Çakal İle Papağan

Ülkenin birinde, çok akıllı bir papağan yaşardı. Büyük bir ağacın üstünde yuva kurmuştu.

Ağacın kovuğunda da bir çakal, yavrularını büyütüyordu.

Çakal ara sıra ava gidince, papağanın yavruları aşağı iniyordu. Ağacın kovuğuna girip çakalın yavrularıyla oynuyorlardı. Anne papağan, bu durumdan hiç hoşnut değildi.

Bir gün yavrularını toplayıp öğüt vermeye başladı:

- Yavrularım! Kendi cinsinizden olanlarla arkadaşlık edin. Çakalların size zarar vermelerinden korkuyorum.

Fakat yavru papağanlar, annelerinin sözünü dinlemiyorlardı.

Bir gece çakal, yiyecek bulmak için uzaklara gitti. Bu arada bir kurt gelip çakalın yavrularını yedi.

Çakal döndüğünde yavrularını bulamadı. Çok üzüldü.

Yavrularının başına gelenlerden papağanın yavrularını sorumlu tuttu.

- Onlar bu kadar ses çıkarmasaydı kurt yavrularımı bulamazdı. Öcümü alacağım, papağanları mahvedeceğim, diye yemin etti. Nasıl bir kötülük yapacağını düşünürken arkadaşı karakulak ona akıl verdi.

- İyisi mi kendini yaralı gösterip bir avcıya görün. Sonra onu, bu ağacın yanına sürükle ve saklan.

Avcı, papağanları avlayacaktır.

Çaylak, Karakulakın dediği gibi yaptı. Avcıyı peşine taktı, ağacın yanına gelince saklandı.

Avcı, çakalı kaybedince etrafı araştırdı. Ağacın tepesindeki papağan yuvasını gördü.

Hemen çantasındaki ağı çıkarıp attı. Papağan ve yavruları ağa takılmışlardı.

Papağanlar çırpınıyorlar ama ağı delip kaçamıyorlardı. Papağan, telaşlanan yavrularını yatıştırdı.

- Korktuğum başıma geldi. Arkadaşlık ettiğiniz çakalların annesi bize bu kötülüğü yaptı.

Ama olan oldu bir kere. Şimdi buradan kurtulmanın çaresine bakalım.

- Nasıl? diye sordu yavru papağanlar.

Anne papağan cevap verdi:

- Ölmüş gibi davranın. Hareketsiz durun. Sizi ağdan atınca da uçup gidin.

Ben sizi sonra bulurum.

- Öyle yaptılar. Avcı ağı aşağı çekti. Sonra da ağı açıp hayvanlara bakmaya başladı.

Yavru papağanlar kaskatı kesilmişti. Avcı, «Her halde korkudan öldüler.» diye düşünerek onları attı. Yavru papağanlar, atıldıkları yerden kalkıp uçtular. Bunu gören avcı sinirlendi.

- Bana oyun oynadılar, dedi öfkelenerek.

Avcı, anne papağanı aldı. Onu şehre götürdü. Ona şiir okumayı ve şarkı söylemeyi öğretti.

Sonra papağanın çok bilgili ve konuşkan olduğunu yaydı. Herkes şiir okuyan, şarkı söyleyen bu papağanın ününü duymuştu.

Papağanın şöhreti, padişahın kulağına da gitmişti. Adamlarına;

- Getirin bakalım şu papağanı, becerilerini görelim, dedi. Bu emir üzerine avcı bulunarak Saraya getirildi.

Padişah, şiir okuyan, şarkı söyleyen papağanı çok sevdi. Parasını ödeyerek onu avcıdan satın aldı.

Sarayda en nefis yiyecekler, en tatlı meyveler papağanındı. Ama o mutlu değildi. Hep üzüntülü ve düşünceliydi.

Yemek yemeyen papağanın üzüntüsünü padişah fark etmişti. Bir gün pencere kenarında ağladığını gördü.

Hem ötüyor, hem ağlıyordu. Yavrularını düşünüyordu yine. Kim bilir neredeydiler, ne yapıyorlardı zavallıcıklar?

Padişahın yufka yüreği, papağanın bu ağlayışına dayanamadı. Yanına çağırıp üzüntüsünün sebebini sordu. Papağan, çakalın yaptıklarını ve yavrularının durumunu merak ettiğini anlattı. Padişah, bu duruma çok üzüldü ve papağanı salıverdi. Papağan da teşekkür ederek yavrularına doğru uçup gitti.

Vadideki Nine

Su akar gider denize kavuşur.

Ay güneşi kovalar gece olur.

Masal ülkesinde bir telaştır başlar: Padişah kızının bu geceki masalı hazır mıdır? Aynacık nerede? Hadi acele edin. Uyku krallığı bizden önce davranırsa gücümüzü yitiririz.

Ve sevgili aynacık son anda nefes nefese bir masal ile gelir: Kusurumuza bakmayın prensesim. Ceylanları bir araya getirmek zaman aldı…

Adı belki de hiç duyulmamış ülkenin birinde, bir delikanlı annesiyle beraber yaşarmış. Küçük bir dağ köyünde, minicik evlerinde güzel günler ve güzel geceler geçirirlermiş. Sofralarından bereket, yüzlerinden tebessüm hiç eksik olmazmış. Babalarını çok çok eskiden, delikanlı henüz bir bebekken kaybetmişler. İşte o zaman anne-oğul yalnız kalmışlar. Üzülmüşler, ağlamışlar; fakat yapabilecekleri bir şey yokmuş.

Küçük bir bahçeleri varmış minik evlerinin önünde. Onu ekip-dikerle, onun sayesinde karınlarını doyururlarmış. Ne az diye yakınırlarmış, ne de daha çok olsun diye aranırlarmış.

Aradan yıllar geçmiş. Çocuk, fidan gibi boy atmış, delikanlı olmuş. Fakat yıllar annesinin gücünü azaltıyormuş gitgide. Artık eskisi gibi bahçeye gidip çalışamıyormuş. Saçlarına aklar düşmüş. Dizlerinde derman kalmamış. Delikanlı da zaten onun yorulmasını hiç istemiyormuş. Bahçenin ekimini tek başına yapmaya başlamış. Dağa da çıkıyormuş arada bir, odun kesmek için. Bu odunları eve getirir, soğuk günlerden onlarla ısınırlarmış. Artan odunları da şehirde satarlar üç-beş kuruş kazanırlarmış.

Delikanlının annesi artık iyice yaşlanmış. Güzel mi güzel, şirin mi şirin bir nine olmuş. Tatlı dilli, hoşsohbet bir ninecik… Komşuları onu pek severlermiş. Üzülmesine hiç dayanamazlarmış. Delikanlı da istemezmiş tabiî annesinin üzülmesini.

Ninecik yemek pişiremiyor, evi temizleyemiyormuş artık. Devamlı yalvarıyormuş:

- Bir tek oğlum var. Onun mutlu olmasını isterim. Ne olur, onun gibi iyi bir gelin ver bana. Bu evin neşesi eksilmesin.

Güzel ninecik böyle düşünmeye devam ederken birgün oğlunu yanı başına çağırmış. Düşüncesini söylemiş ona:

Ey oğul, ben hiçbir iş yapamaz oldum. İhtiyaçlarımızı karşılayamayacak kadar yaşlandım. İsterim ki bir gelin gelsin, evimize çeki-düzen versin. Sen ne dersin oğul?

Delikanlı annesinin söylediklerini bir gün düşünmüş, iki gün düşünmüş… Sonun da onun da bakıma ihtiyacı olduğuna karar vermiş. Sonra da;

- Anneciğim sen nasıl istersen öyle olsun, demiş.

Böylece iyi kalpli, tatlı dilli, güler yüzlü bir gelin adayı aramaya başlamışlar. Ninecik hanım hanımcık olsun istiyormuş. Çok geçmeden evin içinde üçüncü bir kişi gezinir olmuş bile. Delikanlıyı evlendirmişler. Gelin hanım da artık o evin bir parçası olmuş çıkmış.

Önce öyle güzel geçiyormuş ki günleri. Gülüyor, eğleniyorlarmış hep beraber. Sabah, oğul ile gelin bahçeye çeki-düzen veriyorlarmış. Sonra delikanlı odun kesmeye dağa gidiyormuş. Annesi ile eşi kendisini beklediklerinden işini bitirir bitirmez evin yolunu tutuyormuş. Ne zaman güneş kızarmaya başlasa, her şeyini toplayıp düşüyormuş yollara.

Günler haftaları, haftalar ayları kovalamış. Mevsimler bir bir değişmiş. O eski güzel günler yavaş yavaş kaybolmaya başlamış. Artık bağrışmalar dökülüyormuş evin pencerelerinden dışarıya. Zavallı ninecik bu tartışmalara engel olabilecek hiçbir şey yapamıyormuş. Çünkü tartışmanın sebebi kendisiymiş. Gelin, sabah-akşam söylenir olmuş:

- Annene bakmak zorunda değiliz. Onu bu evden götür. Gitsin yanımızdan. Mutluluğumuza engel oluyor. İstemiyorum onu.

Delikanlı sabırla;

- Nereye gidecek? Onun benden başka kimsesi yok ki, diyormuş. Hem neden gitsin? O, bizim annemiz. O, bizim en sevdiğimiz olmalı bu dünyada. Bir köşede oturmaktan başka hiçbir şey yapmıyor. Neden onu istemiyorsun? Önüne yemek koymasan, günlerce aç kalabilir. Senden bir lokma istemez. Hiç şikayet etmez. Nedir ondan alıp-veremediğin. Zaten yapabilecek gücü olsa ne senden bekler yardım, ne de benden.

Ama bütün bu sözlere rağmen gelin hanım, ısrarla ninenin gitmesini istiyormuş. Delikanlı bir gece annesinin yanına varmış. Bir bir söylemiş her şeyi:

- Anneciğim, beni affet. Karım senin bu evden gitmeni istiyor. Benim de artık ona gücüm yetmiyor.

Ninecik kısık bir sesle;

- Biliyorum evladım, demiş. Her şey den haberim var. Sen hiç üzülme. Beni buradan çoook uzaklara götür ve bırak. Ben başımın çaresine bakarım. Beni bir koruyan çıkar.

Delikanlı çok sevdiği annesinden ayrılmayı hiç istemiyormuş, fakat karısının sözlerini duymaktan da bıkmış. Bu yüzden bir gün sabahın aydınlığı ortaya çıkmadan, horozlar yeni yeni uyanıyorken annesinin koluna girmiş ve birlikte ağır ağır yürümeye başlamışlar. Evden belki on, belki yirmi kilometre, belki de daha fazla uzaklaşmışlar. Bir vadiye gelmişler. Akşam olmak üzereymiş. Delikanlı annesine;

- Anneciğim, seni getirebileceğim tek yer burası, demiş. Beni affet.

Ninecik yüzünde minik bir tebessümle oğlunu uğurlamış:

- Güle güle evladım. Dertler sizden uzak olsun. Hep mutlu olun inşallah. Hadi yolun açık, yüreğin ferah olsun.

Delikanlı, annesini akşam vakti o vadide bırakmış evine dönmüş. Günler geçmiş üzerinden. Fakat içi bir türlü rahat etmiyormuş. Aklına kötü kötü şeyler geliyormuş, uykularından korkuyla uyanıyormuş:

- Kim bilir orada ne büyük kurtlar, vahşi hayvanlar vardır. Annemi belki de paramparça etmişlerdir.

Karısına da söyleniyormuş:

- Yarın annemi bıraktığım yere gittiğimde, onu bulamayacağımdan eminim. İstediğin oldu işte. Bunun için mutlusundur. Ama ben annemi kendi ellerimle öldürdüm. Bunu nasıl yapabildim, nasıl senin sözlerinle annemi dağ başına attım!

Karısı ise bu sözleri hiiiiç mi hiç umursamıyor, duymazlıktan geliyormuş. Onun bu hâlini gören delikanlı daha bir öfkeleniyor, daha bir kendisine kızıyormuş.

Ertesi sabah, delikanlı koşa koşa vadiye gitmiş. Bir yandan da kendi kendine;

- Hiç olmazsa annemin kemiklerini toplayıp toprağa gömeyim, diye düşünüyormuş.

Fakat delikanlı vadiye vardığında gözlerine inanamamış. O da nesi. Bu vadi sanki o vadi değil. Cennetten bir köşe olup çıkmış. Kurtlar yerine her yanda güzel gözlü ceylanlar geziniyormuş. Annesinin çevresinde dolaşıyorlar, onun dizlerinde uyuyorlarmış. Delikanlı heyecanla annesinin yanına koşmuş:

- Anne! Anne, şükürler olsun ki yaşıyorsun. Hâlâ buradasın!

Güzel ninecik güler yüzle karşılamış oğlunu. Sevgiyle kucaklaşmışlar. Delikanlı merakla sormuş olanları. Ninecik de anlatmış:

- Sen gittikten sonra bol bol dua ettim. Sonra bu güzel hayvanlar geldi buraya. Beni hiç yalnız bırakmadılar. Bana yiyecek getiriyorlar. Var git yoluna oğul, ben burada rahatım. Merak da etme.

Delikanlı, annesi her ağzını açtığında daha çok hayrete düşüyormuş. Çünkü annesi konuşurken ağzından çil çil altın saçılıyormuş yerlere. Güzel yüzünde güller açmış sanki. Her taraf mis gibi kokuyormuş. Gözlerine inanamamış. Biraz daha oturmuş annesinin yanında. Sonra düşünceli düşünceli yola koyulmuş.

İçi rahat, sevinçle dönmüş evine. Haberi karısına vermek için sabırsızlanıyormuş. Nihayet karısı bütün olanları öğrenince çıldırmış:

- Ne! Olamaz! Çabuk benim de annemi o vadiye götür. Mutlaka o vadinin sihirli güçleri vardır. Benim de annemin ağzından çil çil altın dökülür. Ne çok zengin olacağım, düşünsene. Çabuk ol! Ne duruyorsun daha?

Delikanlı annesinin ağzından dökülen altınlara şaşırmaktan vazgeçip karısının bu halini hayretle seyretmeye koyulmuş. Ama diyecek söz bulamamış. Neler olacağını merak ederek karısının annesini de almış o vadiye götürmüş. Vadiye bıraktıktan sonra evine dönmüş. Ertesi sabah sabırsızlıkla karısı onu vadiye göndermiş:

- Şu keseleri de yanına al. Altınları doldur içine. Hiç oyalanmadan geri gel. Altınlarıma bir ân önce kavuşmak istiyorum. Kim bilir ne kadar çok olmuşlardır. Köşklerde yaşayacağım artık. Muhteşem bir şey bu. Hizmetçilerim olacak. Şu evin içinde yaşlanıp gitmekten kurtulacağım. Zengin olacağım, zengin!

Karısı böyle hayâl kura dursun, delikanlı vadiye doğru yola çıkmış. Fakat vadiye vardığında gördükleri onu çok korkutmuş. Vadi, o vadi değil sanki. Ceylanlar gitmiş yerine dev kurtlar gelmiş. Üzgün bir şekilde eve dönmüş delikanlı. Karısına bütün gördüklerini anlatmış:

- Annen ölmüş. Kurtlar onu paramparça etmiş. Bulduğum parçaları toprağa gömdüm. Annemi görmedim. Orada değildi. Ceylanlar onu alıp kim bilir nereye götürdü.

Karısı hiçbir şey söyleyememiş. Susmuş… susmuş… günlerce, aylarca tek kelime etmemiş. Ve bir daha da hiiiç konuşmamış

Fare, Kurbağa Ve Atmaca

Bir fare ile bir kurbağa uzun zamandır samimi iki arkadaş hayatı yaşıyorlardı. Kurbağa genellikle farenin evine gider ve yemek yerdi. Farede onu misafir etmekten büyük bir memnuniyet duyardı. Bu bir süre böyle devam etti, bir gün kurbağa farenin evine gelerek;” Hep ben sana yemeğe geliyorum, bir gün de sen benim evime gel, böyle ayıp oluyor” dedi. Fakat bir problem vardı, kurbağanın evi, derenin öbür tarafındaydı, fare oraya nasıl atlayabilirdi ki ?

Günlerce gelip giden kurbağa o kadar ısrar etti ki, fare artık dayanamadı. Kurbağa karşıya geçmesi için ona yardımcı olacaktı. Fare kendisin kurbağanın sırtına iyice bağladı. Ve iki arkadaş dereyi geçmeye başladılar.

Derenin ortasına gelince, kurbağanın aklına fareyi boğmak geldi. Böylece farenin evindeki bütün yiyeceklere sahip olabilirdi. Yavaş yavaş suyun derinliklerine dalmaya başladı. Zavallı fare can havliyle bağırıp ağlıyordu. O sırada oradan geçen bir atmaca farenin çığlıklarını işitti. Derhal alçalıp fareyi sudan çıkardı. Farenin sımsıkı tutunduğu kurbağa da dışarı çıkmış oldu. Fare aniden atmacanın elinden kaçtı ancak kurbağa orada kalakaldı ve kurbağa atmacaya yem oldu. Evet çocuklar, kötülük eden kötülük bulur, sakın unutmayın.

Kibirli Arı Ve Üzgün Papatya

Sıcak bir yaz günüydü. Her yer çiçeklerle dolu ve hava mis gibi kokuyordu. Çiçek tarlasının üzerinde arı vız vız diyerek yavaş yavaş uçuyordu. Havada o kadar güzel süzülüyordu ki papatya onu hayranlıkla izledi. Uçmaktan yorulan arı papatyanın yanındaki ağaç dalına konar. Papatya, arı ile konuşmak ister ve seslenir:

- Arı kardeş ne kadar güzel uçuyorsun. Oysa benim kanatlarım yok ve ben senin gibi dünyadaki güzellikleri göremiyorum. Sadece etrafımdaki çiçekleri görüyorum. Bir gün beni de alıp gezdirebilir misin? der.

Arı papatyaya kibirli gözlerle bakar ve:

- Ben seni nasıl taşıyım. Seni asla alıp, taşıyamam. Çabucak yorulurum. Hem ne yapacaksın dünyadaki güzellikleri, diyerek papatyayı götürmek istemez ve uçarak gözden kaybolur. dersimiz.com Bu duruma oldukça üzülen papatya günlerce ağlar. Kendisine kibirli davranan arı onu çok üzmüştür. Aslında papatyayı alıp, gezdirebilirdi. Fakat o kibirli davranarak onu küçümsedi.

Aradan aylar geçti ve havalar yavaş yavaş soğudu. Ağaçlar yaprak döküyor ve çiçekler soluyordu. Fakat papatya halen yapraklarını dökmemişti. O gün havada arıyı uçarken görür ve bal yapmak için çiçek aradığını fark eder. Oysa oradaki solmadan kalan tek çiçek papatyaydı. Papatyanın üzerine konmak ister ve papatya arının konmasına izin vermez. Bu duruma oldukça şaşıran arı papatyaya seslenir:

- Neden konmama izin vermiyorsun. Bal yapmam gerek.” der. Papatya aylar önce kendisine kibirli davranan arının yaptıklarını ona hatırlatır. Durumu hatırlayan arı kendine çok kızar ve papatyadan özür diler. Kendisinin kibri yüzünden geri çevirdiği papatyaya, şimdi kendi muhtaç olmuştu. Arının yaptıklarını affeden papatya, arının bal yapmasına izin verir ve bu duruma sevinen arı papatyayı alarak dünyayı gezdirmek için havalanmaya başlarlar.

Pamuk Prenses Ve Yedi Cüceler

Dünyanın en ünlü masalı hiç şüphesiz pamuk prensesin masalıdır. Grimm kardeşlerin yazdığı bu eşsiz masalı masal oku sitemizde siz masal severler için yayınladık, Buyrun efenim masalımızı okumaya;

Her yerin karla kaplı olduğu bir kış günüymüş. Bir kraliçe, sarayının pencerelerinden birinin arkasında bir yandan nakış işliyor, bir yandan da hayal kuruyormuş. Derken birden parmağına iğne batmış ve gergefin üstüne üç damla kan akmış.

Kraliçe kan damlalarına bakar bakmaz, “Çocuğum kız olursa, teni kar gibi ak, yanakları kan gibi al, saçları da pencerenin çerçevesi gibi kapkara olsun,” diye geçirmiş içinden. Bu olaydan kısa bir süre sonra bir kız çocuğu getirmiş dünyaya. Kızı tıpkı içinden geçirdiği gibi bir kızmış. Ona Pamuk Prenses adını vermişler. Ne yazık ki kraliçe doğumdan birkaç saat sonra ölmüş.

Bir yıl sonra Kral yeniden evlenmiş. Yeni Kraliçe çok güzel bir kadınmış. Güzelliğine güzelmiş, ama bir o kadar da kibirliymiş, kendisinden daha güzel birinin olabileceğini düşüncesine bile tahammül edemezmiş. Odasında sihirli bir aynası varmış. Her gün o aynanın karşısına geçer, saatlerce kendisini seyreder ve sonunda,

“Ayna, ayna söyle bana En güzel kim bu dünyada,” Diye sorarmış. Ayna da hiç duralamadan, “Sizsiniz Kraliçem,” dermiş. Fakat, Pamuk Prenses on dört yaşına geldiğinde, bir gün ayna şöyle demiş: Güzelsiniz Kraliçem, güzel olmasına, Ama Pamuk Prenses sizden daha güzel.”

Kraliçe bunu duyunca çok kızmış, öfkesinden ne uyku girmiş gözüne, ne de bir lokma yemek yiyebilmiş. ‘Ne yapmalı, ne etmeli?’ diye düşünüp durmuş günlerce. Sonra kararını vermiş ve sarayın avcısını çağırmış huzuruna.

“Pamuk Prenses’i ormana götür ve orada öldür. Öldürdüğüne kanıt olarak da kalbiyle ciğerini sök, bana getir.” Avcı Pamuk Prenses’i ormana götürmüş, bıçağını çekmiş. Fakat Pamuk Prenses’in ağladığını görünce onu öldürmeye kıyamamış. Pamuk Prenses ağaçların arasına dalıp gözden kaybolurken, “Ben yapamadım, ama hava kararıncaya kadar bir ayı veya bir kurt benim yapamadığımı yapar nasıl olsa,” demiş.

Yolda genç bir yabandomuzu çıkmış avcının karşısına. O da hayvanı oracıkta öldürmüş, kalbiyle ciğerini söküp Kraliçe’ye götürmüş. Ama Pamuk Prenses’i avcının düşündüğü gibi ne bir ayı ne de bir kurt yemiş. Akşam olup hava kararınca dağların ardında küçük bir eve gelmiş. Kapısını çalmış, açan olmamış. Cesaretini toplayıp içeri girmiş. İçeride üzeri yenmeye hazır yiyeceklerle dolu yedi küçük tabağın bulunduğu yedi küçük sandalyeli uzun bir masa varmış, duvar dibinde de yedi yatak diziliymiş. Beklemiş, beklemiş, ama kimsecikler gelmemiş. Çok aç ve çok yorgun olduğu için daha fazla bekleyememiş ve her tabaktan bir kaşık yemek almış, yedi yataktan yedincisine yatıp uykuya dalmış. Biraz sonra evin sahipleri eve dönmüşler. Dağların derinliklerinde bulunan bir gümüş madeninde çalışan yedi cücelermiş bunlar. Pamuk Prenses’i görünce, “Ne kadar güzel bir kız!” demişler.

pamuk_prenses_ve_yedi_cuceler

Sabah olup uyandığında Pamuk Prenses cüceleri görünce önce çok korkmuş, ama kısa bir süre sonra onlardan bir kötülük gelmeyeceğini, onların çok iyi insanlar olduklarını anlamış. Yedi cüceler Pamuk Prenses’ten evlerini çekip çevirmesini istemişler, o da hemen kabul etmiş. “Hoşça kal,” demişler yedi cüceler işe giderlerken. “Kapıyı kimseye açma. Eğer üvey annen burada olduğunu öğrenirse seni tekrar öldürmeye kalkar sonra.”

Bir gün Kraliçe tekrar aynasının karşısına geçmiş. Aynadan şu cevabı alınca suratının aldığı şekli varın siz düşünün artık:

“Güzelsin Kraliçem, buraların en güzeli sizsiniz Ama ne var ki, yüksek dağların ardında Cücelerin küçük, şirin evindeki Pamuk Prenses dünyalar güzeli.”

Bunu duyar duymaz Kraliçe hemen kolları sıvamış. Yaşlı bir satıcı kadın kılığına bürünmüş ve elinde içi kurdele dolu bir tablayla dağlara doğru çıkmış yola. Cücelerin evine varınca, “Kurdelelerim var, harika kurdeleler!” diye seslenerek kapıyı çalmış. Kimin geldiğine bakmak için pencereye çıkan Pamuk Prenses kurdeleleri görünce içi gitmiş. ‘Bunda ne kötülük olabilir ki!’ diye düşünerek kapıyı açmış.

“Bunu mu beğendin güzelim?” demiş Kraliçe kurdeleyi Pamuk Prenses’in boynuna takarken. Sonra kurdeleyi sıktıkça sıkmış, ta ki Pamuk Prenses ölü gibi boylu boyunca yere uzanana kadar. O gece yedi cüceler Pamuk Prenses’i o halde bulmuşlar. Kurdeleyi kesmişler ve Pamuk Prenses hayata dönmüş tekrar. Böylece Kraliçe’nin elinden ikinci kez kurtulmuş Pamuk Prenses. Ertesi sabah Kraliçe anasının karşısına geçmiş yeniden. Aynadan Pamuk Prenses’in hâlâ yaşadığı haberini alır almaz hemen kılık değiştirmiş ve bir kez daha dağların yolunu tutmuş.“Taraklarım var, harika taraklar!” diye seslenmiş cücelerin evinin kapısında. Pamuk Prenses yaşlı kadının elinde tuttuğu tarafı görünce başına gelenleri unutuvermiş. Kapıyı açmış.

“Saçların ne güzel, bırak ben tarayayım,” demiş Kraliçe. Ama tarak zehirliymiş, başına değer değmez Pamuk Prenses ölü gibi yere uzanmış. O gece yedi cüceler saçından tarağı almışlar ve Pamuk Prenses yeniden hayata dönmüş. Böylece Kraliçe’nin elinden üçüncü kez kurtulmuş Pamuk Prenses. Ertesi gün Kraliçe aynasının karşısına geçince, Pamuk Prenses’in hâlâ yaşadığını öğrenmiş. Öfkesi burnunda, bu kez en büyülü iksirini hazırlayıp bir elmanın yarısına sürmüş. Sonra da yaşlı bir dilenci kılığına girip yola koyulmuş. “Güzel kızıma tatlı bir elma benden, armağan,” demiş Kraliçe, pencereden bakan Pamuk Prenses’e. “Pencereden de verebilirim, kapıyı açmana gerek yok.” “Kötü diye mi almıyorsun yoksa,” demiş Kraliçe, Pamuk Prenses’in kararsız olduğunu görünce. Sonra da zehirsiz tarafından ısırmış ve, “Al bak harika!” diyerek uzatmış, yanakları gibi al al elmayı Pamuk Prenses’e. Pamuk Prenses elmayı zehirli tarafından ısırır ısırmaz cansız yere uzanmış.

Kraliçe pencereden içeri, Pamuk Prenses’e bakmış. “Nihayet senden kurtuldum, artık dünyanın en güzeli benim,” demiş. Oradan doğruca saraya gitmiş. Erkesi gün aynaya kimin en güzel olduğunu sorduğunda ayna, “Sizsiniz Kraliçem,” deyince dünyalar onun olmuş. Bu sefer cücelerden hiçbiri Pamuk Prenses’i uyandıramamış ölüm uykusundan. Aradan üç gün geçmiş, bütün umutlarını kaybetmişler. Fakat nedense Pamuk Prenses hiç de ölü gibi durmuyormuş. O yüzden yedi cüceler onu gömmemişler ve camdan bir tabut içine koymuşlar, tabutu da yüksek bir tepenin en tepesine yerleştirmişler. Günlerden bir gün cüceleri ziyarete gelen bir Prens oradan geçerken camdan tabutun içinde Pamuk Prenses’i görmüş ve hemen ona âşık olmuş.“Onu sarayıma götürmeme izin verin,” diye yalvarmış Prens. Yedi cüceler ona acımışlar ve izin vermişler. Prens’in uşakları tabutu kaldırırken Pamuk Prenses’in boğazına takılmış olan zehirli elma parçası pat düşmüş ağzından. Pamuk Prenses doğrulmuş nerede olduğunu anlamadan, gözünü açmış, yakışıklı Prensi karşısında görmüş. Görür görmez ona âşık olmuş. Birkaç hafta sonra nişanlanmışlar.

Derken düğün günü gelip çatmış. Düğüne çağrılanlar arasında Pamuk Prenses’in üvey annesi de varmış. Üvey annesi sarayın salonuna girer girmez Pamuk Prenses’i tanımış, ama bu sefer bir şey yapmaya fırsat bulamamış. Çünkü Prens’in adamları Kraliçe’yi hemen yakalamış, Prens de onu artık kötülük yapamayacağı uzak bir ülkeye sürgün etmiş. O günden sonra Pamuk Prenses, güzelliğinin yanı sıra mutluluğuyla da ün salmış.

Koca Dev İle Peri Kızı

Bir zamanlar Kafdağı'nın ardında kocaman bir dev yaşarmış. Boyu o kadar uzunmuş ki minareler onun yanında hiç kalırmış. Elleri kürek gibi geniş, gözleri otomobil farları gibi iriymiş. Su kuyusunu andıran çizmelerine, ayakları zor sığarmış. Pazuları çelik gibi kuvvetli, kafatası beton bir gülle gibi dirençliymiş.

İnsanların çoğu, böyle bir güce sahip olabilmek için, belki de bütün servetlerini ortaya koyarlar. Oysa bizim dev, güçlü kuvvetli o iri gövdesinden yakınır dururmuş. Ne yatak bulabilirmiş girmeye, ne bir mağara bulabilirmiş sığınmaya... Karnını doyurabilmesi ise ayrı bir dertmiş. Her öğünde, iki sığır az gelirmiş. Ama devin asıl yakınması bundan değilmiş.

İri gövdesini ve kocaman başını çok çirkin bulur, herkesin kendisinden nefret ettiğini düşünürmüş. "Allah'ım, ben ne çirkin ve korkunç bir yaratığım." diye üzülür dururmuş. Aslına bakılırsa, bu düşünceler onun iyi yürekli oluşundan kaynaklanıyormuş. Dağın çevresini saran rengârenk çiçeklere o kadar saygı duyarmış ki onları kocaman ayaklarıyla çiğneyeceğim diye ödü koparmış. Parmaklarının ucuna basa basa yürümek zorunda kalırmış. Sadece çiçekleri mi çiğnemekten korkarmış? Hayır... Kurbağaları, balıkları, sinekleri ve daha bir yığın küçük yaratığı...

Bunları düşündükçe huzuru kaçar, koca gövdesinden nefret edermiş. "Ne olur ben de diğer insanlar gibi küçücük olsaydım. O zaman ne çiçeklere basardım, ne de kurbağaları ezerdim." diye geçirirmiş içinden.

Bizim koca dev, yine bir gün, sırtını dağa verip derin derin düşünürken, tepedeki bir kulübe dikkatini çekmiş. Kalkmış, oraya kadar yürümüş. Meğer bu kulübe, bir peri kızına aitmiş. Koca dev, kulübenin çevresinde ürkek ürkek dolaşırken, peri kızı onu görüp içeri davet etmiş. Kızın önünde, altında ateş yanan koca bir kazan duruyormuş. Peri kızı, hem deve karşı gülümsüyor hem de elindeki kepçeyle kazanı karıştırıyormuş. Dev, meraklanarak sormuş:

- O kazanda karıştırdığın şey nedir?

- İyilik büyüsü yapıyorum, demiş kız.

- Ne işe yarar bu?

- Yardıma ihtiyacı olanlara bundan bir yudum veririm, bütün dilekleri yerine gelir. Dev, az kalsın sevincinden dilini yutacakmış.

- Bir yudum da bana verir misin? demiş.

- Elbette veririm. Ama onu ne amaçla kullanacağını bilmem gerek.

- O hâlde söyleyeyim. Bu koca ve çirkin gövdeden kurtulup küçük biri olmak istiyorum. Çünkü kendimden nefret ediyorum.

Bir yudum iyilik büyüsü alabilmek için, niçin küçülmek istediğini peri kızına uzun uzun anlatmış. Ama peri kızı, devin ileri sürdüğü bahanelerin hiçbirini akılcı bulmamış:

- Çok yanılıyorsun dev kardeş, demiş. Her şeyden önce hiçbir varlık çirkin değildir. Sen de çirkin değilsin. Çünkü altın gibi bir kalbin var. Üstelik sen, çoğu insanın sahip olamadığı bir güce sahipsin. Eğer bu gücünle, senden küçük yaratıklara yardım edersen, onların seni ne kadar sevdiklerini göreceksin. Hayattan zevk alacaksın ve bu gövdenle yaşamayı seveceksin.

Peri kızı ne kadar dil döktüyse de, devi ikna edememiş. Sonunda bir yudum iyilik büyüsü vermeye razı olmuş ama şöyle bir şart koşmuş:

- Sana bu iyilik büyüsünü veriyorum fakat karşı dağın yamacına geçmeden içmeyeceksin. Ayrıca, yolda işittiğin her sese kulak verip onunla ilgileneceksin.

- Koca dev, peri kızına namus sözü verip ayrılmış. Elindeki büyü şişesini sımsıkı tutuyormuş. Fundalıkların arasında, kocaman adımlarla ilerlerken kulağına bir arı vızıltısı gelmiş.

Durup dinlemiş. Küçük bir arının kendisine yalvardığını duymuş:

- Dev kardeş, ne olursun bizi kurtar. Kovanımızı bu ağaca kurmuştuk. Dün gece çıkan fırtına onu yerle bir etti. Kovanın ağzı toprağa yapıştı. Kraliçemizle diğer kardeşlerim içeride hapis kaldılar.

Kendinden yardım istenmesi devin hoşuna gitmiş. Kocaman ağacı, parmağının ucuyla şöyle bir doğrultup yerine dikivermiş. Arılar, sevinçten kanat çırpıp en güzel bal peteğini ona ikram etmişler. Bir taraftan da Allah senden razı olsun dev kardeş, sen olmasan biz ne yapardık diye onu övmüşler.

Koca dev, vadinin ortasına geldiğinde başka bir ses duymuş. Bir kuş sesiymiş bu. Eğilip bakmış. Küçük bir kırlangıç, yerdeki yavrusunun başucundan ona sesleniyormuş:

- Oh! İyi yürekli dev, çok şükür geldin... Bütün gün yolunu bekledim. Yavrum yuvadan düştü. O kadar ufak ki uçmayı beceremiyor. Yerine koyar mısın? Bunu senden başka kimse yapamaz.

Kırlangıcın sözleri, devi o kadar gururlandırmış ki böyle bir vücuda sahip olduğuna sevinmeye başlamış. Yavru kuşu kaptığı gibi ağacın tepesindeki yuvaya bırakıvermiş. Anne kırlangıç da tıpkı arıların yaptığı gibi, ona övücü sözler söyleyip teşekkür etmiş.

Koca devin işittiği son ses, bir dereden geliyormuş. Su zambaklarının yalvaran bakışlarını görmüş. Çünkü derenin ortasına düşen koca bir kaya, suyun akmasını engelliyor ve zambakların rengini solduruyormuş. Dev, koca kayayı bir çakıl taşı gibi tutup kenara fırlatıvermiş. Zambakların duası ona yetiyormuş. Küçük bir dev olsaydım, bunların hiçbirini beceremezdim, küçük peri kızı çok haklıymış, demiş kendi kendine.

Daha sonra da elindeki büyü şişesini yere çalmış. Artık hiçbir şikâyeti kalmamış. Mutlu bir hayat sürmeye başlamış.

Keloğlan Nasıl Kel Kaldı?

Siz hiç Keloğlan'ın nasıl kel kaldığını merak ettiniz mi? Bir zamanlar onun da sırma gibi saçları varmış. Ancak tembelliği yüzünden o güzelim saçlarından olmuş. Nasıl mı? Dinleyin bakalım...

Bir gün anacığı Keloğlan'ı ormana odun toplasın diye göndermek istemiş. Keloğlan:

- Pekâla anacığım, emrin başım üstüne, diyeceği yerde;

- Bu dünyada insana bir rahat yüzü yok mudur? Hep çalış, hep çalış… Sen çalıştın da bu zamana kadar, bir şey sahibi olabildin mi? Rahat bırak anacığım beni, şurada tatlı tatlı kurduğum düşleri bozma, diye diklenmiş.

Anası öyle hiddetlenmiş ki bu sözlere, bastonu aldığı gibi haylaz oğlunun üstüne yürümüş. Keloğlan bakmış ki anasının gözü dönmüş, şakası yok, hemen toparlanıp tabana kuvvet kaçmaya başlamış. Zavallı ihtiyar kadın, koşup yetişemez ya, bir-iki ardından seğirtip nefes nefese, hayırsız oğulcağızının arkasından ah edip söylenmiş:

- Bu oğlan adam olmaya olmaz ya, Yüce Mevlâ'm, ne olur ele ayağa düşürüp beni bu hayırsıza muhtaç bırakma, diye dua etmiş, oracığa diz çöküp.

Keloğlan anacığının hışmından kurtulup ormana kaçmış. Kendisine gölgesine yatıp düş kuracağı bir ağaç bakınırken, önceki gelişinde kurduğu kuş kapanında bir feryat işitmiş. Bir de bakmış ki, sanki cennetten kopup gelmiş, her kanadında gökkuşağının bütün renkleri pırıl pırıl parıldayan harikulade bir kuş çırpınıp duruyor. Keloğlanı görümce kuş dile gelmiş.

- Ey insanoğlu; beni bu durumdan kurtarırsan, ben de senin bir dileğini yerine getiririm, diye yalvarmış.

Keloğlan:

- Haydi canım, öyle sihirli güçlerin olsa önce kendine hayrın dokunur, diye alay etmiş.

Kuş:

- Ben yalnızca başkalarının dileklerini yerine getirebilirim, diye cevap vermiş.

Keloğlan söylediklerine pek inanmamış ama bu kadar güzel bir kuşun da eziyet çekmesine gönlü razı olmamış. Kuşu kurtarmış kapandan.

- Haydi marifetini göster. Ben öyle bir tek dilekle yetinmem. Lazım olduğunda kullanacağım bir sürü dilek hakkım olmalı, demiş. Kuş ise:

- Öyleyse saçının her bir telini bir dilek teli haline getirdim. Dileğini tutup, saçından bir tel kopardığında dileğin gerçekleşir. Yalnız dileklerini akıllıca kullanmalısın. Çünkü kopardığın saçlarının yerine yenisi çıkmayacak, demiş ve uçup gitmiş.

Keloğlan pek sevinmiş. Denemek için hemen üstüne başına yeni urbalar dileyerek bir saç teli koparıp rüzgâra bırakmış. Bir anda pırıl pırıl, yepyeni kıyafetlere bürünmüş. Keloğlanın keyfine diyecek yokmuş, çünkü artık çalışmasına gerek kalmayacakmış. Anasının dırdırından da kurtulacakmış.

Hemen eve koşmuş. Anacığı onu böyle gösterişli kıyafetlerin içinde görünce oğlunu tanımakta zorlanmış. Keloğlan başına gelenleri bir bir annesine anlatmış

- Artık çalışmaya çabalamaya gerek yok, sıkıntılı günlerin geride kaldı anacığım. Artık beğenmediğin oğlun elini sıcak sudan soğuk suya değdirmeyecek, rahat edeceksin, demiş

Keloğlan saçlarını yola yola önce bir yeni ve güzel bir ev,, eşyalar, hizmetçiler, dolu dolu sofralar, altın mücevher, sonra da yine böyle geçici dünyalık şeyler dilemiş. En ufak bir çalışma gayret göstermiyor, her işini oturduğu yerden saçlarını kopara kopara hallediyormuş. Annesi bu varlığa sevinemiyor, aksine bu durumun oğlunun tembelliğini ve vurdumduymazlığını artırmasından dolayı üzülüyormuş. Elinden geldiğince, dili döndüğünce anlatmaya çalışıyormuş ama Keloğlan'ın bir kulağından girip öbüründen çıkıyormuş. Keloğlan kim, ana sözü dinlemek kim.

Gerçekten kopan tellerin yerine yenisi gelmemiş ve Keloğlanın sırma saçları giderek azalmaya başlamış. Fakat Keloğlan bunu da umursamıyormuş.

- Hala kafamda birçok tel var. Bir gün saçlarımın yeniden çıkmasını dilerim, olur biter diyormuş. Sonunda tek tel saçı kalmış. Keloğlan onu koparıp saçlarının çıkmasını dilemiş ama son tel saçı rüzgârda savrulurken kafasında bir değişiklik olmamış. O zaman kuşun söylediklerini hatırlayıp dövünmeye başlamış ama ne çare.

Saçlarına tekrar kavuşmak için gitmediği hekim, sürmediği merhem kalmamış. Nafile. Elinde avucundaki de zamanla eriyip gitmiş. Öyle ya hazıra dağ mı dayanır?

Neticede haydan gelen huya gitmiş. Keloğlan başladığı yere dönmüş beş parasız ve kel olarak. Derler ki Keloğlan ancak o zaman anlamış insanın çalışarak kazandıklarının kalıcı olduğunu. Keloğlan tembelliğinin bedelini saçlarını kaybederek ödemiş. Ama miskinliğinden vazgeçmek onun için büyük kazanç olmuş. Bir daha anacığını hiç üzmemiş. Helal kazanç için elinden geleni yapmış, kolay kazançlara yüz vermemiş. Alın teri ile kazandığının da kıymetini bilmiş. Karşılığında anacığının hayır dualarını almış.

İşte böyle, anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az...

Yönetici Seçimi

Bir zamanlar ormanların birinde bir terzi kuşu yaşarmış. Terzi kuşları, tıpkı usta bir terzi gibi yapraklarını birbirine dikerek torbalar bile örerler. Üstelik çok da iyi yürekli kuşlardır. İşte size bu terzi kuşlarından birinin masalını anlatacağım bugün.

Sözünü ettiğim ormanda, terzi kuşunu bütün canlılar severmiş. Çünkü bu neşeli güler yüzlü kuşun hemen hemen herkese iyiliği dokunurmuş. Bir gün fırtınadan yaprağı yırtılan bir çiçeğin yardımına o koşar, bitki lifleriyle hemencecik yaprağını diker, çiçeği üzüntüden kurtarırmış. Başka bir gün karıncalarla yiyecek aramaya gider, yapraklarını birbirine dikerek hazırladığı torbaya onların yiyeceklerini doldurur, sonra da yuvalarına kadar taşırmış. Anneleri yiyecek aramaya giden yavru kuşların bakıcısı da yine oymuş. Uzunca bir dalın üzerine yaprakları dikerek hazırladığı torbaya herkes sevgiyle bakarmış. Çünkü yiyecek aramaya giden anneler yavrularını bu torbalara bırakır işlerine giderlermiş. Terzi kuşu da onlar gelene kadar yavruları eğlendirir, ağaçta asılı olan torbaları sallayarak yavru kuşları kahkahadan kırar geçirirmiş. Yavrular daha kendi yuvalarına varır varmaz, terzi kuşu teyzeye dersimiz.com "Beni ne zaman bırakacaksın anne" diye sorular sormaya başlarlarmış. Sonra havaların sıcak ve kurak geçtiği aylarda diktiği yaprak torbalarla dereden su taşıyıp bitkilerin, hasta hayvanların yardımına koşan hep terzi kuşu olurmuş.

Günlerden bir gün ağaçkakan ağaca vurarak bütün ormana şu telsiz haberini ulaştırmış:

- Yarın başkanlık seçimi olacak. Yaşlı aslan yerine genç bir yöneticinin seçilmesini istiyor.

Tabii bu haberi duyan orman halkı ertesi gün büyük alanda toplanmış. Eski yönetici yaşlı aslan;

"Dostlarım. Artık yaşlandım. Dinlenmek istiyorum. İşte bu yüzden sizleri buraya topladım. Kendinize yeni bir başkan seçin. Başkanlık için kimleri aday gösteriyorsunuz?" deyince, anne kuşlar "terzi kuşunu" diye atılmışlar. Ama aynı anda kurnaz tilki ortaya atılmış.

"Bir kuş mu ormana başkanlık edecek. Ihh olamaz. Ben adaylığımı koyuyorum. Anlaşılan kuşlar kendi soylarından bir başkan istiyorlar" diye bağırmış. O böyle bağırınca karıncalar, böcekler, tavşan ve sincaplar hatta ayılar da "Bizim başkanımız terzi kuş olmalı" diye bağırışmışlar. Yaşlı aslan,

"Şimdiye kadar ormanı bir kuş yönetmemişti. Onu neden başkan yapmak istiyorsunuz" diye sorunca, önce anne kuşlar onun yavrularına nasıl baktığını anlatmışlar, sonra da çiçekler yazın onları terzi kuşunun nasıl suladığını, yırtılan yapraklarını nasıl diktiğini bir bir söylemişler. Karıncalarla böcekler de yiyecek bulurken terzi kuşunun yardımını anlatmışlar. Son olarak da büyük hayvanlar adına söz alan boz ayı da,

"Sayın başkanım. Terzi kuşu hastalarımıza su taşır. Bitkilerden aldığı öz sularla ilaç yapıp onları iyileştirir. Kısacası şu ormanda her canlı onun iyiliğini görmüştür. Ayrıca aklı ve güler yüzüyle de hepimizin sevgisini kazanmıştır. Oysa tilkinin kendinden başkasını düşündüğünü ben hiç görmedim" demiş. Öteki hayvanlar ve bitkiler de "biz de görmedik” diye bağırışmışlar. O zaman koca aslan,

"Demek bunca işi bu küçük kuş yapıyor öyle mi. Kendi küçük ama yüreği, yararı büyük bir kuş. Bir yöneticide bulunması gereken her şey var. Evet, ben de yerime terzi kuşun geçmesini istiyorum" deyince, koca alanda bir alkış kopmuş ki sormayın. O günden sonra terzi kuşu ormanın yöneticisi olmuş. Bütün canlıların yardımına koşmuş. Hep orman halkının mutluluğu için çalışmış. Birilerine yardım edebilmek ne kadar güzel bir duygu çocuklar. Bugün kime yardım ettiniz?

Karagöz İle Hacivat: İbiş'le Domuz Avı

Karagöz ile Hacivat, yanlarına İbiş’i de alıp, Uludağ’a domuz avına çıkarlar. Önceleri ellerde ok ve yay, kaşlar çatılmış, bakışlar keskin ormanda domuz ararken, sonraları yorgunlukla birlikte ok yaydan, kaş kaştan, bakışlar keskinlikten sıyrılır. Sıkıntıyı azaltmak için Karagöz’ün anlatmaya başladığı av hikâyeleri başına bela olur, çünkü anlattığının hep bir numara büyüğünü İbiş’ten duymak, Karagöz’ün giderek daha çok sinirlenmesine neden olur. Karagöz, İbiş’i uçurumdan aşağı atmakla tehdit eder.

İbiş: “ Tamam, beyabi. Kızma bana. Ben de bundan sonra konuşursam iki olsun. Şimdi rahat rahat istediğini anlat. “

Karagöz: “ Bre İbiş, sussana artık. Bir daha sana av yok. Hacivat, İbiş’i ava giderken yanımıza alalım demek yok artık. Bu son. “

Hacivat: “ Merak etme Karagözüm. Sen kalbini serin tut. Hiçbir ava İbiş’i götürmeyiz. “

Daha sonra Karagöz ile Hacivat ve İbiş domuz aramaya devam ederler, fakat ortalıkta hiç domuz yoktur.

Hacivat: “ Sabahtan beri arıyoruz, bir domuz bile göremedik. Hayatımda böyle bir şey ne gördüm, ne de duydum. “

Karagöz: “ Göremeyiz tabi, bu İbiş yanımızdayken. Bunun sesini duyan domuz karşı dağa kaçıyor. İki ok atmış, üç domuz vurmuş. Anlatsana o hikâyeyi bir daha. “

Hacivat: “ Aman Karagözüm, sinirlenme. İbiş o hikâyeyi anlattı, geçti. Ben inanmadım. Senin anlattığın hikâyeler daha bir inandırıcı oluyor. “

Karagöz: “ Doğru, çünkü ben olmuş olayları anlatıyorum. Yıllar önce gençken köyden arkadaşlarla domuz avına gittiydik. On kişiyiz. Ormanda büyük bir domuz sürüsünü tuzağa düşürdük. Etrafını kuşattık. Baktı domuzlar kaçış yok, birer birer yanıma geldiler. Ben de çaldım bıçağı boyunlarına, yirmiden sonrasını sayamadımdı. “

Hacivat: “ Hah hah ha.. İlahi Karagözüm. Sen de değme avcılara taş çıkartırsın. Avcılıkta, atıcılıkta benden ilerdesin. “

İbiş: “ Benim de yıllar öncesinden bir domuz avı hikâyem vardı, ama beyabi kızar diye anlatamıyorum. “

Hacivat: “ Yeni bir domuz hikâyesi ha. Ama anlatma. Karagöz’ü kızdırmayalım. Keşke demeseydin. Merakta bıraktın beni, İbiş. “

Karagöz: “ Ben de meraklandım. Bana bak İbiş, destekli atarsan kızmam, ama desteksiz atarsan ben seni uçurumdan atarım bilmiş ol. “

İbiş: “ Tamam beyabi ve Hacıabi. Atışlar destekli olacak. “ İbiş, konuşmasına devam eder ve ben sekiz yaşındayken der. Karagöz’ün ayağa kalktığını gören İbiş ağız değiştirir. “ Yani on sekiz yaşındayken demek istedim. “

Bunun üzerine Karagöz: “ Hah öyle söyle. Beni kızdırma. Şimdi devam et. “

İbiş: “ Manda kadar bir domuz bizim tarlalara dadandıydı. Tarlada mısır, bağda üzüm bırakmadıydı. Ye babam ye. Baktık yedikçe doymaz bu domuz, yakında ağaçları da yer. Babam, dedem, amcam, yeğenlerim ve ben tarlada, bağda nöbete durduk. Ben bağda bekliyorum. Bir gün öğle vakti domuz bağa girdi. Zönk zönk deyip yürüyüp geliyor. Yakaladım domuzu suratına iki tokat, başladı domuz ağlamaya. Bir yandan da,” Abi, ben sana ne yaptım? Neden vuruyorsun?” diye vızırdıyor. Ben de bağırdım. Bak şu bağdaki üzümleri ben mi yedim. Başkasının üzümünü nasıl habersiz yersin. Ben böyle bağırdım ama domuz ne dese beğenirsiniz. Ne yapayım, açım, abi. Yemeseydim de açlıktan ölse miydim? O gün domuzu bıraktım. Bir daha onu oralarda gören olmadı. Çok uzaklara gitmiş olmalı. “

Karagöz: “ Bre densiz, yine desteksiz attın. Ben seni uçurumdan atayım da gör “ diyen Karagöz, İbiş’in üstüne yürür. Bunun üzerine İbiş kaçar, gider. Daha sonra Karagöz ile Hacivat başka olay olmadan evlerine dönerler.

YAKIŞIKLI GEYİK

Tibet munçağının Hani adında bir papağanı vardı. Munçak, Hani’yi satmak istiyordu fakat kimse Hani’yi almaya yanaşmıyordu. İşte, az önce tavşanın biri Hani’yi satın almak istemiş ama Hani olur olmaz yerde söze karışarak bu satışı engellemişti. Tavşan gittikten sonra, onların arasında şu konuşma geçti:

“ Kızma be Munçak..Ne olmuş yani iki çift de söz biz ettiysek. Ben sadece kendimi tanıtmaya çalıştım. Bunun için çeşitli konularda fikir ileri sürüp, yorum yaptım. Kime ne zararı var benim fikirlerimin. Beyinsel fonksiyonlarımın bir ürünü bu fikirler, yani işleyen beyin fikir üretiyor, fikir söz şeklinde ağızdan çıkıyor. Hem tavşan beni beğenmediğinden değil, seninle olmam çok daha faydalı olacağı için, beni satın almadı ve tavşan beni satın almadı diye bana kızmak hakkına sahip değilsin. “

Bunun üzerine Munçak, Hani’nin bulunduğu kafese sarıldı:

“ Canım Hani, seni satmak benim zoruma gitmiyor mu sanıyorsun? Yüreğim parçalansa da seni satmaya mecburum. Tavşan çok zengindi, süper para teklif etti. Bir ev alır, içini dayar döşer, kalanla iş kurardım, hayatım kurtulurdu. Keşke her söze limon sıkıp tavşanı vazgeçirmeseydin. “

“ Tamam, Munçak. Beni sevdiğini ispatladın. Şimdi bir adım geriye git de, havasız kalmaktan kurtulayım. İki adım demedim yakışıklı geyik, bir adım dedim. Bir adım ileri gelirsen söyleyeceklerimi daha yakından dinlemek ve daha iyi anlamak şansına kavuşursun. Eee ne diyordun, beni satıp dayalı - döşeli ev alıyordun, iş kuruyordun. Ya ben ne oluyorum? “

“ Ne demek, ben ne oluyorum? Sen zengin birinin yanına gidiyorsun ve lüks içinde yaşıyorsun. Yeni sahibin belki seni altın bir kafese koyar. Hayatın değişir, gerçek mutluluk neymiş öğrenirsin. “

“ Altın kafes ve gerçek mutluluk. Altın kafesi anladım da, gerçek mutluluk ne demekmiş? Şu mutluluk denen olgunun gerçeği nasıl oluyor? “

“ Bak Hani, şimdiye kadar sevinçli olduğumuz, mutlu olduğumuz zamanlar vardı. Arada mutsuz olduğumuz durumlar da bulunuyor. Bazen ne mutluluğu, ne mutsuzluğu düşünmeden yaşarız. İşte, bu mutluluk hayali mutluluktur; bir görünür, bir yok olur. Gerçek mutluluk ise, süregelir yani hep mutlu olursun. “

“ Zengin tavşan beni almış olsaydı, altın kafese koymuş olsaydı, en güzel yiyeceklerle besleseydi gerçek mutluluk neymiş öğrenemezdim, çünkü sen yanımda yoksun diye mutsuz olurdum. “

Hani’nin böyle konuşması üzerine Munçak derinden etkilendi. İçi cız etti. Onu satarsam mutsuz olacak, diye düşündü. Satmasa ne kaybederdi? Yatacak yeri vardı. Yiyecek, içecek ormanda boldu. Hem Hani gibi bir dostu arasan bulamazdın. Söyledikleri ise, yabana atılır cinsten değildi. Anlayana çok şey öğretirdi. Munçak, seni satmaktan vazgeçtim deyince Hani bir sevindi, bir sevindi ki, sormayın.

Aradan aylar geçti. Sonbaharın son günleriydi. Havalar soğumaya başlamıştı. Tibet Dağları’nda yaşayan geyiklerin bölge temsilcilerinin toplanıp, kış için gerekli hazırlıkları konuşacakları gün gelmişti. Toplantı alanına geyikler üçlü gruplar halinde geliyordu. Munçak ise, Hani’yi mağarada bırakmıştı. İki arkadaşıyla birlikte toplantı alanına gelince geyiklerin sevgi gösterisiyle karşılandı. Munçak biraz sonra toplantı başkanlığı için aday olduğunu açıkladı.

Hani mağaranın dışında gürültüler duydu. Kulak kabarttı. Pek çok ayak sesi gittikçe yakınlaştı ve duruldu. Artık tek bir ses duyuluyordu. O da, bir insan sesiydi. Ses özet olarak, geyiklerin yaptıkları toplantının basılacağını ve bütün geyiklerin kurşunlanacağını söylüyordu. Gelenler, yarım saat sonra gidince, Hani toparlandı. Bunlar kötü insanlardı. Bir katliam yapacaklardı. Oysa Munçak giderken neşeliydi. Başkan seçilirim diyordu. Munçak ölmemeliydi, hiçbir geyik ölmemeliydi. Yazıktı onlara. Katliam olmayacaktı. Kafesten çıkar, uçarak gider, duyduklarını söyler, onları kurtarırdı.

Hani çok uğraştı demir kafesin kilidini kırmak için. Kanatlanıp kanatlanıp kafesi taş duvara çarptı. Her tarafı yara-bere içinde kaldı. Tüyleri birer birer kopup yere düşüyordu. Hani’nin bu inanılmaz güç gösterisine kilit dayanamadı ve kırıldı. Hani kafesten fırlayıp, mağaranın dışına çıktı. Fakat Hani bir türlü uçmayı başaramadı. Yardıma koşamadı. Bunda Hani’nin kafeste doğup büyümesinin rolü vardı. Zaten Hani hayatı boyunca hiç uçmamıştı. Kötü insanların yaptığı katliam korkunç oldu. Geyiklerin çoğu toplantı alanında can verdi. Sadece Munçak ve dört Barasinga geyiği kurtulmayı başardı.

Munçak, Barasinga geyikleriyle birlikte, mağaraya geldiğinde Hani’yi bulamadı. Demir kafes yerde, kilidi kırılmış, mağara Hani’nin güzelim tüyleriyle doluydu. Munçak dışarı çıkınca ayak izlerini fark etti. İnsanların ayak izlerini. Oysa bu izler mağarada yoktu. İzler aşağıdan geliyor, toplantı alanına doğru gidiyordu. Demek ki, insanlar burada mola vermişlerdi ve Hani konuşmaları duyup yardıma gelmek amacıyla kafesin kilidini zorlukla kırmıştı. Hani uçamazdı, yardıma gelemezdi, o zaman neredeydi? Munçak önce Hani’yi bulacak ve sonra başarılması olanaksız gibi görünen planını uygulayıp, tam toplantı başkanı seçildiği anda ortalığı kan gölüne çeviren, masum geyikleri katleden insanları cezalandıracaktı. Munçak, ayak izlerini takip ederek, Hani’yi buldu. Zaten fazla uzağa gidememiş, biraz ilerdeki çalıların dibinde baygın yatıyordu. Yaraları sarıldıktan sonra mağaraya bırakıldı.

Munçak ve Barasinga geyikleri gece yarısı toplantı alanını rahatça görebilecekleri bir tepeye çıkarak durum değerlendirmesi yaptılar. İnsanlar, çadırlarda uyuyorlardı. Sadece üç nöbetçi bırakmışlardı. Munçak işin bu gece bitmesini istiyordu. Fakat Barasinga geyikleri yarın öğle vakti, gündüz gözüyle diyorlardı. Munçak, onlarla fazla tartışmadı. Tamam, sizin dediğiniz olsun, diyerek sözü bağladı. Daha sonra geyikler bir mağaraya girip yattılar. Barasinga geyikleri uyur, Munçak uyumazdı. Sessizce mağaradan çıkarak, toplantı alanına geldi. Nöbetçileri kollayarak çadırlara yaklaştı. Üstün koku alma gücünü kullanarak cephanelik çadırını buldu. Kapıdaki nöbetçiyi bayıltarak çadıra girdi. Dinamit dolu çantayla bir kutu kibrit alarak kaçtı. Munçak tepeye çıktı. Oradaki gölün toplantı alanına bakan yamaçlarındaki kayaların arasına dinamitleri yerleştirdi ve fitili ateşledi. Biraz sonra patlayan dinamitler büyük kaya parçalarını ve tonlarca suyu toplantı alanına indirdi.

Munçak sabah olunca toplantı alanına şöyle bir baktı. Çadırlar yoktu, ortalıkta insan görünmüyordu. İnsanların hepsi ölmüş müydü? Sağ kalanlar varsa garanti peşine düşeceklerdi. O zaman Barasinga geyiklerini yanına alarak tepenin arkasındaki bataklığa sığınacaktı.

Munçak, Barasinga geyiklerini mağarada buldu. Onlar, gece yarısı yer sarsıntısı olduğunu zannetmişler ve dışarı çıkmamışlardı. Olanları Munçak’tan dinleyince çok kızdılar. Dördü birlik olup Munçak’ın üstüne yürüdüler. Munçak mağaradan kendini dışarı zor attı. Barasingalar, laf anlamıyordu. Amaç, hunharca öldürülen geyiklerin intikamını almak değil miydi? İşte, intikam alınmıştı. Bu nefret nedendi? Gündüz gözüyle zaten bir şey yapılamazdı. Barasingaların belli bir planı yoktu. Güpegündüz eli silahlı onca insanın üstüne tekme-yumruk yürüyemezdin ya. Bol bol yiyip, bel bel bakınmakla intikam alınamazdı. Masum geyiklerin kanı yerde kalırdı. Birbiri ardınca patlayan silahlar anlamsız tartışmaya son verdi. Munçak ve Barasingalar, hızla tepeyi aşıp, bataklığa doğru kaçtılar. Peşlerinde büyük patlamadan sağ kalan üç insan vardı. Gözleri dönmüş, acımasız, katil ruhlu insanlardı.

Bataklıkta Munçak’la Barasingalar arasında yeni bir anlaşmazlık çıktı. Barasingalar, üç insandan kaçmayı gururlarına yedirememişti. Onların silahları varsa bizim boynuzlarımız var diyorlardı. Geri dönüp saldıracaklardı. Munçak çok diretti dönmeyin diye ama dinletemedi. Munçak’ın boş bulunduğu bir anda onu bataklığın çamurlu sularına ittiler. Munçak ağır ağır bataklığa gömülürken, bir kez olsun yardım edin demedi. Bütün Barasinga geyikleri böyle değildi ama, bu dört terso nasıl bir araya gelmişti, hayret!..Barasingalar, bataklığın çıkışında namlulara hedef oldular ve birer birer cansız yere serildiler.

Aradan altı ay geçti. İnsanlar gitmiş, olanlar unutulmuştu. Papağan Hani iyileşmiş, uçmayı öğrenmişti. Munçak’ı arıyordu, neredeydi Munçak? Hani, bir gün bataklıktaki ağaçların birinin üstünde dinleniyordu. Uzaklarda bir geyik gördü. İster misin bu Munçak olsundu? Hani, heyecan içindeydi, yakındaki bir ağaca kondu. Artık emindi, Munçak karşısındaydı. Hani, sevinç çığlıkları atarak, Munçak’la kucaklaştı. Munçak ise, Hani’ye hiç beklemediği bir anda kavuşmuştu. Olanı, biteni anlattı. Barasingalar tarafından bataklığa itildikten sonra hayattan ümit kestiğini söyledi. Bunun üzerine Hani:

“ Peki, nasıl kurtuldun? “ diye sordu.

Munçak:

“ Kurtulmadım, kurtarıldım…” dedi.

“ Seni kim kurtardı? “

“ Su yılanı Rave. Dört metre boyunda, iri bir su yılanı. Beni yeniden hayata döndürdü. Onunla çok iyi arkadaş olduk. Güçlü bir karakter yapısına ve sağlam bir iradeye sahip. Ağzından kırıcı söz duyamazsın, yalan söylemez, kötülük bilmez. “

“ Rave şimdi nerede? “

“ Buralardadır. Bazen benden ayrılır, şöyle bir dolaşıp geleyim, der gider. İki, üç saat ortada görünmez. Nereye gider, ne yapar bilmem. “

“ Sorsan ya, arkadaş neredeydin, diye. “

“ O kadarı da fazla. Özel hayatına karışamam. Dostları, arkadaşları vardır, onların yanına gidiyordur. Herhalde bütün zamanını bana ayıracak değildi. “

“ Gel Munçak, takip edelim şu Rave’yi. Bakalım nerelere gidiyor, neler yapıyor? “

“ Takip edelim de, ayıp etmiş olmaz mıyız? Belki bizim bilmememiz gereken durumlar vardır. Hem Rave, takip edildiğini fark ederse bize kızabilir. “

“ Kızmaz, kızmaz. Yardıma ihtiyacı olabilir Rave’nin, ama bunu sana söyleyememiştir. Aniden ortaya çıkarız, Rave sevinir. Eğer yanlış yapmışsak suç benim, seni ben zorladım. Sen beni kırmamak için, bu işe girdin. Tamam mı? “

“ Tamam değil. Senin önsezilerine güvenirim. Boşuna konuşmazsın. Macera olsun diye hiçbir işe kalkışmazsın. Garanti Rave’nin yardıma ihtiyacı vardır. Dikkat ediyorum da, son günlerde daha az konuşur oldu. Gittiği yerden dönünce hep düşünceli oluyor, dalıp gidiyor. Ben konuşuyorum, o dinliyor. Aradan birkaç saat geçmeden kendine gelemiyor. Rave’yi takip ederiz ama bir şartla: Yanlışa düşersek suç ikimizin olur. “

“ Aslanım Munçak, seni seviyorum, şartını kabul ediyorum. “

Munçak daha sonra hayatını borçlu olduğu su yılanı Rave’yi Hani ile tanıştırdı. Hani ilk anda çekindi Rave’den.

‘ Ne kadar kocamanmış. Falso yaparsak ve bir kızarsa yutar beni bu Rave ‘ diye düşündü. Plan, kusursuz olmalıydı. Rave hiçbir şeyin farkına varmamalıydı. Kolay değildi, Munçak ölümden dönmüştü. Daha tam olarak toparlanamamıştı. O, bataklıkta kısılıp kalacak bir geyik olamazdı. Bataklıktaki yaşam eski Munçak’tan pek çok şeyi alıp götürmüştü. Yürümesi yavaşlamıştı, hızlı koşamıyordu. Neredeydi o rüzgârla yarışan geyik? Zayıflamıştı azıcık, eskisi gibi heybetli değildi. Ayrıca boynuzunun biri ortadan kırıktı. Munçak, Barasingalar mağarada kendisine saldırdığında boynuzunun kırıldığını söylemişti. Munçak’ı bu işe fazla karıştırmadan Rave’nin durumunu araştırmalı, yardıma ihtiyacı varsa yardım etmeli, Munçak’ın Rave’ye can borcu ödenmeli ve Munçak’ı bataklıktan kurtarıp ormana götürmeliydi. İşte, o zaman Munçak yine rüzgârla yarışırdı. Eğer Munçak isterse, yeniden bir kafese girer, Munçak’ın onu iyi bir fiyata satmasını beklerdi. Yeter ki, Munçak bataklıktan kurtulsundu. Arkadaşlık dediğin böyle olurdu.

Bir gün Hani başının ağrıdığını söyleyerek bataklıktaki mağarada kaldı. Munçak ile Rave gezmeye çıktılar. Bir saat sonra Rave, şöyle bir dolaşıp geleyim, dedi ve Munçak’tan ayrıldı. Rave bataklık suyuna girdi ve yüzmeye başladı. Hani ise, gökyüzünde yükseklerde uçarak, Rave’yi izliyordu. O, bugün Rave’nin nereye gittiğini, ne yaptığını öğrenmeye kararlıydı.

Rave uzun süre yüzdükten sonra küçük bir adaya çıktı. Yanına kendi kadar bir su yılanı ve on tane yavru su yılanı geldi. İki saate yakın onların yanında kalan Rave, daha sonra geldiği yoldan Munçak’ı bıraktığı yere doğru yüzmeye başladı. Hani, Rave’den önce, Munçak’ı buldu. Olanları anlattı. Her şey apaçık ortadaydı. Rave eşini ve yavrularını görmeye gidiyordu.

Munçak, Rave gelince, artık ormana gitmek istediğini, ormanı özlediğini söyledi. Rave ısrar etti Munçak’a kal diye ama Munçak, kesin kararını verdiğini, gideceğini, ara sıra ziyarete geleceğini söyledi. Daha sonra Munçak ile Hani, Rave’ye bol şans dileyerek ayrıldılar. Munçak ormanda birkaç ayda kendine geldi. Güçlendi. Hızlı koşmaya başladı. Hem öyle hızlı koşmaya başladı ki, Hani uçarak O’nu geçmekte zorlanıyordu.

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...