AĞLAYAN ELMA İLE GÜLEN ELMA MASALI

AĞLAYAN ELMA İLE GÜLEN ELMA MASALI
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zamanda bir padişah ve üç de oğlu varmış. Bunlar ülkelerinde mutlu bir hayat sürerlermiş. Küçük oğlan bir gün köşkünde otururken, sokaktaki çeşmeden su almak için bir kocakarının geldiğini görmüş. Oğlan ninenin testisine küçük bir taş atmış ve testiyi kırmış. Nine bir şey söylemeden evine dönmüş. Bir testi daha alıp gene çeşmeye gelmiş. Oğlan bu sefer de bir taş atıp testiyi kırmış. Nine sessizce evine geri dönmüş. Ertesi gün testi elinde gene çeşmeye gelmiş. Oğlan, ninenin geldiğini yukarıdan görüp hemen eline bir taş daha almış. Uygun bir anda atıp gene testiyi kırmış. Nine başını kaldırmış:
-Hey oğul, bir şeycikler demem.. Dilerim Mevla’dan, ağlayan elma ile gülen elmaya aşık olasın demiş, çekip gitmiş. Oğlan da aradan birkaç gün geçince ninenin söylediğini kendine dert etmeye başlamış. Gerçekten ağlayan elma ile gülen almaya aşık olmuş. Günden güne sararıp solmaya başlamış. Çok geçmeden padişah, oğlunun hastalandığını işitmiş. Hekimler bir türlü derdini anlayamamışlar. Günlerden bir gün kente bir hekim gelmiş. Bakması için saraya çağırmışlar. Hekim:
-Bunun hastalığı sevdadan başka bir şey değil demiş. Oğlan da en sonunda ağlayan elma ile gülen elmaya aşık olduğunu babasına söylemiş. Babası çok üzülmüş:
-Şimdi ne yapalım, oğlum? Biz onu nerede buluruz demiş Oğlan: -Ben gider onu bulurum.. Yeter ki siz izin verin diye cevap vermiş. Padişah; -Oğlum, bu hal ile nereye gideceksin? Onun kim olduğunu, nerede olduğunu bilmezsin. Vazgeç bu sevdadan. Dediyse de oğlan kanmamış.
-Mutlaka gidip bulacağım demiş. Ağabeyleri de babalarına;
-Biz de onunla birlikte gideriz. Kardeşimizi yalnız bırakmaz, bu elmaları mutlaka buluruz demişler. Bunlar yol hazırlığı yapmışlar. Üçü birlikte yola düşüp bilmedikleri ülkelere, kentlere doğru yürümeye başlamışlar. Az gitmiş uz gitmişler; dere tepe düz gitmişler… En sonunda bir çeşme başına gelmişler. Çeşmenin taşının üzerinde bir yazı görmüşler. Taşta şunlar yazılıymış:
“Karşıdaki üç yolun birine giden gelir, birine giden ya gelir ya gelmez, öbürüne giden hiç gelmez”
Büyük oğlan;
-Giden gelir yola ben gideyim demiş.
Ortanca oğlan da;
-Giden ya gelir ya gelmez yola da ben gideyim demiş. Giden gelmez yola gitme de küçük oğlana kalmış.
Büyük oğlan;
-Gittiğimiz yerden hangimiz önce gelirse, ötekilerin gelip gelmediğini nereden bilsin? demiş Küçük oğlan ileri atılmış:
-Parmaklarımızdaki yüzükleri çıkarıp şu taşın altına koyalım. Kim önce gelirse taşı kaldırsın yüzüğünü alsın. Sonra gelen de kimin dönüp dönmediğini bilsin. Böyle yapmışlar. Her biri istediği yola gitmiş. Büyük oğlan “giden gelir” yoluna çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş; bilmediği bir ülkeye varmış. Orada, ‘Giren çıkandan bir şeyler öğrenirim’ umuduyla bir hamama girmiş. Hamamda tellak olarak çalışmaya başlamış. Ortan oğlan “giden ya gelir ya gelmez” yoluna koyulmuş. Az gitmiş uz gitmiş… Günlerden bir gün bir ülkeye varmış. Orada bir kahveye girerek çalışmaya başlamış. Sonunda kahveci olup orada kalmış. Küçük oğlan da “giden gelmez” yoluna düşmüş. O da az gitmiş, uz gitmiş. Çok uzun yollarda yürümüş. Otura kalka, gide gide bir gün bir çeşme başına gelmiş. Bakmış ki bir nine bu çeşmeden su dolduruyor. Oğlan yanına gitmiş…
—Nineciğim, beni bu akşam evinde konuk eder misin demiş. Nine de;
—Ah oğul, benim bir evim var… Yattığım zaman ayaklarım dışarı çıkar. Ben kendim sığamıyorum, seni nerede konuk edeyim diye cevap vermiş. Küçük oğlan yaşlı kadına bir avuç altın vermiş:
-Aman nine, ne olur bana yatacak bir yer bul deyince nine altınların hatırına;
-Gel oğul gel… Evim de var odam da.. Senden başka kimi konuk edeyim? Deyip, oğlanı evine götürmüş. Evde biraz yemiş içmişler. Otururken oğlan sormuş:
-Aman nine, bir ağlayan elma ile gülen elma varmış… Nerededir onlar bilir misin? Nine bunu duyar duymaz oğlana bir tokat vurmuş.
—Sus! Onların adını anmak yasaktır… Bunun üzerine oğlan çıkarmış bir avuç altın daha vermiş. Nine sevinerek;
-Oğlum, yarın kalkarsın, şu karşıki dağa giderisin. Oraya bir çoban gelir. O çoban, ağlayan elma ile gülen elmanın olduğu sarayın çobanıdır. Onun gönlünün yapıp saraya girebilirsen elmaları orada bulursun. Ama elmaları aldıktan sonra doğruca benim yanıma gelesin demiş. Oğlan da sabahleyin kalkmış. Kadının tarif ettiği dağa gitmiş. Bakmış ki orada bir çoban koyun otlatıyor. Gidip çobana selam vermiş… Oturup konuşmaya başlamışlar. Sonra oğlan ağlayan elma ile gülen elmayı çobana söylemiş. Çoban da tıpkı yaşlı kadının yaptığı gibi bu sözü işittiği anda oğlana bir tokat vurmuş. Tokatı yiyen oğlanın aklı başından gitmiş.
—Aman çoban kardeş bana neden vurdun? Deyince çoban yeniden üstüne yürümüş.
—Sus daha konuşuyorsun, öyle mi? Diye bir tokat daha vurmuş.
—Onun lafı burada yasaktır, demiş. Oğlan çobana yalvarmış yakarmış, bir avuç altın vermiş… Çoban altınları görünce yumuşamış. Oğlana demiş ki:
-Ben şimdi bir koyun keserim. Onun derisini tulum çıkarırım. O tulumun içine girersin. Akşamüzeri ben koyunları sürüp saraya giderken sen de koyunların içinde saraya girersin. Çünkü saraya girerken koyunları sayarlar. Sen de koyun gibi yürüyüp kendini bildirmeyerek sürüyle birlikte içeri girersin. Geceleyin, herkes uyuyunca, en yukarı kata çıkar sessizce sağ taraftaki odaya girersin. Padişahın kızı yatakta yatar, elmaları da rafta durur. Onları, uyandırmadan alabilirsen alırsın… Eğer kız uyanırsa bağırır… Seni yakalarlarsa iş fena olur.
Çoban bunları söyledikten sonra kalkmış bir koyun kesmiş. Koyunun tulum gibi çıkardığı derisine oğlanı sokmuş. Koyunların içine katarak doğruca saraya gitmiş. Nöbetçiler koyunları saraydan içeri girerken saymışlar. Oğlan da sürüyle birlikte içeri girmiş. Gece olmuş, herkes uyumuş. Saat dörde beşe gelirken oğlan tulumdan çıkmış. Yavaş yavaş en yukarı kata gidip çobanın söylediği odayı bulmuş. Açıp bakmış ki orta yerde bir yatak, içinde de ayın on dördü gibi güzel bir kız yatıyor… Oğlan ona bakarken, raf üzerinde bulunan elmaların biri kahkaha ile gülmeye diğeri de hüngür hüngür ağlamaya başlamışlar. Bunları işiten oğlan hemen kapıyı kapadığı gibi kaçmış, doğruca koyunların yanına gitmiş. Elmaların gürültüsüne yatakta yatan kız uyanmış. Bakmış ki kimsecikler yok. Odanın dışına çıkmış, öteye bakmış, beriye bakmış… Kimseyi bulamayınca içeri girmiş:
-Sizi gidi yalancılar sizi… Beni aldattınız. Diyerek elmalara kızmış. Yeniden yatağa yatmış. Aradan kısa bir süre geçince kız tekrar uyumuş. Oğlan da bir daha yukarı çıkmış. Yavaş yavaş odanın kapısını açmış, içeri girmiş. Elmalara doğru bir iki adım atmış. Bu sırada yeniden elmaların biri gülmeye, biri ağlamaya başlamış. Oğlan korkusundan gene kaçmış. Kız uyanmış, bakmış ki kimsecikler yok…

—Hay gidi edepsizler hay. İkidir beni uykudan uyandırıyorsunuz. Gene bir şey yaparsanız sizi döverim, demiş ve yeniden yatmış. Kız uyuyunca oğlan gene gelmiş, kapıyı açıp elmaların yanına yaklaşmış. Elini uzatıp raftan alayım derken elmalar gene gülüp ağlamaya başlamış ve oğlan gene korkup kaçmış. Kız uyanıp bakmış ki kimsecikler yok:
-Sizi gidi arsızlar sizi. Bu gece deli mi oldunuz? Üç keredir beni uykudan uyandırıyorsunuz. Bu nasıl iş? Deyip, bir tokat birine, bir tokat ta ötekine vurmuş. Sonra yeniden yatağına girip yatmış. Aradan epeyce vakit geçmiş. Oğlan gene odaya girmiş ve rafa yaklaşmış. Elmanın birini eline almış… Bakmış ki ses yok… Öbürünü de alıp dışarı çıkarmış. Doğruca koyunların arasına gidip tulumun içine girmiş. Meğer elmalar kıza, kendilerine kızdığı için darılmışlar, bu yüzden ses çıkarmazlarmış. Sabah olmuş… Çoban koyunları saraydan çıkarmış ve dağa doğru gitmiş. Oğlan, saraydan uzaklaşınca kimsenin olmadığı bir yerde tulumdan çıkmış. Çobana bir avuç altın daha vermiş.
—Allaha ısmarladık, deyip doğru ninenin evine gelmiş. Nine oğlanı görünce hemen bir leğenin içine biraz su koymuş. Bir tavuk keserek kanını suya akıtmış. Suyun içine bir tahta koyup oğlanı tahtanın üstüne oturtmuş. Kız sabah olup da uykudan uyanınca, aşağı bakmış, yukarı bakmış ki rafta elmalar yok.
—Eyvah! Bu gece elmalarım çalındı. Onlar beni üç kere uyandırdılar ama ben anlayamadım; meğerse hırsız gelmiş diye ağlamaya başlamış. Padişah bunu duyunca sarayın kapılarını kapattırmış. Hatta şehrin etrafındaki kalenin kapılarını da kapatarak gireni çıkanı sıkı sıkı arattırmış. Şehrin içini de aramışlar, bir türlü bulamamışlar. Falcılar fal bakmışlar. Sonunda görmüşler ki elmaları alan kanlı bir denizde gemiyle gidiyor.
—Padişahım, demişler; -Bu adam çok uzaklara gitmiş. Bu kanlı deniz nerededir bilemeyiz… Sonunda bu elmaları aramaktan vazgeçmişler artık. Kalenin kapıları eskiden olduğu gibi açılmış. Oğlan nineye biraz daha altın verdikten sonra -Eyvallah deyip oradan çıkmış. Geldiği yoldan dönmeye başlamış. Gide gide bir gün, ağabeyleriyle ayrıldığı çeşme başına gelmiş. Yüzüklerini koydukları taşı kaldırıp bakmış ki hiçbiri gelmemiş. Kendi yüzüğünü almış ve küçük ağabeyinin gittiği yola gitmiş. Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş… Bir gün bilmediği bir ülkeye varmış. Yolunun üstündeki bir kahveye girmiş. Yorgunluk çıkarmak için kahve çubuk içmiş. Bakmış ki ağabeyi orada kahvecilik ediyor. Yaklaşmış yanına, ama kahveci olan ağabeyi onu tanımamış. Bir ara oğlan ağabeyini yanına çağırmış. Söz arasında:
-Sen nerelisin? Filan derken, ağabeyi anlamış ki kendisiyle konuşan kardeşidir. Sonra birlikte kalkmışlar geri dönmek için yola koyulmuşlar. Şurası burası derken gene o çeşmeye gelmişler. Taşı kaldırıp bakmışlar ki, ağabeyleri gelmemiş. Ortanca oğlan da yüzüğünü almış. Ağabeylerini aramak amacıyla onun gittiği yola gitmişler.
—Kardeşim, bunlar biraz bizde dursun, sonra gene sana veririz, demişler. O da; -Pekiyi deyip vermiş. Sonra bu iki ağabey birbirlerine;
-Biz bunu öldürelim; şu elmaların biri sende biri bende kalsın demişler. Yol üzerinde bir kahveye rast gelmişler. O kahvenin bahçesinde biraz oturup yemek yiyelim demişler. Kahveciden bir hasır istemişler, kahveci de hemen getirmiş. Bahçede ağzı açık bir kuyu varmış. Hasırı o kuyunun üstüne yaymışlar. Küçük oğlan kuyuyu görmemiş… Hasırın üstüne oturduğu gibi kendisini kuyunun dibinde bulmuş. Ağabeyleri biraz oturmuşlar. Yemek yiyip karınlarını doyurmuşlar. Kahve, tütün içmişler. Az sonra gene yola düşüp ülkelerine doğru gitmişler. Kuyuda su olmadığı için, aşağıya düşen oğlan ölmemiş, ama bayılıp kalmış. Ağabeyleri ülkelerine varmışlar. Babaları küçük kardeşlerinin nerede olduğunu sormuş. Onlar da;
-Biz gittik, ağlayan elma ile gülen elmayı bulup getirdik. O, bir giden gelmez yola gitmişti, bir daha gelmedi, demişler. Babaları da üzülmüş, ağlamışsa da;
-Elbet gelir diyerek kendini avutmuş. Onlar babalarının yanında oturmada olsun, biraz sonra, kuyuya düşen oğlanın aklı başına gelmiş. Kuyunun içinde yukarıya doğru bağırmaya başlamış. O sırada kahveci bahçede gezerken bir de bakmış ki kuyudan bir ses geliyor. En sonra kuyuya bir adam sarkıtmışlar ve oğlanı çıkarmışlar.
—Sen buraya nasıl düştün diye sorunca oğlan da başına gelenleri bir bir anlatmış. Sonra kalkıp kendi ülkesine gitmiş. Ama babasının sarayına gitmemiş. Başına bir işkembe geçirmiş ve keloğlan kılığına girerek bir kalaycı dükkânına girmiş. Orada çırak olarak çalışmaya başlamış. Gel zaman git zaman, herkes kendi hayatını yaşamaya devam etmiş… Ama ağlayan elma ile gülen elmanın sahibi olan kız çok büyük üzüntü içindeymiş. Kızın padişah babası bin taneli bir tespih yaptırmış ve adamlarına vermiş.
—Bu tespihi alın, ülke ülke gezin. Kim başına geleni anlatarak bu tespihi bitirinceye kadar çekebilirse bu elmaları o almıştır… Onu tutup bana getirin, demiş. Adamlar tespihi almışlar. Çeşitli ülkelere gitmişler. Gezmişler, dolaşmışlar ama kimse o tespihi çekememiş. En sonunda bu elmaları çalan oğlanın ülkesine gelmişler. Tam o kalaycının önünden geçerlerken, oğlan ustasına;
-Usta, ben başıma gelenleri anlatırken bu tespihi çekerim, demiş. Ustası adamlara haber vermiş. Onlar da tespihi getirmişler:
-Haydi bakalım, hem anlat hem de çek demişler. Oğlan o zaman;
-Ben bunu çekerim ama buranın padişahının yanında çekerim demiş. Oradan oğlanı alıp padişahın yanına getirmişler. Olan biteni padişaha anlatmışlar. Oğlan oturmuş, başına gelenleri bir bir anlatmış. Bu arada tespihi çekmeye de başlamış. Tam kardeşlerinin onu kuyuya attıklarını söylediği sırada tespih bitmiş. Padişah da bu oğlanın kendi küçük oğlu olduğunu anlayıp, hemen kalkmış onun boynuna sarılmış.
—Vah oğulcuğum, senin başına bunca işler gelmiş de benim haberim olmamış diyerek ağlamaya başlamış. Adamlar oğlanı alıp öteki padişaha götürmek istemişler. Ama önce elmaları alan iki büyük oğlanın cellât elinde cezaları verilmiş. Sonra da küçük oğlanı elmalarla beraber öteki padişahın ülkesine göndermişler. Az gitmişler, uz gitmişler… Gide gide bir gün gene, elmaların çalındığı ülkeye ulaşıp, bu oğlanı padişahın yanına götürmüşler. Padişah oğlanı görür görmez ona kanı kaynamış. O tespihi bir de kendi önünde çekmesini istemiş. Oğlan gene tespihi alıp başına gelenleri baştan sona kadar anlatmış ve tespihi de çekmiş. Padişah;
-Oğlum, sen bu elmaları âşık olduğun için çaldın. Ama benim kızım da bunlara âşıktır. Gel, kızımı sana vereyim, ikiniz de bu elmalardan ayrılmayın demiş. Oğlan da: -Baş üstüne deyip padişahın söylediğini kabul etmiş. Küçük oğlanla kız evlenmişler. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…

Altın Yumurtlayan Kaz Masalı

Altın Yumurtlayan Kaz Masalı
Bir varmış, bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde uzun zaman önce şirin mi şirin bir köyde yoksul bir köylü çiftçi ve karısı mutlu mesut yaşarlarmış. Bu çiftçi kazları çok severmiş, her gün kazları beslermiş ama bir kazı varmış ki çok özelmiş. Özelliği ise altın yumurtluyor olmasıymış, çiftçi her gün altından olan yumurtayı şehre götürüp kuyumcuda bozdurup parasını alırmış.
Bu böyle giderken yoksul çiftçi giderek zenginleşmeye başlamış, zenginleştikçe çiftçi değişmiş artık para kazanıp geçinmek için çalışmaya gerek duymuyormuş. Çiftçi her gün altın yumurtlayan kazın yumurtasını satarak geçiniyormuş.

Çok geçmeden çiftçi gereksiz şeylere para harcamaya başlamış. Günlük bir yumurtadan gelen para bir süre sonra yetmemeye başlamış. Çiftçi artık kazını sevip okşamıyor ona eskisi kadar değer verip sevmiyormuş. Çiftçi zamanla kazının karnında bir hazine olduğunu düşünmeye başlamış. Eğer kazı kesip karnındaki hazineyi alırsa ömür boyu zengin yaşayacağını düşünmüş.
Çiftçi aç gözlü olmaya başlamış ve bir gün elinde bir bıçak ile kümese girmiş. Kaz çiftçiyi öyle görünce kaçmaya başlamış. Çiftçi kararlıymış, kazı yakalamış ve anında kesmiş.
Hemen kazın karnını kesip merak içinde karnına bakmış ama bir de ne görsün? Kazın karnı ne altın doluymuş ne de hazine varmış. Aç gözlülük yaptığını o anda anlamış ve pişman olmuş. Fakat kaz öldüğü için iş işten çoktan geçmiş.

İnatçı Yavru Fil Masalı

İnatçı Yavru Fil Masalı
Afrika’nın ormanlık köşelerinden birinde bir fil ailesi yaşarmış. Bu ailenin en küçük üyesi olan yavru fil çok inatçı ve yaramazmış. Bir keresinde aile dolaşmaya çıkacakmış.
“Bizle gel” demiş baba fil.
“Hayır ben sizle gelmiyorum” diye başını sallamış inatçı fil yavrusu.
“Gel beraber gidelim” demiş annesi.
“Hayır gelmiyorum.”
“Gel” demiş kardeşleri.
“Hayır” demiş yavru fil.
Aile küçük fili yalnız bırakıp dolaşmaya çıkmış. Yavru fil bir süre tek başına eğlenmiş, ama sonra canı sıkılmaya başlamış. Şimdi artık dünyaya çok kızgınmış. “Bundan sonra fil olmak istemiyorum. Küçük fil olmak kötü bir şey” diye düşünmüş. “Peki ne olayım?”
O sırada zıplaya zıplaya ilerleyen bir ceylana gözü takılmış. “Ceylan olayım” diye karar vermiş. Ceylanı taklit ederek zıplamaya başlamış. Ama kalın ve hantal ayakları birbirine takılıvermiş. Burun üstü yere düşmüş! “Ceylan olmak o kadar eğlenceli değil” diye geçirmiş aklından. “Maymun olayım o halde!” Maymunların olduğu ağaçların yanına gitmiş.

Ağacın üzerinde daldan dala zıplayan maymun yavrularına seslenmiş:
“Bundan böyle ben de maymunum!”
Maymunlar ağaçtan, küçük yaramaz filin yanına inmişler. Üzerine çıkmışlar, kimi kulaklarını çekmiş, kimi kuyruğuna asılmış, kimi kafasına Hindistan cevizi atmış. Yaramaz fil maymunların arasından zor kaçmış! Yolda rengarenk bir papağana rastlamış. Papağan bir ağaçtan ötekine uçuyormuş. Küçük filin çok hoşuna gitmiş.
“Ben de papağan olmak istiyorum. Bana uçmayı öğretir misin?” demiş.
“Elbette öğretirim!” demiş papağan.
Beraberce göl kıyısındaki dik yamaca gitmişler. Papağan haydi uçalım diye ileri atlamış. Fil de onu taklit etmiş ve yamaçtan aşağı kendine bırakmış. Papağan kanatlarıyla uçarken, yaramaz fil yavrusu, paldır küldür yuvarlanmış ve kafasının üstüne göle çakılmış. Çamur içinde, sudan kendini kurtarmaya çalışırken çok korkmuş. Zorlukla karaya çıktığında üstü başı çamur içindeymiş ve her tarafı ağrıyormuş.
“Galiba ben fil yavrusu olarak kalmalıyım” diye düşünmüş. Sonra ailesini aramaya başlamış. Artık onlarla birlikte gezmek istiyormuş.

Alın Teri Masalı

Alın Teri Masalı
Bir zamanlar, bir genç herkes gibi evlenmek istiyordu. Bu niyetini ailesine açtığında, babası ona şöyle dedi:
“Elbette oğlum, elbette evlenebilirsin. Bana kendi alın terinle kazandığın bir altın getirdiğinde, seni hemen evlendireceğim.”
Delikanlı babasının bu sözlerine gülümsedi. Ne kadar da kolay bir sınavdı bu böyle! Ertesi gün, istenilen altın lirayı götürüp gururla babasının avucuna koydu. Babası hiçbir şey söylemeden, altını evlerinin yanından akan nehre fırlattı. Çocuk, altının düştüğü nehre şaşkınlıkla bir-iki saniye baktıktan sonra, babasına döndü ve sordu:
“Şimdi evlenebilirim, değil mi babacığım?” Babası başını iki yana salladı:
“Hayır oğlum. Sana kendi alın terinle ve emeğinle kazandığın bir altın getirmeni söylemiştim. Bu altını sen kazanmamışsın ki.”

Genç delikanlı babasının gerçeği nasıl keşfettiğini anlayamamıştı. Ertesi gün bu defa annesinden bir altın borç aldı ve parayı babasına götürdü. Babası altını aldı ve yine nehre fırlattı. Çocuk bir kez daha şaşırmıştı:
“Bunu niye yapıyorsun baba, anlamadım. Ama işte sana bir altın getirdim, artık evlenebilir miyim?” Babası bu defa da izin vermedi oğluna:
“Bu altını da sen kazanmamışsın!” Delikanlı babasının yanından ayrıldıktan sonra, uzun uzun düşündü. Başkasından borç alıp getirdiğinde babası parayı yine nehre atacaktı ve bu gidişle de evlenemeyecekti. O yüzden, genç adam bir iş bulup çalışmaya ve altını kendi emeğiyle kazanmaya karar verdi. Günler geçti ve kazandığı bir altını babasına götürdü. Babası her zamanki gibi parayı nehre atmaya hazırlanıyordu ki, oğlu can havliyle babasının kolunu tuttu ve bağırmaya başladı! :
“Hayır baba! O altını nehre atamazsın! Onu kazanmak için günlerce çalıştım ve sırtım ağrılar içinde kaldı!” Babası, yüzünde ışıltılı bir gülümseme ile elini oğlunun omzuna koydu ve:
“Oğlum işte şimdi evlenebilirsin” dedi. “Çünkü emeğinin karşılığı olan bu paranın değerini artık biliyorsun ve eminim ki onu akıllıca harcayacaksın.”

Aslan, Kurt ve Tilki Masalı

Aslan, Kurt ve Tilki Masalı
Arslan, kurt ve tilki arkadaş olmuş, avlanmaya çıkmışlardı. Akşama doğru bir yaban öküzü, bir dağ keçisi, bir de semiz tavşan yakaladılar. Avlarını sürükleyerek ormana getirince kral arslan kurda dönüp:
-Bunları, aramızda adaletle taksim et bakalım! diye emir verdi.
Kurt:
-Padişahım, dedi, yaban öküzü en büyük av olduğu için size layıktır. Keçi orta boyda, orta irilikte, o da benim olsun. Tilki de tavşanı alsın.
Arslan, kurdun paylaşımına şiddetle karşı çıkıp:
-Sen kim oluyorsun da ben varken pay istiyorsun? diye kükredi. Bir pençe ile kurdu yere yıkıp parçaladıktan sonra tilkiye döndü:

-Haydi, dedi, avlarımızı bir de sen paylaştır!
Tilki yüreğini dolduran korkuyu gizlemeye çalışarak:
-Aman efendimiz dedi, pay etmekte neymiş? Bu semiz öküz sizin kuşluk yemeğinizdir, keçiyi gün ortasında yer, akşama doğru da tavşanla kendinize ziyafet çekersiniz!
Arslan, tilkinin paylaşımını pek beğenmiş, yüzü gülmeye başlamıştı.
-İşte adaletli bir paylaşım böyle olur diye mırıldandı. Bu çeşit pay etmeyi kimden öğrendin sen?
Tilki başını çevirip yerde yatan kurdu gösterdi:
-Padişahım, dedi, tabi şurda yatan kurdun halinden…
Arslan bu cevaba daha çok memnun oldu.
-Aferin dedi, alçak kurttan ibret aldığın için avların üçü de senin olsun!
Evet, akıllı kişi odur ki çekinilen belada dostlarının ölümünden ibret alır ve nerede, nasıl davranması gerektiğini bilir. Sen aklın ve kurnazlığınla hem canını kurtardın, hem de avların tümüne sahip oldun.
Haydi afiyetle ye…
Mevlana Masalları / Mesnevi

Akıl Okulu Masalı

Akıl Okulu Masalı
Gecelerden bir gece, sevgili aynacık bakın neler anlatmaya başlamış Birgün ülkenin küçük kasabalarından olan Yitan’da şöyle bir haber yayılmış:
– Güzel başkentimizde bir Akıl Okulu varmış. Her kim o okula giderse orada ona akıl öğretiliyormuş. Herkes bu haberi şaşkınlıkla birbirine anlatıyormuş. Şehrin en zenginlerinden olan bir adam da bu haberi duyunca kahkahalarla gülmeye başlamış:
– Efendim, hayatımda hiç bu kadar komik bir şey duymamıştım. Bir insan akıllıysa akıllıdır. Sonradan akıl kazanılır mı hiç? Olacak şey midir? Duyulmuş mudur? Görülmüş müdür? Bu adam çok zengin olduğu için çocuklarının hiçbirisini okutmamış. Öyle çok parası varmış ki, istese şehrin tamamını satın alabilirmiş. Fakat çocuklarına devamlı şöyle diyormuş:
– Şükürler olsun çok paramız var. Yine de paramıza para katmalıyız. Ne kadar çok kazanırsak o kadar güçlü oluruz. Çocuklarından biri ise, babasının bu düşüncesine katılmıyormuş. Devamlı;
– Babacığım, okumak gibisi var mıdır, diyormuş. Bak ne çok paramız var. Ama bu parayla bilgi satın alamayız. Buna kimsenin de gücü yetmez. Neden okumayı kötü görüyorsun? Adam, çocuğunun bu sözlerini günlerce, gecelerce düşünmüş durmuş. Sabahlara kadar sayıklar olmuş: Akıl Okulu Akıl Okulu Bir sabah dayanamamış ve kararını vermiş:
– Böyle olmayacak. Şu Akıl Okulu neymiş gidip göreceğim. Adam yolculuk için hazırlanmış. Atına binmiş ve yola koyulmuş. Günler geçmiş. Geceler geçmiş. Memleketinden ayrılalı tam otuz-iki gün olmuş. Günün birinde, yolda ağır ağır yürüyen bir ihtiyara rastlamış. İhtiyarın gözleri görmüyormuş. Adam bu ihtiyarın hâline acımış. Yanına yaklaşarak;
– Ey yolcu, nereye gidiyorsun, diye sormuş. İhtiyar da başkente gitmek istediğini söylemiş. Bunun üzerine adam atından inmiş ve ihtiyarı atına bindirmiş: – Ben de başkente gidiyorum, demiş. Bir günlük yolum kaldı. Birlikte konuşa konuşa gideriz. İhtiyar atın üzerinde, adam yaya yolculuklarına devam etmişler. Şehre vardıkları zaman adam ihtiyara;
– İşte başkente geldik, demiş. Burada inebilirsin. Fakat ihtiyar, adama şunları söylemiş: – Madem bir iyilik yaptın, bunun gerisini de getir. Beni şehrin meydanına kadar götür. Ondan sonra var git nereye gideceksen. Adam hiç karşı çıkmamış ve “tamam” demiş. Beş-on dakika sonra şehrin meydanına gelmişler. Tam bu sırada ihtiyar bağırmaya başlamış:

– İmdat!.. Yardım edin. Bu adam atımı çalmak istiyor. Bu garibana yardım elini uzatacak yok mu? İmdat!.. Meydandaki insanlar koşa koşa gelmişler onların yanına. İhtiyar kör olduğu için ona acımışlar ve adamı suçlamışlar:
– Utanmıyor musun bu yaşta hırsızlık yapmaya. Hem de kör bir adamın atını çalmaya çalışıyorsun. Adam haykırıyormuş: – Hayır, yalan söylüyor. Bu at benim. Onu yoldan ben aldım. İhtiyardır, yorulmasın, bir iyilik yapmış olayım, dedim. Bu at benim. Ben hayatımda hırsızlık yapmadım. O yalancıdır. Fakat gelgelelim insanlar adamı dinlememişler.
Atı, kör ihtiyarı ve adamı doğruca şehrin hakimine götürmüşler. Hakim önce kör ihtiyarı, sonra adamı dinlemiş. Ardından da şöyle demiş: – Bana bir baytar, bir nalbant, bir de saraç çağırın. Hemen gelsinler. Bekliyoruz. Adam bu üç kişinin neden çağrıldığını bir türlü anlayamamış. Kimseye de soramamış. Mecburen çağırılanların gelmesini beklemiş. Kısa bir zaman sonra da hepberaber gelmişler. Hakim gelenleri tek tek huzuruna kabul etmiş. Önce baytar alınmış odaya. Hakim ona sormuş:
– Ata bak. Bu at hangi memlekete aittir? Baytar şöyle karşılık vermiş: – Çok fazla incelemeye gerek yok. Bu at bu şehirden alınmamış. Yitan yöresine ait bir aittir. Adam kendi memleketinin ismini duyunca hayretler içinde kalmış. Bu sefer de hakim nalbantı çağırmış ve ona;
– Sen de bu atın nerede nallandığına bak, demiş. Nalbant biraz inceledikten sonra şunları söylemiş:
– Bu at burada nallanmamış. Yitan yöresinde atlar böyle nallanır. Bizimkine benzemez. Adam yine şaşırmış. Kendi kendine, “Nasıl bilebilirler?” diye sorup duruyormuş. Hakim son olarak saraca;
– Bu atın koşumlarını incele, demiş. Nasıl eyerlenmiş? Saraç hiç beklemeden cevap vermiş:
– Efendim, ilk bakışta bizim yöremize ait olmadığı anlaşılıyor. Yitan yöresinin koşum şeklidir bu. Hakim cevapları aldıktan sonra atın sahibine dönerek; – Evet, sen doğru söylüyordun, demiş. Bu at senin. Artık atını alıp gidebilirsin. İhtiyara da gereken ceza verilecektir. Hiç meraklanma. Fakat adam dayanamayarak hakime sormuş:
– Siz böyle bir şey yapmayı nasıl düşündünüz? Bu adamlar, bu atın Yitan yöresine ait olduğunu nereden anladılar? Lütfen bana söyler misiniz bütün bunlar nasıl olabiliyor? Hakim adamın sorusuna gülerek cevap vermiş:
– Ben ve bu gördüğün herkes, bu şehirdeki Akıl Okulu’nu bitirdik. Her şeyi o okulda öğrendik. Orada doğrunun nerede ve nasıl bulunacağı öğretilir. Adam böylece Akıl Okulu’nun ne anlama geldiğini yaşayarak öğrenmiş. Heyecanla memleketi olan Yitan’a dönmüş. Bütün olanları ailesine ve arkadaşlarına anlatmış. Sonra da bütün çocuklarını bu Akıl Okulu’na göndermiş. Anlamış ki, herkeste akıl var, ama onu kullanabilmek için eğitim gerekliymiş.
Naz Ferniba

Ağlayan Ağaç Masalı

Ağlayan Ağaç Masalı
“Şu bahçenin ortasında yalnız bir ağacım. Tüm dostlarımı birer, ikişer yok ettiler. Eskiden ne güzel meyveler verirdim, hepsi gerilerde kaldı. Şimdi o günleri geri getiremem ama tekrar meyve verebilmek kendimin olduğu kadar meyvelerimden faydalananların da yararına olacak ama bunu nasıl yapacağımı bilmiyorum “ diyerek yine ağlamaya başladı.
“ Vurmayın ne olur, vurguların verdiği acılardan değil ağlayışım. Acı çektirmek, üzmek neden hep ön planda geliyor. Ağlayanı görüp de gülebilmek nasıl zevk verebiliyor. İşte bunu anlayamamak beni kahrediyor. “
Ağlayan ağaç derlerdi adına kimi kızar bir tekme vurur, kimi merak eder nasıl ağlıyor diye o da bir tekme… Canına yetmişti ama yapabileceği bir şey yok gibi çaresizlik içinde kıvranıyordu.
“Nice yağmurlar, fırtınalar, karlar gördüm. Yıkılmadan dimdik ayakta kalmayı başardım. Bir tekme atmalarıyla bana bir şey olmaz ama ben üzülürken onların güldüğünü görmek dayanamıyorum işte buna. Zamanında onlara ne güzellikler sundum, ama onlar merak ettikleri için, biri bu ağaca vurunca ağlıyormuş dedikleri için, bu güzellikleri unuttular.“

“ Bu kadar üzüntünün arasında düşüncelerine girmek istemezdim, beni affet, ağlayan ağaç. Yapılan kötülükleri derin derin düşünmek ve bir çıkar yol bulamamak seni devamlı yıpratmakta. Mutlu olman için, iyi şeyler düşünmen gerek. Böylelikle sürekli ağlamak yerine zaman zaman da olsa gülebilirsin. Örneğin, bana bak, ben küçücük bir kuşum ama senin dalların arasında yaptığım yuvamda yaşıyorum. Bu da seni mutlu edebilir. Dediğin gibi ben de anlayamıyorum ağlayanı görüp de gülebileni. Onları yanlışlarıyla baş başa bırakalım. Güneşi dalların arasında göremiyorsun ama seni ısıtıyor, ışıkları sana enerji veriyor. Göremesen de var olduğunu biliyorsun ya bu da yeter. “
Koşarak gelen çocukları görünce “ İşte “ dedi ağlayan ağaç, “ yine geliyorlar ağlatmaya ancak ben şimdi senin dost sözlerinle daha da güçlüyüm. “ Çocuklar birer, ikişer ağaca tırmandılar. Köpek baktı bir şey yapamayacak, sinirleri gevşedi ve oradan uzaklaştı.
İçlerinden biri:
“ İyi ki, ağlayan ağacı da diğerleri gibi kesmediler yoksa çok zor anlar yaşayacaktık. Arkadaşlar, gelin bir daha ağlatmak için bu ağaca vurmamaya söz verelim “ dedi. Hep beraber söz verdiler ve gittiler.
“ Ne o yine mi ağlıyorsun “ dedi minik kuş.
Bunun üzerine ağlayan ağaç:
“ Bırak belki son kez doya doya ağlayayım, çünkü artık mutluyum, güneşi de görüyorum minik kuş, güneşi de. Sabır ile sonuna kadar direnme gücünü kendinde hissedince demek iyi şeyleri görmek mümkün oluyormuş. Artık ağlamayacağım, minik kuş. Eskiden olduğu gibi güzel meyveler sunacağım, dallarım güçlenecek, daha çok yuva kurulabilecek üzerlerine. Hep birlikte mutlu günler bizleri bekliyor “ dedi.
Minik kuş:
“ Söylediklerine katılıyorum. Ben hep yanında olacağım. Ağlamaklı günler bitti. Senin güneşi gördüğün gibi, ben de ağlayanı görüp de gülebilenlerin zaman içinde azalacağını görür gibi oluyorum, arkadaşım “ dedi.

Altın Saçlı Kız Masalı

Altın Saçlı Kız Masalı
Zamanın birinde, bundan çok yıllar önce. Saraylarda padişahların yaşadığı, meydanlarda okların atıldığı, pazarlarda altın sikkelerle alış veriş yapıldığı zamanın birinde… Güzel bir bahçenin tam ortasına kurulu bembeyaz bir ev varmış. Bu evde altın sarısı saçları olan güzel mi güzel, alımlı mı alımlı; al yanaklı, gül dudaklı, boylu poslu, Bukle adında bir genç kız anneciği ile beraber otururmuş.
Güzeller güzeli Bukle her sabah, babaannesinden kalma bir kemik tarak ile saçlarını taramayı pek severmiş. Bir saat, iki saat hiç bıkmadan tarar da tararmış yumuşacık saçlarını. Sonra da tarağın dişlerine takılan, bir de yere dökülen tellerini itinayla toplarmış. Onları pembe ipek mendilinin içine sarar bir çekmecede saklarmış. Oturdukları beyaz evin bahçesi öyle güzel çiçeklerle bezeliymiş ki, kokuları siz deyin on mahalle, ben diyeyim yirmi mahalle öteden duyulurmuş. Renkleri o kadar canlı, o kadar başkaymış ki; bahçenin önünden her geçen durup bakar, hayran kalırmış bu güzelliğe. Bukle’nin annesi Menzile, bir çocuk gibi severmiş bu güzel çiçekleri. Okşarmış, öpermiş; her akşam güneş batınca dağların gerisine, ay ışığı altında sularmış tek tek.
Laleler onu gördüklerinde daha dik durmaya, menekşeler kokularını her köşeye yaymaya, güller iri iri açmaya çalışırlar; güzellik yarışına girişirlermiş. Hem çiçeklerle yaşamak öyle kolay da değilmiş. Çabuk küser, çabuk solar, çabuk bükerlermiş boyunlarını. Pek nazlı, pek nazenin, pek hassas, pek narin, pek kırılgan imişler. Öyleymişler işte. Sevgi imiş asıl onları besleyip büyüten. Menzile haftada bir kere, karanlık çöker çökmez Bukle’nin altın sarısı tellerinden birisini alır, bahçedeki o güzel çiçeklerden seçtiğinin içine usulca koyarmış.
Ertesi sabah da aynı çiçek bir altın verirmiş Menzile’ye. Bu, kimseye duyurmak istemedikleri bir sırmış. Anne kız böyle yaşar giderlermiş işte. Kimseye zararları yokmuş. Kimseye de muhtaç değillermiş. Ancak insanlar çeşit çeşitmiş. İyiler de çokmuş, kötüler de… Kimin iyi, kimin kötü olduğunu ise bilebilmek pek zormuş. Günlerden bir gün nasıl olduysa, kadının biri, bir köşede durur iken Menzile’nin çiçekten aldığı altını görüvermiş.
Hayret etmiş, gözlerine inanamamış, dönüp bir daha bakmış “gördüklerim doğru mu acep!” diye. Hemen aklında türlü fikirler dolaşmaya, bu fikirler bir kurt gibi beynini kemirmeye başlamış. Sonunda bu fikirlere yenilip de aklınca bir plan hazırlamış. Üzerine eski püskü, yırtık pırtık giysiler geçirip elini yüzünü kire pasa bulayıp, varmış güzel bahçeli beyaz evin kapısına. Menzile çıkmış bu perişan görünen kadının karşısına. “Buyrun” demiş gülümseyerek. Kadın iki büklüm durarak, kısık sesle “misafir etseniz beni birkaç gün Allah rızası için” demiş ve kapının önüne yığılıp kalmış. Menzile kadına pek acımış, haline pek üzülmüş.
Hemen ana kız içeri taşımışlar kadını. Yatağa yatırıp üstünü örtmüşler. Merakla başında beklemeye başlamışlar. Bir süre sonra kadın açmış gözlerini “su içsem” demiş. Bukle bir koşu su getimiş. “Açım” demiş bunun üzerine kadın. Bu sefer de Menzile koşmuş mutfağa, sıcak çorba getirmiş. Bir güzel karnını doyurmuş kadın. Ardından da açmış elerini, uzun uzun dua etmiş bu güzel insanlara: “Allah ne muradınız varsa versin. Sağlık, mutluluk, huzur dolsun eviniz. Tuttuğunuz altın, sofranız bereketli olsun. Eviniz sıcak, yüreğiniz ferah olsun. Yarınınız güzel, seveniniz bol olsun. Kötülük dokunamadan geçip gitsin çatınızın üzerinden. ……….”

Bir güzel dualar etmiş ki kadın oturduğu yerden, Bukle ve Menzile pek sevinmişler. Menzile “evin yoksa kal bizimle, yoldaş olursun bize” demiş. Kadın hiç beklemeden hemen atılmış. “Olur olur, kalırım” diyerek bir çığlık bırakmış havaya. Kim ne düşünür nereden bilsin Menzile. Kimin niyeti nedir nasıl bilsin Menzile. O günden sonra birlikte yaşamaya başlamışlar beyaz evde. Güzel, temiz elbiseler vermiş Menzile kadına. Birlikte yiyip birlikte içmeye, birlikte gezip birlikte tozmaya, birlikte oturup birlikte kalkmaya kısa zamanda pek alışmışlar. Her sabah Bukle’nin altın sarısı saçlarını o tarar olmuş. Her teli itinayla toplamış, kimse görmeden bir kısmını ayırıp saklamış. Fırsat buldukça bahçeye çıkıp çiçeklere koymuş telleri. Ertesi sabah da bir bir toplamış altınları.
Günler geçmiş, haftalar geçmiş, aylar geçmiş. Kadın usanmış bu işten. Yorulmuş, bıkmış, “yeter artık” diyerek bir gece yarısı uyurken Bukle derin derin, mışıl mışıl; almış makası eline, altın saçını kökünden tutup kesmiş bir çırpıda. İşte o an olmuş ne olduysa, altın saçın her bir teli kocaman bir yılana dönüşüp atlamışlar kadının üstüne. Oracıkta sokup öldüreceklermiş neredeyse, Bukle “durun” demeseymiş. Kadın korkudan küçük dilini yutmuş da, bir dahi hiç konuşamamış. Ödü “pat” diye patlamış da aklı yerinden oynamış. O günden sonra da kiminle karşılaştıysa, saçının tellerini yaşmağının ucundan gösterip birşeyler geveler, birşeyler anlatmak istermiş. Lakin kimse ne dediğini bir türlü anlayamazmış bu deli kadının. Acıdıklarından eline ekmek parası tutuşturup yollarına devam ederlermiş.
Birgün bir sokağın köşesinde bağdaş kurmuş otururken ak sakallı bir dede gelip durmuş karşısında. Uzun uzun bakmış gözlerine bir şey okur gibi. Sonra da “bir adam vardı buralarda yaşayan” demiş kadına. “Nalbant idi. Herkes sever, herkes hürmet eder, herkes pek güvenirdi ona. Bir sabah senin gibi o da gördü çiçeklerin verdiği altınları. Göz bir gördü mü, akıl bir yazdı mı kenara gözün gördüklerini insan kendini tutamaz olur. Günler boyu eline iş alamadı.
Gelip gidenler “niye çalışmıyorsun, hasta mısın?” diye sordular uzun süre. Nalbant kimseyle tek kelime konuşmadı. Gözünün önünden çil çil altınlar gitmiyordu. Bir damla uyku girmedi gözüne. Sonra baktı ki olmayacak; eline koluna, diline kulağına bir de aklına hakim olamayacak. Her bir şeyini, neyi var neyi yoksa olduğu gibi bırakıp çekti gitti buralardan. Kimseler bir daha haber alamadı nalbanttan. Ne nereye gittiğini öğrendiler, ne de neler yaptığını duydular. Ben sana söyliyeyim mi ne oldu nalbanta?” Kadın gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi bakmış dedeye, karşısında duran bir canavarmış gibi. Devam etmiş ak sakallı dede konuşmaya. “Nalbant şimdi padişahın sağ kolu. Vezir oldu memlekete. Eğer senin gibi tutamasaydı kendini, bu şehrin sokaklarında dolaşacak, adı “deli nalbant”a çıkacaktı belki de.” Konuşması bitince dede yürüye yürüye uzaklaşmış kadının yanından.
Onun arkasından bakakalan kadın saçını başını yola yola bağırmış da duyanlar gök yarıldı sanmış. Çocuklar öyle bir ağlamış ki üç gün üç gece susturamamışlar. Kediler korkup damdan dama atlaya atlaya başka şehirde miyavlamaya gitmişler. Bukle’nin saçları da kısa sürede uzamış, yine eskisi gibi taranacak hale gelmiş. Açgözlü olmanın, yalan söylemenin, kötü düşüncelerin ne kadar zararlı olduğunu da daha iyi öğrenmiş. Anne kız uzun yıllar mutlu bir şekilde, beyaz evlerinde, güzel çiçekleri ile yaşamaya devam etmişler. Bir daha da kimseye güvenip evlerine almayı hiç düşünmemişler.
Masalın Yazarı: Naz Ferniba

Ak Benekli Masalı

Ak Benekli Masalı
Çoban Ali her gün erkenden kalkar, koyunlarını otlatmaya giderdi. O sabah da şafak sökmeden uyandı. Yatağının içinde iyice gerindi, uzun uzun esnedi. Kuzu postundan yapılmış tüylü yeleğini giydi. Alelacele yalınayak kulübesinden dışarı çıktı. Ağılın kapısını açtı. Sopasıyla birer birer hepsinin kuyruğundan dürttü.
– Hadi bakalım tembeller! Düşün yola! Koyunlar, kuzular Ali’yi görünce sevindiler, meleştiler. Ak benekli olanı Ali’nin kucağına atladı, yanaklarını yalamaya başladı. Ali Ak Benekli’yi çok şımartmıştı. Ak Benekli doğduktan iki gün sonra ayağını taşa çarpmış, yaralanmıştı. Zavallı pek minik olduğu için bir türlü iyileşememişti. Ali gece gündüz onun yanından ayrılmamış, aşağı köyde oturan Senem Nine’nin otlardan yaptığı merhemleri süre süre iyi etmişti Ak Benekli’yi. İşte o gün bu gündür Ak Benekli’yi diğerlerinden bir başka tutar, bir başka severdi Çoban Ali.
Düştüler yola. Çoban Ali Ak Benekli kucağında, elinde sopa, arkada diğerleri çıngırak sesleriyle kah koştular, kah durdular. Dere boyuna geldiler. Güneş yükseldi; parladı. Çoban Ali “Ah bir ağaç olsaydı sırtımı yaslayacak, gölgesinde serinleyecek! ” dedi. Böyle derken Ak Benekli’yi kucağından indirdi. Cebinden kavalını çıkarıp başladı çalmaya. Yere, kuru toprağa çömelmiş, çalıyor da çalıyordu Çoban Ali yanık yanık. Dere boyunda az ilerde Senem Nine’nin kulübesi vardı. Kimsesizdi zavallı kadıncağız. Bir zamanlar Çoban Ali kadar bir torunu olduğunu söylerler köylüler. Kimse bilmez Senem Nine’nin torununa ne olduğunu.
Kimi “Öldü; öldü. Ben biliyorum”, kimi de “Kayboldu; kaybolmuş galiba.” der, ama kimse sormaya cesaret edemez Nine’ye. Bir gün biri soracak olmuş; Nineciğin gözlerinden seller gibi yaşlar akmış akmış da hiçbir şey söylememiş. Yalnız Çoban Ali onun “Ah onlar gelmeden her şey ne kadar güzeldi! Herkes ne kadar mutluydu!” dediğini duymuştu çoğu kez. “Kimler nine? Kimler geldi buraya?” diyecek olsa Çoban Ali, “Hiç, hiç kimse. Sen bana bakma oğulcuğum. Kendi kendine konuşan bir ihtiyarım işte ben ” der, geçiştirirdi Senem Nine.
Çoban Ali bir yandan kavalını çaldı, bir yandan bunları geçirdi aklından. “Zavallı Senem Nine!” diye mırıldandı. Ak Benekli Çoban Ali’nin üzüldüğünü anladı. Yanına gelip başını onun dizlerine dayadı. Çoban Ali sevdi, okşadı Ak Benekli’yi. Güneş iyice yükseldi. Öğle oldu. Çoban Ali’nin karnı acıktı. Yerinden doğruldu. İki elinin işaret parmaklarını ağzına götürdü, keskin bir ıslık çaldı. Bunun üzerine bütün koyunlar toplaştılar, meleştiler. Çıngırak sesleri birbirine karıştı. Senem Nine kulübesinden çıktı. Elini salladı.
– Çoban Ali; gel; taze çörek yaptım. Çoban Ali sevincinden iki kez takla attı.
– Yaşşaa nineciğim! Nine iki büklüm, Çoban Ali’ye hizmet ediyordu. Çörekler getirdi, ayran yaptı. Ali ağzını çöreklerle doldurdu. Ak Benekli’yi de yanına çağırdı. Senem Nine onların karşısına geçti, oturdu. Gözlerinden iki damla yaş aktı.
– Hey Çoban Ali! Oğulcuğum. Torunum da yaşasaydı, senin kadar olacaktı. Ah onlar gelmeseydi, o adamlar! Her şey ne güzeldi! Çoban Ali yerinden ok gibi fırladı:
– Söyle nineciğim. Söyle, kimler geldi? Hangi adamlar? Ne olur anlat nine! Torununa ne oldu? Ali böyle haykırırken Senem Nine’nin dizlerine kapanmış, sımsıkı onun ellerinden tutuyordu. Senem Nine ağlıyor, bir yandan da Çoban Ali’nin saçlarını okşuyordu.
– Peki Çoban Ali. Anlatacağım oğulcuğum. Ali ninenin yanına çöktü. Ak Benekli sanki olağanüstü bir şeyler olduğunu anlamış gibi bir nineye, bir Çoban Ali’ye bakıyordu. Çoban Ali Ak Benekli’yi çekti, kucağına oturttu. Nine bir eliyle gözyaşlarını sildi. Başını kaldırdı. Dere boyunun iki yanını gözleriyle uzun uzun taradı.
– Çoban Ali, şuraları görüyor musun? İşaret parmağıyla ta uzakları gösterdi. Yine devam etti: – İşte buraları bir zamanlar yemyeşil ormandı. Çamı, kavağı, meşesi; ne ağaçlardı onlar! Dallarında cıvıl cıvıl kuşlar öterdi… Gölgelerinde köylüler serinlerdi. Mis gibi havasını ciğerlerimize doldururduk. Kuraklık nedir bilmezdik. Bereketli yağmurlar yağardı hep. Kışın kar yağıp da ilkbaharda erimeye başlayınca dere dolup taşardı. Ama o güzelim ağaçlar bizleri selden korurdu. Çoban Ali merakla sordu:

– Eee nineciğim, ne oldu o güzelim ağaçlara? Senem Nine hırsla kalktı. Bir elini yukarı kaldırıp yumruğunu sıktı:
– Onlar geldiler, o baltalı adamlar Çoban Ali. Yıktılar, devirdiler ağaçlarımızı. Söktüler köklerinden. Sanki canlarımızı da aldılar gittiler. O gün bu gündür bu toprak çorak, bu toprak kurak… Çoban Ali yine sordu :
– Torununa ne oldu nine? Senem Nine yine çöktü yere. Başını iki yana salladı. Kısık bir sesle:
– O kış çok kar yağdı Ali buralara, dedi. İlkbahar geldi. Dağlardaki tepelerdeki karlar başladı erimeye. Bu dere doldukça doldu. Doldu da taştı. Sel bastı her yeri. İşte benim minik torunumu da o sel aldı gitti… Gidiş o gidiş… Çoban Ali’nin gözleri kocaman açılmış, rengi sapsarı olmuştu. Sanki bir şeylerden korumak istiyormuş gibi Ak Benekli’yi sımsıkı sardı, göğsüne bastırdı. Göz pınarlarından damla damla yaşlar yanaklarına süzülüyordu. “Nineciğim, zavallı nineciğim benim!” dedi. Senem Nine çocuğu üzdüğünü anlayıp gülümsemeye çalıştı.
“Hadi Çoban Ali, kalk. Derle toparla sürünü. Seni üzdüm oğulcuğum.” dedi. Çoban Ali bugünden sonra Senem Nine’nin anlattıklarını hiç unutmadı. Günler, geceler boyu hep düşündü durdu. Yaz bitti; sonbahar geçti; kış geldi. Lapa lapa kar yağdı. Öyle yağdı ki Çoban Ali günlerce sürüsünü çıkarıp otlatamadı. Yalnızca Ak Benekli’yi yanından hiç ayırmadı. Bazı geceler Çoban Ali neşelenir, ocağın karşısına geçer, kavalını çalardı. Ak Benekli o zaman zıplar da zıplar, onun neşesine katılırdı. Ali’nin canı bir şeye sıkılacak olsa Ak Benekli de hüzünlenirdi. Böyle kuvvetli bir dostluk vardı aralarında. Günler, geceler geçti. İlkbahar geldi. Çoban Ali sevindi. Ak Benekli zıplayıp dans etmeye başladı. Sürü indi dere boyuna. Meleştiler, otladılar. Senem Nine onları gördü; seslendi :
– Çoban Ali… Gel, çörek yaptım. Sarıldılar, nineyle öpüştüler. Nine “Ak Benekli görmeyeli ne kadar büyümüş! dedi. Güneş parlıyor, karları eritiyordu. Dere coştukça coşuyordu. Ertesi gün Çoban Ali yine sürüsünü otlatıyordu. Öğle vakti yaklaştı. Senem Nine’nin kulübesinin kapısı hala açılmamıştı. Çoban Ali merakla koştu. Kapıyı çaldı.
– Nine; benim. Çoban Ali. Aç kapıyı. Biraz sonra nine kapıyı açtı. Yüzü solgun, sapsarıydı. Gözlerinde korku vardı.
– Ne oldu nineciğim, hasta mısın? Nine Çoban Ali’nin üzerinden dereye doğru baktı. “Korkuyorum Çoban Ali; korkuyorum!” dedi.
– Neden nine?
– Dere hoşuma gitmiyor. Taşacak gibi. Yine felaket getirecek gibi. Çoban Ali geriye döndü. Dere gürültülü sesler çıkarıyor, taştıkça taşıyordu. Korkuyla yanına baktı. Ak Benekli yoktu. Koşarak sürünün yanına geldi. “Ak Benekli neredesin? ” diye bağırdı. Zavallı hayvanlar derenin sesinden ürkmüşler, taşan sulardan korunmak için bir oraya bir buraya kaçışıyorlardı. Çoban Ali yine seslendi: Ak Benekli ! Ak Benekli! Kavalını çıkardı, çaldı Ak Benekli duyar da gelir diye. Ama ne gelen vardı ne giden. Zaten suyun sesi yükselmiş, hiçbir şey duyulmaz olmuştu. Senem Nine de kulübesinden çıktı; Ali’nin yanına geldi. “Çoban Ali, durma buralarda. Kaç, sürünü kurtar. Sel başladı ” diyordu. Bir yandan da “Ah yine o felaket!” diye ağlıyordu. Çoban Ali durmadı, koştu. Dere boyu sulara bata çıka koştu. Hem koşuyor hem sesleniyordu:
– Ak Benekli, Ak Benekli! Ak Benekli! O da sulara daldı. Kayboldu gitti ta ki aşağı köylüler onu bulup kurtarana dek. Ak Benekli’yi sel alıp götürmüştü. O günden sonra Çoban Ali’nin yüzü hiç gülmedi. Her gün dere boyuna inip “Ak Benekli! Ak Benekli!” diye ağladı. Yaz geldi, sular çekildi. Çoban Ali yine dere boyuna inmiş ağlıyordu.
– Ak Benekli nerdesin? Omuzuna biri dokundu. Çoban Ali sıçradı, döndü. Senem Nine’yi gördü. Senem Nine “Yas tutmayı bırak Çoban Ali. Ağlamakla Ak Benekli’yi geri getiremezsin ” dedi. “Ne yapabilirim nine ?” diye ağlamaya devam etti çocuk.
– Çok şeyler yapabilirsin. Çok şeyler yapabiliriz Çoban Ali, diye bağırdı nine. Ağaç dikeriz, yeniden ağaçlandırırız buraları. Yemyeşil orman olur zamanla. Eskisi gibi cıvıl cıvıl kuşlar öter dallarında o güzelim ağaçların. Ötmez mi Çoban Ali? Çoban Ali kalktı. Gözyaşlarını siliyor, bağırıyordu . “Öter nineciğim, öter nineciğim ” diyordu. Şimdi aradan uzun yıllar geçti. Dere boyu yine eskisi gibi ağaçlık, yemyeşil orman oldu. Kuşlar cıvıl cıvıl. Havası mis gibi. Kimin yolu düşerse, gitsin baksın. Çoban Ali ile Senem Nine’nin kulübesi hâlâ orada duruyor. Hatta bazıları Ak Benekli’nin de meleyişini duyar gibi olduklarını söylüyorlar.

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...