Karbeyaz ile Kırmızıgül Masalı

Karbeyaz ile Kırmızıgül Masalı
Dünyaca ünlü masalcı grimm kardeşlerden çok güzel bir masal sizi bekliyor.. Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, eski zamanların birinde kocası ölmüş bir kadın varmış. Bu kadın küçük ve tatlı bir kulübede yaşarmış. Küçük kulübesinin önünde çok güzel güllerden oluşan bir gül bahçesi varmış. Birinde beyaz güller diğerinde kırmızı güller yetişirmiş. Bu kadının birde 2 kızı varmış. Kadının 2 kızının adları da bahçede ki güller gibi Kar Beyazı ve Kırmızı Gülmüş. Kadının kızları da hem güzel hem de iyi kalplilermiş. Kar Beyazı kız kardeşinden yani Kırmızı Gül’den daha sakinmiş. Uzun yıllarca beraber yaşamışlar ve bir kış gecesi kapı çalınmış. Kapıyı Kırmızı Gül açmış. Bir de ne görse iyi! Kapıda kocaman kafalı bir ayı varmış. Çocuklar korkmuşlar. Hemen annelerinin arkasına saklanmışlar.
– Sizi korkutmak istemezdim, demiş ayı sıkılarak. Konuşan bir ayı görmek onları daha da şaşırtmış.
– Size de bir kötülüğüm dokunmaz. Çok üşüdüm, birazcık ısınmak için kapınızı çaldım, demiş ayı bu kez. Şaşkınlığı atlatan anne:
– Vah zavallı ayıcık! Gel şöyle ateşin karşısına, diyerek ayıyı eve buyur etmiş. Kırmızı Gül ve Kar Beyazı da korkularını yenince ayının yanına gelmişler. Yanına gelmekle kalmayıp üzerindeki konan elleri ile temizlemişler. Gece herkes uyumuş. Ayı da ocağın başına kıvrılıp yatmış. Sabah uyanmışlar bir de bakmışlar ki ayı gitmiş. Kızlar ve anneleri üzülmüşler. Akşam, ayı yine evlerine gelince sevinmişler. Böylece ayı bahara kadar akşamları eve gelmiş, sabahları erkenden ormana dönmüş. Çiçeklerin açmaya başladığı, havaların ısındığı bir sabah ayı:
– Artık ayrılıyorum. Yuvama döneceğim. Eğer yolunuz düşerse uğrayın, demiş. Sonra da onlara konukseverlikleri için teşekkür edip ayrılmış. Aradan bir zaman geçmiş. Kızlar bir gün ormana gezintiye çıkmışlar. Gezerken bir ağacın hareket ettiğini görünce şaşırmışlar. Ağaca yaklaşmışlar. Bir de ne görseler iyi! Bir cüce ağaca sıkışmış sakalını kurtarmaya çalışıyormuş. Kızları görünce:
– Ne bakıyorsunuz bana! Orada duracağınıza bana yardım etsenize! Diye çıkışmış kızlara.
– Ne yaptın da böyle oldun sen cüce amca? Diye sormuş Kırmızı Gül.
– Şu meraklıya da bak hele! Ağacın kurumuş dalını çıkarmaya uğraşıyordum. Sakalım buraya sıkıştı. Hadi bana yardım edin! Demiş cüce. Kızlar cüceye yardım etmişler ama bir türlü çıkaramamışlar sakalını ağaçtan. Kırmızı Gül eve koşmuş. Biraz sonra elinde bir makasla dönmüş. Cüce’yi sakalını keserek ağaçtan kurtarmış. Kızlar cüceyi kurtarmış ama o:

-Ne saygısız çocuklarısınız! O güzelim sakalımı kestiniz, diye söylenmiş. Yanında taşıdığı içi altın dolu çuvalını sırtına alıp ora dan uzaklaşmış. Günlerden bir gün kızlar dereye balık tutmaya gitmişler. Dere kıyısında biraz yürümeye başlamışlar. Bir de bakmışlar ki! Yine bir cüce… Cücenin oltasına kocaman bir balık takılmış. Cücenin sakalı da oltanın ipine dolaşmış. Cüce ne balığı çekebiliyor ne de sakalını oltadan kurtarabiliyormuş. Sıkıntı içinde çırpınıp duruyormuş. Kızlar cüceye yardım etmeye çalış mışlar. Cücenin sakalını oltanın ipinden kurtaramamışlar. Önceki cüceye yaptıkları akıllarına gelmiş. Kar Beyazı eve koşmuş he men bir makasla gelip cücenin sakalını keserek onu oltanın ipinden kurtarmış. Cüce bağırmaya başlamış.
– Siz bana iyilik mi ettiniz, kötülük mü? Umarım koşarken ayaklarınızdan patikleriniz düşer! Demiş. Yanında taşıdığı içi inci dolu çuvalını omuzlayıp oradan uzaklaşmış. Bir gün anneleri iğne iplik almak için kızlarını kasabaya göndermiş. Gittikleri yol ıssızmış. Kızlar fundalık bir yerden geçerken birden bir çığlık duy muşlar. ‘Neler oluyor” diye etrafa bakarken çalıların üstünde, havada, kartalın pençesinde çırpınan cüceyi görmüşler. Kızlar da bağırmaya başlayınca kartal; cüceyi kızların üzerine bırakmış. Kızlar cüceyi tutmaya çabalarken o habire bağırıyormuş:
– Ceketimi yırtmayın! Dikkatli olun! Ne beceriksizsiniz, sakar mısınız? Kızlar cüceyi yere düşmeden yakalamışlar Onu burnu kanamadan yere indirmişler Cüce onlara teşekkür etmeyi bırakın asık bir suratla bakıp içi yakut dolu çuvalını omuzlayıp uzaklaşmış. Cücelerin bu tür davranışlarına alışkın olan Kar Beyazı ile Kırmızı Gül gülümseyip yollarına devam etmişler. Kasabadan annelerinin istediklerini alıp geri dönmek için yola koyulmuşlar. Yolda cücenin taşıdığı yakutların parıldadığını görmüşler. Değerli taşların ışıltısına hayran kalmışlar. Durup parıltılara bakmışlar. Bir sesle irkilmişler:
Cüce:
– Ne öyle aval aval bakıyorsunuz orda, diyerek onları terslemiş. Bu sırada bir homurtu ile irkilmişler. Homurtudan dünya sallanmış. Simsiyah bir ayının koşarak geldiğini görmüşler. Ayı cüceyi yakaladığı gibi öteye fırlatmış. Kırmızı Gül ile Kar Beyazı korkudan şaşkınlıklarını atlatınca ormana koşmaya başlamışlar.
Onlar koşarken:
– Kaçmayın kızlar, ben sizin dostunuzum, diyen tanıdık sesle duraklamışlar. Tanımışlar evlerinde bir kış konuk ettikleri ayıyı. Kocaman ayı şekil değiştirmeye başlamış. Kısa sürede yakışıklı bir delikanlıya dönüşmüş.
– Ben cüceler tarafından büyülenmiş bir prensim. Şimdi cüceyi bulunca büyü bozuldu. İnsana dönüştüm, demiş. Prens onlara evlerine götürmüş. Kısa zaman sonra da Prens ile Kar Beyazı, Prensin kardeşi ile de Kırmızı gül evlenmiş. Anneleri buna çok sevinmiş evlerinin bahçesindeki güller, her yıl daha güzel kırmızı ve beyaz güller açmaya başlamış. Kardeşler bir ömür boyu mutlu yaşamışlar.

Akıllı Çoban Masalı

Akıllı Çoban Masalı
Eski çağlarda Şahimerdan isimli bir hân yaşarmış. Hân, bir gün bütün halkı toplamış ve onlara şöyle bir vazife vermiş:
-Şu soruların cevabını en kısa zamanda bulun: Doğu ile batının arası kaç günlük yol? Allah, şu anda ne yapıyor? Bu iki sorunun cevabını üç gün içinde bulamazsanız hepinizin boynunu vururum!.. Hânın fermanına uymak lâzım, yoksa sonunda ölüm var. Ahali, üç gün düşünmüş taşınmış; fakat soruların cevabını bulamamış. Verilen üç gün bittikten sonra cellatlar, halkı sorgu alanına toplamışlar. Fakat, hânın sorularının cevabını hiç kimse bilmiyormuş. Yüce dağın eteklerinde koyun güden bir çoban, ahalinin müşkül hâlini görmüş. Yoldan geçen bir atlıya ne olup bittiğini sormuş. Yolcu şöyle demiş:
– Hân, halkına ‘Doğu ile batının arası kaç günlük yol? Allah, şu anda ne yapıyor?’ diye iki soru sordu. Soruların cevabını bulmak için de üç gün mühlet verdi. Bugün belirlenen vakit bitti. Fakat, henüz hiç kimse soruların cevabını bulabilmiş değil. Halkın böyle yorgun, bitkin ve üzgün olmasının sebebi ise ölüm korkusu… Çoban, bu üzücü durumu öğrendikten sonra atın terkisine binmiş ve ahalinin toplandığı sorgu alanına gelmiş. Bütün halk toplandıktan sonra hân, tahtına oturmuş:

– Sorularımın cevabını bulan huzuruma gelip cevap versin. diye buyruk vermiş. Meydana toplananların başları öne eğilmiş, ödleri kopmuş korkudan. Herkes ‘Sonumuz geldi.’ diye düşünürken, üstünde ak kaftanı, başında eski püskü başlığı ile bir genç, kalabalığı yara yara öne çıkmış:
-Hakanım, sorularınızın cevabını ben buldum, diyerek hânın huzuruna varmış. Bu durumu gören ahali, şaşkınlıktan âdeta donakalmış.
-Sorulara doğru cevap veremediğin takdirde başını alacağımı biliyorsun, değil mi?” diye sormuş hân, sert bir tavırla.
– Biliyorum, sultanım…
– Öyle ise söyle bakalım: Doğu ile batının arası kaç günlük yol?
– Yalnızca bir günlük yol, hakanım.
– Nereden biliyorsun öyle olduğunu?
– Eğer doğu ile batının arası iki günlük yol olsaydı, güneş yarı yolda kalırdı. Fakat öyle olmuyor; güneş sabahleyin doğudan doğuyor, akşamleyin de batıdan batıyor. Demek ki bu mesafe sadece bir günlük yol… Bundan sonra hân;
-Allah şu anda ne yapıyor?” diyerek ikinci sorusuna geçmiş. Çoban bu sefer şöyle cevap vermiş:
– Hakanım, tahttan inerek yerinizi bana verin. Yerinize geçerek cevap vermek istiyorum. Hân, çobanın bu ricasını kabul etmiş; yerinden kalkarak aşağı inmiş. Delikanlı, tahtın üstüne çıkarak ahalinin de işiteceği şekilde şöyle demiş:
– Yüce Allah, şu anda çobanı hânlığa, hânı da çobanlığa tayin ediyor. Hân, delikanlının bu cevabını da kabul etmiş. “Böyle hazırcevap olana baskı yapılmaz, demiş ve meydana toplanan halkı da dağıtmış. O günden sonra halk, çobana büyük saygı göstermeğe başlamış. Bir müşkülü olan ondan akıl sorar olmuş.

Nar Tanesi Masalı

Nar Tanesi Masalı
Bir varmış, bir yokmuş. Bir padişahın bir kızı varmış; adı da Nar Tanesiymiş. Bu kız o kadar güzelmiş ki, dün­yada bir eşi daha yokmuş, Padişahın karısı, bir Arap’a her gün giderek:
– Ay mı güzel, ben mi güzelim, sen mi güzelsin? diye sorarmış,
Arap:
– Hepsi de güzel, dermiş. Kadın, kapıyı kapatarak çıkar gidermiş. Nar Tanesi,sarayda gezerken, Arap kızı görmüş ve ona âşık olmuş. Ertesi gün, padişahın karısı yine Arap’a sormuş.
Arap bu sefer:
– Efendim, ay da, sen de, ben de güzelim, Ama il­le Nar Tanesi, demiş,
Kadın:
– Eyvahlar olsun, Arap, kızı gördü. Şimdi, ben ne ya­pacağım? diye telaşlanmış.
Bir gün kıza:
– Haydi, seninle gezmeye gidelim, diyerek onu alıp sokağa çıkmış. Gide gide bir kıra varmışlar. Bir ağacın altında otururlarken, kız uyuya kalmış, Kadın, onu orada bırakmış ve saraya dönmüş. Nar Tanesi, uyandığında annesini yanında göremeyince çok korkmuş. Bağırıp, ağlamaya başlamış. Seslenmiş, seslenmiş, aramış, ama bulamamış. Ne yapacağını bilemeyen kız:
– Eyvah! Anam beni burada bırakıp nereye gitti? di­ye ağlayarak dünyayı ayağa kaldırmış. Nar tanesi, o gü­ne kadar hiç saraydan çıkmamış. Bu yüzden, nereye gi­deceğini bilememiş ve ağacın altında oturup, ağlamış. O gün, üç kardeş ava çıkmış, gezinip dururlarken kı­zı bulmuşlar. Nar tanesi, onları görünce çok korkmuş, Ama çocuklar, onun haline acıyıp, kıza çok iyi davran­mışlar ve onu evlerine götürmüşler, Üçkardeş, gündüz ava çıkarlarmış. Nar tanesi, onların yemeklerini yapıp,evlerini temizliyormuş. Günlerini böyle geçirirlerken, bu kızın güzelliği her­kese yayılmış. Nar tanesinin ünü dilden dile dolaşıp, kızın annesi­nin kulağına kadar gitmiş, Kızının hayatta olduğuna çok sinirle­nen kadın, onu kurtların, kuşların yediğini sanıyormuş. Bir cadıya gitmiş.
Cadı, iki tane sihirli iğne yapmış ve kadına:
-Al bunları. Bu iğneleri kızın başına batırır-san ölür, demiş. Kadın, eski püskü elbiseler giymiş ve ta­nınmayacak bir kılığa girmiş, Eline de bir bohça almış ve kızın yaşadığı kulübeye doğru yola çıkmış. Üç kardeş, ava giderlerken kapıyı kilitleyip giderler-miş. Kadın gelip, kızın kapısını çalınca, kız hiç sesini çıkartmamış,
Kadın:
– Kızcağızım, niçin kapıyı açmıyorsun? Ben Anado­lu’dan, oğullarımı görmeye geldim. Oğullarıma, hediye­ler getirdim. Hiç olmazsa onları al.
Kız:
– Kapıyı giderken kilitlediler teyzeciğim!
Kadın:
– Kızım, senin de onlarla kaldığını duydum, Sana da iki tane iğne getirdim. Hiç olmazsa başını, şu anahtar deliğine yaklaştır da, bari iğneleri takayım, demiş, Kızın aklına bir kötülük gelmemiş ve başını deliğe yanaştırmış.
Kadın, iğneleri kızın başına batırınca, kız ölmüş. Ka­dın da oradan kaçmış, Akşam, kardeşler avdan eve dönmüşler. Kapıyı açıp içeri girdiklerinde, kızın kapının önünde yattığını görmüşler. Kı­zın öldüğünü anfayınca, ağla­mışlar. Nar tanesini toprağa gömmeye kıyamamışlar. Altın bir tabut yaptırıp, kızı içine ya­tırmışlar. Tabutu bir dağın tepesindeki iki ağacın arasına as­mışlar.
Bir şehzade, avlanırken ağaç­ların arasında bir tabut görmüş. Merak edip, tabutu in­dirmiş ve kapağını açmış. Dünya güzeli bir kızın yattığını görünce, ona âşık olmuş. Tabutu alarak sarayına götür­müş, Şehzade, tabutu odasına koydurmuş. Saraydan çıktığı zaman da odasının kapısını kilitliyormuş. Akşam odasına döndüğünde, sabaha kadar kızın yüzüne hay­ranlıkla bakıyormuş. Günler böyle geçe dursun, bir sa­vaş çıkmış. Padişah, sefere çıkmaya hazırlanıyormuş.
Vezirleri:
– Sizin yetişmiş oğlunuz varken, size gitmek yakışır mı? Savaşa, şehzadeyi gönderelim, demişler. Uzatmayalım, padişah şehzadeyi çağırıp:
– Sefere sen çıkacaksın, oğlum. Haydi, hazırlan, de­miş. Şehzade, kızdan ayrılacağı için çok üzülmüş. Tabu­tun başına gitmiş ve kapağını açmış. O gece, sabaha kadar kızı seyretmiş ve ağlamış. Sabah, hazırlanmış ve odasını kilitlemiş. Ben yokken, bu kapıyı kimse açmasın diye de, tembih edip, gitmiş.
Şehzadenin bir nişanlısı varmış. Günlerden, bir gün saraya gelmiş ve nişanlısının odasına girmek istemiş. Uğ­raşmış, uğraşmış, ama açamamış. Sonunda, bir anahtar uydurarak kapıyı açmış. İçeri girince altın tabutu gör­müş. Kapağını açınca, kızın ölüsüyle karşılamış:
– Eyvah, şehzadenin sevgilisi varmış da ölmüş; bura­da gece, gündüz yüzüne bakarmış, diye kızın üstünü aramış. Saçlarındaki iğnenin birini görerek çıkarmış. İğne çıkınca, kız bir kuş olmuş ve pııır diye uçup gitmiş. Kız, şaşkınlık içinde tabutu kapayıp odadan çıkmış.

Aradan günler geçmiş ve şehzade seferden dön­müş. Hemen odasına girip, tabutu açmış. Kızı bulama­yınca, odadan fırlamış ve hizmetçilerine:
– Benim odama kim girdi? diye sormuş. Hizmetçiler, şehzadenin öfkesi karşısında tir tir titreyerek:
– Vallahi efendim, biz girmedik! Nişanlınız girmişti. Demişler. Şehzade, kim bilir onu nereye atmıştır, diye ara­mış, ama hiçbir yerde bulamamış. Üzüntüsünü kimseye belli etmiyormuş. Padişah, oğlu seferden geldiği için, ni­şanlısı ile evlendirmeye karar vermiş. Düğün, dernek kurul­muş. Neyse, onlar evlene dursunlar. Kuş, her sabah gelip, bir ağaca konarak bahçıvanı çağırıyormuş:
– Şehzadem ne yapıyor? diye sorarmış,
Bahçıvan da:
– Şehzadem çok iyi, diyormuş.
Kuş:
– Otursun, sağ olsun. Konduğum dallar kurusun, di-yip, uçar gidermiş. Bir gün, beş gün böyle geçmede ol­sun.
Bahçıvan, şehzadeye gidip:
– Her gün, bahçeye bir kuş geliyor. Ağacın dalına konup, beni çağırarak sizi soruyor. Ben de iyi olduğunu­zu söylediğimde, “Sağ olsun, konduğum dallar kurusun.” diyor, çıkıp gidiyor, Bu yüzden, bahçedeki ağaçların hepsi kuruyacak, demiş, Şehzade, buna bir anlam ve­rememiş. Kuşu yakalamak için, ağaçların dallarına tu­zak kurmuşlar Ertesi sabah, kuş gene gelmiş ve dala ko­nunca tuzağa yakalanmış. Şehzade, altın bir kafes yap­tırıp, kuşu içine koymuş. Karısı, bu kuşu tanımış ve ondan nasıl kurtulurum diye düşünmüş, taşınmış. Şehzade yok­ken, kuşun kafesini açıp kuşu dışarı bırakmış.
Şehzade, saraya döndüğünde kuşu göremeyince:
– Kuşum nerede? diye sormuş,
Karısı:
– Kedi kuşu kaptı, yetişemedim, demiş.
Şehzade, her ne kadar çok üzülmüşse de yapabile­ceği bir şey yokmuş. Kuş kafesinden uçtuğu zaman, kanadı kafesin teline takılıp yaralanmış. Bahçeye akan kanlardan güller büyümüş. Yaşlı bir kadın, günün birinde bahçıvandan çiçek istemiş, Bahçı­van, kanlardan biten güllerden koparmış ve kadına ver­miş. Kadın, gülleri evine götürünce bir bardağın içine koymuş. Birkaç gün sonra, bütün çiçekler solmuş, ama gül taptaze duruyormuş. Kadın, hala çok güzel görünen gülü bir kere koklamış. Gül, o anda bir kuş olup odanın içinde uçmaya başlamış,
Bunu gören kadın:
– Aman, bu nasıl şeymiş? İn midir, cin midir? diyerek, korkmuş, Kendini toparlayarak, kuşu yakalamış. Sevip okşarken, kuşun başında elmas gibi bir şey görerek, onu tu­tup çekmiş, Çekmesiyle beraber kuş, güzel bir kız olmuş,
Yaşlı kadın:
– Sen kimsin? diye sormuş.
Nar Tanesi, kadına her şeyi anlatmış, O gün, ikisi otu­rup dertleşmişler. Kadın, NarTanesi’nin anlattıklarını dinlerken çok üzülmüş ve ona yardım edeceğine söz ver­miş. Ertesi sabah, erkenden saraya giden kadın, şehza­deyi bulmuş. Şehzadeye, her şeyi anlatmış, Şehzade, o kadar çok mutlu olmuş ki, Kadına, bir kese altın vererek:
– Aman nine! Sen o kızı sakla. Ben, bu gece senin evine gelirim, demiş. Kadın, sevinerek paraları alıp evi­ne dönmüş. Şehzadenin geleceğini kıza söylemiş. Kız, kendisine çekidüzen verip, şehzadeyi beklemiş. Şehza­de, gece yarısı kadının evine gelmiş. Kızı görür görmez, düşüp bayılmış. Neyse, su ve şerbet vererek ayırtmışlar. Şehzade, kızın kim olduğunu ve başına gelenleri öğren­miş. Şehzade, onu oradan alıp eve götürürken, yolda önlerine bir maymun çıkmış, Şehzade, bu yaramaz maymunu yakalamak için kovalamaya başlamış. May­mun, zıplaya sıçraya ağaçtan ağaca kaçmış, şehzade kovalamış. Bu arada kız, bekleye bekleye olduğu yerde uyuyakalmış. Kızın anası, altın tabutun kaybolduğunu duymuş. Nar Tanesi’nin ne olduğunu merak edip, şehir şehir gezerek kızı arıyormuş.
Masal bu ya, o sırada kızın uyuduğu yere gelmiş. Bir de bakmış ki, kız oracıkta uyu­yor. Hemen, yanına yaklaşmış ve cadıdan öğrendiği büyüleri yapmaya başlamış. Maymunu yakalayamayan şehzadenin aklına kız gelmiş:
– Eyvah, sevdiğimi sokaklarda bıraktım! diye, koşa koşa kızın yanına dönmüş.
Nar Tanesi’nin yanında gördüğü kadına;
– Sen kimsin?” diye sormuş.
Kadın:
– Oğlum, bu kız seninle mi? Onu böyle yalnız bırakıp da nereye gittin? Eğer ben gelmemiş olsaydım, kim bilir başına neler gelecekti! İyi ki çabuk geldin, diyince şehza­denin aklına bir şey gelmemiş. Hemen, kızı uyandırmış.
Kadına:
-Sen kimsin? demiş,
Kadın:
– Oğlum, ben bir fakirim; kimseciğim yok, demiş,
Şehzade:
– Haydi, benimle gel, Sen, bana İyilik yaptın, ben de sana ne istersen veririm, demiş. Kız, annesini sesinden tanımış. Gizlice, şehzadenin kulağına söylemiş. Şehza­de, kadına belli etmemiş ve beraber saraya gelmişler,
Şehzade, kendi karısını ve Nar Tanesi’nin annesini cezalandırmış, İkisini de ülkesinden kovmuş, Nar Tanesi ile şehzade, evlenmiş ve kırk gün düğün yapmışlar. Son­suza kadar mutlu yaşamışlar.

Peri Kızı Masalı

Peri Kızı Masalı
Bir varmış, bir yokmuş evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir kasabada peri kızı yaşarmış. Yanakları al al, altın kalpli bir kızmış. Hiç bir kimseye bir kötülüğü dokunmazmış. Sarı saçlarıyla, mavi gözleriyle herkesi büyülermiş. Kasabada yaşlılarla tek tek ilgilenirmiş. Onların ne ihtiyacı varsa hepsini yaparmış.

Çevredeki tüm çocukları etrafına toplayıp masal okurmuş. Anlayacağınız çok iyi bir kızmış. Günlerden bir gün kasabaya bir aile taşınmış. Bir tane küçük ama şirin bir kızları varmış. Küçük kız dışarı çıktığında etrafına bir sürü çocuk toplanmış. Hepsi teker teker <

İki Horoz Masalı

İki Horoz Masalı
Bir zamanlar Efe ve İbikli Paşa adlı iki horoz varmış. Bunlar amca çocuklarıymış ama birbirlerini hiç sevmezlermiş. Onlar incir ağacı yüzünden sürekli tartışırlarmış. Bu incir ağacının çok tatlı ve sulu meyveleri varmış. İkisi de incirden sadece kendisi yemek istiyor diğerinin yemesine izin vermiyormuş. Üstelik diğer tavuk ve horozları da ağaca yaklaştırmıyorlarmış.
İbikli Paşa ve Efe sabahtan akşama kadar incir ağacının dibinde oturmaya başlamışlar. Bu yüzden güzelim incirlerde ağaçta kalakalmış. Bir gün Efe, İbikli Paşa’ya şöyle demiş:
“Bugün bu ağacın durumu belli olsun. Bu ağaç benim sakın yaklaşma tamam mı?”
İbikli Paşa:

“Nerden senin oluyormuş asıl o benim ağacım sen uzak dur demiş.” Böylece iki amca çocuğu tartışmaya başlamışlar. Onların sesini duyan diğer horoz, tavuk ve civcivlerde etraflarına toplanmışlar. Kavga ederken incir ağacından da bir hayli uzaklaşmışlar ve incir ağacını kollamayı da unutmuşlar. Sonunda Efe ve İbikli Paşa senin ağacın değil benim ağacım demekten yorgun düşmüşler ve çimenlerin üzerine uzanmışlar. Birden incir ağacı akıllarına gelmiş ve ağacın yanına koşa koşa gitmişler.
A a aaaa incir ağacına ne olmuş böyle? Diye bağırmışlar. İncir ağacına nemi olmuş? Onlar senin ağacındı, benim ağacımdı diye tartıştıkları sırada diğer horozlar, tavuklar gelip bütün incirleri yemişler. Efe ve İbikli Paşa ağacın yanına oturup ah vah etmişler ve düşünmüşler. Efe keşke incirlerden birlikte yiyip paylaşsaydık yazık o güzelim tatlı ve sulu incirlere demiş. İbikli Paşa da keşke ama artık çok geç incirlerin hepsini yemişler demiş.
Ama olsun en azından gel bundan sonra dost olalım, her şeyimizi paylaşalım, arkadaşlarımıza verelim demiş. İbikli Paşa; evet çok haklısın demiş ve özür dileyerek birbirlerine sarılıp kucaklaşmışlar, kanal ömürlerini dostça yaşamışlar.

OBUR KAPLUMBAĞA MASALI

OBUR KAPLUMBAĞA MASALI
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Allah’ın yarattıkları buğday tanesinden çokmuş.
Kimi kavak gibi uzun, kimi kabak gibi tombulmuş, Kimi yürürken tıs tıs eder, kimi kuş gibi uçarmış. Yeşil mi yeşil, güzel mi güzel bir orman içinde iki arkadaş kaplumbağa yaşarmış. Birinin adı Meyşa diğerininki ise Tişni imiş. Meyşa ile Tişni çok iyi arkadaşmış.
Meyşa hareketli, yardımsever, çalışkan, dost canlısı bir kaplumbağaymış. Tişni ise tembel, dünyayı umursamayan, herkesten uzak durmayı seven bir kaplumbağaymış. Tek ar­kadaşı Meyşa imiş. Meyşa ve Tişni her akşam aynı ağacın altında buluşurlarmış.
Meyşa her gün sabah uzun uzun yürür, yolda gördüğü hayvan­larla tanışır, arkadaş olurmuş.Tisni’ninse her gün yaptığı tek şey bol bol yemek yemek ve uyumakmış.
Meyşa, Tişni’ge devamlı olarak;
— Haydi, Tişni sen de biraz gez, hareket et, çokşişmanla­dın, dermiş.
Tişni ise;
— Biz kaplumbağalar zaten yavaş hayvanlarız; bizim ha­reketimizden ne olacak, diyerek yatarmış. Sürekli yemek ye­diğinden çok obur bir kaplumbağa olup çıkmış. Bulduğu her otu yiyormuş.
Meyşa ona;
— Her otu yeme zehirlenirsin, dermiş ama o bildiğinden hiç şaşmaz, kimsenin sözüne kulak asmazmış.

Bir gün Meyşa, Tişni’yi ormanda gezmeye ikna etmiş. Bir­kaç adım gidince Tişni “Yoruldum!” diye şikâyet etmiş.
Dinlenmek için bir yerde durmuşlar. Sürekli boğazını düşünen Tişni, yiyecek bulmak için etrafa bakmaya başlamış. Daha önce görmediği kırmızı meyveli bir sarmaşık görmüş. Yemek için meyvelere doğru ilerlemiş.
Meyşa;
— Hayır, Tişni onları yememeliyiz. Ne olduğunu bilmiyoruz, zararlı olabilirler, demiş.
— Baksana kırmızı kırmızı meyveler. Ne kadar da güzel görünüyor, gel sen de ye, demiş Tişni,
Meyşa yememesi için çok yalvardıysa da Tişni’yi vazgeçirememiş. Tişni hem yiyor hem de Meyşa’yı;
— Gel gel, sen de ye çok lezzetli, diye çağırıyormuş.
Tişni tıka basa yedikten sonra uyumaya gitmiş. Daha yeni uykuya dalmış ki dayanılmaz bir karın ağrısıyla uyanmış.
Meyşa, arkadaşının yanına koşmuş; ama elinden gelen hiçbir şey yokmuş. Tişni karın ağrısıyla kıvranıyormuş. Meyşa ne yapacağını şaşırmış. Aklına arkadaşı geyiği çağırmak gel­miş. Geyik hastalıklardan anlarmış. Koşa koşa geyiğin yanı­na gitmiş. Tişni’nin başına gelenleri ona anlatmış. Geyik şifalı otlardan bir ilaç hazırlamış. Tişni’ye bunu içirmiş.
Tişni o günden sonra bir daha asla bilmediği yiyecekleri yememiş. Meyşa ile birlikte her gün ormanda uzun yürüyüş­ler yapmış. Meyşa artık onun çok yemesine de engel oluyor­muş. Tişni şişmanlıktan kurtulmuş, sağlıklı bir kaplumbağa ol­muş. İki arkadaş ormanda uzun yıllar yaşamışlar.

Çam Ağacı ile Pembe Petunya Hikayesi

Büyük Çınar Ağacı ve Pembe Petunya aynı ormanda yaşıyordu. Büyük Çınar Ağacı çok kibirliydi kendini ormanın en büyük ağacı olarak görür kimseleri düşünmezdi. Kendinden başka kimseyi sevmezdi. Pembe Petunya çınarın yanında yaşıyordu. Ama Çınar Ağacı onu hiç görmüyor ve duymuyordu. Bu Petunya’ yı çok üzüyordu. Gökyüzü kapkara bulutlarla kapanmıştı. O gün yağmur yağmaya başlamıştı…
Pembe Petunya yapraklarını yağmura doğru uzattı. Üzerindeki büyük Çınar Ağacı yapraklarının ıslanmasını engelliyordu. Oysa Pembe Petunya su istiyordu. O da bütün bitkiler gibi suyla besleniyordu. Yaşlı Çınar Ağacı o kadar büyüktü ki kökleri toprağın altına öyle çok yayılmıştı ki bütün suyu kökleri ile topraktan alıyor ve Pembe Petunya’ya hiç su bırakmıyordu. Pembe Peunya:– Yaşlı Çınar Ağacı! Yaşlı ve büyük ağaç! Ne olur bana da birazcık su ver. Topraktan köklerimle alamıyorum hepsini sen içmiş oluyorsun. Yaprakların o kadar büyük ki yağmurun üzerime yağmasını engelliyorsun. Gövden o kadar kalın ve güçlü ki güneşin yapraklarıma dokunmasına izin vermiyorsun. dedi. Pembe Petunya o kadar çok üzülmüştü ki … Başını önüne doğru yavaşça eğdi. Pembe Petunya :
– Eğer topraktan su alamazsam beslenemem. Güneşi göremezsem güçlenemem. Ne olur bana yardım et Çınar Ağacı yoksa yok olup gideceğim. Burada solacağım. Bir daha nefes alamayacağım. dedi. Çınar Ağacı Petunya ’yı duymuştu.
Büyük Çınar:
– Ben o kadar büyüğüm ki kıpırdayamam buradan. Sen git kendine başka bir yer bul. dedi. Ama Pembe Petunya kımıldayamıyordu ki. Kökleri toprağa sıkı sıkı tutunmuştu. Çınar bunu anlayamıyordu.
Petunya :
-Yapamıyorum Çınar Ağacı ne olur bana yardım et! Çınar Ağacı bakmadı bile Pembe Petunya’ya . Petunya günden güne güzelliğini kaybetti. Herkesin hayranlıkla baktığı pembe yaprakları bir bir soldu. Bir gün dayanamadı ve boynunu büktü. Bir daha nefes almadı. Bütün orman buna üzülmüştü.Petunya’ nın dökülmüş yapraklarına baktılar.
Herkes çınar ağacına çok kızdı. Çınar Ağacı hatasını anlamıştı. Fakat artık çok geçti. Zavallı Petunya’cık solmuştu. Çınar buna çok üzüldü. O böyle olmasını istememişti. Petunya ‘ ya kötü davrandığına çok pişman olmuştu.
Çınar Ağacı :
– Keşke bu kadar kibirli olmasaydım. Pembe Petunya’ ya kötü davranmasaydım. dedi. Yaptığı hatayı anlamıştı. Bütün ormana bir daha böyle yapmayacağına söz verdi.

Aslan Prens Masalı

Aslan Prens Masalı
Bir zamanlar zengin bir Tüccarın üç kızı varmış. Tüccar bir gün yolculuğa çıkmaya hazırlanırken kızlarına:
– Gittiğim yerlerden size ne getireyim? diye sormuş.
Büyük kızı inci bir kolye; ortanca kızı altın bir yüzük istemiş. Küçük kızı ise sadece bir gül istemiş. Bunun üzerine babası küçük kızına:
– Yavrucuğum, kış ortasında gül bulmam çok zor. Ama senin için elimden geleni yapacağım, diyerek yola çıkmış.
Adamcağız gittiği her yerde küçük kızı için gül aramış . Gördüğü bütün bahçelere girip bakmış. Bahçıvanlarla konuşmuş. Herkese soruyormuş.
Onlar da:
– Bu kış kıyamette gül mü olur? diyerek tüccara gülüyorlarmış. Tüccar küçük kızının isteğini yerine getirememenin üzüntüsüyle eve dönerken karşısına bir saray çıkmış. Sarayın kocaman bir bahçesi varmış. Bahçenin bir yanı yaz, bir yanı kışmış. Bir yanı karla, bir yanı renk renk güllerle kaplıymış. Tüccar, hemen bahçeye girmiş. Kızı için bir gül koparmış . Tam bahçeden çıkacağı sırada karşısına bir aslan çıkıvermiş.
– Çiçeklerimden koparanın vay haline! diye kükremiş.
Tüccar:
– Canımı bağışlaman için ne istersen yaparım. Yeter ki şu gülü küçük kızıma götürmeme izin ver, diye yalvarmış.
Aslan:
– Evine döndüğünde karşına ilk çıkanı bana vereceksin. O zaman gitmene izin veririm, demiş. Gülü bir an önce kızına götürmek isteyen tüccar, hiç düşünmeden:
– Peki, kabul ediyorum. Eve gidince karşıma ilk çıkanı size vereceğim, demiş. Gülü alıp yoluna devam etmiş. Tüccar eve yaklaşınca babasının geldiğini gören küçük kız koşarak bahçeye çıkmış. Tüccarı ilk karşılayan o olmuş. Babasına sarılıp, öpmüş. Adamcağız ise başlamış sızlanmaya.
– Neden ağlıyorsun, babacığım? demiş.
Babası olanları anlatmış. “Şimdi Aslan’a verdiğim sözü nasıl tutarım?” demiş.
Küçük kız:
-Verdiğin sözü tutmalısın, babacığım. Ben yarın Aslan’a giderim. Yalvarır yakarırım. Bana bir zarar vermemesini isterim, demiş. Sabah erkenden yola çıkmış. Aslan’ın yaşadığı saraya varmış. Aslan, aslında bir büyücü tarafından aslana dönüştürülen bir prensmiş. Gün doğunca aslan , oluyor, gün batınca tekrar prense dönüşüyormuş.
Aslan Prens, tüccarın güzel kızını çok beğenmiş. Kızla evlenmiş. Gündüzleri aslan olarak dolaşıyor, hava kararınca yakışıklı prense dönüşüyormuş. Böylece günler, aylar geçmiş. Mutluluk içinde yaşıyorlarmış. Kız bir gün, ablasının düğününe çağrılmış. Aslan Prens’e:
– Beraber ablamın düğününe gidelim, demiş.
– Sen yalnız git. Biliyorsun ışık benim için çok tehlikeli. Üzerime bir parça ışık gelse bu kez de bir kumruya dönüşürüm. Yedi yıl bütün dünyayı dolaşmak zorunda kalırım, demiş Aslan Prens. Ancak karısı öyle ısrar etmiş ki sonunda Aslan Prens gitmeye razı olmuş. Kız, babasının evine varınca kocasını karanlık bir odaya kapatmış. Ancak kapının altından sızan incecik ışığı fark etmemiş. O anda da kocası Aslan Prens, sarı bir kumruya dönüşmüş.

-Yedi yıl böyle kalacağım, dünyayı dolaşacağım. Nereye gitsem sana sarı bir tüy bırakacağım. Böylece beni izler, nerede olduğumu anlarsın, diyerek uçup gitmiş. Ardından karısı da yollara düşmüş. Kocasının bıraktığı sarı tüylerin arkasından yedi yıl dünyayı dolaşmış. Eşinin peşinden bir an olsun ayrılmamış. Ancak günün birinde kocasının bıraktığı tüyü bulamamış. Tüm aramalarına rağmen kumruyu bir türlü bulamıyormuş. Sonunda güneşe sormak aklına gelmiş:
– Sevgili güneş sen her yeri aydınlatıyorsun. Söyle bana buralardan geçen sarı bir kumru gördün mü ? diye sormuş.
Güneş:
-Görmedim, güzel kız. Ama sana bir bohça vereyim. Başın darda kaldığında açarsın. Haydi, uğurlar olsun, demiş. Kız, güneşin verdiği bohçayı almış. Tekrar yollara düşmüş. Gece olunca aya:
– Karanlıkları aydınlatansın. gördün mü? diye sormuş.
Ay:
– Görmedim. Ama dostum karayel sana yardım edebilir, demiş. Ve kıza bir yumurta vermiş. Bunun üzerine kız doğru karayele gitmiş:
– Her yerden esip geçersin. Söyle bana sarı bir kumru gördün mü? diye sormuş.
Karayel:
– Evet, gördüm. Kızıldeniz’e gitti. Yedi yıl dolduğu için yeniden aslana dönüştü. Orada bir canavarla dövüşüyor, demiş. Sonra devam etmiş.
– Dövüştüğü canavar aslında büyücü. şimdi beni iyi dinle. Kızıldeniz’in sağ kıyısında demir çubuklar vardır. On birinci çubuğu alıp canavara değdirdiğin anda her şey eski haline dönüşür. Kocan aslan olmaktan kurtulur .
Canavar da büyücü kadın olur. Ne var ki sihir bozulur bozulmaz zaman kaybetmeden kocanı oradan uzaklaştır. Yoksa büyücü kadın senden önce davranıp kocanı götürür, demiş.
Kız, Karayel’in söylediklerini aynen yapmış. Kocasını kurtarmış. Ama Karayel’in son söylediklerini unutmuş. Kocasını oradan hemen uzaklaştırmamış. Ve büyücü kadın, prensi kolundan yakaladığı gibi çekip götürmüş.
Kız, kocasını bulmak için tekrar yollara düşmüş. Karşısına bir saray çıkmış. Sarayda düğün hazırlıkları varmış. Güneş’in verdiği bohçayı açmış, içinden çok güzel bir elbise çıkmış. Hemen elbiseyi giyip saraya girmiş. Herkes ona hayran olmuş. Büyücü kadın, kızı karşısında görünce:
– Senin burada ne işin var? Kocan artık seni istemiyor. Benimle evlenecek. Üstündeki o elbiseyi hemen bana ver ve sarayımı terk et. Yoksa kocanı yeniden kumruya dönüştürürüm, demiş.
Kız büyücünün dediklerini yapmış. Saraydan çıkıp, bir ağacın altına oturmuş. Uzun uzun ağlamış. Birden aklına Ay’ın verdiği yumurta gelmiş. Hemen yumurtayı kırmış. içinden altın bir tavuk ve civcivleri çıkmış. Kız bunları alıp tekrar büyücünün sarayına gitmiş. Büyücü kadın altın tavuk ve civcivleri görünce:
– Bunları bana satar mısın? diye sormuş.
– Bu gece prensin odasına girmeme ve onunla konuşmama izin verirsen, onları sana veririm, demiş, kız da.
Büyücü kadın, kızın bu teklifini kabul etmiş. Çünkü altın tavuk ve civcivlerine sahip olmaktan başka bir şey düşünemiyormuş. “Servetime servet , katarım. Bu kız, kocasıyla ne konuşursa konuşsun.” diye düşünüyormuş.
Gece olunca kız, kocasının yattığı odaya girmiş. Prens karşısında sevgili karısını görünce çok sevinmiş. Kız, tüm olanı biteni kocasına anlatmış.
– Büyücü fikrini değiştirmeden hemen buradan kaçalım, demiş.
Birlikte kendi saraylarına doğru yola çıkmışlar. Ve ömür boyu birbirlerinden ayrılmamışlar.

Rare Disease Day and the promises of personalized medicine

O ur daughter Ellen wrote the post that I republish below 3 years ago, and we've reposted it in commemoration of Rare Disease Day, Febru...