiği tüm oyunları, Fındığın yanına gelince unutur, bir türlü onun yüreğine ulaşamazdı.

Güzelistan’da Ciğerpare’nin burnuna nefis kokular geliyordu yine. Dudaklarını yalayarak Al'ın çevresinde dönenip duruyor, ona Basra'dan, Halep'ten getirdiği değerli armağanları vermeyi de ihmal etmiyordu.

Al'ın gözü bu kez hiçbir şey görmüyordu. Fındıkkurdu'na güzel masallar anlatıp, güzel bir sofra hazırlamıştı. Ciğerpare’nin getirdiği Halep tatlısını da masaya koymayı ihmal etmedi. Fındıkkurdu, bu değişik ve oldukça lezzetli tatlıyı, nereden satın aldığını Al Kara'ya sordu. Al beklemediği bu soruya yanıt ararken, uzun süre kekeledi. Ciğerpare'den söz etmekten kaçındı. Eğer Ciğerpare ile Fındık bir kez karşılaşırsa işi iyice zorlaşacaktı. Kekeleyerek sözleri birbirine karıştırdı.

Fındıkkurdu bundan bir şey anlayamadı, üstelemedi de. Fındık, her seferinde, Al'ı oyalayıp, sabahı sabah ediyor ve yüreğini çaldırmadan yanından kaçıyordu, O gece yarısı sıraya giren yüreksiz kelebeklerin pervane olup cama vuruşlarını şaşkınlıkla ve üzüntüyle izlemişti. Al ile birlikte olmak için birbirlerini çiğniyordu güzel kelebekler, her birisinin elinde, acılı, ekşili ve tatlı yemeklerin olduğu birer sefertası vardı. Birbirine sahte gülücükler, alaycı iltifatlar yağdırıyorlardı. Hepsi de buraya niçin geldiğini çok iyi biliyordu. Fındıkkurdu ise bu karabasan Albastı'dan nasıl kurtulacağını düşünüyordu.

Al puslu havaları sever, işine gelmediği yerde saydamlaşırdı. Böylece de yürek çalması kolay olurdu. Her yıl bahar ayının on üçünde kelebeklerine davet verip şölen düzenlerdi. Bu yıl nedense bu geceyi unutmuştu. İçeri giremeyen kelebekler, olanları tahmin etse de, getirdiklerini hava ışımadan camın kenarına yerleştirip oradan usulca ayrıldılar.

Ertesi gün Al Kara, bu güzel ve iyi niyetli kelebeklere, dün gece, acil bir işi olduğunu, bu yüzden eve gelemediğini, bin bir dereden su getirerek, anlatmaya çalıştı. Kelebekler de göz göre göre bu yalana inanmak zorunda kaldı. İçlerinden bazıları, "Üzülme sen Al, sen yaşa bize yeter" diyerek ona sarılıp sarılıp öptüler. Ardından Al Kara'nın unuttuğu geçmiş kelebek şölenini de kutladılar.

Fındıkkurdu'nun ayakları yere basmadı bir süre. Al Kara'nın ona yağdırdığı iltifatlardan sonra, güzel bir kelebek olmuş uçuyordu. Bazı sözleri ağzına pelesenk etmişti Al. Yanındakini unutup aynı şeyleri bir başkasına da tekrarlıyordu. "Sen" diyordu Fındıkkurdu’na, "Onlara söylediğim sözlere bakma! Sen benim gerçek sevdiğimsin. Senden güzeli yok. Şunlara bak! Hepsinin rengi kaçmış, gözleri belermiş, kanatları koparılmış!..."

Fındıkkurdu çok yorgundu. Dinlediği bu tatlı masala dalıp kendinden geçti. O akşam tepsi gibi çıkan dolunay, pencereden içeriye girecekti neredeyse. Aradan bir yıl geçmiş, yine şölen zamanı gelmişti. Umutla şölene gelen bir kısım kelebek coşmuş şarkı söylüyordu. Onların gürültüsüne Fındıkkurdu sıçrayıp kalktı. Bir de ne görsün Al'ın eli tam yüreğinin üstünde durmuyor mu? Camdan içeri bakan kelebeklere gözü takıldı. Al Fındıkurdu'nun kaygısını anlamıştı. Kulağına, "Neden uyumuyorsun güzel bebeğim?" diye tatlı tatlı fısıldadı. "Bilmem, uykum kaçtı." dedi, tedirginliğini belli etmeden. Sonra toy ve heyecanlı bir sesle "Ben dolunayda uyuyamam... Şu cama konan böceklere de bak!" diye işaret etti çocuksu bir edayla.

Al Kara olanları görmezlikten gelerek acımasızca elini salladı: "Aldırma, onlar senin yanımda olduğunu tahmin ediyor ve kıskanıyorlar dedi. "Benden ejderha gibi korkarlar aslında. Senin yerinde olmak için çıldırıyorlar. Hepsinin yüreği midemde."

Fındıkkurdu, bu düşmanca sözlerden hiç hoşlanmadı. Ayrıca Al Kara'nın gerçek bir Albastı olduğunu anlamış ve sırlarını da öğrenmişti böylece. "Bak Allah aşkına” diyordu Al, "Birbirlerini nasıl da kıskanıyorlar." Sırıtırken, kan içmekten kırmızılaşmış kazma dişleri de korkunç bir görünümle ortaya çıkıyordu, "içeriyi görmek için cama nasıl da yükleniyorlar" diye Fındıkkurduna sokulup mutluluğunu belirtiyordu. Fındıkkurdu "yazık üşüyecekler dışarıda, aç kapıyı, içeri al onları" dedi. "Almam, ben dert babası değilim!... Her birisinin yığınla sorunu var. Dertlerini unutmak için buraya gelerek benden medet umuyorlar, akıllı olup yüreklerini çaldırmasaydılar!" dedi ve yutkundu..

Fındıkkurdu bütün bunları öğrenince çileden çıktı. Bunun üzerine bir kurnazlık düşündü. Bu arada Al Kara onu uyutup yüreğini çalmak için masalına devam ediyordu. Fındıkkurdu, "Benim uyumam için sadece masal anlatmak yetmez dedi. "Sevgilim gidip bana çaydan elekle su getirir, onu içer, ancak öyle uyurum!..." Al Kara "Hıh, bundan kolay ne var, kelebeğim kelebeğim” diyerek sarıldı Fındıkkurdu'na. Onu kendine çekerek dudağından öptü. "Bunu neden daha önce söylemedin?" dedi.

Fındıkkurdu ise çok heyecanlıydı. Her an yüreğini yitireceğini düşünüyordu. Dişi kelebeklerin özellikle yumurtlama döneminde duyarlı olduğunu, fazlasıyla ilgi beklediklerini biliyordu. Al Kara'nın kelebeklerin bu durumundan faydalanarak bir anda saydamlaştığını, avının yüreğini hissettirmeden söküp çıkardığını, onu çaya götürerek sağa sola çarparak yıkayıp yediğini de büyüklerinden duymuştu.

Fındıkkurdu karşısında bir görünüp, bir yok olan Al Kara'sını düşündükçe ürküyordu. Ne var ki, kendisi de bu amansız yapışkana takılmış, ona az kalsın inanıp yolunu yitirecekti. "Aslında" diye sağına soluna bakınıyordu. "Gerçekten böyle bir karabasan var mı?" Çünkü kendisinin gördüğü bu saydam yaratıkla, diğerlerinin gördüğü Al Kara aynı değildi. Belleğini yokladı. Bu düğümü çözmek için de sabırla direnip onu tesirsiz hale getirmeyi aklına koydu.

Al Kara duvara asılı eleğini usulca indirirken, "Şimdiye dek hiçbir kelebeğim böyle garip bir istekte yanıma sokulmadı," diye dişlerini sıkarak iç geçirdi. Daha fazla zaman harcamadan doğruca nehre gitti. Eleği suya daldırıyor daldırıyor boş çıkarıyordu. "Hiç elekle su taşınır mı canııım, bende de akıl yok..." diye başını salladı. Yorulmuş ve acıkmıştı. Metal dişleri birbirine vuruyordu. Canı şiddetle Fındıkkurdu'nun taze yüreğini yemek istiyordu. "Eskiden bu elekle nasıl su taşırdım?” diye söylendi Al Kara. "Tanrı be!ası Fındık, aklımı başımdan aldı. Bir kez yüreğini çalarsam, bir daha o bana bu işkenceyi yapamaz, kuzu olur peşime takılır, işte o zaman da ben ona yüz vermem," diye iç geçirdi. Tekrar tekrar su doldurmayı denedi. "Elekte su taşımak ha, maskara olduk!...Şimdiye dek hiçbiri beni böyle uğraştırmadı. Böyle ezilip büzülmedim. Canın cehenneme, demiştim pek çoğuna. Eğer bu kez de başaramazsam, onu doğduğuna pişman edeceğim. Rezil olacak sonunda" diyerek sağına soluna bakındı. "Yaşlandım galiba. Hava neredeyse aydınlanacak. Aman Tanrım.” Beni şimdi su yolunda görecekler, hem de don gömlek... Saydamlaşamıyorum. Çabuk kaçmalıyım buradan!..."

Al Kara'yı alelacele nehre gönderen Fındıkkurdu ışığı açtı. Cama vuran kelebeklere seslendi. "Dinleyin beni" dedi yumuşak ve inandırıcı bir sesle. "Kaçın buradan!" Kelebekler şaşırmış Fındıkkurdu'na bakıyordu "Yoksa Al Kara hepinizi Basra'lı simsara satacak! Yüreğinizden oldunuz. şimdi ciğerinizden de olacaksınız ve daha çok acı çekerek bir işe yaramayacaksınız sonunda!.. Burası büyülü bir adadır. Adı da ÇIRA-YANAN. Gördüğünüz bu simli ve esrarengiz ışık bir tuzaktır. Işığı gören sizin gibi iyi niyetli kelebekler, bir şey var diye, koşarak buraya gelir. Dertlerine derman ararken aldanırlar. İkram, ilgi görürler, ışık gözlerini alır sonunda. Aradıklarını bulduklarını düşünerek yüreklerini çaldırır, bir daha ayrılamazlar buradan. Daha ilerde KÖPEK- HAVLAYAN ve KEDİ- MİYAVLAYAN var. Oralar kelebekler için çok daha tehlikelidir. Köpek Havlayan'da tuzağa takıldınız mı işiniz bitiktir. Oranın beyin salatası çok ünlüdür. Burun deliğinden geçirdikleri bir çengelle beyninize ulaşır, onu çekip çıkarıp nehre götürür taşlayarak yıkarlar. Ondan sonra hiçbir şekilde düşünemez olur, sabah akşam demeden havlar durursunuz. Şimdi şu kırmızı kurdeleları alıp, başınıza takın! O sizi kötülüklerden koruyacaktır. Birbirinizden sakın ayrılmayın. Yollar dar ve engebelidir. Çaylar ırmaklar birbirini keser.

Kelebeklerin çoğu silkelenip kendine geldi, birbirlerine bakıp olacaklardan korkup hemen orayı terk ettiler. Hepsi de başlarına birer kırmızı kurdele taktı.

Kelebekleri Çıra Yanan'dan uzaklaştıran Fındıkkurdu birden bire yanında Yekbun'u gördü. Heyecanlandı, yüreği kıpırdadı. Yekbun ona "çabuk benimle şu ambara gir!" dedi. Fındıkkurdu şaşırdı, bu da kimdi! "Ama yapacak bir şey yok." dedi içinden. Yekbun'un dediğini aynen yaptı.

Al Kara nehirden eli boş olarak Çıra Yanan’a dönünce kapısı bacası arkasına kadar açık boş ve buz gibi bir ev buldu. Gözlerini yumarak, metal dişlerini gıcırdattı, sağa sola sopasıyla saldırdı. "Ah rezil Fındıkkurdu" dedi. "Ah, Fındık" dedi "Seni bir elime geçirirsem çiğ çiğ yiyip postunu pazarda satacağım... Bu oyuna ben nasıl gelirim?" Üzüntüsünden çıldıracak gibiydi. Soluklanmak için, düşünceli düşünceli erzak ambarına sırtını dayadı. Karşısına hangi kelebek çıksa onun yüreğini acımadan yiyecekti.

Yekbun Fındık'a işaret ederek, kırıp yediği fındıkların kabuklarını Al Kara'nın keline atmaya başladı. Neye uğradığını anlamayan Al sinirlenip başını yukarı kaldırdıkça kafasına bir tane daha iniyordu.

"Bana bak dişi Fare" dedi Al, "Benimle dalga geçip durma, şimdi yanına gelirsem Fındıkkurdu'nun acısını senden çıkarırım. Fındıkkurdu da Al'ın başına ceviz fırlatmaya başladı bu kez. Böylece serseme dönen Al'ın oyunu bozulmuştu. Durmadan hapşırıyor, başını yukarı kaldıramıyordu. Ona zor zamanlarında yardımcı olan Ciğerpare'ye sesleniyordu:

"Yetişşş Ciğerparem! Neredesin!" Bir yandan da elindeki sopasıyla kafasına vurarak, "Ben böyle bir çömezin ağına nasıl düşerim?" diyordu.

Yekbun, "Hadi" dedi gölge gibi izlediği Fındıkkurdu'na. Saklandıkları yerden çıkıp, Al Kara'yı derdest edip çuvala tıktılar. Çuvalın ağzını bağladılar. Al Kara böğürdükçe onlar sopayla vurdular.

Timsah Kıkı İle Hacer

Timsah Kıkı, Nil Nehri’nin kıyısında dinlenirken, duyduğu çığlıklarla yerinden fırladı. Hemen bir kayanın üstüne çıkıp etrafına bakındı. Bir çocuk akıntıya kapılmış sürüklenirken, karşı kıyıda insanlar koşarak çocuğu izliyordu. Şimşek hızıyla suya dalan Kıkı’nın gözüne son anda insanların birkaç kayıkla açılmakta oldukları takıldı. “ Onlar asla çocuğa yetişemezler “ diye düşündü. “ Çocuğu iyice yüzme öğrenmeden tek başına bırakmak yanlıştır. Eğer bırakırsan su onu yutar. “ Kıkı az sonra çocuğa yetişti ve kocaman ağzını açıp hızla kapadı. Ancak çocuğa zarar vermemiş, sadece gömleğinin yakasından yakalamıştı. Geriye döndü, üç tane kayık geliyordu. Sevindi Kıkı çocuğu kurtarmıştı. Korku dolu gözlerle bakan çocuğa göz kırptı. “ Benim adım Kıkı, dedi, ya seninki? “ Çocuk gülümsedi: “ Benim adımda Hacer, dedi. Sağol Kıkı, hayatımı kurtardın. Sana bir can borçluyum. “

“ Hayır, Hacer, dedi Kıkı, bana can borcun yok. Ben senin hayatını kurtardım, bu doğru ancak karşılık beklemeden yaptım bunu. Borçlu falan da değilsin bana. Ben dünya tatlısı Kıkı’yım, yüreğim sevgiyle çarpar benim, kimse için kötülük düşünmem ben..” Kıkı’nın konuşması yarıda kaldı, çünkü kalın bir sopa olanca hızıyla başına indi. Kayıklar sonunda yetişmiş ve kayıktakiler kötülük saçıyordu. Sopalar birbiri ardınca başına indikçe gözü döndü. Bana reva mı bu, diye düşündü. Yıllar önce annesinin anlattığı bir hikaye aklına geldi. Bu hikayede, bir ahtapot iki insanı mutlak bir ölümden kurtarıyor, fakat insanlar, ahtapotun başına ödül koyuyorlardı. Ahtapot, onları yanlışlarıyla baş başa bıraktıktan sonra hedefine ulaşıyor ve denize geri dönüyordu. Şimdi Kıkı’nın yapacağı en doğru iş, onları yanlışlarıyla baş başa bırakmak ve Hacer’i sağ-salim kıyıya ulaştırmaktı. Kıkı, aynen öyle yaptı. Sert bir kuyruk darbesiyle kayıkların arasından sıyrılıp himayesindeki insan evladının kumsala ayak basmasını sağladıktan sonra, gözlerindeki iki damla yaşı fark ettirmemeye çalışarak geri döndü. Amacı olabildiğince uzaklara gidip, bu olayı unutmaktı. Beyinlerinden zeka fışkıran ve en akıllı yaratıklar olduğu iddia edilen insanlar bunlar mıydı? İnsanlar, kim bilir ne yanlışlıklar, ne hatalar yapıyorlar da bunları birbirlerine doğrusu budur diye yutturuyorlar mıydı?

Nil Nehri’nin sularına dalarken adının ünlendiğini duyar gibi oldu, Kıkı. Sanki biri “ Kıkı…” diye bağırıyormuş gibi geldi. Kıkı, bu çağrıyı duymamazlıktan gelmedi. Derinlerden döndü, yüzeye çıktı. Bağıran Hacer’di. Hacer el ediyor, Kıkı, gel buraya, diye bağırıyordu. Öfkesini dindirmek için biraz su yuttu. O, hep böyle yapardı; öfkelendiği zaman biraz su yutar, öfkesini dindirirdi. Su genzine mi kaçmıştı ne, öksürdü Kıkı, hem üç-dört kez öksürdü. Boğazını temizledi ve usulca yüzerek Hacer’in yanına geldi. Hacer, dizlerinin üstüne çöküp, Kıkı’nın boynuna sarıldıktan sonra şunları söyledi: “ Canım Kıkı, sen iyi kalpli, temiz yürekli bir timsahsın. İyilik yapayım derken, kötülük buldun, ama her iyilik yapan kötülük bulmaz. Belki şu an için insanların hepsinin kötü olduğunu düşünüyorsun, gerçekte kötü insanlar var ama iyi insanlar pek çok be Kıkı, iyi insanlar pek çok. İşte bu iyi insanlardan biri de benim. Ben göğsümü gere gere iyi bir insan olduğumu söylüyorsam, bu durum benim iyi bir insan olduğumun işaretidir ve sen benim iyi bir insan olduğuma inanmak zorundasın. “

Hacer sözlerini aniden kesmişti, bunun bir sebebi olmalıydı. Kıkı hızla geriye döndü. Kayıklar geliyordu. Hacer koşarak kayıkların önüne çıktı. “ Durun, gelmeyin, geri dönün “ diye bağırmaya başladı. Boşuna, herşey boşunaydı. Tüfekli, sopalı, bıçaklı adamlar kayıklardan indiler. “ Durun, Kıkı benim hayatımı kurtardı. Kimseye zararı yok onun, ona zarar vermeyin. İyi yürekli bir timsah o, kendi halinde, kimse için kötülük düşünmüyor. Bırakın gitsin, size ne yaptı ki? Neden onu öldürmek istiyorsunuz? “ diyerek feryat eden Hacer’in yüzüne gelen sert bir tokat onu yere düşürdü. Elinin tersiyle yüzünü silen Hacer; adamın vurduğu yerin kanadığını görünce son bir gayretle kanlı elini Kıkı’ya doğru uzatarak bağırdı ve bayıldı: “ Parçala onları Kıkı, parçala..”

“ Olmasaydı iyi olurdu ama Hacer’in olacakları görmemesi daha iyi oldu. Ne kadar istesek de bazı kötü olayların önüne geçemiyoruz. Ben iyi bir timsahım ama kötülerle bir olma durumuyla karşı karşıya bırakılıyorum. Şu andan itibaren hala iyi düşünceler içinde olmaya devam edersem bu adamlar beni keserler. “ Timsah Kıkı, rakipleriyle istediği yerde, istediği zamanda dövüşmekte kararlıydı. Gerisin geriye dönüp kaçmaya başladı. Amacı adamları toprağa çekmekti. Toprak üstünde durunca ayakları daha rahat hareket ediyordu. Seri dönüşler yapıyordu. O zaman uzun kuyruğu çok önemli bir silah haline geliyordu. Kıkı, canını kurtarmak için kuyruğunu kullanacaktı.

Kıkı, kayalıklar arasında dar bir yer bulup geri döndüğünde bir tüfeğin üstüne çevrildiğini fark etti. Gök gürültüsünü andıran sesin ardından sol gözü karardı, sol gözü görmez oldu. Sağ ön ayağıyla sağ gözünü kapatıp, ileri atıldı. Silahlar birbiri peşi sıra patlıyor, kurşunlar Kıkı’nın sert derisi üstünden sekiyordu. Bu arada Kıkı’nın kuyruğu akıl almaz bir hızla çevresine dehşet saçıyor, vurduğunu deviriyordu. Kıkı yediği onca sopadan, onca bıçak darbesinden sonra geriye gövdesinden ne kalırsa, Nil Nehri’ne ulaştırmak istiyordu. Sonunda Kıkı, Nil Nehri’ne ulaştı ve derinlere daldı. Aradan aylar geçti. Kıkı’nın sol gözü görmeye başladı. Kurşun göze girmemiş, yan taraftaki deriyi parçalamıştı. Yara iyileşince göz görmeye başlamıştı.

Bir kötü olayla karşılaştı diye Kıkı yaşam çizgisini değiştirmedi. Tutturduğu doğru yoldan sapmadı. İyilik, onun temel prensibiydi. Tüm canlı varlıkları seviyordu, çünkü Kıkı’nın kendine saygısı vardı. Kendine saygısı olmayanın başkalarına da saygısı olmazdı. Onlar sorumsuz bir yaşam sürerlerdi yani bedavaya yaşarlardı. Borç alır ödemezler, küfürlü konuşurlar, kalp kırarlar, düşünmeden hareket ederler, günahsız birine durup dururken vururlar, başkalarını kötülerler ve dedikodu yaparlardı. Söyler misiniz bana, bunları hangi kitap doğrular?

Asla Yalan Söyleme

Eski zamanlarda, insanlar ilim öğrenmek için çok çalışırlar, her türlü güçlüklere katlanırlardı. Küçük yaşlarında köylerinden, ailelerinden ilim öğrenmek için ayrılırlar, yıllarca onlardan uzaklarda zor şartlar altında yaşarlardı.

Seyyid Abdulkadir’in de küçük yaşta içine öğrenme arzusu düşmüş, bunun çarelerini aramaya başlamıştı. Sonunda dayanamadı, annesine gelerek;

-Anneciğim, ilim öğrenmek için Bağdat’a gitmek istiyorum...dedi.

Annesi ise;

-Senden ayrılmaya gönlüm razı olmuyor. Ancak seni de Allah yolundan alıkoymak istemem.

Annesi Abdulkadir için yol hazırlıkları yaptı. En sonunda da oğluna lazım olur diyerek, 40 altını kaybetmemesi için bir kese içinde yeleğinin koltuk altına dikti. Sonra oğlunun gözlerinin içine bakarak şöyle dedi;

-Sana son olarak nasihatim şudur ki, eğer beni ve Allah’ı memnun etmek istiyorsan asla yalan söyleme, doğruluktan ayrılma. Allah her zaman ve her yerde doğruların yardımcısıdır.

Seyyid Abdulkadir annesine söz verdi ve ağlayarak elini öptü. Bağdat’a giden bir kervana katılarak yola çıktı.

Hemedan yakınlarında dar bir geçide girdiklerinde kervanda bir bağrışma koptu. Eşkıyalar kervana saldırmışlardı. Bir anda bütün sandıklar yere yıkıldı, eşyalar yağma edilmeye başlandı. Haydutlar kervandakilerin neyi var neyi yoksa hepsini alıyorlardı. Eşkıyalardan biri de Abdulkadir’in yanına geldi. Onun fakir haline bakarak şaka olsun diye;

-Söyle bakalım senin neyin var fakir çocuk?

Abdulkadir;

-Yalnız 40 altınım var, diye cevap verdi. Haydut önce şaşırdı sonra gülmeye başladı. İnanamadı ve tekrar sordu;

-Doğru mu söylüyorsun?

Abdulkadir:

-Evet, doğru söylüyorum, 40 altınım var.

Eşkıya meraklandı. Abdulkadir’i elinden tutup reislerine götürdü.

Durumu reislerine anlattı. Haydutların başı;

-Senin 40 altının varmış, doğru mu bu?

Abdulkadir;

-Evet doğru.

Reis;

-Söyle bakalım. Onu nereye sakladın?

Abdulkadir;

-Hırkamın içinde koltuğumun altında saklı.

Bunun üzerine haydutlar hırkasının içinde, koltuğunun altında saklı bulunan 40 altını bularak reislerine verdiler. Herkes çok şaşırmıştı.

Reis hayretle sordu;

-Peki evladım, sen niçin üzerinde altın olduğunu söyledin? Eğer bize söylemeseydin onları bulamazdık.

Abdulkadir;

-Ben annemden ayrılırken, asla yalan söylemeyeceğime dair söz vermiştim. Arkadaşınız senin bir şeyin var mı diye sorunca, altınlarım olduğunu söyledim. 40 altın için verdiğim sözden döneceğimi mi zannediyorsunuz?

Bu sözleri duyan haydutların reisi çok şaşırdı ve derin bir düşünceye daldı. Sonra etrafındakilere dönerek;

-Yazıklar olsun bizlere. Bu çocuk kadar olamadık. Bu çocuk annesine verdiği sözünden dönmemek için her şeyini veriyor. Bizler ise Allah’a söz verdiğimiz halde, hiçbir zaman verdiğimiz sözlerde durmadık. O’nun yapma dediklerini yaptık yarın Allah’ın huzuruna çıktığımızda halimiz nice olacak?

Sonra şöyle devam etti:

-Sizler şahit olun. Şuanda bu çocuk benim kötü yoldan dönmeme sebep oldu.Şimdiye kadar yaptığım bütün günahlarım için pişman olup tövbe ediyorum. Bundan sonra iyi bir insan olup, Rabbim’in sevmediği işleri yapmayacağım.

Reislerine çok bağlı olan haydutlar hep bir ağızdan;

-Reisimiz, biz senden ayrılmayız.Sen hangi yolda yürürsen biz de o yolda yürürüz diyerek hepsi birden pişman olup tövbe ettiler.

Kervandaki insanlardan ne aldılarsa hepsini geri verdiler ve bir daha haydutluk yapmayacaklarına söz verdiler.

Seyyid Abdulkadir ise yoluna devam ederek Bağdat’a ulaştı. Orada ilim tahsiliyle meşgul oldu. Kısa bir zaman içinde çok ünlü bir alim oldu. Binlerce insanın

Kötülüklerden vazgeçip iyi birer insan olmalarına vesile oldu

Kurbağacık

Ormanlık bir bölgede bulunan bir su birikintisinde yaşamakta olan kurbağacık hiç arkadaşı olmadığından yakınıyordu. Bu kurbağacık vaktinin çoğunu su birikintisinde yüzerek geçiriyor, bazen de sudan çıkıp, çimenlerin üstünde zıplayarak geziniyordu. Her gün bir önceki günün tıpatıp benzeriydi.Her gün aynı şey, hep aynı şeyler. Bitmek tükenmek bilmeyen bir tekdüzelik kurbağacığı canından bezdirmişti. Kurbağacık bir gün kızdı kendine:

“ Sanki bütün ömrünü bu su birikintisinde geçirmeye pek meraklısın.. Dünya senin zannettiğin kadarcık mı sanki? Dünya bu kadar küçücük mü sanki? Neden kurtarmazsın kendini buradan, çekip gitmezsin buralardan? Eğer sen bu yaşadığın su birikintisine dünya diyorsan, bil ki, sen bu dünyanın değil, bambaşka dünyaların kurbağasısın..Şunu hiç aklından çıkarma: Arzuladığın yaşama ancak bu su birikintisinden uzaklaşarak kavuşacaksın..”

Kurbağacık hemen o anda kararını verdi. Buradan ayrılarak yola çıkacak, gideceği yerlerde kendine arkadaş arayacaktı. Kurbağacık ormanda günlerce yol aldı. Artık ormanın sık ağaçları seyrekleşmiş, küçük bir düzlüğe çıkmıştı.Birden yerde parlak bir şey gördü.Bu da neydi böyle? Parlak şeye baktığında çok şaşırdı. Bunun içinde bir kurbağa vardı ve o kurbağa da kendisine bakıyordu. Geriye dönüp, bir taşın arkasına saklandı. İlk şaşkınlığı geçtikten sonra bu parlak şeyin çok ince olduğunu ve içinde kurbağa falan olamayacağını anladı. O zaman durum apaçık ortadaydı: Parlak şey ayna olmalıydı ve aynada kendini görmüştü. Kurbağacık aynayı alarak yakındaki bir ağacın kenarına kenarına yasladı. Aynanın karşısına geçerek türlü şaklabanlıklar yapmaya başladı. Bazen iki ayağı üstünde doğruluyor,bazen zıplıyor, bazen de derin nefes alıp göğsünü, yanaklarını şişirerek aynadaki aksini seyrediyordu. Bu hareketlerin içinde en hoşuna giden, aynada kendini iri görmek olmuştu. Gittikçe daha derin nefes alarak daha iri gözükmeye başladı. Sonunda, öyle bir an geldi ki, kurbağacık yusyuvarlak oldu ve ayaklarının yerden kesilip yükselmeye başladığını fark etti.

Kurbağacık hiç bozuntuya vermedi. Yerden on metre kadar yükselince ağzından biraz hava bıraktı. Daha fazla yükselmek gereksizdi.Her işte her şey seviye seviyeydi. Seviyesinin dozunu tam olarak ayarlamalıydı. Bir kuş değildi ki o, çırpsın kanatlarını, yükselsin gökyüzüne, uçsun uçabildiğince..Nereden baksan bir küçük kurbağacıktı. Olmaz denirdi, kurbağalar uçamaz denirdi, hayal gibiydi ama gerçekti. Uçuyordu işte. Kurbağacık şöyle bir etrafına bakındı. Yön tayini yaptı. Ormandan gelmiş, şu tarafa gidecekti. Sağ ön ayağını gideceği tarafa doğru mihaniki bir hareketle uzattı. Hayret!..Gitmek istediği tarafa dönüvermişti. Döndü iyi de hala havada hareketsiz duruyordu. Birden suda arka ayaklarını ileri gitmek için kullandığını hatırladı. Arka ayaklarını yavaş yavaş göğsüne çekti, geriye doğru bıraktı, çekti, bıraktı. Düşündüğü tastamam olmuştu. İlerleyebiliyordu. Artık canının istediği kadar gidip, istediği yerde de aşağı inebilecekti.

Kurbağacık bir süre uçtuktan sonra bir dere kenarında boylu boyunca uzanmış yatmakta olan yaşlı kurbağayı fark etti. ‘ Mutlaka bir rahatsızlığı vardır yaşlı kurbağanın ‘ diye düşündü.

‘ Çünkü hiçbir kurbağa böylesine açıkta yatmaz. Eğer yatarsa bu onun tehlikelere davetiye çıkartması anlamına gelir. İnip bakayım nesi varmış yaşlı kurbağanın. ‘

Yaşlı kurbağanın düşüp kaldığı bu çayırlık bir mesire yeriydi. İnsanlar günlük güneşlik yaz günlerinde hafta sonlarını burada geçirirler, piknik yaparlardı. Bir kendini bilmez yanında getirdiği şişenin içindekini içmiş, giderken de atmış şişeyi kırmıştı. İşte yaşlı kurbağa önündeki bu kırık şişenin bir parçasına basınca ayağından yaralanmış ve canının çok acımasına dayanamayarak bayılmıştı. Yaşlı kurbağa kendine geldikten sonra olanları kurbağacığa anlattı ve yardım etmesini istedi.

Kurbağacık:

“ Efendim, böyle bir durumla daha önce hiç karşılaşmadım. O cam parçasının ayağınızın altından çıkarılması lazım. Ben bunu başaramam.Gelirken görmüştüm. Az ilerde dere kıyısında iki çocuk balık tutuyordu. Gidip onları çağırayım, size yardım ederler herhalde “ dedikten sonra zıplayarak uzaklaştı.

Kurbağacık çocukların yanına geldiğinde:

“ Lütfen yardım eder misiniz? Yaşlı bir kurbağa ayağından yaralanmış az ilerde yatıyor. Ne olur benimle gelin ona yardın edin , onu kurtarın. İyilik yapmak sevaptır. Haydi çocuklar, lütfen kalkın, benimle gelin “ dedi.

Kurbağacığın yalvarmasına dayanamayan çocuklar, oltalarını sudan çıkarıp bir kenara koydular ve kurbağacığın peşine takıldılar. Biraz sonra yaşlı kurbağanın ayağındaki cam parçası çıkarılmış ve yaralı yer temiz bir bezle sarılmıştı.

Çocuklar gittikten sonra kurbağacık yaşlı kurbağaya destek oldu ve onu kuytu bir yere götürdü. Burada yaşlı kurbağa, kurbağacığa yaptığı yardımlardan dolayı teşekkür ettikten sonra:

“ Nedense böylesine karşılık beklemeden yapılan iyilikler, yardımlar pek nadir oluyor. Nedense herkes bir başkası bana kötülük yapmadan ben ondan önce davranıp ona bir kötülük yapayım, ilk ben vurayım diyerek kesinlikle hiç bitmeyecek bir yarışı sürdürüyorlar. Gelin bu anlamsız kötülük yarışından vazgeçin, gelin kardeş olalım, elele tutuşalım, mutluluğa koşalım

diyerek seslensem ben şimdi tüm canlılara acaba beni dinlerler mi? Hep kötülük görmekten, hep üzülmekten, hep ağlamaktan bıktım artık “ diyerek sözlerini tamamladı ve ağlamaya başladı. Yaşlı kurbağanın ağlaması kurbağacığın silkinmesine sebep oldu.

“Dur ağlama artık yaşlı kurbağa, sil gözyaşlarını. Bundan sonra ikimiz eş kardeş sayılırız. Demek ki bir kötülük yarışı yapılıyor ve herkes bu yarışı önde bitirme gayreti içinde. Buna karşın ben de şu andan itibaren iyilik yarışını başlatıyorum. Yakında dünya turuna çıkacağım ve tüm canlılara iyiliği anlatarak onların da iyilik yarışına katılmalarını sağlayacağım. İyilik bayrağı sonsuza dek gönderde dalgalanacaktır. “

Kurbağacık kendine çok güveniyordu. Neden derseniz, çünkü güçlü bir kozu vardı. Ne çabuk unuttunuz, uçabiliyordu ya. Kıtalararası yolculuk onun için hiçten bile değildi.

Nilüfer Perisi

Sabahın erken saatlerinde, henüz daha güneş bile doğmadan önce, çiğ damlaları nilüfer çiçeklerinin üzerinde nazlı nazlı salınmaya başlamışlardı. Çiğ damlaları oluştukça, nilüferler daha da parlaklaşıyorlardı. Nilüfer tomurcukları yavaş yavaş açılıp doğan günü karşılamaya hazırlanıyorlardı. Tomurcuklardan biri daha yavaş açılıyordu. Bir bebeğin uykusunu, güzel rüyasını bırakmak istememesi gibi nazlanıyordu. Tomurcuğun her yaprağı açıldıkça, etrafa ışıklar saçılıyordu. Rengarenk ışıklar, sanki bir bebeğin gülüşüyle geliyordu. Güneş doğarken, parlak gri olan gölün suları, beyaz, pembe nilüfer çiçekleri onların yemyeşil yaprakları ile bir mucizeyi kucaklamaya hazırlanıyordu. Güneş yavaşçacık, mutluluk dağıtarak, nilüfer perisi ile birlikte doğdu.

Nilüfer perisi, minicik , güneşin ilk ışıltıları kadar mutlu, bir bebek kadar masum, kar tanesi kadar kırılgan, bir periydi. Nilüfer perisi çok şanslıydı çünkü o pırıl pırıl bir gölde dünyaya gelmişti.

Nilüfer perisi çok mutluydu. Onun için yepyeni bir serüven başlamıştı. Daha gözlerini açıp etrafı seyrederken, bu seferki hayatında çok şanslı olduğunu düşündü. Burası etrafı çam ormanlarıyla kaplı bir göldü.

Ormanı seyre dalmışken, güzel bir müzik dikkatini çekti. Sanki ormanın oluşumuyla beraber doğmuştu bu müzik. Etrafına baktı. Önce kurbağalar çıktı müzisyenlerden; sonra zilleriyle çekirgeler, kemanlarıyla ağustos böcekleri balıklar dans ederek müziğe eşlik ediyorlardı. Orkestra çok genişti.Tüm göl bu müziğe eşlik ediyordu. Nilüfer perisi buna inanamadı. Daha önceki hayatlarında nice mutlu göller, mutsuz göller, ışıltılı, bol balıklı, özel kokulu göller gördüyse de bu göl diğerlerinden çok farklıydı.

Gülümseyerek müziğin tadını çıkardı. Sonra müzisyenleri incelemeye başladı. Yüzleri nasıl da mutlulukla ışıl ışıl parlıyordu. Tek tek hepsini inceliyordu, ki unutmasın, bu görüntü bundan sonra da yaşayacağı hayatlarda ona mutluluk versin. Ağustos böceğine gelince orada kalıverdi. İkisinin de gözleri birbirine kenetlenmişti, sanki o anda tüm dünya durmuş sadece müzik ve ormanın büyülü kokusu kalmıştı. Ama bu arada, onlar farketmeseler de, önce müziğin ve dansın ritmi bozuldu, sonra da sustu.

En son aşıklar anladılar müziğin durduğunu. Herkes onlara bakıyordu. Nilüfer perisi kendini tutamadı, bir kahkaha attı. Müzik ve dans yeniden başladı. Müziğin sonunda çok acıkmışlardı. Sofralar kuruldu. Ağustos böceği ve nilüfer perisi beraber oturdular. Konuşmaya başladılar. Aslında, ne söylediklerini kendileri bile bilmiyorlardı, konuşan daha çok gözleriydi.

Yemekten sonra bütün göl hayvanları dinlenmeye gitti. Sadece ağustos böceği ve nilüfer perisi kaldı. Göl birden sakinleşmiş, durgun bir hal almıştı. Hafif bir meltem esiyordu. Bir süre bu sessizliği dinleyip beraber olmanın mutluluğunu yaşadılar. Sessizliği ağustos böceği bozdu.

“Nilüfer perisi kanatların yeterince olgunlaştı. Artık uçabilirsin. Ormanı tanımak ister misin?” dedi.

Nilüfer perisi bu teklifi sevinçle kabul etti. Uçarak ormana ulaştılar. Orman nasıl da hoş kokuyordu. Rengarenk çiçekler kaplamıştı tüm ormanı. Ağaçlar çok büyüktü. Gördükleri bütün hayvanlar gülümsüyordu. Küçücük bir yavru sincap, nilüfer perisini görünce çok mutlu oldu. Ellerini sevinçle çırpmaya başladı. Bir yandan da annesini çekiştiriyordu.

“Anne bak bak o kim?” diye sordu.

Nilüfer perisi yavaşça minik sincabın yanına geldi. “Merhaba ben nilüfer perisiyim” dedi. Yavru sincap gözlerini kocaman kocaman açmış hiç sesini çıkarmadan nilüfer perisine bakıyordu. Anne sincap nilüfer perisini ve ağustos böceğini selamladı. Onlara en güzel yemeklerini ikram etti. Sonra “gelin” dedi, “ben gezdireyim ormanımızı; önce baykuş ailesiyle tanıştıracağım sizi.”

Gerçekten de anne sincap, başta baykuş ailesi olmak üzere, bütün orman sakinleri ile tanıştırdı nilüfer perisini. Bu oldukça yorucu olmuştu. En son kaplumbağa ailesiyle tanıştılar. Kaplumbağalar da onlara serin şerbetler ikram ettiler. Nilüfer perisi bu geziden hoşnuttu ama sanki herkes birşeyler saklıyordu. Bu rahatsızlık verici durumdu ki, nilüfer perisini en çok üzen ağustos böceği bile bu sırra dahildi. Herkes çok mutlu görünmesine rağmen gözlerde saklanamayan bir hüzün vardı.

Orman halkının bilmediği bir şey vardı, nilüfer perileri istedikleri zaman düşünceleri okuyabiliyorlar ve hayalleri görebiliyorlardı. Nilüfer perisi teker teker düşünceleri okumaya başladı. Gizledikleri şey bir bataklıktı. Ama bataklıkta neyi gizlediklerini anlayamıyordu çünkü bu ormanda bataklık olması gizlenecek bir şey değildi. Hatta orayı uçarken bile görmüşlerdi. Kaplumbağa ailesine sordu; “Ben henüz bataklığı görmedim, orayı bana göstermeyecek misiniz?”

Herkes şaşkınlıka birbirine baktı. İlk konuşan ağustos böceği oldu. “Evet, nilüfer perisine hâlâ bataklığı göstermedik, haydi bataklığa gidelim” dedi. Herkes biraz ürpererek baktı birbirine, isteksizce “tamam” dediler.

Bataklık hiç de uzak değildi. Nilüfer perisi için birazcık ilerdeydi. Ama orman halkı birbirlerine yardım ederek bile olsa çok yavaş ilerliyorlardı. Sonunda ulaştılar bataklığa, bataklıkta onları üstü başı kir içinde bataklık cini karşıladı. Bu durumdan cin çok mutlu olmuştu, ama orman halkı hiç mutlu gibi görünmüyordu. O şirin hayvanların yerini, asık suratlı bir topluluk almıştı. Hepsi aksi ve küçümser bakışlarla bakıyorlardı bataklık cinine.

Ama bataklık cini, onları gördüğü için o kadar mutlu olmuştu ki, nilüfer perisini bile gözleri görmüyordu. Durmaksızın çığlıklar atıyor bir oraya bir buraya zıplıyordu. O zıpladıkça etrafa çamurlar sıçrıyor, çamurlar sıçradıkça bataklık cini daha da çok kahkaha atıyordu. Nilüfer perisi bataklık cinini çok sevmişti. O da hemen onunla beraber çamurlarda zıplayıp hoplamaya başladı. İkisi beraber çok eğleniyorlardı. Orman sakinleri, gözlerini kocaman kocaman açmış nilüfer perisine bakıyorlardı. Fısıltılar başladı hemen, kimi nilüfer perisinin asla temizlenemeyeceğini, artık hep böyle pis kalacağını, kimi de onun ruhunu şeytanın çaldığını söylüyordu.

Nilüfer perisi bunların hepsini anladı. Demek onun için bataklığa gelmiyorlardı. Üstelik bataklık cininden de korkuyorlardı. Bataklık ciniyle kimse görmeden konuştu. Sonra da çok yorulduğunu ve çok acıktığını söyledi. “Hadi yemek yiyelim” dedi orman halkına. Kimseden ses çıkmadı. Ağustos böceği “hadi bakalım” dedi. “Geri dönüyoruz. Yemek yiyeceğiz.

Baykuş arka çıktı hemen , “Önden kuşlar gitsin, hazırlıklara başlasınlar.” Önce isteksiz olanlar bile hazırlıklar başlayınca neşelendiler. Onlar sofrayı hazırlaya dursun, nilüfer perisi ve bataklık cini de göle gitmiş yıkanıyorlardı. Nilüfer perisi, iyice temizlenmesi için bataklık cinine yardım etti. Üstünden o çamurlar gidince, ortaya çok şirin bir cin çıktı. Temizlendikten sonra, şölene katılmak için, birlikte yola çıktılar. Oraya vardıklarında, baykuş dışında kimse bataklık cinini tanımamıştı. Baykuş hemen onların yanına yaklaştı ve onları onur konuğu masasına oturttu. Sonra da misafirlere bataklık cinini tanıttı. Bataklık cininin onur konuğu masasına oturmasıyla beraber şölen başladı.

Şölen başlamıştı ama misafirler hâlâ büyük bir şaşkınlık içindeydiler. Kimse bataklık cininden gözlerini alamıyordu. Bugüne kadar korktukları bu minicik, şirin yaratık mıydı? Bataklık cini büyüklere göre hâlâ çirkindi, ama çocuklara göre çok şirindi. Çocuklar hemen onun yanına geçtiler. Bütün yemek boyunca gülmeleri hiç kesilmedi. Bataklık cini gülmeyi, eğlenmeyi seviyordu ve onun bulunduğu ortam mutlaka neşeli olurdu. Yemeğin sonunda herkes neşe içinde masadan ayrıldı.

Artık bataklık cininden korkmuyorlardı. Hatta onu sevmeye bile başlamışlardı. Artık bataklık korkulması gereken bir yer olmaktan çıkmıştı. Şölenin sonunda bataklık cini hem nilüfer perisine, hem baykuşa, hem de ağustos böceğine teşekkür etti. Mutlulukla bataklığına döndü.

Nilüfer perisi ve ağustos böceği göle doğru yola çıktılar. Ama ikisi de biraz yalnız kalmak istiyorlardı. Bir süre birlikte kaldılar. Nilüfer perisi gitmeden önce onlara bir armağan vermek istiyordu. Ağustos böceğinin aklından geçenleri okudu. O nilüfer perisinin hiç gitmemesini, hep beraber olmalarını istiyordu. Bu imkansızdı, nilüfer perileri sadece bir gün yaşardı.

Artık akşam oluyordu. Gitme vaktine az kalmıştı. Birden aklına geldi. Bu gölde hiç göl insanı görmemişti. Halbuki neredeyse tüm göllerde göl insanları olur; hem güzel sesleri, hem sorunlara hemen çözüm bulmalarıyla tüm göl halkının sevgisini kazanırlardı. Onlara göl insanlarını armağan etmeliydi. Nilüfer perisinin bir an önce göl perisini bulması gerekiyordu. Sadece göl perisi göl insanlarını çağırabilirdi. Ağustos böceğine çok acil göl perisini bulması gerektiğini söyledi ve hızla oradan ayrıldı.

Nilüfer perisinin, göl perisini bulması zor olmadı. Ona isteğini anlattı. Göl perisi de büyük bir zevkle kabul etti ve göl insanları ile bağlantıya geçti. Sonra nilüfer perisine dönüp o gitmeden önce gölde olacaklarını söyledi. Nilüfer perisi teşekkür ederek oradan ayrıldı. dersimiz.com

Nilüfer perisi göle döndüğünde artık güneş batmak üzereydi, göl güneşin son ışıklarıyla rengarenk olmuştu. Muhteşem bir görüntüydü . Göl orkestrası bu sefer hüzünlü bir melodi çalıyordu. Çünkü nilüfer perisi birazdan geldiği nilüfere dönüp, uykuya dalacaktı. Tekrar uyandığında artık orada olmayacaktı.

Nilüfer perisinin iyice uykusu gelmişti. Göl sakinleri ağlamamak için kendilerini zor tutuyorlardı. O sırada göl insanları güzel sesleriyle şarkılar söyleyerek geldiler. Birden hüzün kayboldu. Ortalık yeniden canlandı. Nilüfer perisi bile el çırpıyor, dans ediyor, bu neşeli müziğe eşlik ediyordu.

Müziğin sonunda nilüfer perisi yavaşça doğduğu nilüfere döndü. Bütün göl halkını, orman halkını, göl insanlarını selamladı. Dilerim yine görüşebiliriz dedi ve nilüferin içinde kıvrılıp, nilüferin onu yumuşakça örtmesini istedi.

Bütün canlılar nilüfer perisinin aralarından ayrılmasından dolayı çok üzgündü. Ama o, onlara göl insanlarını hediye etmişti. Onlara mutluluk vermişti, içtenlikle ona teşekkür ettiler. Nilüfer perisinin de istediği gibi şarkı ve dansa devam ettiler.

Uçan Kasaba

Bir varmış, bir yokmuş... Zamanın birinde bir masal kasabası varmış. Bu kasaba dağların arasında bir yerdeymiş. Buradaki dağlar öyle dik öyle dikmiş ki bir noktadan, bir başka yere gitmeye olanak vermezmiş. Bu yüzden kasabada hiçbir yol yokmuş. Zaten buranın adı da Yolsuz kasabaymış.

Yolun ne olduğunu bilmeyen kasaba insanları birbirine gidip gelemiyormuş. Doğal olarak bu durum çeşitli sorunlara neden oluyormuş. Bu yüzden akrabalar görüşemiyor, hısımlar buluşamıyor, insanlar tanışamıyormuş. Ne kötü değil mi?

Kasabalılar, birbirlerine gidip gelme işini zamanla çözmüşler. Nasıl mı? Tabii ki uçarak...

Herkes kendine göre bir uçma aracı geliştirmiş zaman içinde. Kasabalıların kimi çalı süpürgesiyle, kimi yabasına binerek uçuyormuş. En çok da halı kullanılıyormuş uçma eyleminde. Evdeki eski halılar bu iş için yeterli oluyormuş tabii ki.

***

Gel zaman, git zaman... Uçmak, bizim Yolsuz kasabalılar için bir yaşam biçimi hâline gelmiş. Daha önceleri sonbaharda yaptıkları bağ bozumu şenliklerinin adını ve şeklini bile değiştirmişler. Bundan böyle bu eğlenceler, Uçuş Festivali olarak düzenlenmeye başlamış.

Uçuş Festivalinde herkes, aracını alıp meydana çıkıyor ve uçma yarışmaları yapılıyormuş. Zaman içinde Uçma Festivali çok gelişmiş. Seyircisi çoğalmış. Dereceye girenlere büyük ödüller konmuş. Bu yüzden kasabalılar, her yıl festival günlerini iple çekiyorlarmış.

Yıllardan bir yılda yine festival günleri gelip çatmış. Kasabalılar heyecan içinde hazırlıklara başlamışlar. Uçuş için çalı süpürgesi kullananlar, süpürgelerinin çalılarını yenilemiş; yaba kullananlar, yeni bir yaba yapmış; halı kullananlar, halılarının yırtıklarını örerek yamamış. Artık herkes büyük güne hazırmış.

Bizim Yolsuz kasabada kimsesiz bir oğlancık yaşıyormuş. Yok yok, bu oğlancık sizin sandığınız gibi kel değilmiş. Aksine tepesinde gür saçları varmış onun.

Bizim gür saçlı oğlan hayalperest biriymiş. Bu yüzden kitaplığında onlarca uzay, macera ve hayal romanı varmış. Bizimki gece, gündüz onları okur olmadık şeylere kafa yorarmış.

O yıl gür saçlı oğlan da yaklaşan Uçma Festivalini bekliyormuş. O da yarışmalara katılacakmış. Ancak onun ne çalı süpürgesi, ne yabası, ne de halısı varmış. Buna karşın hiçbir telâşı da yokmuş. Çünkü düşündüğü ilginç bir şey varmış ama ne?...

Arkadaşları da merak ediyorlarmış gür saçlı oğlanın ne yapacağını:

-Ne ile uçacaksın? Ortalıkta hiçbir araç göremiyoruz, diyorlarmış.

Gür saçlı oğlan kıs kıs gülüyor:

- O gün görürsünüz, diyormuş.

Sonunda beklenen gün gelmiş. İnsanlar, festivalin başlayacağı saatlerde kasaba meydanına gelmişler. Yarışmaya katılacak olanların yanlarında uçuş araçları hazırmış.

Kasaba yöneticisi kısa bir konuşma yapıp festivali başlatmış. Sonra.

- Uçma yarışlarına katılacak olanlar uçuş pistinde sıralansın, demiş.

Yarışmacılar kalabalıktan ayrılıp ileri çıkmışlar. Kimileri halısını yere serip üzerine oturmuş; kimileri de yaba ve çalı süpürgelerinin saplarına, ata biner gibi binmişler. Yarışmacıların en sonunda bizim gür saçlı oğlan varmış. Doğal olarak onun yanında hiçbir şey yokmuş.

İzleyenler, gür saçlı oğlanın bu hâline bakıp şaşırmışlar. Kasaba yöneticisi de merak içindeymiş:

- Evlâdım sen de mi yarışmacısın, diye sormadan edememiş.

Gür saçlı oğlancık kendinden emin bir şekilde:

- Evet, ben de yarışacağım, diye karşılık vermiş

Kasaba yöneticisinin şaşkınlığı daha da artmış:

- Yanında herhangi bir araç göremiyorum. Neden, diye sormuş.

Gür saçlı oğlancık, yöneticiye yanıt vermemiş. Aşağı eğilip oralardaki bir dal parçasını eline almış, onunla çevresine bir metre çapında bir daire çizmiş.

Kasabalılar gibi yönetici de ilgiyle izliyormuş onu:

- O da ne, diye sormuş.

- Uçan daire, diye yanıtlamış gür saçlı çocuk.

- Onunla mı uçacaksın?

- Bütün uzaylılar bununla uçuyor.

- Ama burası uzay değil, biz de uzaylı değiliz.

- Yanılıyorsunuz, burası uzay, biz de uzaylıyız. Örneğin marslılar da bize uzaylı diyorlarmış.

Gür saçlı oğlancığın son sözleri herkesi güldürmüş. Çaresiz yönetici de başını iki yana sallayarak işine dönmüş. Yanında getirdiği kafesi yukarı kaldırmış. Kafesin kapağını açıp içindeki kerkenez kuşunu dışarı çıkarmış. Onu yarışçılara gösterip:

- Bunu yakalayıp bana getiren yarışı kazanıyor, demiş.

Kerkenez kuşunu bulutlara doğru savuran yönetici yarışçılara dönüp:

- Bir, iki, üç, demiş. Fırlayın, yarış başladı.

Bir anda ortalık karışmış. Halılar altlarındaki tozları savura savura havalanmış, yaba ve süpürgeler yukarı fırlamış. Ya bizim gür saçlı oğlancık?...

Gür saçlı oğlancığın hâlini hiç sormayın. Ortalıktaki toz, duman sıyrılınca kasabalılar onu dairesinin üzerinde oturuyor olarak görmüşler. Şaşkın bir hâldeymiş.

- Allah Allah neden uçmadı benim dairem, diye mırıldanıyormuş. Oysa bütün uzaylılar uçmak için daire kullanıyordu. Romanlar öyle yazıyor...

Yolsuz kasaba kahkahalarla çınlarken bizim gür saçlı oğlancık mahcubiyet içinde evine kaçmış. Bir daha da daireye binip uçmaya kalkışmamış. Bu iş için evdeki halıyı kullanmış.

Hiçler Şehrinin Kızı

Kirman Bölgesi'nden bir masal)

Bir varmış bir yokmuş. Hiçler Şehri'nde bir kız vardı. Bir gün eli yaralandı. Yarası iyileşmeye başladıktan birkaç gün sonra, merhem ve ilaç alıp yarasına sürmek için halasına gitti. Halası, "Bende merhem yok" dedi. Onun yerine iki yumurta verdi kıza.

- Bu yumurtaları pazara götürüp sat ve parasıyla attardan merhem al, dedi.

Şimdi dinleyin bakın, kızacağız başından geçenleri nasıl anlatıyor: Pazara giderken yolda yumurtalarımı kaybettim. Çok üzüldüm. Elimi keseye soktum. Kesenin dibinde bir kuruş buldum. Sonra yumurtaları bulmak için o bir kuruşu bir adama verdim.

Adam bana iğneden bir minare yaptı. Minareye çıktım. Şehrin dört bir yanına baktım. Yumurtalardan birinin tavuk olup bir ihtiyarın elinde dolaştığını gördüm.

İkinci yumurta horoz olmuş, bir köyde harman biçmekle meşguldü. Önce "Gidip horozu alayım", dedim. Minareden aşağıya indim. Köye gittim. Oraya varınca horozumun kendisi için çalıştığı çiftçiye:

- Horozumu ver. Ayrıca sana çalıştığı kadarının ücretini de ver dedim.

Uzun tartışmalardan sonra çeltik ekili tarlanın ürününden bana bir öküz dengi hak vermesinde anlaştık. Harman kaldırıldıktan sonra yirmi beş batman pirinç benim payıma düştü.

Pirinçleri götürmek istedim. Çuvalım yoktu. Bir pire öldürdüm. Derisinden çuval yaptım. Pirinçleri içine doldurup horozun sırtına yükledim. Yürümeye başladım.

Çok pirincim olduğu için pirinç ticareti yapmaya karar verdim. Şehirden çıktım. İki konaklık yol gittim.Bir de baktım, horozun sırtı pirinç yükünden yara bere olmuş. Orada bulunanlara:

- Bu yaranın ilacı nedir? diye sordum.

- Ceviz içini kavurup horozun sırtına sürersen yarası iyileşir, dediler.

Bir ceviz içini kavurdum. Yarası iyileşsin diye sırtına koydum ve yattım. Sabah uyandığımda bir de ne göreyim, horozun sırtında kocaman bir ceviz ağacı bitmiş! Çocuklar ağacın etrafına toplanmışlar, ceviz düşürüp yemek için ağaca taş ve kesek atıyorlar! Ağacın dalına çıktım. Ağaçta yüz eşek yükü taş ve kesek toplandığını gördüm. Bir keser bulup yer dümdüz olana kadar kesekleri parçaladım. Burasının salatalık ve karpuz ekimi için uygun olduğunu gördüm.

Bir parça salatalık ve karpuz tohumu ektim. Ertesi sabah pek çok salatalık ve karpuz bitmişti. Bir karpuz koparıp kesmeye başladım. Karpuzu keserken çakım kayboluverdi.

Belime bir hamam peştamalı bağlayıp çakımı bulmak için karpuzun içine girdim. Çok büyük ve kalabalık bir şehir gördüm orda. O şehrin çarşısına gittim. Aşçı dükkanında bir dinar verdim, biraz çorba satın aldım ve içmeye başladım.

Çorba o kadar lezzetliydi ki kasesini bile yaladım. Kaseyi o kadar yaladım ki inceldi, inceldi neredeyse delinecekti. Bir de baktım ki kasenin dibinde bir kıl belirdi. Kılı alıp dışarı atmak isterken kılın ardından bir deve yuları çıktı. Yuları çektim. Arkasından yedi katar deve geldi. Develerin hepsi tam teçhizatlıydı.

Birbiri ardı sıra geldiler. Çakım da en arkadaki devenin kuyruğuna bağlanmıştı.

Masalımız burada bitti, ama serçecik daha evine gitmedi.

Eskimolar Ve Ay Avcısı

Ayın dolunay olduğu bir gece, genç Eskimo fok balığı peşinde dolaşırken gözü dağın tepesinddeki aya takılıyor:

-"Şu dağın tepesine çıksam,ayı yakalasam sonrada köye kadar yuvarlaya yuvarlaya getirsem ne güzel olur" diye düşünüyormuş genç Eskimo.

-"Gecelerimiz aydınlatan kandilin yağı bitsede fark etmez artık! Koca ay buzdan yaptığımız kulubenin içinde bizi hep aydınlatır."

Genç Eskimo çok iyi kalpliydi. Kocama ayın tek başına kendi kulubesini değil, herkesi aydınlatmasını istiyordu.

Bu nedenle:

-"Büyük bir kulube yapar, bütün köy halkı oraya yerleşiriz, ayı da kulubenin tepesine asarız" diye düşündü. Böylece Eskimo delikanlı köye gidip bütün gençleri topladı, onlarla birlikte dağın tepesine ayı tutmaya çıktılar.

Ama dağın tepesine ulaştıkları zaman birde ne görsünler, ay daha da yukarıda. Ellerini uzattılar, zıpladılar ama yakalayamadılar.

Hiçbirinin kolu o kadar uzun değildi.

Bu arada birinin aklına daha yüksek bir dağa çıkmak geldi. Gerçekten de daha yüksek bir dağa tırmanırlarsa belki de ayı oradan yakalayabilirlerdi.

Tekrar düzlüğe inip daha yüksek bir tepeyi gözlerine kestirdiler. Gerçekten de ay şimdi o tepenin doruğuna asılmış gibi duruyordu. Heyecanla oraya tırmandılar, ama zirveye ulaştıklarında ayın daha yüksekte havada asılı olduğunu gördüler. Zıpladılar, hopladılar, ama nafile!

Aya ulaşamadılar gene.

Eskimolar o gece çevredeki bütün dağları dolaştılar. Ama ovadan dağın doruğunda gibi görünen ay, dağın tepesine tırmandıklarında sanki daha yükseğe çekiliyor gibiydi. Bunun üzerine gençler ayın kendilerinden korktuğunu, yakalanmamak için de onlar yaklaştıkça ayın uzaklaştığını düşündüler. Kocaman yusyuvarlak ayı ele geçirmek için onu ikna etmeye karar verdiler.

Şarkı söylemeye başladılar.

"Güzel ay, canım ay, yanımıza gel, mutlu et.

Bizi bekler yağlı ekmek, tatlı çörek, ziyafet."



Fakat ayın Eskimoların yanına inmeye hiç niyeti yoktu. Galiba canı yağlı ekmek, tatlı çörek istemiyordu. Çünkü her defasında onlar düzlükteyken dağın tepesine iniyor, zirveye tırmandıklarında ise gökyüzüne kaçıyordu.

Eskimo gençler sonunda yorgun ve bitkin köylerine döndüler. Ayı yakalayamadıkları için büyük bir buz kulubesi de inşa etmekten vazgeçtiler.

O zamandan beri küçük kulubelerde yaşamaya, fok balığı yağıyla aydınlatan kandiller kullanmaya devam ettiler.

Kim bilir belki de ayı yakalayamamaları çok iyi oldu.

Ay hepimize kaldı!

İzlanda Masalı
Olayın kahramanları İzlanda'nın soğuk köylerinde yaşayan Eskimolardır.

Eşeğini Çaldıran Adam

Vakti zamanında, bir şehirde safça bir insan yaşarmış. Bir gün pazara gidip bir eşek satın almış. Eşeği yularından tutup, evine doğru götürüyormuş.
İki uyanık hırsız, saf adamın eşeğini çalmaya karar vermişler. Güzel bir plan yapmışlar. Hırsızın biri, sessizce eşeğin arkasından yaklaşmış, yularını çözmüş ve yuları kendi boynuna takmış. Eşeği de diğer arkadaşı alıp götürmüş.

Bir müddet saf adam önde, hırsız arkada yürümüşler. Sonra hırsız birden durmuş. Saf adam, eşeğinin inatlaştığını görünce arkasına dönmüş. Dönmüş dönmesine ama şaşkınlıktan donakalmış. Eşeğinin yerinde bir adam duruyormuş. Şaşkınlığını üzerinden atıp:

"Sen kimsin? Benim eşeğim nerde?" diye sormuş.

Hırsız, sesine acıklı bir ton katarak:
Efendim. Ben senin eşeğinim. Gençliğimde, her türlü kötülüğe bulaşmış biriydim. Tüm komşular benden şikayetçiydi. Bir gün annem bana sinirlenip "Eşek olasıca!" diye beddua etti. Ben de bir anda eşek oluverdim. Yıllarca başkalarının eşyalarını çektim, dayağını yedim. Sonra sen beni satın aldın. Cezam bugün dolmuş olacak ki, tekrar eski halime kavuştum." dersimiz.com

Saf adam, hırsızın haline acımış. Boynundaki yuları çözüp onu serbest bırakmış.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra, adam tekrar bir eşek almak için pazara gitmiş. Pazarda gezerken eski eşeğinin satılık olduğunu görmüş.

Eşeğin yanına yaklaşıp kulağına eğilerek: "Anlaşılan yine kötülüğe dalınca annen beddua etmiş. Ama seni bir daha satın alacak kadar enayi değilim." demiş. Başka bir eşek alıp, evinin yolunu tutmuş.

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...